Hallac-ı Mansur…TAVASİN Ene'l-Hak ( Ben Tanrıyım)
Çeviren:
YAŞAR GÜNENÇ
MANSUR’UN
TANRILAŞMA VE ŞEYTANLAŞMA SERÜVENİ
Eb
u’l Muğis el-Hüseyin bin Mansur el-Hallac, 857 yılında İran'ın Tur kasabasında
doğdu. Dedesinin, Zerdüşt dininden olduğu söylenir. Tasavvuf eğitimi gördükten
sonra Huzistan'da, Tanrıyla birleşme yolunu öğretmek amacıyla konuşmalar yapan
Mansur, birçok yandaş topladı ama o kadar da düşman edindi. Kendisini
yalancılıkla suçlamaları ve halkı kışkırtmaları yüzünden, Horasan'a gitti;
orada beş yıl kalıp görüşlerini yaydıktan sonra Bağdad'a geldi. Müritlerinden
dört yüz kişilik bir kalabalıkla Hacca gitti; Mekke’de onu büyücülükle
suçladılar. O zaman, yeniden uzun bir yolculuğa çıktı; Hindistan ve
Türkistan'da yıllarca dolaştı; 902 yılında Mekke'ye geldi. Arafat'ta, kendisini
herkesin aşağılamasını Tanrı'dan diledi. Bağdat'da «kendi cemaati uğruna
lânetlenmiş olarak ölmek» isteğini açıkça dile getirdi: «Ey Müslümanlar, beni
Tanrı'dan kurtarınız.», «Tanrı, benim kanımı size helâl etmiştir; beni
öldürünüz!» diye çağrıda bulunuyordu/[*])
Düşmanları onun idamını istiyorlardı; bu sırada «Enel Hak» (Ben Tanrıyım)
dediği söylenir. Müritleri tutuklandı. Kendisi de tutuklanıp dokuz yıl süreyle
hapsedildi. «Ta Sin el-Azal» ve «Miraç» adlı yapıtlarını, bu tutukluluk
yıllarında yazdı. 922 Yılında ölüm cezasıyla yargılandı. Kendisini astılar,
sonra başını kesip bedenini yaktılar ve küllerini minareden Dicle'ye attılar.
«Mucizeler göstermek, Tanrı'nın gücünü ele geçirip kötü amaçla kullanmak, Tanrıyla
insan arasında aşk bağlantısı kurulabileceğini öne sürmek», ölüm cezasının
gerekçeleriydi. Mansur'un idam edilmesi sırasında yandaşları, büyük bir
ayaklanma gerçekleştirdiler.
«Bir
kere her vücudun vahdet içinde olduğu fikri kabul olununca, mutassavvıf kendini,
hem Müslüman, hem kâfir olarak görür(...) 'Ben Tanrıyım' demek, idam cezasını
getirdiğinden, Sufizm, darağacını, Hıristiyanların Haç'ı yorumladıkları
şekilde tefsir ettiler; yani (başı kesilmeden önce darağacına çekilen Mansur
gibi) dar ağacına yükselme, 'semaya huruç etmek'tir.(...) Mansur'un asılması
-yahut haça gerilmesi- Asılmış Allah efsanesi gibi çok eski misallere, İsa'nın
haça gerilmesine benzer. »[†]
Doğu
yazınında ve düşüncesinde, Hallac-ı Mansur'un etkisi büyük oldu. «Hallac'ın
gönlüne düşen ateş, benim de yaşamıma düştü» diyen Feridüddin Attar,
«Bîsernâme»'de şöyle yazdı:
"Ben
Tanrıyım." Mevlana Celalettin Rumi de mansur'dan etkilenmiştir. Yunus
Emre, Nesimî, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal Türk yazınında onun
izleyicileridir. Kaygusuz Abdal "Budalanâme"sinde şöyle yazar:
«Muhît-i zevrak menem, Hak
menemdür Hak menem Tamu vü uçmağ menem, cümle mekân bendedir Evvel ü Âhir
menem, Gani vü fakîr menem Zakir ü mezkûr menem, küfr ü iman bendedir Cümleye
mabud menem, Kâbe menem put menem Adem'e maksûd menem, işde fulân bendedir.»
Yine
«Budalanâme»'de:
«Hâlik'in
emri beni kûze-ger balçığı gibi devrânın çarhı üzerine koyup dolab gibi
döndürdü... Gâh beni kûze dizdi... Gâh saraylara kerpiç eyledi.. Gâh insan
eyledi, gâh hayvan eyledi. Gâh nebat, gâh maden eyledi. Gâh yaprak, gâh toprak
eyledi.. Nice bin kerre isimler ve lâkablar urundum. Nice bin kene türlü
sûretlerden göründüm.»
Hallac-ı
Mansur, bazı konularda, çelişik savlar öne sürmüştür; bazan kamutanrıcılıktan
yana (panteizm) çıkar, bazan da yalnız seçkinlerin Tanrıya ulaşabildiğini
söyler. Ona göre, Tanrıdan başka varlık olmadığı için, «ben filâncayım» demek,
Tanrının karşısına ayrı bir varlık olarak çıkmak amacı taşır ve yanlıştır; bu
yüzden, «ben Tanrıyım» demek gerekir.
Mansur'a
göre Tanrı, ışık (nur) olarak görünür. Bu inancın kökleri, binlerce yıllık bir
tarihe sahiptir. Eski Mısır'da Tot (Yunanlıların deyişiyle Hermes) inancına
göre ruhlar, parlak bir ışık kaynağı olan, ölümsüzlük yeri Zuhal yıldızından
koparak, ölümlülük yeri dünyaya düşerler. Dünyada sınavdan başarıyla geçen
ruh, Zühal'e geri döner.3
Yine
eski Mısır'da, Ptah inancına göre: «Ptah, var olan her şeyi yaratmıştır. Ondan
önce var olmak ya da var olmamak yoktu... O zamanlarda ölüm yoktu... Birisi,
kendi kendine hareket ederek nefessiz soluk alıyordu. Başka tarafta
(3) Dünya
İnançları Sözlüğü; Orhan Hançerlioğlu (Remzi Kitabevi Yayınları, 1993) hiçbir şey
yaşamıyordu. Başlangıçta karanlıklar, karanlıkları örtüyordu. Boşlukta birisi,
var olma durumuna geçerek ışınım gücüyle yaşamaya başladı. Bundan sonra Ptah,
yaratma işlemini gerçekleştirmiştir.[‡]
Mansur'da
Hurufilik inancı da vardır. Harflere kutsallık yükleme, onlardan anlamlar
çıkarma demek olan Hurufilik, Pitagoras'çılığa ve Yahudi Kabala'sına
dayanmaktadır. Bu anlayışa göre, elif harfi, «Allah» adının ilk harfi olup,
Tanrı'nın varlığını simgeler. Tüm harfler ve biçimler gibi elif de, noktanın
uzantısı olduğundan, Tanrının ilk belirmesi (madde dünyasında görünmesi) nokta
biçimindedir.
Mansur,
Tanrı'nın, Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in bedeninde sonra da kendi
bedeninde belirdiğini öne sürer; bu Hıristiyanlığın Tanrı İsa anlayışıdır.
Mansur,
Tanrı'nın, Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]'in yüreğini nurlandırdığını
(yüreğin kutsallığı), yine Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]'in ve
kendisinin ağzından konuştuğunu (sözün kutsallığı) savlamaktadır. Yüreğin
(gönlün) ve dilin (sözün) kutsallığı, Eski Mısırda da kabul edilmiştir:
«Ptah,
yaratmak istediği tanrılar ve varlıkları, ilk önce kalbinde tasavvur etmiş ve
dille (kelamıyla), arzuladığı şeylerin olmasını sağlamıştır. Böylece Ptah'ın
değişik görüntüleri olan tanrılar dünyaya gelmişlerdir... Ptah'la birlikte
dilin ve kalbin diğer organlardan üstün olduğu ve insan düşüncesinin
merkezinin kalp olduğu, onun tasavvurunu dilin yürürlüğe koyduğu düşüncesi
yerleşmiş oldu... Karnak'taki Amon tapınağında Ptolemeler devrinden (M.Ö.
306-168) kalma bir metin, bize Tanrı Ptah'ın, gerçekleşmesi gereken şeyler için
'Ol' deyince hemen gerçekleştiğini iletmektedir. Bu da, Tanrı'nın, kalbiyle
tasavvur ettiğini kelamıyla yürürlüğe koyduğunu göstermektedir.»[§]
Hallac-ı
Mansur, Şeytan'ı yüceltir. Ona göre, iyiyi tanımak için, kötüyü bilmek
gerekir. Şeytan, insanları bu yönde eğitmektedir. Yezidiler, Mansur'a büyük
saygı duyarlar. Yezidilerin bir inancına göre: «Hallac-ı Mansur idam edildiğinde
ruhu, bedeninden ayrıldı ve suların üzerinde uçmaya koyuldu. Rastlantı sonucu,
kızkardeşi, su almaya geldi; testisini Dicle'nin suyundan doldurdu; erkek
kardeşinin bu testiye girdiğini farketmedi; eve döndüğünde susadı ve bu testiden
su içti. Böylece Mansur'un ruhu, onun bedenine girdi; önce onun erkek kardeşi
iken, şimdi oğlu oldu. Bu olaydan dolayı Yezidiler, ağzı tülbentle kapalı
olmadıkça hiçbir dar ağızlı kaba su doldurup bundan içmezler.»[**]
Yezidilerin
daha önce Türkçe'ye çevirdiğimiz kutsal kitapları «Mushafa Reş» ve «Kitab-ül
Cilve» ile «Şeyh Hâdî’nin İlâhisi» konuya açıklık getirmesi açısından, bu kitaba
alınmış bulunmaktadır.
Mansur'un
Arapça yazmış olduğu Tavasin, Ayşe Abdurrahman tarafından İngilizceye çevrilmiş
biçimiyle, Pakistan'ın Lahor kentinde 1978 yılında yayımlanmıştır. Biz bu
İngilizce metni Türkçeleştirirken, Mansur'un özel evrenine ilişkin oldukları
ve çevrilemeyecekleri gerekçesiyle Arapça asılları İngilizce metinde korunan
sözcükleri, bu ilkeye uyarak, çevirmeden, Arapça asıllarıyla bıraktık.
YAŞAR
GÜNENÇ
TAVASİN
PEYGAMBERLİK
IŞIĞI ÜZERİNE…TA-SİN
Bir
ışık çıktı, Görünmez’in Nur'undan. Çıktı ve geri dönerek diğer ışıklara egemen
oldu. Bir aydı o; diğer ayların içinde ışık saçarak kendini açığa vuran, ayların
sultanıydı. Evi, Göğün en yüce katında bir yıldız. Tanrı onu «okumaz yazmaz»
diye adlandırdı; çünkü o, soluğunu «h»(1) çıkarmaya adamıştı; Tanrı onu, «kutsanmış»
diye adlandırdı. Dualarının görkeminden dolayı; «Mekkeli» diye adlandırdı,
kendisinin bulunduğu yerde oturduğundan dolayı.
Tanrı,
onun göğsünü genişletti, gücünü arttırdı ve üzerinden kaldırdı «senin sırtına
ağır gelen» yükü, ve kendi yetkisini yükledi. Tanrı onun Bedr'ini görünür
kıldı, böylece o tüm bir ay olarak Yemame'nin bulutundan sıyrıldı ve güneş
olarak Tihame (Mekke)'nin yan tarafından yükseldi ve ışığını tanrısal bağış
kaynağından aldı.
(1) Soluk alınıp verilirken çıkan «h»
sesi, «hak» (tanrı) sözcüğündeki ilk ses.
O,
kendi içinde gördüğünden başka bir şey bildirmedi, kendi davranışının
gösterdiği gerçek dışında bir şeyin örnek alınmasını buyurmadı. Kendisi,
Tanrının varlığında bulundu, başkalarını da Tanrı'nın varlığına kavuşturdu.
Gördü, gördüğüne benzedi. Yol gösterici bir ışık olarak bırakıldı, böylece
rehberliğin sınırlarını belirledi.
Hiç
kimse, onun gerçekten neyi simgelediğini anlayamaz, Katıksız Olan'dan başka.
Çünkü o, Katıksız Olan'ın varlığını doğruladı ve ona eşlik etti, öyle ki aralarında
hiçbir fark kalmadı.
Bilgeler,
onun gerçek niteliğine ilişkin bilgileri olduğu halde, kendisini öz olarak
tanımlayamadılar. Onun niteliği, ancak Tanrı'nın açıklamayı uygun bulduğu
kimseler için açık seçik kılındı. «Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler;
bunlar o zaman çocuklarını tanıdılar; bunların bir bölümü, bile bile gerçeği
gizli tuttular.» (Bakara; 146)
Peygamberlik
ışığı, onun ışığından çıktı, onun ışığıysa Giz'in ışığından doğdu. Tüm
ışıkların içinde, en parlak, en tanınır olanı, yaratılmamışın en yaratılmamışı
olanı, Sonsuz Bağış Sahibinin ışığı.
Onun
«h» diye soluk alıp verişi, öbürlerinin soluklarından üstün; onun varlığı, var
olmayandan üstün; onun adı, Kelam'dan üstündür, çünkü daha önce var oldu.
Bu
işleve sahip olandan daha gönül okşayıcı, daha soylu, daha akıllı, daha
adaletli, daha nazik, Tanrıdan daha çok korkan, daha sevimli bir kimse, ne
ufuklarda, ne ufukların ötesinde, ne de ufukların altında var. Onun unvanı,
Yaratılmışların Efendisi'dir, adı Ahmet, sıfatı Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]'dir. Buyruğu en kesin, özü en üstün, sıfatı en görkemli, soluk alışı
kendine özgü.
Ey
mucize! Kim var, ondan daha fazla kendini açığa vuran(2), daha görünür, daha
büyük, daha şanlı, daha ışıklı, daha güçlü, daha akıllı? O var ve o vardı, o
bilindi tüm yaratılmış şeylerden, varlıklardan ve oluşlardan önce. O anımsandı
ve anımsanır «önce» den önce, «sonra»'dan sonra, özlerden ve niteliklerden
önce. Onun özü, tümüyle ışık(3); sözleri, geleceği kapsar; bilgisi tanrısal;
konuşması Arapça; kabilesi «ne Doğuda, ne Batıda»; soyu saygın; görevi barış
getirmek; unvanı ise, «okumaz yazmaz.»
Gözler,
onun belirtileriyle açıldı; gizler ve benlikler, onun orada buluşuyla
anlaşıldı. Tanrı, kendi Söz'ünü ona söyletti ve bir Kanıt (layan) olarak kendisi,
onu doğruladı. Tanrı'nın kendisiydi onu gönderen. Kanıtlayan da o, kanıtlanan
da. Susamış yüreklerin dayanılmaz susuzluğunu odur gideren, odur getiren yaratılmamış
sözü; bir söz ki ne etkilenir etkilediği şeyden, ne de dille bildirilir. Bu
söz, Tanrıyla kaynaşmıştır ayrılmamacasına ve anlaşılmazın sınırlarını
aşmıştır.
(2)
Tanrının, Peygamber biçimine bürünmesi.
(3)
Tanrının Işık (nur) olarak göründüğüne
inanılmaktadır.
Odur
haber veren, sonu ve Sonun sonlarını.
Bulutu
kaldırdı ve Kutsal Ev'i gösterdi. O bir sınırdır, bu yüzden yüce bir
savaşçıdır. Odur putların kırılması buyruğunu alan, odur putların yok edilmesi
için insanlığa gönderilen.
Onun
üzerinde bir bulut, pırıl pırıl şimşekler çaktırdı; altındaysa parıltılı bir
şimşek çaktı, yağmur yağdırdı, ürün verdi. Tüm bilgi, onun okyanusundan tek
bir damladır; tüm akıl, onun ırmağının yalnızca bir avuç kadarı; tüm zamanlar,
onun yaşamının yalnızca bir saati.
Tanrı
onunla birliktedir, gerçek de onunla birlikte. Bu birlik oluşta o, ilktir;
sonuncudur peygamber olarak görevlendirilişte; gerçek olarak içte, Tanrı
bilgisi olarak dışta.
Hiçbir
bilgin yok, onun bilgisine ulaşan; hiçbir filozof yok, onun aklına erişen.
Tanrı,
yarattıklarına kendisini teslim etmedi. Çünkü yaratılmış olan, yaratıktır; ama
orada bulunursa Tanrıdır. Ve Tanrı, Tanrıdır.
Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]'nin M(mim)'sinden hiçbir şey çıkmadı ve
hiçkimse girmedi onun H(ha)'sına; H(ha)'sı, ikinci M(mim)'nin aynısı;
D(dal)'si, ilk M(mim)'si gibidir. D(dal)'si onun zaman içindeki sonsuzluğudur;
(4) Bu
yorum, Hurufilik anlayışının bir örneğidir. Peygamberin tanrılaştırılması
burada da görülüyor.
(5)
Furkan: Doğru ile yanlışı ayıran ölçüt:
Kuran.
(6)
Yüreğin kutsallığı konusunda Önsöz'e
bakınız.
M(mim)'si,
saygınlığıdır; H(ha)'si onun Tanrılık durumudur, ikinci M(mim)'si gibi.(4)
Tanrı,
onun konuşmasını açığa vurdurdu, belirtilerini büyüttü, onu bir kanıt olarak
bilinir kıldı. Ona Furkan'i(5) gönderdi, onun dilini yetkinleştirdi, yüreğini
nurlandırdı.(6) Onun çağdaşlarını yetersiz kıldı (Kuran'ı taklit konusunda).
Onun açıklamalarını kendisi saptadı ve şanını yükseltti.
Onun
buyruğundan kaçarsan, hangi yolu tutacaksın kılavuzsuz, ey hasta insan?
Filozofların düşünceleri, onun yüce aklının önünde ancak gevşek bir kum tepesidir.
II.KAVRAYIŞ
ÜZERİNE…TA-SİN
Yaratılmış
olanların kavrayışı, gerçeklikle ilişkili değildir; gerçeklik de, yaratılmış
olanlarla ilişkili değildir. Düşünceler, kişiye özgüdür; yaratılmışların bu öznellikleri
gerçeklerle ilişkili değildir. Gerçeğin algılanması bu denli güçtür, ama
Gerçekliğin gerçekliğinin algılanması bundan kat kat güçtür. Üstelik Tanrı,
gerçekliğin ötesindedir ve gerçeklik, Tanrıyı kapsamaz.
Pervane,
sabaha dek alevin çevresinde döner; arkadaşlarının yanına gelir ve onlara,
görkemli bir anlatımla, bu tanrısal ilişkisinden söz eder. Sonra tam bir birleşmeyi
özleyerek kendini alevin cilvelerine kaptırır.
Alevin
ışığı, gerçekliğin bilgisidir; sıcaklığı, gerçekliğin gerçekliğidir; onunla
birleşme (tek oluş) ise, gerçekliğin Doğru'sudur.
Ona
alevin ne ışığı yetiyordu, ne de sıcaklığı; kendisini alevin içine
fırlatıverdi. Bu sırada, onun söylentilerle kanmadığını bilen arkadaşları, son
içgörüsünü anlatması için gelmesini bekliyorlardı. Ama o anda pervane,
yanmış, kül olmuş, dağılmıştı; ne bir biçimi kalmıştı, ne bedeni, ne de
ayırdedici bir belirtisi. Şimdiki duyarlığıyla dönebilir miydi arkadaşlarının
yanına? Şimdiki ruhsal durumuyla dönebilir miydi? O, içgörü aşamasına varınca,
sözlerden uzaklaşmayı başarmıştı. İçgörüsündeki varlığa ulaşınca da, içgörüyle
bir ilişkisi kalmamıştı.
Bu
nitelikler, ilgisiz insanın, gelip geçici insanın, yanlış yol tutmuş insanın,
tutarsız insanın anlayabileceği şeyler değildir.
Siz
bilmeyenler, bir tutmayın 'Benim' ile Tanrısal 'Ben'i (ne şimdi, ne gelecekte,
ne de geçmişte). 'Benim', tam bir Tanrısal bilgi olsaydı bile, benim bulunduğum
ruhsal aşama olsaydı bile, yetkinlik olamazdı. Ben, O'ndanım ama O değilim.
Eğer
bunu anladıysan şunu da anlarsın ki bu nitelikler, Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem]'den başkası için geçerli değildir ve “Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O, Tanrının
Habercisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab; 40). Kendisini
insanlardan ve cinlerden ayırdı ve gözlerini «nerede»ye kapadı, öyle ki artık
ne bir peçe kaldı yüreğinde ne de yalan.
«Gerçekliğin
bilgisi» çölüne vardığında «iki yay boyu kadar, belki daha yakın» bir uzaklık
kaldı, diye bildirdi dış yüreği. Gerçekliğin doğrusuna ulaştığında tutkusunu
orada bıraktı, kendisini Bağış Sahibine teslim etti. Doğru'ya vardığında,
döndü, şöyle dedi:
«Dış
yürek, Sana secde etti, iç yürek de iman etti.» Son sınır'a ulaştığında, dedi
ki: «Sana, gerektiği gibi tapınamıyorum.» Gerçekliğin gerçekliğine ulaştığında
ise, şöyle dedi: «Sen, kendine tapılabilecek tek varlıksın.»
Tutkusunu
bir yana bıraktı, görevini yerine getirdi; Sınır'ın Kutsal Ağacı'nın
yakınındaki bu durakta «gördüğü şey hakkında, yürek yalan söylemedi.» Ne sağa,
şeylerin gerçekliğine doğru saptı; ne de sola, gerçekliğin gerçekliğine doğru.
«Bakışları yön değiştirmedi, sönmedi de.» (Necm; 17)
III. ARINMIŞLIK ÜZERİNE…TA-SİN
Gerçeklik,
çok gizlidir, açıklanamaz; ona giden yollar dar; yolcunun karşısına doymaz
ateşler, engin çöller çıkar. Yabancı, işte bu patikalardan geçer, Duraklarda
görüp yaşadıklarını anlatır. Bunlar, kırk Duraklardır:
29—
Yitirilen
şeyler için üzülme (iftikad)
Son
durak, arınmış ve gönlü temiz insanların ulaşabileceği Durak'tır.
Her
Durak'ta iki ayrı bilgi vardır; bu bilginin bir bölümü algılanabilir, diğer
bölümü algılanamaz.
Yabancı,
çöle girdi ve onu geçti ve kucakladı, tümünü içine aldı. Ne dağda, ne ovada,
alışkın olduğu ya da yararlı bir şey bulmadı.
«Musa,
konuşmasını tamamlayınca» halkından ayrıldı; çünkü gerçeklik tarafından
«onunki» olarak kabul edilecekti. Ancak Musa, dolaysız içgörüyle değil de
dolaylı bilgiyle hoşnut kılındı; budur onunla insanların en üstünü (Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem]) arasındaki fark. Bu yüzden Musa: «Belki size
O’ndan bir haber getiririm» (Kasas; 29) demişti.
Eğer
İyi Yönlendirilen, dolaylı bilgiyle hoşnut kılınsaydı, aynı yolu arayan bir
kimse, dolaylı bir belirtiyle yetinmez olur muydu?
Yanan
çalıdan, Tûr’un yakınında, çalıdan kulağına gelen ses, ne çalının sesiydi, ne
de tohumlarının; Tanrıydı konuşan.
İşte
benim işlevim, bu çalınınkiyle aynı.(7)
Yani
gerçeklik, gerçekliktir; yaratılmış da yaratılmış. Reddedin yaratılmış varlığınızı,
O (8) olursunuz, O da siz; gerçeklik olarak.
(7)
Yani Tanrı, Hallac-ı Mansur'un ağzıyla konuşmuş oluyor. (8) Tanrı.
Benlik,
bir öznedir; ama belirlenmiş nesne de, gerçekte bir öznedir; öyleyse nasıl
belirlenir?
Tanrı,
Musa'ya dedi ki: «Kanıt'a doğru yol göster, Kanıt'ın nesnesine değil. Ben, tüm
kanıtların kanıtıyım.»
Tanrı,
gerçek anlamda bana dönüştü.
Yücelik
gösterip, benimle antlaşma (birlik) yaptı.
Gizim
tanıktır,
Yaratılmış
kişiliğim olmadan.
O
benim gizim, işte budur gerçeklik.
Tanrı,
benim yüreğimden, benim bilgimi açıkladı. Kendisinden uzun zaman uzakta kalan
beni yanına çekti, benimle içli dışlı oldu, beni seçti.
IV. DAİRE ÜZERİNE… TA-SİN
Birinci
kapı, Doğru'nun(9) dairesine ulaşan kimseyi simgeler. İkinci kapı, oraya
ulaşan, ama girdikten sonra kapalı bir kapıyla karşılaşan kişiyi simgeler.
Üçüncü kapı ise, Doğru'nun Doğruluk çölünde yolunu yitiren kişiyi simgeler.
Kim
ki daireye girer, Doğru'dan uzak düşer; çünkü yol kapatılmıştır; arayan geri
döner. Yukarıdaki nokta, onun gayretini simgeler. En alttaki nokta, arayanın,
harekete başlamış olduğu noktaya geri dönüşünü simgeler; ortadaki nokta ise,
şaşkınlığıdır.
En
içteki dairenin kapısı yoktur; onun merkezi olan nokta, Doğru'dur.
Doğru,
görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar, biçimleri hoş görmez.
Burada
neyi belirttiğimi anlamak istiyorsan «dört kuş al ve onları kendine çevir»
(Bakara; 260). Çünkü Tanrı uçmaz.
Önce
kıskançlığını gizler, sonra açığa vurur. Saygılı bir korkuydu bizi ayıran,
şaşırmaydı bizi ondan yoksun bırakan.
Doğru'nun
anlamı budur. Bu, başlangıçların dairesinden daha kapalı, bölgelerin
belirlenmesinden daha karmaşıktır. Anlayış'ın iç işleyişi de karmaşıktır,
hayalgücünün gizliliğinden dolayı.
Çünkü
daireye bakan, ona içinden değil de dışından bakar.
Bu
yüzden, Gerçeklik biliminin bilgisine erişemez. Bilgi, bir yer değildir; ama
daire, yasaklanmış bir yerdir (haram).
Peygamberi
«haram» diye adlandırdılar, çünkü yalnız o çıktı Haram dairesinden.
Korku
ve saygıyla doluydu, Doğru'dan bir giysi kuşanmıştı; dışarı çıktı ve tüm
yaratılmışlar için derinden bir «ah!» çekti.
V.NOKTA ÜZERİNE…TA-SİN
Bundan
daha güzel olanı, Öncesiz Noktan (10) hakkında konuşmaktır; Kaynak'tır o; ne
büyür, ne küçülür, ne yok olur.
Benim
Tanrı’yla ilişkimi yadsıyan kişi, beni görmemiştir ve sapkın der bana. Beni,
kötü olmakla suçlar, ama yüceliğimi görünce yardım ister; ötenin ötesindedir
yalvardığı daire.
İkinci
daireye ulaşan kişi, benim Tanrıdan esin almış olduğumu düşünür.
Üçüncü
daireye ulaşansa, tüm isteklerin temelinde benim olduğumu sanır.
(10)
Hurufilik'te, tüm harfler ve biçimler, noktanın uzantısı ve türevi olarak
görüldüğünden; Tanrı’nın, maddeler evreninde ilk belirmesinin nokta olduğuna
inanılır.
Kim
ki Doğru'nun dairesine ulaşır, beni unutur ve dikkati benden ayrılır.
«Hayır,
hiçbir sığınak yok! O gün, yalvarışların, Efendine olacak; o gün insan, ilk ve
son işleriyle anılacak.» (Kıyame; 11-13)
Ama
insanoğlu, dolaylı tanıklığa başvurur; bir sığınağa kaçar, kıvılcımlardan
korkar, niyeti bozulur ve yoldan çıkar.
Ben,
sonsuzluğun derin denizindeyim; işte bu yüzden, Doğru'nun dairesine ulaşmış
olan kişi, bilgi denizinin kıyısında, kendi bilgisiyle oyalanır durur. Yoksun
kalır beni görmekten.
Sufileri
andıran bir kuş gördüm, uçuyordu Sufiliğin çift kanadıyla. Yüceliğimi yadsıdı, çünkü
uçmakta diretiyordu.
Arınmışlığı
sordu bana, şöyle dedim: «Kes kanatlarını, yokoluş makasıyla. Madem beni
izleyemiyorsun.»
Dedi
ki: «Ben bu kanatlarımla Sevgilime uçuyorum.» Dedim: «Yazık sana! Çünkü O,
hiçbir şeye benzemez; O, her şeyi duyandır, her şeyi görendir.» Bunun üzerine,
anlayış denizine düştü, boğuldu.
Sonsuz
anlayış denizi, şöyle gösterilebilir:
Yürek (gönül) gözüyle gördüm
efendimi Sordum: «Kimsin sen?» Dedi: «Sen».
Ama senin için «nerede»'nin
yeri yoktur Senin bağlı olduğun bir yer yoktur.
Akıl seni, zaman içinde belirli
bir varoluşun içine yerleştiremiyor,
İşte bu yüzden bilemiyor senin
nerede olduğunu
Sen tek varlıksın tüm
«burada»'ları kuşatan;
Neredeye yanıt olacak hiçbir
yerde
bulunmayan noktaya kadar.
Öyleyse
sen neredesin?
Dairedeki
tek nokta, çeşitli anlayışlardan gelen düşünceleri gösteriyor. Bu tek nokta
Doğru'dur, kalanı yanlış.
Çıkarak
«yakına kadar uzandı», «sonra yeniden
geldi»
yücelerek. Ararken yeniden uzadı, kendinden geçti, yeniden geldi. Yüreğini
orada bıraktı, Efendisine doğru uzadı. Tanrı'yı görünce yok oldu, ama yok olmadı.
Nasıl var oldu ve nasıl var olmadı? Nasıl baktı ve nasıl bakmadı?
Şaşkınlıktan
bilinçliliğe geçti, ve bilinçlilikten şaşkınlığa. Tanrı tarafından görülmekle
Tanrı'yı gördü. Ulaştı ve ayrıldı. Arzu'suna kavuştu ve yüreğinden yoksun
kaldı, ve «gören yüreği, gördüğü şey hakkında yalan söylemiyor.» (Necm; 11)
Tanrı
onu gizledi, sonra yanına çekti. Onu görevlendirdi ve arıttı. Susattı, sonra
susuzluğunu giderdi. Onu arıttı, sonra seçti. Onu çağırdı, yanına getirdi. Onu
derde saldı, sonra yardım etti. Onu silahlandırdı, sonra eyere oturttu.
«Bir
yay boyu» uzaklık vardı; geri dönünce hedefine ulaştı. Çağırınca yanıtladı.
Görmekle, kendini ortadan kaldırdı. Sarhoş oldu, sevindi. Yaklaştığı için, saygılı
bir korkuyla sarsıldı. Ve kendini kentlerden ve yardımcılardan ayırmakla,
vicdanlardan ve bakışlardan ve yaratılmış belirtilerden (eserlerden) ayrılmış
oldu.
«Arkadaşın,
yolunu şaşırmadı», ne yoruldu, ne usandı. Gözünde bezginlik yoktu; kesintisiz
bir sürenin «ne zaman»ına kadar yorulmadı.
«Arkadaşın,
yolunu şaşırmadı»(Necm; 2) bizimle kendinden geçtiğinde. Bizi seyrederek öteye
geçmedi, bildirimizin dışına çıkmadı. Bizden söz ederken, Bizi başkalarıyla
kıyaslamadı. Bizimle kendinden geçtiğinde zikr bahçesinde şaşırmadı, fikr'de
rastgele dolaşıp yolunu yitirmedi.
Soluk
alışlarında ve göz kapışlarında, Tanrı'yı anmayı yeğledi; onun verdiği
dertlere katlandı, bağışları için teşekkür etti.
Nur'dan
Nur'a «iletilmiş açıklama'dan başka bir şey değildi O.» (Necm; 4)
Konuşmam
değiştir. Hayallerden kendini uzak tut, ayaklarını insanoğlundan ve
yaratıklardan yukarıya kaldır. O'ndan söz ederken vezinli ve uyumlu konuş!
Tutkulu ol, tanrısal sarhoşluk içinde kaybol. Bilesin ki ötesine uçmalısın
dağların ve ovaların, bilgi dağlarının ve güvenlik tepelerinin, görmek için
Onu, bakıp durduğun. Böylece, Kutsal Ev'e ulaşınca, zorunlu oruç sona erdi.
O
zaman, amaca ulaşacak biri gibi, Tanrı'ya doğru yaklaştı. O zaman, onun
yasaklanmış olduğunu duyurdu. Bir yetersizlik olmaktan çok, bir engellemeydi
bu. Arınma Durağından Azarlanma Durağına geçti, Azarlanma Durağından Yakınlık
Durağına. Araştırarak yaklaştı ve kaçınarak döndü. Yakararak yaklaştı ve
haberci olarak döndü. Yanıt verici olarak yaklaştı ve Tanrısal Yakınlıkla dolu
olarak döndü. Bir kanıtlayıcı olarak yaklaştı ve onu içgörüyle kavramış olarak
döndü.
Aralarında
«iki yay boyu» uzaklık vardı. «Nerede» hedefini, «arasında» okuyla vurdu (ayn
ve bayn). Yeri tam olarak belirlemeye iki yay boyu kaldığını bildirdi ve «ya
da» Öz'ün çizgiyle anlatılamayacak doğasından dolayı, «biraz daha yakın»'dı,
Özün Özüne.
Yüce
Şeyh el-Hüseyin ibn Mansur el-Hallac şöyle demiştir:
Bu
konudaki sözlerimizi herkesin anlayabileceğini sanmıyorum; Biçimler Levhası'nın
(Levh Mahfuz'un) ötesine geçip de iki yay boyu kalıncaya dek ilerleyen kimse
anlayabilir ancak.
Orada
kullanılan harfler artık ne Arap harfleridir, ne İran harfleri.
Yalnızca
tek bir harf var orayı ifade edebilen, o da mim'dir ve «kendini açığa
vuran»'dır.(11)
Mim,
«Sonuncu» demektir.
Mim,
aynı zamanda, ilk'in kirişidir. İlk yay uzunluğu, Erk Makamı'dır (Ceberut);
İkincisi, Egemenlik Makamı'dır (Melekut); Özellikler Makamı ise, bu iki makamın
kirişidir. Özel Nurlandırma'nın (Tecelli-i Has) Özünün Makamı da Mutlak'ın oku
ve iki uzaklığın okudur.
Nurlandırma
ateşini yakandan gelir.(i2)
Bildirdi
ki konuşmanın uygun biçimi, içeriği yaklaşma olan konuşmadır. Sözlere kavranış
veren bu anlam ise, Tanrı'nın Doğru'sudur, yaratıklarının düzenle-
(11)
Mim (nokta) için 10. dipnota bak.
(12)
Yanan çalıdan gelen, tanrının sesi
olabilir. mesi
değil. Bu yaklaşma, yalnızca güçlü isteğin döngüsünde olanaklıdır.
Doğru
ve Doğruların Doğrusu, önceki deneyimlerden, en yüce bir kopuşta bulunur,
sevenin yaptığı bir iksirin yardımıyla, tüm bağlantıları kopararak, birlikte
ulaşanların eyerlerinde, yıkımların sürekliliği ve farklılıkların
kavranmasında bulunur, bildirilen bir sözcüğün yardımıyla. Seçilmişlerin
yoludur bu ve yaklaşma, öyle engin bir alandır ki peygamberliğin denenmiş
yolunu izleyen kimse anlayabilir bunu.
En
yetkin ve dayanıklı bağışlarını, görülebilen bir kitapta kendisinin(l3)
belirttiği gibi, bir «gizli Kitap» aracılığıyla ileten varlığın yüceliğini
duyurdu Yesrib'in Efendisi, huzur içinde yatsın; kuşların diliyle yazdığı bir
kitaptır bu, bizi oraya getirirken.
Eğer
bunu anlarsan, ey aşık, şunu da anlarsın ki Tanrı, kendisinden başkasıyla ya da
öz dostlarından başkasıyla konuşmaz.
Ondan
biri olmak demek, bir mürşide ya da izleyicilere sahip olmak demektir,
yeğlenmemek ya da kayırılmamak ya da atanmamak ya da danışılmamak demektir,
hiçbir «onun» yada «ondan»'a sahip olmamak demektir. Daha doğrusu, onda olan
şey, onda olan şeydir, ama susuz bir çölde susuz bir çöl olarak, bir belirtide
bir belirti olarak var olmaksızın «onda».
Halkın
anlayacağı türden sözler, kitabın anlamlarını değiştirir, bu anlamlar onun
isteklerini değiştirir ve onun isteği, uzaktan anlaşılmış olur. Onun yolu,
çetindir; adı görkemlidir; biçimi benzersizdir; onun bilgisi, bilginin
yadsınmasıdır; onun yadsınması, onun tek doğrusudur; onun günahı; onun tek
gizlilik kaynağıdır. Onun adı, onun yoludur; onun dışa vuran özelliği, yakıcılığıdır;
niteliği, istek'tir.
Yol
(Şeriat) onun özelliğidir; doğrular (hakaik) onun alanı ve görkemidir;
benlikler, onun kapılarıdır; Şeytan onun öğretmeni; her sıcak kanlı varlık,
onun tanıdığı bir hayvandır; insanlık, onun vicdanıdır; yok ediciliği, onun
görkemidir; unutma, onun derin düşünceye dalış aracıdır; gelin, onun
bahçesidir; unutmanın unutması, onun sarayıdır.
Onun
ustaları benim sığınağım, onların ilkeleri benim uyarıcım, onların buyrukları
benim dileğim, onların üzüntüleri benim mutsuzluğumdur.
Onların
izinleri, bir içme yeridir; onların yenleri tozdan başka bir şey değildir;
onların kuramı, ruhsal durumlarının köşetaşıdır; onların ruhsal durumu yetersizliktir.
Ama bundan farklı bir ruhsal durum, Tanrı'nın öfkesini çekerdi. Bu kadarı
yeter; başarı Tanrıdandır.
VI.SONSUZ ZAMAN ÖNCESİ VE ÇÎFT ANLAMLILIK ÜZERİNE…TA-SÎN
Hangi niyetlerin uygun olduğu
konusundaki yaygın sözlere
karşı anlayışın anlayışına sahip olan kimse için.
Tanrı
rahmet eylesin, şeyh Ebu'l Muğit, demiştir ki: «Belirlenmiş iki görev vardır
yalnızca; Îblis'inki, ve huzur içinde yatsın, Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]'inki. Ama Îblis, Öz'den düşmüş; Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]
ise Öz'ün Öz'üne sahip olmuştur.»
«Secde
et!» (Bakara; 30 /Araf; 11) dendi Îblis’e; Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem]e «bak» dendi. Ama Îblis secde etmedi; ve Muhammed [salla’llâhü aleyhi
ve sellem]’e bakmadı, sağa ya da sola dönmedi, «bakışları yön değiştirmedi,
sönmedi de.»
İblis,
görevini açıklayınca, ilk gücüne kavuştu. Ama Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem], görevini açıkladığında, gücüne bel bağlamaktan vazgeçti.
Şu
sözlerle: «Sendedir benim ulaştığım, Sanadır kendimi sürükleyişim.» Yine: «Ey
Sen, yürekleri (gönülleri) yönlendiren! Seni nasıl yüceltmeliyim, bilmiyorum.»
Cennetin
halkı içinde, tekliğe en çok inanan ve en çok tapınan, İblis'ti.
Tanrısal
Öz, İblis'in karşısında belirdi. İblis, gönül gözüyle bir kez bile ona
bakmaktan alıkonuldu; İblis, sofuca bir yalıtmayla tapınmaya başladı Sevilen
Bir’e.
İkili
yalıtmaya ulaşması yüzünden lânetlendi, kesin yalnızlığı istediğinde sorguya
çekildi.
Tanrı
ona buyurdu: «Secde et!» O da şöyle dedi: «Senden başkasına secde etmem.» Tanrı
dedi ki: «Lânetim senin üzerine yağsa bile mi?» O da şöyle dedi: «Benim için,
bir ceza değil bu.»
«Karşı
çıkmamla, senin katıksızlığını onaylıyorum, aklım seni anlamıyor. Adem'in sana
benzerliği nedir ve ben ki İblis'im, senden farkım nedir!»
Görkem
Denizine düştü, kör oldu ve dedi ki: «Senden başkasına ulaşan yolum yok benim.
Ben, alçak gönüllü bir aşığım.» Tanrı şöyle dedi: «Kendini gurura kaptırdın.»
O da, şunları söyledi: «Aramızda bir anlık bir bakış olsaydı, bu, beni gururla
ve buyurgan yapmaya yeterdi; ama seni sonsuz zamandan önce tanıyan, benim;
'Ben ondan daha iyiyim', çünkü sana daha uzun bir zaman boyunca hizmet ettim.
Varlıkların iki türü içinde de, seni benden daha iyi tanıyan yoktur. Senin
niyetin bende vardı, benim niyetim sende, bunların ikisi de Adem'den önce
vardılar. Senden başkasının önünde secde etsem de, etmesem de, aslıma dönmem
kaçınılmazdır, çünkü sen beni ateşten yarattın ve ateş, ateşe döner; böyledir
senin kurduğun denge, verdiğin karar.
«Senden
uzak olmak diye bir şey yok benim için, çünkü biliyorum uzaklığın ve yakınlığın
bir olduğunu.
«Terkedildiysem,
benim gözümde, beni terkedişin benim yoldaşım olmuştur; işte bu yüzden,
terketmek ve gerçek aşk, daha da birdir.
«Senden
başkasının önünde secde etmeyen bu vazgeçmez tapınmacı için uygun gördüğün
Yargı'yla ve Erişilmez Öz'ünle yücesin sen!»
Tûr’un
yamacında Musa, İblis'le karşılaştı ve ona sordu: «Ey İblis, secde etmekten
seni alakoyan neydi? O da, şöyle dedi: «Beni secde etmekten alakoyan, Tek
Sevgili'ye bağlılığımı bildirişimdi; eğer secde etseydim senin gibi olurdum;
çünkü senden, «dağa bak» diye yalnızca bir kez istekte bulunuldu, sen de
baktın. Bana gelince, benden Adem'e secde etmem bin kez istendi, ama secde
etmedim; çünkü bildirdiğim niyete bağlı kaldım.»
Musa
dedi ki: «Buyruğa karşı geldin» İblis şöyle yanıtladı: «Bir sınavdı o, buyruk
değil.» Musa dedi ki: «Ama suretini değiştirdiğinde günah işlemiş olmadın mı?»
İblis yanıtladı: «Ey Musa, bu, görünüşlerin yanıltmacasından başka bir şey
değil; ruhsal durum buna bağlı değildir, buna göre değişmez. Tanrısallık
bilgisi, başlangıçtaki gibi, doğru kalır; bireyler değişse bile, o değişmez.»
Musa
sordu: «Şimdi onu anımsıyor musun?» İblis yanıtladı: «Ey Musa, katıksız aklın
belleğe gereksinimi yoktur; bu akıl tarafından ben anımsanırım ve O anımsanır.
O'nun anımsaması benim anımsamamdır, benim anımsamam ise O'nun anımsaması...
Madem ki birbirimizi anımsıyoruz, biz ikimiz nasıl bir olmalıyız? Şimdi
hizmetin daha temiz, günlerim daha güzel, anımsayışım daha görkemli; çünkü
eskiden kendi mutluluğum için Ona hizmet ediyordum, şimdiyse O'na O'nun için
hizmet ediyorum.»
«Yararı
olduğu kadar zararı da önleyen ya da destekleyen açgözlülükten sıyrıldım. O,
beni yalıtladı, bana kendimi unutturdu, beni alt üst etti, beni kovdu, cennetliklere
karışmayayım diye. Onu kıskanışım yüzünden beni öbürlerinden uzaklaştırdı.
Benim biçimimi bozdu, çünkü beni şaşkınlığa düşürdü; beni şaşkınlığa düşürdü,
çünkü beni sürgün etti. Ona yaptığım hizmetten dolayı beni sürgün etti; ve kendisine
yakınlığımdan dolayı, beni, yasaklanmış bir duruma koydu. Onun görkemini
övdüğüm için, benim değersizliğimi sergiledi.
Söylemimden
dolayı, beni basit bir ihram giymeye zorladı. İçgörüyle Onu keşfettiğim için
beni bıraktı. Bir'liğin içinde olduğum için beni açığa vurdu; beni kesip attığı
için, birleştirdi. Beni kesip attı, çünkü isteğime engel olmuştu.
«Onun
Doğruluğuyla, benim için verdiği yargıya uymakta suç işlemedim, yazgımı
reddetmedim. Yüzümün bozulmasına aldırmadım. Bu hükümler doğrultusunda yolumu
tuttum.
«Beni
sonsuza dek ateşiyle cezalandırsa da başkasının önünde secde etmem ve başka
bir kişinin ya da bedenin önünde kendimi alçaltmam, çünkü O'nun karşısında bir
varlık tanımıyorum! Benim savım, İçten Olan'ın savıdır ve ben, aşk konusunda
içten olanlardan biriyim.»
El-Hallac
dedi ki: «Azazil (Cennetten kovulmadan önceki İblis) hakkında, onun işleri
hakkında çeşitli kuramlar vardır. Kimisi onun, cennette bir görevle ve yeryüzünde
bir görevle yükümlü kılındığını söyler. Cennette meleklere öğüt vererek onlara
iyi şeyler öğretir, yeryüzünde ise insanlara ve cinlere öğüt vererek onlara
kötülükleri gösterir.
«Bir
şey, ancak karşıtının yardımıyla kavranabilir; tıpkı ince ak ipek kumaşların,
siyah kıllarla birlikte dokunabilmesi gibi. Bundan dolayı Melek, iyi işleri
gösterir ve der ki 'Bunları yaparsanız ödüllendirilirsiniz.' Ama önceden
kötünün ne olduğunu bilmeyenler, iyinin ne olduğunu bilemezler.»
Şeyh
Ebu Ömer El-Hallac, şöyle dedi: «Yüceliğin onuru konusunda İblis'le ve
Firavun'la konuştum. İblis dedi ki 'Secde etseydim, onurlu adımı yitirirdim.’
Firvaun ise, şöyle dedi: 'Bu Haberci'ye inansaydım, onurlu katımdan aşağı
düşerdim.'
Dedim
ki: «Düşüncelerimi ve söylediğim sözleri reddetseydim, Onur katından aşağı
düşerdim.»
İblis:
«Ben ondan daha iyiyim» dediğinde kendisinden başkasını göremiyordu. Firavun:
«Sizin için benden başka Tanrı tanımıyorum.» dediğinde kendi halkından
hiçbirinin doğruyla yanlışı ayırdedebileceğini kabul etmiyordu.
Ben
dedim ki: «O'nu tanımıyorsan, belirtilerini tanı; ben O'nun belirtisiyim
(tecelli), benim Doğru! Çünkü Doğru'yu dışa vurmaktan vaz geçmedim!»
Yoldaşım
ve öğretmenimdir, İblisle Firavun.
İblis,
ateşle tehdit edildiyse de, savını geri almadı. Firavun, düşüncelerinden
dönmeyerek ve hiçbir aracı tanımayarak, Kızıl Deniz'de boğuldu. Ama şöyle dedi:
«Şimdi inandım; İsraillilerin bağlandığı Tanrıdan başka Tanrı yoktur.», ve
görmüyor musun Tanrı'nın, tapınan Cebrail'e nasıl karşı çıktığını? Demişti ki:
«Neden kendi ağzını kumla doldurdun?»
Ben
öldürülsem, çarmıha gerilsem, ellerim ve ayaklarım kesilse; yine de sözlerimden
asla geri dönmezdim.(14)
İblis'in
bu adı, onun ilk adı olan Azazil'den gelir: ‘Ayn’, onun çabalarının büyüklüğünü
simgeler; ‘ze', ziyaretlerinin gittikçe artmasını simgeler; ‘elif’, aldığı yolu,
ikinci ‘ze’ ise onun ulaştığı yücelikteki yalnızlığını simgeler; ‘ye’, sonsuz
acıya doğru yürüyüşünü ve lam, acı çekmekte direnişini simgeler.
Tanrı,
Şeytan’a sordu: «Secde etmiyor musun, ey alçak!» O da, şunu söyledi: «Daha
doğrusu,aşık demeliydin. Aşıklar hor görülür; bu yüzden, beni alçak, aşağılık
diye adlandırıyorsun. Bana olacakları, Anlaşılır kitap'ta okudum ben, ey Her
Şeye Gücü Yeten, Sonrasız Olan! Öyleyse nasıl alçaltabilirdim kendimi Adem'in
önünde; madem ki onu topraktan beni ateşten yarattın? Bu iki karşıt varlık,
anlaşamazlar. Ben, sana daha uzun süre hizmet ettim; benim erdemim, onunkinden
daha yüksek; bilgim daha geniş; eylemlerim daha yetkin.»
Yüce
Tanrı, ona dedi ki: «Seçim benimdir, senin değil.» O da, şöyle dedi: «Tüm
seçimler gibi, benim seçimim de senindir; çünkü sen, beni seçmiş bulunuyorsun,
ey Yaratan. Onun önünde secde etmemi sen engelledin. Sözlerimde yanlışlık olsa,
benim böyle konuşmama izin vermezdin; çünkü sen, Her Şeyi Duyansın. Onun
önünde secde etmemi istemiş olsaydın, buna boyun eğerdim. Seni benden daha iyi
tanıyan bir kimse bilmiyorum, bilgelerin içinde.»
(14) Burada Mansur, İsa'yla
özdeşleşiyor.
Beni
kınama; eleştirmek diye bir amacım yok benim; öyleyse ödüllendir beni,
Efendim, çünkü ben tek başımayım.
Eğer
senin söz verdiğin, Doğru ise, benim çağrım bundan dolayı güçlüdür.
Bu
durumu yazmak isteyen kişi! Oku onu; anla benim bir şehit olduğumu!
Ey
kardeşim! O, ilk arılığından uzaklaştırıldığı için Azazil diye adlandırıldı.
Kaynağından, Son'una dönmedi; çünkü son'undan çıkmadı; bırakıldı, kaynağından
dolayı cezalandırıldı.
Yukarıya
çıkma girişiminde, başarısız oldu; çünkü yanan çalısı, direniyordu. Kendini,
konakladığı yerin ateşiyle yüksekteki konumunun ışığının arasında buldu.
Çimenlikte,
gizli bir göl vardı. O, bu bolluğun içinde susuzluktan kıvranıyordu. Acıyla
haykırdı, çünkü ateş kendisini yakıyordu; korkusu gerçek bir korku değildi,
yalnızca öykünmeydi; körlüğü, sadece bir gösterişti işte geldi!
Ey
kardeşim! Anladıysan, bu geçidi tüm darlığıyla kavramışsındır, tüm
gerçekdışılığıyla hayalinde canlandırmışsındır ve üzüntüyle, kaygıyla geri
dönmüşsündür.
Bilgelerin
en dikkatlileri, İblis konusunda sessiz kaldılar; ermişler, öğrenmiş oldukları
şeyi bildirme gücünü kendilerinde bulamadılar. İblis, tapınmada onlardan
kararlıydı ve Öz'ün Dışavurumuna onlardan daha yakındı. Daha çok çaba gösterdi
ve anlaşmaya daha fazla uydu ve onlara, Tapınılan'dan daha yakın oldu.
Diğer
melekler desteklemek için Adem'e secde ettiler; ama İblis buna yanaşmadı,
çünkü uzun bir düşünme sürecinden geçmiş bulunuyordu.
Ama
anlatımı bulanıklaştı ve düşüncesini yitirdi; bu yüzden, şöyle dedi: «Ben ondan
daha iyiyim.» Kendini gizledi, tozu önemsemedi ve kendi üzerine lânet getirdi.
Sonsuz Zaman Sonrası'nın Sonsuz Zaman Sonrası’na kadar.
VII. TANRISAL İRADE ÜZERİNE…TA-SİN
Tanrı'nın,
iradesini uygulayışının gösterimidir bu. Birinci daire, Tanrı'nın yargısıdır
(meşie); ikinci daire onun yüce aklıdır; üçüncüsü gücüdür; dördüncüsü ise onun
Sonsuz Zaman Öncesizliği bilgisidir.
İblis
dedi ki: «Eğer birinci daireye girersem İkincinin sınavını vermem gerekecek;
İkinciye geçersem üçüncünün sınavını vermeliyim; üçüncüye geçersem dördüncünün
sınavı çıkacak önüme.
«Öyleyse...
hayır, hayır, hayır, yine hayır! Birinci dairede kalacak olursam,
lânetleneceğim, istemezsem İkincisini; üçüncüyü istemezsem geri döndürüleceğim;
öyleyse benim için ne farkı olacak dördüncünün?
«Secde
etmenin benim için bir kurtuluş olacağını bilseydim secde ederdim. Ama o
daireden sonra başka dairelerin olduğunu biliyordum. Şöyle akıl yürüttüm: 'bu
daireden çıkmayı başarırsam, ikinci daireden, üçüncüden ve dördüncüden nasıl
çıkacağım?'»
Beşinci
La'nın Elifi «O, Ölümsüz Tanrı»’dır.
VIII. TEKLİĞİN DUYURULMASI ÜZERİNE…TA SİN
Tanrıdır
ölümsüz olan.
Tanrı
Birdir, Benzersizdir, Yalnızdır ve Bir'liği kabul edilir.
Hem
Bir, hem de Bir'in Tekliğinin duyurulması, O’nda ve O'ndandır.
Diğerlerini
O’nun Tekliği’nden ayıran uzaklık, O'ndan gelir. Şöyle gösterilebilir:
Tevhid
bilgisi, özerk bir bilgilenmedir ve şöyle gösterilir:
Tevhid,
onu anan yaratılmış öznenin bir sıfatıdır, ama bir olduğu kabul edilen
Amaçlanan'ın sıfatı değildir.
Eğer,
yaratılmış olan ben, «ben» dersem O'na da «ben» dedirtmiş olur muyum? O zaman,
Tevhid benden gelir, O'ndan değil. O, benim ve Tevhidimin dışındadır
(münezzeh).
Eğer
ben, «Tevhid, onu anana geri döner» dersem, onu, yaratılmış bir şey yaparım.
Eğer
ben, «Hayır; Tevhid, onaylamış olduğu Amaçlanan'dan gelir» dersem, o zaman
birleştirici ile, onun Tekliği onaylaması arasında nasıl bir ilişki olur?
Eğer
«O zaman Tevhid, Amaçlanan'ı özneye bağlamaktadır» dersem, bunu, mantığa uyan
bir tanımlamaya dönüştürmüş olurum.
(ÇİZİMLER:
Tevhid, Tanrı'dan ayrıdır. Elif, içindeki dallarla birlikte vahdaniyet
simgesidir. Elif Öz'dür; dal'lar ise onun Rıfat'larıdır. Birlik: Öz olan
başlangıçtaki elif, yaratılmış biçimler olan öbür eliflerle birlikte, esas
elifden kaynaklanır.)
IX.TEVHİDDE KENDİNE DÖNÜK BİLİNÇLER ÜZERİNE…TA-SİN
Tevhidde,
kendine dönük bilinçlerin Ta-Sin'i şöyledir:
(Elif:
Teklik, Tevhid. Hamse: Kendine dönük bilinçler, bir kısmı bir yanda, başka
kısmı öbür yanda. Ayn, başlangıçta ve sonda: Öz.)
Kendine
dönük bilinçler, O’ndan çıkar ve O'na dönerler, O'nda işlerler, ama mantık
açısından gerekli değildirler.
Tevhidin
gerçek öznesi, öznelerin çokluğunu aşar geçer; çünkü O, özneye eklenmez,
amaçlanana eklenmez ve bu tümcenin adıllarına eklenmez. Adıl işlevindeki
sonek, Konu'sunun değildir; iyelik gösteren «ha», O'nun «Ah»'ıdır ve bizi
birliğin savunucusu kılmayan öbür «ha»'dan farklıdır.
Bu
«ha» için «vah» dersem; öbürleri bana, «Yazık» der.
Bunlar
sıfatlar ve özelliklerdir; kesin, dolaylı bir ilişki bunu deler ve böylece
görebiliriz Tanrı'yı, varlığın koşullarına bağlı olarak.
Tüm
insanlar «parçaları iyi birleştirilmiş bir yapı gibi»'dir. Bu bir belirlemedir
ve Tanrı'nın Tekliği bu belirlemenin dışında kalmaz. Ama her belirleme, bir sınırlandırmadır
ve sınırlandırıcı sıfatlar, sınırlandırılmış amaçlara uygulanır. Şu var ki,
Tevhid amacı, sınırlandırmaya olanak vermez.
Doğru
(el-Hakk), Tanrı'nın kendisi değil de, bulunduğu yerdir.
Tevhidi
söylemek, onu gerçekleştirmez, bir terimin sözdizimsel işlevinden dolayı; ve
onun gerçek anlamı, eklenmiş bir terimde olunca, bunlar birbirine karışmazlar.
Öyleyse o, Tanrı'da olduğunda bunlar nasıl karışabilirler?
Eğer
ben, «Tevhid, O'ndan çıkar» dersem, o zaman Tanrısal Öz'ü ikilerim ve ondan bir
şey çıkarırım ki bu çıkan, onunla birlikte vardır ve aynı zamanda hem bu
Öz'dür, hem değildir.
Eğer
onun Tanrı'da gizlenmiş olduğunu ve onu Tanrı'nın açığa vurduğunu söylersem; o
nasıl gizlenmiş olur, madem ki «nasıl» ya da «ne» ya da «bu» yok ve O'nun
içerdiği bir yer «nerede» yok?
Çünkü
«bunda», Tanrı'nın bir yaratımıdır; «nerede» (yer) de öyle.
İkincil
bir özelliğe sahip olan, özsüz olamaz. Bir bedenden ayrılmış olmayan, bedenin
en az bir kısmına sahiptir. Ruhtan ayrılmış olmayan, ruhtan tümüyle yoksun
değildir. Bundan dolayı Tevhid, özümseyicidir.
O
zaman bunun ötesine, merkeze (Amaçlanan'ın merkezine) dönelim ve onu, ikincil
özelliklerden, özümsemelerden, nitelemelerden, dağılmalardan ve esas
özelliklerden (özel sıfatlardan) yalıtalım.
İlk
daire (ilerdeki çizimde), Tanrı'nın eylemlerini içerir; ikinci daire,
belirtileri içerir; bunlar, yaratılanların daireleridir.
Merkezdeki
nokta, Tevhid'i simgeler, ama Tevhidin kendisi değildir. Yoksa nasıl daireden
ayrılabilirdi?
X.BİÇİMLERDEN KOPMA ÜZERİNE…TA-SİN
Bu,
arılığını tanıklama dairesidir; yine bu, onu gösteren çizimdir:
Bu
bütün, bize tümceler ve yargılar verir; yeteneklilere mezhepler, tarikatlar,
doktrinler ve yöntemler verir.
İlk
daire, söz anlamıdır (dış anlam); ikinci daire, iç anlamdır; üçüncüsü ise,
dolaylı anlamdır(işareti).
Yaratılmış
ve düzenlenmiş, yanıtlanmış, üzerinden geçilmiş, kavranmış, karşı çıkılmış,
yanıltıcı, duyarsız şeylerin bütünlüğüdür bu.
O,
kişi öznelerin «biz» adılında çevrinir. Bir ok gibi, onların içinden geçer,
onları donatır, onlara ansızın gelir, onları alt üst eder. Onları şaşkınlığa
düşürür, aydınlatır; içlerinden geçerek şaşırtır onları.
Yaratılmış
özlerin ve niteliklerin bütünlüğü, böyledir. Tanrı'nın, bu uydurmalarla bir
ilgisi yoktur.
Eğer
«O, O'dur» dersem, bu anlatım, Tevhid değildir.
Eğer,
Tanrı'nın Tevhidinin geçerli olduğunu söylersem bana: «Elbette!»
diyeceklerdir.
Eğer
«Zamana bağlı değildir» dersem, onlar «Öyleyse Tevhidin anlamı, bir benzetme
midir?» diyeceklerdir. Ama Tanrı'yı betimlerken, kıyaslama yapılamaz. Sizin
Tevhidinizin Tanrı'yla ya da yaratıklarla ilgisi yoktur; çünkü, zaman
birimleriyle konuşmak, sınırlandırma getirmek demektir. Böyle yapmakla, Tevhide,
bir anlam yüklediniz, rastlantı sonucuymuş gibi. Ama rastlantısal olmak,
Tanrı'nın bir sıfatı değildir. Onun Özü, benzersizdir. Hem doğru, hem gerçek
olmayan; bunların ikisi de, Özün Özünden doğamaz.
Eğer
«Tevhid, sözcüğün kendisidir» dersem; sözcük, Öz'ün bir sıfatıdır, Öz'ün
kendisi değildir.
Eğer
«Tevhid, Tanrı'nın tek olmak isteğini gösterir» dersem; Tanrısal irade, Öz'ün
bir sıfatıdır; ama iradeler, yaratılmış şeylerdir.
Eğer
«Tanrı, Öz'ün, kendi kendine açıkladığı Tevhid'idir» dersem, o zaman Öz'ü,
Tevhid durumuna getiririm.
Eğer
«Hayır O, Öz değildir» dersem, o zaman Tevhid'in yaratılmış olduğunu mu
söylerim?
Eğer
«Ad ve adlandırılan amaç, Tek'tir» dersem, o zaman Tevhid ne anlama gelir?
Eğer
«Tanrı, Tanrı'dır» dersem, o zaman «Tanrı, Öz'ün özüdür» ve «O, O'dur» demiş
olur muyum?
İkincil
durumların yadsınması ile ilgili Ta-Sin böyledir; ve içlerinde «hayır» yazılı
bu daireler, onun gösterimidir:
Birinci
daire, Öncesizlik-Sonrasızlık öncesidir. İkinci daire, kavranabilenleri içerir.
Üçüncüsü, nicelikler dairesidir. Dördüncüsü ise sezgi dairesidir.
Öz,
sıfatsız değildir.
Birinci
arayıcı, Bilgi Kapısı'nı açar ve görmez. İkincisi, Arınmışlık kapısını açar ve
göremez. Üçüncüsü, Algılama kapısı’nı açar ve göremez. Dördüncüsü, Anlam
kapısı'nı açar ve görmez. Hiç kimse, Tanrı'yı, Öz'üyle, İrade'siyle görmedi,
tanımadı; hiç kimse O'nu, konuşmasıyla, kendinde’liğiyle tanımadı.
Yücelik
Tanrınındır; bilgenin yöntemi, hiçbir
O'nun
kutsal varlığına hiçbir esin sahibinin sezgisi ulaşamaz.
Olumsuzlamanın
ve Olumlamanın Ta-Sin'i böyledir ve gösterimi şudur:
Birinci
tanımlama, sıradan insanların düşüncesini belirtmekte; İkincisi, seçkinlerin
düşüncesini belirtmektedir; bu ikisinin arasında, Tanrı bilgisini simgeleyen
daire yer alır. Dairenin içindeki «hayır»'lar, tüm niceliklerin olumsuzlanmasıdır.
İki tane «ha», Tevhidin iki yanına, destek sütunları gibi dikilmiştir. Onların
ötesinde, ikincil özellikler yer almaktadır.
Sıradan
halkın düşüncesi, kuşkular denizine batar; seçkinlerin düşüncesi, kavrayışlar
denizine. Ama bu iki deniz kurur ve gösterdikleri yollar silinir; bu iki düşünce
yiter ve iki sütun devrilir; yokluk, kanıt ve bilginin iki dünyası kaybolur.
Katıksız
Tanrılık tarafında, O kalır, tüm bağımlı şeylerin üzerinde; yüce Tanrı'dır O,
ikincil özelliklere bağımlı değildir. O'nun varlığı üstündür, gücü görkemlidir.
O, Nur’un, Görkem'in ve Yüceliğin Sahibi. Sayılamaz Bir, Sayısal Teklik. Ne
betimleme, ne sayma, ne de başlama, etkilemez O'nu. Onun varlığı bir mucizedir;
çünkü O, varlıktan uzaktır. Kendisini yalnız O tanır; Görkemin ve eliaçıklığın
sahibi. Ruhların ve bedenlerin yaratıcısı.
GÎZEM
BAHÇESİ
Tanrı
onun ruhunu arındırsın, Ebu Ömer el-Hüseyin Îbn Mansur el-Hallac, şöyle dedi:
Belirli
ad, belirsiz ada ilişkin anlayışın içindedir ve belirsiz ad, belirli ada
ilişkin anlayışın içindedir. Belirsizlik, ermişin işaretidir, bilgisizlik de
onun yöntemi.
Gizemin
dışa vuruşu, anlayışlardan uzaktır, ama onlara döner. Ermiş, nasıl tanır O'nu;
madem ki «nasıl» yok? Nerede tanıdı O'nu, madem ki böyle bir «yer» yok? Nasıl
ulaştı O'na; birlik kavramı yoksa? Nasıl ayrıldı O'ndan; ayrılık yoksa?
Katıksız belirlilik, sınırlı ya da kısa ömürlü bir amaç olamaz; onun,
sürdürülmeye gereksinimi yoktur, yokedilmeye de.
Gizem,
öte kavramının ötesindedir; uzamsal sınırın ötesinde, niyetin ötesinde,
bilinçliliğin ötesinde, alışılmış yöntemlerin ötesinde ve algının ötesindedir.
Çünkü bunların tümü, varlıktan önce ortaya çıkmazlar ve bir yer içinde var
olurlar. O, varoluştan hiç uzaklaşmamıştır; nicelikten, nedenlerden ve
sonuçlardan önce vardı, ve var. Öyleyse bu nicelikler O'nu nasıl içerebilir, ya
da sınırlar O'nu nasıl kuşatabilir?
Kimisi
der ki: «Ben Tanrı'yı, O'ndan yoksunluğumla bilirim.» O'ndan yoksun olanlar,
O'nun sürekli varlığını nasıl bilebilir?
Kimisi
der ki: «Ben O'nu, kendi varlığımla bilirim.» Dış dünyada iki tane mutlak, bir
arada var olamaz.
Kimisi
şöyle der: «Ben O'nu, kendisine ilişkin bilgi yokluğumla bilirim.» Bilgi
yokluğu, yalnızca bir perdedir ve Tanrı bilgisi, bu perdenin ötesindedir.
Yoksa bir gerçekliği olmazdı.
Kimisi
der ki: «Ben O'nu, adının yardımıyla bilirim.» Ad, Adlandırılmışsan ayrılamaz;
çünkü O, yaratılmış değildir.
Kimisi
şöyle der: «O'nu, Kendisi aracılığıyla bilirim.» Bu, tanınacak iki varlık
kabul etmek demektir.
Kimisi
der ki «O'nu, yaptıkları aracılığıyla bilirim.» Bu, insanın yapılanlarla
yetinmesi onları yapan Tek'i aramaması anlamına gelir.
Kimisi
şöyle der: «Ben O'nu, kendisini bilme konusundaki olanaksızlığımla bilirim.»
Bu kişi, ayrılma gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl O'nu bilebilir?
Kimisi
der ki: «O beni bildiğinden, ben O'nu bilirim.» Bu, biçimsel bilgiden (ilm)
yararlanmak ve Tanrısal Öz'den farklı bir bilgiye ulaşmak demektir. Öz'den
ayrı olan, Öz'ü kavrayabilir mi?
Kimisi
der ki: «Ben O'nu, kendisinin kendi hakkında verdiği bilgiyle tanıyorum.» Bu,
bilinmesine izin verilenle yetinmek, doğrudan bilgi yoluna başvurmamak
demektir.
Kimisi
şöyle der: «Ben O'nu, karşıt sıfatlarıyla biliyorum.» Oysa bilinen, ne
sınırlandırılmaya uygundur, ne de bölümlenmeye.
Kimisi:
«Amaçlanan (Tanrı) bilir yalnızca, kendisini» diyerek, ermişlerin, kendi
farklılıklarına bağımlı olduklarını; çünkü Amaçlanan'ın, Kendisini Kendinde
tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.
Ey
mucize! İnsan, kendi bedeninin bir kılının nasıl karadan aka dönüştüğünü bilemezken,
her şeyin Yaratıcı'sını nasıl olur da bilebilir? Özetlemeyi ya da irdelemeyi
bilmeyen; İlk'i ve Son'u, değişmeleri, nedenleri, gerçeklikleri, hayalleri
bilmeyen insan, süreklilikte var olan O'nun hakkında bilgi edinme olanağına
sahip değildir.
Hamdolsun
O'na ki onları Ad'la, sınırlamayla, belirtiyle örttü. Onları bir sözcük
altında, bir koşul, yetkinlik altında, ve öncesiz sonrasız var olandan gelen
bir güzellik altında gizledi. Yürek bir et parçasıdır; bundan dolayı Tanrı
bilgisi, orada yer almaz, çünkü Tanrısal bir şeydir.
Anlayış,
iki mantıksal ölçüye sahiptir: Uzunluk ve genişlik. Dinsel yaşamın iki kuralı
vardır: Sözlü kurallar ve yazılı kurallar. Yaratılmışların tümü, göklerde ve
yerdedir.
Ama
Tanrısal giz, ne uzunluğa, ne genişliğe sahiptir; ne göklerde, ne de yerde
bulunur; dışsal biçimlerin içinde değildir, ayrıca sözlü ve yazılı kurallarla
ulaşılan içsel hedeflerde de değildir.(15)
«Ben
O'nu, kendi gerçekliğiyle biliyorum» diyen bir kişi, kendi varlığını,
Amaçlanan'ın varlığından üstün kılar; çünkü bir şeyi, asıl gerçekliğiyle
tanıyan kişi, ondan daha güçlü olur.
Ey
insan! Yaratılmışların içinde, zerre'den daha küçüğü yok ve sen onu
anlayamıyorsun. Zerreyi bile tanıyamayan insan, bu zerreden daha algılanamaz
olan O'nu tanıyabilir mi?
Dışarıda
bırakılan şey, ölümlüler tarafına gider; içeride bırakılan da, öz bilgisinin
tarafında kalır. Gizem, kendi özünü gizlemiştir. Düşüncelerden, saptırıcı
amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.
Gizeme
erişmek isteyen, onlardan korkar ve onlardan korkan, kendini onlardan kurtarır
ve uzaklaşır. Gizemin Doğu'su Batı, Batı'sı Doğu'dur. Yeri ise, en yüksek
dünyanın yukarısında değildir; en aşağı dünyanın daha aşağısında da değildir.
(15)
Yanu dinlerin sözlü ve yazılı kuralları (Kitap'ları). Tanrı bilgisine ulaşmayı
sağlamaz.
Gizem,
Var olan şeylerden uzaklaşır; hep Tanrısal süreklilikle birliktedir. Patikaları
dardır ve hiçbir yol ona ulaşmaz. Anlamları belirgindir ama ona götüren bir
kılavuz yoktur. Duyular onu hissetmez ve insanların tanımlamaları ona
erişemez.
Ona
sahip olan, yalnız kalır; onunla karışan kuralların dışına çıkar; ondan
soyunan, kör olur ve kendini ona bağlayan, yıkıma uğrar. Onun parlaması,
kesintisiz akan su gibidir, kaynayan bir pınardır; esintisi boldur; oku
delicidir ve yere fırlatıldığında gücü kesilir. Ondan korkan, dünya işlerinden
el çeker ve dikkatsiz bir seyirci olur. Onun çadır ipleri, ermişler ve
tırmanma araçlarıdır.
Gizemin,
kendinden başka benzeri yoktur. Tanrı'nın, kendinden başka benzeri yoktur; ve
O, gizeme benzer. O, gizemi ve kendini andırır; gizemin, kendini andırması
gibi. Tanrı, yalnız kendine benzer ve gizem, yalnız kendine benzer.
Gizemin
binaları, kendisinin destekleridir; destekleri de kendisinin binaları. Ona
sahip olanlar, ona sahip olanlardır ve onun yapıları kendisinindir,
kendisindedir ve kendisinin ürünüdür.
O,
Tanrı değildir; Tanrı da o değil. Ama ondan başka Tanrı yok; ve Tanrı'dan başka
o (gizem) yok. Tanrı'dan başka Tanrı yok.
Gizemci,
«gören kişi»'dir ve gizem, «kalıcı olan»'da kalır. Gizemci, kendi tanıma
eylemiyle durur;
çünkü
kendisi, kendi hakkındaki bilgisidir ve bu bilgisi de kendisidir; gizem, onun
ötesindedir ve Amaçlanan, onun daha da ötesindedir.
Öykü
anlatmak, öykücülerin işidir; gizem ise seçkinlerin ilgi alanı; gösterişli
davranışlar, kişilerin işidir; konuşma ise, yalancıların ilgi alanı; derin
düşünme, umutsuz insanların yaptığı şeydir; ilgisizlik ise, yaban insanlara
özgüdür.
Tanrı
Tanrı'dır. Evren de evren.
Hiç
önemi yok!
HALLAC-I MANSUR’UN VASİYETİ
Hallac-ı
Mansur (r.a.), size uzleti ve yalnızlığı, vaktin sonsuzluğunda devamlı
zikretmeyi, her namazda kur’an okumayı ve misvak kullanmayı tavsiye etti.
Hallaç
der ki; Kim kalbe gelen düşünceler esnasında Allah Teâlâ’yı manevi olarak
murakabe ederse (manevi olarak gözlemlerse) de Allah bütün organlarının
hareketi esnasında onu masum kılar.
Hallac’a
vecd hakkında soruldu. Hallâc şöyle cevap verdi: Vecd, sırlarda ortaya çıkan
bir heyecandır. Şevki meydana getirir ve vücudun organları vecd’den dolayı
ürperir. Yahut kalbe doğan manevi düşünceler esnasında kişi vecdden dolayı
hüzünlenir.
Hallac’a
hicâb (perde) hakkında soruldu. Hallaç dedi ki; Hicâb, kasteden ile kastedilen
arasında bir perdedir.
Hallâc’a
sevgi hakkında soruldu. Hallâc cevap verdi: Sevgi, sevenin üzerini tamamıyla
kaplayan bir haldir. Öyle ki Allah’ın dışında arzulayacağı başka hiçbir şey
görmez. Ve devamla demiştir ki; kim Hakk’a iman nuruyla yaklaşırsa, o, güneşe
yıldızların ışığıyla ulaşmak isteyen kimse gibidir.
Ahmed
b el-Kevkeb el-Vâsıtî der ki;
Hallac’la
yedi yıl arkadaşlık ettim. Onda gördüğüm tek şey,tuz ve sirkeden başka hiç bir
yiyecek tatmamasıydı. Üzerinde tek parça bir cübbeden başka hiç bir şey yoktu.
Başında ise sadece bir takke vardı. Geceleri hiç uyumazdı. Ancak gündüzleyin
çok az bir vakitde uyurdu. Ramazanın ilk günü niyet eder, bayram günü iftar
ederdi. Her gece kıldığı iki rekat namazda Kur'an'ın tamamını okurdu. Ve hergün
200 rekat namaz kılardı. Bayram günü siyah giyinirdi. Hallaç der ki: Bu siyah
elbise, davranışı kendisine yansıyan kimsenin bir alametidir.
Hallaç
(r.a.) şöyle dedi:
Ey
kavmim, Allah, beni benden alınca ve beni benden yok edince, sonradan olan
varlığımın nitelikleri darmadığın oldu. Sultan olan Allah kıdemiyle (ezeliliği
ve ebediliğiyle) ortaya çıkınca, sanki benim sonradan ortaya çıkan varlığım,
hiç var olmamış gibi oldu. Ve ezelilik ve ebedilik daima baki kaldı. Sonra
benim enaniyetim (benliğim), onun enaniyetinde (benliğinde fani (yok) oldu. Ve
benim hüviyetim (kendiliğim) onun hüviyetine (kendiliğine) karıştı. Ve
nasutiliğim (beşeri varlığım) onun lahutiliğinde (ilahi varlığında) darmadağınık
oldu. Sonra, bakındım ve O’ndan başka hiçbir şey göremedim. Ve O’ndan başka
hiçbir şey işitmedim. Ve konuştuğumda O’ndan başka hiçbir şey dile getirmedim.
Ve dedim ki, “Ene Hüve (Ben O’yum)". Şayet ben “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım)
deseydim, Hakk’tan ayrılmamış olurdum. Çünkü onun sevgisi üzere ben Hakk’ım. O
ise, kendi mülkiyetinde Hakk’tır. Ben sarhoş ve daha sonra da onun sırrı
üzerine bulundumsa, benim vecdim onun vücuduyla (varlığıyla) kesinlikle içiçe
geçmiş demektir. Ve benim sınırım O’nun varlığı üzere olmuştur.
Hallaç’ı
Mansur şu beyitleri söylemiştir:
Ey
güvendiklerim, beni öldürünüz
benim
ölümümde hayatım vardır
Benim
hayatım ölümümde
ve
ölümüm hayatımdadır
Ben,
O’nun bana bahşetmesi sayesinde varolan zatımın yokoluşu halindeyim
Benim
sıfatlarımın var kalması ise kötü amellerin çirkinliğindendir.
(Arapçadan çeviren: Selim Atay)
YEZİDÎ'LERİN KUTSAL KİTAPLARI KİTAB'ÜL CİLVE (TANRISAL AÇIKLAMA KİTABI) İLE MUSHAF’A
REŞ
(KARA KİTAP)
Yezîdîlik,
Hâricîliğin İbâziyye Mezhebinden türeyen ve zamanla ayrı bir din sayılan
koludur. Şeytana tapmakla da suçlanan Yezidîlik, gerçekte vahdet-i vücut
(varlığın birliği) inancına sahip bütün tasavvuf tarikatları gibi her şeyi bu
arada Şeytan'ı da Tanrı sayan bir inançtır. Melek Tâvus dedikleri Şeytan
yezîdiliğe göre, Tanrı'nın celâl (kızgınlık) niteliğinin varlaşmasıdır.
Yezîdilerin
asılları Kürtçe olan Kitâb’ül-Cilve ve Mushaf a Reş adlı iki kutsal kitabı
vardır. Kitâb'ül-Cilve'nin, kurucu Yezîd'in, geleceğini haber verdiği yeni
peygamber Şeyh Hâdî'ye (XII. yyıl) Melek Tâvus tarafından vahyedildiğine
inanırlar. Mushaf’a Reş ise Şeyh Hasan bin Hâdî tarafından yazılmıştır.
Bu
ilginç inanışın temeli iki kitabı olan söz konusu metinler ve Şeyh Hâdî'nin
İlahisini yayımlamakla, toplumumuzda çok az bilinen bir inanışa ışık tutmak,
Anadolu'nun kültür mozaiğinde yer alan bir rengi sergilemek istedik.
Yaba Öykü
Dergisi, S. 76
YEDÎZÎ'LERİN
KUTSAL KİTAPLARI VE ŞEYH HÂDÎ'NÎN ÎLÂHÎSÎ
Yezîdilerin
iki kutsal kitabından Kitab'ül-Cilve (Tanrısal Açıklama Kitabı), Şeyh Hâdî bin
Musafir'in yapıtı sayılmaktadır. Öbür kitap Mushaf a Reş (Kara Kitap), yine
aynı soydan gelen Şeyh Hasan bin Hâdî tarafından yazılmış kabul edilmektedir.
Bu kitaplar, Cambridge Üniversitesi profesörlerinden E. G. Growne'ın kalemiyle,
on dokuzuncu yüzyılın sonlarına İngilizceye çevrilmiş bulunmaktadır. Çevirisi
yapılan elyazması metin ise bugün Paris Ulusal Kitaplığı'ndadır (BN Syr. MS.
324). Söz konusu kitapların son zamanlarda bulunan daha eski metinleri (Syr.
MS No. 7), Prof. R. Ebied ile Prof. M.J. Young tarafından çevrilmiş ve
incelenmiştir.
Kitab'ül-Cilve
ve Mushaf a Reş'in burada sunacağımız çevireleri, genellikle, Browne'in
çevirisine uygundur; birkaç yerde, Ebied/Young çevirisini dikkate aldık.
Metindeki boşluklar(...), tüm elyazmalarında okunamayacak denli bozuk olan
yerleri göstermektedir. Özel sözcükler, Browne'ın okuduğu biçimleriyle alınmışlardır.
Uzun
zaman, Yezidi'lerden kalan tek kutsal metin olarak bilinen Şeyh Hâdî'nin
İlâhisi'ni, Layard'ın Nineveh and Babylon (Ninova ile Babil) adlı yapıtındaki
çevirisiyle aldık.
Floransa
Üniversitesi'nden Profesör Giuseppe Furlani, 1930 yılında bu metinler üzerine
bir inceleme yayımladı. Söz konusu inceleme, Ebied/Young'ın incelemesiyle
bağlantılı olarak okunmalıdır.
Kitab'ül-Cilve,
Mushaf a Reş ve Şeyh Hâdî'nin İlahisi'nin yeni elyazması metinleri, 1934
yılında Dr. Henry Field tarafından bulunmuş, Bağdad Üniversitesinde Dr. Anis
Frayha'nın yaptığı İngilizce çevirileri 1946'da yayımlanmıştır.
John S. Guest
KÎTÜB
'ÜL-CÎLVE (
Tanrısal Açıklama Kitabı)
Melek
Ta'us, bütün yaratıklardan önce var oldu. Seçilmiş halkını uyarmak ve
yanlışlardan uzak tutmak üzere, yardımcılarını bu dünyaya gönderdi; kullarını
önce sözlü olarak uyardı, ikinci olarak bu kitapla ki yabancıların okuması ya
da bakması yasak kılındı.
(Birinci
Bölüm)
Ben
ki vardım; varım, sonsuza dek var olacağım; tüm yaratılmışlara hükmüm geçer, tüm
olaylar ve benim erkim altındaki varlıklarla ilgili her şey,, benim buyruğumla
olur. Kim bana inanır da gereksindiğinde beni çağırırsa, ben hemen onun
yanındayım, benim var olmadığım hiçbir yer düşünülemez. Beni benimsemeyen
kimselerin, kendi isteklerine uygun olmadığı için kötülük diye
nitelendirdikleri tüm olaylar, benim isteğimle olur. Her çağın bir Yönetici
Vekili vardır, onu ben seçerim. Her kuşakla birlikte, bu Dünya'nın Başkan'ı da
değişir; Başkanlar sırayla gelirler, kendi dönemleriyle ilgili görevlerini
yerine getirirler. Yaratılıştan kazanılan özelliklerin değerleriyle orantılı
olarak, suçları bağışlarım. Kim ki bana karşı çıkar, sıkıntılarla acılar ondan
eksik edilmeyecektir. Başka hiçbir Tanrı, benim işlerime ve yaptıklarıma
karışamaz: Ben neye karar verirsem, o olur.
Yabancıların
ellerinde bulunan kutsal kitaplar, peygamberler ve havariler tarafından
yazılmış olsalar bile, artık geçersizdirler, isyancı bir nitelik kazanmışlardır,
bozulmuşlardır; bunlar birbirlerini yalanlamakta ve geçersiz kılmaktadırlar.
Doğru olanla yanlış olan arasındaki ayrım, yaşanılan çağın koşullarına göre yapılacaktır.
Bana inananlara verdiğim sözleri yerine getireceğim; belirli dönemler için
yetkilerimi devrettiğim akıllı ve sevgili Vekillerimin yargılarına göre, kullarımla
aramdaki sözleşmeye uyacağım ya da uymayacağım. Olayların gelişimini dikkate
alırım; içinde bulunulan zamanda yararlı olan neyse, onu uygularım. Benim
eğitmenliğimi kabul edenleri yönlendirir, eğitirim; onlar, bana uymakla, ruhun
duyacağı sevinç ve zevklerin en büyüğüne kavuşurlar.
Çok
iyi bildiğim tüm yöntemlerle, ademoğullarını ödüllendirir ve cezalandırırım.
Yeryüzünde, üstünde ve altında ne varsa, benim denetimimdedir. Öbür ırklara
yardım etmeyi üstlenmem, onlara iyilik yapmaktan uzak da durmam, hele benim
seçilmiş topluluğumdan ve bana uysallıkla hizmet edenlerden bunu hiç esirgemem.
Sınadığım insanlara etkin bir denetim yetkisi veririm; bu insanlar, benim
irademe uygun olarak, belirli durumlarda, bana inanıp öğütlerimi tutanlara yardım
ederler. Alan da benim, veren de; zengin eden, fakir eden de; mutlu kılan,
mutsuz kılan da; bütün bunlar, çevre koşullarına ve zamana uygun biçimde
gerçekleşir; benim işlerime karışmak ve herhangi bir insanı denetimimden
çıkarmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir güç yoktur. Bana engel olmaya
çalışanların üzerine acılarla hastalıklar yağdırırım. Kim benim buyruklarıma
uyarsa, öbür insanlar gibi ölmez. Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için
belirlediğim süreden fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya
iki kez, üç kez ya da da daha fazla geri gönderirim, ruhunu başka bir bedenin
içine sokarak; bu, evrensel bir yasadır.
(Üçüncü
Bölüm)
Ben,
kitap göndermeksizin yönlendiririm, dostlarıma ve benim öğrettiklerimi
benimseyenlere, doğru yolu, gizli araçlarla gösteririm; uyulmasını istediğim
kurallar, bunaltıcı değildir, zamana ve koşullara göre saptanmıştır. Yasalarıma
karşı çıkanları öbür dünyalarda cezalandırırım. Ademoğulları, yapılması
istenen şeyleri bilmezler, bu yüzden sık sık yanlışlığa düşerler. Yeryüzündeki
ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar, hepsi benim yönetim ve denetimim
altındadırlar. Dünyanın bağrındaki gizli hazineler ve başka şeyler, benim
bilgimin içindedir. Onların tek tek bulunup alınmasına olanak sağlarım. Bunlara
sahip olacak kimselere ve benden zamanında dilekte bulunanlara gizli işaretlerimi,
mucizelerimi gösteririm. Bana ve izleyicilerime karşı yabancıların göstereceği
düşmanlık ve direnme, ancak kendilerine zarar verir; çünkü bilmezler ki güç ve
zenginlik benim ellerimdedir ve bunları ben, âdemoğullarından hak edenlere
veririm. Dünyaların yönetimi, çağların arka arkaya geçip gidişi, vekillerimin
her çağda değişmesi, sonsuza dek benim yetkimdedir. Her kim, oraya dürüstçe
yürümezse, ben, kendim belirleyeceğim bir zamanda onu cezalandıracağım ve
başladığı yere geri göndereceğim.
(Dördüncü
Bölüm)
Mevsimler
dört tanedir, unsurlar da (*) dört tanedir; bunları ben, yaratıklarımın,
gereksinmelerini gidermeleri için bağışladım. Yabancıların kutsal kitapları,
ancak benim yasalarıma uygun oldukları, karşı çıkmadıkları ölçüde tarafımdan
kabul görürler; yine de bunlar, çoğunlukla saptırılmışlardır. Üç tanesi bana
karşıdır ve ben, üç addan nefret ederim. Benim gizlerimi açığa vurmayanlar
için, ödüllendirme konusundaki sözümü tutacağım. Benim uğruma acı çekmeye
katlananları, kuşku duyulmasın ki, dünyalardan birinde ödüllendireceğim.
Benim yolumdan gidenler, kendilerine düşman olanlara ve yabancılara karşı,
cemaat halinde yaşasınlar. Ey siz, benim yasalarıma uyanlar, benim tarafımdan
iletilmeyen düşünceleri kafanıza sokmayın. Yabancıların yaptığı gibi sakın,
adımı ya da bana yakıştırılan adları ağzınıza almayın, yoksa günaha girersiniz;
çünkü bu konular, sizin kavrayışınızın üzerindedir.
(Beşinci
Bölüm)
Beni
simgeleyen şeylere ve resimlerime saygılarınızı sunun; çünkü onlar size, benim
yasalarıma aykırı olan davranışlarınızı anımsatacaktır. Yardımcılarımın
buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin ki benden aldıkları öte dünya
bilgisini size iletsinler.
MUSHAF-A
REŞ… (Kitüb'ül-Asvad:
Kara Kitap)
Başlangıçta
Tanrı, kendi yüce özünden Beyaz İnci'yi yarattı ve bir kuş yarattı ki adı
Anfar'dı. Ve İnci'yi onun sırtına koydu, ve orada kırk bin yıl oturdu. İlk gün,
yani pazar günü, Azazil adlı meleği yarattı; işte o, hepsinin başkanı olan
Ta'us Melek (Tavuskuşu Melek)'tir. Pazartesi günü Tanrı, Darda'il adlı meleği
yarattı ki o, Şeyh Hasan'dır. Salı günü, İsrafil'i yarattı ki, Şeyh Şams'tır.
Çarşamba günü, Cebra'il adlı meleği yarattı; o da Abu Bekr'dir. Perşembe günü,
Azra'il'i yarattı ki, Sacadin'dir. Cuma günü, Şemma'il adlı meleği yarattı; o
da Nasir'ud-Din’dir. Cumartesi günü, Nura'il adlı meleği yarattı, ki o [...])
Melek Ta'us (Melek Tavus)'u onların başkanı yaptı. Ondan sonra Tanrı, yedi
göğü, yeryüzünü, ve güneşi ve ayı yarattı [...] İnsanı, kuşları ve tüm
hayvanları yarattı, ve onları pelerininin boşluğuna yerleştirdi, ve İnci'nin
üzerinden indi, melekler de yanındaydı. Sonra yüksek sesle İnci'ye doğru
haykırdı, o da düşüp dört parçaya ayrıldı, içinden su fışkırdı ve deniz oldu.
Dünya yuvarlaktı, üzerinde çatlak yoktu. Sonra Tanrı, bir kuş biçiminde
Cebrail'i yarattı, ve dört bucağın yönetimini ona emanet etti. Sonra bir gemi
yarattı ve onun içinde otuz bin yıl kaldı, ondan sonra Laleş'e geldi ve
konakladı. Dünyanın içinde haykırdı, ve yoğunlaşmayla deniz oluştu, ve dünya
yeryüzüne dönüştü ve titremeye devam ettiler. Sonra Cebrail'e, Beyaz İnci'nin
iki parçasını getirmesini buyurdu, parçalardan birini yeryüzünün altına
yerleştirdi, öbürünü de Göğün Girişi'ne(*) kapı olarak koydu. Sonra onların
içine güneşi ve ayı yerleştirdi, onların kırpıntılarından da yıldızları
yarattı, ve onları göğe süs olarak astı. Ayrıca yeryüzünü süslemek üzere meyve
ağaçlarını, bitkileri ve dağları yarattı. Halı’nın üzerinde Taht’ı yarattı.
Sonra, dedi ki Ulu Tanrı: "Ey
Melekler,
Adem'le
Havva'yı yaratacağım, onları insan yapacağım, ve ikisinden, Adem'in belinden
gelmek üzere, Şehr ibn Cebr doğacak; ve ondan tek bir halk türeyecek
yeryüzünde; Azazil'in, yani Ta'us Melek'ın
toplumuolan Yezidi halkıdır bu. Sonra Şeyh Hâdi Musafir'i Suriye'den
göndereceğim ve o gelip Laleş'te kalacak.» Sonra Tanrı, kutsal ülkeye indi ve
Cebrail'e, dünyanın dört bucağından toprak getirmesini buyurdu: Toprak, hava,
ateş ve su. Onlarla bir adam yaptı ve kendinden ona bir ruh bağışladı. Sonra
Cebrail'e, Adem'i Cennet'e yerleştirmesini buyurdu, orada meyveyle bütün yeşil
bitkileri yiyebilsin diye; ancak buğday yemesi yasaktı. Yüz yıl sonra Ta'us
Melek, Tanrı'ya dedi ki: «Adem, nerede ve nasıl üreyip çoğalacak?» Tanrı ona
«Yetki ve yönetimi sana bırakıyorum bu konuda» dedi. O zaman Melek Tavus,
gidip Adem'e sordu: «Hiç buğday yedin mi?» O da yanıtladı: «Hayır, çünkü Tanrı
bunu bana yasakladı, 'Ondan yememelisin' dedi» Melek Ta'us şöyle dedi ona:
«Yesen, senin için çok daha iyi olur.» Ama Adem'in, yedikten sonra karnı şişti,
ve Ta'us Melek onu Cennet'ten çıkardı, ve bıraktı, ve göğe çıktı. O zaman Adem,
karnının şişkinliği yüzünden acıyla kıvrandı, çünkü bedeninde çıkış deliği
yoktu. Ama Tanrı bir kuş gönderdi, o da Adem'in bedeninde bir çıkış deliği
açtı, böylece Adem rahatladı. Ve Cebrail yüz yıl ona görünmedi, ve o mutsuz
oldu, ağladı. O zaman Tanrı, Cebrail'e buyurdu ve o gelerek Adem'in sol koltuk
altından Havva'yı yarattı. Sonra Melek Tavus, halkımıza demek istiyorum ki,
çok acı çeken Yezidîlere yardım etmek üzere yeryüzüne indi ve eski Asurluların
yanında, bizim de başımıza krallar dikti; bu krallar Nesrukh (ki o,
Nasir'ud-Din'dir) ve Kamush (o da, Sultan Fahrü'd-Din'dir) ve Artimus (ki,
Sultan Şemsü'd-Din'dir) adını taşıyorlardı. Bundan sonra iki kral tarafından
yönetildik; birinci ve ikinci Şapur adlı bu kralların yönetimi yüz elli yıl
sürdü ve onların soyundan gelen Amir'lerimiz bizi bugüne dek yönetmişlerdir,
ve biz dört kabileye bölündük. Bize khass (marul) haram kılınmıştır, çünkü
kadın peygamberimiz olan Khassa'nın adını anımsatmaktadır; kuru fasulye de haramdır,
koyu mavi boya kullanmamız yasaktır; Yunus peygambere saygısızlık etmiş olmamak
için, balık yememiz haramdır; Ceylanları da yemeyiniz, çünkü onlar
peygamberlerimizden birinin sürüsü olmuşlardır. Ayrıca, Şeyh ve müritleri,
tavuskuşuna saygısızlık etmemek için, horoz da yemeyiniz; çünkü tavuskuşu, daha
önce sözü edilen yedi tanrıdan biridir ve biçimi horozu andırır. Yine Şeyh ve
müritleri, helvacıkabağı yemekten sakınınız. Bundan başka, ayakta işemek, ya
da oturmuş haldeyken giyinmek, ya da Müslümanların yaptığı gibi helada
taharetlenmek, ya da onların banyolarında gusül etmek, bize yasaklanmıştır.
Ayrıca, tanrımız olan Şeytan'ın adını ya da onu anımsatan Kitan, Şar, Şat gibi
adları ya da Mel’un, [...] na'l gibi sözcükleri ağza almak yasaktır.
Önce
[...] bizim dinimize, putataparlık dediler ve Yahudiler, Hıristiyanlar,
Müslümanlar ve İranlılar dinimizden uzak durdular. Kral Ahab ile Amran,
bizdendi; öyle ki, bizim Pirbub diye adlandırdığımız Ahab
Beelzebub'un Tanrısından yardım dilerlerdi. Bizim Babil'de Bakti-Nossor
(Nebukadnezzar) adlı bir kralımız vardı; İran'da Ahasuerus, İstanbul'da
Agrikalus da bizdendi. Gök ve yer var olmadan önce Tanrı, suların üzerinde bir
teknenin içindeydi. Sonra, yaratmış olduğu inciye kızdı, onu başından attı;
incinin kırılmasından dağlar, çınlamasından kum tepeleri, dumanından da gökler
meydana geldi. Sonra Tanrı, göğe çıktı ve gökleri yoğunlaştırdı; ve onları,
altlarına destek koymadan yerleştirdi, ve yeryüzünü her yanından çevirdi.
Sonra ellerine kalemi aldı, ve tüm yaratıklarının adlarının listesini
çıkardı. Kendi özünden ve nurundan altı Tanrı yarattı ki bunların yaratılması,
bir lambanın başka bir yanan lambadan yakılması gibiydi. Sonra Birinci Tanrı,
İkinci Tanrı'ya dedi ki: «Ben göğü yarattım; sen oraya çık, ve bir şeyler
yarat.» Ve o, göğe çıktığı zaman, güneş var oldu. Kendisinden sonraki Tanrı'ya,
'Çık' dedi ve ay yaratıldı. Ve ondan sonraki Tanrı, gökleri harekete geçirdi;
ve ondan sonraki Tanrı, yıldızları yarattı ve ondan sonra gelen Tanrı,
el-Kuragh'ı, yani Sabah Yıldızı'nı ([††]) yarattı; her şey
böyle yaratıldı.
*
ŞEYH HÂDÎ'NÎN
ÎLAHÎSÎ ŞEYH HÂDÎ’NİN
İLAHİSİ
Huzur
İçinde Yatsın!
Benim
bilgim, tüm varlıkları kuşatır
Benim
varlığım, benden gelir.
Benim
gelişimin nedeni, yine benim;
Zamanını
da bilen benim.
Evrende
var olan her şey, benim buyruğumdadır Her yer, insanlar otursun oturmasın,
Ve
tüm yaratılmışlar, benim buyruğumdadır.
Benim
egemenliğim, başka egemenliklerden
üstündür.
Sözlerim
her zaman doğrudur.
Yeryüzünün
yargıcı ve yöneteniyim
Benim
yüceliğime tapınır insanlar Bana gelirler, öperler ayaklarımı.
Benim,
gökleri kat kat yayan.
Başlangıçta
haykıran, benim.
Şeyh'im
ben, benden başka yoktur tapacak. Benim, kendimi mucizelerle gösteren.
Bana
indirildi mutluluklar kitabı, Dağları eriten efendimden.
Tüm
yaratılmış insanlar bana gelirler Saygıyla öpmek için ayaklarımı.
Meyveler
üretirim gençliğin ilk özsuyundan, Kendi gücümle, ve bana yönelirler
öğrencilerim. Işığımın önünde sabahın karanlığı dağılır. Yol gösteririm,
isteyenlere.
Benim,
Adem'in Cennet'te yaşamasına neden olan, Nemrud'un kızgın ateşte kalmasına da.
Ahmed'e
adaletli davranmasında önderlik ettim Benim yolumda ilerlettim onu.
Bana
gelir tüm yaratıklar Sevgimi, armağanlarımı kazanmak için. En yüksek yerlere
bile uğrarım ben İyilikler benim acımamdan kaynaklanır. Benim, tüm yüreklere
korku salan
Bana
uysunlar diye; ve yüceltirler gücünü ve görkemini kötülüğümün
Karşıma
çıktı o öldürücü aslan
Öfkeyle
ve ben haykırdım ve taşa çevirdim onu, Karşıma çıktı yılan
Ve
ben irademle kuma çevirdim onu. Benim, vurup titreten kayayı
Ve
yanından fışkırtan suların en tatlısını. Benim bildiren, kesin gerçeği.
Benden
gelir, acı çekenleri avutan kitap. Benim biricik yargıç,
Yargılamak
benim hakkımdır.
İlkyazları
yarattım su versinler diye, Suların en tatlısını ve güzelini.
Eli
açıklığımla ben neden oldum belirmesine
Ve
gücümle saflaştırdım onu.
Bana
dedi ki Cennetin Efendisi, «Sensin tek yargıcı ve yöneticisi yeryüzünün.» Bazı
mucizelerimi kendim sergilerim, Bazılarıysa, varlıkların kendilerinde açığa
vurulmuştur.
Benim,
dağlara boyun eğdiren, Benim altımda, benim irademe göre.
Ürkünç
görkemimin karşısında haykırır canavarlar Gelir tapınırlar bana, öperler
ayaklarımı.
Şamlı
Hâdî'yim ben, Musafir'in oğlu.
Yüce
bağışlayıcı, çeşitli adlar verdi bana, Göksel tacı, makamı, ve yeri göğü ve
yeryüzünü. Gizlerime erenlerin gözünde, benden başka Tanrı yoktur.
Her
şey benim buyruğumun altındadır. Onun için, benim önderliğimi yadsımayın.
Ey
insanlar! Bana karşı çıkacağınıza, boyun eğin, Yargılama Günü'nde, karşıma
geldiğinizde
mutlu kılınırsınız.
Her
kim, bana bağlı olarak ölürse Cennet'e göndereceğim onu, Ama kim ki, beni
tanımadan ölür Acı içinde kıvrandıracağım onu. Diyorum ki, yücelikte yoktur
dengim. Yaratırım ve istediğimi zengin yaparım, Övgüler bana, her şey benim
irademle olur. Işığı ben bağışlarım evrene.
Ben
o hükümdarım ki, büyüklüğüm kendimden
gelir
Yaratılmış tüm zenginlikler benim buyruğumdadır. İzlemeniz gereken bazı yolları
gösterdim size,
ey
insanlar, Bana yakın olmak isteyenler, dünyayı unutmalıdır. Sözlerim her zaman
doğrudur.
Yükseklerdeki
bahçe, beni hoşnut edenler içindir. Ben, gerçeği aradım ve onaylayıcısı oldum
onun; Aynı gerçeği kavrayanlar, en yüksek yere ulaşacaklar benim gibi
*
KATAR METÎNLERÎ
Batı Avrupa'da 12. ve 13.
yüzyıllarda ortaya çıkan Katarlar, Hallac-ı Mansur gibi, Tanrıyla birleşmeyi,
Tanrı aşkını savunuyorlardı. Katar'ların metinlerinden yaptığımız çevirileri
kitabın sonuna eklemeyi uygun bulduk. Ayrıca, iyi ve kötü konusunda
Yezidi'ler gibi düşünen şair William Blake'in ünlü "Kaplan" şiirini,
açıklamalarla birlikte sunuyoruz.
Mani (Î.S. 216-274),
Ortadoğu'da Zerdüşt dinini, Hıristiyanlığı, Budacılığı, Gizemcililiği birleştirerek
yeni bir din yaratmıştı.
Mani dinini Hıristiyan bir
görüntüyle sürdüren Katarlar, 12. ve 13. yüzyıllarda Batı Avrupa'da ortaya
çıktılar. Îyi-kötü karşıtlığı, madde dünyasının kötü oluşu, Mani dininde
olduğu gibi, Katar inancında da temel kabullerdir. Dünya tutkularından arınıp
yeniden Tanrı'yla birleşmeyi savunan Katarlar. Hallac-ı Mansur'la aynı yolun
yokuşudurlar. "Katar" sözcüğü, Yunancada "arınmış"
demektir. Mani toplumu gibi, Katar toplumu da, rahipler ve inananlardan
oluşuyordu. "Kusursuz" diye adlandırılan rahipler, inanca uygun
yaşayan, yani dünyadan el etek çekmiş kimselerdi; inananlar ise, toplumun büyük
kesimi olup bunlar dünya işleriyle ilgilenebilirler, evlenebilirlerdi.
Zerdüşt dininden gelen iyi-kötü
karşıtlığı, Katar'larda kesin olarak vardır; Hallac-ı Mansur'da hem vardır hem
yoktur; Yezidi'lerde ise böyle bir karşıtlık kabul edilmez (Şeytan, Tanrı adına
evreni yönetir).
Burada sunduğumuz Katar
metinleri, Hallac-ı Mansur düşüncesine ne kadar yakın olduklarını açıkça
göstermektedirler.
Bu metinleri Fransa'da
derleyenler tarafından yazılmış önsözlerde görüleceği gibi, Katar inancı
Fransa’nın güney bölgelerinde bugün de etkisini sürdürmektedir.
Yaşar
GÜNENÇ
RUH EKMEĞÎ
Katarlar,
Hıristiyanlığın Kutsal Kitabı'nı ve Paulos'un düşüncelerini Mani dinine göre
yorumlamışlardı: İyi ve kötü karşıtlığı (İran'dan gelir), Gnoistik (inanç
topluluğuna katılma ve özgür bir öğrenme çabasıyla kurtuluşa ulaşma), insanın
üçlü yapısı (zihin, ruh, beden; zihin, hem kurtarıcı'dır hem kurtarılan, çünkü
Tanrı'yla birleşir).
Katarların
önemli metinlerinden "Babamız"ın bazı bölümlerini burada sunuyoruz.
Görüleceği gibi Katarlar, dualarında "bize günlük ekmeğimizi ver"
demezler, "maddeüstü (ruh) ekmeğimizi ver" diye dua ederlerdi.
Kafkasya'da
VIII. yüzyıldan önceki Paulos'çular, Makedonya ve Bulgaristan'da X. yüzyıldaki
Bogomiller, Katarlar'ın öncüleriydi.
Bugün
bile, Cevennes'in bazı köylerinde halk, "kusursuz" diye adlandırdığı
bazı yaşlılara saygı gösterir; bu kişiler papaz konumunda değildirler, dünyayı
aşma yollarını bilen kişiler olarak görülürler. Katarlar'ın etkisi açıktır:
Kusursuz'lar, Katar toplumunun rahipleriydi.
Marc
de SMEDT
(Le Nouveau Planete, Sayı 17,
1970)
Pater noster
Pazar
Duası:
Bu
duanın, yani "Pater Noster"in nasıl algılanacağını öğrenmeniz
gerekmektedir. Bu dua kısadır ama içinde büyük şeyler vardır. O halde,
"Babamız”ı söylemek zorunda kalan kimseler, onu iyi işlerle onurlandırmak
zorundadırlar. "Oğul"un demek istediği, "Baba Aşkı"dır.(i)
İşte bu yüzden, mirasa bir oğul gibi hak kazanmak isteyenler, kötü işlerden
kesinlikle uzak durmalıdırlar. "Babamız": Bu söz, bir sesleniştir.
Gerçek anlamı: Ey yalnızca kurtarılmaya değer olanların babası. "Sen ki
göklerdesin": Bunun anlamı: Sen ki ermişlerde, göksel erdemlerdesin.
Ayrıca, bu niteleme kullanılırken belki bir amaç daha güdülmüştü: Onu
şeytanlığın babasından, kötü yüreklilerin ayartıcı babasından ayırdetmek.
(1) Hallac_ı Mansur'un
öldürülme nedenlerinden olan, «Tanrı'yla aşk ilişkisi kurulabileceği» savı,
burada yinelenmektedir._Çev.
KATAR ŞÎÎRLERÎ
Bir
aile tarafından bana verilen bu şiirler, Provence yöresinde bugüne dek gizli
tutulmuş geleneklerden kaynaklanmaktadır. Dillerinden, Toulouse çevresinde
yaratıldıkları bellidir.(l) 1300'lü yıllarda ortaya çıkmış olmalıdırlar, çünkü
bakire'den söz etmektedirler; Toulouse'da Meryem'le ilgili şirler 1300'lü
yıllarda yazılmıştır. Katarlar'ın uğratıldığı kıyımdan hiç söz etmeyişleri
de, 1210-1220 arasındaki o korkunç yıllardan çok sonra yazıldıklarının
kanıtıdır. Bu şiirler, Katar'lıktan Katolikliğe geçmiş, böylece iki inancın,
güney bölgesine özgü bileşimini gerçekleştirmiş ailelerden birinde yetişen
bir genç kızın şiirleridir bence. Bunlarda, Katar düşmanlarının kavrayamadığı
izlekler var: Yaşama sevinci, bunun yanında ruhu yüceltmeye yönelik ama bedeni
dışlamayan bir yaşam alayişi. Bunlar, m utlu aşk şiirleridir; Tanrı'ya duyulan
aşkla, Tanrı'ya doğru yükselme çabasının sevinciyle dolu olan, ama yeryüzünde
iki varlığın arasındaki aşkın mutluluğunu da içeren şiirler.
Araştırmalarım
sırasında, yaşı elliyi aşkın bir Katar kadını, bana çok önemli açıklamalarda
bulundu. Bu kadın, Provence yöresinde oturuyordu ama Pirene'lerin doruklarında
yerleşmiş olanlara, beden özellikleri bakımından hiç benzemiyordu. Söylediğine
göre kendisi, Katar inancına sahip Norman bir ailenin kızıydı; Pirene'lere son
yıllarda gelmişti. Katarlar'ın Normandiya'ya Vikingler'le birlikte, daha
Pirene'lerde hiçbir Katar yokken geldiklerini de ekledi. Yaptığım araştırmada,
gerçekten de, Katarlar'ın Pirene'lere (1140 yılında) gelişlerinden çok önce,
1007 yılında Orleans'da Mani dininden olan insanların yakılmış olduklarını(2)
saptamış bulunuyorum; kadının söyledikleri doğruydu.
Bu
Katar Vikingler nereden gelmişlerdi? Bizans İmparatorluğu, VIII. y.y.da ele
geçirdiği Ermenistan'daki Mani'cilerden kurtulmak için onları kitle halinde
Bosna'ya ve Bulgaristan'a sürdü. Bu din oralardan, Tuna yoluyla İtalya ve
Provence'a yayıldı. Tuna limanlarına İskandinav'lar da geliyordu; gemileriyle
Dvina ırmağında ilerledikten sonra, karaya çıkıp yakındaki Dnieper ırmağına dek
gemilerini karadan taşıyorlar, bu ırmak üzerinden de Karadeniz'e iniyorlardı,
yağma yapmak ya da İstanbul'da imparatorun koruma alayına asker yazılmak için.
Bu sırada Tuna limanlarında Mani'ci tüccar ve gemicilerle karşılaşıyorlardı.
Böylece bu din, İskandinavya'ya ulaştı; sonra Vikingler tarafından
Normandiya'ya ve İngiltere'ye getirildi. Bugüne dek gizli kalan İngiliz
Katarlar'ının varlığı buradan kaynaklanır; en büyük temsilcileri, şair William
Blake'tir.(3)
Kuzeyin
etkileri, burada sunduğum şiirlerde açıkça görülüyor:
"İşitirsem onun
çayırlarda, rüzgârın altındaki yürüyüşünü
Gideceğim
bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.”
Çayırda
ve rüzgârın altında yürüyen, ölümün ve yeniden bedenlenmenin(4) efendisidir;
elma ağacı ise, Avalon’un, öbür dünyanın ağacı olup, dünyamıza yeniden gelmek
için bu ağacın altına gidilerek beklenir.
Elma,
yaşam veren meyvedir; Kral Arthur, yaralandığında Avalon adasına, yani elma
ağacı adasına götürüldü, gerekli süreyi burada geçirip eski gücüne kavuşarak
yeniden dönmesi için. Elma, kuşkusuz, Tanrı'nın şu sözleriyle, uzaktan,
bağlantılıdır: "İnsan, elini uzatmasın ve yaşam ağacının meyvesini
koparmasın ve bunu yemesin ve sonsuz yaşamı elde etmesin."
Galler
ülkesinin Hıristiyanlık öncesi inançları, Norman kralların sarayına taşındı;
sonra Normanlar'ın arasına karışan Galli ozanlar tarafından Fransa'nın güney
kısmındaki katar bölgesine yayıldı.
Denis
SAURAT
(La Nouvelle NOUVELLE REVUE FRANÇAISE,
1 Ekim 1953 tarihli 10. sayısı)
KAYBOLACAK OLSAYDİN
Arardım
gözlerimin anlamını toprakta
Ama bulamazdım onların gizinin adını.
Tanınmaz
gecelerde, geçerlerken kuşlarım
Bekleyeceğim, karanlığı ışıtarak,
Yitik kaygılarımın başında.
Düzelterek
kırışıklarını tanrısal cübbenin
Kattım yıldızları göklerin tasma
Sonunda yitirdim Tanrı'nın bana verdiği adı
Gözyaşlarımızı Tanrı'nın tasından içelim
Sonra ona teslim edelim kendimizi
Uyuyalım.
*
Mutluluğum,
dünyanın bilinmeyen bir tarafından başlar Öyle alışılmadık kuralları var ki
çekinirim sözetmekten;
Bu
aşkın kendisine
Hayranlıktan donakalan bir çiçek
Belki avutur beni
Kapalı gözlere karşı.
*
İşitirsem
onun çayırda, rüzgârın altında yürüyüşünü
Vaftiz çiçekleri toplayarak,
Karşılayacağım bu sevinci
Gideceğim
bir elma ağacının altına
Bekleyeceğim.
*
Yüzüstü
bırakılmış ruhların ambarında
Devşireceğiz çiçeklerimizi
*
Kaldıralım
çatıları,
Öldü
buğdaylarımız,
Bırakalım güneşle yağmur girsin
Göstermek için ruhlara, göklerin bakışını;
Üfleyelim
tozları
Renklerimiz
taptaze çıkar
Yaşamın kemirdiği
Maddeden
kaynaklanan
Toz tabakasının altından;
Yok edelim bedenlerimizi
Giyinelim
ak bulutları,
Mutluluk bedenlerin sınırını aşamaz
Bizimse
yerimiz doruktur
Oraya ölenler çıkar.
*
Karartmayalım
saçaklarımızı,
Koruyalım
aydınlığımızı tanrının güzelliğinde(5)
Ve Bakire'nin sevincinde.
Koşalım
Bize
değip geçen kuştüyünü öperek
Doruklarımızın
havasında
Yele verelim acılarımızı.
*
Öldüklerinde
bedenlerimiz
Doğar yemişleri Tanrı'nın
Elvedalarda
O
zaman anlarım ne ağır olduğunu
Yüreklerin
*
Hafif
yüklerdir
Maddeyle ilgili
Küçücük sevinçler,
Kolayca taşınabilir;
Ama
ne zaman ki son kervan, son yıldıza doğru
Hareket eder,
Kesip atmak gerekir ipi,
Yoksa ne anlamı olur ölümün?
*
İzin
verilecek mi kavuşmamıza mutluluğa,
Tanrı'nın yanında kalmamızı sağlayacak kadar
arınmış
olmanın sevinciyle
Ama
öyle bir özlülükle ki
dank edecek kafalara, ülkemizde?
Belki ikinci bir evrende;
Kanatları kelebeğin
öpecek bizi,
Yüreklerimizin gücü
Işıtacak çiçekleri.
Benim
yüreğim ölecek, ama sen yaşıyor olacaksın
Sevdiğim, uyuyorsun yüreğimin derinlerinde;
Aşkından doğacak
Başka
bir yürek, benim için sevinçten titreyerek;
Sen
bunu Tanrı'nın sularından çıkaracaksın,
Soğuktur o sular
Ölümün
ortasında
Tanrım,
bana göndereceksin beni sevebileni,
Alsın diye ruhumu kendi soğuk bedenine,
Gönder
bana beni ölüyken sevebilecek olanı,
Böylece geri döneceğim.
*
Açalım
gözlerimizi yeni ekin demetleri üzerinde
Orada uyuyalım
O
zaman dolaşacağız göklerdeki dünyalarda
Tanrı'ya yaklaşarak
Çatılarımızı
gümüş yabasıyla delecek Tanrı
Kaldırarak ateşin ruhunu başka dünyalardan.
Bir esrime gününde uçurumun üzerinde
Meryem'in sevinci patlayacak
Altın
çığlıkları düşecek, özgürlüğe kavuşan
yüreklerimize.
*
Sevinçlerin
dansettiği ovada
Atların koşuşlarını dinleyelim;
Kapı
orada,
Anahtarsız,
Onu
bir kuş korur,
bazan
bir tüy çeker kanadından,
Bekleşen bizlere atar.
*
Tanrım
geçti ayaklarımın altından rüzgarda
Ölçerek onların katlanabildiği ağırlığı,
Sonra mürrüsafiden dudaklarıma
biraz tuzlu su döktü,
Artık
karşılayabileceğim büyük rüzgarları
Uçurumun ağzında koşuşurken bu rüzgarlar
bırakmazlar öpüşüm düşsün,
Bir çayırın tümseğinde beni beklerken
uyuyan bilinmez'e götürüyorum bu öpüşü
Sonra korkusuzca yola koyulacağız
hışırdayan çalılara doğru,
kartalın koruduğu.
*
Öbür
yolu tuttum
Unuttum eski acıları
Yağmurla
yeniden girdim toprağın altına
yüklenmek için yazgımı;
ama alevlenir bazen
derinlerimde anısı bir zamanki göklerin
işittiğimde şakıyışını
mavi gözlü kekliğin.
*
Yıldızımız
doğdu bir düşün uzayında,
mutlu ve korkusuz;
Senin
sevincinin gördük doğrulduğunu Tanrım
devrilmişken, zambak özleyen çayırlardan.
Alalım bu sevinci, alalım bu bağışı
aşkın bize verdiği;
o
aşk ki besler çiçekleri
kendi bulutuyla,
bizim
bedenlerimizde var eder
senin belirtini.(6)
*
Hiçbir
yolu olmayan yaşamın içine bıraktım
yıldızımı,
görkemli bir ağaç beliriverdi,
bir gemi yapacağım ondan, deniz yolculuğum için,
varsın kurusun bahçemin çiçekleri
alıp başımızı doğuya gidelim
seninle;
belki
göreceğiz başka bir güneş, kıpkırmızı,
aydınlatacak uyanan çocukları,
o
çocuklar yaşamı keşfederler, gemileriyle yol
alırlar ararlar Tanrı, aşkını.
(1)
Fransa'nın bu güney bölgesinde Provence
dili konuşulur. -Çev.
(2)
Katar inancı, Mani diniyle özdeştir. -Çev.
(3)
Bizce tam tersine, Blake Katarlar’a değil,
Yezidiler'e yakındır. -
Çev.
(4)
Yeniden bedenlenme: Ölenin ruhunun yeni
doğan bir bedene geçmesi. Bu inanç, hem Kelt'lerde hem Hindularda vardır. -Çev.
(5)
İsa'dan sonra 3. yüzyılda yaşamış olan
Plotinos, Tanrı'nın güzelliği konusunda karmaşık düşünceler öne sürmüştür
(daha geniş bilgi için; Kuram'ın Eylül 1995 sayısındaki, Necdet Sümer'in
"Bilincin Güzelliği ya da Plotinos’un Estetiği” incelemesi önerilebilir.)
Ayrıca, Katar şiirlerinde görülen "aydınlıkla karanlığın karşıtlığı"
hem eski Mısır dininden etkilenen Plotinos'ta, hem Zerdüşt'ten etkilenen
Mani'de görülmektedir. -Çev.
(6) Hallac-ı Mansur'un öldürülmesine neden
olan "Tanrıyla aşk ilişkisi kurulabileceği" düşüncesi, bu dizelerde
de vardır. Yine Mansur gibi, Tanrı'yla insanın özünün aynı olduğu
savunulmaktadır. -Çev.
Ingiliz
şair, ressam William Blake (1757-1827), kamutanrıcılığa inanıyordu. Fransa'daki
Katarlar'ın ve İngiltere'de aynı inançtaki mistiklerin aksine Blake, iyi ve
kötünün birbirine karşıt değil, bir bütünün ayrılmaz yanları olduğunu
savunuyordu. Ona göre Şeytan, evrenin şiddet, güç, enerji gibi öğelerinin
temsilcisiydi; bu yüzden de mutlak bir düşman sayılmamalıydı. Yine ona göre
"Melek" kavramı, eylemsizliği, hatta ikiyüzlülüğü çağrıştırıyordu.
Bu görüşlerine bağlı olarak şair, Katarlar'ın tersine, madde dünyasını, ruh
dünyası uğruna terk etmeye karşıydı.
Yezidi'lere
çok yakın olan Blake, burada sunduğumuz "Kaplan" (Tyger) şiirinde,
suçsuzluk simgesi kuzun) ile şiddet ve güç simgesi kaplanın aynı Tanrı tarafından
yaratıldığını ve bu iki yaratıkta Tanrı'nın karşıt yanlarının göründüğünü dile
getirmiştir.(2)
(Çev.)
(1)
Şiirde büyük harfle başlayan bu sözcük,
Tanrı’nın Kuzusu denilen İsa'yı da kastetmektedir. -Çev.
(2)
William Blake hakkında, yararlandığımız
kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 2. Cilt; Anadolu Yayıncılık.
-Çev.
Kaplan
Kaplan!
Kaplan! Parlak alev
Gecenin ormanlarında;
Hangi
ölümsüz el ya da göz
Kurdu sendeki ürkünç dengeyi?
Uzak
derinliklerde mi yoksa göklerde mi
Tutuştu
gözlerinin ateşi?
Hangi
kanatlarla yükselebildi?
Bu
ateşi hangi el tutmaya cesaret etti?
Hangi
kol bu, hangi sanat, Böyle büken, yüreğinin kaslarını?
Çarpmaya başladığında yüreğin, Ne korkunç bir
eldir, o, ne korkunç ayaklar?
Nasıl
bir çekiç? Nasıl bir zincir?
Hangi
ocakta biçimlendirildi beynin?
Hangi
örste? Nasıl bir korkunç kavrayış Tutabildi onun öldürücü dehşetini?
Yıldızlar,
fırlatırken aşağıya mızraklarını Sularken cenneti gözyaşlarıyla, O gülümser mi
yaptığına bakarak? Kuzu'yu yaratan mıdır seni de yaratan?
Kaplan!
Kaplan! Parlak alev
Gecenin
ormanlarında;
Hangi
ölümsüz el ya da göz
Kurmaya
cesaret etti senin ürkünç dengeni?
*
[...] «Hallac-ı Mansur» (Prof. Dr. A. Schimmel; Çev. Sofi Huri;
İstanbul, 1969)
[...] Aynı yapıt.
[...] Eski Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah; Yrd. Doç. Dr. Mürivet
Kurhan (Belleten; Türk Tarih Kurumu, Ağustos 1994)
[...] Eski
Mısır Kraliyet Tanrısı Ttah (Yrd. Doç. Dr. M. Kurhan)
[...] Six
Months In a Syrian Monastery; by Oswald H. Parry, B. A. (London; Horace-
Cox, 1895); s.372.
[..]
Venüs, -Çev.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar