Devletinde Milletinde Vefası Yoktur
EMİN ÂKİF ERSOY
Babam Mehmet Âkif
-İstiklâl Harbi Hatıraları-
Derleme-Giriş:
Yusuf Turan
Günaydın
Emin Âkif
Ersoy'un, babası Mehmet Âkif'i merkeze alarak yazdığı hatıraları bölük pörçük
olarak çeşitli mevkûtelerde yayınlanmıştır. Aslında o, hatıralarını Orta
Çiftlik adını verdiği bir deftere kaydetmiştir. Fakat bu defterin âkıbeti -
şimdilik- meçhuldür. O da kendisi gibi, insanın yüreğini burkan bir âkıbete
sahip olmalıdır.
Derleme
çalışmamızda, Emin Âkif'in hatıralarından yayınlanmış olanların büyük bir
kısmını ihtiva eden Millet gazetesindeki tefrika başı çekmektedir. Bu
gazetedeki hatıralar 12 Şubat 1948 tarihli 106. sayıdan başlar ve 10 Haziran
1948 tarihli 122. sayıda sona erer; toplam on beş bölümden ibarettir.
Çalışmamızda
ikinci olarak Nusret Safa Coşkun'un 25 Aralık 1947 tarihli Memleket'te
Emin Âkif'i konuşturarak hazırladığı bir bölümlük neşir yer almaktadır. Bu
metin de Mehmed Âkif merkeze alınarak hazırlanmıştır.
Kenan Akın'ın
24 Şubat 1966 tarihli Tercüman'da yayınladığı ve Emin Âkif'i ziyaret
ederek kayda geçirdiği hatırat ihtiva eden yine bir bölümlük görüşmesi
derlememizin son bölümünü oluşturmaktadır. Emin Âkif'in hatıralarını Orta
Çiftlik adıyla bir deftere kaydettiği bilgisinin kaynağı da bu yazıdır. Bu
kaynakta, adı geçen hatırat defterinden iktibaslar ve Emin Âkif'in söz konusu
defterden bazı pasajları okurken çekilmiş bir resmi yer alır.
Âkif'in
ortanca kızı Feride [Akçor] ve damadı ile 1978'de gerçekleştirilmiş bir
röportaj da hem Emin Âkif'ten kısaca da olsa söz edilmesi, hem de Âkif'in
İstiklâl Harbi sırasındaki hatıralarına yer vermesi bakımından önemlidir. Emin
Âkif'in hatıralarını bütünleyeceğini düşünerek bu metni de iktibas ettik.
Hayat
hikâyesi hakkındaki dağınık bilgileri de bir araya getirerek yayına
hazırladığımız bu hatırat neşrinde yukarıda saydığımız metinler yer almaktadır.
Gazeteler ve dergiler tarandığında bu toplama, belki başka katkılar da
sağlanabilir. Ayrıca derlememize Refi Cevad Ulunay ve Çetin Altan'ın Emin
Âkif'le ilgili yazıları da metnin sonuna ek olarak konulmuştur.
Aslında
önümüzde çözümlenmesi gereken bir dizi mesele vardır:
Emin Âkif'in
kardeşleri ve bazı yakınları sağken ve evlenmişken neden bu kadar yalnız
kaldığı, hayat hikâyesi hakkında yazılanlarla kısmen aydınlanmaktadır. Fakat
elbette bu hususta daha fazla ayrıntıya ihtiyaç vardır. Eşinin kendisinden önce
vefat ettiğini kaydeden kaynaklar, bu evliliğinden çocuğu olup olmadığı
hususunda ise sükût hâlindedir. Kendisiyle yapılan görüşmelerde, hatıralarında
neden diğer kardeşlerinden hiç söz etmemiş, hatta ‘babasının tek oğlu olduğunu'
vurgulama ihtiyacı hissetmiştir? Mehmet Âkif'in Türkiye'ye dönmeden kısa bir
süre önce o sırada askerliğini yapmakta olan oğlunun başına gelenler karşısında
nasıl bir tavır takındığı hususu ise hepten karanlıktadır. Âkif Türkiye'ye
döndüğünde Emin ne durumdaydı? Kabri nerededir?
Gazetelerden
derleyerek hazırladığımız bu neşir, Emin Âkif'in hayatını ve büyük oranda
babasının etrafında şekillenen hatıralarının sadece bir kısmını ihtiva
etmektedir. Bu hâliyle belki de onun hatıratını kaydettiği deftere ulaşılması
ve bu defterin bütünüyle yayınlanabilmesi yönünde bir teşvik unsurudur.
Hatıratın bir
an önce kitaplaşabilmesi için gösterdikleri çabadan ötürü Oğuzhan ve Selçuk
Azmanoğlu kardeşlere çok teşekkür borçluyum. Nusret Safa Coşkun'un Memleket'teki
röportajını Meclis Kütüphanesi'nden onlar temin etti. Eksik olan dokuzuncu
bölümü Ali Birinci Kütüphanesi'nde tam takımı bulunan Millet'ten onlar
fotoğrafladı. Metnin dizgisini de onlar gerçekleştirdi. Bu gayretleri olmasa,
dağınık metinler hâlâ derlenip toparlanmayı bekliyor olacaktı.
Kapakta
kullandığımız resmi, hazîne-i evrâkından cömertçe sunan Mehmet Ruyan Soydan
Beyefendiye ve kitabın basılmasındaki teşvikinden ötürü İsmail Dervişoğlu'na da
teşekkürler. Ersan Güngör ise eserin en güzel bir biçimde basılabilmesi için
editörlük vazifesini hakkıyla yerine getirdi; müteşekkiriz.
Emin Âkif
Ersoy'a ve bu vesileyle Mehmet Âkif'e tekrar tekrar rahmet diliyor, baba-oğlun
hatırası karşısında hürmetlerimi sunuyorum.
Yusuf Turan Günaydın
Yenişehir
Emin Âkif Ersoy'un Hayatı ve Hatıraları
Mehmed
Âkif'in büyük oğlu Emin Âkif (1908-1967) babasıyla ilgili hatıralarını kaleme
almış, İstiklâl Savaşı'na onunla birlikte Anadolu'yu dolaşarak iştirak etmiş;
fakat askerliğini yaptığı sırada yaşadığı talihsiz bir vaka sonrasında
hayatının kalan kısmını büyük oranda perişan bir biçimde geçirmiş bir
şahsiyettir. Millet gazetesinde on beş; Memleket ve Tercüman
gazetelerinde birer bölüm hâlinde yayınlanmış hatıralarında babasıyla geçirdiği
Mısır ve İstiklâl Savaşı yıllarına dair birçok ayrıntı vermiş ve hem yakın
tarihe, hem de Mehmet Âkif biyografisine katkıda bulunmuştur.
Mehmed Âkif'in üç oğlu dünyaya gelmiştir: İbrahim Naim, Emin ve
Tahir Ersoy. Büyük oğlu İbrahim Naim bir buçuk yaşında iken ölmüştür. [1] Emin ortanca oğludur. Küçük oğlu Tahir
(1916-2000) ise babası Tahir Efendi'nin (ö. h. 1305) adını taşır.
Âkif'in hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar çocukları hakkında
doyurucu malûmat vermezler. En başta, damadı Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952)'un Safahat
neşrinin başında verdiği malûmat yetersizdir. En yakın arkadaşlarından
Hasan Basri Çantay (ö. 1962)'ın Âkifnâme'sinde ise "Mehmed Âkif'in
Doğumu ve Âilesi" başlıklı bir bölüm olmasına rağmen yalnızca anne ve
babası hakkında bilgi verilmiştir. [2]
Emin
Âkif'in hayatı hakkındaki ayrıntılar ise daha çok Reşad Ekrem Koçu ile M.
Ertuğrul Düzdağ'ın eserlerindedir. Düzdağ'ın verdiği malûmata göre Emin Âkif
1908'de İstanbul'da doğmuştur. [3] Mehmet Âkif'in İstiklâl Savaşı'na katılmak üzere
İstanbul'dan yola çıkarken yanına aldığı Emin o sırada 12 yaşındadır. [4] Ailesinin diğer fertlerini bir müddet sonra
Kastamonu'ya getirtip orada bir ev kiralayan Âkif, Emin'i de Kastamonu'ya
göndermiş ve mektebe kaydettirmiştir. Fakat Emin Kastamonu'da fazla duramayarak
kaçmış, babasının yanına, Ankara'ya gelmiş ve Âkif'le birlikte Taceddin
Mahallesi'nde ikamet etmiştir. Âkif, bir müddet sonra eşi ve diğer çocuklarını
da Ankara'ya getirtmiştir. Fakat başkentin Kayseri'ye taşınma tartışmalarının
yaşandığı İstiklâl Savaşı sıralarında eşini ve çocuklarını Kayseri'ye
göndertmiş, yanında yalnızca Emin'i alıkoymuştur. "Benim öldüğüm yerde
oğlum da ölsün" diyerek baba-oğul cepheleri dolaşmışlar, halka ve askere
moral verip düşmanın çıkardığı yangınlara su taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır. [5]
Emin Âkif, hatıralarında babasının kendisini yanında
alıkoymasından iftiharla söz eder, bunu biraz da onu diğer kardeşlerinden daha
fazla sevmesine bağlar. [6]
Mehmet Âkif,
uzun süreli gidişinden önce de birkaç kez Mısır'a gitmiştir. 1923 ve 1924 kış
aylarını geçirmek üzere Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Kahire'ye gitmiş,
1924 ve 1925 baharlarında İstanbul'a dönmüştür. Fakat Mısır'da kaldığı ilk iki
kış döneminde İstanbul'da bulunan Emin Âkif, haylazlık yaptığı için çok üzülmüş
ve 1925 sonlarında uzun süreli olarak Kahire'ye giderken onu da yanında
götürmüştür. Âkif daha sonra eşini ve küçük oğlu
Tahir'i de yanına aldırtmıştır.
Âkif'in Mısır'da iken Emin sebebiyle ne kadar tedirgin
olduğunu, Kahire'den dostu Fuad Şemsi İnan (1886-1974)'a yazdığı mektuplar
yeterince gösterir.[7]
Gerek Fuad Şemsi'ye, gerekse diğer dostlarına yazdığı mektuplarında Emin'le
ilgili birçok husus dile getirilmiştir.
Mektuplarda
bir baba olarak Âkif'in oğlu hakkındaki endişelerini bütün açıklığıyla görürüz.
Onun İstanbul'da iken okula devamsızlık vb. davranışlarından duyduğu üzüntü;
Mısır'da iken de Arapça ve İngilizce öğrenmesi için gösterdiği gayret ve
teşvik, bu hususta yeterince gayretli görmediği oğlu hakkında esprili bir
üslûpla dile getirdiği şikâyetler, eğitimiyle ilgili gelişmeleri takipteki
hassasiyeti, güreş ve yüzme gibi spor dallarında gösterdiği kabiliyetten
duyduğu memnuniyet ayrıntılı bir biçimde mektuplarından takip edilebilir.
Âkif'in Mektuplarında Emin Âkif
Mektuplarda Emin Âkif'le ilgili bölümleri kronolojik sırayla iktibas
edersek şöyle bir manzara ortaya çıkar:
İki gözüm Fuat,
Bizim Emin çok haylazlık ediyormuş; müdavim bulunduğu
Üsküdar Sultanisi'nden savuşup çarşılarda, pazarlarda dolaşıyormuş. Annesi, ben
başa çıkamıyorum diyor. Dünden beri kafam alt üst oldu.
Artık mektebe kadar giderek derece-i devamı hakkında
tahkikat icra edersin, sonra bizim eve de uğrayarak validesiyle konuşursun.
Oğlanı azarlamak, dövmek, türlü cezaya çarpmak salâhiyyetin dâhilindedir. Benim
avdetime kadar sen velisi olacaksın, anladın mı? Kat'iyyen ihmal etmeyeceğinden
emin olduğum için sana yazıyorum. Kuzum kardeşim, icabını icrada terâhî
gösterme!
Gelecek posta ile annesine de
yazacağım; çünki şimdi vakit yok... Hatta bu mektubu bir gidenle Port-Said
yolundan göndereceğim. (Fuad Şemsi İnan'a, 3 Mart 1341 (3 Mart 1925).[8]
*
İki gözüm Fuat,
Geçen hafta kemal-i isti'cal ile yazıp gönderdiğim
mektubun vusulünden emin olamadığım için tekrar yazıyorum.
Evden gelen son mektupta bizim
Emin'in mektebe canı isterse gittiği, canı istemediği surette ...[91 sıvışıp sokak sokak dolaştığı, verilen
nasihatlerin, edilen tevbihlerin, ihtarların müessir olamadığı bildiriliyor.
Ben bu hâli zaten seziyordum. İş'ar-ı ahir, olanca aklımı başımdan aldı.
Avdetime kadar çocuğun vazife-i velayetini ifa edecek dostumu, zihnen bir hayli
taharriden sonra seni buldum. Enişteleri, sonra sana şifahen bildireceğim
esbabdan dolayı, bu işe ehil değillerdir. Kuzum kardeşim, bizim ev Üsküdar'da,
Selimiye'de, eczahaneye muttasıl Şevket Paşa'nın evidir. Acele ile öbür
mektupta tarif etmesini unutmuştum. Oğlanın mektebi de Üsküdar Sultanisi'dir.
Geçen sene Çengelköy'deki Havuzbaşı Numune Mektebi'nin beşinci senesini zor zar
geçebilmişti. Numuneler'in altıncı senesinin kaldırılması üzerine bu mektebe
vermeğe mecbur olduk.
Oğlan ahmaktır. Senelerden beri uğraştığım hâlde yalan
söylemekten vazgeçiremedim. Yarım saat sonra meydana çıkacak yalanlarla işini
görebileceğine kani olan sersemlerden! Doğrusunu söylemek şartıyle birçok
kusurlarını bağışladığım ve bu tabiatim hakkında kendisine itimat verdiğim
hâlde bir türlü o huyundan vazgeçiremedim.
Her neyse kardeşim, eve uğrar, mucib-i şikâyet olan
ahvalini validesinden öğrenirsin; tabiî mektebine de giderek müdüründen, müdür
muavininden lâzım gelen malumatı alırsın! Selimiye'de bizim Miralay İsmail
Hakkı Bey isminde bir dostumuz vardır ki pek mübarek bir adamdır. İstersen,
onunla da konuş! Hâsılı, tekdir ile ihtar ile, dayak ile, tazyik ile, murakabe
ile bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış! Ahval, beni canımdan bîzar etmişti;
bu hâdise, yıkık maneviyatım üstüne tüy dikti!
Çoktan beri yazamıyor, imâte-i vakt için okuyordum.
Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir şey anlayamıyorum. Bu vazifeyi
muvakkaten sana devretmekle azıcık teselli duyuyorum. İleride mektebini
değiştirmek, leylîye kalbetmek icap ederse düşünür, birlikte kararını veririz.
Arzu edersen daima murakabe edebileceğin bir mektebe geçiririz.
Âh, kendi yumurcağını terbiyeden aciz babaların
mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş! Bu hafta validesine yazdım; senin
icraatına kat'iyyen müdahale etmemesini sıkı sıkı ihtar ettim. Hani sen zengin
olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim. Şu çocukla biraz meşgul
olursan beni cidden minnettar edersin. Dirîğ-ı lutf etmeyeceğinden eminim.
Cenab-ı hak tevfik versin!
Onun küçüğü Tahir var ki daima kendisinden beyan-ı
memnuniyyet ediyorlar. Tabiî neticeye ait bana malûmat verirsin!
Baki kemal-i iştiyak ile gözlerini
öperim, kardeşim Fuad'ım. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Mart 1341 (8 Mart, 1925)
Pazar).[10]
*
Bizim aptal oğlanla ne yaptın? Çağırdın, tekdir, yahut
nasihat etmedin mi? Herifte adamlık kabiliyeti görüyor musun? Her hâlde
vazife-i vesayeti kemal-i ciddiyyetle ifa etmelisin!
(...) Allah sağlık verirse, 29 Nisan'da
İskenderiye'den vapura bineceğiz. Şu hesapça, bir ay sonra görüşürüz. Allah'a
emanet ol, kardeşim! Oğlanın işini ihmal etme ha! (Fuat Şemsi İnan'a, 12
Ramazan, 1343 (6 Nisan 1925) Pazartesi).
*
Fuat,
Seni taltif için, hayli zamandır bir vesile arıyordum;
kısmetin açık imiş ki iki tane birden zuhur etti.
1. Bizim Tahir, galiba, ağabeyi Emin'in bir buçuk iki
sene evvelki mesleğini tuttu. Zannediyorum o daha çabuk yola gelecek
kabiliyettedir. Onlar şimdi Beylerbeyi'nde, Havuzbaşı'nda, Ressam Halil
Paşa'nın köşkünde, Ömer Rıza ile beraber oturuyorlar. Önceden Rıza'yı haberdar
ederek bir cuma günü lütfen gider, tahkikat-ı lâzimeyi icra ve tenbihat-ı
muktezıyyeyi fîsebilillah i'tâ edersen, ben hazretlerini hizmetinden memnun
olmak cihetine biraz imaleye muvaffak olursun. (Fuat Şemsi İnan'a, 2 Recep 325
(6 Ocak 1927) Perşembe).
*
Tahir için validesine yazdım. Hiç karışmayacak,
tamamiyle sana bırakacak. Emin'i buraya getirdiğimden dolayı o kadar memnunum,
o kadar doğru bir iş gördüğüme kaniim ki sorma!
Evet, "Secde"den sonra
bir şeyler yazmak isterdim amma, tercüme işini ikmal etmeden şairliğe
kalkışmağı doğru bulmuyorum. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Şaban 1345 (10 Şubat
1342/1927) Perşembe).[11]
*
Emin Arapça ile İngilizce ile hiç iyi değil. Zaten
onun oyundan başka arasının iyi olduğu bir şeyi henüz göremedik! Mamafih,
buraya getirdiğim çok isabet oldu, mütalâasındayım.
Hâ! Kuzum evlâdım, Zihni Efendi
merhumun el-Müşezzeb diye bir risalesi vardır ya, onu lütfen bana
yollayıver. Hatırımda kaldığına göre onun sarfiyle nahvi aynı risalededir. Bunu
Emin'e okutmak istiyorum. Gündüzleri mektebe gidiyor, ellerinizi öper. Kardeşi
Fahir'e de arz-ı hürmet eder. Kemal-i iştiyak ile gözlerini öper, cümlenizi sıyânet-i
mevlâya emanet ederim. Ferit'i, Hayri'yi görürsen, unutma, ikisine de selâmımı
söyle. (Mahir İz'e, 25 Kânûnusânî 1342 (25 Ocak 1926)[12]
*
Kitaba çok memnun oldum. Bakalım, bizim Emin'e onu okutmak
istiyorum. Lisan hafıza işi, oğlanda ise o meleke, ötekilerden de berbat!
Ramazan'ın başından beri çalıştığı Tebbet Yedâ sûresini Kadir Gecesi
dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana, "Baba, beni hafız mı
etmek istiyorsun?" demesin mi! "Oğlum, böyle bir şey aklımdan
geçmedi. Zaten, baksana; maazallah öyle bir tasavvurum olsa, bu gidişle ömr-i
beşer değil, ömr-i beşeriyyet bile yetişmeyecek!" dedim.
Mamafih, çocuğun gayet iyi bir hâli
var: Kendisinden son derecede memnun. Şu hakkını da unutmayalım ki Ramazan'ı
tamamiyle oruçlu geçirdi. Senin Fahir ne yaptı? Vakıa o, zannederim, geçenlerde
bir hastalık atlattı. Tabiî zayıf düşmüş, oruç tutamamıştır." (Mahir İz'e,
29 Ramazan 1344 (12 Nisan 1926).[13]
*
Emin hâlinden, bermûtad, pek memnun. Rüyalarını bile
Arapça görüyormuş! Bizim dairenin kapıcısı, Elbasan köylerinden Kâzım Ağanın,
Emin'den bir yıl evvel Mısır'a gelen, o yaşlarda bir oğlu var. İşte bizim
mahdûm-ı mükerrem, ondan tashih-i lügat ile meşgul!
"Var kıyâs et vüs'at-i deryâ-yı
rahmet nidüğün!"
Mamafih, getirdiğim çok isabet
olmuş. Bilhassa ellerinizden öper. (Mahir İz'e, 1345, Perşembe (30 Haziran
1927).[14]
*
Emin geçen sene Hilvan'da hususi
bir mektebe gidiyordu. Bu yıl Mısır'a gidecek. Terakkisi gayet yavaş, mamafih
fena değil. Mahsus, ellerinizden öpüyor, kardeşi Fahir'e de selâm ediyor.
(Mahir İz'e, 20 Safer 1346, 18 Ağustos 1343, Perşembe (1927).[15]
*
Emin düşe kalka gidiyor. Avamın
konuştuğu dili çoktan öğrendi. Lisan-ı fasihi öğrenmesine, bilmem, ömr-i tabiî
kâfi gelecek mi?" (Mahir İz'e, 17 Muharrem 1347, 5 Temmuz 1344, Perşembe
(1928). [16]
*
Emin ile Tahir ellerinizi öpüyorlar. Emin, Fahir'e
birçok selâmlar gönderiyor. Geçen kış, onlarla birlikte bir resim aldırmıştık.
Altına şu kıtayı yazdım:
Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap!
Ona siz çekmeyiniz, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Pek de incelmeyiniz, sâde biraz yontulunuz.
(Mahir İz'e, 15 Recep 1348 (17 Aralık
1929).[17]
*
İnşallah ben de size Emin ile kardeşi Tahir'in resimlerini
aldırır, yollarım. Tahir, biz Hâil'de iken dünyaya gelmişti. Şimdi on dört, on
beş yaşlarında! Zaman ne süratle ilerliyor değil mi? Üç kızımın üçü de
müteehhil. İkisi İstanbul'da, birisi Milas'ta. Şimdilik iyiler. Biri erkek,
mütebakisi kız olmak üzere beş torunum var. Biz Mısır'da iki çocuk, bir de
anneleri olmak üzere dört kişiyiz. Hamdolsun geçinip gidiyoruz. Emin Arapçayı
bir fellâh gibi söylüyor. Tahir de fena değil. Mekteplerine gidiyorlar.
Şimdilik hâllerinden memnunum.
Mısır'da ikamet tabiî daha iyi
olur. Ancak memleket çok pahalıdır. Üç yüz elli lira ile o kadar ferah geçinmek
kabil olamaz. Evet, bundan daha az bir para ile de yaşamak mümkündür.
(Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 18 Ağustos 1346 (1930) Pazartesi).[18]
*
Emin idmancı oldu. Kuvvetinin zararı yok,
vücudu biçimli, güzel yüzüyor, iyi bisiklete biniyor, atlaması, güreşmesi
yolunda. Küçüğünün[19] spora
çokluk hevesi yok. İnşallah ilk fırsatta aldıracağımız resmi takdim ederiz.
Hayli zamandır görmediğiniz kardeşinizi epeyce ihtiyarlamış bulacaksınız.
Mamafih sıhhatim yolunda. İhtiyarlık, vücut sağlam olduktan sonra büyük bir
keder değil... (Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 3 Cemaziyelevvel 1349 (25 Eylül
1930).[20]
Görüldüğü
üzere 3 Mart 1925 - 15 Eylül 1930 arasında kaleme alınmış bulunan bu mektuplar,
kronolojik olarak Emin Âkif'le ilgili birçok gelişmeyi yansıtmaktadır. İlk zamanlar
yanında bulunmayan oğluyla ilgili aldığı haberler onu telâşlandırmış, üzmüş ve
bu hususta sert ve otoriter mizacıyla tanınmış bulunan dostu Fuad Şemsi'den
yardım istemiştir. Emin'i yanında Mısır'a götürdükten sonra eğitimi ve
terbiyesiyle bizzat ilgilendiğini de bu mektuplardan anlıyoruz. Gelişmeleri
yine kendisi takip etmiş ve duyduğu memnuniyeti de dostlarıyla paylaşmıştır.
Sadece bu
mektuplar bile Mehmet Âkif'in ailesiyle yakından ilgilenen ve onlarla ilgili
her babanın duyacağı endişe ve memnuniyetleri duyan bir şahsiyet olduğunu
gösterebilir.
Mehmet Âkif'in Ölümünden Sonra Emin Âkif
Kaynakların
bu hususta verdiği bilgilere göre Emin Âkif, 1934'te askerliğini yapmak üzere
Mısır'dan Türkiye'ye döndü. Askerliğini Kırklareli'nde er olarak yapmaktaydı. Fakat
bu dönemde koğuştaki arkadaşlarına Kur'an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle
Divan-ı Harb'e verildi.
Bu bilginin
kaynağı Ali İlmî Fanî'nin Rıza Tevfik'e gönderdiği bir mektuptur. 14 Ekim 1935
tarihli söz konusu mektup Emin Âkif'in Bereketzâde Cemil Bey'e gönderdiği bir
mektuptan iktibaslar ihtiva etmektedir. "Kırıkhan'da mevkuf şair Mehmed
Âkif Bey'in mahdumu Emin" imzalı mektuptan iktibasta şu ifadeler yer
almaktadır:
Kırklareli'nde vazife-i askeriyemi ifâ ediyordum.
Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur'an okur, âyetleri tefsir
ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb'e tevdi
olundum ve tevkif edildim. Tevkifhâneden şimdi benimle beraber bulunan
çavuşumun delâlet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul'a geldik, oradan bir vapura
atladık. Mersin'e çıktık. Mersin'den yaya olarak Antakya'ya gelirken yoldaki
karakolhanedeki jandarmalar hâlimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından
her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye'ye iade
edecekler. İmdadımıza yetişiniz. [21]
Bu hadise
vuku bulduğunda Mehmet Âkif sağdır ve Mısır'dadır. Hadiseyi duyduktan sonraki
tavrı hakkında ise bir şey bilmiyoruz. Tutuklandıktan sonra cezasını çektiği ve
askerliğini bitirip terhis olduğu anlaşılmaktadır.
Terhisi
sonrasıyla ilgili bilgiler ise Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ndedir.
Buna göre Emin Âkif terhis olduktan sonra kendini içkiye verdi ve
yakınlarıyla irtibatsız bir biçimde perişan bir hayat sürdü. Sabahçı
kahvehanelerinde ve hamamlarda barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap, ispirto ve
esrar parası için hamallık yaptı. 1939'da İstanbul zabıtası tarafından
bir esrarkeş olarak yakalandı ve akıl hastanesine sevk edildi. Bir müddet
cezaevinde kaldı. Bu arada kendisine ulaşan bir baba dostu tarafından Bursa'da
Atatürk Çiftliği harasına kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi ve mazbut bir
hayat sürmeye başladı. Fakat bir müddet sonra (1963-1964) işinden çıkartıldı.
İstanbul'a döner dönmez tekrar esrara başladı. 1966 başlarında eşi vefat edince
yine kimsesiz kaldı. Bu kez âdeta intihar kastıyla kendisini içkiye ve esrara
verdi.
1966
sonlarında birkaç ay akıl hastanesinde kaldı. Hastaneden çıktığında (Kasım
1966) geceleri Tophane'de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yatmaya
başladı ve 24 Ocak 1967'de bu karoserin içinde ölü bulundu.[22]
Reşad Ekrem'in nitelemesiyle Emin Âkif: "(...) hayatı
kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı,
dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri'nin Kürek Cehennemi
isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara
bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya
dökülmemiştir.[23]
Emin Âkif'le İlgili Bir Rivayetin Sıhhati
Emin Âkif'in
işsiz kaldığı günlerde çeşitli tanıdıklarına; baba dostlarına başvurmuş olması
tabiî karşılanacak bir hadisedir. Kaynaklar bu hususta bize üç isim
vermektedir. Nusret Safa Coşkun (1915-?), Refi Cevad Ulunay (1890-1968) ve
Çetin Altan (d. 1927)...
İlk olarak Nusret Safa'nın Memleket gazetesinde çıkan
(25 Aralık 1947) röportaj-yazısında Emin Âkif'in böyle bir başvurusundan söz
edilmektedir. Bunun dışında Refi Cevad Ulunay'ın da aynı meâlde bir yazısı
vardır. [24]
Ulunay'ın bu
yazısı Emin Âkif'in Karacabey Harası'nda çalışırken meydana gelen bir zelzele
sebebiyle işsiz kalması hadisesine ışık tutmaktadır. Hadise, yazı "İki ay
kadar oluyor (...)" diye başladığına ve 30 Ocak 1965 tarihini taşıdığına
göre 1964'ün Aralığında vuku bulmuş olmalıdır ve Ulunay Milliyet
gazetesinde çalışırken vuku bulmuştur.
Bir yıl sonra
da hemen hemen aynı hadise vuku bulmuş olabilir mi? O yıllarda yine Milliyet
gazetesinde çalışan Çetin Altan'ın Sabah gazetesinin 5 Ağustos 1999
tarihli nüshasında yayınlanan "Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet
Âkif'in Oğlu" başlıklı yazısında anlattığı şeyler, Ulunay'ın
anlattıklarıyla aynı meâldedir. Altan'ın anlattıklarına bakılırsa Emin Âkif bu kez de Çetin
Altan'ı ziyaret etmiş ve ondan yardım istemiştir. Yalnız Ulunay'ın
yazısında kaybettiği işini tekrar elde etmek için bir tavassut isteği söz
konusuyken, Altan'ın yazısında para yardımı isteği söz konusudur.
Ulunay'ın
ilgisi sonucu, Emin Âkif Ziraat Bakanlığı tarafından tekrar Karacabey
Harası'ndaki işine iade edilmiş ve fakat kendisine kalacak yer olarak merkeze
7-8 km. ötede Poyrazbahçe Koyun Ağılı gösterilmiştir.
Her
iki yazarın aynı gazetede çalışıyor olması ve hadiselerin çok yakın
sayılabilecek bir tarihte vuku bulmuş görünmesi Emin Âkif'in Ulunay'ın yanına
-belki- bir kez daha uğradığını ve onu bulamadığı için Altan'la görüştüğünü
düşündürüyor. Burada kafa karıştırıcı olan şey, Altan'ın Ulunay'ın anlattığı
hadiseden tamamen habersiz görünmesidir. Ulunay 1953-1968 tarihleri arasında Milliyet'te
çalışmıştır.[25] Altan ise
Nebioğlu'nun Türkiye'de Kim Kimdir adlı ansiklopedisine bakılırsa
1960'lı yıllarda Milliyet'te çalışmıştır.[26] Bu
durumda Ulunay'la aynı tarihlerde Milliyet gazetesinde mesai
arkadaşıdırlar. Fakat anlattığı hadise için verdiği tarih 1966
olduğuna göre Ulunay'la o tarihte mesai arkadaşı olmayabilirler. Yine de
Altan'ın olayın vuku buluş tarihi olarak zikrettiği 1966, bir hafıza yanılması
değilse Ulunay'ın anlattıklarıyla çok yakın bir tarihte vuku bulmuş olmaktadır.
Bu durumda Emin Âkif hem 1964 Aralığında Ulunay'a, hem de 1966'da Çetin Altan'a
gelmiştir. Altan'ın Milliyet gazetesinde vuku bulan ilk hadiseyi
duymamış ve aynı zamanda Ulunay'ın gazetedeki köşesinden okumamış olması mümkün
müdür? Hadisenin Milliyet gazetesi merkezinde -ufak çaplı da olsa- bir
çalkantıya sebep olmaması düşünülemez.
Ulunay ile Altan'ın yazılarını yan yana koyduğumuzda iki
yazıdan ilkinde bir tavassut dileği, diğerinde ise para yardımı isteği söz
konusudur. Fakat Altan, adını vermediği bazı gazetelerde Emin Âkif'in
‘Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde (...) ölüsünün bulunduğunu' yazmıştır
ki, Emin Âkif'in öldüğünde Tophane'de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri
içinde yaşadığı bilenmektedir. Dolayısıyla Altan'ın verdiği ve birçok
kaynağın ittifakla ondan naklettiği bu hususu doğru kabul etmemiz mümkün
değildir. Altan, 1966'da gerçekleştiğini yazdığı bu hadiseden ‘bir ay geçmeden'
ölümüyle ilgili haberi okuduğunu belirttiğine ve Emin Âkif 24 Ocak 1967
öldüğüne göre hadise 1966'nın sonlarında vuku bulmuş olmalıdır.[27]
Altan'ın Emin Âkif'in ölümüyle ilgili yazdıkları Âkif'in
çocuklarını söz konusu eden birtakım eserlerde[28] aktarılmıştır.
Emin Âkif'in Yarım Kalmış Hatıraları
Söz konusu
hatıraları son iki bölüm hâriç, Millet gazetesinden derlemiş
bulunuyoruz. Yazıların tam künyeleri şöyledir:
"Trabzon
Mebusu Ali Şükrü Bey'le Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık-I, Millet,
Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106, s. 16.
"Eskişehir'de
Silâhlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu-II", Millet, Yıl: III, 19
Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
"Âkif ve
Sarhoş İki İtalyan Şoförü-III", Millet, Yıl: III, 26 Şubat 1948, S.
108, s. 15.
"Âkif En
Ziyade Süs ve Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet, Yıl:
III, 11 Mart 1948, S. 110, s. 16.
"Âkif'in
Hayatında Yegâne Görebildiği Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet,
Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111, s. 17.
"Anlaşıldı
ki Mustafa Sağîr Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya
Gelmişti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet, Yıl: III, 25
Mart 1948, S. 112, s. 15.
"Âkif,
Gözyaşları İçinde Yazıyordu-VII", Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948,
S. 113, s. 18.
"Türk
Neslinin Günden Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu- VIII", Millet,
Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
"Safahat
Şairini Oğlundan Dinleyiniz-IX", Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948,
S. 115, s. 18.
"Pek
Sevdiği Ali Şükrü Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü- X", Millet,
Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
"Gecenin
Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında Duyuluyordu-XI", Millet,
Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
"Annem
Gözyaşları İçinde Beni Hasretle Bağrına Basmıştı-XII", Millet, Yıl:
III, 6 Mayıs 1948, S. 118, s. 18.
"Büyük
Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini
Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl: III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
"Mehmet
Âkif, Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti-XIV", Millet, Yıl: III, 27
Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
"Ruhu
Huzur İçinde, Vatan Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet, Yıl: III,
10 Haziran 1948, S. 122, s. 15 (Birinci kısmın sonu).
Bu yazı
dizisinin Millet'teki bölüm başlığı "Safahat Şairini oğlundan
dinleyiniz..." şeklindedir ve ilk bölümün sunuşu şöyledir:
İstiklal Marşı şairi rahmetli Mehmet
Âkif Ersoy'un, Emin Âkif Ersoy adlı bir oğlu olduğunu bilir misiniz? Emin Âkif,
henüz on üç yaşında iken İstiklâl Mücadelesi'ne katılan babasıyla beraber
Anadolu'ya geçmiş, zafere kadar yanında kalmış, sonra beraberce Mısır'a
gitmiştir. Emin Âkif şimdi ana vatandadır ve safahat şairinin bilinmeyen
taraflarını kucaklayan hatıralarını Millet'in muhterem okurlarına sunmaktadır. [29]
Hatırat tefrikasının bitişinde ise "Birinci kısmın
sonu" ifadesi vardır. Dolayısıyla bu hatıraların devam edeceği okuyucuya
bir nevi müjdelenmiş olmaktadır. Emin Âkif'i Millet gazetesini
yayınlayan Cemal Kutay konuşturmuş ve hatıralarını yazıya aktarmış olmalıdır.
Bu sebeple hatıratın ikinci kısmı belki de gazetede yayınlanacak biçimde
hazırlanamadığı için on beşinci bölümden sonrası gelmemiş olabilir. Dolayısıyla
ikinci kısmın Cemal Kutay Arşivinde kalmış olabileceği akla gelmektedir.
Elbette hiç kayda geçirilmemiş olma ihtimali de vardır. Vefatından sonra ne
durumda olduğunu bilmediğimiz Cemal Kutay Arşivinde araştırma imkânı
bulamadığımız için bu hususta kesin bir şey söyleyemeyiz .[30]
Ayrıca Nusret Safa Coşkun'un Memleket gazetesinde, Kenan
Akın'ın Tercüman 'da Emin Âkif'i konuşturarak yayınladığı hatıralarını[31] da bu çalışmaya ekleme ihtiyacı duyduk. Nusret
Safa'nın röportajı 1947'de gerçekleştirilmiştir ve Emin Âkif o sırada 35-36
yaşlarındadır. Röportaj-yazıda o yaştaki hâlini yansıtan bir fotoğrafının
klişesi de kullanılmıştır.
Böylece Emin
Âkif'in yayınlanmış hatıralarından bulabildiklerimizi derleyerek bir araya
getirmiş oluyoruz.
* * *
Emin Âkif'in
hatıralarında Mehmet Âkif'in İstiklâl Savaşı'na iştirak etmek üzere Anadolu'ya
geçerken yaşadıkları, takip ettiği güzergâh, âilesiyle ilgili anekdotlar ve
yolculuk esnasında ve Ankara'ya geldikten sonra yaşadıkları hakkında birçok
ipucu ve ayrıntı yer alır.
Fakat daha
hatıratın başında yer alan "(...) ben onun yegâne oğlu olduğum (...)"
şeklindeki ifadeyi açıklamak gerekir. Bilindiği üzere Âkif'in iki oğlu vardır.
Fakat hatıratın başladığı tarihlerde Âkif'in küçük oğlu Tahir daha dünyaya
gelmediği için Emin Âkif böyle söylemiş olmalıdır.
Emin Âkif'in
hatıralarına göre Mehmet Âkif yola çıktıktan sonra Karacaahmet Mezarlığı'nda
Ali Şükrü Bey'le buluşmuş, Geyve yakınlarında bir köyde ise Kuşçubaşı Eşref'le
birleşmiştir. Böylece Âkif'in yol arkadaşlarının kimler olduğunu da Emin
Âkif'in hatıralarından öğrenmiş oluruz. İstanbul'dan çıkıp Anadolu'ya geçtikten
sonraki güzergâhı ise Emin Âkif'in ifadelerine göre şöyledir:
Adapazarı-İzmit
üzerinden Geyve, Eskişehir, Ankara.
Ankara'ya
ulaştıktan sonra da çeşitli şehir ve beldelere yolculukları sürmüştür. Emin
Âkif, Ankara'ya yerleştikten sonra ilk olarak Eskişehir'e gittiklerini
anlatmaktadır.
Emin Âkif söz konusu belde ve şehirlere uğradıklarında
nerelerde misafir kaldıklarını, kimlerle görüştüklerini hatırlamıştır.
Eskişehir'de Şefik Bey'in Bakteriyolojihanesine uğramışlar ve akşamları da onun
evinde kalmışlardır. Emin Âkif'in verdiği ayrıntılardan Şefik Bey'in Pendik
Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Kolaylı olduğu anlaşılmaktadır. Şefik Kolaylı[32],
Âkif'in yakın dostlarından Neyzen Tevfik'in de kardeşidir. Eskişehir'de 20 gün
kalmış ve peşinden Ankara'ya dönmüşlerdir. Fakat bu arada Mehmet Âkif Burdur
milletvekili seçildiği için Burdurlular tarafından ısrarla davet edilmektedir.
Bunun üzerine Âkif, yanında Emin ile birlikte Burdur'a doğru hareket eder.
Kendilerine Antalya Mebusu Süleyman Efendi eşlik etmektedir. Burdur'da bir
hafta kadar kalırlar. İstikamet Antalya'dır. Antalya yolu üzerinde Sandıklı ve
Dinar'a uğranır. Antalya'da Süleyman Efendi'nin evinde misafir olurlar. On beş günlük
bir misafirlikten sonra Ankara'ya dönüş başlar. Fakat seferler sürecek ve bir
ay kadar sonra da Eskişehir üzerinden Afyon'a, oradan da Konya'ya gidilecektir.
Dönüş güzergâhı da aynıdır.
Bu esnada
İstanbul'da bulunan ailesini Ankara'ya getirtmek isteyen Âkif, ailenin eski
emektarlarından Halil Ağa ile Ankara'da karşılaşınca ondan ailesini Ankara'ya
getirmesini istedi. Âkif, ailesini karşılamak üzere oğluyla birlikte Çankırı,
Ilgaz, Kastamonu üzerinden İnebolu'ya vardı. Fakat fırtına yüzünden İnebolu'ya
yolcu indiremeyen vapur, Sinop'a yolcularını indireceği için onlar da Sinop'a
gittiler. Âkif, ailesini alarak Sinop'tan Kastamonu'ya götürdü. Âkif dokuz
kişilik ailesini Ankara'da Taceddin Mahallesi'ndeki iki odalı bir evde
barındıramayacağını anlayınca onlara Kastamonu'dan ev kiralayıp Ankara'ya
döndü. Bu kez Emin Âkif annesiyle Kastamonu'da kalmıştı. Fakat babasının
yanında olmayı çok isteyen Emin, o sırada Kastamonu'ya gelen Şefik Kolaylı ile
Ankara'ya döndü. Aylar sonra Kastamonu'daki aile fertleri de Ankara'ya
geldiler.
Emin Âkif'in
hatıralarının yedinci bölümünden itibaren hep Ankara'daki günler anlatılır.
Sakarya Savaşı başladığında Yunanlıların Ankara yakınlarına kadar gelmiş olması
bir panik havası doğurunca başkentin Kayseri'ye nakli tartışılmaya başlanmıştı.
Bu gerçekleşmediyse de birçok mebus, çoluk çocuğunu Kayseri'ye göndermişti. Bu
arada Âkif de yanında sadece Emin'i alıkoyarak diğer aile fertlerini Kayseri'ye
gönderdi. Ancak Sakarya Savaşı kazanıldıktan sonra Ankara'ya döndüler.
Hatıratın on
üçüncü bölümünde Büyük Taarruz günleri anlatılmaktadır. O günlerde Âkif,
Eskişehir, Afyon üzerinden çekilen Yunan ordusu tarafından yakılıp yıkılmış
Bilecik şehrine gittiler. Burada yangın söndürme faaliyetlerine katıldılar.
Hatıratın on
dördüncü ve on beşinci bölümlerinde Yunanlıların İzmir'den denizi dökülüşü,
İstanbul'dan müttefiklerin çekilişi sebebiyle yaşanan sevinç ve o sırada
gerçekleştirdikleri bir Edirne seyahati anlatılır. İstanbul üzerinden Edirne'ye
vasıl olan Âkif ve oğlu burada on beş gün kaldılar.
Âkif, Abbas
Halim Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a gitmeye karar verdi ve Ankara'ya döndü.
Burada milletvekilliğinden istifa eden Âkif, 1923 senesi Eylül sonlarında kış
mevsimini geçirmek üzere Mısır'a gitti.
Mısır'a bu
ilk gidişinden sonra gelişen hadiseler ve Âkif'in ölümünden kısa bir süre önce
Türkiye'ye dönüşünü çok hızlı çizgilerle anlatan bir paragrafla on beşinci
bölüm bitmektedir. Bu bölümün sonuna "Birinci Kısmın Sonu" açıklaması
konulduğu hâlde Âkif'in Mısır'a İstiklâl Savaşı sonunda gidişinden sonraki
hadiselerin tamamen özetlenerek verilmesi, Emin Âkif'in hatıralarının geri
kalan bölümünü de anlattığı izlenimini vermektedir.
Emin Âkif'in
yarım kalmış hatıraları İstiklâl Savaşı sırasında Âkif'in hayatını
araştıranlara birçok ipucu ve ayrıntı sağlamaktadır. Çok teferruatlı bir Âkif
kronolojisi hazırlayabilmek için de bu hatırat tefrikasının mutlaka görülmesi
gerektiği açıktır. Ayrıca Âkif'in İstiklâl Savaşı'na katılma konusunda tereddüt
yaşayan Anadolu şehirlerinde etkili hitabeti ve ikna gücü yüksek düşünceleriyle
nasıl bir rol oynadığını da en iyi bu hatırat metni anlatmaktadır.
12-13
yaşlarındaki bir çocuğun gözlemlerine dayalı olarak ileriki yaşlarında
hatırladıklarından derlenen bu hatırat, Âkif'in kişiliği, aile reisi olarak tavırları,
Millî Mücadele'ye katkısı bakımından müstakil olarak neşredilmeyi hak eden bir
metindir.
Hatıraların
6. bölümünde söz edilen Mustafa Sağîr hadisesiyle ilgili anlatılanlar, konuya
değinilen bir kaynakta -Aykut Kazancıgil Kitabı- verilen bilgilere açıklık
getirmektedir. Burada Emin Âkif'in bu hususta söyledikleri arasında geçen şu
cümleler önemlidir:
İstiklâl Marşı şairinin bu hain İngiliz casusunun
içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağîr'i suç
üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün doğrudan doğruya hayatı ile alâkadar olan
teşkilatlı bir suikasta mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr kendisine
Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni alkışlayan bir ferdi, âlemi İslâm'ın bir âzası,
bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri Türkiye'de İttihadı İslâm
teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir tanındığı için Mustafa Sağîr ile
samimiyet peyda etmiş, içyüzünü henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar
Taceddin Mahallesi'ndeki evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına
faydalanmayı düşünen Hintli casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde
babamın adresiyle mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla
muhabereye başlamıştı. Lâkin Mustafa Sağîr namıyla Hindistan'dan, İstanbul'dan,
hattâ Mısır'dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar
geliyordu ki peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan Mustafa
Sağîr'e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman
katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini
çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı
yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu
kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da havaların
yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler temenni
ediliyordu. Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi. Bu gibi hâllerde istimal
edilen kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil
kebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Aynı konuya Kazancıgil de Avni Refik Bekman'dan naklederek değinmektedir:
(...) Hintli bir casus, Mustafa Sağîr diye bir İngiliz
casusu, Afganistan'daki Afgan Kralını vurmuş... Daha sonra İngilizler tarafından
Ankara'ya Atatürk'ü vurmakla görevli olarak gönderiliyor. Fakat Mustafa Sağîr,
Ankara'dayken bir türlü Atatürk'ü göremiyor; ama bir yandan da İngilizlerle
yazışıyor. "Merak etmeyin, mutlaka vuracağım," diye... Bizimkilere de
Hint Müslümanlarını temsilen geldiğini ve onlardan milli mücadeleye yardım için
para getirdiğini söylüyor. Fakat Mustafa Sağîr'in -Sağîr, küçük demektir- bir
zaman sonra Ankara'da niyeti anlaşılıyor ve asılıyor... Ben ajan olduğunun
nasıl anlaşıldığını, işin aslını merak ettim. Bir gün Ankara Üniversitesi'nde
kimya hocası olan Profesör Avni Refik Bekman bir dergide; "Ben Berlin'de
kimya okumuştum, Adnan Adıvar bakandı, ben de mecliste kâtiptim o
zamanlar," diye bir yazı yazmış, Adnan Adıvar merak etmiş bu adamı, Almanya'da
ne okudu diye... O da, "Biyokimya doktorası yaptım," demiş. Adnan
Adıvar, bunu öğrenince hemen adamı sağlık bakanlığına bağlı, biyokimya
laboratuarı kurmakla görevlendirmiş, aletler bulmuşlar falan. O esnada da
birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey'e; mektubun bir yüzü dolu, arkası
boş! Avni Refik Bey, türlü çalışmalardan sonra kimyasal reaksiyonlar yardımıyla
bu mektupların limonla yazılmış, gizli mektuplar olduğunu buluyor ve Mustafa
Sağîr'in foyası o zaman ortaya çıkıyor ve yakalanıyor. Atatürk belki de ölümden
kurtuluyor bu sayede. Bu olayı sosyalistler ya da başka gruplar kendilerince
açıkladılar zaman içinde; ama kimse bunun böyle kimyasal bir analiz sonucu
ortaya çıktığını anlatmamıştı, mühim bir belge diye hemen bunu buldum ve
yayınladım dergide.
-Nereden buldunuz bu belgeleri?
-Büyük Millet Meclisi'nin
kuruluşunun 50. ya da 60. kuruluş yıldönümünde -tam hatırlamıyorum- bir kitap
çıkarmışlar, o kitapta buldum. [33]
Emin Âkif'le
Bekman'ın verdiği bilgileri telif etmek gerekirse -Kazancıgil'in bahsetmemesine
rağmen- mektuplar Bekman'a Âkif vasıtasıyla ulaşmış olabilir diyebiliriz.
Nitekim Kazancıgil "O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik
Bey'e (...)" diyerek bu hususta muğlak bir ifade kullanır.
* * *
Kenan Akın'ın
görüşmesinde, Emin Âkif'in hatıralarını Orta Çiftlik adıyla kaleme
aldığı vurgulanmakta ve bu hatırattan bazı iktibaslar da yapılmaktadır. Burada
hemen hatırlatmak gerekir ki, bugün elimizde bu hatırat defteri yoktur. Defterin
Millet gazetesinde yayınlanan hatırat tefrikasının devamı olabileceği
veya oradaki bölümlerle birlikte daha fazlasını ihtiva ettiği akla geliyor.
Bugüne kadar
ortaya çıkmadığına göre hatırat defterinin -ne yazık ki- kaybolmuş olduğuna
hükmetmemiz gerekiyor. Çünkü Millet'teki tefrika 12 Şubat 1948 tarihli
nüshasında başlar, 10 Haziran 1948' tarihli nüshasında sona erer. Kenan Akın Orta
Çiftlik adlı bu hatırat defterinden bazı bölümleri 24 Şubat 1966 tarihli Tercüman'da
yayınladığına göre Emin Âkif'in ölümünden (24 Ocak 1967) on bir ay önce kaleme
alınmış durumda olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada Emin Âkif'in -belki de son-
resmi de yer almaktadır. Memleket gazetesinde 1947'de yayınlanan
fotoğrafıyla kıyaslandığında zamanın Emin Âkif üzerindeki yıpratıcı tesiri
bütün açıklığıyla fark edilmektedir.
Akın'ın
röportaj-yazısında Emin Âkif'in MTTB ilgililerince himaye altına alındığı
kaydedildiğine göre bu defterin MTTB arşivinde olma ihtimali akla gelmektedir.
Tabii bu arşiv muhafaza edilebildiyse...
Bütün bunları
destekleyen bir metin olarak Âkif'in ortanca kızı Feride [Akçor] Hanım ve
damadı Muhiddin Akçor ile yapılmış bir röportaj da önemlidir. Bu röportajda
Âkif'in mizacı, İstiklâl Savaşı sırasındaki tutumu hakkında kızı ve damadının
ağzından bilgiler verilmekte; ayrıca Emin Âkif'ten de -adı anılmadan- söz
edilmektedir. Dolayısıyla metni, derlememize eklemiş bulunuyoruz.
Sözü fazla uzatmadan okuyucuları Emin Âkif'le ve
hatıralarıyla baş başa bırakalım.
İSTİKLÂL HARBİ HATIRALARI
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'le Beraber,
Bir Yaylı Araba ile Yola Çıktık[34]
Millî
Mücadele yıllarında Mehmet Âkif'in büyük bir gazâ telakki ettiği bu savaşa
nasıl iştirak ettiğini bugün benim kadar yakından bilen kimse yoktur; çünkü ben
onun yegâne oğlu olduğum kadar, Yunan Harbi'nin cereyan ettiği zamanlarda,
bidayetten nihayete yine onun yegâne can yoldaşı ve yol arkadaşı idim.
İstanbul en
hazin ve pek kara günlerini yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal
etmişlerdi. Boğaz; İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle dolu
iken memleketin muhtelif semtlerinde işgal kuvvetlerinin ayrı ayrı karakolları
ve kuvvetleri vardı. O zamanları çok iyi hatırlarım; on iki yaşımda idim.
Çengelköyü'nde büyük bir evde oturuyorduk.
Bir mayıs
sabahı babam bizzat beni pek erken uyandırdı; kalabalık olan evimizde bir
fevkalâdelik, garip bir heyecan vardı. Annem gizlemek istediği gözyaşlarını
saklayamıyor, herkes bana düşünceli görünüyor idi. Çabucak hazırlandık, Mehmet
Âkif ile gün doğmadan Üsküdar'a müteveccihen yola düzüldük...
Safahat
şairi o zamanlar çok zinde ve pek çevik bir adamdı. Ben de kanı kaynayan bir
çocuktum. Çengelköyü ile Karacaahmet arasındaki mesafeyi süratle katettik.
Henüz güneş doğar iken Üsküdar'ın büyük bir kısmını kaplayan Karacaahmet
Mezarlığı'na vâsıl olmuştuk. Orada bizi bir payton arabası bekliyordu. Merhum
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey oradaydı. Kısıklı üzerinden derhal hareket ettik.
Payton ikindiye kadar bizi Alemdağı arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde
bizim geçtiğimiz yollar pek tehlikeli idi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul
eden bazı hamiyetsiz vatansızlar yolları kesiyor, Millî Mücadele'ye menfaat
temin edebilecek herhangi bir teşebbüse mâni olmağa ellerinden geldiği kadar
gayret ediyorlar idi.
Çiftlikte
pürsilâh heybetli insanlar dikkatimi çekti. Bunların bazıları göğüslerine
çapraz fişeklikler asmışlar, başlarına da İzmir zeybeklerininkine benzeyen
başlıklar dolamışlar idi. İşte bu kahramanlar o muazzam savaşın ilk günlerinde
düşmanlara karşı cephe tutan Kuvayi Milliye'nin serhad fedaileri oluyorlardı.
Orada az bir zaman istirahat ettik. Bize yol gösteren müsellâh bir
süvariyi çiftlikten bindiğimiz atlar ile takip ettik. Geceyi o civar
köylerin birinde köy muhtarının misafiri olarak geçirdik.
Ertesi gün
sabah erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı
arasında bir köye geldik. Orada Kuvayi Milliye'ye cephane götüren kalabalık bir
kafileye rast geldik ve onlara iltihak ettik. Atların taşıdığı cephane
sandıklarının üzerinde şarka doğru gider iken cereyan eden ufak bir hâdiseyi
kaydetmek istiyorum:
Emsali
arasında cesaret ve atılganlığı ile tanınmış bir çavuş kır atının üzerinde aşka
gelerek mavzerini havaya bir iki el boşalttı. Bu vaziyetten cesaret alan efrat
onu taklide başladı. Kuvayi Milliye'ye cephane taşıyan, bu uğurda ölümü göze
alan bu kafile, böyle bir hareketle hata ediyor, boş yere sayısız fişek yakıyor
idi. Mehmet Âkif bu halin devamına dayanamadı, atını ileri sürerek şöyle
bağırdı: «Arkadaşlar boşa attığınız her kurşun bir düşman öldürmeğe kâfi gelir.
Bugünse elimizdeki kurşundan sandıklarımızdaki cephanelerden çok düşmanımız
var, çok rica ederim atışa nihayet veriniz.» Bu sözler derhal tesir etti. Silah
sesleri kesildi. O zamanlar Biga, Karabiga hattâ Geyve ve Adapazarı eteklerine
kadar uzanan bir Anzavur Ahmet Çetesi türemişti. İngilizlerin bir iki ay
zarfında paşalık unvanı ile taltif ettikleri Anzavur Ahmet Paşa aslen Çerkez,
maiyeti de Abaza, Gürcü ve Türklerden mürekkep idi. İngilizler ve güya Halifeye
çalışan bir teşkilât reisi olan Anzavur, kara cahil bir adamdı.
Kafilemiz
Geyve Boğazı'na yaklaşır iken bir köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı'nın oğlu
Eşref Bey'le birleştik. Bu zât Mehmet Âkif'in dostlarından ve sevdiği
arkadaşlarındandır. Harb-i Umumî'de Necid Çölleri'nde de develer üzerinde uzun
boylu arkadaşlıkları vardır. Eşref Bey'le birlikte Enver Paşa'nın yaveri, o
zamanlar binbaşı olan Yenibahçeli Şükrü Bey de var idi. Türk ordusunda
nişancılığı ile şöhret bulan Binbaşı Şükrü Bey'e de Mehmet Âkif'in sevgisi pek
fazla idi. Anzavur Ahmet Çetesi'nin Kuvayi Milliye'ye cephane sevk eden
kafilemizi çevirmek gayesi ile üzerimize geldiğini duyduk. Ancak buna cesaret
edemeyerek bize yol verdi.
Tehlikeli
mıntıka geçildikten sonra biz, yani Mehmet Âkif ve ben, Ali Şükrü Bey,
Kuşçubaşı Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinde
dekovil ile Eskişehir'e kadar daha çabuk gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir'i
işgal etmişler, Manisa, Aydın, Ödemiş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir'den
Ankara'ya tren ile gittik. Atatürk Ankara'da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül
etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.
Tren öğleye
doğru Ankara'ya vâsıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan
Millet Meclisi'nin önünde indik. Babam bana sen buralarda otur diyerek,
Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile
gözüktü. Yanında Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Hoca var idi, daha
tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvelâ Ali Şükrü Bey'in elini sıkarak hoş
geldiniz, diyen Atatürk oldu; bilâhare şaire iltifat etti: "Sizi
bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak,
ben size gelirim" dedi.
Onlar
uzaklaşır iken biz de Ankara'da acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık.
Mehmet
Âkif'in Safahat adı altında kaleminden süzülen 7 ciltlik eserleri
arasındaki altıncı kitap (Asım)'a verdiği emek çok fazla ve pek kıymetlidir.
Ankara'da Tacettin Mahallesi'nde tamamladığı bu cilde Yunan Harbi başında
başlamıştır. Diğer yazıları hakkında büyük bir tevazu gösteren şair, Asım'ı
şaheser olarak kabul ederdi. Aruz vezninin Türk edebiyatında bu kitapta vasıl
olduğu tekâmülüne, zarafetine kendisi bile imreniyor, cidden sanatkârane
işlediği manzumeleriyle iftihar ediyor, gurur duyuyor idi. Ben o zamanlar on
iki yaşında bir çocuktum. Babam beni çok sever, bana gönlünün en mahrem
köşelerini açmakta, içini dökmekte teselli arardı. İstanbul'u işgal ordularının
işgal edişi zavallı babamı madden ve manen harap etmişti. Yazılarını itmam
eylemesi için zaman ve zemin hiç müsait değil idi. Bu yüzden üzüldüğünü, ağır
bir yük altında ezildiğini söylüyordu. Ankara'da gayesine yükselebildi. Bu
muvaffakiyet o kara günlerde onu bayağı sevindirmişti; bu başarısından doğan
derin bir vecd içinde; ziyaretine gelen arkadaşlarının karşısında kendisine
seccadelik vazifesini gören bir karaca derisinin, üzerinde diz çöker, heyecanlı
bir ahenkle Asım'ı okur, dinleyenler yalçın ye muazzam kayalardan çağlayarak
gürleyen bu berrak şelâlenin baş döndürücü nağmeleriyle mest olurlardı. Ben
Asım'ı bu şekilde yaratıcısının ağzından işite işite baştan başa ezberlemiştim.
Babam bazı
hususlarda pek beceriksiz olduğunu daima itiraf eder, bu hâline çok teessüf
ederdi. İkimiz yalnız idik. Çamaşırımızı yıkayacak, söküğümüzü dikecek kimse
bulamıyor, bu yüzden sıkıntı çekiyorduk.
Bereket
versin Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya hocam, Ankara'ya ailesiyle yerleşmiş,
Fatma isminde Erzurum'dan getirdiği hamarat ve gürbüz bir evlâtlığını her gün
muayyen saatlerde bizim de ufak tefek hizmetlerimizi görmeğe memur etmişti.
Daha sonra
komşumuz Ankara mebusu Bünyanlı Hoca, Balıkesir Mebusu Basri Bey, yine
Balıkesir mebusu Abdülgafur Hoca bize büyük bir misafirperverlik ve insanlık
göstermişlerdir. İşte o kara günlerde babamı pek derinden yaralayan, çileden
çıkaran, hırsından ağlatan bir hâdiseyi kaydeylemek isterim: Çengelköyü'nde
oturur iken her sabah kapımıza kadar zerzevat getiren İsmail Ağa isminde bir
bahçıvanın yirmi yaşlarında genç bir oğlu var idi. Büyük Millet Meclisi'nin
karşısındaki parkta bir gün babamı bekler iken Kemal ağabey dediğim bu
delikanlıya rast geldim. Beni görünce cebinden kâğıt kalem çıkardı. Babama
verilmek üzere elime bir pusula tutuşturdu. Herhangi bir sebepten dolayı birkaç
saat caketimin cebinde unuttuğum bu mektubu gece evde babama verdiğim zaman
yalnız idik. Beş altı satırdan ibaret olan bu çirkin yazı şairin temiz mânalar
ifade eden çehresinin azimkâr çizgilerinde korkunç tahavvüller husule getirdi.
Kalınca ve mukavves kaşlarının altındaki biraz müstehziyane bakan kara
gözlerinde şimşekler çaktı!
Eskişehir'de
Silahlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu[35]
Elindeki
kâğıt parçasını parça parça ettikten sonra ‘Allah kahretsin' diyerek fırlattı,
attı. Anladığıma yöre bir iki hafta evvel bu delikanlı babamla Ankara'da
karşılaşmış, İstanbul'dan Ankara'ya gelmesine sebep olarak mevhum vatanî bir
izzetinefis hâdisesini hikâye etmiş. Güya Türklüğe ve Müslümanlığa hakaret eden
bir Fransız subayını öldürdüğünü ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin başşehrine iltica
ettiğini ilâve eylemişti. Aslında hiç bir meziyeti olmayan vatanı ve millî
hisleri uğrunda her şeyi göze alarak bir düşman zabitini yere sermek şehametini
göstermek kabiliyetinden pek uzakta olan bu genç, Mehmet Âkif'in tavassutu ile
bir çete reisinin maiyetine girmiş, zoru görünce silâhını dahi atarak cepheden
firar etmişti. Bu yetişmiyormuş gibi hâlâ temiz kalpli şairi aldatmak hiç bir
zaman affedilmeyecek korkaklık ve küstahlığını hoş göstermek âdiliğinde ısrar
ediyordu.
Anayurdunu
zebunkeş ve nâmert düşman istilâsından korumak için ölümü; şerefin, şehametin
en yüksek rütbesi telâkki eden kahramanlar; o pek karanlık günlerde Mehmet
Âkif'e bir İstiklâl Marşı yazabilmek ilhamını aşılamıştır. Meclis'in önünde
gördüğüm zaman bir memnuniyet hissettiğim, çünkü İstanbul'da köylümüz idi;
Kemal Ağabey gibi karakterinde alçaklık olan bedbahtlar bütün bir milletin
dişili, erkekli, haksızlığa, zulme karşı isyan ederek kıyam ettiği anlarda
utanmıyor, cepheden firar ediyor, bir de Âkif'ten muavenet talep ediyordu.
Yunan
orduları Kütahya, Simav ve Bilecik havalisini henüz işgal etmişlerdi.
Ankara'dan ilk olarak Eskişehir'e hareket ettik. Mümtaz Bey isminde genç bir
yüzbaşı trende bize refakat ediyordu. Babam, ben, Yüzbaşı Mümtaz Bey üç kişi idik.
Cephelerde harikulade yararlıklar gösteren Mümtaz Bey'e babam çok hürmet
ediyordu. Cephede yaralanmış, Ankara'da tedavi görmüş tekrar cepheye avdet
ediyordu. Çok yakışıklı ve ağır bir gençti.
Trenden
Eskişehir'e inince yabancılık çekmedik. Bugün Ziraat Bakanlığı'nda salahiyetli
bir mevkii olan eski Pendik Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Bey de otuz kırk
çift sığır bir o kadar davar, at ve arabalarla mühim bir kalabalık ve yekûn
teşkil eden müessesesini düşman istilâsı karşısında Pendik'ten Bursa'ya, oradan
da Eskişehir'e kaçırmıştı. Bu o zaman için nev'inde müstesna fevkalâde bir
muvaffakıyet sayılıyordu.
Eskişehir'de
Şefik Bey'in henüz işgal ettiği bakteriyolojihanesinde misafir edildik. Bina
geniş ve güzel, hayvanları kâmilen alabilecek ahırlar muntazamdı. İstanbul'dan
Ankara'ya gelirken Geyve Boğazı'nı çeteci Eşref Bey'e cephane götüren yine onun
tayfasından bir kafile ile geçmiştik. Eskişehir'de Kuşçubaşı'nın oğlu çeteci
Eşref Bey babamın ziyaretine geldiği zaman pek zinde ve pürsilah bir adam idi. Bir
doksan boyunda çok geniş omuzlu 110 kiloluk bir insandı. Benim o zamanlar ata
öyle dehşetli bir iptilam bir merakım vardı ki bu halimi hissedince bana bir
kısrak hediye etti. Hayatımda hiç bir hediye beni bu derece sevindirmemiştir!
Babam
vaziyeti görünce; İyi amma oğlum, biz başımızı sokacak bir yer bulduk da
atımıza mı bir ahır temin etmek kalmıştı? Ne yapalım Allah onu da versin!
Eskişehir'de
yirmi gün kaldık. Geceleri Şefik Bey'in evinde kalıyorduk. Eşref Bey'in bana
bağışladığı kısraktan akşamları ayrılmak en büyük üzüntümü teşkil ediyordu.
Çocuk idim. Harpten düşmandan çokluk bir şey anlamıyordum. Her an her dakika
karşılaştığım çakı gibi zabitler çevik, atik süvariler, pürsilâh çeteler hiç
bunlar dururken korkak düşman bu yerlere gelebilir miydi?
Babam da bir
hayvan tedarik ediyor. Bazen Eskişehir eşrafından Osman Bey namında bir zatın
şehirden birkaç saat uzaktaki çiftliğine gidiyor idik. Orası Kuvayi Milliye'ye
yeni iltihak edenlerin bir talimhanesi haline getirilmişti. Çeteci Eşref Bey,
Sami Bey, Binbaşı Şükrü Bey nereden tedarik edildiğini bilmediğim bazı ağır ve
hafif makineli tüfekler ile ateş ediyorlar. Daha ileride süvariler muhtelif,
manevralar yapıyorlardı. Eskişehir'den bir bayram günü Ankara'ya hareket
ettiğimizi hatırlarım. Babam bu şehirden daha neş'eli, daha ümitvar olarak
ayrılıyordu. Safahat şairinin en büyük kusurlarından biri de hislerini
gizleyememesidir, kırıldığı zaman imkânı yok belli eder, kaşları gayri ihtiyarî
çatılır, geniş alnı gerilir. Daha garip parlamağa başlar, bütün hal etvarı
iğbirarını izhar eder. Aksi takdirde sevindiği zamanlar, sürurunu gizleyemez.
Gözlerinin içi güler. Ben tabiatını bildiğim için halinden anlıyordum. Babam
İstanbul'dan ayrılır iken bu kadar nikbin değildi. Her halde onun gönül
ferahının sebepleri, hem de çok mühim sebepleri vardı.
Evinde
misafir kaldığımız Osman Bey çok zengin bir vatandaştı. Kuvayi Milliye'ye maddî
müzaherette bulunmak istiyordu. Lâkin kayınpederini buna ikna edememişti. Aslen
Tatar ve gayet sofu olan bu ihtiyara babam derhal tesir etti. Bu harbin bir
cihat hem de çok kıymetli bir gaza olduğuna onu ikna etti.
İki akşam
eylerinde misafir kalmıştık. İhtiyar halinde bahçe kapısına kadar babamı teşyi
eden Hacı Tahir Ağa babama titrek elini uzatırken ağlıyor. Gözyaşları arasında
bizi selametliyordu.
Mehmet Âkif
Burdur, Biga Mebusu seçilmişti. Biga maalesef düşman istilâsı altında kalmıştı,
Burdur'a pederi davet ediyorlardı. Ankara'da on beş yirmi gün kadar kaldıktan
sonra cenuba doğru hareket ettik. Seyahatimiz yaylı bir araba ile başladı. Bu
seferimizde bize Antalya Mebusu Süleyman Efendi refikası ile birlikte iştirak
ediyordu. Günlerce muayyen mevkilerde mola vererek yol aldık. Burdura vasıl
olduğumuz zaman bu uzun araba yolculuğu hepimizi epeyce yormuştu. Lâkin orada
gördüğümüz iyi kabul bize bütün acıları unutturdu. Mehmet Âkif'i Burdur eşrafı
aralarında taksim edemiyorlardı. Her akşam bir yerde ağırlanıyor. Şerefimize
ziyafetler, hususî toplantılar tertip ediliyordu.
İngilizlerin
o günlerde bize şimdi olduğu gibi müttefik olduklarını kendileri dahi iddia
edemezler. Millî Mücadele başlayınca; İngilizler Osmanlı Hanedanı'ndan politika
bakımından da faydalanmağa kalktılar.
İşte Mehmet
Âkif'in kat'iyyen mürteci bir softa olmadığına Anadolu'nun çok derinlerine
kadar zehirli filizler salan bu propagandaları milletin kalbinden söküp atması
delâlet eder.
Mehmet Âkif
Millî Mücadele'nin muazzam bir cihat olduğuna halkı o kadar yakından ikna
etmişti ki; bu vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı
ki, Anadolu'nun birçok vilâyetlerinde, kazalarında hattâ nahiyelerinde,
camilerde, medreselerde, meydanlarda insan kütlelerine karşı hitap etti. O çok
samimî konuşuyor. Doğruyu söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde çok derin tesir
ediyor. Onu bir kere dinleyen ve eli silâh tutabilen bütün erkekler ailesiyle
vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allaha emanet ederek cepheye
koşuyordu.
Babamı ilk
defa Burdur'da hükümet konağında üç dört yüz kişiyi mütecaviz bir cemaate karşı
hitap ederken gördüm. Fazla bağırdığı zaman sertleşen gür sesi ile konuşuyor.
Çok heyecanlı olduğu bütün hareketlerinden belli oluyordu. İzmir havalisinden
sızan kara haberleri vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, mülevves
çizmeler altında çiğnenen tarihî ve ilâhî mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade
ediyor. Bu fecayiin yürekler acısı avakıbını öyle acı bir dille tarif ediyordu
ki: Ben de dinleyiciler arasında sıkışmıştım.
O muazzam
kalabalık derin bir sükûta dalmıştı. Lâkin bu öyle bir sessizlik öyle bir hava
idi ki, kasırgalar koparacak ruhların kellesini koltuğuna almağa niyet eden
başların son kat'î kararından doğuyordu. Bir de şurada burada hissiyatına malik
olamayarak hıçkırıklarını tutamayan vatanseverlerin iniltileri duyuluyordu.
Burdur'da bir
hafta kadar kaldık. Babama çok fazla iltifat ettiler. Öğle ve akşam yemeklerini
başka başka yerlerde davetli olarak yiyorduk. Safahat şairi boğazlı bir insan
değildi. Bünyesine nispeten az yerdi. Lâkin güzel yemekleri intihap etmekte
bilhassa sanatkârane yapılmış hamur tatlılarını seçmekte zevki selim sahibi
idi. Burdur'da eşraftan bazı kimselerin sofralarında yediğimiz armudî şekilde
imal edilmiş bir tatlı çok hoşuna gitti. Hane sahibinden bunun ismini bile
öğrenmeye kalktı. Antalya Mebusu Hacı Süleyman Efendi ile Antalya'ya kadar
arkadaşlık yapacağımızı söylemiştim. Hattâ Süleyman Efendi'nin refikası dahi
bizimle birlikte seyahat ediyordu.
Akif
ve Sarhoş İki İtalyan Şoförü[36]
Burdur'dan
cenuba müteveccihen hareket ettik. Seyahatimize yine yaylı ile devam ediyorduk.
Sandıklıya kadar epeyce uzun ve arızalı olan mesafeyi hiç mola vermeden
katettik.
O zamanlar
Sandıklı dört tarafı dağlar ile çevrili çukurda, küçük bir kasaba idi.
Havasından ağır ve sıtmalık olduğu hissediliyor. Bakımsızlığı dikkat çekiyordu.
Orada iki akşam yattık. Birinci akşam babam kasabanın, en büyük camiinde yatsı
namazını müteakip minbere çıktı. Cemaate karşı vâiz tarzında nutuk verdi.
Sandıklı ile Dinar arasındaki yolu daha kolaylıkla geçtik. Hem arazi daha
müsait hem de yol düzgünce idi. Dinar'da üç gün eğlendik Misafir kaldığımız yer
büyük bir bina idi. Hane sahibinin ben kadar çocukları vardı. Üç gün onlarla
vakit geçirdim. Babam müteaddit yerlere gitti, geldi.
Dinar'dan
Antalya'ya kadar uzun bir mesafe, hem de ormanlık, dağlık bir yol katettik. Bu
sefer yolculuğumuz yaylı ile değil kamyon ile başladı. İtalyanların idare
ettikleri kamyonlar o zaman Antalya ile Dinar arasında işliyor, yolcu ve yük
taşıyorlardı. Sarhoş bir İtalyan şoförü ile yine sarhoş muavininin idare ettiği
kamyonda dört kişi iki de biz altı yolcu idik. Geçen bir hâdiseyi nakletmek
isterim: Babam, Süleyman Efendi'ye; Allah, mukadderatımız bu iki sarhoş
İtalyan'ın eline kaldıysa yardımcımız olsun, derken; süratle giden makineden
fesi uçtu.
Babam
direksiyonu idare eden İtalyan şoförün omzunu dürterek ve Türkçe olarak
rüzgârın fesini başından aldığını, makineyi durdurmasını söylüyordu. Suratının
gayritabii kızıllığından gözlerinin şehlâ nazarlarından adamakıllı şarap içtiği
anlaşılan şoför, dudakları arasından İtalyanca bir şeyler mırıldanıyor, süratle
yola devam etmekte ısrar ediyordu.
Mehmet Âkif,
çok kavi, aynı zamanda usta bir pehlivandı, şoför arkadaşının yanında
müstehziyane bu muhavereyi takip eden muavinim yakalarını kuvvetli elleriyle
yakaladı, herifi oturduğu yerden yukarıya doğru öyle şiddetli çekti ki İtalyan
âdeta muallakta kaldı, bu şekilde adamı iki üç defa ileriye geriye tartakladı,
tekrar yerine oturturken bu sefer Fransızca arkadaşına hemen durmasını haber
vermesini ihtar etti. Süleyman Efendi ve refikası şaşırmışlar, ben de bir iki
dakika içinde cereyan eden bu hâdisenin neticesini heyecanla bekliyordum.
İki İtalyan
bir şeyler konuştular, kamyon yavaşladı ve istop etti, babam beni fesini
getirmeğe yolluyordu. Otomobilden derhal atladım, fesi üç dört yüz metre
geçmiştik, koşarak gitsem dört beş dakika bir zaman kaybedecektim. Babamı hiç
merak etmiyordum, çünkü o bu iki İtalyan'ın hakkından gelebilecek kadar
kuvvetli ve silâhlı idi!
Babamın
hasırsız fesi -daima öyle fes kullanırdı- çok uzaklarda şosenin kenarında
yatıyordu. Aldım, koşarak döndüm, yolumuza devam, ediyorduk. Şoför hırsını
sanki süratten alacakmış gibi uçarcasına sürüyordu. Babam ise şöyle
söyleniyordu: Bu herifle az evvel boğuşmaktan hiç ürkmüyordum; amma şimdi,
kellesi dumanlı olan şoförün baş döndürücü şu süratle gidişinden huylanıyor,
daha doğrusu korkuyorum!
Makineye su
almak üzere saatlerden beri devam eden ormanın az meyilli yamacında bir akar
çeşme önünde durduk. Bereket versin İtalyanlar kin gütmüyorlar, aramızda hiçbir
hâdise geçmemiş gibi gayet pişkin ve samimî davranıyorlardı. Babamın Fransızca
konuşması hayretlerini mucip olmuştu. İstiklâl Marşı şairinden uzun uzadıya
mukabele görmedikleri halde konuşuyor ona iltifat ediyorlardı.
Antalya
Mebusu Süleyman Efendi zengin aynı zamanda âlim ve asilzade bir adamdı... Bizi,
ağaçlık, çiçeklerle, süslü büyük bir bahçenin ortasındaki köşkünde misafir
etti. Bahçedeki fıskiyeli havuzların içerisinde kırmızı balıklar yüzüyor, ayrı
bir köşeyi portakal ve limon ağaçları kaplıyordu.
Antalya,
Anadolu'da o zamanlar gezdiğim memleketlerin en güzeli sayılabilirdi. Maalesef
bu şirin şehrin sahillerinde İtalyan askerleri yüzüyorlar, müttefikler arasında
Türklere pek yüksek medeniyet ve nezaketlerini pahalıya mâl etmeyi siyaset
ittihaz edinmiş olan bu millet, şehirde tedricen nüfuz etmiş daha içerilere
doğru kol atmak emeliyle mürettep plânlarını muvaffakiyetle neticelendirmeğe
yelteniyorlardı.
İstiklâl
Marşı şairi, bu memlekette boşuna zaman itlâf etmedi. Kuvayı Milliye'ye silah,
cephane vesaire temin edebilmek için nakden fedakârlık gösterebilecek kimseler
ile mülâkatlar yapıldı. Süleyman Efendi bu vadide teşekkül eden bir şebekeye
reis intihap edildi. Bu teşkilâtı ana hatlarını Mehmet Âkif ile Ankara'da
tertip etmişler, yollarda hazırlamışlar, Antalya'da tatbike koyulmuşlardı. Ben
açıktan kulak misafiri, olmuştum. Maalesef bu vadide daha sarih malûmatım
mevcut değildi sinnim de buna gayri müsaitti.
Âkif; En Ziyade Süs ve Modaya Düşkün
Erkeklere Çok Kızardı[37]
Antalya
Mebusu Hacı Süleyman Efendi edebiyata çok meraklı idi. O günler ise güzel
sanatlar ile meşgul olunacak vakitler değildi. Demek oluyor ki: Süleyman
Efendi'nin Acem Edebiyatı'na ifrat derecesindeki sevgisine hanesinde misafir
ettiği şairi gecenin ilerlemiş saatlerinde kavuşabildiği yalnızlıktan mahrum
etmesi delâlet eder.
Babam akşam
yemeklerini yedikten sonra çok geç vakitlere kadar oturan ziyaretçilerden
ayrılarak tam odamıza çekilerek kafamızı dinleyeceğimiz sıralarda Süleyman
Efendi elinde bir takım Acem divanları ile gelir. Sabahlara kadar peder ile
konuşur, okur, uykusunu severek feda ederdi. Safahat şairi ise namütenahi
nazikti. Değil Süleyman Efendi gibi makul ve zarif kimseleri, o sırasında
mütemadiyen saçmalayan edebiyat hastalarını bile nezaketen dinler ve
sabrederdi.
(Mahalle
Kahvesi) bence Safahat şairinin şaheserlerinden biridir. Eski mahalle
kahvelerinin duvarlarına yazılan beylik manzumeler hakkında şu söz ne kuvvetli
ve müstehzi bir buluştur.
Bedaheten
kusulan herzepareler ki düşün! Epey zaman daha lazım idi herze olmak için!.
Bunu otelde bana zorla şiirlerini okuyan eski hukuk mezunlarından bir zata
söyledim de üzerine hiçbir şey alınmadı. Çünkü hiçbir şey anlamadı!..
Antalya'da on
beş gün kadar eğlendik. Tekrar Ankara'ya hareket ettik. Dinar'a kadar
Manavgatlı zengin bir tüccarın Fort otomobili ile gittik. Oradan yolumuza yaylı
araba ile devam ettik. Burdur'da bizi daha samimi ve candan karşıladılar.
Ahalinin ısrarı karşısında bir hafta kalmak mecburiyetinde kaldık. Ankara'ya bir
gün evvel vasıl olmak için can atıyordum. Ev sahiplerine emanet bıraktığımız
kısrağı öyle göreceğim gelmişti ki gece rüyalarıma bile giriyordu!..
Mevsim kıştı.
Birinci İnönü Muzafferiyeti'nin müjdesini Ankara'ya gelişimizden sonra haber
aldık. Mehmet Âkif'i bu zafer çok sevindirmişti. Geceleri onunla bir yatakta
yatardık.
Bana o gece
bu zaferin ehemmiyetini, kıymetini, Allah'ın bize müzaheretini anlatmaktan zevk
alıyordu. Yalnız kaldığımız zamanlar kendisine münasebetli münasebetsiz birçok
şeyler sorardım. Benim anlayabileceğim şekilde uzun uzun izahat verir sorduğum
sualleri bana anlatmaya çalışırdı.
Çocukluğum
saikasıyla bazen kendisinden sorduğum bir şeyi bana uzun uzadıya anlatırken
dalar onu dinlemezdim. Bir defasında kulağımı acı acı çekti. Bana bir iki gün
hiç yüz vermedi. O zamanlar Ankara'da Taceddin Mahallesi'nin münzevi bir
köşesinde müstakil iki odalı bir evde oturuyor. Babam yazılarını yazacak,
düşünebilecek, kafasını dinleyebilecek asude bir zemin bulmuştu. Mehmet Âkif'i
bu sırada Eşref Edip Bey çok sık ziyaret ederdi. Âkif'e misafir olmakla temiz
bir ev temin etmiş oluyordu. Zaten Eşref Edip Bey hayatı imtidadınca Mehmet
Âkif'i bırakmamış, ta Mısır'a kadar takip etmişti. İstiklâl Marşı şairi rahmeti
rahmana kavuştuktan sonra (Mehmet Âkif) başlığı altındaki yazılarını tekrar
etmişti.
Safahat
şairinin bazı hususiyetlerini söylemekte hiçbir mahzur görmüyorum; pek
yakınlarından başka kimselerin bilmediği, itiyatları, içyüzü, kendisinin
hoşlandığı veyahut sevmediği şeyler içerisinde aleyhine fikir yürütülecek
hiçbir ahlâkı yoktur. Temizliği çok severdi. Vücudu, eli, ayağı her zaman
nazarı dikkati celbedecek derecede temizdi. Dişlerini misvak ile fırçalar,
nezafetine itina ederdi. Tırnaklarımı zamanında kesmeyerek temiz tutmamaklığım
hayatta babamdan müteaddit defalar azar işitmeme sebep olmuştur. Sabahları
gayet erken kalkar, mevsimlerin soğukluğunu nazarı dikkate almayarak yaz kış
soğuk su ile duş yapardı. Yatağa girerken ayak yıkamak bu da peder ile bir
arada geçen yıllar imtidadınca çarnaçar mecbur olduğum bir keyfiyet idi. Bu
yüzden de şairin epeyce ağır olan laflarına ihtarlarına hedef oldum.
Eşref Edip
Bey Taceddin Mahallesi'ndeki evimize misafir olunca babamın o güne kadar sade
bana inhisar eden azarlarına ortak oldu.
Mehmet
Âkif'in şıklık ile hiçbir alâkası mevcut değildi. Hele erkeğin tuvalet ve süse
kıymet vermesini hiç kabul etmiyordu. Gençlerin cinsiyetine yakışır bir tarzda
giyinmelerine muarız değildi. O tırnaklarına manikür yapan, zülüflerini acaip
bir şekilde uzatan, yürüyüşüne gayri tabii bir reşakat ilave etmeye kalkışan
kimselere fena halde kızardı. "Ecnebileri taklit etmek bunu kabul
ediyorum" derdi. "Ancak Frenklerde taklit edilecek manikürden,
danstan, tuvaletten daha mühim işler dururken ikinci hatta üçüncü derecede
kalan fuzuli fantezilere özenenleri sevemiyorum. Baştan başa katılaşmağa,
erkekleşmeğe muhtaç olduğumuz şu günlerde Levantenlik çok yersiz, aynı zamanda
pek tehlikeli bir şey." Mehmet Âkif Milli Mücadele senelerinde böyle
düşünüyordu...
Antalya'dan
Ankara'ya geleli ancak bir ay olmuştu. Mevsim kıştı. Babamı Büyük Millet
Meclisi'nin önündeki parkta bekliyordum. Akşam ezanı okunmak üzere iken Meclis
binasının büyük kapısından mebuslar grup grup dağılıyorlardı. Uzaktan babamı
ayağındaki siyah çizmelerinden elini kolunu kendine has bir şekilde
sallayışından tanıdım. O tarafa doğru koşarak bekledim.
Âkif'in Hayatında Yegâne Gördüğü Toplu
Para: 970 lira idi[38]
O zaman en
ileride gelen Atatürk başındaki siyah kalpağı sırtında aynı renkteki paltosu
elinde bastonu ile yanımdan geçmek üzere idi. Her halde nazarı dikkatini
çektim. O esnada babam da yanıma gelmişti. Ben elimle onu tuttum. "Oğlunuz
mu?" diye babama soran Gazi müsbet cevap alınca soğuktan üşüyen parmaklarıyla
suratımı okşadı ve uzaklaştı. O ince uzun parmakların çehremi okşamasından hâlâ
gurur duyuyorum...
O akşam babam
ertesi gün için daha erken kalkacağımızı uzun bir tren yolculuğuna hazır olmamı
haber verdi; Eskişehir üzerinden, Afyon'a oradan da Konya'ya gidecektik. Birkaç
kat çamaşırımızı muhafaza eden bavulu ben taşıyamıyordum. Sabahın pek erken
saatlerinde yürüyerek Ankara İstasyonu'na vasıl olduk. Ankara'yı kesif bir sis
tabakası gizliyor, şehir derin bir sükûn içinde uyuyordu. Artık bu yola gide
gele bütün aradaki istasyonları bile öğrenmiş ve bu geniş Haymana Ovası'nın,
trenin pencerelerinden döne döne uzayan ufuklarını seyrede ede ezberlemiş idim.
Haymana, saatlerce tükenmeyen uçsuz bucaksız ova... Düşmanın, taarruzlarını
bağrında boğan o kahraman toprak! Bugün çok kıymetli şehitlerimizin muazzam bir
makberesi olduğu kadar, Ankara'yı işgal ederek Türklüğü haritadan silmek
sevdasıyla can veren zebunkeş düşmanlarımızın seraplar ile karşılaştıkları suya
hasret bir vatan köşesidir. Eskişehir'de hiç kalmadık, bizi Konya'ya kadar
götürecek başka bir trene aktarma yaparak yolumuza devam ettik.
Afyonkarahisar'da kalmağa niyetimiz olmadığı halde, Afyon mebusu Şükrü Bey
namında bir zat babamı istasyonda tesadüfen gördü ve bizi trenden inmeğe mecbur
etti. Şehre girdiğimiz vakit karanlık yeni çöküyor idi, dehşetli bir soğuk
ortalığı kasıp kavuruyor idi. O akşam Şükrü Bey'in istasyona pek uzak olmayan
hanesinde yattık. 48 saat kadar süren bir tren yolculuğunu müteakip haritada
olmayan bu misafirlik bize çok iyi geldi! Gayet teniz ve kaba bir döşekte
istirahat ettik, yorgunluğumuzu aldık.
Milli
Mücadele'de Afyonkarahisar, malûm olduğu gibi ismi dünya tarihine karışan ve
Orta Anadolu'ya bir köprü mevkiinde bulunan mühim bir vilâyetimiz idi. Türkiye
Cumhuriyeti bugünkü refahını, istiklâlini; istiklâl dedikten sonra söylenecek
bir şey kalmıyor, velhasıl Cumhuriyet Hükümeti'nin haricî ve dahilî düşmanlar
tarafından baltalanmakta olan temelleri, Afyonkarahisar'da savrulan Türk
mermilerinin açtığı zaferle pek sağlam olarak yerine oturmuş idi. Müttefik
devletlerin yurdumuzda en metin bir mevkii müstahkem olarak tahkim ettiği,
icabında harikalar yaratan Türk gücünün katiyen yıkamayacağı kat'î kanaatinde
bulunduğu, Afyonkarahisar'ın istirdadı, tarihin seyrini değiştirmiş bütün vatanda
maneviyatı yükseltmiş, zafer, intikam aşkı ile tutuşan gönülleri coşturmuş
münhezimen kaçan düşmanı kovalamakta piyade süvari ile baş başa gelmiştir.
Misafiri
olduğumuz Afyonkarahisar mebusu Şükrü Bey aslen yerli imiş, babam ile
aralarında geçen muhavereyi hatırlıyorum: Afyon'da doğmuş ve büyümüş, fakat
hemşerilerini beğenmiyordu. Kuvayi Milliye'ye gönüllü giden vatandaşlar
arasında hemşerilerinin diğer yurttaşlar kadar yararlık, cesaret, fedakârlık
göstermediklerini, bu yüzden pek müteessif olduğunu anlatıyordu. Babamın
herhalde Konya'da görülecek mühim işleri vardı. Çünkü Şükrü Bey'in birkaç zaman
daha kalmamız üzerindeki ısrarlarını suret-i nazikânede kabul etmedi. Afyon'a
varışımızın dördüncü günü Konya'ya müteveccihen şehirden ayrıldık, Konya
İstasyonu'nda bir arabaya bindik, Hüsamettin Bey isminde bir zatın kapısının
önünde indik. Babam bana trende iken Konya'da gideceğimiz yerin rahat ve temiz
bir yer olduğunu zannettiğini söylemişti. O zamanlar Konya'da yurdun muhtelif
taraflarına beyannameler, günlük emirlere benzer neşriyat tab' eden bir
matbaanın müdürü ve sahibi olan Hüsamettin Bey babamı Ankara'ya geldiği esnada
Konya'ya davet etmiş, Mehmet Âkif de onun bu davetine icabetle beni de birlikte
götürmüştü. Konya'da da benim vakitlerim çok güzel geçiyordu. Gündüzleri ev
sahibinin kendi yaşındaki oğlu ile geziyor, on dört yaşlarında olan Cemil ile
Konya'nın görülecek yerlerine gidiyorduk. Babamı bu şehirde çok iyi
karşılıyorlardı. Her akşam birlikte davetli olduğumuz yerlere gidiyor, hane
sahipleri tarafından çok büyük kabul ve hürmet görüyorduk.
Konya'da
babam ile birlikte gittiğimiz yerlerde ibadete verilen kıymet sair
vilâyetlerden daha ziyade idi. Namaz zamanlarında, cemaatle kılınıyor.
Müslümanların, Allah'a secde ederek borç bildikleri bu ibadeti bütün hazır
bulunanlar eda etmekte kusur göstermiyorlardı. İstiklâl Marşı şairini ekseri
imamete intihap ediyorlar, o bazı yerlerde tevazu gösterdiği zaman ısrar ile
onu saflarının önüne sürüyorlar idi. Mehmet Âkif Kur'an'ı başından sonuna kadar ezbere bilirdi. Hıfzı çok
kuvvetli idi. Şairlik hususiyetlerinden birisi de, hafızasının pek kuvvetli
oluşudur, bilhassa gençliğinde bir kere okuduğunu ezberleyecek derecede
kuvvetli bir dimağa sahip olduğunu neşeli zamanlarında iftiharen söylerdi.
Safahat
şairinden 1934 de Kahire'de ayrıldım. Onun tek oğlu olduğum için bana çok
düşkün idi. Ben de kendisini candan sever, kendisine karşı içimde korku ile
karışık derin bir hürmet taşırdım. Bir arada yaşadığımız son günlerde, ah
diyordu, paraya kıymet vermedim, şimdi yanıldığımı görüyorum, hayat, dünya
benim bildiğim gibi değilmiş! Lâkin çok geç aklım başıma geldi...
İşte babam
Konya'da iken bana şu sırrını da ifşa etti: Hayatımda bu kadar zengin olduğumu
[hiç] hatırlamıyorum. Cebimde 960 lira param var. Ne yazık ki annen,
kardeşlerin İstanbul'da şimdi yoksulluk çekiyorlar. Onlara para gönderebilecek
bir vasıta bulamıyorum. Bu yüzden çok üzüntü içindeyim. Zavallı babacığım dokuz
yüz Türk lirasını tecavüz eden toplu bir parayı bir arada yeni gördüğünü itiraf
ediyordu. Bu servete malik olmasının sebebi de ailesine birkaç aydır para
yollayamamış olması idi.
Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr, Bir Hain ve Casustu.
Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti.
Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca...[39]
Babam
Konya'da Kuvayi Milliye'yi takviye edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak,
milletin gönlünde heyecanlar yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi, konferanslar
verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak
veriyorlardı.
Babamı
İstanbul'daki refikası ve kardeşlerim çok meşgul etmeğe başladı. Kendilerinden
haber dahi alamıyorduk. O zamanlar posta ile muhabere etmek de kabil olmuyordu.
En ziyade bu işe bir nihayet vermek, hiç olmazsa onlara para gönderebilecek bir
vasıta bulmak emeliyle Konya'yı terk ettik. Tren ile Afyon, Eskişehir, oradan
da Ankara'ya avdet ettik. Babam, Ankara'da Koyunpazarı'nda meşhur bir kebapçı
olan Hacı Kadri Ağa'nın daimî bir müşterisi, aynı zamanda samimî bir arkadaşı
olmuştu. Saf, hakikatte biraz da cahil bir adamcağız olan Hacı Kadri Ağa şaire
çok fazla tesir etmişti. Ankara'nın yerlisi, temiz bir Türk kanı taşıyan bu
nurlu yüzlü ihtiyar, cidden muhterem bir adam idi. Konya'dan avdetimizi
müteakip bir öğle yemeğini kebapçı dükkânında yer iken tesadüf karşımıza Halil
Ağa'yı çıkardı. Halil Ağa bizim eski emektar aşçımız ve sadık bir adamımız idi.
Esasen Bolulu olan bu adamcağız Harbi Umumi'de İngilizlere esir düşmüş,
esaretten kurtulmuş, pederin Ankara'da olduğunu işitince onu aramağa gelmişti.
Ankara'da
Halil Ağa'yı bulmak babamı cidden sevindirdi. Çünkü aşçımız babamın her cihetçe
itimat edebileceği sadık ve fedakâr bir emektardı. Babam Halil Ağa'ya hemen
İstanbul'a hareket etmesini, beş altı kişiden mürekkep olan annemi ve
kardeşlerimi Ankara'ya getirmesini söyledi.
Halil Ağa
İstanbul'da kalan, annemi ve kardeşlerimi Ankara'ya getirmek üzere Ankara'dan
Sinop'a, oradan da İstanbul'a varabilmesi muayyen bir zamana mütevakkıftı.
İstanbul'dan ailemizin hazırlanıp yola çıkmaları, İnebolu'ya gelebilmeleri,
bütün bunları aksi ihtimalleri de göz önüne alarak hesap ettik. Halil Ağa'nın arkasından
on beş gün sonra babam ile Ankara'dan ayrıldık. Yaylı bir araba ile Çankırı
üzerinden Ilgaz'ı geçtik. Kastamonu'ya, oradan yine yaylı araba ile Küre
tarikiyle İnebolu'ya vardık. Halil Ağa'yı İstanbul'a götüren Bahri Cedit vapuru
biz İnebolu'ya vasıl olduğumuz sıralarda Karadeniz Boğazı'nı aşmıştı. Annem ve
kardeşlerim Halil Ağa ile beraber bu vapur ile geliyorlardı.
«Bahri Cedit»
yolsuz küçük bir vapur idi, mevsim kış, Karadeniz'de tipi ile karışık dehşetli
bir fırtına başlamıştı, haftalarca devam eden bu hava, denizleri allak bullak
etmiş, Bahri Cedit'in haftalarca dalgalar arasında bocalayan talihsiz yolcuları
karaya çıkmaktan ümitlerini kesmeye başlamışlardı.
Babam ile
İnebolu'da yolcularımızı sabırsızlıkla bekliyor idik. Dört gün evvel İnebolu
açıklarında görünmesi lâzım gelen Bahri Cedit'ten hiç bir haber yok idi.
Sahillerde şarapneller gibi patlayan dalgalara bakar iken annemin ve
kardeşlerimin sağ salim karaya çıkmalarına dualar ediyor, heyecanlanıyor idim.
Nihayet beşinci günün akşamüzeri Bahri Cedit muazzam dalgaların arasında bir
ceviz kabuğu gibi yalpa vuruyor, İnebolu'yu acı acı düdük çalarak selâmlıyordu.
Lâkin bu fırtınada yolcu indirmek imkânsız bîr hâdise idi. İnebolu'nun meşhur
kayıkçıları bu havada denize açılmak cesaretini gösteremediler. Yalnız sahilden
dört çifte sağlam bir kayık denize çöken alaca karanlık içinde coşkun dalgalar
arasında kâh yükseliyor, kâh nazarlardan kayboluyor, vapura müteveccihen
dalgalar içerisinde yol almağa çabalıyor idi. O gün Bahri Cedit vapurundan bu dört
cifte sandal bir tek yolcu aldı.
Hintli
Mustafa Sağîr karaya çıkarıldı. Bu zat İslâm Hindistan ile kurtuluş mücadelesi
yapan Türkiye'nin münasebetlerini tanzim etmek için İslâm âlemi adına Ankara
hükümetine elçi gönderiliyor idi. Aradan üç dört ay geçtikten sonra aynı adamın
Ankara'da Büyük Millet Meclisi karşısındaki meydanlıkta asılmış cesedini
gördüm. Kurnaz bir İngiliz casusu olan bu Hintliye hiç acımadım. Sözün sırası
gelmiş iken Mustafa Sağîr'den birazcık bahsetmek isterim. Çünkü İstiklâl Marşı şairinin
bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol
değil, Mustafa Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün doğrudan doğruya
hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikaste mâni olabilmiştir. Bittabi
Mustafa Sağîr kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni alkışlayan bir ferdi,
âlemi İslâm'ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri
Türkiye'de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir
tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü henüz
bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Tacettin Mahallesi'ndeki evimize
davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli
casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle
mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye
başlamıştı.
Lâkin
Mustafa Sağîr namile Hindistan'dan, İstanbul'dan, hattâ Mısır'dan babamın
adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki, peder
şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan Mustafa Sağîr'e gelen büyük bir
zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelerce
muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey mazrufun
yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız
büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada
üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da havaların yağmurlu gittiğinden
bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler temenni ediliyordu. Bilâhare diğer
sahifeler tahlil edildi.
Bu gibi hallerde istimal edilen
kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir
hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Bahri Cedit
İnebolu'ya ancak Mustafa Sağîr'i indirebilmişti. Zaten bu adamcağız hayatına
kıymet veren bir insan değildi, çıkan deniz onu korkutmuyor, onun görecek pek
mühim işleri vardı. Hakikaten boğulmadı. Lâkin Hakk'ın Ankara'da boynuna
geçirdiği ilmik küstah hayatına acı bir hatime çekti. Gelelim biz bizimkilere.
Onlar İnebolu'ya inememiş Sinop'a doğru dalgalar arasında yollarına mecburen
devam etmişlerdi.
Onların
arkasından karadan Sinop'a gitmek kabil olmayacaktı. Nasıl olsa yanlarında
Halil Ağa vardı. Biz Kastamonu'ya dönerken Küre'de kaldığımız bir han sahibine
tembih ettik. Çünkü annem ve kardeşlerim de bu handa konaklayacaklardı.
Geldikleri zaman kendilerini ağırlamasını iyi bir adam olan bu han sahibinden
rica ettik.
Güç belâ
Sinop Limanı'na yolcularını çıkaran Bahri Cedit vapurundan salimen karaya ayak
basan annem orada Halil Ağa'ya bir koç aldırarak kurban kesmiş, denizlerin bu
küçük tekneyi gark etmek raddelerine yükseldiği esnada batmadan toprağa
çıkarsak fakir fukaraya dağıtılmak üzere bir kurban adamıştı.
Babam ile
yine bir yaylı araba kiralayarak geldiğimiz yollardan Kastamonu'ya avdet ettik.
Ankara Taceddin Mahallesi'ndeki iki odalı mesken bizim ile dokuz kişiye
ailemize kâfi gelemezdi. Kastamonu'da Ankara'da olduğu gibi ev buhranı mevcut
değildi. Orada Olukbaşı Mahallesi'nde kocaman bir bahçe ortasında köşk gibi
münasip bir ev kiraladık.
İki hafta
sonra eşyaları ile birlikte üç yaylı arabayı dolduran annem, kardeşlerim Halil
Ağa ile birlikte geldiler. Zavallı annemin sevincini tarif edemeyeceğim. Babamı
ve beni çok severdi. Tuttuğumuz evi pek beğendi. Yerleştik. O esnada Kastamonu
da dehşetli bir kış ve soğuk vardı, bereket versin odun boldu. Mehmet Âkif'in
bilâhare Ankara'da, o zamanlar Balıkesir eşrafından Yüzbaşı Hayrettin Bey'e
verdiği Süheylâ Hanım isminde bir evlâdı manevisi de ablalarım ile birlikte gelmişti.
Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım.
Âkif,
Gözyaşları İçinde Yazıyordu[40]
Hasan Tahsin
Bey namında babamın pek samimi arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ
Hanım'ın pederi ölmüş babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve
terbiyesi ile bizzat alakadar olmuş, netice Süheylâ ablam Darülmuallimat'ı
ikmal ettikten sonra Darülfünun'u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk
tahsilimi ondan öğrendim.
Babam
Kastamonu'da bir ay kadar kaldı. Beni anneme emanet ederek Ankara'ya gitti.
Çünkü ben Kastamonu İlk Mektebi'ne yazılmıştım. Babamdan ayrılmak doğrusu çok
gücüme gitti. O da bana çok tutkundu. Lâkin bir seneye yakın bir zamandan beri
beni adamakıllı özleyen validem ısrar etti. Beni babam ile Ankara'ya yollamadı.
Çocuk iken gayet zeki idim, İstiklâl Marşı şairi ile o zamanlar geçirdiğim
maceralar seyahatler ile dolu hayat pek hoşuma gitmişti. Annem ablalarım ile
Kastamonu'da normal ve rahat bir ömür geçiriyorduk, lâkin bu hayat tarzından
pek çabuk usandım. Ankara'ya babamın yanma dönmek için can atıyor idim. Hatır
hayale gelmeyecek yaramazlıklar yaparak validemin gözünü korkuttum. Benimle
başa çıkamadı. O sıralarda Kastamonu'ya gelmiş olan Eskişehir Bakteriyolojihane
Müdürü Şefik Kolaylı tekrar yerine dönüyor, Ankara yolu ile Eskişehir'e
gidiyordu. Annem onunla beni babama yolladı. Yaylı bir araba ile Ilgaz'ı
geçerken soğuktan donacak idik. O sene kış pek şiddetli idi. Taceddin
Mahallesi'ndeki evimize babamın yanına bir gece yarısı döndüğüm zaman safahat
şairi beni pek tatlı bir yüzle karşıladı. Eşref Edip Bey de meydanda yoktu.
Anladığıma nazaran babam ona daha münasip bir ikametgâh bulmak ıztırarında
kalmış! O günlerde İstiklâl Marşı'nı yazan babam pek dalgın çok müteheyyiç bir
durumda idi. Her gün her gece hattâ her saat cephelerden bazı ümit verici
ekseri üzücü haberler gelmekte idi. (Bülbül) manzumesi işte o kararsız günlerin
ve tehlikeli gecelerin tazallüm eden sitemkâr bir mahsulüdür.
Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin!
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?!
diye feryat
eden şair, Bursa'da Yunanlıların vatandaşlarımıza yaptıkları hakaretlere
mülevves çizmeler altında çiğnenen mabetlerimizin haline için için yanıyor,
cidden müteellim oluyordu. Mehmet Âkif'i yazarken ağlar bir vaziyette hem de
bol gözyaşları dökerek derin derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm. İyi
biliyorum ki gözyaşlarını yalnız benden gizlemez inkisarını bana izhar etmekte
bir mahzur görmezdi.
Kuşçubaşı'nın
oğlu çeteci Eşref Bey'in bana bağışladığı kısrak doğurmuştu. Artık ben bir de
tay sahibi olmuştum, O esnada babam benim çocukluk saikasıyla taşkın neşemi
bile çok görüyor, bu halimden hoşlanmıyor, memleketin kan ağladığı bu kara
günlerde sürur, neşe, taşkınlık çocukların tabiî bir haklan olan bu hallere
bile kızıyor, bana acı acı sitem ediyordu.
İşte o
günlerde babam ile aramızı açan bir hâdiseyi zikredeceğim. Zira Safahat şairini
hayatta hiç bu kadar asabi bu derece muğber gördüğümü hatırlamıyorum. Bir
akşamüzeri kısrağı semtimizin yakınlarından geçen dereden sulamaya götürmüş
hayvana rakiben avdet ediyordum. Tam hayvandan inerken bahçe kapısının önünde
genç bir adam ile karşılaştım. Pek ağır yürüyen bu tanımadığım şahıs benim
yolumu, kesiyordu. «Yol versene görmüyor musun geçeceğim ne cansız adamsın!»
diye bağırdım. Dudakları arasından işitemediğim bir şeyler mırıldandı. Hâlâ
önümden çekilememişti. Mahsus yapıyor zannettim. Atımı üzerine doğru sürdüm ve
çarptım. O zaman acı acı inledi. Nereden çıktığını hâlâ anlayamadığım babam beni
kısrağın üzerinden öyle şiddetle aşağı çekti ki yere çamurlardı içine
yuvarlandım. Babam beni kaktırdı. Suratıma iki üç tokat aşketti. Tekrar yere
düştüm.
Sonradan
anladığıma nazaran o meçhul adam cephede yaralanmış ve el'an yarası kapanmayan
bir gönüllü; göğsünü vatanına göz diken düşmanlara karşı siper eden bu yüzden
ağır yaralanan bir komşu çocuğu imiş.
Benim bütün
bunlardan haberim yoktu. Ben onu kasten yolumu kesen bir kimse zannederek böyle
hareket etmiş kendisine ıstırap veren yarasını incitmiştim. Sonradan babam da
beni affetti; amma yediğim o ağır tokatların acısı hâlâ içimden çıkmamıştır.
Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu Görmek
Âkif'i Çok Üzüyordu[41]
O zamanlar
her ne kadar memleketin vaziyeti pek bozuk, neticenin ne olacağı meşkûk ise de
arada yine bir takım şenlikler tertip ediliyor, cirit oyunları, at yarışları
güreşler ve emsali müsabakalar yapılıyordu. Mehmet Âkif'in usta bir pehlivan
olduğunu bir kere daha zikreylemiştim. Şunu da ilave etmek isterim ki
kendisinden şu sözleri işittim. Benim belden aşağım yukarılarım yani kollarım,
omuzlarım, boynum gibi kuvvetli olmuş olsaydı bana çok yazık olurdu. Çünkü o
zaman ben başa güreşebilecek ve muvaffak olacak bir pehlivan yetişirdim.
Dolayısıyla
peder gençliğinin bütün güzide pehlivanlarını yakından tanıyor. O zamanlar
dünya güreş rekorunu kazanan Koca Yusuflar, Kara Ahmedler, Adalı Halil
Pehlivan, Hergeleci, Küçük Yusuf, Yaşar Pehlivan, Çolak Mümin Hoca, Kıyıcı
Osman Pehlivan gibi dünyaca tanınmış meşhur pehlivanlarımızın bütün güreşlerini
takip ediyordu, bunların bir kısmı ile arkadaşlığı samimiyeti dahi varmış.
Meselâ dünya şampiyonu olan Kara Ahmed'i Prens Abbas Halim Paşa'nın himayesi
altına vermiş. Bu yolda ona tavassut etmişti. Pek hürmet ile andığı Kıyıcı
Osman Pehlivan ta çocukluğundan beri mahallelisi ve arkadaşı idi. Bütün bunları
yazmaktan maksadım Mehmet Âkif'in güreş bilir ve güreşir bir sporcu, bir
meraklı olduğunu belirtmektir. İşte o zamanlar Ankara'da tertip edilen derme çatma
güreşler onun pek canını sıkıyor. Sırtı yere gelmeyen gürbüz Türk neslinin
Harbi Umumi'den, Balkan Harbi'nden hele mütareke senelerini takip eden Yunan
Harbi yıllarında hastalık, açlık sefalet yüzünden düştüğü derin inkıraza candan
yanıyor. O da pek cılız ve aç pehlivanlarının üç beş kuruş uğrunda acayip bir
şekilde boğuşmaları onu yaralıyordu. Mehmet Âkif'e taassup irtica isnat edenler
olmuştur. Halbuki o hiçbir zaman ne mürteci ne de softa fikirli idi. Onun
yalnız başka şekilde tezahür eden taassupları kendine has görüşleri vardı.
Sıhhaten ve bedenen inkıraz etmekte olan nesil onu çileden çıkarıyor. Birçok
cehaletlerin, suiistimallerin de rol oynadığı bu inkıraza ne kadar üzülüyordu.
Aslında eski
köyleri, köy düğünlerindeki güreşleri, levent endamlı pehlivanları, onları
candan seyreden zinde ve kavi Türk ırkını tasvir ederken okuyucu o müşa'şa
devrin azametini iftihar ile duyar ve yaşar. Yine aynı eserinde son devrin yeni
Harbi Umumi senelerinin harbin, felâketin, sefahatin, zaruretin ve cehaletin
kasıp kavurduğu Türk köylüsünü, Türk vatandaşını acı acı anlatır.
İşte Harbi
Umumi sonlarının o bedbaht yıllarında bir köy düğününü canlandırmaya
çalışırken; kemikleri çıkmış cılız, aç zavallı iki öküzün sürüklediği sakat bir
gelin arabası içinde giden geline şöyle hitap eder: Zavallı kızım, sana baksın
da bahtın utansın. Senin nerede medfun olduğundan haberim olmayan ananın ruhuna
melekût aguş açarken onun temiz ve saf naşını gizleyen tabut! Senin şimdi şu
gelinlik arabandan daha şahane idi... geline böyle acırken güreşlere geçer.
Yine yokluğun sefaletin harap ettiği cılız pehlivanları onların bitik hallerini
tasvir ederek okuyanları bile mahzun eder. İşte bütün dünyada bükülmez kolunun
kuvveti dönmez yüzünün mehabeti ile tanınmış Türk ırkının bu acı tereddisi karşısında
ecnebilerin, düşmanlarımızın mevzun endamları, sıhhatleri, demevi çehreleri
Mehmet Âkif'i derin bir gıpta acı bir kıskançlık içinde bırakıyor. Onların bu
üstünlüklerini kat'iyyen çekemiyor, içerliyor, üzülüyor, acı acı feryat
ediyordu. Safahat şairi bu cepheden hakikaten mutaassıp hem de çok koyu
mutaassıptı. O zamanlar Ankara'da tertip edilen güreşlere beraber gittik. Bu
müsabakalar da babamı tatmin edemiyor bilâkis üzüyordu.
Spordan
bahsetmişken babamın talebelik hayatında on sekiz on dokuz yaşlarında Halkalı
Ziraat Mektebi'nde talebe iken başından geçen bir hâdiseyi nakletmek münasip
olacak. Bu meseleyi benden başka, bugün bilen hiç kimse kalmamıştır: Babamın
sınıf arkadaşları arasında birisi Musevi diğeri Ermeni olmak üzere iki yaman
rakibi varmış. Musevi'nin ismini unuttum. Hem bu adamın, babamla ilgisi yalnız
derslere inhisar ediyormuş. Sınıfta birinciliği arkadaşlarına vermek istemeyen
bu Musevi'nin bilhassa ziyaziyesi çok kuvvetli imiş. Agop'a gelince o da
derslerine pek fazla çalışıyor sınıfta en ileri gelen talebelerin başında
geliyormuş. Aynı zamanda vücut itibariyle pek kuvvetli ve okkalı olan bu Ermeni
biraz da güreş biliyormuş. Lâkin babama nazaran yaşı da ileri, kilosu da çok
fazla imiş. Lâkin genç Mehmet Âkif Halkalı Ziraat Mektebi'nde sınıfında
birinciliği bu iki Türk olmayana vermeyi çok büyük bir zül telâkki ederek
geceyi gündüze katarak çalışmış onları-geçmiş ve sınıfının birincisi olmuş.
Safahat
Şairini Oğlundan Dinleyiniz[42]
Hatta
mektepten aldığı diplomasında bu imtiyazı göze çarpar ve şehadetnamesi
birinciliğini kaydeder. Agop, mektepteki talebe hatta hademeler arasında
kolunun harikulade kuvveti ve güreşteki mahareti sayesinde önüne geleni
yeniyor. Koca mektepte kimse bu genç irisi delikanlıya mukavemet edemiyordu.
Mehmet Âkif o zamanlar çok çevik, kuvvetli ve usta bir güreşçi olduğu kadar
izzeti nefis sahibi ve mağrur bir Türk genci idi. Agop için bana şöyle
söylemişti:
Ermeni bildiğin gibi değil dehşetli kuvvetli idi. Arkadaşlarımı
çarçabuk altına alıp ezmesi öyle zoruma gidiyor, beni çileden çıkarıyordu ki
sana anlatamam... Kendisi ile şaka mahiyetinde dahi olsun hiç tutuşmamıştık.
Zira onun da gözü beni pek tutmuyordu. Cüsseten okkaca kendisinden aşağıda
idim. Lâkin ondan çok daha atik ve daha oyuncu idim. Göz hasmını tanır! O da
bunları görüyor, hesap ediyor, benimle elense şakası bile yapmaya yanaşmıyordu.
Bir gün hiç unutmam. Hüseyin Avni isminde Fatihli bir hemşerim ve benden bir
sınıf aşağı bir arkadaşımla Agop idman mahiyetinde güreş tutmuşlardı. İdman
filân derken Avni'ye boyunduruk çekiyor, şiddetli elenseleriyle çocuğu eziyor,
pek müşkil vaziyetlere sokuyordu. Nasıl oldu bilmiyorum Avni, Agop'un çektiği
şiddetli bir elense ile yere kapandı. Ağzından dişlerinden kan boşanmaya
başladı. Artık dayanamadım. Gel Agop dedim biraz da ikimiz idman tutalım.
Tereddüt edemedi. Arkadaşlarımın intikamını almak üzere Agop'u tek çapraza
aldım. Meydan genişti. Belki on beş yirmi adım sürdüm. Nihayet kavi rakibim
tutunamadı. Burnu üzerine yüzükoyun yere kapaklandı. Bu sefer çok iyi
kullandığım kündeye aldım. O koca Agop'u kaldırarak öyle bir çevirdim ve
sırtını yere getirdim ki bütün bunlar bir buçuk iki dakika içinde olmuştu.
Ermeni ne olduğunu şaşırdı. Kıpkırmızı olmuş hâlâ yerinde oturuyor, önüne
bakıyordu. İşte o zaman etrafı şiddetli bir alkış tufanı çınlattı. Agop'u tam
manasıyla mağlup etmiştim. Hiç sesini çıkarmadı. Yavaş yavaş yerinden kalktı,
kafası önünde kös kös mektebin kapısından içeriye girerek kayboldu.
Bir riyaziye hocamız Ekrem Bey vardı. O da bu hâdiseye
şahit olanlar arasında idi. Muhterem ihtiyar o kadar sevinmiş o kadar
heyecanlanmış idi ki: "Yahu Agop'u, Agop'u kaldırdı savurdu attı, Agop
kalkar mı?" diye bağırıyor, tuhaf tuhaf hareketler yapıyordu.
Kastamonu'da kalan
validem Ankara'ya bizim yanımıza gelmek istiyor, bu hususta babama üst üste
haber gönderiyordu. Her şeyden evvel onlara münasip bir ev bulmak icap
ediyordu. Kendisinden daha önce bahsettiğim Kebapçı Hacı Kadri Ağa evinin
müstakil bir bölüğünü babama terk etti. Bunun üzerine annem kardeşlerimle
birlikte Kastamonu'dan Ankara'ya geldiler. Artık Ankara'da ailece yerleşmiş
idik. Mehmet Âkif bu sıralarda İstiklâl Marşı'nı yaratmış bu muvaffakiyeti 500
lira nakdî bir mükâfat ile tâltif edilmişti. Babam o esnada 500 liraya
gerçekten muhtaç bir adamdı. Fakir idi. Parası yoktu. Lâkin mâlum olduğu gibi
gönlü çok boldu.
İyi biliyorum
ki, babam bu parayı almadı, onu Kızılay'a terk etti... Ben İstiklâl Marşı'nı
babamın ağzından ezberledim. Birçok yerlerde muvaffakiyetle okudum. Hatta
Ankara'da bir müsamerede büyük bir kalabalığa karşı okuduğum bu manzumeyi
alkışlamışlar ve bana matbu bir takdirname vermişlerdi. Babam o esnada yine pek
bedbin ve düşünceli idi. Hürmetkârı bulunduğu Erzurum Mebusu Gözübüyükzâde Ziya
Hoca Meclis'te garip bir istiskale maruz kalmış, bu hâdise pederi ziyadesiyle
rencide etmişti. Meclis'te sevdiği Balıkesir Mebusu Basri Bey, Abdülgaffur Hoca
da Meclis'ten ayrılmışlar Safahat şairi arkadaşlarının kaybına üzülmüştü. O
zamanlar Ankara'da Ziraat Mektebi'ne sık sık gidiyor. Orada Halide Edip Hanım,
Doktor Adnan Bey, Hamdullah Suphi Bey babamı ekseri görüştüğü arkadaşlardan
sayılabilirdi.
Pek Sevdiği (Ali Şükrü) Bey'in Kayboluşu Babama
Gözyaşları Döktürmüştü[43]
Yazılarımın
başında isini geçen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, İstanbul'dan Ankara'ya kadar
muhtelif vasıtalarla geçtiğimiz her bakımdan tehlikeli yollarda babamın can
yoldaşı ve yegâne arkadaşı bu zat birdenbire ortadan kayboldu. O zamanlar
Trabzon mebusunun refikası hanım ve kerimeleri bize komşu denecek bir yerde
oturuyorlar. Bizimkiler onlara onlar bizim eve sık sık gelip giderlerdi.
Kocasının bu
beklenmedik kayboluşuna hanım efendi pek üzülüyor ve merak ediyordu: Her halde
babam da bu hususta birçok şeyleri hesap ediyor ve şüpheleniyordu. Aradan iki
gün, üç gün, bir hafta geçtiği halde Ali Şükrü Bey'den hiç bir malûmat
alınamamış, nerede olduğu öğrenilememişti. Halbuki vaziyetler onun Ankara'dan,
Meclis'ten böyle haftalarca ayrılmasına hiç müsait değildi. Bu işin içinde yani
Ali Şükrü Bey'in kaybının pek mühim ve müphem bir sebebi, düşündürücü,
şüphelendirici bir mânası olmalıydı. Babamı o güne kadar o derece mahzun,
kederli gördüğüm pek nadirdir. Gözlerinde gizlemeğe çalıştığı yaşlar garip bir
şekilde parlıyor. Sesi âzap duyan bir heyecanın titrek nâğmelerini
fısıldıyordu:
Ben ona
söylemiştim! Bu adama itimat etme. Ondan kendini sakın ve koru demiştim. Demek
ki Allah bana bunları söyletmiş yüreğimde bir hissikablelvuku Ali Şükrü'ye
Topal Osman'dan gelecek felâketi bana ilham etmiş, ben de bunu kendisine ifade
etmeye uğraşmıştım. Ne yazık ki onu ikna edemedim. Mert çocuk, hemşerilikten,
mertlikten, saflıktan bahsediyor, Topal Osman'a güveniyordu. Çok yazık oldu.
Pek sevdiği
arkadaşının esrarengizce öldürülüşü onu çok derinden yaralamış. Meclisten
soğutmuştu. Korkmuştu diyemeyeceğim babamı çok iyi tanıdım. Hiç bir zaman
korkak değildi. Korkunun ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine
öyle kuvvetli bir kanaati vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah'a güvenir
ondan gelecek her şeye boyun büker ve sinesine çekerdi...
Trabzon
Mebusu Ali Şükrü Bey'i, memleketlisi, Kuvayi Milliye'nin ilk günlerinde
Karadeniz sahillerinde, Trabzon, Samsun ve havalisinde Rum çetelerine, hattâ
Ermenilere karşı büyük muvaffakiyetler kazanan, Türk köylerini, kazalarını ve
kasabalarını yakıp yıkan vatandaşlarımıza hatır ve hayale gelmeyen işkenceler
yapan yerli düşmanları dağıtan, Düvel-i Müttefike'den muavenet görerek
gayriinsanî katliâmlara girişen Hıristiyan çetelerini bastıran, sindiren çete
reisi Topal Osman haddizatında cahil, lâkin muktedir ve cesur, bir reis ve
vatana bu hususta birçok yararlıklar göstermiş bir kahramandır. İşte Trabzon,
mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman'ın hürmetkârı, aynı zamanda hemşerisi olmak
hasebiyle onunla iftihar ettiği Şükrü Bey bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş,
Ankara civarındaki Çubuk Ovası'nda Osman'ın avenesi tarafından kahve içerken
boynuna sardırılan kementle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle
ıssız bir yere davet etmişler onu gafil avlayarak boğmuşlardı.
Cesedini,
paltosu ve elbisesiyle pek derin kazılmayan bir çukura atmışlar; bir iki gün
sonra yağan şiddetli yağmurlar toprağı sürüklemiş, ceset meydana çıkmış, hâdise
de anlaşılmıştı.
Ali Şükrü
Beyin sıkı sıkı kapadığı avuçları acılınca, boğulmamak için sarf ettiği gayret
ve mukabele esnasında kendisini müdafaa için kullandığı hasır bir iskemlenin
hasırları çıkmış. Ankara'da kendisine bütün şehrin iştirak ettiği muazzam bir
cenaze merasimi yapılmış, bir top arabasına yerleştirilen tabutunu ay yıldızlı
bayrağımız sarmalamıştı...
Havalar yaza
döndü, Yunan Harbi devam ediyor, talih harbi ara sıra yüzümüze gülüyorsa da
netice, kat'i neticenin ne olacağını yalnız Cenabı Hak biliyordu.
Sakarya Harbi
başladı, malûm olduğu üzere bu harb pek mühimdir. Payitahtın yakınlarına kadar
uzanmaya fırsat bulan, Ankara'yı hedef tutan düşman orduları hakikaten bayağı
dayanıyordu.
Gecenin Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında
Duyuluyordu[44]
Haymana'ya
doğru ilerlemeğe bütün gayretleriyle uğraşıyorlardı. Top sesleri gecenin
ıssızlığında Ankara'dan duyulabiliyordu. O zaman Ankara'yı Kayseri'ye nakletmek
düşünülüyor. Mebuslar, büyük memurlar ailelerini çocuklarını peyderpey
Kayseri'ye gönderiyorlardı. Ziraat Mektebi daha bazı müesseseler dahi
Kayseri'ye göç etmişlerdi. Sıra yine bizimkilere geldi. Sıcak bir yaz günü
akşamüzeri Kayseri'ye giden kağnı arabalarından müteşekkil bir kafile ile anam
ve hemşirelerim de yola çıktılar. Babam beni yanından ayırmadı. Benim kaldığım,
icabında öldüğüm yerde oğlum da ölsün dedi. Gözyaşlarımı tutamayarak anamın
elini öptüm, kardeşlerim ile vedalaştım. Kağnı arabaları hazin gıcırtılar
çıkararak ağır ağır uzaklaşıyor, Şarka doğru hicret eden bu zavallıları
taşıyorlardı. Onları teşyi ederken çeteci Eşref Bey'in bana verdiği kısrağa
binmiştim. Babamla boş kalan evimize dönerken yedeğimizde gelen kısrağın bile
mahzun bir hali vardı. Atın; mahlûkat içinde, Allah'ın özenerek yarattığı bu
asîl hayvanın, ne demek olduğunu, ahırların gübre kokan yumuşak zemininde
dolaşmayanlar, açlığını sahibine ince kişneyişleriyle ihsas etmeye çalışan
atların dilinden anlamazlar, bu bambaşka bir âlem, apayrı bir ilimdir. Burada
uzun uzadıya izah edemeyeceğim.
İşte o yaz
Ankara en tehlikeli günleri geçiriyor, babam Yunanlıların Türk ordusu
karşısında bu derece dayanmalarına gıpta ve hayret ediyordu. Sakarya Harbi
epeyce sürdü. Düşman hattı müdafaamızı geçemedi, bütün gayretlerine, bütün
ısrarlarına rağmen Ankara ufuklarını uzaktan bile seçemedi. Ricat etmek
mecburiyetinde kaldı. Lâkin panik halinde kaçmadı, muntazaman çekildi.
Sakarya'nın öbür kıyısında tutundu ve kaldı. O zaman bizim de düşmana
saldıracak, onu söküp atacak bozacak kudretimiz yoktu. Bir sene kadar bir
mütareke devresi geçirdik ki. Bu vakitten mümkün olduğu kadar istifade ettik,
hazırlandık, silâhlandık. Şark cephesinde Kâzım Karabekir Paşa Ermenileri
bozmuş onlardan külliyetli miktarda silâh ve mühimmat iğtinam etmişti. Malûm
olduğu gibi bu yıl içinde Afyon taarruzuna kalkabilmek için icap eden bütün
hazırlıkları yaptık ve muvaffak olduk.
Sakarya'da
harp kazanılarak düşman çekilince, Ankara'ya hicret eden memurin ve mebusan
aileleri, resmî müessese ve mektepler tekrar Ankara'ya avdet etmeye başladılar.
Bizim eski emektarımız Halil Ağa, annem ve kardeşlerim Kayseri'ye gittikleri
zaman o da memleketine düşman ayağı basmayan Bolu'ya gitmişti. O esnada tekrar
Ankara'ya yanımıza geldi.
Validem
Kayseri'den Ankara'ya dönen kafileleri, aileleri gördükçe sabredemiyor,
Ankara'ya gelmek istiyor, babama bu hususta mektuplar yağdırıyordu. Halil Ağa
da gelince babam kendisine epeyce para verdi, beni de yanına katarak ikimizi
ailemizi getirmek üzere Kayseri'ye gönderdi.
Halil Ağa ile
Ankara'dan Kayseri'ye kadar uzayan yolculuğumuz rahat geçti, çünkü oraya
gitmekte olan bir tüccarın otomobiline bindik, çok çabuk ve rahat gittik.
Kayseri'ye hicret eden mebus ailelerine hükümet kolaylık göstermiş, onları
orada çabucak iskân etmişti.
Annem Gözyaşları İçinde Beni Hasretle
Bağrına Basmıştı[45]
Burdur ve
Biga Mebusu Mehmet Âkif'in ailesinin oturduğu yeri istihbarattan öğrenerek
çabucak bulduk. Bu ev aslen Ermeni olan bir kunduracının hanesi imiş. Lâkin
orada ne annem, ne de kardeşlerim mevcut değildi. Sorduğumuz zaman beş gün
evvel Ankara'ya hareket eden bir kafileye iştirak ettiklerini ve iki yaylı
araba ile gittiklerini hayretle haber aldık.
Artık Halil
Ağa ile bana Ankara'ya derhal dönmekten başka yapacak hiç bir iş kalmıyordu.
Ancak hangi
vasıta ile dönecek ve nasıl dönecektik. Bunu düşünerek hiç görmediğimiz Kayseri
sokaklarında serseriyane dolaşırken oraya göç etmiş ulan Ankara Ziraat Mektebi
aşçısına tesadüf ettik. Bu bizim için büyük bir hüsnü talih ve güzel bir
tesadüf oldu. Ziraat Mektebi'nin aşçısından mektebin bir, iki güne kadar
Ankara'ya gideceğini öğrendik. Halil Ağa'nın ahbabı meslektaşı aynı zamanda
hemşerisi olan aşçı bizi bırakmadı. Şehrin biraz açığında olan mektebe gittik.
Hakikaten üç dört gün sonra Ziraat Mektebi öküz ve kağnı arabalarından
müteşekkil uzun bir kafile halinde Ankara'ya müteveccihen yola düzüldü. Biz de
beraber Türkiye'nin yeni payitahtına dönüyorduk. Kırşehir üzerinden Kayseri'den
Ankara'ya öküz arabalarıyla tam 23 günde varabildik. Annem ve kardeşlerim
çoktan Ankara'yı bulmuşlar, validem benim için çok üzülüyor, peder ile bu
hususta her gün münakaşa ediyormuş. Hatta sağ salim eve dönersem adaklar
kurbanlar adamış! Ankara'ya bir menzil kala bir yerde rahmetlik Halil Ağa'ya
bir oyun yaptım. Yalnız o değil bütün, kafile bu işle alâkadar olmuş beni
bayağı merak etmişler ve üzülmüşler. Geriden iki yaylı araba ile maalesef bugün
ismini unuttuğum İzmir mebuslarından bir zatın ailesi gelmekte idi, kafilemize
yetiştikleri zaman bizim öküzlerin ayağı ile Ankara'ya daha iki buçuk günlük
yol vardı. Yaylıdaki kadınlar beni tanıyor ve seviyorlardı. O zamanlar
başımdaki kuzu derisi siyah kalpağım, sırtımdaki aynı renkteki paltom ile hoş
bir kıyafetim vardı, ayağımda da Kastamonu'da meşhur bir ustanın yaptığı
çizmeler vardı. Yalnız haftalarca süren yollarda fena halde bitlenmiş, çok
kirlenmiştim. Beni görünce arabalarına davet ettiler, ben de kimseyi haberdar
etmeden, bu davete icabet ettim. Dinç beygirlerinin çektiği yaylı araba o akşam
gece yarısı Ankara'yı tuttu.
Evimize
yaklaşınca arabadan atladım koşarak kapımızı çaldım. Bana kapıyı açan hemşirem
anneme yüksek sesle müjde verdi. Emin geldi, diye feryat ediyordu. Halbuki
zavallı kadıncağızı bu seklide bir çok defalar aldatmışlar, güya şaka yaparak
kandırmışlardı. Henüz yatmayan annemin sesini işittim. Artık çok oluyorsunuz.
Vakitli vakitsiz benim heyecanlarımla oynamayınız, sonra kalbinizi kırarım
diyordu. Bu sözler üzerine ben bağırdım: «Anne benim, hakikaten geldim.»
Gece yarısı
evin içi karıştı, anam boynuma sarılıyor, beni göğsüne çekiyordu. Kendisine
beni pek fazla kucaklamamasını zira yollarda bitlendiğimi hatırlattım. Zavallı
aldırış etmiyor beni bırakmıyordu.
Hiç unutmam
hemen beni tepeden tırnağa soydu ve eliyle yıkadı. Babam o gece bir yere
davetli imiş, geç kalarak henüz gelmemişti. Doğrusunu söylemek lazımsa annemden
çok babamı göreceğim gelmişti.
Annem,
kardeşlerime çocuklar Emin'in geldiğini babanıza söylemeyiniz. Birdenbire
görsün derken, kapı çalındı, babam gelmişti, beni güya sakladılar. Ama babam
kapının önünde çıkardığım mahud çizmelerimi görmüş, tanımış ve geldiğimi
anlamıştı!..
İki gün sonra
Halil Ağa çıkageldi. Adamcağız beni araya sora bir hal olmuş, bana çok
darılmıştı. Kendisine bir daha Halilof demeyeceğime söz vererek gönlünü aldım..
Ruslarla müteaddid muharebelerde dövüşen bu hiç su katılmamış koca Türk,
Halilof lâfına o kadar kızar ve sinirlenirdi ki tarif edemeyeceğim.
İşte o
sıralarda kendisinden daha önce bahsettiğim Süheylâ ablam, babamın manevî
evlâdı, Ankara'da gelin oldu. Babam onu bilâhare Balıkesir mebusluğuna seçilen
Hayreddin Bey'e verdi.
Büyük Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan Gelen
Müjdeli Haberler Birbirini Kovalıyordu[46]
Babam Büyük
Taarruz'a geçileceğini biliyor, bu uğurda bütün milletin dişili erkekli, geceyi
gündüze katarak sarfettiği candan gayreti ve fedakârlığı elinden geldiği kadar
körüklemeye gayret ediyor, bu hususta yazılar yazıyor, nutuklar söylüyordu.
Hâttâ Bestekâr Rauf Bey'in bestelediği o zamanlar, ordunun ağzından düşmeyen
«Yılmam ölümden, yaradan askerim! Orduma gazi dedi Peygamberim» bu güfte malûm
olduğu gibi Mehmed Âkif'indir. Ancak Erkânıharbiye'nin başında pek mahdut
kimselerden başkasının bilmediği büyük taarruz gününün hangi gün olduğunu
tabiatıyla babam da bilemiyordu. Gecelerin gebe hem de doğurmak üzere hâmile
olduğunu söylüyordu.
Ankara'nın o
günleri büyük taarruz ile başlayan her saat, her gece, ardı arkası kesilmeyen
müjdeli haberleriyle panik halinde kaçan düşmanın elinden kurtulan
topraklarımızın, kasaba ve şehirlerimizin istirdadını müjdeleyen o mes'ut
günler, Mehmet Âkif'i neşeden sarhoş edecek kadar sevindiriyor, babam yerinde
duramıyor, gözleri ümitle, sevinçle parlıyordu.
Fazla
dayanamadı ordu ile birlikte olmazsa harikalar yaratan o kahramanların biraz
arkasından o da ayaklandı. Beni de yanına almayı unutmayarak Ankara'dan
Eskişehir'e oradan da Afyon'a hareket ettik.
Yunan
Harbi'nin henüz dumanları tüten karmakarışık meydanları, daha hayvan ve düşman
leşleriyle tamamıyla temizlenemeyen, kırık topların hurdahaş olmuş
mitralyözlerin kum torbalarının başa giyilen miğferlerinin doldurduğu o
muharebe [meydanını] babamla adım adım dolaştık. Yanan yıkılan kasabalarda,
şehirlerde düşman esirlerinin yüksek üniformalı Yunan zabitanının mukadder
akıbetlerine şahit olduk. Maneviyatı sıfıra düşen müstevli hâlâ kaçıyor,
piyademiz, süvarilerimizle onları kovalamakta yarış ediyordu. Bazı yerlerde
mel'un düşman oraları yakmağa, tahrip etmeğe zaman ve fırsat bulmuş, köylerimizi,
kasabalarımızı gazla yakarak harap etmiş, halka akla gelmeyen zulümler
yapmıştı.
Bilecik ve
havalisine vardığımız zaman henüz söndürülemeyen yangınlara kovalarla su
taşıdık. Babam Mehmet Âkif de bu itfaiye ameliyesine bizzat iştirak etti.
Mehmet Âkif, Kurtulan Edirne'ye de
Gitmişti[47]
Bilecik,
kısmen yanmıştı. Henüz söndü[rü]lemeyen kasabanın, için için yanarak dumanlar
çıkan harabelerinde; bu facialara sebep olan yüksek üniformalı Yunan subayları,
kovalarla su taşıyor, Mehmetçiğin, parlak süngüsü önünde, acımadan yangın
yerine soktukları bu güzel yurdun, yangından zarar görmeyen yerlerini
kurtarmağa mecbur ediliyorlardı.
Bu arada
düşman ordusunun mümtaz sınıfından sayılan fistanlı Efzun askerleri, garip
kıyafetleri, püsküllü serpuş ve pabuçları ile ortalıkta dolaşıyorlardı.
Bilecik'ten
Eskişehir'e döndük. Bereket versin, Yunanlılar kaçarlarken bu şirin ve mamur
ülkemizi yakmaya, tahrip etmeğe fırsat bulamamışlardı. Orada fazla kalmadık, Ankara'ya
avdet ettik. Ankara daha önce arz ettiğim gibi, en neşeli, en mesut günlerini
yaşıyordu. Gazeteler Akdeniz sahillerine yaklaşan bu müthiş zaferin kulaklara
saadetler, ümitler fısıldayan haberlerini yazıyor, arkasına bakamadan silâhını
atarak kaçan, yenik halindeki bozgun düşman ordusunun tahliye ettiği
memleketlerimizi, bu gazetelerde okuyor ve haber alıyorduk.
İşte o
sırada, bizim, bir de Edirne seyahatimiz vardır:
Düşman
İzmir'den denize dökülmüş, İstanbul'dan müttefikler henüz çekilmiş, memleket iç
ve dış düşmanlarından temizlenmişti. Edirne'de Türk Bayrağı dalgalandığı halde,
şehre biraz ilerideki tren istasyonu, Yunanlıların elinde kalmıştı. O zamanlar
muvakkat bir hudut tesbit edilmişti. Edirne'ye gitmek üzere Ankara'dan
İstanbul'a gelmiştik. İki sene evvel şirin sahillerinde korkunç kâbuslar
şeklinde yükselen ecnebi diritnotları, kara ve meş'um ağızlarını minarelere
doğru çevirmiş, güzel sularımıza demir atmış, koca Boğazı büyük hacimleriyle
kaplamışlardı.
Allah'a çok
şükür, artık şimdi onlardan eser kalmamış, İstanbul kurtulmuş, üzerine yıllarca
abanan o korkunç heyulalar ortadan kalkmış, Fatih'in surlarına, kahraman
şehitleri merdiven yaparak yükseldiği bu tarihî şehirde, ay yıldızlı sancağımız
dalgalanıyordu.
İstanbul'da
ancak bir hafta kaldık. Hedefimiz Edirne olduğu için, Sirkeci'den trene bindik.
Evvelce de söylediğim gibi, Edirne'ye gidecek olan Türkler, o zaman Babaeski
İstasyonu'nda treni terk ediyor, oradan Edirne'ye başka bir vasıta ile
gidiyorlardı. Çünkü Edirne tren istasyonu, Yunan hudutları dahilinde
bulunuyordu. Çatalca'yı geçerken, gece yarısına yaklaşıyorduk. Babamla birlikte
işgal ettiğimiz kompartımanda iki kişi yalnızdık.
Mevsim kış,
lâkin kompartıman sıcaktı. İstanbul'da kaldığımız yedi sekiz gün zarfında her
gece bir yere gitmiş, geç vakitlere kadar kalmıştık. Demek istiyorum ki,
uykusuzduk. Trenin malûm olan muntazam sarsıntıları ve çıkardığı sesler, bize
bir ninni tesiri yapmış olacak. İnmekliğimiz elzem olan Babaeski'de uyuya
kalmışız.. Bize hiç kimse dokunmamış. Uyandığımız zaman tan yeri atıyor. Tren
de Edirne'ye vasıl olmak üzere bulunuyordu.
Benim
başımda, mahut siyah kalpağım, babam da fesli idi. Artık bunları gizlemeye
lüzum görmeyerek, Edirne'de treni terk ettik. Bizi o zaman Yunanlıların hudut
kumandanına çıkardılar. Bir albay rütbesini taşıyan bu Yunan kumandanı, babamla
tercüman vasıtasıyla konuştu. Mükâleme çok sürmedi. Babam vaziyeti olduğu gibi
anlattı. Yalnız mebus olduğunu söylemedi. Ticaret için Edirne'ye giden, yolda
uykusuzluğa tahammül edemeyerek Babaeski'de inemeyen bir tüccar olduğunu
söyledi. İki Yunan subayı kendi hudut karakollarını geçerek Edirne'ye yakın bir
köprübaşında olan Türk hududuna kadar bizi getirdiler ve bizi kendi
ırkdaşlarımıza teslim ettiler.
Edirne,
Mehmet Âkif'in pek güzide hatıralarıyla andığı bir şehirdir. Babam çok genç
yaşta yüksek baytar mektebini ikmal edince, Edirne'ye tayin edilerek oralarda
epey zaman kalmış. Yirmi bir, yirmi iki yaşlarında iken bu memlekette çok tatlı
ve heyecanlı günler yaşamıştı.
Ruhu Huzur İçinde, Vatan Topraklarında
Yatıyor! [48]
Biz,
Edirne'ye vasıl olunca Bekir Efendi'nin evine indik. Bekir Efendi, aslen
Edirneli, babamın pek eski gençlik arkadaşlarından bir zattır. Ben babam
hakkında, bilmediğim, kendisinden işitmediğim birçok hatıraları bu adandan
öğrendim:
Babamı cidden
sevdiğini, onu görünce gözlerinden dökülen sevinç yaşlarından anladım. Bize
öyle derin bir hürmet ve samimiyet gösteriyordu ki, tarif edemeyeceğim. Yaşça
Safahat şairinden büyük olan Bekir Efendi, babamın bütün ısrarlarına rağmen
kendi eliyle bize hizmet ediyor, artık ne biçim hareket edeceğini şaşırıyordu, O zamanlar Edirne'deki bütün
ekalliyetler yerli Rumlar, Ermeniler, hattâ Yahudiler memleketi terk
etmişler... Bu hicret o kadar âni olmuştu ki: mallarını mülklerini bile
alamayacak kadar acele etmişlerdi. Her halde onların bu isticallerinde
bildikleri bir şey vardı, kabahatlerini biliyorlardı... Öyle olmasa mal
canın yongası imiş, hiç cana pek lüzumlu olan bu yongadan geçilir mi?!
Ben Edirne'de
kendime tam aradığım bir muhit bulmuştum.
Kış
mevsimlerinde orada kızak kaymak adetmiş. Oturduğumuz mahalle ise bu iptidaî
(kayak) sporuna en müsait bir yokuşun başındaydı.
Edirne'de on
beş gün kaldık. Edirneliler, oturmamızı uzatmamızı istiyorlardı. Fakat babamın
pek hürmetkârı olan merhum Prens Abbas Halim Paşa, 1923 de Kahire'den
İstanbul'a gelmişti. Âkif'in Edirne'de olduğunu anlayınca, uzun bir telgrafla
bizi Heybeliada'daki köşküne davet etti. Önümüz yazdı. Bizi ısrarla Mısır'a davet
etti. Kahire'nin kışlık bir mesiresi olan Hilvan'da kalacaktık. Babam, ömrümün
arta kalan yıllarını bu İslâm diyarında geçirmek, kendisini şiirlerine ve
eserlerine tamamen vermek kararında idi. Nil kıyıları ona, aradığı asude hayatı
verebilecekti.
Babamla
Ankara'ya gittik ve Safahat şairi, milletvekilliğinden istifasını verdi. Annemi
ve kardeşlerimi alıp İstanbul'a döndük. Çengelköy'le Beylerbeyi arasında
Havuzbaşı'nda, Çakaltepe'nin üstünde rahat, geniş bir eve yerleştik.
Babam, eski
dostlarına kavuşmuştu. Bu arada bilhassa, Çamlıca'da oturan Şerif
Muhittin Bey'i ziyaret ederdik. Amerika'da viyolonsel konserleri
muvaffakiyet kazanan bu şair ruhlu sanatkâr, aynı zamanda çok güzel ud çalardı.
O zaman Babanzâde Naim Bey'le de sık konuşurduk. Bu kıymetli ilim adamı, biz
Mısır'da iken ölmüştü. Babamın bu kadar içten ağladığını hiç hatırlamam... «Bir
gün anavatanıma dönebilirsem, beni onun yanına gömünüz.» dedi.
Kudretine
bütün varlığıyla inandığı ve bütün hayatında ilâhî adaletini terennüm ettiği
Allah'ı, bu dileğini kabul buyurdu. Safahat şairi bugün, Edirnekapı
Şehitliği'nde. Babanzâde Naim Bey'le beraber yatar. Dünya dostluğu, ahiret
âleminde de devam ediyor.
Akif, son
senelerini, gördüğü bazı vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani... Ondan bile mahrumum ben...
diyordu.
Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu. Temiz kalbi, dürüst seciyesi,
karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi:
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlâhi bir avuç toprağını...
1923 senesi
eylül sonlarında Prens Halim Paşa ile birlikte Mısır'a gittik. O kışı Kahire'de
geçirecek, yaza doğru Prens ile birlikte İstanbul'a dönecektik. Âkif, Umumî
Harp'ten önce Mısır'ı bir defa daha görmüştü. Hilvan'da çok rahat bir yaz
geçirdik. Âkif'e Mısır'da gösterilen alâka ve yakınlık, hayatımın en sıcak
hatıraları arasındadır. Bu müşfik alâka, şairi pek mütehassis etmişti:
Bileydim ey Koca Şark... Ey cihan-ı duradur
Senin nerendeki evlâdının nasibi huzur...
diyordu.
Safahat şairinin Mısır'da geçen hayatı, ayrı ve bakir hatıralarla doludur. Onu,
münasip bir zamanda vatandaşlarıma anlatmayı vazife addediyorum.
Şair,
canından pek çok sevdiği vatanına dönerken:
Ben ki yaşlıyım artık, düşük kolum kanadım...
diye fâni hayatının son günlerini yaşadığını
anlatıyordu. Vefalı Türk milleti, onu, kadirbilirlikle bağrına bastı.
Ruhu, yurdunun
ufuklarında huzur içindedir. [49]
Şair Mehmet Âkif'in Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?
Nusret Safa Coşkun
Kapı ağır
ağır açıldı; aralıktan muhteriz bakışlı bir yüz görüntü. Yüzdeki tereddüt ve
çekingenliğin sirayet ettiği gövde ve ayaklar neden sonra kapı önünde, baş,
gövde ve ayaklar, ihtirazın büklümlerinden kurtularak teşkil ettikleri şahsı,
yere amut bir hâle getirebildiler. Bu, donuk bakışlı; fakat ara sıra gözlerinde
zeki pırıltılar beliren, ince bıyıklı, otuz dört, otuz beş yaşlarında bir genç
adamdı. Titrek bir sesle:
"İsmim
Mehmet Emin", dedi. Herhangi bir şikâyeti veya dileği olan bir okuyucu
sanmıştık. Fakat yer gösterirken, o ilâve etti:
"Şair
Mehmet Âkif merhumun oğluyum."
Bu defa
tabiatıyla alâkamız arttı. İtiraf etmeliyim ki, derin bir hüzün bu alâkanın
üstüne çıktı. Zira dün ihtifali yapılan İstiklâl Marşı şairinin oğlunun durumu,
her bakımdan yürekler acısı idi. Bitkin bir hâlde masamın yanındaki sandalyeye
çökerken;
"Hâlihazırda
çok mağdur durumdayım" dedi. "Elimden tutulması lâzım, maddî, manevî
müzaherete ihtiyacım var."
Muhtelif
işlerde bulunmuş. Şimdi boşta ve ihtiyaç içinde bir otel köşesinde kimsesiz ve
her türlü alâkadan mahrum günlerini geçiriyormuş.
"Çok
iyi Arapça bilirim. Arap edebiyatına tamamen vâkıfım. İngilizcem de var.
Türkçem çok kuvvetlidir. Sizden münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda
tavassutunuzu ricaya geldim."
Bu dilek üzerinde
bütün bir şey yapabilmek iktidarında bulunanların durmak kadirşinaslığını
göstereceklerine emin olduğumuzu belirterek, Âkif'ten kalan yegâne canlı
hatıranın, tam ihtifal günü karşımızda bulunduğunu düşünerek bu mesut
tesadüften, Âkif severler adına faydalanmağı düşündük. Merhumun
hususiyetlerini, bizce malûm olmayan taraflarını oğlundan daha iyi kim
bilebilirdi? Nitekim bu tahminimizde yanılmadık. B. Mehmet Emin diyor ki:
Senelerce onunla Mısır'da baş başa yaşadık. Benden başka muhatabı yoktu.
Son yazıları bendedir. Bunların içinde tasavvufa ait olanları da var. Kendisi
neşirlerini istemedi. Fakat neşri, edebiyatımıza kazandırılmak istenilirse,
ruhundan af dileyerek, neşrinde bir mahzur görmeyeceğim. Bu eserleri edebiyata
kazandırmak suretiyle ifa edeceğim hizmetten duyacağım huzur, pederin sözünü
dinlememekten mütevellit çekeceğim azaptan daha kuvvetli olacaktır.
Âkif'in oğlu,
babasının hususiyetlerini şöyle anlatıyor:
Bence ilmî ve edebî kıymetinden çok, karakterinin
kıymeti daha fazla idi. Çok kuvvetli bir iradesi vardı. Hatta bu bazen
inatçılık derecesini bulurdu. Otuz beş sene kullandığı enfiyeyi bir sözle
bıraktığını hatırlarım. Son zamanlarda çok bedbindi. Sebebi de Garbın dev
adımlarla ilerleyişi ve yükselişi karşısında bizim sönük kalışımızdı. Bir
kusuru vardı: Çok fazla itimat ederdi. Bu yüzden pek çok nankörlükler görmüş,
kırılmıştır. Diyebilirim ki, ben, en sevdiği bir tane oğluna, fazla itimat
etmesi, hayatta başarısızlığıma âmil olmuştur.
Türkiye'den uzakta yaşamak onu çok üzüyordu. Bunu göstermek,
belli etmek istemezdi. Ben çok yakınında olduğum için anlıyor, hissediyordum.
Onun mükemmel bir sporcu olduğunu bilir misiniz? Çok
küçük yaşımdan beri bana zorla İsveç usûlü jimnastik yaptırmıştır. Güzel sesli
kadınlara meftundu. Hatta Mısır'ın meşhur muganniyesi Ümmü Gülsüm için, "Bu
kadının sesi, bir erkeği baştan çıkarmak için kâfîdir" derdi.
Mütedeyyindi, fakat asla softa değildi. Dinin tababet,
ziraat, iktisat gibi, işlenecek, ilerlenecek tekâmül ettirilecek bir ilim
şubesi olduğuna kaniydi. Yobazlardan nefret eder, kadınların çarşaf giymeye
varan tesettürüne aleyhtar bulunurdu. Dinin birtakım softalar elinde
şirazesinden çıktığını daima söylerdi.
"Size
bir şey bıraktı mı?"
"Muhteşem
bir isim ve gurur. Başka hiçbir şey bırakamazdı. Çünkü bırakılacak bir şeyi
yoktu."
Âkif'in oğlu
acı acı başını sallayarak sözlerine şunları ilâve ediyor:
Teessürle görüyorum ki,
Türkiye'de pek sevdiği ve dost bildiği bazı arkadaşları, onunla sırf
menfaatleri için düşüp kalkıyorlarmış. Bunu bilhassa söylemek isterim.
Ayın 27'sinde
yapılacağını sandığı ihtifalinde söz söylemeye hazırlanırken, ihtifalin Eminönü
Halkevi'nde yapılmak üzere olduğunu öğrenince tehâlükle yerinden sıçradı:
"Gitmeliyim!"
dedi; fakat birdenbire durakladı:
"Bu
kıyafetle doğru olur mu dersiniz?"
Kendisine şu
cevabı verdim:
"Herhalde bundan utanması lâzım gelen siz
değilsiniz."[50]
Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede
Kenan Akın
Üç metre
boyunda, iki metre eninde, basık, yer yer badanası dökülmüş, eşyaları temiz bir
odanın içindeydik... Ufak bir mangaldan çıkan ısı, titrek titrek odanın içine
yayılıyordu. Burada Vatan ve İman Şairi Mehmet Âkif Ersoy'un hayatta kalmış,
daha doğrusu hayata terk edilmiş erkek oğlu barınıyordu... Emin Âkif Ersoy...
Evde yoktu...
"Hastalığa
iyi gelir diye. Tuzsuz ekmek aramağa gitmiş" dediler...
Gözler evin
duvarlarını tarıyor ve gazetelerden kesilmiş birkaç resme takılıyordu.
Tak... tak...
tak... Bir ayak sesi... Uzun boylu, güleç yüzlü bir insan, gölge gibi içeriye
süzülüyor... İşte, Emin Âkif Ersoy... 57 yaşında, saçlarına ak düşmüş, hayatın
acı cilvesi, alnına yüzüne keskin çizgilerle âdeta konmuştu...
Divan gibi
kullandığı yatağına otururken, kısık bir sesle "Hoş geldiniz" diyor
ve merakla bakıyor... Sonra tanışıyoruz. Tercüman'dan olduğumuzu
anlayınca, gözleri dalıyor ve ağzından titrek titrek şu kelimeler dökülüyor:
"Emin
olun, çok memnun oldum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yıllar yılı bu kapı aralanmadı.
Bir dost, bir aşina yüz ne hâldesin diye sormadı."
... Ve sonra
sohbete başlıyoruz. Kelimeler, Mehmet Âkif Ersoy ve geçen günler üzerinde
gezinip duruyordu.
* * *
Üstadın oğlu,
hatıralarını yazıyordu... "Orta Çiftlik" adını koymuş hatıra
defterine... Hayatının tatlı ve acı anılarını, karalıyor da karalıyordu. İşte, Orta
Çiftlik'ten birkaç satır:
16 yıl önce... Mayısın 13'ü. Günlerden Pazardı. Baba
dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40 yaşlarındaydım. Çocukluğum,
delikanlılığım 25'ine kadar iyi geçti. Maalesef bunu takip eden yıllar devamlı
bir kâbusun, korkunç karanlıkları içinde, inkisâr-ı hayâl, hüsran, sıkıntı ve
sefaletle doludur...
... Ve işte Âkif merhumdan bir hatıra, oğlu anlatıyor:
Peder,
Halkalı Ziraat Mektebi'ndeyken, garip bir tesadüf eseri, sınıfın çalışkanı bir
Musevî, kulun sırtı yere gelmez pehlivanı da bir Ermeniydi... Peder bu duruma
tahammül edememiş ve gecesini gündüzüne katarak ders çalışmış, saray
pehlivanları ile idman yaparak, her iki gayrimüslimin önüne çıkmıştır. Kısa bir
zamanda sınıfın birincisi olan peder, güreşçi Agop'u da eze eze mükerreren
yenmiştir. İşte, pederin taassubu, böyle bir taassuptu...
Hayatının
yarıdan fazlası acı içinde geçen Emin Âkif, şimdi MTTB gibi milliyetçi, tarih
sever bir gençlik kuruluşunun himayesi altındaydı...
Karanlık Geceler
Saat üç, hayli vakit
var sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz,
acaba;
Uzanırsam çabuk açmaz
mı şafak?
Sabah olmaz yüz kere kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır
şimdi etraf
Bu sabahın yelidir, ne
yazık;
Duyduğum
ses, yine baykuş sesidir. [51 ]
Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor,
İstiklâl Marşı Şairimizi Anlatıyor
Röportaj: Burhan
Bozgeyik
Cemiyetteki
büyük insanlar buhranlı günlerde ortaya çıkarlarmış. Güllük gülistanlık
dönemlerde de genç fidelere su vermekle meşgul olurlarmış. Tarihimiz aslında
her dönemde "büyük"lerle doludur. Bazıları vardır ki, insan her an
onlarla, hatıralarıyla, eserleriyle baş başadır. O "büyük"le haşir
neşir olmuştur. Cesedini fânî dünyaya bırakmış olsa bile. İşte Mehmet Âkif
böyle büyüklerimizden birisidir. Ülkenin en sıkıntılı dönemi. Şanlı fakat
talihsiz koca bir devlet çözülme hâlinde. Yıllardır bu ânı gözetleyen düşmanlar
hep birden yüklenmişler. Düşmanda silah, cephane, malzeme bol. Müslüman Türk'te
mi? Ne gezer. Silah, cephane ve erzak bakımından düşmanla kıyas kabul edilmez
bir yokluk. Bu yokluk içerisinde yegâne "var"ı iman'ı, bu imandan
aldığı güç ve ümitle kazanacağına inancı. Bir de evet bir de Mehmet Âkif gibi
vatanperver, imanlı kişiler, rehberler var. İstiklâl Harbi'nin zaferle neticelenmesi,
imanın küfre karşı mutlak üstünlüğüdür. Zafer kazandıran ruhlara tılsımlı nefes
gibi işleyen Âkif'in tesirli, gür sesli şiirleri... Ay yıldızlı bayrağın
gölgesinde ebediyete kadar bu vatan gençliğinin okuyacağı İstiklâl Marşı
bunlardan bir tanesi.
İstiklâl
Marşı şairimizin yakınlarıyla görüştük. Kızı Feride Hanımefendi ve damadı, aynı
zamanda talebesi Muhiddin Akçor Beyefendi anlattılar çok sevdikleri
pederlerini. Safahat şairini...
Muhiddin
Akçor: Mehmet Âkif Bey'in ikisi erkek, üçü kız beş çocuğu vardır. Bir de öz
evlâtlarından ayırt etmediği manevî kızı vardır. Bugün iki erkek çocuğundan
küçüğü hayattadır. Manevî kızı vefat etmiştir. Üç kızı berhayattır. Feride
Hanım ortanca kızıdır.
M. Âkif Bey,
ailesinden ziyade cemiyetin adamı idi. Evvelâ cemiyet, ondan sonra vakit
bulabildiği takdirde kendi ailesi ile meşgul olan bir insan idi. 1920'de
İstanbul'da Sebilürreşad'da başmakale yazıyordu. Nâşiri Eşref Edib'le
anlaşıyor, "Ben Anadolu'ya gidiyorum. Sen de derginin malzemelerini de
alarak arkamdan gel" diyor. Büyük oğlunu yanına alıp birçok kişinin
ihtiyar ettiği yoldan, Alemdağı'ndan yürüyerek Kastamonu'ya gidiyor. Arkasından
da Eşref Edib Bey malzemelerle birlikte Kastamonu'ya gidiyor ve orada mecmuayı
çıkarmaya başlıyorlar. Bu mecmuanın takip ettiği hedef millî tesânüdü
kuvvetlendirmek, milletin mücadele gücünü artırmak ve düşmana karşı koyma
arzularını uyandırmak ve Millî Mücadele'yi de teşci etmek. Orada intişâr eden Sebilürreşad
orduya da dağıtılıyordu. Dokuz ay sonra Mehmet Âkif Bey'in ailesi de
Kastamonu'ya gidiyor. Âkif Bey, Kastamonu'ya gidişinden üç ay sonra Ankara'ya
gidiyor. Ankara'ya gidince Burdur mebusu olması teklif ediliyor. I. Devre
sonuna kadar mebus sıfatıyla Ankara'da kalıyor. Fakat zamanının kısm-ı azamını
memleketin muhtelif yerlerine yaptığı seyahatlerle, ordu ile temasta bulunarak,
mev'izelerle, sohbetlerle, halkı birlik ve beraberliğe davet ederek, mücadele
güçlerini arttırmaya sarf ediyordu.
Feride
Akçor: Zaten muhtelif defalar cepheye gidiyor. Bazen ordu kumandanları
davet ediyor. Bazen kendisi gidiyor. Mümkün mertebe askerle çok temasta
bulunarak, onların gayretlerini arttıracak sohbetler yapardı. Manevî cepheyi
kuvvetlendirmeye çalışırdı.
Muhiddin
Bey: İstanbul'dan Kastamonu'ya giden ailesini de bir müddet sonra Ankara'ya
aldırttı. Fakat bu faaliyetlerinden vakit bulabildiği kadar kendi çocuklarıyla
meşgul olurdu.
Feride
Hanım: Sonra harp çıkıp Yunanlılar Polatlı'ya geldiği vakit Ankara'yı
boşalttılar. Biz de Kayseri'ye kafileler hâlinde gittik. Kayseri'ye gidişimiz
çok hazindir. Kağnılarla gidiyorduk. Müthiş de sıcak vardı. On gün sürdü
yolculuğumuz. Ben o zaman on sekiz yaşındayım. O sıcağın altında akşama kadar
yürüdüğümüz oluyordu.
Muhiddin
Bey: O zaman cephenin en buhranlı zamanıydı. 1921 başlarında. Düşman
Eskişehir'i aldıktan sonra Polatlı'ya kadar yaklaşması üzerine hükümet
dairelerinin, bazı müesseselerin Kayseri'ye nakli kararlaştırıldı. Birçok
hükümet devâiri de Kayseri'ye gittiler. O zamanlar çok buhranlı zamanlardı.
Vasıta yok. Asayiş yok. Yer yer eşkıyâlar türemişti.
Bozgeyik: O
sıralar ne ile meşguldünüz?
Muhiddin
Bey: Millî Mücadele senelerinde ben Ankara Ziraat Mektebi'nde muallimlik
yapıyordum. Mehmet Âkif Bey bize gelirdi. Sevdiği insanları nerede olursa
olsunlar, arar bulurdu. Bir gün dahi abes lâfla iştigâl ettiğini işitmemişimdir.
Çocuklarının da devamlı bedenen güçlenmeleri, bir şeyler öğrenmeleri için
elinden geleni yapardı.
Bozgeyik: Âkif
Bey'le ilk defa ne vakit, nasıl tanıştınız?
Muhiddin
Bey: Âkif Bey'le tanışmam yahut benim onu tanımam çok eski zamanlara dayanır.
12-13 yaşlarında iken gördüm ilk defa. Sonra talebesi oldum. Kendisini çok
severdim. O da beni severdi. Hatta çocuklarını Kayseri'ye ben yolcu ettim.
Ben
Darüşşafaka'da okurken 12-13 yaşlarındaydım. Bazı toplantılarda, sınıf hocamız
bana Mehmet Âkif Bey'in Safahat'tan alınmış şiirlerini okuturdu. O
vesileyle Safahat ve Âkif'e karşı bir yakınlığım vardı. Bir gün mektebin
bahçesinde oynarken hocamız beni çağırdı. Merdivenden çıkmakta olan bir zâtı
işaret ederek "İşte Mehmet Âkif budur!" dedi. Ben de o merdivenleri
çıkıncaya kadar hayranlıkla seyrettim. Sonra Halkalı Ziraat Mektebi'nde bize
kitabet dersi veriliyordu. Bu dersimize de hoca olarak Mehmet Âkif Bey gelmez
mi? Benim artık sevincime pâyân yok. Sanki onun bir dostuymuşum gibi. Onun
derslerini dört gözle takip ederdim.
Bozgeyik: Efendim,
hocanız Mehmet Âkif Bey'le aranızda cereyân eden hiç unutamadığınız bir
hatıranızı anlatır mısınız?
Muhiddin
Bey: Çok hatıramız var. Ama en mühimi şu: Âkif Bey, kitabet dersinde
tahtaya bir beyit yazar, bunun tahlilini yapardı. Bir gün tahta başında bir
talebeyle meşgul olurken sınıftan birisi, zannederim münasebetsiz bir gürültü
yaptı. Talebelere karşı döndü ve gözünü bana dikti. Halbuki ben dersi dikkatle
takip ediyordum. Kolay kolay sinirlenmezdi. Ama o zaman canı sıkılmıştı.
"Tahtaya kalk!" dedi. Ben de tahtaya kaldırdığı için sevinmiştim.
"Yaz!" dedi. Hâlâ sesi kulağımdadır:
"Gönder Allah'ım bu millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver gaib hazinenden bize."
Bu ikinci
mısraı okuyunca ne kastettiğini anladım. Bu saygısızlığın benim tarafımdan
yapıldığını zannetmişti. "Anlamadın mı?" dedi. İkinci mısraı bir daha
tekrar etti. Yine yazmadım. Sonra yumuşak bir sesle; "Yazmayacak
mısın?" dedi. "Hayır, yazmayacağım!" dedim. "Peki
oturun!" dedi. İşte bana karşı muhabbet peyda etmesinin başlangıcı budur.
Bozgeyik: Şiirleri
irticâlî olarak mı yazıyordu, yoksa üzerinde durduktan sonra mı yazıp
neşrediyordu?
Muhiddin
Bey: Âkif Bey'in şiirleri büyük bir emeğin mahsûlüdür. Kendisinin de
belirttiği gibi aylarca üzerinde çalıştığı mısraları vardır. O kadar akıcı,
selis, güzel Türkçesi vardır.
Âkif Bey
Ankara'ya gittiği zaman Taceddin Dergâhı'nda kalmıştır. Şimdi müze olarak
düzenlenmiştir. O tekkenin şeyhi olan Nureddin Efendi misafir etti. Âkif Bey,
bazı dostlarıyla orada kaldı. Bu dostları; Washington sefîri iken vefat eden
Münir Ertegün, Ziraat Vekâleti'nde me'mûrîn müdürlüğü yapmış Çopur Hilmi Bey,
Hariciye Vekâleti'nden Mısırlı Hilmi Bey vardı. Bunlarla beraber otururlardı.
Sonra Âkif Bey'in ailesi Ankara'ya geldi ve onun yanındaki bir evi kiraladı.
Orada oturdu.
Bozgeyik: Birçok
ilim, fikir ve sanat adamlarının konuşmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Âkif
Bey'in bu yönü nasıldı?
Muhiddin
Bey: Âkif Bey hoşlandığı insanlar yanında konuşurdu. Sohbeti gayet
tatlıydı. İnsan, o konuşurken bitmesin diye nefes almaktan bile çekinirdi.
Şayet hoşlanmadığı bir kimse olursa, abes laflar eden birisi olursa susardı.
Hafif uykuya dalardı. Fakat sevdiği insanlar yanında birbirinden güzel
fıkralarla güzel sohbet eder, edebî kudretine inandığı insanlara, eserleri
hakkında fikir sorardı.
Bozgeyik:
Efendim, babanızla küçüklüğünüzden başlayarak unutamadığınız
hatıralarınızdan bahseder misiniz?
Feride
Hanım: Babam küçükken, zaman zaman bizi gezmeye götürürdü. Çok küçüktük o
zamanlar. Hatta yorulduğum zaman beni omzuna alır, gezdirirdi. Şehzadebaşı'nda
meşhur bir çaycı vardı, oraya götürürdü. Babam arkadaşlarıyla çay içer, sohbet
ederdi. Bana da lokum verirdi. Bunları hatırlıyorum küçüklüğümden. Daima açık
havayı severdi babam. Geniş bahçeli evlerde otururduk. Bizim büyük şairlerin
şiirlerini okuturdu. Bazen açıklardı. Bir kısmını ezberletirdi.
Babam
Anadolu'ya giderken küçük kardeşimi yanına aldı. Oğlanların büyüğüydü kardeşim.
O sıralar altı yaşındaydı. Aileden onu aldı yanına.
Harp
sırasında çok üzüntülüydü. Fazla konuşmazdı. Heyecanlıydı. Arkadaşlarıyla
sabahladıkları oluyordu. Konuşuyorlardı. Ve kazanacağımıza son derece
inanıyordu.
Bozgeyik: Hiç
unutamadığınız bir hatıranız
Feride
Hanım: Hiç unutamadığım hatıra, babamın ilk Anadolu'ya gidişi esnasında
cereyan etmiştir. Annem bir sabah geldi. "Çocuklar kalkın, babanız
Halkalı'ya gidiyor" dedi. Babam her zaman Halkalı'ya giderdi. Dersi var
diyorduk. Baktım, babam kapının önünde giyinik vaziyette duruyor. Baktım,
babamın gözlerinden yaşlar akıyordu. İlk defa o vaziyette görüyordum babamı.
Çok fena oldum. Gayet tabii bir şeyler anladım. Ben de kendimi tutamadım.
Ağlayarak yukarıya koştum. Babam da arkamdan koştu. Beni kucakladı.
"Üzülmeyin!" dedi. Babamın o hâlini çok iyi anlıyordum. Çünkü bir
daha ya görüşecektik, ya görüşemeyecektik.
Sonradan
görüştüğümüz bir asker, babamın Anadolu'ya gidişini anlattı. Küçük kardeşimle
yola çıkmıştı. Aileden bir hatıra olsun diye onu almıştı. -Çok sevdiği bu erkek
kardeşim sonradan vefat etti.- Kardeşimi hep sırtında taşırmış. Ayakkabıları
yırtılmış. Ayakları kanlar içerisindeymiş.
Bozgeyik: Âkif
Bey'in spora alâkası nasıldı?
Muhiddin
Bey: Son derece sporcu bir insandı. Talebeliği zamanında Halkalı'ya
yürüyerek giderdi. Bir hatıramı anlatayım: Merhum, Çengelköyü'nde tepede bir
evde otururdu. Erenköy'e bize geleceği zaman kestirmeden yürüyerek gelirdi.
Alemdağı'ndan çıkar, Çamlıca'dan aşar, buraya kadar yürüyerek gelirdi.
Yine bu
tarafta oturan bir dostuyla sözleşmiş, sana falan gün gelirim, diye. O gün işi
çıkmış, gelemeyecek. Sabah namazından sonra çıkıyor yola, yürüyerek dostunun
evine gidiyor. "Bugün işim çıktı, sana gelemeyeceğim" diyor,
"Allahaısmarladık" deyip dönüyor.
Çok
kuvvetliydi. Güreşirdi. Alaturka güreş yapardı. Güreşi severdi. Halkalı'da hoca
iken, bizim arkadaşlardan birisi vardı, iri yarı bir şey. "Sıkılmasam şu
oğlanla güreş tutacağım" derdi.
Feride
Hanım: Bizi hafta sonları kırlara götürürdü. Çocukları toplardı. Koca koca
taşları fırlatır, atardı. Gayet güzel yüzerdi.
Bozgeyik: Gençlerle
Âkif Bey arasındaki münasebetleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Muhiddin
Bey: Âkif Bey'in fikirleri gençler için faydalıdır. Safahat'ın bir
parçası olan Âsım, Âkif'in nasıl bir gençlik istediğini açıkça ortaya koyar.
Bugün memleketi hercümerç içerisinde bırakan bugünkü gençlik Asım'ı mutlaka
okumalıdır.
Gençleri iki
şeye teşvik ederdi. Birincisi; kuvvetli bir bünyeye sahip olmak. İkincisi;
kafalarını geliştirmeye. Her çocuğu okumaya, bir şeyler öğrenmeye teşvik
ederdi. Bu hususta kendisi yardımcı olurdu. Birisi yeter ki bir şeyler öğrenmek
istesin, hemen oturtur, ders verirdi. Kimisine lisan dersi verir, Fransızca
öğretir, kimine edebiyat dersi verir, herkesin hangi meslekten olursa olsun
zamanını bir şeyler öğrenmekle geçirmesine teşvik ederdi.
Feride
Hanım: Mithat Cemal Kuntay her hafta gelir, Fransızca dersi alırdı. Yani
boş zamanı yoktu. Ya okuyacak, ya okutacak. Ya yürüyecek, ya yürütecek.
* * *
Şahıslarına
ait soruma Muhiddin Bey'in cevabı şu oldu:
Muhiddin
Bey: Mehmet Âkif mevzubahis olunca, kızı ve damadı olarak kendimize bir
iftihar vesilesi çıkarmaktan içtinab ederiz. Sizler Mehmet Âkif'e bizden ziyade
yakınsınızdır.
Bugün Âkif'in
yüzünü görmemiş fakat eserlerinden onu öz evlâtlarından daha iyi tanımış nice
gençler vardır. Bundan eminiz.
Bozgeyik: Teşekkür ederiz efendim.[52]
Takvim'den Bir Yaprak: Mehmed Âkif'in Oğlu
Refi Cevad Ulunay
İki ay kadar
oluyor, orta yaşlı bir zat matbaada ziyaretime gelmişti.
"Ben
Mehmed Âkif'in oğluyum, ismim Emin'dir."
Kendisini böyle
takdim eden bir zata:
"Hangi Mehmed Âkif?"
denilemez. Çünkü Türkiye'de
Mehmed Âkif bir tanedir; fakat ben muhatabıma nasıl bir nazar atfetmiş olacağım
ki...
"Müşkül
durumdayım" dedi. "Karacabey Harası'nda günde ufak bir ücretle
çalışıyorum ve 15 seneden beri orada barınmaktayım."
İnsanlar acayiptir. Büyük adamların çocuklarının da büyük
olacaklarını düşünürler. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ölüden diri,
diriden ölü çıkmaz."[53] buyruluyor. Mehmed Âkif'in oğlu da
hayatta muvaffak olmayabilir. Bunun için;
"Âkif
gibi bir adamın oğlu olduğunuz hâlde Karacabey Harası'nda ücretle çalışan bir
gündelikçiden başka bir şey olamadınız mı?"
demedim.
Mehmed Âkif'in oğlu devam etti:
"Karacabey'de
zelzele harayı alt üst etti. Hara müdürü; "Buraları eski hâline
getirilinceye kadar git, başının çaresine bak" dedi. Beni bu durumdan
kurtarmak için tavassutunuzu rica ediyorum."
Elimden
geleni esirgemeyeceğimi söyledim. Alâkadar makamlara müracaat ettim ve neticeyi
bekledim.
Evvelki gün
Mehmed Âkif'in oğlundan bir mektup aldım; Ziraat Bakanlığı'ndan tekrar haraya
gönderildiğini ve kendisine yer olarak merkeze yedi, sekiz kilometre mesafede
Poyrazbahçe Koyun Ağılı denilen bir yerde yatıp kalkabileceğini söylediklerini
yazıyor. Sobasız, gıdasız, pislik içinde olan buradan kurtarılmasını rica
ediyor. Hatta bana şöyle bir kıt'a da yazmış:
Tut elimden diyerek,
boynumu büktüm Ulunay
Yüzde yüz üzdü senin
gönlünü bitkin durumum
"Âkif'in
oğlu" dedim, sen de şaşırdın. Bu mu? Ay!
Sürünüp kıvranıyor, iş
arıyor. Vay gidi vay!
Bu zat hiçbir
şey olmayabilir. Fakat Mehmed Âkif'in oğludur. O Mehmed Âkif ki...
*
Dün akşam
Kâni Karaca bizim mahallede bir Mevlid okumağa gelmiş, bana da uğradı.
Hoşbeşten sonra İstanbul'un Hâfız Osman, Hâfız Recep, Hâfız Hasan gibi tanınmış
eski mevlidhanlarından bahsettik. Bu meyanda Said Paşa İmamı Hasan Efendi'den
de bahsedildi. Hasan Efendi biraz meczup idi, Boğaz'da Mevlid okumak üzere
Valide Sultan'a gelirken Üsküdar Çarşısı'nda karşısına bir kadın çıkmış, ona
beş kuruş uzatarak:
"Dağ
gibi bir evlât kaybettim, bugün kırkıdır. Onun için bir Mevlid oku!"
demiş. Hasan
Efendi de:
"Paranı
cebine koy. Okuyayım!"
demiş, yüreği
yanık ananın evine gitmişler. Öyle bir Mevlid okumuş ki, dinleyenlerden
bayılanların hesabı yok. Mahalle yerinden oynamış. Hasan Efendi'nin gece yarısı
kayığa binerek Valide Sultan'ın sarayına giderken yolda okuduğu kasideyi Mehmed
Âkif şöyle yazıyor:
Kayalardan, kıyılardan
bir ateştir çağlar,
Lahn-i Dâvûd ile inler
gûyâ dağlar.
Dem çekip, dem tutarak,
etmeye başlar feryâd,
Boğaz'ın her tarafından
bir ilâhî inşâd:
"Sultan-ı rusül,
Şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i
sermedsin efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u
Muhammed'sin efendim
Hak'tan bize Sultân-ı
müeyyedsin efendim!"
Bugün
Karacabey Harası'nın koyun ağılında sobasız. Gıdasız, diz boyu pislik içinde titreyen adam işte bunu yazan Mehmed Âkif'in oğludur. [54]
Çetin Altan
(...)
Bir öğle
sonrası... Bayram içeri girdi, "Sizi biri görmek istiyor" dedi.
-Buyursun...
İçeri tıraşı uzamış, üstü başı
bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif
bükük bir boyunla:
-Bendeniz, dedi, Mehmet Âkif'in
oğluyum...
Bir anda ne olduğumu yine
şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak
istercesine:
-Ooooo buyurun buyurun,
nasılsınız?.. türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O tavrını bozmadı:
-Rahatsız etmeyeyim, dedi.
Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim...
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi
yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum...
Ve yine tek yapabileceğim şeyi
yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük boynuyla:
-Siz ne münasip görürseniz,
dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları
düşüyordu yüreğime. Cüzdanımı açtım; içinde ne varsa çıkardım -fazla bir şey de
yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 Lira
aldı...
-Çok çok teşekkür ederim,
rahatsız ettim, dedi ve çıktı.
Aradan
bir ay geçti geçmedi. Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme...
Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Âkif'in oğlunun ölüsü
bulunmuştu. [55]
AKIN, Kenan,
"Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat
1966.
ALTAN, Çetin,
"Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet Âkif'in Oğlu", Sabah, 5
Ağustos 1999.
Bir
150'liğin Mektupları: Ali İlmî Fânî'den Rıza Tevfik'e Mektuplar, Haz.
Abdullah Uçman - Handan İnci, Kitabevi Y., İstanbul 1998.
BOZGEYİK,
Burhan, "Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl Marşı
şairimizi anlatıyor", Köprü, Aralık 1978, S. 21, s. 3-5.
COŞKUN,
Nusret Safa, "Şair Mehmet Âkif'i Oğlu Şimdi Ne Yapıyor? ", Memleket,
27 Aralık 1947.
CÜNDİOĞLU,
Dücane, Âkif'e Dair, Kaknüs Y., 1. b., İstanbul 2005.
ÇANTAY,
Mustafa, Âkifnâme (Mehmed Âkif), Ahmed Sait Matb., İstanbul 1966
DOĞRUL, Ömer
Rıza, "Mehmed Âkif'in Hayatı", Safahat, İnkılâp ve Aka
Kitabevleri Y., 11. b., İstanbul 1977, s. XVII.
DÜZDAĞ, M.
Ertuğrul, Mehmed Âkif Mısır Hayatı ve Kur'ân Meâli, Şûle Y., 2. b.,
İstanbul 2005.
ERSOY, Emin,
"Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyle Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola
Çıktık-I, Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106, s. 16.
ERSOY, Emin,
"Eskişehir'de Silâhlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu-II", Millet,
Yıl: III, 19 Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
ERSOY, Emin,
"Âkif ve Sarhoş İki İtalyan Şoförü-III", Millet, Yıl: III, 26
Şubat 1948, S. 108, s. 15.
ERSOY, Emin,
"Âkif En Ziyade Süs ve Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet,
Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110, s. 16.
ERSOY, Emin,
"Âkif'in Hayatında Yegâne Görebildiği Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet,
Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111, s. 17.
ERSOY, Emin,
"Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı
Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet,
Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112, s. 15.
ERSOY, Emin,
"Âkif, Gözyaşları İçinde Yazıyordu-VII", Millet, Yıl: III, 1
Nisan 1948, S. 113, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok
Üzüyordu-VIII", Millet, Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz-IX", Millet, Yıl: III, 15
Nisan 1948, S. 115, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Pek Sevdiği Ali Şükrü Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları
Döktürmüştü-X", Millet, Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Gecenin Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında
Duyuluyordu-XI", Millet, Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Annem Gözyaşları İçinde Beni Hasretle Bağrına Basmıştı- XII", Millet,
Yıl: III, 6 Mayıs 1948, S. 118, s. 18.
ERSOY, Emin,
"Büyük Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini
Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl: III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
ERSOY, Emin
Âkif, "Mehmet Âkif, Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti-XIV", Millet,
Yıl: III, 27 Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
ERSOY, Emin
Âkif, "Ruhu Huzur İçinde, Vatan Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet,
Yıl: III, 10 Haziran 1948, S. 122, s. 15 (Birinci kısmın sonu).
GÜNAYDIN,
Yusuf Turan, "Mehmed Âkif Ersoy Kaynakçası (1911-2007)", Hece,
Yıl: XII, 2. baskı, Ocak 2008, S. 133 (Mehmet Âkif Özel Sayısı), s. 659751.
GÜNAYDIN,
Yusuf Turan, Mehmet Âkif'in Mektupları, Ebabil Y., Ankara
2009.
Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut Kazancıgil Kitabı, Söyleşi:
Figen Şakacı, İş Bankası Kültür Y., 2. b., İstanbul 2006, s. 358-359
KOÇU, Reşat Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi-X, Koçu Y., İstanbul
1971.
KUTAY, Cemal, Necid Çöllerinde Mehmed Âkif, Tarih Y., İstanbul
1963.
NEBİOĞLU, Osman, "Altan,Çetin", Türkiye'de Kim Kimdir,
Nebioğlu Y., İstanbul 1961-1962, s. 56.
NEBİOĞLU, Osman, Türkiye'de Kim Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul 19611962.
ÖZÇELİK, Mustafa, Mehmet Âkif Ersoy: Kronolojik Hayat Hikâyesi,
Erguvan Y., İstanbul 2009.
"Ulunay, Refi Cevad", Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar
Ansiklopedisi-II, Yapı Kredi Y., İstanbul 2001, s. 852.
ULUNAY, Refi Cevad, "Mehmed Âkif'in Oğlu", Milliyet, 30
Ocak 1965.
[2]
Bk. H. B. Çantay, Âkifnâme
(Mehmed Âkif), Ahmed Sait Matb., İstanbul 1966, s. 13-14.
[6]
Feride Hanım da Âkif'in
Emin'e olan sevgisine işaret eder. Bk. Bozgeyik, a.y., s. 5.
[7]
Bk. Yusuf Turan Günaydın, Mehmet
Âkif'in Mektupları, Ebabil Y., Ankara 2009, s. 87-89.
[10]
Günaydın, a.g.e, s.
87-88.
[24]
Bu yazıya Hece
dergisinin Mehmet Âkif Özel Sayısının bibliyografya kısmını hazırlarken
Millî Kütüphane'de bulunan Âkif Zarflarından birinde rastladım. Bk. Ulunay,
"Mehmed Âkif'in Oğlu", Milliyet, 30 Ocak 1965.
[26]
Nebioğlu, Türkiye'de Kim
Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul 1961-1962, s. 56.
[28]
Bk. Düzdağ, a.g.e.,
s. 123; Cündioğlu, a.g.e., s. 90.
[29]
Millet, Yıl: III, 12
Şubat 1948, S. 106, s. 16.
[32]
Âkif'in Şefik Kolaylı'ya
bir mektubu için bk. Günaydın, a.g.e, s. 108-109.
[35]
Millet, Yıl: III, 19
Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
[36]
Millet, Yıl: III, 26
Şubat 1948, S. 108, s. 15.
[37]
Millet, Yıl: III, 11
Mart 1948, S. 110, s. 16.
[38]
Millet, Yıl: III, 18
Mart 1948, S. 111, s. 17.
[39]
Millet, Yıl: III, 25
Mart 1948, S. 112, s. 15.
[40]
Millet, Yıl: III, 1
Nisan 1948, S. 113, s. 18.
[41]
Millet, Yıl: III, 8
Nisan 1948, S. 114, s. 18.
[43]
Millet, Yıl: III, 22
Nisan 1948, S. 116, s. 18.
[44]
Millet, Yıl: III, 29
Nisan 1948, s. 117, s. 18.
[45]
Millet, Yıl: III, 6
Mayıs 1948, S. 118, s. 18.
[46]
Millet, Yıl: III, 13
Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
[47]
Millet, Yıl: III, 27
Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
[48]
Millet, Yıl: III, 10
Haziran 1948, S. 122, s. 15.
[50]
Memleket, 25 Aralık
1947.
[51]
Kenan Akın, "Mehmet
Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
[52]
Köprü, Aralık 1978,
S. 21, s. 3-5.
[53]"(...) çıkar." Âyetin tam metni
için bk. Âl-i İmran: 27.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar