HRİSTİYANLIK VE İSLÂM: ALLAH’A GİDEN FARKLI YOLLAR ANNE MARIE SCHIMMEL’LE RÖPORTAJ
Renate Beyer
Çev.: Dr. Ömer YILMAZ
RB: Siz
Çöteborg’da Dinlerarası diyaloğun konuşulduğu bir konferanstan geldiniz. Bu
kavramı nasıl değerlendiriyorsunuz?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Aslında Dinlerarası
diyalog kavramını kimse yeterince tarif edebilmiş değildir. Göteborg'ta
diyalog kavramından ziyade tasavvufun diyaloğun tesis edilmesinde bir köprü
görevini üstlenip üstlenmeyeceği konuşuldu. Evliya denilen zatların bu oluşuma
katkısını dile getirdik. Benim açımdan bakıldığında konu gayet basittir. Ben
herbirimizin yekdiğerini daha fazla anlaması gerektiğine inanıyorum. Beş yıl
kadar Ankara İlahiyat Fakültesinde çalıştım. O zaman sarı saçlı genç bir
Hristiyan kızı olarak Türk İlahiyatçılara dinler hakkında bilgi verdim. Bu
benim için de iyi bir tecrübe olmuştur.
RB: Bu nasıl oldu. Siz 'Müslüman
değilsiniz ve üstelik İlahiyat Fakültesinde kürsünüz, var?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Gayet basit. Burası bir
Devlet Üniversitesidir. Meslektaşlarım beni dikkatlice takip etti. Ben ikinci
doktora çalışmamı Din Bilimi üzerine yaptım. Böylece ben de İslâm'a karşı bir
sempati oluştu. Türkçe'yi de gayet iyi öğrendim. Bu sebeple yeni teşekkül eden
fakültede bana bir kürsü tahsis edildi. Bu benim için büyük bir şanstı. İslâm
hakkında gerçekten çok şeyler öğrendim. Fakültede dersleri Türkçe verdim. Bu
bana hem heyecan verici hem de öğretici oldu. Bu sıralarda genç dindar Tüklerin
diğer dinlere karşı ne kadar toleranslı olup olmadıklarını tespit ettim. O
zaman bir sene kadar Hristiyanlığın kelâmını, Kilise tarihini, sistematiğini ve
edebiyatını anlattım. İlginç olanı Müslümanların bizden daha iyi
Hristiyanlığı bilmeleridir! Derslerimde bir taraftan Müslümanların diğer
dinlere bakışını öğrenirken, diğer taraftan pek çok İslâmi problemlerin de
mevcut olduğunu anladım. Şimdi ben dindar bir Türk'ün Hristiyanlığın
problemlerinde nasıl bir reaksiyon göstereceğini biliyorum. Zannediyorum ki
karşılıklı bir verim ortamı tesis edildi. İşte bence bu en önemlisidir. Bu
bizi, Müslüman ve Hristiyanların hangi noktada müşterek değerler taşıdığına
götürecektir. Pek tabii bununla beraber farklılıkların da görmezlikten
gelinmesi doğru değildir.
RB: Siz “İslam Tasavvufunda İsa ve Meryem” adlı
kitabınızda İslam ve Hristiyanlığın nasıl bir birine yakın olduğunu ve hangi
ortak noktalann bulunduğunu açıkladınız. Her iki dinde ne gibi ortak noktalar
var?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Evet. İsa ve Meryem her iki dinin karşılıklı
anlayış geliştirmelerine katkı sağlayacak iki fenomendir. İslâm tasavvufunda
İsa gerçek bir veli olarak örnek teşkil etmekte ve kâmil bir sûfi olarak
tanıtılmaktadır. Keza Meryem de büyük hürmete layıktır. İşte bunu çok önemli
görüyorum. Şu ana kadar bu anlayışın Hristiyan İslâm diyalogu için çok az
dikkate alındığına inanıyorum. Fakat gelin görün ki ne kadar Avrupalı İsa ve
Meryem'in İslâm dinindeki rolünden haberdardır? İsa İslâm'a göre Hz.
Muhammed'den önce gelen ve bakire Meryem'den doğan büyük peygamberlerden
biridir. Bu aynı zamanda İslâm'ın inanç yapısında yer alır. Yine İsa
görmeyenlerin gözünü açan bir tabip, iyilik ve haklı davrananların numune-i
imtisalidir. Bu gibi konuların pek çok Avrupalı tarafından yeterince
bilinmediğini söyleyebilirim. İsa ismi Kur'an'ın onbeş suresinde geçmekte ve
ona büyük önem atfedilmektedir. Yine İsa Cebrail tarafından bakire Meryemin
rahmine üfledilmiş Tanrı ruhudur[2] (Ruhullah). Ben bir
seferinde Ankara İlahiyat Fakültesinde öğrencilerime, pek çok Hristiyanın
İsa'nın bakire Meryem'den doğduğuna inanmadıklarını anlatmıştım da o zaman bir
kız öğrenci bana; “Desenize o halde biz sizden daha iyi Hristiyanız!"
demişti.
RB: Gerçekten bakireden doğma; pek çok yönden 'Hristiyan
tarafından anlaşılabilir ve gerçekçi görünmemektedir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Doğru, aslında İncilde de
bakireden doğma hakkında çok fazla bir bilgi yoktur. Sadece genç kadın
kavramına "bakire" olarak temas edilmekte ve tercümelerde buna
zımnen değinilmektedir. Hâlbuki bütün dinlerde buna benzer sahneler mevcuttur.
Kurtarıcı ve kahramanların kendine has doğumundan bahsedilir. Örneğin Buda,
Büyük İskender ve Zerdüşt bakireden doğmadır. Kur'an'ın 19. suresinde bakire
Meryem'e bir meleğin dokunuşuyla birlikte onun çocuğunu dünyaya getirdiğine
işaret edilir.[3] Eğer bunu tasavvufi söylemle
ifade edecek olursak daha değişik bir anlam kazanır. O da
"iffetlilik" kavramıdır. Fakat bu olaya tıbbi gözle bakarsanız
doğumu tabii göremezsiniz. İslâm'ın tasavvuf geleneği içinde Meryem Allah'ın
rahmetinin bir gereği olarak insan ruhunu temsil etmektedir, diğer rivayetlerde
de yine onun seçilmiş ve diğer insanlara üstün kılınmış bir şahsiyet olduğunu
görürsünüz. Kur'an'ın isim olarak zikrettiği tek kadın da Meryem'dir. Başka
literatürlerde de onun adı sıkça geçmekte ve pek çok metinde bize Allah'ın
velisi olarak tanıtılmaktadır. Bilhassa Hint Moğol İmparatorluğu'nda Meryem
şerefli bir kadın diye tavsif edilmekte ve ona "Meryem zamani" yani
vaktinin kadını ünvanı verilmektedir. Öyle zannediyorum ki bu konuda araştırılma
yapılsa daha çok ortak noktalar bulunacaktır.
RB: Siz tamamen
İslam ’ın tasavvuf boyutunu yazdınız ve sizin tasavvuf tarihi çalışmanız uluslararası
bir üne sahip oldu. Şu anda ABD ve Avrupa’da tasavvufa büyük bir ilgi var.
Belli bu iyi bir anlayışın tesisi ve İslâm'a yalınlık duymaya vesile olacaktır.
Ancak insan yine de bu ilgi nereden kaynaklanmaktadır diye soruyor?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Bir açıdan bakıldığında
tasavvuf, İslâm'ın kötüye kullanılmasına karşın doğmuş sağlıklı bir reaksiyonun
sonucudur. Diğer bir açıdan bakıldığında ise İslâm'ın sadece maddeden ibaret
olmadığı anlayışının bir sonucudur. Fakat işin kötüsü zamanla bazı şeylerin
dallanıp budaklanarak asliyetini yitirdiği gibi, tasavvuf da bir zaman gelmiş
sadece batıni boyuta indirgenmiştir. Dolayısıyla insanlar onu ruhi bir iksirden
(Rosenwasser) ibaret görmüşlerdir. Ancak tasavvufu hakkıyla yaşamak gerçekten
çetin bir yoldur. Amerikalı'ların yaptığı gibi insanlar meseleyi basit
zannetmektedir. Onlar XIII. Yüzyılda yaşamış Celâleddin Rumî'nin şiirlerini
tercüme etmekle bu işin bittiğini zannediyorlar. Bundan da öte esas beni üzen
şey tercümelerdir. Aslında Gothe'nin dediği gibi kelimelerin çok büyük rol
oynadığı Arapça ve Farsça şiirleri tercüme etmeyerek olduğu gibi bırakmak
gerekir. O nedenle bu iki dilde sembol ve resimlerin tasvir ettiği şiiri kimse
layıkıyla tercüme
354 |
edemez ve onu nesre aktaramaz. Eğer böyle yapılmayıp da
tercüme cihetine gidilirse o zaman şiirin ruhu kaybolur! Ben Arapça ve Farsça
şiirleri mümkün mertebe şiir formunda ele almaya çalıştım. Hatta bu yüzden
tercümelerimi kınayanlar bile oldu. Bazıları da bunu doğru bulmakla beraber
çağdaş görmedi. Bu nedenle mutasavvıf şairlerin ne dediğini anlamayan
kişilerin yaptığı tercümeler yetersiz kalmakta ve çoğunlukla da klasik
metinler hatalı çevrilmektedir. Eser bir başka dile çevrilirse sulandırılmış
olur. Aslından koparılan şeyler puding haline getirilir. Tekrar söylüyorum
tasavvuf öyle basit bir iş değildir.
RB: O halde tasavvuf nasıl anlaşılmalıdır?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Doğrusu bu konuda muazzam bir
literatür vardır. Ancak bunlar hakkında bir şeyler yazma imkânı yoktur.
Tasavvuf geniş anlamda hakikate ulaşmaktır. Bu hakikat bazen "hikmet"
bazen "nûr" bazen "aşk" bazen de "fenâ" diye
nitelendirilir. Söylenilen bu hallere ulaşabilmek için bunların bir mürşid
eşliğinde realize edilmesi gerekir. Zira tarifi gayr-i kabil hakikate ulaşmak
için ya felsefi bir anlayış ya da aklın önündeki perdenin kaldırılması icab
eder. Bütün sûfiler özlem duydukları anavatana ulaşma hasretiyle yanıp
tutuşurlar. Zira onlara göre kalp (gönül) madde âlemine düştükten bu yana
sürgün hayatı yaşanmaktadır. Dolayısıyla ehl-i dil bunu bilir ve asıl vatanına
dönme gayreti sarfeder. Asıl vatana giderken de yol çok çetin olduğu için büyük
mücadeleler verilmelidir. Tasavvuf klasiği sahiplerinden biri olan Feridüddin
Attar buna "Simurg" adını vermekte ve dağın zirvesinde bulunan bir
kuşa benzetmektedir ve bu zirveye ulaşmaya muvaffak olan, çok az sayıda insanın
olduğunu sözlerine eklemektedir.
RB: O halde tasavvufiyolaz erişilebiliryollardan biridir.
Ancakjûfilerin tecrübe ve aşk- Carını tasvir eden resimlerpekyokinsanda
görülmektedir. Siz çalışmalarınızda tasavvufun nasıl gerçekleştirildiğinden
bahsedip bu durumu sorguluyor ve sûfilerin dindar hayatın teşekkülüne olan
katkısından bahsediyorsunuz. Gerek İslam
gerekse Hristiyanlıkta halk, meşhur kelamcı ve diğer ilim adamlarından
olmadıkları halde sûfilerin dini oluşumdaki zor ritüellerden ıızaklaşarak tasvip
ettiği yaşantıya rağbet etmektedir. Buna göre tasavvuf Hristiyanlık ıve İslam
arasında bir köprü vazifesi görebilir mi?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Daha yakın zamanda bir meslektaşımla
görüştüm. O tasavvufun bu hususta bir köprü olabileceğine inanmıyor. Doğru.
Çünkü Hristiyanlar tasavvufun ne demek olduğunu bilmiyorlar. Bunda da haklılar
tabii. Bizden kim aziz Teresa veya Franziskus'un hayatı hakkında bilgi
sahibidir. Zira bizdeki mistik olgu daha ziyade Kilisenin şekillendirdiği
biçimde ölü bir hal, ya da arka planı henüz anlaşılmayan zor bir kavram olarak
açıklanmaktadır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki tasavvufun köprü olabileceğini
iddia edenler de harflere takılı kalmayıp, onu dinin bir versiyonu şeklinde
algılamak zorundadır. Sûfiler işte bunu yaptılar.
Nathan Söderblom ve Friedrich Heiler,
"Peygamberi" ve "tasavvufî" dindarlığı farklı
değerlendirmektedir. Peygamberlik aniden oluşan Allah vergisidir. Nitekim bu
bize eski kavimlerin Peygamberlerinin tecrübesinden gelir. Hz. Muhammed'in
gelmesi de öyle. Hatta farklı dinlerde reform yapanlar da böyledir. İncil'den
buna Eşiya'nın gönderilmesini örnek gösterebiliriz. Peygamberlerin tebliğ
ettiği dinin tek Tanrı anlayışında bir tür "dışlayıcılık" vardır.
Burada hareket noktası sadece Tanrı'nın "var olması"dır. Onun
dışındakilerin hepsi sadece bir hiçten ibarettir. Müslümanlar bunu Kelime-i
Şehadetleriyle formüle ederler. Onlara göre Allah'ın dışındakilerin varlığı
gerçek değildir. Peygamberin din anlayışı yalnızca Allah'ın hâkimiyetine
dayanmaktadır. Buna mukabil moneteizmi savunan mutasavvıflar daha
kapsayıcıdır. Ne şekil isimlendirilirse isimlendirilsin ilahi prensipler
Tanrı'nın alâmeti ve tecelli mazharları olarak görülmektedir.
Söderblom bir defasında şunu söylemişti.
"Dinlerde iki çeşit "hayır" vardır. Bunlardan biri doğrudan
Allah'a götürmeyen, onunla ilişkisi olmayan ve Allah dışındaki herşeye hayır
diyen Peygamberî yaklaşımdır. Bu çeşit hayır tebliğe dayanır ve dışlayıcıdır.
Diğeri ise tasavvufî hayırdır. Bu ise Allah'ı hatırlatmayan bütün şeylerdir.
(masiva) Bu anlayışa göre O'nun içinde bulunduğu her şey muhteremdir. Bu iki
nokta daima açıklanmaya muhtaçtır. Fakat bu iki tip dini tecrübeyi sağlıklı bir
format ile isimlendirmek bazen gayr-i sahih görülebilir. Tabii her tecrübe ve
anlayışın sonsuz gölgeleri vardır. Şayet "öteki"ni anlamak istiyorsak
bunu da düşünmek zorundayız.
RB: O halde
beraber yürüyebilmenin değişik imkânları bulunabilir. Buna nereden başlamak gerekir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Bana göre Avrupa'da İslâm
hakkında müspet bir anlayışa sahip olmanın tek yolu sadece teolojik ve dış
görüntüden başlanarak gerçekleştirilemez. Bilakis İslâm Kültür ve sanatında söz
sahibi insanları araştırıp incelemek gerekir. Ben Arapça hat sanatı hakkında
çok sayıda konferans verdim. "Allah" ve "Muham- med" nasıl
yazılır ve Arapça yazı tipleri nelerdir bunların dahi bilinmesi çok önemlidir.
Şahsen konferanslarım esnasında şunu yaşadım. İnsanlar bana gelerek kendilerinin
İsfahan'da, İstanbul'da bulunduklarını ve gördükleri yazıların sadece tehzipten
ibaret sandıklarını söylediler. Daha sonra bu insanlar öğrendikleri bilgilerin
akabinde gerek cami kubbelerindeki gerekse bakırlara işlenmiş bu hatlar karşısında
hayranlıklarını gizleyemediler. Ancak ben insanların bu sahaya fazla ilgi göstereceklerine
de fazla ihtimal vermiyorum. Eğer öyle olsaydı zaten benim bu kadar konferans
vermeme gerek kalmazdı. Maalesef tartışmalarda herkes kendi fikrini benimsiyor
ama diğerini önemsiz gördüğü için onun tarafından kıymet ifade eden görüşlerin
açığa çıkmasına engel oluyor. Bu yol sağlıklı bir gidişat değildir. Dinler Tarihi
kuralları da gözden ırak tutulamaz. Başkasının dinindeki negatif olgular kendi
dininin pozitif olgularıyla karşılaştırılıyor. Halbuki insan ideali, ideal ile,
pratiği pratikle mukayese etmeli, böylece olumsuz görüntülere imkan verilmemelidir.
Ne var ki bu hep ihmal edilmektedir.
RB: İslam’ın negatif ve pozitif yönleri. nedir
ki?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Bana göre İslâm'ın en olumlu yönü
onun gerçek bir Tanrı anlayışını savunmasıdır. Burada Tanrı yegane güç
sahibidir. O her yerde hazır ve insanlarla beraberdir. Kişi daima ona karşı
sorumludur. İşte bu itaatkarlık benim anlayışımın temelini oluşturmaktadır.
Olumsuzluk? Kur'anda bulunmayan ya da gereği kadar net
olmayan bazı şeylerin zaman içinde katı bir sistem haline dönüştürülmesidir. Örneğin
örtünme konusu. Bugünkü uygulanış halindeki bir örtüyü Kur'anda bulamazsınız.
Kur'an sadece kadınların zinetini başkasına göstermemek için setredilmesini
emretmektedir. Tarih içinde bu, sıkı bir yoruma tabi tutularak öyle
uygulanagelmiştir. Halbuki örtü başka dinlerde de vardır. Ya da kızların sünnet
olma meselesi. Sanki bu İslâm'ın bir emri imiş gibi algılanmaktadır. Bu
tamamen yanlıştır. Halbuki bu katı kuralın Afrika geleneğinden geldiğini
biliyoruz. Zira Kur'anda kızların sünnet olması ile ilgili herhangi bir hüküm
göremezsiniz. Hatta erkeklerin sünneti ile ilgili bir hüküm de bulamazsınız.
Ben kırk yıl İslâm ülkelerinde yaşadım ve pek çok aile ile biraraya geldim.
Kadınlar kendi aralarında problemlerini açık açık konuşurken bir kaç yıl
öncesine kadar böyle bir sorunlarının olduğunu hiç duymamıştım. Çok sayıda Türk
ve Pakistan'lı kadınla tanıştım, onlardan sünnet olanı hiç görmedim. Kadınlar
kendilerine bu şekil bir soru yöneltilince sadece kafalarını sallıyorlar. İslâm
dininde bunun gibi çok sayıda fer'i meseleler vardır.
RB: O halde başörtüsü ‘Kuranda pek nıet değil?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Evet. Ancak niçin bizim insanımızın
bu kadar başörtüsünü sorun yaptığını da anlayamıyorum. Size Pavlus'tan örnek
vereyim. Pavlus 1 Korintlilere Mektup 11. Bölümde başörtüsü takmayan kadını
ayıplamaktadır.[4] Eğer bu konuyu siz bir
Hristiyana sorarsanız, Eh işte o Pavlus'un şahsi görüşüdür diye cevap vererek
geçiştirir. Bunu nasıl açıklayacaksınız? Bana göre başörtüsü takmanın dini bir
mecburiyeti yoktur. Bu eski bir kültür geleneğidir. Zira insan, vücudunu yüce
bir şahıs ve Tanrı karşısında kapatma ihtiyacı hisseder. Yahudilikte erkekler
başını örter. Ama nedense kimse bunu sorgulamaz? Harward'da Yahudi öğrenci ve
meslektaşlarım kafalarına "kappi" denilen bir şey koyarlardı. Bu
nedense hiç sorun olmaz? Ancak bunu bir Türk ya da Afgan kızı başına takınca
sorun olur. Başörtüsüne bu kadar tepki göstermeyi doğrusu anlamak mümkün
değildir. Fakat hoşgörülü insanların bile bu durum karşısında aniden agressif
olmalarını, başörtü takanların onu politik amaçla kullandıklarına hamlediyorum.
Tüm bunlar bir anlamda kişinin içinde yaşadığı sosyal ortamla alakalı
formalitelerden ibarettir.
RB: Ancak başörtüsü bir anlamda kadının İslam’da baskı
altında tutulduğunun işareti değilmi dir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Eyvah bunu nasıl söylersiniz?
Müslüman aile içinde yaşayan kadın ve anne bizden daha fazla söz hakkına
sahiptir. Kur'anda poligami mümkündür. Ancak bu bir erkeğin dört kadınla
evlenmesini zorunlu kılmaz. Olsa olsa burada bir izinden söz edilebilir. Öyle
zamanlar oldu ki İslâm tarihinde erkekler şehit düştü ve kadınlar dul kaldı.
Eğer poligami olsaydı- ben bu tür insanlarla tanıştım- her kadın pek çok
çocuğun sığınacak mekânı olacaktı. Bunu bizzat kendim yaşadım. Müslümanlar ev
işlerinde kendi aralarında iş bölümü yaparlar. Bazı aileler tanırım ki kimin
çocuğu olursa olsun ona toplum olarak yardımda bulunur. Pek tabi toplumun
katmanları arasında kadının statüsünün iyi olmadığı bir vakıadır. Biz de bile
çok kısa zaman öncesine kadar böyle idi. XIX. Yüzyıl ortalarına kadar Prusya
Krallığında erkeğin hanımını dövme hakkı vardı. Üstelik bu dövme kanunla da
güvence altına alnmıştı. Bu gibi olumsuz durumlar başkası için önemsiz
görülürken nedense İslâm için büyütülür. Müslüman ailelerdeki kadının durumu
söz konusu olunca daha da abartılır. Hâlbuki İslâm'a göre evde en önemli şahıs
kadındır. Peygamber bu hususta çok güzel bir söz söylemiştir. Birgün gencin
biri ona gelerek, Ya Resulallah! Kime iyilik edeyim? Diye sorar. Peygamber: Anne'ne
der. Genç daha sonra kime? Diye sorar. Peygamber tekrar Anne'ne der. Genç
üçüncü kez ondan sonra kime? Der. Peygamber üçüncü defa da Anne'ne cevabını
verir. İşte bu örnek İslâm'da kadına verilen değerin en büyük göstergesidir.
İslâm'da aile içinde mal ortaklığı diye birşey yoktur. Kadın gerek kendi
getirdiği gerekse evliliği esnasında kazandığı malı serbestçe harcama yetkisine
sahiptir. İsterse bu malın tek kuruşunu bile kocasına vermez. İslâm söz konusu
olunca bunlar hep görmezlikten gelinir. Bu arada tabi hukuk yorumcularının
genelde kadın sempatizanı olmayan erkeklerden oluştuğu da unutulmamalıdır. O
sebeple fakihler geniş anlamda kadına hak verilmesinden yana tavır
almamışlardır. Şayet içimizden biri yaşadığımız yüzyılın başlarında kızların
eğitimi üzerine yazılmış kitapları okusa bunun asırlar geçtikçe ne denli
Kur'ana uygun düşmediğini görecektir. Bununla beraber İslâm Kültür tarihinin
en yüksek mevkilerinde bulunmuş çok sayıda kadın bulabilirsiniz. İslâm ortaçağına
bir göz atınız orada oldukça fazla âlim ve şair kadınlar göreceksiniz. Moğol
Hanedanlığında yetki açısından bizim ancak Prensesler ile kıyaslayabileceğimiz
çok sayıda kadının inanılmaz rolünü fark edeceksiniz. Belki bunlar elit
tabakadır deyip geçebilirsiniz. Biz de elit tabaka yok mu? XIX. Yüzyılda
Almanya'da bir köylü kızının kariyer yapabilme şansı var mı idi?
RB: Toplumda İslâm ’ın agresif bir din olduğuna
dair kanaatlerin yaygınlaştığı görülmektedir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Hayır, böyle göremezsiniz. Biz
Hristiyanların Haçlı Seferleri ve cadı yakmaları da açıklığa kavuşmalıdır.
Ortaçağdan beri her hareket önyargıyla İslâm'a fatura edilmektedir. Müslüman ve
Hristiyanların tarih sürecinde aralarındaki ilişkilere göz atmak zorundayız.
1529 yılında Viyana'nın Türkler tarafından kuşatılması Hristiyanlar için büyük
bir şok oldu. Bu da bir takım negatif izlenimlerin oluşmasına sebebiyet verdi.
Bana göre bu tabloyu Avrupa Kültürünü berbat eden inançsızlar çizmektedir.
Hâlbuki bizim kültürümüze İslâm'ın inanılmaz katkıları vardır. Yine XVI. Yüzyılda
oluşan Türk karşıtlığı edebiyatını da görmezlikten gelemeyiz. İşte Avrupa'daki
bu Türk karşıtlığı pek çok Alman ve Avusturya'lı tarafından İslâm düşmanlığı
ile eşdeğer görülmüştür. Bunlara rağmen Göthe'de görüldüğü gibi bu konuda
tamamen ümitsiz de değiliz. Oysa Göthe zamanında insanımızın İslâm hakkındaki
bilgisi çok fazla değildi. Ama o zaman yine de bu insanlar daha fazla
düşünebiliyorlar ve ne okuduklarına özen gösteriyorlardı. Az da olsa Göthe gibi
bazı şahsiyetler bizleri İslâm hakkında bilgilendirmekte ve bizler de sağlıklı
düşünebilmekteyiz.
RB: İslâm diyaloga hazır mı?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Aslında bu konuda pek çok Müslümanda
bilgi eksikliği görülmektedir. Bunu gidermek için benim Ankara'da yaptığım gibi
kurslar düzenlenmelidir. Bu kurslar gerçekten faydalıdır. Bu sayede insanlar
Hristiyanlığın dini ve ahlaki değerlerinin neler olduğu hakkında bilgi sahibi
oluyorlar. Onlarda da Batı ile ilgilenen İlahiyatçılar var. Nasıl ki biz
onların din ve kültürü hakkında kendi toplumumuzu bilgilendiriyoruz, onlar da
mukayeseli olarak herkesi ilgilendiren konular hakkında kendi toplumlarını
eğitmelidir. Bunlardan biri Muhammed İkbal'dir. İkbal İslâm ve Hristiyanlığı
gayet iyi tanıyan, 1871-1938 yılları arasında yaşamış Pakistan'ın babası
olarak nitelendirilen şair ve filozof biridir. O kendi halkına Göthe'yi
İslâm'ın tasavvuf yönünü gayet iyi bilen biri olarak tanıtmıştır. Gerçi
toplumda İkbal gibilerini görmek fazla mümkün olmasa da onun fikirleri sayesinde
insanlar bilinçleşmektedir. O halde bu çift yönlü bir yola benzemektedir.
Buradan oraya oradan buraya, tek yönlü yol yoktur. Nitekim Kur'an “Dinde
zorlama yoktur" buyurur. Yine ben İslâm'ın "Ehl-i Kitap"
tabirini çok önemsiyorum. İslâm'da Hristiyan, Yahudi, Sabiler daha sonra
Zerdüşt ve Hindular-çünkü bu ülkeler 712 yılında İslâm tarafından fethedildi-
kâfir olarak değil özel bir statüye tabi tutulmuşlardır. İslâm bu grupların
emniyetine mukabil cizye denilen bir vergi ihdas etmiş ve bu insanlar kendi
seçtikleri dini otoritelerin idaresi altında yaşamışlardır. Bu durum ortaçağ
hükümlerine göre gayet makul ve zamanın beşeri ilişkileri açısından oldukça
toleranslı addedilmektedir. Ehl-i Kitaba mensup insanlar bu idare içerisinde,
kadı vb. İslâmi meslekler ile devlete hükümdar olma hariç tüm meslekleri
serbestçe icra edebiliyorlardı. Yine 1492 yılında gerek Müslüman gerekse
Yahudilerin İspanya'dan sürgün edilmesinde Osmanlıların onlara sığınma hakkı
tanımasını çok önemsiyorum. Bu kimseler Osmanlı Devletinin topraklarında hem
emniyet içinde yaşamışlar, hem de hak ve sorumluluklarını rahat
yapabilmişlerdir. Banka ve para sahipleri genelde Yahu- diler olmuş, tıp ise
Hristiyanların elinde bulunmuştur. Bunlar hiçbir zorlukla karşılaşmadan
mesleklerini icra etmişlerdir. Kur'an "Sizin dininiz size benim dinim bana"[5] der. İşte bu bile gayet
güzel bir bakış açısıdır. Genç ve ateşli misyonerler yanlış şeyler
yapabilirler. Ancak Misyonerler eğer kendi dinlerinde samimi iseler zamanla bu
dinlerin güzel yönlerini tespit edecekler ve bundan böyle onlara saygı göstermenin
gerekliliğini anlayacaklardır.
RB: 'Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında
uyuşmazfık gösteren konular nelerdir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...İlk etapta teslis, İsa'nın haça
gerilmesi ve Tanrı'nın oğlu gibi konulardır. Bir Müslüman bunları asla
benimsemez. Bilinçli misyonerler de zaten bu konuları hiç bir Müslümana
anlatamaz. Bilindiği gibi Göthe'de "Batı-Doğu Divan" ın da çarmıh
resimleri ile Tanrı'nın oğulluğuna karşı çıkmaktadır. Kur'an, Hz. İsa'yı Hz.
Muhammed'den önce gelen en büyük Peygamber olarak görmektedir. Gerçi ondan önce
de gelmiş peygamberler vardır. Zira Allah dünyayı hiçbir zaman rehbersiz
bırakmamıştır. Ancak İslâm İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabuledilebilir
görmez. Nitekim 5. Surede bu konu iki kez reddedilmekte ve İsa, “Allah'ın
kulu" olarak nitelendirilmektedir. Böylece İsa'nın yaratılmış olduğuna
vurgu yapılmaktadır.
RB: O halde bu farklılıklar nasıl
anlaşılmalıdır?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Dinlerde farklı anlayış tarzlarının
bulunmasından daha doğal birşey olamaz. Allah'a giden yollar çeşitlidir. Bu
çeşitlilik tartışma konusu haline getirilmemelidir. Tanrı tekdir. O herşeyi
görür ve herkesin ne yaptığını bilir. Biz kendi düşüncemizde olmayanı tekfir
etmememeliyiz. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
RB: Tekrar dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Öyleyse
diyalogun teolojik boyutu zor. Pratikte ise dini ve kültürel fikir teatisi
oldukça azdır. O zaman ne yapılmalıdır?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Söyledikleriniz genelde doğrudur. Bu
arada İslâm'ın da çok farklı algılandığı unutulmamalıdır. Fas'lı bir Müslüman
ile Endonezya'lı bir Müslüman farklı anlayışlara sahiptir. Geleneklerin de işin
içinde olduğu düşünüldüğünde Müslümanların tek düze duruş sergilediğini
söyleyemeyiz. Üstelik dillerin de farklı olduğu göz önüne alındığında bu
gerçekten bir zorluk olarak karşımızda durmaktadır. Ben on sene kadar bir Arap
derginin editörlüğünü yaptım. Ne zaman Hindistan, Türkiye, İran veya Afganistan
hakkında önümüze bir metin çıksa, Arapça mütercimlerim onları anlamakta zorluk
çekiyorlardı. Benim için en büyük problem Müslümanların kendi kültürlerini çok
az tanımaları, Avrupa kültürünü ise ya hiç ya da pek az bilmeleridir.
Modernlik, teknik vb. şeyler hakkında Avrupa'da neler oluyor Müslümanların
fazla bilgisi yok. Biz de İslâm kültürünü bilmiyoruz. İşte bunlar beni çok
ilgilendiriyor. Ben gerek Türkiye gerekse Pakistan ve Asya'da Alman müsteşrikler
hakkında onlara bilgi verdim. Şarkiyat konusunda Alman ve Batı âlemindeki
benzerlikleri anlattım ve bunu da kendime bir görev bildim. O halde ortak
işbirliğine yönelik projeler çok önemlidir. Eğer insanlar birbiri hakkında
bilgi sahibi olurlarsa diyalog yapabilirler.
RB: Bu durumda sadece dinler hakkında görüşmek yeterli
değildir. Bilakis beraberce bir şeyler yapılmalıdır İnsanlar bir araya
gelebilirse önyargılar giderilmekte ve olumlu sinyaller alınabilmektedir?
ANNE MARIE SCHIMMEL:...Evet. Size bu konuda tamamen
katılıyorum. Şahsen benim büyük şansım vardı. Elli seneden beri çeşitli
kimselerle bir araya geldik. Bunları fiilen yaşadım. Örneğin bir taksiye
bindiğimde genelde şoförler Türk, Fas ya da Afgan'lı olurlardı. Eğer onlar kendilerini
dinleyecek birini bulurlarsa kendi kültür, köy, aile ve çocukları hakkında
bilgi verirlerdi. O zaman görürsünüz ki bu insanlar reddedilecek kişiler
değildir. O halde en önemlisi insanların birbirleriyle konuşabilmeleridir.
Kaynak:Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7
[2006], sayı: 17, ss. 351-360.
[1] Almanya'da
İlahiyat ve Eğitim bilimleri tahsili yapmış Gazeteci ve Film yapımcısı olarak
serbest çalışan Mısır'da uzun süre ikamet etmiş Renate Beyer'in Alman müsteşrik
Annnemarie Schimmel (ö.2003) ile yaptığı röportajın tercümesidir. Geniş bilgi
için bk. Interreligiöser Dialog- Schlagwort oder Chance?, GTB, Gütersloh 2000,
ss.106-119.
[2] Meryem, 19/17.
[3] Hz. İsa'nın doğumu için bk., Meryem, 19/
16-34.
[4] 1 Korintliler 11, ayet 5-10.
[5] el-Kafirun,
109/6.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar