Yalnız yürüdüğü yolda, kalbini dinleyerek, gözyaşlarını döken bir derviş… Kapıları kapanmış tekkesinden, ulu bir duman gibi kendini sokağa bıraktı. Soluksuz kaldığı yorgunluğun içinde eriyen mum nasıl sızmazdı? Şeyhi onu kovmuştu. Ve ona “epey zamandır, emek verdiğimiz birisin. hala bir adım atamadın, iki şöyle dursun. Senin elinden bir insan kendin bile kurtulamadı” demişti. Derviş gayretli bir kapı kulu idi. Ancak ne ettiyse, bir Allah kuluna faydalı olamamıştı. Yerleri öpmekse öpmüştü; kenef temizlemekse, her gün yapmıştı. Mutfakta soğan soymaktan tut, bulaşığa kadar el atmıştı. Ne çare şeyhinin ifade ettiği gibi bir adım atamamıştı. Nefsine basmıştı, fakat neye yarar ki, bunların semeresi kendine kalmıştı. Ötekilere değil. Dervişin bir gönül derdi vardı. O, onu biraz meşgul ederdi. Belki kovulma nedeni sevdiğinden olabilirdi. Sevdiği ise onu hiç bilmez, bilmesi de mümkün değildi. Bir gönül işi… Şeyhi, sanki bu halini bilmez gibi, biçare dervişi tekkeden kovuverdi.