BAKANLAR VE GÖRENLER
İsmet Özel
Büyük bir sefer düzenlemişsiniz, bir deniz savaşı yapmak üzere
hazırlanmanız gerekli. Büyük gemileriniz var, kalyonlarınız, kadırgalarınız
var. Gemilerinizin belki yelkenleri atlastan, halatları, palamarları ibrişimden
belki. Toplarınız yeter sayıda, askerleriniz de çok, belki gereğinden bile
fazla. Lâkin adamlarınız denizci değil, onlar tecrübeli birçok kara savaşı
görmüş piyadelerdir. Çok iyi kılıç kullanmayı biliyorlar, düşmanın önünde hiç
yılmadan bahadırlık gösterebiliyorlar. Ama bir kusuru var bu askerlerin:
Hiçbiri deniz görmemiş. Hiçbiri yüzme bilmiyor. Daha da kötüsü bu askerlerin
hepsini deniz tutuyor. Yapmanız gereken savaş deniz savaşı, düşmanla deniz
üzerinde karşılaştığınız zaman ise suyun dalgalı olması muhtemel. Deniz sakin
bile olsa savaş durumunda gemi mutlaka yalpa yapacak. Deniz savaşı yapacaksınız
bu yüzden sefer düzenlediniz, gemiler hazırlattınız zaten. Sizin düşmanlarınız
karada değil. Nedense sizinle savaşa gelecek hiç bir bahriyeli bulamadınız.
Bahriyeliler ya ticaret gemilerinde iş bulmuşlar, edepleriyle tacirlere hizmet
ediyorlar. Edepsizlikten hoşlanan bahriyeliler de korsanlığı seçmişler.
Eğer gemileriniz için bahriyeli edinmek istiyorsanız tacir
gemilerinin önünü kesmek veya korsanları yenip esir almak zorundasınız. Her
halükârda işiniz denizde sizin. Savaş yapacaksınız, denizde yapacaksınız,
çaresi yok. Deniz savaşını piyadeler yardımıyla yapmak zorunda olduğunuzu
biliyorsunuz. Piyadeler de kayıtlarını yaptırmışlar gemilerinize. Yani herkes
iyi niyetli. Lâkin deniz görmemiş bu insanların ilk dalgalanmada güverteyi
berbat edişlerini müşahede etmeniz kaçınılmaz. Deniz tutuyor sizin askerleri.
Müslümanların yaşadığımız dünyadaki durumları aşağı yukarı sağlam
ve güçlü bir gemide bulunan bir piyadenin durumuna yakındır. İtikadı sağlam,
yani kılıç kullanmakta üstüne yok. Askerliği de fevkalade. Ama piyade olduğunu
hiç hesaba katmadan denize açılmak istiyor. Halbuki o denizlerde yalnızca
tacirler ve korsanlar var, sadece onlar rahatlıkla seyredebiliyorlar. Tüccari aşmadan ve korsanlaşmadan zaten o denizlerde barınmanın
imkânı yok. Hele bir de
denizcilikten anlamıyorsanız su üstünde bahadırlık göstermek yerine beceriksizlik
göstereceksiniz demektir.
Geçelim bir başka mesel sunmaya:
Adam, İstanbul'dan
Edirne'ye gitmek istiyorum diyor. Ama Sirkeci garına gideceği yerde Haydarpaşa'ya
doğru yol almış. Diyorsunuz ki ona: Kardeşim, gerçekten Edirne'ye gitmek
istiyorsan Boğaz'ın karşı yakasında bulunman gerekir. Adam: Hayır, diyor, ben
buradan kalkan trenle Edirne'ye gideceğim. Sonra peronlardan birinde bulunan
bir trene biniyor. Bakıyorsunuz o tren üzerinde Ankara'ya gideceği yazılı. Yine
ikaz ediyorsunuz: Bu tren Ankara'ya gidiyor, Edirne'ye gitmek istiyorsan bu
trenden in. Hayır, diyor adam ısrarla, ben işte bu trenle Edirne'ye gideceğim.
Sonra aklınıza geliyor ve biletine bir bakayım diyorsunuz. Adam biletini
uzatıyor. Hayret! Edirne'ye gitmek isteyen adam Ankara için bilet almış. Siz
yine sükunetinizi muhafaza ederek ve görev sorumluluğu içinde: Bak kardeşim,
diyorsunuz, bu biletle ve bu trenle ancak Ankara'ya gidilir, Edirne'ye değil.
Adam sizin çok can sıktığınızı, çok anlayışsız ve inatçı olduğunuzu ifade etmek
üzere ters bir bakışla bakıyor yüzünüze. Ne kadar kalın kafalısınız diyor.
Edirne'ye gitmek istediğimi ve bu fikrimden asla caymayacağımı bilmiyor musunuz?
Ankara'ya kalkan tren hareket ediyor, adam mütebessim, el sallıyor: Edirne'den bir kartpostal göndereceğim,
diye bağırıyor size.
Birinci meselimiz müslümanca tavrın gösterilmesi gereken alanın
geçilmesiyle ilgiliydi. İkinci meselimiz ise vasıtaların kaçınılmaz rotalarının
bizim niyetimizle değişmeyeceğine dair. Elbet her iki mesel de anlatım gücü
itibariyle yeterli değil. Bütün benzetmeler eksiktir çünkü. Yalnız benzetmeler
değil, kelimelerin kendileri bile gerçeğe tam tamına tekabül etmekten uzaktır
çoğu zaman. Ama bir durumu, başka bir durumla açıklamak zihne esneklik
kazandırıyor denilebilir. Zihni esnek tutmak esas olmalıdır, çünkü sonsuz bir
akış içinde bulunan hayat, düşünceleri hep gerisinde bırakacaktır. Düşünceyi
esnek sınırlarla korumak hayata ters düşmeyi bir ölçüde önler.
Kedilerin ney sesinden, kaplanların da keman sesinden
hoşlandıklarını bilir miydiniz?
Keman sesi teskin ediyormuş
kaplanı, buna karşılık düdük sesi bu hayvanda azgınlık doğuruyormuş. Genel
olarak hayvanların çok hoşlandıkları sesler flüt ve keman sesiymiş. Bir köpeğin
Chopin'in bir noktürnü karşısında rahatsızlıkla havladığını, uluduğunu, buna
karşılık neşeli, kıvrak bir hava çalınınca sükûnet ve keyifle uyuduğunu tesbit
etmişler. Ben de dökümanter bir filmde ritmik bir caz parçası ahengine uyup
albatrosların boyun ve gövde hareketleriyle raksettiklerini gördüm. Hayvanların
kendilerine mahsus bir güzellik duygusu taşıdıkları, güzelliğe kendi ölçüleri
içinde ilgi duyduklarını gösteren örnekler az değil. Böceklerin renkleri
farkedip seçebildikleri, çiçeklerdeki parlak ve cazip renklerin böcekleri
kendilerine çekerek bitkilerin tozlaşmasını sağladıkları biliniyor. Karga ve
kuzgunların parlak madenler ve mücevher çalmaları hiç kuşku yok ki bu
nesnelerden hoşlanmalarının, onları yanlarında alıkoymak istemelerinin bir
sonucu. İngiliz dilinde
"bower bird" denilen kuş eşi için (yani sevgilisi beğensin diye)
yuvasını öyle kuruyormuş ki insanın bu yaratıkta estetik bir kaygu
bulunduğuna inanası gelir: Bu kuş eşine yaptığı yuvayı önce çalı çırpı ile
çevreledikten ve içini otlarla döşedikten sonra en yakın dereden topladığı
çalıları yuvanın her iki tarafına bir sanatçı zevkiyle yerleştiriyormuş.
Yuvanın duvarlarını parlak tüyler, kırmızı tanecikler ve bulabildiği, güzel
nesnelerle süslüyormuş. Nihayet yuvanın girişine şan ve şatafat sağlamak üzere
oraya parıltılı taşlar ve midye kabukları diziyormuş. Kuşun bütün bu
yaptıklarını içgüdüsüyle açıklasak bile, onun içgüdüleri arasına "güzel
olanı seçmek" gibi bir özelliği eklemek durumunda kalırız ki bu insanı
hayvandan ayıran vasıfların güzellikten hoşlanmak veya güzele duyulan temayül
olmadığını bize göstermeye yeter.
Demek ki güzele olan eğilim insanın özgül (spesifik) bir vasfı
değil. Hayvanlar da kendi ölçülerinde güzellikten zevk duyuyorlar, üstelik
bununla da kalmayıp güzel olan şeyi inşa etmeyi de başarabiliyorlar.
Beş duyumuza ve algılarınıza ilişkin hususlarda hayvanlarla
insanların aynı doğrultuda yer aldıklarını söylemek mümkün. Hattâ hayvan
cemiyetlerinin işleyişleri temel esaslar bakımından insanın kinden ayrı
değildir. İnsanla hayvan ve hatta bütün diğer mahlûkat arasındaki fark insanın
teslim olma veya isyan etme arasında bir seçim yapabilecek durumda oluşu, bu seçmesine
bağlı olarak da mükâfat veya cezaya muhatap oluşudur. İnsanda bir emanet
vardır, bu emanet onun kul olmayı reddetmesini mümkün kılar. İnsandan başka
yaratıklar teslimiyetten ve kulluktan vazgeçebilme imkânına sahip değildirler.
İşte bu farkın dışında insanı ne attan ne de taştan ayrı mütalaa etmenin gereği
yoktur. Böcekler, balıklar, sürüngenler kuşlar ve bütün diğerleri bizler gibi
ümmetlerdir. İnsanı onlardan ayıran yalnızca bir "emanet"tir.
Emanete ihanet etmek veya etmemekle insan öteki mahlûkattan ayrılır veya
onlardan farkı kalmaz.
İnsanı hayvandan ayıran özelliğin bir estetik değer silsilesine
sahip olmakla ilgili olmayacağını yukarıda andığımız örneklere dayanarak ileri
sürebiliriz. İnsanın "söz" söyleyen bir yaratık olmakla diğerlerinden
ayrıldığı, âlet yapabilme özelliğiyle insan olduğu iddiaları da yunusların
dilleri çözüldüğünden, karıncaların hem ziraatçı, hem çoban, hem de zanaatkar
oldukları öğrenildiğinden bu yana kuvvetli iddialar olmaktan uzak kalmışlardır.
Biz insanlar da diğer ümmetler gibi bir ümmetiz, ama bizi ötekilerden ayıran
bir özellik bizim onlardan üstün olmamızı temin ettiği gibi, onlardan aşağı
olmamıza da sebeb olabilir.
Bir köpek neden Chopin'in noktürünü karşısında havlıyor,
rahatsızlık belirtisi gösteriyor da oynak bir neşeli müzik çalınınca keyifle
uyuyor?
Sanırım bunun cevabını
bizlerin insan olmak iddiası ile sahip olduğumuz değerler çerçevesinde cevap
verebiliriz. Hümanist batı medeniyeti cahil, cimri, nankör, gaddar insanın bu
kendine mahsus vasıflarla tecessüm etmesine, sanat ve düşünce eserlerinde şekil
bulmasına yol açmıştır. Ritm insana mahsus olunca hayvan tedirgin oluyor. Ama
ritmin insan için ve hayvan için ortaklaşa değerler sahibi olunduğu bölgeleri
de var. Hayvan için güzelliğin ahlâkî bir anlamı yoktur. İnsan için herşeyin
anlamı sadece ve sadece ahlâki oysa.
Modern diller, yani bugünkü insanların kullandıkları her türlü
lisan boş kalıplardan ibarettir. Dil aracılığıyla bir çok şey söylenebilir, ama
dilin kendisi bu söylenen şeylerin yerini tutmaz; çünkü artık lisan insanın
hariçte bulunan bir vasıtasıdır. Gerçekte dil özde bulunan bir çok şeye atıfta
bulunur, yine de "öz"ü söyleyemez. Modern dillerden geriye doğru
uzaklaştıkça "öz" ile "söz" arasında yakınlaşma artar.
Latince'de toprak kelimesiyle insan kelimesinin aynı kökten gelişi gibi. Bugün
artık insanların dil kullanarak en kolay anlattıkları şeyler beş duyuyla
kavranabilen yani dile ihtiyaç duymadan mevcudiyetine kanaat getirdiğimiz
şeylerdir. "Taş" dedik mi, şeklini ve rengini gözümüzle gördüğümüz,
sertliğini derimizle hissettiğimiz, hareket ederken çıkardığı sesi kulağımızla
duyduğumuz o belli şeyi kastederiz. O nesneye taş adı vermiş olduğumuz için
başkaları ne dediğimizi anlar. Taş nesne olarak bizim dışımızda vardır ve kelime
olarak da ancak dışımızda bir varlık sahibi olabilir. Oysa
"kıskançlık" dediğimiz zaman bu söylediğimizi gösteremeyiz. Bu bir
duygudur. Kıskançlık denilen duyguyu bazı sosyal münasebetleri sıralayarak
anlatabiliriz, ama eğer kendimiz hiç kıskançlık duymamış isek bu duyguyu
kendimize anlatamayız. Eğer kıskançlık duygusunu içimizde taşımamış, bu duygu
ile hiç dolmamış isek hiçbir zaman kıskançlığı bilemeyeceğiz demektir. Duygu
kelimesi de böyle. Ne kadar tarif edersek edelim duygulara sahip olmadıkça
duyguyu bilmemiz imkânsız. Kısacası dil dediğimiz araç bize gerçek anlamı
veremez. Anlam (bu ne ise ve ne derece bizde mukim ise) dışımızda bulunmayan
bir gerçektir.
İnsanlar müşterek tecrübeleri taşıdıkları için birbirlerinin ne
dediklerini anlayabilirler. Bu yüzden iyi anlaşmak için araçların mükemmelliği
söz konusu değildir, gerekli olan anlaşmaya niyetli insanların ne ölçüde
anlaşmak istediklerinden ibaret sayılır. Anlaşmak isteyen insanlar kendilerini
bir diğerlerine "açarlar". Kendilerinde bulunan şeyi
karşılarındakinde bulmak üzere anlaşmaya girişirler. Eğer insanlar arasında
anlaşmazlık varsa iki taraftan birinin kendini kapalı tutması yüzündendir bu.
Şahsî tecrübesini bir diğerine açmayan kişi karşısındakini "başka" görüyor
ve nihayet onu düşman sayıyor demektir.
Eğer dil denilen araç sadece dışta kalan unsurları nakletmeye
müsait ise insanlar dil vasıtasıyla sahici bir anlaşmaya ulaşamıyorlar
demektir. Buna rağmen birbirini anlayan, birbiriyle anlaşan insanların bulunması
nasıl açıklanabilir?
.
Diyebiliriz ki anlaşma her zaman "sessiz"dir. Gerçek
sözler, söylenmemiş sözlerdir. İnsanlar kendi dışlarında bazı işaretler
sunarlar, bu işaretleri alabilenler yani o işareti veren kişi ile müşterek bir
tecrübe sahibi olanlar onun ne demek istediğini anlar. Tecrübe ise bizim
ruhumuza ait bir değerdir. Dış dünyada tekabül ettiği hiçbir karşılığı yoktur.
Biz onu dil vasıtasıyla ne kadar anlatmaya çalışırsak o kadar onun anlamından
uzaklaşırız, çünkü ruhumuzda yer tutan değerlere hangi ismi verirsek verelim, o
isim sahip olduğumuz değerin yerini tutamayacaktır. Bu yüzden bir insan
diğerine çok şey anlatmak istese bile, "sana söyleyeceğim hiç bir söz
yok" diyebilir.
Acıkanlar yemek yer ve uykusu gelenler uyur. Hiç kimse bir
diğerinin yerine karnını doyuramaz, hiç kimse bir başkasının uykusunu uyuyamaz.
Bilgi de böyledir. Hiç kimse bir başkasının bildiğini bilemez. Ama iki insan
aynı bilgiye sahip olabilirler. Böyle bir olayın gerçekleşmesi için her iki
insanın aynı tecrübeyi geçirmiş olmaları zorunludur. Bu durumda bir soru
çıkıyor karşımıza: Bilgi bir insandan diğerine aktarılamaz mı?
Şahsî tecrübemize
dayanarak bu soruya olumlu cevap veririz. Öğrendiklerimizin çoğunu başka
insanlardan edinmişiz dir. Ama yalnız insanlardan mı?
Gökyüzünden, ırmaklardan,
karıncalardan ve kitaplardan da birçok şey öğrenmişizdir. Yalnız burada iki şeye dikkat etmeli: Bilgimizin türü o bilgiyi
edinmek için başvurduğumuz kaynakla ve o bilgiye varmak için uyguladığımız
yöntemle kayıtlıdır, bu bir; ikincisi, hangi türden ve hangi yoldan edinmiş
olursak olalım bilgi sadece kendimizde, bir bakıma ruhumuzdadır.
Hayat tecrübemizin bizde kendimize mahsus bir mevcudiyet
oluşturduğunu hissediyoruz. Hayat bizim hayatımız, gövdemiz de ruhumuz da
bizim, lâkin yine de bilgimizin nerede olduğunu anlayamıyoruz. Kendi
hayatımızın bile kendi içimizde son bulmadığını anlayabiliyoruz.
"Ben" dediğimiz şeyin yerini tesbitte karşılaştığımız zorluk
"anlam"a yaklaştığımızın bir işaretidir.
Diyoruz ki dünyada müslümanca bir tavır takınmayı, nefsimize
bağlı eksik ve yetersiz tasavvurlarımızın, şahsî eğilimlerimizin, dünyadan
almayı tasarladığımız tad ve tatminlerin, kuruntularımızın bir aracı, bir
bahanesi haline getirmeye kalkışmayalım. İslâm adına konuşuyoruz diye
eğitimimizden ve şartlanmalarımızdan beliren yani eğitimimizin ve
şartlanmalarımızın bizi zorladığı çözüm yollarından bizde kalan tortuları
müslümanlığın bir veçhesi imiş gibi görmeyelim, göstermeyelim. Diyoruz ki,
madem bize inanmak nasib olmuştur öyleyse inancımızı anlaştıralım, yani onu
kaynağına uygun durumuyla elde bulunduralım. Bunun için de İslâm'ı hergün taze
bir güçle kavrama ve kavradıklarımızla yaptıklarımız arasındaki birliği sağlama
çabasından geri durmayalım, bütün bunlar doğru sözlerdir. Ancak, dikkat ediniz,
doğru sözler her zaman değerli sözler değildir. Hatta bir adım daha giderek
söyleyebiliriz ki doğru sözler gerçek anlamlarıyla doğru sözler olmayabilir.
Sözleri doğru kılan, onların doğruluğuna dayanaklık eden şey bu
sözlerin mantık bakımından tu-
tarlı olmaları mıdır?
Hiç de değil. Mantıkî tutarlılığın
doğruluğa, gerçekliğe karine teşkil etmediği artık günlük hayatımızın sıradan
bilgilerinden biri oldu. Peki, o halde, sözler, o sözlerin doğru olduğunu
birçok insanın onaylamasıyla doğruluk kazanıyor mu?
Elbette hayır. Çoğunluğun
yanlışları doğru olarak bildiği zamanlar, belki doğruları doğru bildiği
zamanlardan daha çoktur. Neyin doğru olduğu meselesini bir mantık problemi, bir
felsefî problem olarak ele almanın bir faydası yok. Çünkü bitmeyen bir
tartışmadır bu. Kısa ve sarih bir yol gösterilmiş müslümanlara doğruyu anlamak
için: Müslümanların doğru bildikleri kendi inançlarının kaynaklarından yani
Kur'ân ve Sünnet'ten öğrendikleridir.
Meseleyi çözümledik, bitti mi?
Hayır, çözümlemedik,
meseleye yaklaştık henüz. Önemli soru daha geride geliyor: Bir sözün Kur'ân ve
Sünnet'e uygunluğu bizim gözümüzde nasıl değer kazanıyor?
Yani bir sözün İslâm
kaynaklarına uygun olarak söylendiğine nasıl karar veriyoruz?
Sözün ve davranışın
kaynaklara uygun olduğunu teminat altına alan teminat nedir?
Örneklerin yardımıyla
açalım: Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde "faiz haramdır"
diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı?
Yahut bir adam
"Allah'ın indinde din İslâm'dır" dedikten sonra kendini teknolojik
medeniyet dininin piyasa mezhebine bağlı sayarak kullukta bulunuyorsa
sözlerini nasıl doğru kabul edelim?
Diyeceksiniz ki bu adamların telâffuz ettikleri doğru fakat fiilen
içinde bulundukları davranışlar hatalıdır. Kendileri yanlış içindedirler, fakat
ağızları Kur'ân ve Sünnet'e uygun sözler etmektedir. Ben bu tür akıl yürütmeyi
kabul etmiyorum. Diyorum ki bu adamların madem yaptıkları bozuktur, öyleyse
söyledikleri de bozuktur. Yani, eğer bir doğruyu ifade ediyorlarsa, bunun
doğrunun hükümrân olması için değil, kendi durumlarının pekişmesi için
yapıyorlar. Söyledikleri ve yaptıkları arasında bir uyumsuzluk ortaya
çıkarmakla bir ahlâksızlık gösteriyorlar; böyle bir ahlâk düşkünü kişinin
sözlerinin ve düşüncelerinin sağlıklı ve sağlam olması mümkün olamaz. Hem banka
hissedarı olup, hem de "faiz haramdır" diyen kişinin bu sözünde bizim
bilmediğimiz çıkar hesapları yatıyor olmalı. Yani adam faizin haram olduğunu
söylemekle Kur'ânî bir doğruyu ifade etmiş olmaz, ama içinde bulunduğu
münasebetler silsilesi içinde sözü yeni bir şekil ve mana alır. Bu tıpkı bir
müşrikin "lâ ilahe illallah" dediği zaman söylediğinin îslâmi özünden
boşaltılmış başka bir söz oluşu gibidir.
Öyleyse, bir söz, bir yargı lâfzen hiçbir değişikliğe uğramadığı
halde bir kimsenin ağzında doğru, ötekinin ağzında yanlış mı olmaktadır?
Kesinlikle evet. Demek ki
bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü
söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır. Bir kimse söylediği sözün
bekçiliğini yapamıyor, yahut kasten yapmıyorsa, bu sözün değerlendirilmesi
"mücerret" esaslar doğrultusunda yapılamaz. Sözün doğruluğu,
yanlışlığı sözün kendisinde değil, o sözün hangi ağızdan çıktığındadır. Doğru
söylemek diye bir meselemiz varsa, söylediğimiz bu sözlerin eri olmak diye bir
meselemiz de vardır. Peygamber ve Peygamberin sünnetini hesaba katmadan, onu
anlamadan Kur'an-ı Kerim'i anlamaya kalkışmak bu yönüyle nafile bir çabadır. Sahtelikle
malûldür.
Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve
sellem), öyle bir yolda yürümüş, başlangıcından son
anına kadar öyle bir hayat yaşamış ki, yüzyıllar sonrasında bir müslümanrın
O'nu takib etmeye gayret ederken ve O'nu taklid etme çabası gösterirken içinde
bir heyecan, kalbinde bir ferahlık duymaması imkânsız. Her insanın çok gizli
bir yerlerinden akan dürüstlük, adalet, hakkaniyet duyguları, güzellik sevgisi,
ahenk ihtiyacı, hilkatin dinamizmi ile canlanma coşkunluğu İslâm Peygamberinin
verdiği her örnekte yeniden canlanıyor, insanın varlığını bütünüyle kaplıyor ve
sanki insandan insana ulaşan bir ahlâk tınısı açığa çıkıyor.
Bütün bu girişi "hılf-ul fudul" andını düşündüğüm için
yaptım. Allah Resulü'nün "Ben ona, İslâmiyet devrinde bile çağrılsam,
icabet ederdim" sözleriyle bahsettiği yemindir bu. Belki herkesi Muhammed
(salla'llâhü
aleyhi ve sellem) in Hılf-ul Fudul'a katılmış olması
fazlaca heyecanlandırmayabilir. Bir çok müslüman O'nun bu davranışını sağlam
kişiliğinin ve temiz ahlâkının tabii bir neticesi olarak görür ve zaten başka
türlü olamayacağı için gereği gibi davranmıştır, diyebilir. Ben de
Peygamberimizin bu
yeminine katılışını kendisinin hayat tatbikatının bir sonucu
olarak görüyorum. Ama bu görüş, benim gerek Hılf-ul Fudul'un mevcudiyetinden,
gerekse onun İslâmiyet çağından sonra da övülmüş olmasından ayrıca ve
özellikle bir heyecan duymama engel değil.
Yapılan yeminin sözleri şöyle:
"Vallahi,
Bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun zulme uğramış
hiç kimse bırakmayacağız!..
Zulme meydan vermeyeceğiz!...
Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla
birlikte hareket edeceğiz!
Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira
ve Sebir dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kabe'ye istilâm (Hacer ül Esved'in
elle okşanması) ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat
edeceğiz!.."
Hılf-ul Fudul'un günümüzdeki anlamı ne olabilir?
Bu konu üzerinde
düşünülmeye, yorumlar yapılmaya muhtaç bir konudur. Peygamberimize henüz
risalet verilmeden önce ortaya konulan bazı kural ve davranışlar günümüz
müslümanının gözünde böylesine önem kazanmalı mı?
Bu bahiste söylenebilecek ilk söz insanların her çağda ve her
ortamda Allah'ın emirlerine uygun bir ahlâki potansiyeli hep içlerinde
bulundurduğu ve İslâm'ın gerçekte insanın akıl, duygu ve ahlâk birikimine
atıfta bulunduğu, insana insanın mihverinden nüfuz edebildiğidir. Bir bakıma
her insanın fıtrat üzere yaratılmış olmasının bir sonucudur bu. Demek ki
insanlar her hal ve şartta İslâm'a duyarlı olabilecek gizli bir gücü içlerinde
barındırırlar.
Daha İslâm bir davet olarak sözkonusu değilken sırf hakkaniyet
uğruna, mazlumdan yana çıkmak, zulme karşı koymaktan başka bir amaç
taşımaksızın girişilen hareketler peygamberimiz tarafından, İslâm daveti geçerli
olduğu zamanlar içinde de övülmüş ve "kırmızı tüylü develere malik
olmaktan daha sevgili" kabul edilmiştir.
Bütün müslümanlar adına sevindirici olan şudur ki davranışlarımıza
dayanak olacak kaynaklar yeterince açık, örnekler belirgin ve düşünce sarihtir.
İslâmî olan ve olmayan karma karışık teolo-jik handikaplarla örtülmüş değil.
Müslümanların zalimden değil, mazlumdan yana oldukları kesin,
açık, su götürmez bir gerçektir. Mazlumdan değil de zalimden yana ortaya
konulan her davranış gayriislâmî'dir. Bu konuda kimsenin kem küm etmesine ne
ihtiyaç vardır, ne de inancının sorumluluğunu yüklenmiş müslümanlar tarafından
bu safsatalı gerekçeler dinlenilmeye değer bulunabilir. Bütün mesele neyin
zulüm o -duğunun tesbitinde galiba. Kur'ân bu hususu da açık seçik dile
getirmiyor mu?
"... kentler dar, görüşler dardı". Berthold Brecht bir
oyununda Galieo'nun ağzından hıristiyan Ortaçağının hayat tarzının tasvir
etmek için böyle bir ifadeden yararlanır. Bu sözleri ardarda sıralamakla
görüşlerin darlığına "maddî bir temel" sağladığını sanıyordu belki.
Dar görüşlülüğün doğuş sebebi olarak dar bir mekânın gösterilmesi bizi geniş
bir mekânın da (yani beş duyu ile algılanan fizikî mekânın) geniş görüşlülüğe,
daha kapsamlı ve derin düşünmeye yol açacağım iddia etmeye götürecektir. Oysa
ne dar görüşlülüğün dar mekânla ne de geniş görüşlü olmanın geniş mekânlarda
yaşamakla bir bağlantısı var. Belki tersi bile doğrudur: Şehirler
kalabalıklaştıkça insanların yalnızlaşması başka nasıl açıklanabilir?
Teknolojik medeniyet öncesinde insanların dar mekânların algılama
şartları uyarınca bazı görüşlere mahkûm olduklarını iddia etmek ancak
teknolojik medeniyetle birlikte geniş görüşlülüğe geçildiğini ispat edebilmek
için ileri sürülebilecek bir avuntudur. Bir an için bu faraziyenin doğruluğunu
kabul etsek makinalı üretimle birlikte gelen
anlayışın dar görüşlülükten sıyrıldığını, insanlığa
geniş ufuklar açtığını da kabul etmemiz gerekecek. Acaba halen içinde
bulunduğumuz ve entellektüel temellerini daha ortaçağda atmaya başlamış ve
fakat gerçek maddi temelini 17. yüzyıldan itibaren sağlamlaştırmış bulunan
batılı dünya görüşü insanlığı bir öncekinden daha geniş bir görüşe, yeni
ufuklara götürmüş müdür?
Yoksa önceleri organik bir
karakter taşıyan dünyaya bakış tarzı makinayla
birlikte günden güne mekânikleşmiş midir?
Önce bilinmesi gereken günümüz anlayışının ortaçağ hıristiyan dar
görüşlülüğünden uzanan yapıda olduğudur. Kilisenin kurumsal yapısı içine
sıkışıp kalmış ve skolastik denilen düşüncenin boyutlarını zorlamayan (zorlamak
bir yana, her yeni' yorumla insan kafasını tek yönlü, mekanik düşünceye mahkûm
eden) anlayış hangi açıdan bakarsanız bakın dar görüşlülüğün kendisi idi. Çünkü
kilise Tevrat'ın ve İncil'in biz müslümanlar tarafından muharref kabul edilen
metnine bile sadık kalmıyor, insan düşüncesini kilise babalarının türettiği
keyfi aksiyomların boyunduruğuna ve o dönem için kilise menfaatlerinin
gerektirdiği maddî kalıplara dökmeye mahkûm ediyordu. Bu yüzdendir ki kiliseye
hıristiyanlık adına karşı çıkmak imkân dahiline giriyordu.
Ancak kiliseye karşı duran da bir başka aksiyomatik görüş, yani
protestanlık oldu. Onun müttefiki ise tanrıtanımazlardı. Orta çağ dünyasının
dar görüşlü olduğuna ve bu yüzden karşı çıkılması gereken bir anlayış oduğuna
inananlar giderek doğrudan doğruya kilisenin ve hıristiyanlığın dışında kalan,
hatta ona zıt bir görünüşte olan düşünme yolu vasıtasıyla ufuklarını
genişletebilecekleri ne inandılar. Tutturdukları bu yola "serbest
düşünce" demek hoşlarına gitti. Serbest düşünce demek kilisenin
kabullerini hiçe sayan, kayıt tanımayan düşünce anlamına geliyordu. Ne var ki
serbest olduğu iddia edilen bu düşünce yolu metod olarak kilisenin kendi
içinde geliştirdiği düşünme ve tefekkür tarzını benimsedi. Bu da aksiyomları
bir öncekinden tamamen farklı, büyük bir gayretle kilisenin kabullerinden uzak
duran yeni bir skolastik idi. Alabildiğine soyut ve alabildiğine disiplinli. Bu
soyut ve disiplinli serbest düşüncenin ne ölçüde dar olduğu ilk ağızda
anlaşılmadı, anlaşılamazdı, zira uğraştıkları henüz insanlığın acemisi olduğu,
belli bir mesafe katedilmeden yani gerçek sonuçlarını vermeden ne olduğu, ne
için olduğu anlaşılmayacak konulardı.
19. yüzyıldan itibaren ortaçağ düşüncesini yıkan anlayışın bir
başka Ortaçağ başlattığı yavaş yavaş hissedilir olmuştu. Belki bu yüzden bu
yüzyılda geleceği inşa etme tasarıları kolaylıkla istilâ etti Avrupalının
kafasını.
Günümüzde hiçbir ciddi düşünce adamı gelecekten sözederken bir
tedirginlik, bir iç burukluğu olmaksızın konuşamıyor. Bunun tek sebebi, açıkça
; itiraf edilse de edilmese de bilimsel denilen dünya görüşlerinin tek boyutlu
dar görüşler olduğunun kabul edilmesidir. Yeni ve geniş ufuklar masalına
herkesin ve özellikle Batılıların karnı tok. Çünkü kentler genişledikçe
daralıyor, görüşler çeşitlen-dikçe çıkmazlar artıyor.
Bizim hurafe dediğimiz şeye Frenk dilinde "superstition"
diyorlar. Hep söylenegeldiği gibi ortaçağ Avrupası birçok saçma sapan inanışın
kaynaştığı bir dünya idi. Ama o zaman dahi insanların hurafe saydıkları
inanışlar vardı. Bunların bir çoğu da hıristiyanlık dairesinde ve kilisenin
resmi görüşü dolaylarında yer alıyordu. Avrupalının bâtıl bulduğu inanışlar
elbette ki kilise görüşünün dışındaki inanışlara teşmil ediliyordu. Böylesi bir
anlayış içinde Galieo'nun dünya dönüyor demesi mahkum ediliyor, buna karşılık
kilise akli dengesi bozuk insanların içine şeytan girdiği inanışına karşı
çıkmıyordu. Böylece delilerin içindeki şeytan veya cin çıksın diye öldüresiye
sopalanmaları tabii karşılanıyordu.
Newton hareketle ilgili üç yasayı ortaya atınca-ya kadar yani 17.
yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'da gezegenlerin melekler tarafından itilerek
hareket ettirildiğine inanılıyordu. Yıldızların hareketlerine getirilen yeni
açıklamalar bazı hesaplarla da doğrulanınca bu inanıştan vazgeçildi. Ama bu
kadarla yetinmedi Avrupalı kafa. Madem ki gezegenleri melekler iterek harekete
getirmiyorlardı, o zaman
meleklerin olmadığını düşündü. Bu tuhaflığı Avrupalı hep yaşamıştır. Bir
yanlışı ancak başka bir yanlış adına terketmek sanki onun bir geleneği.
Melekler hakkında olan biten, daha sonraları ruh konusunda da olmuş. Uzun
yıllar Avrupalıya göre ruh insan beyninin belli bir yerinde meskûn bir nesne
idi. Yani insanın ruhu denildiği zaman Avrupalı belli bir yer işgal eden yani
hacmi ve ağırlığı olan bir şeyi anlıyordu. Ne zaman ki beyin cerrahisi gelişti,
insanın kafatası canlı iken açılıp bakıldı, işte o zaman beynin hiçbir yerinde
ruhun maddi varlığına rastlanmayınca, bu zavallı insanlar ruhun hiç olmadığına
karar verdiler.
Gerçekte Avrupalının gerek melekler, gerekse ruh konusunda bir
yanlıştan başka bir yanlışa savrulmasının sebebi onun ilk hatasına duyduğu
sadakat ve güvendir. Son derece mekanik tarzda çalışan kafa bu çalışma
tarzını, terketmedikçe bir mekanizmden bir başka mekanizme geçmekten başka
birşey yapamıyor. Asıl değiştirmesi gereken düşünce yolu olduğu halde o, ilk
yanlışa varırken de aynı zihnî mekanizmayı harekete geçiriyor.
Avrupalının daha doğrusu hurafelere bağlı olarak düşünen herkesin
bu hamakatı kolayca ifrattan tefrite savrulmasıyla açıklanabilir. Onun düşünce
hayatı olduğu kadar günlük yaşayışı da ifrattan tefrite uzanmakla doludur.
Bilgiye saygının hiç yaşanmadığı, buna karşılık ezbere olan tapınmanın
yüceltildiği kilise disiplini karşısında aydınlanma çağı ile birlikte insan
bilgisinin mutlaklığı ilkesi benimsendi. Kant'ın ortaya attığı "bilmeye
cüret et" ibaresinden anlaşılıyor ki, bütün Ortaçağ boyunca Avrupalı
bilmeye bile cesaret gösterebilmiş değildir. Ama bir kere bu yola girdi mi, bu
sefer de önceden kendini körükörüne bilgisizliğe mahkûm edişine benzer bir
tavırla pervasız bir bilme tapınmasına girişti. Bilmeyi körükörüne yüceltir
oldu. Önceden bilgi konusunda inancın aydınlatıcı etkisini yaşamayan, elbette
inancı bir kenara ittiği zaman elinde yalnızca bilmesinin ürküntüsünün
kaldığını görecekti.
Avrupalı her alanda yaşadığı yanlışı en tabiî fa-. aliyetlere bile
daha başından bulaştırmıştı. Kadınla erkeğin yaklaşmasını ilk günah olarak
gören ve insanların yeryüzünde Adem ile Havva'nın hataları kefaretini ödemek
üzere bulunduklarına inanan hıristiyanlık inancı karşısında Marquis de Sade
çılgın, eziyet esasına dayalı bir cinsi eğilim koyuyor. İnsan ruhunun eziyet
içinde cinsi hayatı yaşayacağına peşinen kabul eden bir kültürün içinden
sadizmin çıkmasında şaşılacak bir taraf yok.
Hasılı Avrupalı dün olduğu gibi bugün de düşünce ve davranış
biçimlerini bâtıl merkezinden koparmamış, hurafelere yaslanarak yaşamayı terketmemiştir.
Bu çerçevede dönüp durmuş bugüne dek. Bir hurafeyi terketmesi için önüne bir
başka hurafe koymalısınız onun.
Günlük konuşmalarda "iman" ve "itikad" kelimelerini sanki biri diğerinin yerine geçebilirmiş gibi kullanırız. Oysa bütün zamanlarda olduğu gibi çağımızda da bu iki inanma biçimi arasında önemli bir fark vardır. Bu fark davranışlarımızı olduğu kadar dünyaya bakışımızı da etkiler. İtikad, bütün inanma biçimlerine verdiğimiz genel isimdir. Arapça "akd"den gelir ve düğümlenip kalma, bir şeye bağlanma anlamını taşır. Herhangi bir vakıanın veya düşünce tarzının gerçek olduğuna inanıldığı, o inanışa gönülden bağlanılıp, o inanışın gönülden tasdik edildiği durumlarda "itikad" kelimesini kullanırız. İtikad doğru haklı, salih olabildiği gibi fâsid, bâtıl da olabilir. Yani insanlar gerçek şeylere, haklı şeylere itikad edebildikleri gibi yalan sözlere, bozuk bir ahlâkî tutuma, temelleri çürük bir düşünceye de itikad edebilirler. Bâtıl itikad deriz, ama "batıl iman" diyemeyiz. İman için kullandığımız sıfat "zayıf veya "kuvvetlidir". Çünkü yanlışa, bozuk olana, çürük temelli şeylere iman edilemez. Bütün insanlar ancak "Hakka" iman edebilirler. Bu imanları kuvvetli veya zayıf olabilir. İman kelimesi Arapça "emn"den gelir ve insanın inanç dünyasında olduğu kadar bütün hayati fonksiyonlarında güvenlik içinde olması halini belli eder. İman insanda vardır veya yoktur. İman bütün insanlarda oluşabilen müşterek bir değerdir ve iyisi, kötüsü, yanlışı, doğrusu olmaz.
Kâfirlerin imanı yoktur. Münafıkların imanına ise "iman-ı
merdûd" yani reddolunmuş, geri çevrilmiş iman denilir ki, onların
kendilerine kadar ulaşmış imanı reddettikleri, dolayısıyla imana sahip
olmadıkları söylenebilir. Peygamberlerin ve meleklerin imanı insanlarınkinden
farklıdır. Zira onların kendileri farklıdır.
Kültürel ortam, siyasi şartlar ve sosyal hayat içinde belirginlik kazanan inançların daha çok itikad kapsamı içinde düşünülebileceğini söylememiz gerekir. Daha çok bir tarafı tutma, bir insan kümesi içinde bulunma ve davranışlarını bu kümenin gereklerine göre ayarlama biçiminde ortaya çıkan itikad zaman ve yer itibariyle değişiklikler gösterebilir. İnsanların aynı itikad silsilesi içinde dahi günden güne değişen inançları bulunabilir. Yani insanların itikadına konu olan şeyler dünyanın aldığı şekil ile beraber bazı biçimler kazanabilirler. Bu yüzden itikad konusu olan hususların her çağda ve her ülkede yeniden tefsiri ve anlamlandırılması gerekmiştir. Halbuki imana tealluk eden hususlarda insan kendi derinlerinde yer tutan bir anlayış bölgesi aracılığıyla kesin bilgi veya bilinç sahibidir. İmanın bir takım lâfzi hükümlerle pekiştirilmesi zorunlu değildir. İman insan içinde ikna veya ispat usulleriyle yerleşmez. Bu, insan tekinin yapısında oluşan bir değerdir ve bu yüzden dıştan etkilerle sarsılıp bozulmaz. İmanın zayıflaması insanın kendini imana götüren yolları daraltması, bu alandaki ısrarını gevşetmesi yüzünden olur. Bir bakıma diyebiliriz ki insan kendi bünyesinde imanı barındıran alanı daraltıp genişletebilir.
Müslümanlar olarak hayatımızın düzenlenmesinden dünyayı
değerlendirme tutumlarımıza kadar her alanda bugüne kadar "itikada
mı" yoksa "imana mı" daha çok imkân tanıdığımızı sormamız
gerekir. Bu sorunun cevabı bizim bir ölçüde "kalitemizi" de ortaya
koyacaktır.
Kuşku yok ki itikadı bağlar biz insanları birbirine yaklaştırır.
Birbirimizi anlamanın, yardımlaşmanın ve müşterek bir
yol tutturmanın yolu itikad birliğinden geçer. Ama
yapıp ettiğimiz her şeyin motoru "iman"dır. İmana ağırlık ve öncelik
vermekle kuracağımız hayat endişe, korku ve tehlikelerden korunmuştur.
Herhangi bir kimse bütün insanların kardeş olduğuna dair bir itikad besleyebilir,
ama müminlerin kardeşliği zihnin kabullerinin ötesinde bir iştiraki gerektirir.
Birbirimize bazı akidlerle bağlanmak bir şeydir, fakat herbirimizin emniyet
içinde bulunmakla temin ettiği birlik yerine başka bir değerin ikâme
edilemeyeceği bir şeydir.
İnsanın gövdesinin en temel işleyiş biçimlerinden başlayarak,
zihninin yöneldiği bütün mümkünlere kadar pervasız ve hür olması... işte batı
medeniyetinin ana kaygusu budur.
Hiçbir insana sınırsız pervasızlık alanı sağlamak mümkün
olamayacağı ve bir insana tanınan büyükçe bir alanın çoğu zaman başkasının
alanını daraltacağı anlaşılır bir gerçek olduğu için Batı medeniyeti kendi
özlediği pervasızlığa belirli bir biçim vermek mecburiyeti karşısında
kalmıştır. Hazırlanan çeşitli formüller bugün bildiğimiz çeşitli felsefi ve
siyasî doktrinlerin doğmasına, insanları iktisadî ve sosyal düzenler içinde
kavrama noktasına ulaşılmasına sebeb olmuştur.
Bedenin serbest bırakılması batı medeniyetinin doğuşunda önemli
bir unsur olarak rol oynamıştır. Bir yanda ruhu da bedeni de sıkıya alan
puritenler var ise onun öte yanında libertinler yer alır. Biri diğerinin
yaşamasına kolaylık ve mazeret sağlar. İnsan vücudunun övgüsü Eski Yunan'da
dinin, Roma'da ise sosyal kuruluşun bir parçası olarak antik bir geçmişe
bağlanabilir. Yunan sitesinde spor yarışmaları ve bedene
bağlı hünerler bir çeşit tapınma. Yunan politeizminin
bir parçası idi. Gerçek anlamda
spor sanayi devrimini yaşamaya başlayan İngiltere'de işçi kitlelerini ıslah
etmek için doğmuştur.
Sınırlarını insanda başlatıp insanda bitiren bir medeniyet,
fikriyatının önemli bir kısmını bizzat bedenin özelliklerine yaslayacaktı
elbet. Muharref hıristiyanlık insanları bedenlerini yok saymaya ve özellikle
cinsiyete ilişkin konularda insanların tabii haline uymayan yasaklar koymaya
başladı. Yapılan bu tahrifat insanın yapısı gözönüne alındığında açık bir
dengesizliğin belirtisiydi. Nitekim, bütün ortaçağ boyunca hıristiyan bedenini
kıskaç altında tutmakla, onu zihni kabullerin baskısından azade kılmak arasındaki
çatışmayı yaşadı. İkiyüzlü bir hayata kendini ister istemez mahkûm eden
insanlar, kilisenin gücünün kırılmasıyla birlikte, artık bedenin bütün
iştiha-larını doyurmayı bir tür samimiyet olarak kabul etmek (ikiyüzlülükten
arınmak) biçiminde anladılar. Avrupalı önce aklını azgınlaştırdı, sonra
bedenini abideleştirdi ve daha sonra bu ikisi birlikte şehevi bir taşkınlığa
uğradılar.
Batılı insan için önce bedeni baskıya sokmak ve sonra hiçbir
denetimi tanımadan bedeni serbest bırakmak aynı yanlışın iki biçimde yaşanması
oldu. Müslümanca bir yaklaşımla buna zulmün iki yüzü diyebiliriz. Batılı
düşünce içinde dikkat çeken Marquis de Sade'ı kolaylıkla rahibin ters
çevrilmişi olarak anlamak mümkündür. Bedenin zorbaca kınanmasıyla bedenin
serbestliğe ve başıboşluğa bırakılması arasında sıkı bir ilişki vardır.
Aşırılıklar karşı aşırılıkları doğurmuştur.
İslâm insanları hem bireysel faaliyetleri bakımından hem de
toplum hayatına katıldıkları noktalarda sınırları saraheten belirlenmiş ve
fakat insanı bütün zaafları ve faziletleriyle tabii bir varlık olarak kabul
eden bir yaşama düzenine çağırır. Bu hayat tarzında eğer zorlayıcı unsurlar
varsa, bunlar insanın samimiyetinde, itikadi kuvvetlerinde işleyiş gösterirler.
Yani İslâm'da sınırlar dıştan konulmuş yasaklar olmaktan çok içten benimsenen
mükellefiyetler biçimindedir. Bu yüzden İslâm'ın insana yükümlülük olarak
sunduğu görevler, emir ve nehiyler münkir ve münafıklar için bir yük, külfet,
baskı unsuru olarak görünecektir. Ama aynı davranışlara muhatap olan mümin için
bu sınırlar, kolaylığı kendi biçiminde saklı faaliyet alanlarıdır.
Dışardan bakan için İslâm'ın koyduğu esaslar çok sınırlayıcı,
hareket serbestisini çok daraltıcı gibi görünebilir. Nitekim hıristiyan anlayış
müslümanlığın insan hayatının her safhasına dair hükümler taşıyor olmasını çok
daraltılmış kayıtlar şeklinde anlamaktadır. Batı medeniyetinin değerleri
gözönüne alınarak yapılan bir değerlendirme elbet meseleyi böyle anlar. Çünkü
bu medeniyette beş duyunun mutlaklığı yaşanmakta, zihin tek boyutlu kalmaya
zorlanmaktadır. Oysa algıların hakimiyetini mutlaklaştırmayan İslâm'da her
vecîbe ferd için sınırsız bir yöneliş, bir içkinlik (immanence) taşıdığı için,
her vecibe ufuk açıcı ve vasıl edici özelliktedir. Batı hayatında insana baskın
çıkan zorbalık İslâm yaşayışında sevginin kendisi olur.
Müslüman için insan olmanın anlamı, Allah'ı tanıma imkânına
bağımlıdır. Yani insan olmak belli bir kavrayış bölgesinin oluşmasıyla ilgili.
Kartezyen anlayış insanı beden ve zihin olarak ikiye bölmüştür. Böylelikle
kavrayışı "zihne" münhasır kılmak zorunluluğu ile karşı karşıya
kalmış "batılı" insan. Zihin kendine "değer" ve
"anlam" türetmeye başlamış böylece. İnsan dediğimiz mahlûk kendi
anlamını bir yerlerde arayadurmuş hep. Bu arama faaliyeti içinde Allah'tan
başka güçleri kural koyucu, boyun eğilmeye değer kabul ettiği durumlarda kâfir
olmuş. Bazan kendi aklının, bazan bir sistemin işleyişinin, bazan
"ilke"lerin kendine anlam kazandırdığını sanmış. Bu zan'larıyla ateşe
düşmüş derhal. Vehimlerini terketmediği sürece, yanmamak için gösterdiği her
çaba onu tehlikeye daha fazla yaklaştırmış, dinmeyen bir çırpınış içine düşmüş.
Oysa mümin kendi yetenek ve zekâsım kul olma bilinci seviyesinde kullanmakla
"emin" bir bölgeye varmış, tatminsizliklerin ateşinden kendini uzak
tutabilmiştir. Tabiat müslüman için vasıfları sabit bir nesneler bütünü değil,
özelliklerine her zaman daha fazla nüfuz edilebilen bir hikmet
aracıdır. Bu yüzden de tabiatın insanla olan ilişkisi müslüman bir
anlayış çerçevesinde basit ve ölçülebilir esaslarla değil, derinleşmeye ve
anlamı yükseltilmeye yatkın bir eda ile yürütülür. İnsanı "zihin" ve
"beden" olarak iki kısım düşünen batılı, tabiat ve insan zıtlaşmasını
da düşüncesinin temeline yerleştirmiş. Müslüman ise böylesi bir kesretten
uzaklaşmayı esas düstur olarak benimsemiştir.
Müslümanın kendisi Allah'a yönelme imtiyazı ile insanlığı
kavradığı için hayatı başlıbaşma zenginlik saymıştır. Müslümanm "kavrayış
bölgesi" Epikürus'un maddi haz, manevi haz ayrımından çok ötededir.
Epikürus'un bir anlamda yani burjuvaca yorum içindeki hedonist (hazcı) tutumu
materyalizme temel olan tutumdur. Bu anlayış içinde maddi tatmin, manevi
tatminle benzer esaslardan kalkılarak değerlendirmeye tabi tutulmuş. Yani her
iki tatmin yolunda da insanın algılama, madde olarak hazza konu olma özelliği
önemsenmiştir.
Gerçi Epikürus da maddi hazları yetersiz, hatta zararlı bulmuş,
manevi hazları tükenmez hazlar olarak kabul etmiştir ama onun manevi hazlardan
anladığı şey sanata ve felsefeye sadece zihnin sınırlı kalıpları içinde
yaklaşmaktan ibaret kalmıştır. Zaten haz kelimesinin bize tedai ettirdiği nokta
da bir bitişi vurgular. Çünkü haz, bedende veya zihinde tamamlanan bir etkiden
ibarettir.
İslâmi anlayış içinde, insanın gerek eşyaya yaklaşma tarzında
gerekse tabiat üstü ile alış-verişin-de insanın sınırlı varlığında son bulan
bir tatmin sözkonusu değildir. İnsan aşkın olanla sonsuzluğa açılan bir ilişki
içindedir. Bu ilişki bir yandan onun cismani varlığını anlamlı kılar, onun
cismaniyetine maddi olmayan katkılar sağlarken bir yandan da onun zihin
kapasiteleri yoluyla maddi varlığının özünde bulunan bir mevcudiyetle temasa
sokar. Mümin kavrayış içinde insan kendine "öte" bulur. Böylece
müslüman Kur'ân ve Sünnet'ten edindiği kavrayış gücüyle dünya hayatını aşağılık
kayıtlardan arındırmak, ahiret duygusunun maddi (sanılan) çerçeve içinde dahi
yaşanılmasını mümkünler arasına sokmak gücüne erişir.
Sözünü ettiğimiz ve sözünü edemediğimiz birçok zihnî serüvenin ve
fiilî tecrübenin müslüman hayatını zenginleştirmede büyük payı vardır. Hemen
belirtmek gerekir ki, müslüman kendine mahsus kavrayış bölgesinde bulunmakla
"mistik" bir konumda yer almış olmaz. Eğer mistik kelimesini bir zihnî
bulanıklık, kendini bırakmışlık olarak anlıyorsak müslümanın mistik olmadığını
söyleyebiliriz. Çünkü müslümanın kavrayış bölgesinde hangi dereceden olursa
olsun "yakîn" vardır. Yani kesinlik müslümanca düşünmenin bir
belirtisidir. Mümin ruhî kuvvetini sağlıklı bir tefekkür planında kesinlikle
kullanır. Daha açık bir ifade ile hakikatten habersiz kalarak ipleri elinden
bırakmaz. Bu durum onun nassları esas kabul etmesi, muhkem hükümleri takib
etmesi demektir. Müslümanı delilikten de sapıklıktan da alıkoyan, kurtaran
imkân budur. Böylelikle hayatın bir vehim olması müslümanın anlayış
çerçevesinden çıkar, hayatın zenginleşmesi ve bütün mahlûkata olduğu kadar
insanlara da en faydalı biçimde değerlendirilmesi imkânı belirir.
Müslümanın gelecek hakkındaki düşünceleri kelimenin bütün
anlamlarıyla "ahiret" anlayışında odaklanır. Bu yüzden müslümanlar
için dünyevî anlamda "başka bir dünya", "yeni bir dünya"
gibi tabirler gerçeklikten mahrum lâfızlardan ibarettir. Müslümanlar yalnızca
bu dünyaya karşı öte dünyadan, sonraki dünyadan bahsederken kendi düşünceleri
bakımından tutarlı olurlar. Başka bir dünya, yeni bir dünya sloganları marksçı
bir dünya görüşünün olduğu kadar, idealist veya spiritualist ama nihai olarak
batılı bir dünya görüşünün hayatımıza aksedişinden başka bir şey değildir.
Çağımızın hazırlayıcısı olan çağlardan başlayarak gelen bir ütopya
hastalığı, belki birçok müslüman zihinleri bulandırıyor. Belki bir takım
müslüman ahali islâmi tavrın bütün boyutları, bütün yönleriyle ortaya çıkmasını
tarihin gelecek dönemlerine münhasır kılmak suretiyle bir ütopyayı besler
durumdadırlar, Bunu anlayışla karşılamak gerek, çünkü zihnimize bizi kuşatan
kültürel çevrenin küçümsenemeyecek tesirleri olabilir.
Bu tesirlere rağmen, bütün müslümanlar bilirler ki "lâ ilahe
illallah" demek, diyebilmek hiçbir zaman bir sonraki zamana bırakılamaz.
Şahadetle birlikte müslümanlarda başlayan bir akıl düzeni, müslümanlarda
başlayan bir yaşama tarzı, yani sahip çıkmamız gereken asli değerler vardır.
Gelecek bir zaman diliminde ele geçecek muhtemel imkânlar uyarınca
"müslüman olacağımızı" düşünmüyorsak, müslümanca düşünüp, müslümanca
davranmayı gelecek bir zaman dilimine bırakamayız.
Öyleyse nedir?
Bütün imkânlar elimizdedir.
Yani müslüman olmamız elimizdeki imkânlar dolayısıyla ve bizi kuşatan şartlar
içindedir. Biz, bu şartların, bu dünyanın, bu akıl yapısının, bu işleyişin
insanları, müslümanlarıyız. Hiç kimse yanlış bir çağda dünyaya
gönderilmiş olduğunu düşünmüyordur, umarım. Bu dünya
ile alış verişte bulunmak yükümlülüğü bizim üzerimizde. Çünkü biz bu zamanın ve
bu yerlerin insanlarıyız. Bırakın sosyalistler, faşistler, hümanistler ve daha
bilmem ne ister, dünya cennetinin uzantısı olarak bir zaman sonra yeni bir
dünya kurmak düşüncesini yüceltsinler. Bu yüceltme aslında son asırlara mahsus
afyonkeş ortamının tabii sonucudur.
Müslüman elinde köklü ve sarih bir uyanıklığı bulunduran kişi
olduğuna göre, ütopyaların dumanlı sahnesinden kendisini uzak tutar. Gerek
günlük ibadetlerinde, gerekse müslüman ahlâkının bir uzantısı olarak gösterdiği
davranışlarında aydınlık, kararlı ve heva ü hevesten arınmış olabilirse
müslüman işte o zaman hayatına gerçek yeniliği getirebilmiş demektir. Kendi
kulluğunun anlamına yeni bir bilinç alanı açarak varmayı önemsemeden yeni bir
hayatı kurma çabasına girişmek abestir. Hali hazırda yaşadığı hayatın
keşfedilmeye muhtaç sayısız alanları vardır ve bu alanlar kuşku yok ki
"ahiret" hayatıyla gizli bir bağlantı sahibidir. Bu cehd gösterildiği
takdirde müslümanların "dünya cenneti" peşinde olmadıkları, cenneti
gerçek yerinde bulmayı bilme olgunluğuna eriştikleri lisan-ı halle ortaya
konulmuş olur.
Evet, biz müslümanlar günden güne İslâmi olan bir hayatı kurmak
istiyoruz. Ama bu hayat bir "devrim" gölgesinde avuntu aramak değil,
hergün kurmaya çabaladığımız yeni bir anlamın zenginleştirdiği hayattır.
Müslümanlığımızı yeni bir toplum organizasyonuna bırakmanın bir afyonkeşlik olduğunu,
bütün imkânların şu anda elimizde olduğunu, Allah'ın bizi zamanında ve yerinde
yarattığına inandığımız gün çevremizde birçok şeyin aydınlandığını,
aydınlatılmaya muhtaç olarak bizi beklediğini kavrayabiliriz. Kâfirler
kendilerine birçok gerçeğin kapanmış oluşundan ötürü bir muhayyel hayat
pınarı arayabilirler, biz bize verilmiş olanı kavrayarak "ihsan"a
ulaşabiliriz.
Müslüman olarak bizlerin iyimserlik ve karamsarlık ölçülerimizin
sarahate kavuşması gereklidir. Bu ölçüler hepimizin üzerinde etkili olduğu
oranda hayatımızın sağlığından, sonucun sağlamlığından sözedebiliriz. Eğer
iyimserlik ve karamsarlık ölçülerimiz teknolojik medeniyetin hayatımızı etkilemesinin
derecesine bağlı ise onmaz bir kötümserliğe mahkum etmiş oluruz kendimizi.
Eğer iyimserlik ve karamsarlık ölçülerimiz toplumun düzenlenmesi ile ilgili
esaslar doğrultusunda belirmişse refah, kalkınma, mutluluk gibi kavramlar
çerçevesinde iyimser veya karamsar oluruz. Her iki durumda da "inanç"
özgül vasfını sosyal çevre, teknik teçhizat ve maddi ortam lehine terketmiş
olur. Köye bira girince karamsar, Kur'ân okumayı öğrenen çocuklar çoğaldıkça
iyimser olmak, plajların kesafeti oranında karamsar, teravih namazlarının
kalabalıklaşması iyimser olmaya yeterli mi?
Meselenin bir başka yönü de içinde bulunduğumuz sosyal yapının
işleyişiyle ilgili. Toplumsal kurumların işleyişi dolayısıyla mı iyimser veya
karamsar olmak gerek?
Eğer müslümanca tavrın
izhar edilmesi için kalkış noktası olarak toplumsal
kuramların işleyişini, rastlanılan adaletsizlikleri,
yoksullukları, haksızlıkları esas kabul etmiş isek iyimserliğimiz ve
karamsarlığımız da bu arızaların giderilmesiyle bağlantılı olmayacak mı?
Sosyal adaletin sağlandığı, refahın arttığı, insanların birçok
bakımdan hayati teminatlarla donatıldığı bir ortamda İslâm'ın meselelerinin
büyük ölçüde çözülmüş olacağını mı kabul ediyoruz?
Bu bakımdan ele alınırsa
ABD veya SSCB gibi dünya ölçüsünde söz sahibi devletlerin insanlara refah ve
emniyet alanında sağladıkları imkânları "ulaşılmaya değer hedefler"
olarak mı görmemiz gerekir?
İyimserliğimiz ve
karamsarlığımız insanların aç kalma tehlikesiyle, iyi eğitim görüp
görmedikleriyle, temiz ve geniş imkânlı hastaneler sahibi olup olmamalarıyla,
iş bulmaktaki kolaylıklarıyla mı belirlenecek?
Kısacası kapitalizm ve
sosyalizm müslümanlar tarafından hangi sebeblere dayanılarak reddediliyor?
Müslümanların iyimserlikleri
ve karamsarlıkları bazı kuramların kötü işleyişi ve beklenen bazı kuramların
ideal işleyişi esasına mı dayalı?
Yoksa bütün bunların ötesinde iyimserlik ve karamsarlık doğrudan
doğruya "aydınlık" ve "karanlık" arasındaki fark üzerine
mi bina edilmeli?
Bilgi ve cehalet arasındaki
fark bizim iyimser veya karamsar olmamızın merkezinde yer almalı değil mi?
Eğer biz müreffeh
sandığımız toplumların, akademik üstünlükler sahibi oldukları kabul edilen
kuramların, beynelmilel sahada "yaptırım" gücüne sahip bulunanların
Allah'la savaş halinde olduklarını anlamamış isek, kendimiz için de şifa verici
bir ışık, bir bilgi aramıyoruz demektir. Bu durumda iyimserliklerimiz ve
karamsarlıklarımız bize yutturulmuş hedeflere bağımlı basit sevinçler ve basit
sızlanmalar seviyesinde kalacaktır.
İnsanın kulluğu kavrayışı ile önüne açılan hayat sahası, içinde
ahiret duygusunu da barındıran ve bugünkü insan tasavvurlarına kökten aykırı
olan anlayış berraklığı, geçmişte olduğu gibi bugün de müslümanların
davranışlarını olduğu kadar iyimserlik ve karamsarlığına da yön verecek
unsurlar olmak zorundadır. Yani evrenin kavranılışındaki bâtıl inanışlar
yıkılarak insanların yaratılmışlık dolayımı ile doğru düşünmelerini sağlanması
kaçınılmazdır. Bu alanda etkili olunmadığı yani kavrayış bölgesine girilmediği
sürece toplum olayları üzerine yapılacak açıklamalar, bunları müslümanlar bile
yapmış olsalar mevcut zihnî işleyişin bir dalı olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bugün ne dünyaya kapalı kaldığı için bazı salih yönlerini muhafaza
edebilmiş insanların ruhi yapıları esas alınarak, ne de dünyaya açılmalarım
mevcut düşünce yapılarının ölçülerine sığdırmış bulunanların düşünce yapıları
esas alınarak iyimser veya karamsar olmamız mümkün değildir.
İyimserliğimiz ve karamsarlığımız İslâm kaynaklarındaki havanın
yeniden teneffüs edilmesiyle sarih ölçülere kavuşabilecektir. Ama bu da bir
hayat tarzı içinde gerçekleşebilir. Böyle bir hayat tarzına varılabilmesi ancak
birbirlerine kefil olan (kendi güvenliğini başkasına emniyet etmekte bulan)
müslümanların etkinlikleriyle varılabilir. Yalnızca bu insanların
iyimserlikleri ve karamsarlıkları gerçektir.
Batılı insanın dünyaya hakimiyeti kendi ölçülerinin bütün
alanlarda üstün ve özenilmeye değer sayılmasına yol açtı. Bugün yaşama biçimi
olarak dünya çapında yaygın bir batılılaşma var. Mutfaklar yemek hazırlama
laboratuvarı, televizyonlu yaşama alanları bir kamu toplantısının dinlenme anı
gibi, yatak odalarımıza değil koğuşlara gidiyoruz. Çalışma ve eğitim hayatımız
mekanik ölçüleri hiçbir zaman aşamıyor. Eğlence ve boş zamanların
değerlendirilmesi de dahil olmak üzere insan hayatının hiçbir bölgesi, hiçbir
dönemi yok ki planlanmamış, sınırlar içine alınmamış olsun. Kısacası batılı
hayat biçimi denilen şey teknolojinin denetiminde bir robotlaşmadan başka bir
şey değil.
Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü böyle bir hayatı geliştirip
bize kabul ettirenler robotlaşmayı bile aratacak ilkellikten çıkıp
gelmişlerdir. Medeniyetin önemli bir parçası burnunu silmek, tükürmek, bazı
tabii ihtiyaçları gidermek, uyumak vesair faaliyetlerle ilgilidir. Çağdaş batı
medeniyeti kendi temellerini böylece atmış. 15. yüzyıldan beri medeni kaideler
konulmaya çalışılmış, bu konuda kitaplar yazmışlar.
Bunlardan biri 1530 tarihli De Civilitate Morum Puerilium.
Avrupa'nın o dönem aristokratlarını medenileştirmek için yazılmış. Bu kitapta
deniyor ki burnunu başlığına yahut ceketine silmek köylülerin işidir, koluna
veya dirseğine silmek de balık satıcılarının işidir.
Burnunu mendille silmek gibi bir olay Avrupa hayatında sınıf
meselesi olup çıkmış. Mendil sahibi olmak bir zenginlik belirtisi olarak
görülmüş. IV. Henri'nin tam beş tane mendili varmış. Daha sonra XIV. Louis'nin
ise artık bir mendil koleksiyonu olmuş. Avrupa'da herkesin mendil kullanması
için iki yüzyıl geçmiş. Başlangıcında son derece kaba davranışlara sahip olan
Avrupalı (gerek halk gerekse yüksek sınıflar) ifrattan tefrite savrularak bir
çıtkırıldımlık hevesine kapıldılar sonunda. Yapmacıklı aristokrat tavırlara
ulaştığı zaman bile özündeki temel yanlışı gideremedi Avrupalı. Burnunu
mendille silmeyi bir gösteriş, bir sınıf ayrıcalığı olarak alan görüş, bu
olayı temizlikle bağdaştıramadığı için hep o rahatsız edici anlayışsızlığını
devam ettirmiştir. Daha geçen yüzyılda annesi Karl Marx'a yazdığı bir mektupta
haftada bir yıkanmasa bile vücudunu sabunlu bezle her hafta silmesini
öğütlüyordu. Kimbilir kaç Avrupalı vaftizden sonra vücudu hiç su görmeden ölüp
gitmiştir.
Avrupalıya, başkasının önünde soyunmamayı, yemek masasına
tükürmemeyi, olur olmaz yerde ihtiyaçlarını gidermemeyi (bazı metinler de
soylu-
lara
prenseslerin pencereleri önünde su dökmemek tavsiye ediliyor) öğretmek
gerekmiştir. Yani bunlar teorisi yapılıp pratiğe geçirilen eylemler
olmuşlardır. 18. yüzyılda Orlean düşesi bir mektubunda Paris'in çamuru ve
sokaktaki insanlarıyla birlikte tahammül edilmez şekilde koktuğunu yazıyor.
Düşünün ki bu dönem Fransa'da aydınlanma
çağıdır.
Ansiklopedistler, Teistler, Deistler ne kadar
kirli, ne kadar temizdi bilemiyoruz?
Ama bu kişiler insanlığı nurlu ufuklara götürme görevini
omuzlarında sayan kişilerdi kuşkusuz. Medeniyeti dünyaya yayma teraneleri bu
yüzyılda başlamıştır. Avrupalı kaba, pis, anlayışsız taraflarım onarmak için
bazı kaideler bulma yoluna gitmiş, üstelik bu kaideler insanların insanlar
tarafından ezilmesine, sömürülmesine imkân tanıyan unsurlar çerçevesinde
konulmuş. Hıristiyan teolojisini yıpratırken bir yaşama biçimini türetmiş.
Medeniyet demiş yeni vardığı sonuçlara. Kendini gitgide medeni hissetmeye
başlamış. Hiç yoktan bir üstünlüktür tutturmuş.
Avrupalı adam, kendi doğusunda yaşayan insanların altı yaşında
çok tabiî olarak benimsediği davranış ve hünerleri zar zor elde etmekle pek
mühim işler başardığını sanmıştır. Davranış ve duygularda Avrupalı kendini en
medeni saydığı zamanda bile doğuyla yarışa çıkabilecek üstünlüklere sahip
değildir. Ama bizler yaşama biçimi olarak üstünlüklerimizi görmedik. Çünkü
bunun dayandığı temelleri kaybetmiştik. Çünkü bizim davranış ve duygu
üstünlüklerimiz dinimizden geliyordu. Batının medeniyettir diye icat ettiği
şeylerin bir bakıma tekabül ettiği şey müslümanlar için dine bağlı olmanın
dikkat çekmeyen bir belirtisinden başka birşey değildi.
Frenkler yemek pişirme sanatına, güzel, leziz ve ustalıklı
yemeklerle uğraşmaya gastronomi diyorlar. Bütün medeniyetler insanın tabii
davranışlarını, insan için temel ihtiyaç durumunda olan her şeyi bir suni
kalıba, aslından uzaklaşmış bir biçimin sınırları içine dökmeye gayret
göstermişlerdir. Bu çerçeve içinde yemek bir beslenme, temiz ve faydalı şeyleri
yeme olmaktan çıkmış "gastronomi" olmuştur. Bunun yani sıra aynı
tutumun uzantısı olarak âdetler, alışkanlıklar türemiş, karnını doyurmak
kavramı bir söz olarak kalmış, insanlar mevcudiyetlerinin devamı için beslenme
anlayışından uzaklaşıp muhtevasını kaybetmiş bir "yemek" örgütlenmesi
içine düşmüşlerdir. Aynı şekilde insanın barınakları medeniyet dairesinde
mimari haline gelmiş, insanın tabii ihtiyaçlarını aşan temayüllerin bir işareti
olmuştur. Ademoğlunun yaşadığı iklime ve sahip olduğu malzemeye en uygun
biçimde örtünmesi, sosyal hayatın gereklerine cevap verecek biçimde örtünmesi
olayı da bütün medeniyetlerde "moda" denilen bir tavrı
gerektirmiştir. Bütün medeniyetlerin kendine mahsus giyim modaları var, ama
içinde yaşadığımız medeni-
yet giyim konusunda hepsinden garip bir tavrı benimsemiş durumda:
Bu medeniyet bir yandan insandaki çıplaklık anlayışını çarpıtırken, bir yandan
da insanların giyecek tüketimini hızlandırmayı amaçlamaktadır. Artık giyinmek
insanın fiziki gereklerinin ve sosyal hayatının tabii bir sonucu olmaktan bütün
bütüne uzaklaşmış, bu medeniyetin gereklerine uymak üzere "bir boyaya
boyanmak" şekline girmiştir. İçinde yaşadığımız medeniyet içinde kılık
kıyafet insanları örtmediği halde, yine de çok önem sahibi olabilmektedir.
İnsanın yukarıda saydığımız beslenme, barınma, örtünme gibi temel
ihtiyaçlarını gastronomi, mimari, moda haline getirip aslından koparma işlemi
ile, dağınık sesleri musiki, konuşma dilini edebiyat, birlikte yaşama duygusunu
siyaset olarak düzenleme işlemi aynı ölçülerle değerlendirilme-melidir. Gerçi
gastronominin temelinde beslenme, mimarinin temelinde barınma, modanın
temelinde örtünme ihtiyacı ve temeli vardır; ama gastronomi olmaksızın
beslenmek, medeniyetin getirdiği Ölçülerde mimari olmaksızın barınmak, modanın
gereklerini yerine getirmeksizin de örtünmek mümkündür. İkinci kümede
saydığımız faaliyetler için aynı şeyleri söylemek aynı derecede kolay değil.
Musikiyi hayatımızdan atarsak yerine başka bir şey koyamayız. Medeni ölçülerde
müzik yapılmasa bile seslerin insanla olan ilişkisi yine musiki olacaktır.
Edebiyatı yok etmeye kalkarsak konuşma dili bizatihi özelliğini kaybedecek, yoklaşacaktır.
Siyaseti yok etmeye kalkmak birlikte yaşama duygusuna taarruz etmekten başka
bir sonuç vermeyecek, siyasete karşı her tavrın bizzat kendisi siyaset
olacaktır.
Medeniyet bu iki kümedeki faaliyeti birlikte değerlendirerek
kendini savunacaktır. Yani medeni tavır tabii davranışların yozlaşması ile
insanın şuurunu yükseltmek amacıyla geliştirilen değerleri aynı kalıba sokma
gayretiyle kendini mazur göstermek isteyecektir. Diyecektir ki nasıl karnını
doyurma temayülünden gastronomiyi, barınaklar kurma temayülünden mimarlık
sanatını çıkardım-sa akar sulardan da ışık yaptım, vahşi otlardan ilâç elde
ettim. Medeniyetin bir akıl çelme manev-rasıdır bu. Gerçekte medeniyet insanın
kendini suni unsurlarla çevirip bezemesi olayıdır. İnsanın tabii konumunu en uygun
biçim içinde devam ettirme tavrı medeni bir yaşayış tuzağına düşmeden de
gösterilebilir. Fasih Arapça konuşmak bir zamanlar "bedevilerin" bir
imtiyazı idi. Dildeki mükemmellik düşüncede yüksek seviyeyi işaret eder.
Öyleyse yaşama biçiminin yapay unsurlarından arınarak da "üst"
düzeyde bir hayat kurulabilir.
Bize düşen medeniyetin zorlamaları karşısında bir ayıklamayı
başarabilmek olmalıdır. İnsan olarak bizleri tabii hasletlerimizden
uzaklaştıracak, bizi tağutlara bağlayacak medeniyet verilerini reddetmek, buna
karşılık insanın kendini daha sahici hissetmesi, ilâhi olanla bağını
kuvvetlendirebilme-si için kolaylık sağlayıcı insan değerlerini benimsemek dün
olduğu gibi bugün de yaşayışımızın temel doğrultusunu teşkil etmelidir.
Müslüman olarak en büyük sıkıntımın insanca yaşamak karşısında
doğduğunu söylersem şaşırmayın. Benim kafamda insanca yaşamak başka bir şey,
İslâmca yaşamak yine başka.
Batı medeniyeti bize insanca yaşamanın hedeflerini gösteriyor. Bu
hedefler hem yaşama biçimi olarak belirlenmiş, hem de bir düşünme biçimi olarak.
Bu yüzden ikisinden birine paçamızı kaptırdık mı önümüze sürekli bir biçimde
"insanca yaşama mecburiyeti" çıkıyor. Batı medeniyetinin bize hedef olarak
gösterdiği şey, aynı zamanda elimizden aldığı bir şey aslında. Hedef insanca
yaşamak olarak belirlendiği halde bu hedefe varmak için kullanılacak araçlar
ya bazı insanların elinden alınmış veya elinde tutanların o araçları
kullanamayacağı (yani insanîleştiremeyeceği) şekle sokulmuş. Batı medeniyeti
bir yarışma medeniyetidir. Yarıştan kazançlı çıkmak için hasmının kayıplarına
karşı duyarsız kalmak zorunludur. Eğer yarışı kaybetmiş iseniz noksanınızı
kabul edip bir uyruk olarak yaşayacaksımz. Yarışı kazanma gücünü gösterdikten
sonra ise artık hemcinsleriniz için herhangi bir hayırhah tutum gösterecek
gücünüz kalmamıştır.
Böylece bu medeniyete mahkum edilmiş olan insanlar kendileri için
çekilmiş iki çizgi arasında yalpalayıp duruyorlar.
Müslüman olarak belki bizim görevimiz arasında insanca yaşamanın
gerekli olup olmadığını araştırmak da var. İnsanca yaşamak diye gösterilen
hedef İslâmi tutum açısından özenilmeye değer mi?
Müslüman bir kafa yapısı
için makbul mü?
Daha doğrusu insanca
yaşamak İslâmca yaşamakla eşdeğer mi?
Hayvanca
yaşamak içgüdüler (sevk-i tabiiler) seviyesinde yaşamak olarak anlaşılabilinir.
İçgüdüler doğuştan getirilen davranış kalıpları ve seçme yetenekleridir.
İçgüdülerine uyarak bir buzağı doğar doğmaz anasının memesine yapışır. İnsan
yavrusu ise doğduğu zaman hiçbir meselesini içgüdüleri yardımıyla çözüme
kavuşturamaz. İçgüdüden mahrum insan yavrusunun yalnızca güdüleri (drives)
vardır. Güdü insanın doğrudan doğruya seçmeler yapmasını
sağlayamaz. İnsan
kendisine
öğretilmediği taktirde dostunu, düşmanını tabii olarak ayıramaz.
Besleneceği şeyleri tanıyamaz, tehlikelerden korunamaz. Bunları yapabilmesi
için tabiî bir donatımı yoktur.
İnsanın üç temel güdüsü vardır: Açlık, cinsiyet ve toplu yaşama.
Bütün bu güdüler insanda bir yönelim olarak vardır, ama neye yöneleceği belirlenmemiştir.
Yani insan ihtiyaçlarının nasıl giderileceğine dair doğuştan bir bilgi
getirmez. Sahibi olduğu güdülerin hepsi bir potansiyelin belirtisidir. İnsan
güdülerinin nasıl biçim alacağını sonradan, hayat içinde aldıklarıyla belirler.
Nasıl doyacağına, cinsi tatmini nasıl sağlayacağına, hangi tip toplum
teşkilâtlanması içinde olacağına karar verir. Bu kararına içinde bulunduğu
şartlar tesir eder, ama seçme yine insana kalmıştır.
İşte insanca yaşamak insan güdülerinin en makul ölçülerde,
görünürdeki haliyle insana en az zorluk verecek en çok faydayı sağlayacak
biçimde düzene sokulmasıdır. İyi ama, "makûl" olan nasıl tespit
edilecek?
Bu haliyle insanın yaşama
tarzını, insanın ahlaki ölçülerini koyan yine insanın keyfi seçmeleri olmayacak
mı?
Bu noktada insanca
yaşamakla, İslâmca yaşamak arasındaki fark belirginleşir. İnsanın kendi
hayatını keyfi seçmelerine göre yürütmesi "insanca" fakat kendini
yaratan kaynağa dönerek "öğrenmesi" İslâmca yaşamak olacaktır. İnsanca
yaşamak insanın yaşarken yaptığı seçmelerde o güne kadar sahip olduğu
şartlanmalar doğrultusunda hayatını sürdürmesidir. İnsanca yaşamak insanın
kendi güdülerinin doğrultusunda ve mantıki şemalar çerçevesinde serbest
bırakılmasıdır.
Hümanist kültür insanın sahip olduğu bazı becerileri ve yaşama
imkânlarını insanın elinin ve beyninin ürünü, uzantısı olarak görür. İslâm
anlayışı ise yaratmanın Allah'a mahsus olduğunu belirtmekle kalmaz, hayvanların
ehlileştirilmesinden, gemilerin yüzdürülmesine kadar bütün yaşama imkânlarının
ancak Allah'tan gelen bilgiyle mümkün olduğunu ifade eder.
İnsanca yaşamak kültür ve medeniyet verimlerinin esas sayılması
suretiyle hayatın insan kararlarına bağlı seçmelerle düzenlenmesidir. Nitekim,
çalışma şartları, dinlenme imkânları, sigorta esasları, ticaret yolları gibi
hayat unsurları insanca yaşamanın içine girer. Günümüzde insanca yaşamak
denilince ister istemez biz "refah seviyesi"ni anlıyoruz. İslâmca
yaşamanın ise midesini doldurmak, sıcak odasında gerinmek, ameliyat
salonlarında heyecan çekmekle tarif edilebileceğini sanmıyorum. Bu yüzden de
insanca yaşamak karşısında büyük bir sıkıntı duyuyorum.
Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve
teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir. Yani, son iki
yüzyılın sanayi dalgası sebebiyle insanlığın yeni olarak karşılaştığı bir
olguyu söz konusu etmek oldukça zor. İnsan ve teknoloji ilişkisinin anlamı daha
derinlerde, insan ve alet bağlamına varan alanlardadır. Ne var ki sanayi
ihtilali dedikleri hadiseden sonra, dünya yaratıldığından bu yana zaten mevcut
olan bir anlam alanı başka alanları daraltacak bir yaygınlık kazanmış, büyük
sayılar itibariyle tecessüs etmiş ve insanlığın hemen çözüm bekleyen meseleleri
arasına girmiştir.
Bugün karşımıza çıktığı şekliyle teknoloji insanın aletle
münasebeti sırasında takınılması mümkün iki tavırdan birinin uzantısıdır. Bu
tavır eşyayı ve aleti beş duyuyla algılanabilir boyutlar içinde görme tavrıdır.
Eşyanın ve aletin mahiyeti hakkında kesin ölçülerin uygulanabileceğini kabul
eden bu anlayış, ölçülemeyen özellikleri yok sayar. Oysa modern anlayış
öncesinde insan ve alet arasındaki ilişki bir törene, bir mistik tecrübeye
dayalı olarak kurulabiliyordu. Bunun anlamı, kendi
dışında varlık sahibi nesnelere karşı insanın kendi içindeki
değerler dolayısıyla tasarruf edebilmesidir. Modern bakış açısı aleti ve eşyayı
"ölü nesne" görme tezini benimsemiştir.
Bu kabul kaçınılmaz olarak insanın eşya ile münasebetinde belli
bir özen, ruhsal bir hazırlık veya dışsal unsurlara karşı bir ihtimam
gösterilmesini gerektirmez. Eşyanın mahiyetinin sabit bir konuma oturtulması,
tabiatın yalnızca ölçülebilir yanlarıyla idraki, insanın özne, eşyanın nesne olarak
algılanması, insan dışındaki mevcudiyetin rahatça tahribine, onların fütursuzca
tasarrufuna açılan davranışları kolaylaştırmıştır.
Nitekim batıda gelişen teknoloji eşyaya sınır tanımadan müdahale
imkânım ve tabiatı yağmalama, tahrib etme hayasızlığını geniş alanlarda
yaygınlaştırmıştır. Günümüzde tabiatı koruma yolunda yapılmaya çalışılanların
17. yüzyıl bilim anlayışından ne derece farklı olduğu tartışılabilinir.
Sibernetik ve biyonik insanı tabiata müdahaleden geri tutmadığı gibi, tabiata
bakışta herhangi bir İlâhi anlamı gerektirmiyor. Bugün varılan nokta insanı
hangi zararlarla karşı karşıya bıraktı?
İnsan tabiata müdahale
ederken kendi özelliklerine de etkide bulundu şüphesiz. Bugün insan elinden
çıkma bir ortam yürürlükte olduğu kadar insan eliyle biçimlerinde değişiklik
doğmuş bir insan da söz konusu. Günümüz insanlığının kendi ellerinden ve beyninden
doğan teknolojik acube tarafından tehdit edildiği çok sık söylenen sözler
arasında. Çoktandır insanın kendi türettiği alet karşısında küçüldüğü ve bu
frankeştaynın sonunda
sahibini boğazlayacağı söyleniyor. Kimbilir bunları söyleyenler böylesi bir
boğazlama eyleminin olup bittiğini bile farketmiyorlardır belki.
Zira teknolojinin topluma hâkim kıldığı bir mantık vardır ve bu mantık şartlanmasının
dışına çıkamadığı için gerçekte neler olup bittiğini kavramaktan da aciz
olabilir. Eşya karşısında takınılan tavır nasıl günümüz teknolojisini
doğurmuşsa, günümüz teknolojisi de kendine mahsus bir bakış açısını insana
aşılamıştır. Böylelikle insan uyanmak için uyku ilacı alan bir hastaya
benzemektedir. İnsan önce tabiatı mağlup etmek üzere giriştiği savaşın aleyhine
döndüğünü anlayınca aynı yöntemlerle yıkılanları tamire girişmiştir. Ama bu bir
öpücüğün geri alınması için teşebbüse geçmek gibi bir şeydir.
Uzayda yürümeyi başaran insan bir bakıma güçlüdür, çünkü
imkânlarını kendini çevreleyen şartları hakimiyeti altına almak üzere
kullanabilmiştir. Ama onun görünürdeki gücü tıpkı kimyevi bir
element'in bir diğerinden üstünlüğü gibi bir şeydir. Yani insan kendini eşyaya
ait kılmış, eşyanın şartlarını kendi şartları olarak benimsemiştir. Böylelikle
kendine Allah'ın verdiği hasletleri basite irca etmiş, kapasitesinin altında
kullanmıştır. Dış görünüşüyle güçlü insanlık kendini algılamakta gösterdiği
yalınkatlık yüzünden süfli durumdadır.
"Fiziksel alanda 'sonsuzca büyük' ve 'sonsuzca küçük'
bölgelerin derinliklerine nüfuz edip de insan kavrayışının diğer alanlarını
reddeden bir bilim, saf ve basit bilgisizlikten çok daha büyük bir kötülüktür
(oysa fiziksel alan dışında kalan sahalarda tabiatın mantığını yeterince ortaya
çıkarmak ve meselenin çözüm noktasını anlamak ve elde etmek mümkün olmaktadır).
Çağımızın bilim diye adlandırdığı şey gerçekte bir karşı-bilimdir ve onun
getirdiği nihai tesir insanların mahvından başka bir şeye irca edilemez. Başka
bir deyişle çağdaş bilim Vahyi ve Aklı dışta bırakmaya çabalayan totaliter bir
rasyonalizmdir ve aynı zamanda kâinatın fani olduğunu anlamamıza yardım edecek
metafizik izafetten haberi olmayan totaliter bir materyalizmdir." Bu satırlar,
müslüman olduktan sonra İsa adını alan Alman asıllı Sufi Frithjof Schuon'un.
Bilim hakkında söyledikleri bu sözlerin yazıldıkları çağda çok isabetli ve
yerinde sözlerdi. Ama sanırım yazar, günümüzde nükleer fizik alanında yapılan
tartışmaları ve yorumları hesaba katabilecek kadar beklemiş olsaydı bu yukarıda
söylediklerinden çok farklı sözler de eklemek zorunda kalırdı. Bugün bilimin
totaliter kısmı onu kullananların politika ve tutumlarında belirginleşmektedir.
Fakat günlük hayatımıza giren de bilimin politik veçhesinden başkası değildir.
Bu yüzden Frithjof Schuon'un yukarıda yer
alan satırlarından anlamak mümkündür ki bir müslüman günlük hayatından,
tefekküre açılan çalışmalarına kadar her yaptığı işte çağımıza mahsus mantık
örgüsünün, yaşayışın ve eğitimin getirdiği şartlandırmaların dışında kalan bir
kafa yapısıyla faaliyet göstermek mecburiyetindedir. Biz hem günümüzün sathî
kavrayış usullerinin içinde kalıp hem de hayatımızı düzenlemek üzere Allah'ın
bize öğrettiği nassları anlamak ve uygulamak işini yapamayız. Çünkü Vahyin
anlayış usulü ile dine cephe almış bilimin kavrayış usulü birbirine zıttır.
Eğer totaliter bir rasyonalizm ve totaliter bir materyalizm görüntüsünü koruyan
bir bilim anlayışı yaşadığımız ortama hükümran ise "dine" ilişkin
kaygularımız ya bu mantığın içinde yer alacak veya yok olmak zorunda
kalacaktır. Günümüzde özellikle azgelişmiş ülkelerde sunulan bilim görüntüsü
doğrultusunda bilim ve din yalnız birbirine zıt durumlarda bulunmakla
kalmıyorlar, aynı zamanda birini kavramaya uygun bir kafa yapısını benimsemek
ötekim kavramaya uygun kafa yapısını terk etmek anlamına geliyor. Ülkemiz de
içinde olmak üzere henüz bilimin kendi dayanaklarım sorgulamaktan korktuğu
kültürel ortamlarda hem "bilimsel" bir kafaya sahip olmak, hem de
mü'mince bir idrak içinde olmak mümkün değil. Ama her ikisini de tam
başaramayan parçalı, yamalı bir zihin yapısına kavuşmak mümkün. Nitekim Türkiye
ve diğer ahalisi müslüman ülkelerin "aydın" takımı bu yamalı zihin
yapısına sahiptir.
Gerek fiziki bilimleri alanında kafa yoran müslümanlar, gerek
insanların günlük hayatlarının düzenlenmesi alanında, ekonomi, politika, sosyal
bilimler alanlarında kafa yoran müslümanlar hayatımız bakımından İslâmiyetin
yeniden vazgeçilmez bir unsur olarak anlamı ve önemi konusunda bize yeni
kavrayış alanları açarak zihnimize eklenmiş "bilimsel" yamaları söküp
atmakta pek aceleci davranmıyorlar.
Batılı bilim adamlarının metafizik konularda zikrettiği cümleleri
kimi dergiler, gazeteler iktibas ediyor. Sibernetik, biyonik, nükleer fizik
araştırmaları Kur'ân-ı Kerim'de yazılanları ne ölçüde doğrulamakta olduğu
yıllardan beri söylenip duruyor. Bütün bu sergilemeler belki bizim günlük
hayattaki bunaltımıza bir ferahlık getiriyor, bir avuntu olarak seviyoruz
"bilim" kaynaklı dini desteklerini. Ve lâkin asıl desteğin doğrudan
doğruya Kur'ân'dan gelebileceğini ve buradan kuvvet alınması gerektiğini
anlamaktan henüz uzağız. Sanırım yamalı kafalarımıza en zor gelen de budur.
Hıristiyan çileciliğine karşı çıkan lâik batı düşüncesi, önce
hürriyeti övdü; insanın dünyada ahenkli ve birbirine zulmetmeden yaşamasını
değil, onun kendi dışındaki hiç bir şeye boyun eğmeksizin "hür"
olmasını, felsefi manâda kendini gerçekleştirmesini, bünyesinin ve çevresinin
bütün iplerini eline alma kavgasını övdü. Ferdin hürriyet kavgası önce dünyevi
yüksek idealler, kimilerinin burjuva değerler dediği idealler uğruna oldu. Protestan
ahlâkı dünyevi idealler ile uhrevi idealleri aynı anlamda kullanmayı
kolaylaştırdı. Bu dünyada zengin ve kuvvetli olmak Tanrı'nın o insanı öteki
dünyada da "seçtiğinin" işaretiydi. Burjuva değerler zirvesine
Napolyonla ulaştı. "Napoleon Bonaparte", imparatorluk tacını Papa'nın
elinden giymedi. Napolyon Papa'nm elinden imparatorluk tacını alıp kendi
elleriyle kendi başına kondurdu. Asalet benimle başlıyor dedi Napolyon. Bu
hüküm Hıristiyanlığın yüzyıllar boyunca tutunduğu değerlerin yerine
"hür" insanın değerlerinin geçtiğinin nihai timsali idi.
(*) Hürriyet kelimesini "liberte" karşılığı olarak
kullanıyoruz.
Hürriyetin "özgürlük" demek olmadığı konusunda Taşları Yemek
Yasak başlıklı kitabımıza bakılabilir.
Sonra sınıf kavgasının hürriyete giden yolu açtığını, yahut
hürriyete sınıf kavgasından geçmeksizin varılamayacağını söyleyenler oldu. Romantizmin
açtığı sınır tanımaz atılımların disipline sokulması gayretiydi bu. Hürriyet
adına ağzım açar açmaz zincir şakırtılarıyla ortalığı çınlattığı için gerçek ve
tartışmasız bir siyasî temsilci bulamadı bu düşünce, ama geniş insan yığınları
için küçük küçük Napolyonlar çıkardı. Lenin, Mussolini ve Hitler gibi isimler
sayılabilir bu meyanda. Ama daha yüzlerce, hatta binlerce ufak Napolyon gördü
son asırlar. Bu ufacık Napolyonlar dünyayı, kâinatı fethettikleri vehmine
kapıldıkları oranda ruhlarının parti teşkilâtları, siyasi mafevkleri, teoriler,
sosyal kuruluşlar tarafından gaspedilmesine gönüllüce rıza gösteriyorlardı.
Dünya değişti. Dünya, yeryüzünde hüküm süren düzenlerin insan
elinde öz itibariyle değişikliğe uğratılamayacağının anlaşılacağı kadar
değişti. İnsanlar kendi niyetlerinden kalkarak hep aynı noktaya varacaklarını
anladılar. Felsefi manadaki hürriyetin bir avuntu olduğunu bir çok acılardan
maddi çerçevenin kendi üzerlerinde kurduğu zulümden, kişi putlarının onları
sahte şafaklara ulaştırmasından sonra anladılar. İnsan hakları, insanın
kaslarının güçlü ve sağlam olmasıyla aynı anlama gelmeye başladı.
Üstelik bu anlamın ayrıca anlaşılacak bir tarafı yoktu. Doymak,
protein almak, herkesin protein alması, çok protein almak meselesine geldi
dayandı insanlık.
Bir tarafta iyi protein almış insanların başka iyi protein almış insanlarla
olan mücadelesi sürerken öteki tarafta proteinsiz olanlar hangi protein almış
kuvvetin yanında yer alırlarsa daha çok protein alabileceklerini hesaplıyorlar.
Rönesansla hızını artıran insan övgüsü ve hürriyet merakı insan
aklının verimlerine karşı da heyecan uyandırıyordu. Bu dönemin kiliseye karşı
ihtilâlci düşünme tavrı gide gide düşünceyi bilgisayarların kesin ve
kaçınılmaz emirlerine bıraktı.
Artık hürriyet demek, sağlıklı olmak demek. Doğru yol, daha iyi
beslenmiş olanın tuttuğu yoldur. Bundan böyle insanların kalitesini atlar gibi
onların da dişlerine bakarak anlayacaklar belki. Dün Hitler'in soya dayanan,
metafizik bir ırkçılığı var idiyse şimdi de yine ırka dayanan ama ırk farkını
gözetmeden materyalist temele sahip bir ırkçılık yaygın. Beden sağlığının bütün
manaları aşan kuvvete sahip olduğuna dair itikat bütün insanları sardı.
Düşünen insanlar hayatın bir ekmek kavgası olduğuna inandıklarını
ifade ettikleri için hayatın bir ziyafet olması gerektiği düşüncesini kimse
önleyemedi. Doymak daha çok doymak için kuvvet toplamak demek. Hür olmak daha
çok hür olmak için bir fırsat sayıldığı gibi, ya Avrupa'nın 16. yüzyıl insanı
protein kelimesini bilmediği için işin başında ağzından sehven
"hürriyet" kelimesini çıkardı, yahut günümüz insanı faydalı olan
herşeyin adı ortaktır düşüncesinden kalkarak proteine hürriyet diyor.
İnsanoğlunun eylem ihtiyacı iki kaynaktan doğar: Hürriyet ve
emniyet. Yani insan bu dünyada hayatında iki şeyin peşindedir ya hür olmaya
çabalar veya güvenlik içinde olmaya. Meselenin özü itibariyle bu iki unsur bir
diğerini intac eder. Mutlak manada hür olan kişi aynı zamanda emniyetini de
bulmuş demektir ve mutlak güvenliği elde edebilme başarısına erenler de tamamen
hür olduklarını hissederler. Ama ne var ki hayat bu doygunluk noktalarına her
insanın kolaylıkla varabilmelerini mümkün kılacak kadar geniş değildir.
İnsanlar bu iki unsurdan her birine nisbi oranda sahip olabilirler. Sahip
oldukları görece hürriyet veya görece güvenlik onların ellerinden
kaçırdıklarını aramalarına sebeb olur. Çünkü hayatın karmaşıklığı birini elde
edenin ötekini elden çıkarmasını gerektirecek biçimde tanzim edilmiştir.
Geleneksel toplumlar büyük sayıda insan grupları için güvenlik
şartlarını daha kolay sağlayan yapıda idiler. Obasına ve mekânına
mensubiyetiyle insan nisbi oranda güvenlik içindedir, Bu yapıda inanç topluluk
üyelerinin gerçek uzlaşma noktalarını oluşturur ve düşünce cemaatin içine
dönük-
tür. Lâkin bu yapıdaki toplumda insan teki "yapabilirlik"
imkânı bakımından büyük kayıtlar altındadır. Seçme şansı öylesine sınırlıdır
ki, insanlar hürriyeti seçme diye bir kavrama dahi yabancıdırlar. Herşey
toplumsal uzlaşma sonucunda gerçekleşmekte ve her iş "olacağına"
varmaktadır. Otantik geleneklerin hakimiyet ve hayatiyet sahibi olduğu
toplumlarda tragedya yoktur. İnsanın kendine bireysel kararları neticesinde
açtığı ufukla, bu ufku sınırlayan "kader" arasındaki çatışma geleneksel
toplumda yaşanmaz.
Modern toplumlar ise trajiktir. Yani modern toplumlar insanı önce
yapabilirlik alanlarının namütenahi genişlikte olduğuna şartlayan bir
kuruluştadır. Her insan elindekinin daha fazlasının kesbedilebileceği
düşüncesiyle yetiştirilir. İnsan modern kafa yapısı içinde hürriyete itilir.
Daha doğrusu hürriyetin esas olduğu, yapabilirlik sınırlarının zorlanmasının
gerekli ve tabiî olduğu adeta bir toplumsal önyargı durumuna sokulmuştur. Bu
duyguların vardığı nokta ise kaderle hesaplaşmaya ve onunla çatışmaya gider.
Böyle bir çatışma da tabiatıyle insanın güvenlik alanım elinden alır. Çünkü iş
olacağına varmamakta, o işi oldurması insandan beklenmektedir. Modern insan
atılır, ama bu atılıma güç verecek dayanaklar elinde yoktur. Elinde bu
dayanakların olmadığını modern insan her atılımda acı bir şekilde öğrenir.
Güvenliğin kaynağı "bilgi "dir. Hürriyetin kaynağı ise
"alet". Bilgiye sahip olan kişi emniyet duyar, itminan sahibidir.
Alete sahip olan kişi ise bunu kullanmak, bununla bir yere varmak ister.
Hürriyete ulaşmak isteği aleti önemsemekten doğar.
Bilgi, bilginin mahiyetini kapsadığı gibi, aletin de mahiyetini
kapsar. Bu sebeble bilgi birinci sıradadır. Bilgiyi elinde tutan aletin neyi
sağlayıp neyi sağlamayacağını da bilebilir. Bu sebeple geleneksel toplumlar
kendilerini aletlerinin gücüne teslim etmemişlerdir. Eğer Ad ve Semud
kavimlerinde görüldüğü gibi taşdan oydukları evlerine, yani aletlerine
güvenmişlerse helak olmuşlardır. Aletin kendisi bir bilgi değildir, yalnızca
bir imkândır. Bu imkân kendi sınırlarını kavrayamadığı sürece felâketin
başlangıcı olur.
Çağdaş teknolojik medeniyet gerek uzay araştırmaları, gerekse
mikro organizmalar üzerine yaptığı çalışmalarla, bunun yanı sıra da endüstriyel
başarılarıyla aleti en ön sıraya almış bir kafa yapısını önemli kılmaktadır.
Böylece bilgiyi yani yeryüzünde insanın mevcut oluşunun hikmetini ikinci plana
atmıştır. Hürriyettir modern insanın tutkusu, bir şeyler gerçekleştirebilmek,
kendi ufkunu sürekli olarak zorlamaktır. Bu yolda ilerledikçe de altındaki
toprak durmaksızın kaymakta, kul olarak insan varlığının güvenlik
bölgelerini tahrip etmektedir. Modern insan merdiveni tırmanıyor, ama çıktığı
her basamak bir basışta kırıldığı için tepede, yalnız, çıplak, çaresiz
kalmaktadır.
İngiliz demokrasisi uygulaması ile olduğu kadar vecizeleri,
anekdotlarıyla da ünlü. Bu ifadeler gerçeği anlamada her zaman uzun
açıklamalardan daha faydalı olurlar. Bunlardan biri şöyle: "İngiltere'de
herkes eşittir, yalnız Kraliçe biraz daha eşittir." Toplumsal eşitlik,
insanlar arası adalet her zaman "netameli" konular olduğu için,
istihzaya, nükteye ve paradoksa her zaman yer tanıyan konular olagelmiş.
Gerçekte ne olduğu ve ne için olduğu felsefi ve politik
tartışmaların merkezi haline gelmiş bulunan "hürriyet" kavramı da
ciddi açıklamaların olduğu kadar, şakaların, mizahın malzemesidir. Eğer bazı
şeyleri kolay kavramak hoşumuza gidiyorsa, hürriyet denilen anlayışın esas
olarak iki türden olabildiğini, yani hürriyeti ikiye indirgemenin mümkün
olduğunu söyleyebiliriz. (Hemen belirtmek gerekir ki bazı anlamları kolayca
kavramlara hapsetmek, hayatın karmaşıklığını şematik anlayış biçimlerine
indirgemek her zaman tehlikelidir. Bu tutum kavrama işlemini kolaylaştırır,
fakat gerçeğin bütün boyutlarıyla ifade edilmesine engel teşkil eder. Bu yüzden
indirgemeciliği kısa sürede işe yarayan, ama kullanıldıktan
sonra hemen terkedilmesi gereken bir yöntem olarak
kabul etmeliyiz.)
Hürriyeti iki türlü, biri içe, diğeri dışa doğru hürriyet olarak
anlayabiliriz. İçe doğru hürriyet gücünü "mistisizme dayalı"
anlayıştan alır. Dışa doğru hürriyetin ise dayandığı anlayış elde etme, tatmin
olma duygusuyla beslenir. Çağdaş hürriyet anlayışı büyük ölçüde bu ikinci
türden hürriyet kavramına yakındır. Yani insanların bedenleri itibariyle daha
çok alanı denetim altına almaları, bedenlerine ve ruhi ihtiyaçlarına gereken
tatmin vasıtalarını daha çok kullanabilmelerini öngörür. Daha çok şey
yapabilen, daha çok tüketebilen, daha çok öğrenebilen, daha çok konuşabilen
kişi modern görüşün içinde "hür" sayılır. Bu anlayış çerçevesinde
hemen göze batan husus, bu kişinin, ya da genel olarak insanın, insanlığın
hürriyetinin kendinden başkasıyla karşılaşır karşılaşmaz "mesele"
çıkaracağıdır. Tek insan bir başka tek insan karşısında ne kadar hürdür?
Bir insan gurubu bir başka
insan grubu karşısında hürriyetini ne ölçüde kullanabilir?
Nihayet tüm olarak insanlık
tabiat karşısında hürriyetini hangi yollarla ve nasıl kullanır?
Bu soruların herbiri
başlıbaşına felsefi mesele haline gelmiştir. İndirgemeci anlayış içinde
diyebiliriz ki dışa doğru hürriyet anlayışının insanı, insanları ve insanlığı
sürüklediği yer"çatışma alanı"dır.
Tek insan hürriyetini kendi dışına doğru gerçekleştirmek istediği
zaman karşısında bir başka insan bulur. Bu vakıa onun bir başka insanla
çatışması demektir. Bir insan topluluğu topluluk hürriyetini yaşayabilecek
imkânını ancak bir başka gurupla çatışmaya, savaşa girerek elde edebilir.
İnsanlığın tümü de tür olarak hür olabilmek için tabiatla çatışmak, ondan kendi
lehine sonuçlar elde etmek zorundadır. Dışa doğru hürriyetini kazanmak isteyen
her nesne, her şahsiyet, her cemaat savaşı ön şart olarak kabullenmek
zorundadır.
İçe doğru Hürriyet
ise insan tabiatını olduğu kadar, toplum hayatını ve hayatın bizzat kendisini
yürüten ilkelerin bilgisine, bilincine dalmakla elde edilebilir. İnsanın içe
doğru hür olabilmesi için bilmesi gerektiği kadar, kendi dışında gerçekliği
olan mevcudiyetin kurallarını da tanıması ön şarttır. Dışa doğru hürriyet nasıl
savaşı getiriyorsa, içe doğru hürriyet de sekr halini getirir. İçe doğru
hürriyetini elde etmiş olan insan teki sükûne erer. Çünkü kendi gücünün
sınırlarını iç âlemde aşar. İçe doğru hürriyete sahip insan toplumu olamaz
çünkü toplum ancak uzlaşma alanlarıyla
mevcudiyetini koruyabilecek yapıdır. Ama
gerçeğin özü şu ki sözünü ettiğim iki tür hürriyetten yalnızca birine mutlak
hakimiyet tanıyan insan teki kendini ve kendi peşinden gelenleri mahva
sürükler.
Müslümanca tavrı bünyemize tamamen hakim olabilmesi için müslüman
kafa yapısına herhangi bir müslümanın tek başına talip olması ve zihnini bu
yönde biçimlendirmesi yetmez.
Çünkü İslâmi tavrın içinde olmak bir zihin aydınlanmasının ve
ferd plânında kalan bir kabuller silsilesinin içinde bulunmaktan ibaret
değildir. O, aynı zamanda müslümana has fiillerin de ortaya konulmasıyla
bütünleşen bir anlayış ve anlatış, bir biliş-yapış'tır. İslâmi tavrın içinde
olmak için hem zihni sarahate, hem de davranış kesinliğine sahip olmak
gereklidir. Bunlardan biri, diğeri lehine feda edilemez. Esasen müslümanın
zihni berraklığı elde edebilmek için, davranışlarını müslümanca ayarlaması,
müslümanca davranabilmek için de zihnine berraklık kazandırması zorunludur.
Müslümanca yaşamanın gerçek tecrübesine yabancı olanlar için bu münasebet tuhaf
görünebilir, hatta inanmak için yapmak, yapmak için inanmak gerekir diye ifade
edebileceğimiz süreç bazılarına fasit daire izlenimi verebilir. Ama gerçek budur
ve bunun dışında bir sahici yaşama biçimi yoktur.
Demek ki müslümanın bütün yaşamasını güdecek, ona hız verecek olan
etki iki yönlü olacak. Bir yanda zihninin aydınlığa kavuşmasıyla İslâm'ın emir
ve nehiyleri, Kur'ân-ı Kerim'in onun için taşıdığı anlam gibi doğrudan idrake
dayalı bir yürütücünün etkisine, bir yandan da gösterdiği her davranıştan
kaynaklanan, yaşıyor olmaktan gelen ve böylelikle kendine maddi mevcudiyetiyle
ulaşan fiili bir yürütücünün etkisine muhtaç müslüman. Gerçekte bu iki
yürütücünün de menşei bir. Allah'ın inayeti olmasa ne idrake dayalı ışığın
aydınlığı, ne de müslümanın davranışlarının birer ışık oluşundan gelen aydınlık
hiçbir insana fayda verecek değil.
Müslümanca düşünmek ve müslümanca davranmak yaşadığımız hayat
içinde engellerle dolu iki şey. İşte bu zorlukların üstesinden gelebilmek için
her müslümanm ferden ve kast-ı mahsusla alacağı bazı kararlar, uygulayacağı
bazı usuller olmalı. Nasıl kendisine hidayet nasib olan kişi idrakinin ve
fiilinin aydınlığıyla bünyesine daha müsbet değerler katma talihine sahipse,
hayatın bugünkü biçiminden gelen ters bir etki de onu her yaptığında ve her
düşündüğünde kısır, verimsiz ve çaresizlik içinde bırakmak için olanca
kuvvetini göstermektedir.
Bu ters yönden gelen etkiler her zaman kendini açık seçik ortaya
koyarak belirleyebilir. Hatta çoğu zaman sistemin derinden akan bir etkisine
maruz kalabiliriz. Bu etkilerin altında kalmak bizlerin müslüman olarak yeterli
teyakkuzu göstermediğimizin sonucudur. Eğer gevşekliğimizi devam ettirirsek,
bir zaman sonra ters etkiler hayatımızda öylesine baskın çıkar ki müslümanca
idrak ve hayırlı amel bizler için "fevkalade" diye vasıflandıracağımız
bir hal olur. Biz yaşadığımız hayat içinde an be an uyanık kalmak zorundayız.
Telefonla konuşmanın veya çok katlı modern mezarlarda yaşamanın bizler için
tabii alışılmış ve alışılması gereken hususlar olduğunu zihnimize yerleştirmeyecek
kadar müteyakkız ve ümitli.
Modern belaların etkilerine kapılmadan, İslâm'ın etkisine açılmak,
yiğit kişinin başarabileceği bir iş bu.
Dikkat ederseniz, müslüman olarak şöyle yapalım. Böyle yapalım
gibi sözler kullanmıyorum. Bilerek seçiyorum bu ifadeyi. Çünkü müslüman olarak
bizlerin bütün güç kendimizde imiş gibi dünyaya karşı bir tavır takınmamız
imkânsız. Yapacağımız, yapabileceğimiz şey etkilere açılmaktır. Kur'ân ve
Sünnet doğrultusundaki hayat görüşünün kendimizi etkilemesine imkân vermektir.
Eğer bunu başarabilirsek aynı zamanda modern belâların ters etkisine de kapamış
olabiliriz kendimizi. Neye meylettiğimiz, duygularımızı kime doğru eğdiğimiz
önemli yani.
Yap'lar ve yapma'lar yerine emir ve nehiyler de diyebilirdik,
yahut buyruklar ve yasaklar da dememiz mümkündü. Böyle demediysek bunda
"emir ve nehiy" sözlerinin veya buyruk ve yasak kelimelerinin
hepimizin zihninde az çok kalıplaşmış yer sahibi olduğunu düşünmemiz
sebebiyledir. Eğer bir söz kolaylıkla zihnimizdeki bir kalıba oturuyorsa anlayışımız
da kolaylıkla darlaşabilir. Daha açıkçası, eğer bir kavram zihnimizdeki bir
kalıba tekabül ediyorsa, artık o kavramı gerçek muhtevasıyla kavrayanı az
duruma düşeriz. Bu tehlikeyi atlatabilmek için o kavramın yerini tutacak yeni
bir ifade tarzı bulmaya çalışır veya o kavramın zıddı olan kelimeler dizisinden
faydalanmaya çalışırız. Çağlar boyunca özü itibariyle fazlaca yeni bir şey
söylememesine mukabil büyük bir kültür hazinesinin doğmasının sebebi biraz da
değişen dünya karşısında değişik anlatım yollarının uygulanmasıdır.
Hepimizin bildiği "emr-i bil mâruf, nehy-i anil münker"
ilkesinin günümüz için daha aydınlatıcı olabilmesi, belki yeni ifade
biçimlerinin bulunmasına bağlı.
Bütün ahlâk sistemleri gibi İslâm'ın da yap'ları ve yapma'ları
vardır. Ama İslâm'da yap istikametindeki hükümler, yapma yönündeki hükümlerden
daha çok ağırlık sahibidir. Nitekim emr-i bil maruf önce gelir, hayra, iyi
olana davet önceliklidir. Akabinde nehy-i anil münker görevi bekler müslümanı.
Kötülükten, zarardan korunma ancak kendini iyiliğe, faydaya bağımlı kılmakla
mümkün görülür çünkü. İslâm'da yapılması gerekenlere, emirlere, buyruklara olan
sadakat, kaçınılmaz olarak yapılmaması gereken, nehyedilmiş olan, yasaklar çerçevesinde yer alan
hususları "kurtarmayı" da ihtiva eder.
Müslüman için önemi en belirgin olan din hükümleri "yap"
yönünde olanlardır. Bu yüzden müslümanlar hayatlarının tamamen mahvolduğu-nu
düşünecek noktaya gelmezler. Müslüman için geri dönülmez bir batağa saplanmış
olma hali hiç bir zaman geçerli olamaz. Tevbe insanın temel motiflerinden
biridir. İslâm'da emirler doğrultusunda davranma temayülü günâh işlemenin insan
şahsiyetini tahrib etmesine engeldir. Yap'ların kapısının hep açık bulunması
müslümanlann kendilerini suçluluktan doğan bir maraza kaptırmalarından
kurtarır.
Bir müslümanın hayatını belirleyen "yapma" hükümleri
değildir. Yasaklardan kaçınmak İslâmi ahlâkın bütünlenmesine kifayet etmez.
Böyle olsa idi, müslümanların edilgin (passif) bir kimlik sahibi
olmaları gerekirdi. Oysa İslâm mü'minlerin etkin (aktif) olmalarını, doğruyu
yerine getirmek üzere faal olmalarını âmirdir.
Bu etkinlik, rahmete, mağfirete, aydınlığa açık bir faaliyet
manzumesi demektir. Hamdetmek de etkin, aktif bir faaliyet sayılmalıdır.
Bakınız, İslâm'ın beş şartına, bunların hepsi de "yap" yönündedir.
Takva da ancak insanın kendi hayatına Allah'ın ona emrettiği usûl çerçevesinde
düzen vermesi suretiyle elde edilir.
Yap'lara tam sadakat, yapma'ların da İslâm'ın gerektirdiği yönde
gerçekleşmesine yol açar. Eğer bir ahlâk sistemi yasakları ön plana almışsa
kendini o sistemle kayıtlı insanların ruh dengeleri tehlikeye atılmış demektir.
İnsanlar işledikleri hatalar ve günahlar sebebiyle yaralanmış ve tamiri
imkânsız bir yapıya mahkûm edilmiş iseler onları bunalımlar ve karanlık karşılar.
İslâm önce yap'lara ağırlık vermek suretiyle insanların doğru olana şevkle
sarılabilmeleri için bütün yolları açık tutan bir ruh durumu temin eder.
Osmanlı ordusu, o zamanlar bizim Budin dediğimiz, günümüzde ise
Budapeşte adı verilen şehri ele geçirdiği zaman sipahilerin komutanı kendine
konut olarak şehirdeki küçük, iki katlı ahşap bir evi seçmiş. Macarlar şehri
henüz müslümanlar gelmeden önce tümden boşalttıkları için daha önce aristokratların,
zengin burjuvaların sarayları ve malikâneleri de bomboş ve kumandanın istese
karargâh olarak kullanacağı debdebeli mekânlar olarak hazır bekliyormuş oysa.
Büyük binaları müslümanlar ya kışla olarak kullanmışlar veya buralara at
bağlamışlar. Bir Yugoslav tarihçisi Osmanlı ordusunun başında bulunan bir
kişinin böyle mütevazi bir mesken seçmesini şaşkınlıkla kaydediyor. Çünkü
biliniyor ki Budin şehrinin kuruluşu hiyerarşik bir yerleşim için uygun
kılınmıştır ve istenildiği takdirde burayı ele geçiren kuvvetler Macar
halkının ve devletinin sınıf farklarına dayalı yerleşme biçimini uygulamaya
koyabilirdi. Ama bunun tam tersi oldu ve sıradan askerler sarayları doldururken
sipahi gösterişsiz bir evi kendine konut olarak seçti. Osmanlı sipahisinin bu
davranışında günümüze mahsus sahte tevazuun izlerini bulmak mümkün değil.
Günümüzde ünlü kimselerin alçak gönüllü tavırları, fedakârane etvarı kolaylıkla
yaygınlaştırılabilmekte, kolaylıkla bir propaganda unsuru haline
gelebilmektedir. Şehri ele geçirmiş bir sipahinin durumunu kendi askerleri
gözünde sağlamlaştırmak üzere göstermelik şirinliklere başvurmasına gerek
yoktur. Eğer malikânelerden birine yerleşmiş olsaydı devlet gücü tarafından
kınanmıyacağını tahmin etmemiz zor değil. Öyleyse bu tutuma yol açan sebep ne
olabilir?
Açık ve belirgin bir cevap
bulabiliriz buna: Cihad ve onun sonuçları gözönüne alınırsa Osmanlı sipahisi
başka bir tavrı benimseyemezdi. Çünkü cihad eden için önemli olan kişinin
başarısı değil, ortaya çıkan hasenâttır. Yapılan işin hayırlı olup olmaması ve
sonuçta varılan dünyevi ölçülere vurulamayacak "fayda" ön plândadır,
yoksa sonucu elde eden kişinin veya kişilerin onuru, şöhreti veya kazanımları
değil. Bütün bu sonuçlar elbette cihadın semeresini alan kişinin ihmal
edileceğini intac etmez. Bu olayda dikkate değer olan neye öncelik verildiğinin
anlaşılmasıdır.
Bugün müslümanlar olarak kişilerin, adların önemine verdiğimiz
değer, istihsal edilecek bir sonuçta bu sonuca katkıda bulunanların paylarına
düşene sarfettiğimiz dikkat gözönüne alınırsa, bu alanda ne kadar gerilediğimiz
ortaya çıkar. Zaman zaman (çoğu zaman da diyebiliriz) neyin yapıldığı, neyin
söylendiği arka plâna itilip kimin yaptığı, kimin söylediği önemli oluyor
bizim için. Bu ruh durumunda da fethettiğimiz bütün Budin şehirlerinde
sipahiye malikaneyi ayırmayı tabii karşılıyoruz. Adımızı silmek kaygusu ciddi
bir kaygu değil artık bizim için adımızı süslemek, süslü haliyle şehri
zaptetmek istiyor gibiyiz.
Bizler bugünkü müslüman varlığımızın büyük bir kısmını adını
yaşatmayan, ama hakikati en büyük endişe olarak kalbinin derinlerinde duyan
insanlara borçluyuz. Bu yüzden bizim "tarih" diye adlandıracağımız
bir geleneğimiz yok. Geleneğimiz hakikat zincirinin bizlere hiç de malûm
olmayan kanallarla günümüze kadar ulaşmasıyla teessüs etmiştir.
Adını silmek olgusu geçmişte çok yönlü tarzda yaşamıştır.
Tasavvufa ilişkin bir örnek de şöyle: "Ahmed-i Zındık, kendisini halktan
gizleyen, manevi mertebesini herkese bildirmemek için görünüşte sapık bir
derviş gibi davranan melâmet sırrına ermiş erenlerdendir. Bayezid manevi bir
işaret üzerine onu Buhara'da aramış, fakat herkesçe bilinen zındık lâkabını
söylemekten çekinerek ona sıddık, yani gerçek dost niteliğini yakıştırmış ve
kendisini bu isimle aramıştır. Uzun süre dolaşmasına rağmen izine rastlayamayan
Bayezid, nihayet bir gün onu bir mescidde Kur'ân okurken bir rastlantı
neticesinde yakalamıştır. Ahmed-i Zındık, Bayezid'e herkesçe bilinen lâkabını
değiştirdiği, yani tevil yaptığı için çıkışmış, onun zındık sözünü sıddık
şekline sokmasına razı olmamış ve bu suretle Bayezid'e bir hikmet dersi
vermiştir."
Bizler silinmiş isimlerin bıraktığı silinmez izler üzerinde birşey
olursak olabileceğiz. Budin'i fetheden sipahinin ahşap evi seçmesinden,
rağbetteki sıfatı reddeden dervişlerden bize ulaşan ne ise onlarla.
Olanca kapsamıyla anlaşılacak olursa "kaybeden
kazanıyor" ilkesi bütün kültür alanları, bütün düşünce ortamları, bütün
yaşama biçimleri için geçerlidir, diyebiliriz. Kaybeden bu kaybının karşılığı
olarak neyi kazandığını, kazanan da kazancının neye mal olduğunu iyi anlayacak
olursa ne kaybeden için meyus olma, ne de kazanan için şetaret bulma söz konusu
olmaz. Kaybeden kazanıyor ilkesini iyi anlayan yaşamakta derin bir bilinç
bulacaktır. Hepsi bu. Zaten hepsi de bundan ibaret değil midir?
Düz kafalı insanlar için kaybeden kazanıyor ilkesi şu anlama
gelir: kısa vadeli, günübirlik çıkarlarınızı feda edip bundan uzun vadeli ve
kalıcı (!) çıkarlar sağlamak. Bir halk deyimiyle söyleyecek olursak, kaz gelen
yerden tavuk esirgememek. Diyebiliriz ki düz kafalı insanlar kaybeden
kazanıyor ilkesini derinden anlayamayacak kadar satıhta düşünen kimselerdir.
Kazanç merkezinin ne olacağını insanın seçmesine bırakılmış.
Bakıyorsunuz ahlâkını kaybeden serveti kazanabiliyor, ruhunu kaybeden
şöhreti... Bedenî rahatını kaybeden iç huzurunu
kazanabiliyor. Bütün bunların tersi de oluyor elbet.
Görünüşteki ölçülere göre herşeyini kaybetmiş veya herşeyi kazanmış insanlara
da rastlıyoruz. O zaman işin görünmeyen yanı önem kazanıyor. Ama kaybeden
mutlaka kazanıyor.
İslâm'da kaybetme ve kazanmadan sözederken belli bazı incelikleri
gözönüne almak gerekiyor. Cihadı bir yiğitlik destanı yaratmak üzere değil de
sadece ilâ-yi kelimetullah için benimseyen adam görünüşte kaybediyor. Ama
kendine cesur adam, canını esirgemeyen adam dedirtmek için ortaya çıkanın Allah
katında hiç kazancı olmayacağını, tersine büyük bir kayba uğrayacağını da
biliyoruz. İslâm infâkı emreder. Ama kendine cömert adam dedirtmek için infâk
edenin hem maddî varlığından olduğunu, hem de sevabı kaybettiğini fehmedebiliriz.
Demek ki kullar gözündeki değerlendirme bir kazanç olduğu nisbette bir kayıptır
da. Alim sayılmak arzusuyla öğrenilen Kur'ân ve Hadis bilgisinin kazanç mı
kayıp mı olduğu anlamak zor değil.
Dikkatli bakılırsa sadece cengâverlik ruhuyla cihad edenin,
böylelikle nefsine ait bir haz payı çıkartan kimsenin, verirken verme gururu
yaşamanın, bilirken bilmenin ferdi hasılasını gözeten kişinin dünyevi anlamda
birşey kaybettikleri söylenemez. Kaybetmemişlerdir, öyleyse kazanmaları da
sözkonusu değildir. Bunlar sadece iki dünyevi menfaat arasında değiş tokuşta
bulunmuşlar ve daha fazlasını almak üzere vermişlerdir. Yani hesap daha dünyada
iken tamamlanmıştır. Canını vermiş şan kazanmıştır, malını vermiş şöhret
kazanmıştır, vaktini ve çalışma gücünü vermiş karşılığında itibar kazanmıştır.
Ahiretteki değerlendirmenin farklı sonucuna da katlanmayı kabul etmiştir.
Demek ki İslâmi bir motif içinde yer alsa bile kazanmak ve kaybetmek
İslâm'a aykırı bir durumu getirebilir. İhlâsa bağlı kalmamak gerçek nimeti
tepmek anlamına gelir. İhlâs dışında, takva dışında kalınarak yapılan hayırlı
fiil bütün dünyevi davranışlar gibi değerlendirmeye tabi olabilir. İsminin
abideleşmesini isteyen insanların menfaatlerim teperek giriştikleri işler aynı
cümledendir. Müslümanca tavırlarını diğer mü'minlerin gözüne görünsün diye
yürüten insanlar inancın ve İhlasın semeresini peşin peşin toplama
hevesindedirler. Onlar için ihlâs meta haline gelmiş yani ihlâs olmaktan
çıkmıştır.
Kaybeden kazanıyor, doğru ama bu kazanç değerini Allah katında
bulsun diye taleb edildiyse kazançtır. Müslüman oluşuyla takdir edilmeyi bir
madalya gibi göğsünde taşıyarak aramızda dolaşmak isteyen kimsenin bizlere
katkısı ne olabilir?
Herkes kendine sormalı bu
soruyu...
Avam ve havass ayrımı bugün bize geleneksel toplumun sınıf ayrımı
imiş gibi görünüyor. Oysa günümüzde geçerli olan ölçüler elbette ki geleneksel
toplumda geçerli değildi. Gerçi havass denildiğinde toplumun ileri gelenleri
kastedilir, ama geleneksel toplumda toplumun ileri gelenleri ne sermayeyi
elinde bulunduranlar ne de siyasi erki kullananlardır. Yine de varlıklı
insanlar arasında, yöneticiler arasında bilgi bakımından irfan bakımından
dikkate değer insanlar bulunması modern toplumdan çok geleneksel topluma uygun
düşmektedir. Ama geleneksel toplumda toplumun ileri gelenleri parayı ve kuvveti
elinde bulunduranlar değildir her zaman. Çok varlıklı bir tüccar, geniş
topraklara hükmeden bir imparatorun "havass"dan sayılması zorunlu
değildir. Bununla birlikte "kralların filozof, filozofların kral"
olması şartına antik dünya modern dünyadan daha yakındır.
Bir dervişin gözünde avam ve havass sınıflaması çok daha ilgi
çekici bir anlam sahibidir. Ona göre bazı incelikleri kavrayanlar ancak
havass'tan sayılır. O kişinin toplumsal statüsü ne olursa olsun
önemli değildir. Önemli olan onun "hikmet"e olan
yakınlık derecesidir. Tasavvuf içinde yürürlükte olan bir çok tecrübeyi yaşama
olgunluğuna ermeyen kişiyi avamdan sayar derviş. Bu kişi yönetici veya fakih
bile olsa onun yargısı değişmez. Mülksüzlük, nüfuzdan mahrum olma durumları
dervişin gözünde havass'tan sayılmaya engel değildir. Nitekim dervişlerin büyük
çoğunluğu yoksul, bugünkü ölçülere vuracak olursak bir tür dilenci idiler, ama
dinin özüne ait bir çok meselede bu dünyalarını ve öte dünyalarını tehlikeli
bir çizgide dengeye getirmenin kendilerine üstünlük kazandırdığını kabul edecek
yüksek bir seviyede oldukları da besbelli.
Modern dünyada artık avam ve havass ayrımını yerli yerine
oturtacak şartlar içinde değiliz. Ama lafzen yine halk tabakasından ve
seçkinlerden sözetmek mümkün. Seçkinler doğrudan doğruya toplum örgütlenmesinde
piramidin üstünde olanlara verilen isimdir. Bu kelimenin bilgiye, irfana
ilişkin anlamı kaybolmuş gibidir. Çünkü bilgi kendisi tartışmaya konu edilmesi
gereken bir nitelik kazanmıştır. Modern medeniyetle birlikte toplumda seçkin
bir yer tutmak sermaye ile kaçınılmaz bir bağlantıya girmiş durumda. Modern
medeniyetin geçerli saydığı "iyi" eğitimi görmek doğrudan doğruya
maddi imkânlarla bağlantılı. Yaşama biçimi bakımından da avam ve havass
arasında derin farklar var. Yoksulluk insanları ister istemez avam içine
hapsediyor. Her ne kadar varlıklı olanlar havass'tan beklenen zihni olgunluğu
göstermeseler de.
Avam kavramına çağdaş bir açıklama getirmeye çalışanlar çoğu zaman
insanların geçim yollarını ve geçim seviyelerini ölçü kabul ederek bir sonuca
varmaya çalışıyorlar. Ama kültürel bakımdan hâlâ bir dervişin avam ve havass
ayrımına hak verdirecek bir karışıklığı yaşıyoruz. Bir yanda içinde yaşadığımız
medeniyetin değerlerini benimsemiş," içine sindirmiş, bu medeniyetin
güdümünü elinde tutan sayıca küçük kuvvetçe büyük bir kesim var. Bunları merkez
kabul edersek, bunların çevresinde içinde bulunduğumuz medeniyetin yaşama
biçimine yandaş çıkan ama geleneksel kültürün izlerini iyi ve kötü yanlarıyla
bünyesinde barındıran okumuş ve yarı okumuş kesimi görürüz. Çemberin dışını ise
Batılılaşma, modernleşme meselesini bir mesele yapmayacak kadar tesadüfi
yaşayan ve modern medeniyetin bütün etkilerini taşıyan büyük insan topluluğu
doldurmuştur. İşte günümüzde avam denilince bunlar anlaşılır. Lakin bunlar öyle
, bir avam tabakasıdır ki aralarında yerine göre burjuvalar, bürokratlar da
bulunabilir, köylüler, işçiler de. Yani modern medeniyet içinde hem
teknolojinin, iktisadi örgünün ve siyasi teşkilâtlanmanın şartları hem de bu
şartlara karşı duyulan hassasiyet ve bilinç avam ve havass olmada rol oynar.
Müslümanların bu sınıflama dışında bir seçkinlikle bir üstünlükle
bağımlı olmaları düşünülmelidir. Bugüne kadar böylesi bir seçkinliğe
ulaşamamışsak hem bunun sebebleri araştırılmalı, hem de bu engellerin yok
edilmesi için kararlı davranışlar gösterilmelidir. Müslümanların seçkinliği
kendi anlayış biçimlerini belirleyen kaynakların ruhuna sadakatle ve yaşanılan
medeniyetin künhüne varmakla elde edilebilecektir. Yani, müslüman hem
"zamansız" bir alanın uzantısı, hem de belli bir yer ve zamanda
yaşayan insan olmakla seçkinliğe, havass olmaya ulaşabilir.
Ölümü bile paylaşmaya yatkın olan insanoğlu, bir yanlışı haydi
haydi paylaşır. Ölüm ki tek başına karşı karşıya kalınması zorunlu olayların en
keskinidir. Yine de ona yaklaşırken insanlar "hayat"a dair bir
unsuru işe karıştırmadan edemezler. Malraux "İnsanlık Durumu"ndaki
bir kişisine şunu söyletir: "Tek başına ölünmediği zaman daha kolay
ölünür." Bir müslüman için bu sözün belki büyük bir anlamı yoktur. Çünkü
müslüman yalnızca göçer, göçerken de yanında bir şeyler götürür: Amellerini.
Bu sebeple müslüman ölümü bir "trajik son" olarak
göremez. Ölümü paylaşmasına da gerek yoktur, çünkü irtihal, yani birbaşka
dünyaya göç insanın amelleriyle birliktedir.
Bir müslüman ölümü trajik son olarak kavrıyorsa bu, yalnızca
kendini büyük bir günahkâr kabul etmesiyle, tevbeye yer ayırmayan bir şüphe ile
hayattan ayrılmasıyla açıklanabilir. Ama ölümü ve sonrasını anlamsız bir
karanlık olarak görenler, hayattaki oyalayıcı sebebleri pek fazla önemseyecekler,
bu dünyadaki yerlerini yine dünyadan al-
dıkları değer ölçüleriyle sağlamlaştırma yoluna gideceklerdir.
Ölümden ötesini yok sayanlar öldükleri ana kadar geçen ne ise onu değerli
sayacak, ona bağlanacaklardır. Ne var ki bu insanlar bile, eğer ruhlarını
materyalist bönlük tamamen kaplamamışsa tek başına ölmeyi çok zor bulacaklar,
kendileriyle belli değerleri paylaşanları ölümlerine ortak etmek
isteyeceklerdir. Yani ölüm anına kadar yaşadıklarının bir anlamı olduğunu
"bir başka yere" geçirmek gayreti göstereceklerdir. Bu
"yer" ölüm sonrası olmasa bile.
Hakikate yakın da olsa uzak da olsa insanlar için
"yokluk" bedenin biyolojik bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla değil, bu
dünyanın havasım solurken, suyunu içer, ekmeğini yerken de yapayalnız kalmakla,
böyle bir yalnızlıktan duyulan korkuyla başlar. Doğru da düşünse, yanlış da
düşünse insanlar hayatlarından boşluğu kaldırmaya çabalar kendilerinde
bulunanı geçirmek isterler. Kendilerinde hissettiklerini kendilerinden
başkasına iletmeme durumu insanda hiçlik korkusu yaratır. Hiçlik ise
güvensizliğin, boşluğun hakimiyeti demektir.
İşte bu güvenlik ihtiyacı sebebiyledir ki birçok insan içinde
taşıdığı hakikat duygusunu bastırıp, bunun yerine "paylaşılabilir"
bir bâtıl görüşü öne çıkarır. Günlük hayat içinde yürürlükte olan yanlışlar
eğer onlara tahammül gösterilemeyecek olursa gerçeklik duygusuna titizlikle
sahip çıkan insanı yalnız bırakabilir. Çoğu durumlarda insanın paylaşabildiği
şey yanlıştır. Doğruya yanaştığı taktirde yalnız kalması büyük ihtimaldir.
Yalnızlık ise kolay göze alınabilir bir durum değildir. Çoğu zaman yanlış
olandan duyulan tedirginlik, bölüşme duygusunun sıcaklığı tarafından örtülür.
Böylece yanlış haklılaştırılır, insanoğlu savunma duygusu içinde boğulur gider.
Büyük hakikat parlayışları, genel kabullerin yanlış saydığını paylaşan bir odak
ortaya çıktığı zaman mümkün olmuştur.
İnsanoğlu henüz ilkel teminatlar duygusundan kopamamışsa, yüce ve
gerçek teminatlara (daha doğrusu yüce ve gerçek olan yegâne teminata) elini
sunamayacaktır. Allah'a ve yalnızca Allah'a güvenmek bir iç terbiye işidir.
Böylesi bir teminat Hakk'tan atâdır. Bunun yanısıra hakikatle yalnızlığın
zıtlaşmasında ikinci bir merhaleyi söz konusu etmeliyiz. Hakikate doğru yol
alan insan, bu yolculuğa girişmiş başka insanlarla aynı istikamette yürür. Hem
yalnızdır, hem ötekilerle birliktedir. Böylece, bir yandan insanî zaaflarından
ötürü muhtaç olduğu güvenlik alış-verişine bir cevap sağlamış olur, bir yandan
da bu güvenliği bir sığınma, bir bağımlılık haline sokmadan kendi yolunda
ilerleyebilir. Yani, hakikate yönelen insan ve insanlar hem yaygın (kulların
dayanışmasıyla mukayyed) bir güvenceye (teminata) hem de derin (kulun
Yaratıcı'dan istediğiyle mukayyed) bir güvenceye kavuşurlar. Dahası da var:
Yaygın dediğimiz güvence derin olana, derin dediğimiz güvence yaygın olana
açıktır.
Günümüz dünyasında bâtılın ön plâna çıkışı insanların paylaşma
güvencesine herşeyden çok önem vermeleri yüzündendir. Eğer doğrudan hakikate
yaklaşma göze alınabilseydi, hakikat onu şüphe yok ki koruyacaktı.
Başlığa bakıp da siyasî veya ekonomik bir tesbitte bulunmaya
kalkışacağımı sanmayın. Toplumların aldığı, sonra kaybettiği şekillerden
bahsedecek değilim. Ülkemizin ne jeopolitik, ne tarihi yeridir sözünü etmek
istediğim. Hele hele "metafizik" bir yerden söz etmek niyetinde de
değilim. Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz sorusunun ağırlığı altında bazı
düşünceler üretmeye girişmeyeceğim.
Dünyadaki yerimiz derken, herbirimizin insanlar arasındaki
yerinden, sıcak, hilesiz ve gösterişsiz müslümanca bir hayatın bize sağladığı
yerden bahis açmak istiyorum. Hemen akla şu soru takılıyor elbet: Böyle bir yer
var mı?
Müslümanlar olarak
dünyadaki bütün engellere rağmen esas vasıflarımızla donatılmış olarak
yerimizi alabilir miyiz?
Bu sorulara
"evet" diye cevap verebileceğimizi ileri sürebilirim. Ben de herkes
gibi yeryüzünün yaşama şartları, düşünce ve davranış biçimleri bakımından son
derece elverişsiz durumda olduğunu, müslümanın kendi vasıflarını yeterince
tadabilme-si, hissedebilmesi için birçok pürüzün ortadan kalkması,
mecburiyetini biliyorum, ama dünyanın hiçbir zaman başka türlü olduğu da kolay
kolay ileri sürülemez ki! Gerçek müslümanca bir hayata adım atmak için üç
kişinin şüpheden arınmış ilişkisi yeter. Sonraki mesele bu içten, dürüst ve
açık insan münasebetlerinin daha çok insana mal edilmesidir.
Müslüman olarak dünyadaki yerimizi zorlama tefekkür ortamından
ayrı olarak düşünüşüm, ister istemez bana Charles Cros'un mısralarını hatırlatıyor:
Ben bu
hikâyeyi düzdüm
Basit mi basit Kudursun bazı adamlar Ciddi mi ciddi Ve gülsün diye
çocuklar Küçük mü küçük.
Gerçekten
değerli olan yerimizi tesbit ederken düzmece ciddiyetin geride bırakılması
gerektiği besbelli. Eğer ciddi olmak, kasıntıya kapılmak, somurtmak ve bu
kasvetli hava içinde günlük hayatı algılamaya kalkışmak ise müslümanın bu tür
ciddiyetle bağlarını koparması zaruri. Düzmece ciddiyet insanları ya uşak veya
düşman görmeye götürür bizi. Bizim talip olduğumuz kendi varlığımıza ilişkin
meselelerdeki önemi kavrayarak kendiliğinden sahip olduğumuz
ağırbaşlılıktan başka
nedir?
Yaşadığımızın önemini ve yapıp ettiklerimizde ölçüyü gözeterek
yani edebe riayet ederek hem ciddi hem neşeli olabiliriz. Hele güleryüzlü
olmanın Resûlullah'ın sünnetinden olduğu hatırlanırsa, sahte ciddiyet
havasından bütün bütün uzaklaşmamız kolay anlaşılır.
"Dünyada garip bir yolcu gibi ol" Hadis-i Şerifinin bize
açtığı yol bir anlamda yaşamanın dikkatli, özenli ve kavrayışlarla dolu bir
macera olarak anlaşılabileceğini gösterir. İşte bir kelime: Macera. Bir kaç
asırdan beri maceranın ciddiyetsiz bir şey olduğu zihnimize yerleştirilmek
istenmiştir. Bir insanın adı "maceraperest'e çıktı mı, onun ciddiyetine
inanılmaz. Bunda da hakkımız var elbet, çünkü son asırlarda öyle maceralar
yaşandı, batı medeniyeti öyle maceraperestler tanıttı ki bize, insanın
atılımcı ve hayatın zenginlikleriyle dolu teşebbüslerini maceradan farklı
kelimelerle ifade mecburiyeti altında kaldık. Sahtelikten arınmış ve gerçeğin
araştırılmasında gözüpek adımların adı olarak macera insanın vazgeçemeyeceği
bir duygudur ve bu duygunun kulluk görevimizi yaparken bize sağlayacağı bir
çok kazanç vardır. Seyr-i süluk bizatihi bir atılım, bir gözüpekliktir.
İnsanların genel anlamda yanlış değerlendirdikleri ciddiyetten
uzak ve yine insanların yanlış değerlendirdikleri macera duygusunu taşıyarak
müslümanlar dünyadaki yerlerini daha iyi kavrama şansını ellerinde
tutabilirler. Bu her müslümanın kullanma imkânına sahip olduğu bir armağandır.
İnsan denilen mahlûkun secde etmesini heyecan dolu bir tecrübe olarak kavramaya
açık bulunan her müslüman bir bakıma sözünü ettiğimiz bu imkâna talip olmuş
sayılır. Kokuşmuş değerlerin el üstünde tutulduğu bir dünyadan nefret etmek
dünyayı dinç ve diri bir anlayışla, teslim olmanın yüksek coşkusunu tadarak
hayatı her an arınabilen bir tazelikle görebilmek, elbette hımbıl, uyuşuk ve
karanlık bir ciddiyetle bağdaşmayacak, elbette algıladığı herşeyi daha derinden
kavrama endişesiyle yüklü, hamle etmeyi seven bir macera duygusuyla ahenkli
olacaktır.
Dünyadaki yerimiz yalın, tabii, meşru, ince ve güvenli bir yerdir.
Hayatın bir tesadüf eseri mevcut olmadığı ve onun kendi mümkünleri
içinde sürekli olarak hareket ettiği hususunda derin bir bilinç sahibi olmakla
müslüman olmak arasında bir paralellik vardır. İslâm dairesindeki kişi hayatın
yeni anlamlarını keşfe çıkmaz, yalnızca hayatın anlamını öğrenmeye çabalar.
Küfürde ayak diretenler hayatın bütün anlamlarının Kur'ân-ı Kerim'de verilmiş
olduğunu kabul etmeye yanaşmayanlardır. Bu yalnız İslâm'a düşman görüşlere
sahip olanların düştüğü yanlış değildir. Şahsi görüşlerini desteklemek için
Kur'ân-ı Kerim'i âlet etmeye çabalayanlar da buna benzer bir yanlışa düşerler.
Kendi hakkında bilinç, hayatın anlamı hakkında bilgi edinmeye
kalkan kişi secde edinceye kadar bilinç konusunda da, anlam denilen kavramın
mahiyetini kavrama konusunda da yetersizlikler ve şaşkınlıklar içindedir. Ama
bir noktadan sonra, yani hayatın bütün anlamlarının Allah tarafından, O'nun
Resülü'ne vahyedildiğini öğrendikten sonra kendine yalnızca şuurda ve anlamda
derinlik kazanmayı hedef seçmiş demektir. Hemen eklemekte fayda vardır ki,
sözünü ettiğimiz bilgi ve bilinç sadece aklen kabul ile sağlanamaz. Bu bir
vetiredir.
Bir farklılığı inatla ve sabırla belirtmeli. Bizim kendi aklımıza
dayanarak gösterdiğimiz çaba sonucunda vardığımız sonuçların anlam bakımından
Vahy'in bize verdiği anlamlardan birine yakın olması büyük bir önem taşımaz.
Önemli olan bizim anlamı doğrudan doğruya kaynağından edinmemizdir. Çünkü
teslimiyet fikri bir mutabakat değil, Yaradan'ın iradesine kendini bırakmaktır.
Öyleyse hangi parlaklıkta olursa olsun şahsi düşünceler hayatın anlamı konusunda
bizi donatmakta aciz kalacaklardır.
Kelime-i Şehadet anlama ulaşmak için varılacak ilk uğraktır ve
insan anlamda derinliğe sahip oldukça varacağı da Kelime-i Şahadet olacaktır.
İlk uğrakta iki unsur gibi beliren bilgi ve bilinç, son uğrakta iki yönlü tek
unsur haline gelebilir. İnsan başlangıçta Allah'ın inayetini ve ferdi cehdini
birbirinden ayrı tutar. Gittikçe anlar ki ferdi cehdinin nisbeti inayet lehine
azalmaktadır. İnsan ilerledikçe daha çok cehd gösteriyorum sanır, sonra bunun
daha büyük bir kayra olduğunu anlar. Bu noktadan sonra teslimiyetindeki şiddet
artar. Herkes onu bocalıyor sanır, oysa o güvenlik duyduğu alanı genişletmiştir
artık. Ama, ilk uğrağa yani Kelime-i Şahadet noktasına vardıktan sonra insan
bütün anlamı kaynağından edinmek mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Velev ki
anlam diye bir meselesi olduğunu kaybede.
Hayata, kendi hayatımıza dahi anlamı biz kazandırmıyoruz. Biz
yalnızca hayattaki anlamı, hayatımızdaki anlamı öğrenme
durumuyla yüzyüzeyiz. Bu sebeble hayatımıza yeni bir
anlam katmak diye bir husus sözkonusu olmaz. Zaman içinde biz ancak hayatımızın
anlamlarından birinin daha bilgisine sahip olabiliriz.
Bütün bu sözleri sıralamaktaki amacımız insanoğlunun kendi heva
ve hevesleri sonucunda ulaştığı değerlerin kendi başlarına "değer"
vasfını kazanmalarının imkânsız olduğunu göstermekdir. Kendimizi, kendi
türettiğimiz yaşama biçimi, kendi kolayımıza gelen düşünme tarzını Vahy'in
hükümleriyle doğrulamak çabası müslüman olarak bizleri tehlikeli noktalara
götürecektir. Güvenlik bir noktada olmak için anlamı Vahy'in hükümlerinden taleb
etmek durumuna geçmemiz gerekir. Bu yolla öğrendiklerimiz bizi
faraziyelerimizin ağır zincirlerinden kurtarır. Doğrudan doğruya kulluğun
dairesine sokar.
Küfürde direnenler ya hayatın anlamım tesadüfi olduğunu ileri
sürecek yani hayatta gerçekten bir anlam olmadığını, kâinatın varlığının hiç
bir anlamı olmadığını söyleyecekler, yahut bu anlamı kendilerinin
keşfettiklerini, kainata insanın bir anlam kattığını farzedeceklerdir. Her
ikisi de aynı kapıya çıkar. Ha, hayatın anlamı yok demişsiniz, ha bu anlam
benden ötürü var demişsiniz, ikisi de hakikate uzaklıkları bakımından bir.
Üstelik onların faraziyeleri bizim Kur'an'dan öğrendiğimiz anlamla çelişmese
bile büyük önem taşımaz. Çünkü kafirlerin güven duydukları nokta zihnin Kur'ân
ile uyarılan işleyişi değil bizatihi zihnin kendi işleyişidir. Mağrur olan inat
eder, ama secde etmez.
İmam-ı Rabbani, Mektubat'ında (Cilt 1. Mektub 163) şöyle bir söze
yer veriyor: "Herbiriniz, cinnet sınırına varmadan müslümanlığa
varamaz". Devamla bu sözün yorumunu şu ifadelerde buluyoruz: "Burada
cinnet sınırından maksat şudur: İslâm'ı yüceltmek ve müslümanlara hizmet
yolunda, şahsi menfaat ve zararına aldırmamak, elde ettiğine veya elden
kaçırdığına tınmamak."
Bu sözün ve yorumunun İslâm'ı ters anlatmakta ısrar eden çağımızda
ve din kavramını karmaşıklaştırarak içinden çıkılmaz bir vakıa haline getirme
gayreti içinde olan çağdaşlarımız katında yeniden anlaşılması gerekli. Çünkü
bugün insanların yapıp ettikleri dinin özünden uzaklaştıkça herkes tarafından
kolaylıkla kabul gören özelliktedir. İnsanların Allah'a değil de paraya,
kuvvete, ülkülere, elinde imkân bulunduranlara, düşünce adamlarına, şehvete, kendi
tasavvurlarına taptık-ları bir ortamda Kur'ân ve Sünnet yolunun ha-yatımızı
düzenlemede yegâne unsur olduğunu öne sürmek, bununla yetinmeyip kendi yaşama
düzenimizi Vahy'in getirdikleri ve gerektirdikleri doğrul-tusunda, ondan hiç
ayrılmaksızın kurmak yönündeki
düşünce ve tavırlar tuhaf, yadırgatıcı, normal dışı görülecektir. Yalnız
Allah'a kullukta ısrar eden insan ve insanlara anormal oldukları gözüyle
bakılacaktır. Onlara "cinnet sınırında" diyebiliriz. Kendi
"uyumlu" hayatımız içinden onları tedirginlik veren
"uyumsuzlar" olarak görebiliriz. Fakat, bu cinnet sınırına varmış,
intibaksız kişilerin müslümanca tavırları ayakları yaşadıkları topraklara
basabilen, hayatın içinde yer eden tavırlar haline gelir gelmez, mevzi bile
kalsalar kâfirlerin ve müşriklerin en korktukları durumdur. Ama günümüzdeki en
korkunç durum doğru çizgideki müslümanların kâfirler karşısında kaldıkları durumlar
değil, müslüman camia içinde sahip oldukları veya olmaları muhtemel yerdir.
Eğer bir müslüman kendi kavrayış alanını cinnet sınırına kadar
uzatabilmek gücünü göstermişse, bunun başka müslümanlar tarafından da rahatlık
ve sevecenlikle kabul edileceğini iddia etmekten oldukça uzağız. Biliyoruz ki,
İslâm'ın hayattan sökülüp atıldığı bir ortamda tek tek bazı müslümanlar (derece
derece belki hepimiz) şartlara göre şekil almayı kendileri için haklı ve
yerinde kabul edebilirler. Bunun ilk ağızda kınanacak bir tavır olduğunu
sanmıyorum. Lâkin kınanması gereken bu tavırlarını empoze etme çabalarıdır.
Bir kimse müslüman olmayı kişisel inancını içinde muhafaza etmek, şekli
ibadetleri boyutu içinde bir tür kabuğuna çekilmek tarzında anlıyorsa buna
kimsenin diyeceği olmaz, olmamalıdır. Ama bu tavrım bir kural olarak başkasına
kabul ettirme çabası zorbaca bir tutumdur. Üstelik bu insanın kendi görüşleriyle
de çelişik bir durum doğurur. Çünkü kendisi için seçtiği yolun dışına çıkmadan
kimseyi kendi gibi olmaya zorlayamayacaktır.
Din'i kabuğuna
çekilme olarak değil de, tam tersine sosyal alanda etkin bir faaliyet olarak
anlayanlar da "cinnet sınırı" seviyesinde müslümanlaşmış birini
anlamakta, ona sevecenlik göstermekte başarısız kalabilirler. Çünkü onlar da
kendi seçmelerini kabul ettirme çabasını
göstermekten geri durmayacaklardır.
Cinnet sınırını göze alarak müslümanlaşmış bir kimse müslümanlığı toplumsal
faaliyet biçiminde gören kimsenin strateji ve taktik hesapları içinde yer
alamayacaktır çünkü.
Cinnet kelimesinin günümüz ortamında çılgınlık anlamının dışında
daha çok bir ruhi bunalım, ruh yapısının baskılar altında çırpınması gibi
çağrışımlara (tedailere) açık olduğunu biliyoruz. Müslümanın cinnet sınırına
varması elbette bir şaşkınlık ve çaresizlik belirtisi olmaktan uzakta bir anlam
yüklüdür. Burada sözünü ettiğimiz cinnet belli ki yalnızca hakk olanı söyleme
ve yapma gözüpekliğidir. Bu söz ve tavırlar "cinnet" olarak
anlaşılıyorsa, bunun sebebi yaşadığımız hayat içinde haramın helâl, helâlin
haram gibi görünmesi yüzündendir.
Cinnet sınırı tefessüh etmiş bir hayatta huzur bulabilecek kadar
salim kafalı olan, yani cinnetten uzak bulunan kimselerin ahlâkî yapılarını
aşma sınırıdır.
Herkes gibi müslümanların da bir işin yapılması, yapılan işler
üzerine veya belli işler yapılırken ortaya çıkan meseleler üzerinde söz ettiğini
görürüz. Bazıları şunun bazıları ise ötekinin yapılmasını istiyordur, bazıları
şu işin şöyle diğerleri ise başka türlü yapılmasını istiyordur. Bazı
müs-lümanlara göre filânca sözleri söylemek ön plânda gelir, bir başka takıma
göre ise daha farklı sözleri söylemek önceliklidir. Bütün bu tutumlar ve
fiiller çoğu zaman merkezdeki düşüncenin açıklığa kavuşması ihmal edilerek
ortaya konur. Sözler söylenir ve işler yapılır ama bu sözlerin söylenmesi, bu
işlerin yapılması için hangi özün faaliyette olduğu meselesi açıklığa
kavuşturulmaz. Yapılan işin gerçekte "ne" olduğunun açıklığa
kavuşmasında, söylenen sözün o yapılan işe göre nerede olduğuna dair bir
açıklık sağlamakta bir çoğumuzun gerekli titizliği gösterdiğini, bu konuda
yoğun çaba harcandığım ileri sürmek oldukça zordur. Yani bir şeyler yapmakta
gösterdiğimiz gayreti, bir şeyleri anlamakta göstermiyoruz. Dış dünya hakkında
sahip olduğumuz kaygular öylesine ağır basıyor ki bu dış dünyayı mümkün kılan
iç âlem ilgi alanımızın çok az bir kısmını kaplıyor.
Bu meyanda halledilmesi en önde gelen, halledilmesi kaçınılmaz
olan mesele müslümanın kendinin "ne" olduğunu bilmesidir. Hem bir
insan olarak ne olduğu, hem de insanlar arasında müslüman olarak ne olduğu
hususunda kendini emin bir bilgiyle donatmayan bir müslümanın yaptıkları emniyetten
mahrum kalacaktır şüphesiz. Kendi yerleri hakkında genişliğine ve derinliğine
bilgi ve bilinç sahibi olmayan müslümanların kendi dışlarında yer alan nesne ve kişilere herhangi bir
şey taşıyabileceklerini, onlarla emin münasebetler kurabileceklerini düşünmek
imkânsız.
Ne olduğunu bilmek meselesini tarihi veya sosyolojik bir kavrayış
alanı içine hapsetmek bu konuda işlenebilecek en büyük hatadır. Nitekim Batı
düşüncesinin insan hakkında kütüphaneler dolusu tasviri bilgi temin ettiği
halde hâlâ insanın ne olduğu konusunda antik dünyanın dile getirdiğinden mek
parmak ilerde olmayışı bu sebeptendir. Önümüzde bulunan ve onu çözümlemeden
başka hiçbir meseleyi ele alamayacağımız konu, İslâmî tavrın insanı önce
"anlayan", kabul eden, tasdik eden tarafıyla belirginleştirmesi,
"kul" kavramının maddî olan ve olmayan bütün boyutlarıyla müslümana
ait kılınması meselesidir. Yani ilk müslümandan bu yana "insan"
denilen mahlûkun ahlâki konumuyla ilgili kesinliğin ortaya konulması ana meseledir.
Bu meselenin açıklığa kavuşturulması bir müslümanın bir insan olarak
"ne" olduğunu ortaya koyabileceği gibi, o müslümanın öteki insanlar
ve öteki müslümanlar içinde "nerede" bulunduğunu da
belirginleştirecektir. Kendini
bilen müslüman kendini çevreleyen nesnelere karşı açık ve kesin
tutumunu da takınabilecektir. Lâkin bu konuda bir zihnî bulanıklığa sahip
olanlar içinde yaşadıkları hayatın neyi ne kadar kendisine zorla kabul
ettirdiğini bilemeyecek, aldatıcı hürriyet içinde avunacaktır. Nesnelere karşı
tavri ise sadece ona tarihi ve sosyal imkânlarının sunduğu kalıplar içinde
devam edecek, o da gerçekten kendi seçmelerine uygun bir davranışlar silsilesi
içinde olduğunu sanacaktır.
Ancak, müslüman
için olay kendinin "ne" olduğunu bilmesi noktasında sona ermez. Ne
olduğunu bilme konusundaki faaliyet bu gerçeğin bir başka insan tekine
ulaştırılmasıyla tamamlanır.
Paylaşılmayan hakikat kendi başına hakikat olarak kalabilir, ama
hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlam sahibi olabilmesi için iki insan
o hakikati birlikte tanıyabilmeleri gerekir.
Dün olduğu gibi bugün de içinde bulunduğumuz zorlukların hemen
hepsi, müslümanların davranışlarında kalkış noktası olarak tarihi veya sosyolojik
verileri esas almalarından doğmaktadır. Her zaman acilen uğraşılması
gerektiğine inanılan "sosyal" veya "siyasi" bir konum
olduğu kabul edilmiştir. Birinci meseleyi çözmeden ve aralıksız bir
meşguliyetle sosyal veya siyasi bir karakter sahibi olan bir meselenin çözümüne
bağlanmak aşağı yukarı üç yüz yıldır müslümanları kendi vasıtalarını kayda
değer bir biçimde yeniden değerlendirmelerine engel olmuştur. Sosyolojik veya
tarihi kalıplarla ifade edilenler kaçınılmaz olarak bu kalıpların açtığı yolda
yürümesine sebeb olmuştur.
Müslümanlar kendi muhtevalarını yeni baştan kavramadıkları sürece
ne kendileri dışında kalanlara kimliklerini gösterebilecekler, ne de sadece
müslümanlara mahsus olan davranış biçimlerini etkinlikle ortaya
koyabileceklerdir. Bakıyorum müslümanlar insan ve müslüman olarak temel
vasıflarını öğrenmeye eğileceklerine herhangi bir insan teki olarak şahsi
özelliklerini önemsiyorlar. Her insan kendini bir "tarih" saymaya
başlayınca mesele büsbütün çatallaşıyor. Bu durumda insanın "ne" olduğu
değil, o güne kadar neler söylemiş olduğu, neler yaptığı birinci sırada yer
alıyor.
Neden müslümanlar tek ve bütünleşmiş bir güç halinde değiller de
küçük veya büyük bazı adacıklar halinde varlıklarını devam ettirmek, seslerini
duyurmak ve sözüm ona "hizmet'lerini sunmak çabasındadırlar?
(Sözüm ona hizmet deyişim,
kimsenin yaptığını küçümsediğimden değildir. Şu anda ve bugüne kadar bu bölük
pörçüklük içinde yapılmış ve yapılmakta olanlar, bir arada işe gi-rişildiği
zaman ortaya çıkacak olanların yanında öylesine küçük ki) Neden aynı camianın
sorumluluğu bir çok insan tarafından ortaklaşa paylaşılmıyor?
Neden sınırlı sorumluluk
tercih, ediliyor?
Bütün müslümanlar (ve
özellikle yazarlar ve düşünce adamları) aynı koroda yer almak yerine, zaten
kalabalık olan sahneye bağımsızca çıkmak ve o hengamede yalnız başına
haykırmak, detone bile olsa sesini duyurmak istiyor?
Bu konuda çok söz edilebilir, bir çok sebep gösterilebilir, ama
bunlardan biri var ki pek masum görünüşü altında hatırı sayılır bir kötülüğe
analık eder. Yalnız müslümanlar değil, bütün insanlar arasındaki münasebetlerde
tek tek insanların tarihleri, yani onların ferdi hatıralar hazinesi, bu
hatıralarla birlikte oluşmuş ferdi kıymetler ve kıymet hükümleri, şahsına bağlı
başarılar ve başarısızlıklar tayin edici bir ağırlığa sahiptir. Her insan bir
başkasıyla kurduğu münasebette ferdi tarihinin hesaba katılmasını (açık veya
gizli) ister. Eğer imkân bulursa daha da ileri gitmek isteyebilir. Düşünür ve
ister ki, ferdi tarih iki insanın ilişkilerinde esas alınsın ve iki insanın
birlikte yapacakları her ikisinin ferdi tarihi hesaba katılarak tesbit
edilsin. İşte bu noktadan sonra iş çığırından çıkar ve yapılan her iş onu
yapanın keyfi seçmeleriyle yürümeye başlar. Bütün bu işlerden elde edilen semere
de bir topluluğun bir camianın faydasına sunulmuş gibi görünse bile içinde
taşıdığı çürüklükten ötürü o topluluğun, o camianın zarar gördüğü bir
"sonuç" olabilir. Çoğu zaman "katkı" olarak görünen şey bir
meseleye yaklaşan kişinin ferdi tarihinin renginden başka bir şey olmayabilir
ve bu haliyle zararlı sayılabilir.
Eğer müslümanlar "ne" oldukları konusunda emin bilgilere ulaşmışlarsa
o zaman öne çıkardıkları şey ferdi tarihleri, kişisel
çözüm yolları değil, kendilerinin de tabi oldukları gerçekten başkası
olamayacaktır. Bu durumda insanların hayat tecrübeleri, yaşadıkları zaman
boyunca biriktirdikleri müşahade ve hünerler gerçeğin tezahürü durumuna
gelebilir. Öyle ki hatalar ve yanılmalar (eğer ferdi tarihtir diye
savunulmuyorsa tabii) içinde yer aldığımız camia için birer besleyici kaynak
haline gelir. Önce şu soruyu sorarız, şimdi hata olarak gördüğümüz bu söz veya
davranışı niçin önce isabetli ve doğru kabul ediyorduk?
Bu soru hakikate ilişkin
bir sorudur ve cevabı şahsa bağlı değildir. Şahsa bağlı olan ferdi ve ferd ile
tecessüm etmiş tarihtir. Öncelik sırasını "doğrulara" ve
"hakikatin araştırılmasına" verdiğimiz ve o doğruların önünde,
arkasında, altında veya üstünde dolanıp duran insanların tek tek hayat
tecrübelerini yerinde anlamlandırdığımız zaman ferdi tarih ortadan kalkar,
yerini hakikat istikametinde terakki alır.
Doğrular üzerinde anlaşmaya varılabildiği taktirde insanların
ferdi tarihleri bu doğruların daha geniş alanlarda yaygınlık sağlamaları için
bir vesile olabilir. Doğrular üzerinde anlaşma gerçekleşmeden ferdi tarihleri
ön plana alır, tek insanın tarihini önem sahibi kılarsak kendimizi olduğu
kadar, önem verdiğimiz insanları da nesneleştirmiş, onları birer aygıt olarak
kavramış oluruz. Ferdin derininde, insanın kökünde "ne" olduğu
anlaşılırsa hak yerini bulmuş olur.
DÜNYAYI GÖRMEK VE DÜNYAYA BAKMAK
Niçin İslâm'ın kaynaklarına yeniden, yeni bir ruhla eğilmemiz
gerekir?
Bugüne kadar dünyadan
edindiğimiz izlenimi haklı çıkarmak, kendi davranışlarımızı denetim altında
tutmak, dünyanın aldığı şekil içinde takındığımız kendi tutumumuza bir
meşruiyet sağlamak veya bugüne kadar tutturduğumuz yolda hızımızı artırmak
için mi?
Yoksa bütün bunların
dışında bir sebeple İslâm'ın kaynaklarına eğilme gereğimizi açıklayabilir
miyiz?
Dünya hakkında nasıl bir
bakış sahibi olmamız gerektiğini anlamak için de İslâm kaynaklarına bakmamız
söz konusu değil mi?
Kendi davranışlarımızın
nasıl olması gerektiğini yeni baştan keşfetmek, dünyanın bugün sahibi olduğu
şeklin meşru olup olmadığını anlamak, gittiğimiz istikametin gidilmesi gereken
istikamet olup olmadığını anlamak için İslâm'ın kaynaklarına eğilmemiz aslî
tavrımız olmalı değil mi?
Bu konularda kendimizi aldatmayacak ölçüde sağlam bir açıklığa varmadan
atılan adımlar sanıyorum ki bizi istediğimiz yere ulaştırmayacaktır. Hızlı
yürürüz belki, güçlü adımlar atarız ama "hangi limana varacağını bilmeyen
gemiciye derin bir denizcilik bilgisinin faydası ne?
" Günden güne modernleşen hayata nasıl uyum sağlayacağımızı,
karşımıza çıkan tüketim yolları ve hayatımızı biçimlendiren araçlar, aygıtlar
ile nasıl geçineceğimizi sormak mı önce gelir, yoksa hayatın modernleşmesinin
ne anlam taşıdığını, kullandığımız aygıtların bizi nasıl düşünmeye icbar
ettiğini çözmeye çalışmak mı?
Şüphesiz ikincidir üzerinde
durulması gereken. Bu yaşama biçimine nasıl katlanacağımızı çözüme götürmeye
çalışmaktan önce bu yaşama biçimine katlanıp katlanmamaktır ön sıradaki mesele.
Bu mülâhazalar doğrultusunda birçoğumuzun dünyaya baktığı ve fakat dünyayı görmediklerini söylememiz
mümkündür. Dünyaya müslümanca bakmak belki bakışların en iyi niyetli olanıdır.
Ama bu bakışta yalnızca bir burukluk ve birçok
temenniden başka bir şey bulunmaz. Dünyaya baktığımız zaman bu manzarada yer
alan nesnelerin gerçekten orada olup olmaması gerektiği hususunda bir karara
varmadıkça dünyayı gördüğümüzü ileri süremeyiz. Müslümanca bakmayı müslümanca,
mü'mince görmek noktasına götürmeden durmak olmaz. Ekonomik, sosyal veya siyasi
olaylar için de, düşünceye, sanata ilişkin konularda da aynı yolu izleyerek bir
sonuca varmak zorundayız. Yani uğraştığımız şeyin mahiyeti, onun keyfiyetinden
daha ehemmiyetli görülmelidir. Biz keyfiyete bakıyoruz, bakınca bozuk bir
iktisadiyat, rahatsız edici bir ahlâki yapı, kargaşaya varan bir sosyal
ilişkiler yumağı görüyoruz. Buna görmek diyemeyiz. Bu bakmak ve baktığın yerde
kalmaktır. Gerçekte görmek, o bozuk iktisadiyatın, çürümüş ahlâkın, çarpık
sosyal ilişkilerin mahiyetini kavramakla başlar. Bakmak için algılarımız yeter,
görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir. Salim kafa kendimizi
olup bitenin uzağında hissedebilmekle elde edilir, sanki biz yaşamıyor gibi
karar verebilirsek bu önemli bir adımdır. Ama bu adım tekbaşına yetmez. Ayık
olmak, yani bu hayatı yaşamıyormuş gibi hissetmenin dayanağını hakikat içinde
bulmak gereklidir. Bir sonraki aşamada şuur gelir. Şuur hem acıyı teninde
duymak, yani o hayatın içinde olduğunu boydan boya hissetmek, hem de önceki
tecrübenin yardımıyla o hayatın uzağındaki bir noktadan değerlendirme yapmak
imkânına sahip olmak demektir.
Dünyanın mahiyetini kavrama çabası derin bir kavrayış getirir ki
bu bizim şimdi bulunduğumuz noktadan çok farklı bir yerde olmamız demektir. O
farklı yer çoğu zaman tehlikeli, rizikolu, sıkıntı vericidir. Ama tercih bize
kalmış, ya bugünkü kavrayış bölgemizde kalıp rahat ederiz, veya bir üst bölgeye
geçmeyi göze alıp rahatsız ama bildiklerimizden daha güvenli oluruz.
Bugün bir amaç uğruna göze alınabilecek zorlukların
"dünyevi" reçeteleri hazırdır. Düşünmeli ki müslümanların bu
reçeteler dışında da göze almaları beklenen sınanma yolları vardır. Bir amaç
uğruna göze alınacak sıkıntı ve zorlukların sabit sembolleri işimize
yaramayabilir. Müslümanca kavrayışımızda derinleştiğimiz zaman belki acı çekme,
zorluklara katlanma, sıkıntıya göğüs germe gibi konularda da kendimize has bir
tutuma sahip olmamız gerekecek. Çarpık zihniyetli insanların bizim hangi
yükleri omuzladığımızı bilmemeleri muhtemeldir.
Dünyaya bakmayı aşıp, dünyayı görme noktasına ulaştığımızda neye
talip olmamız gerektiğini de anlarız. Bakmakla yetinmenin gerçek ilerlemeye
yani içteki aydınlanmaya engel teşkil ettiğini bir kavrayabilsek!
Ek madde 11 :Ders kitapları dahil alenileşmiş veya yazılı
yayınlanmış ilim ve edebiyat eserlerinin özürlüler için üretilmiş bir nüshası
yoksa hiç bir ticari amaç güdülmeksizin bir özürlülün kendisi veya üçüncü bir
kişi tek nüsha olarak yada özürlülere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf
veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, Braille
alfebesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirebilir.Bu nüshalar hiç bir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleriyle ilgili
bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar