Cübbeli Dindersi Hakkındaki Bu Konuyu Bilmez
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLÂK ÖĞRETİMİNİN İLKÖĞRETİM VE LİSELERDE ZORUNLU DERS OLMASINA Prof.Dr. HÜSEYİN ATAY’IN KATKILARI
Mehmet GÜNAYDIN[1]
ÖZET
1982 Anayasasının 24. maddesi, Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi dersinin ilköğretim ve liselerde okutulan zorunlu dersler arasında yer
alır hükmünü içermektedir. Bu uygulama günümüzde de devam etmektedir. Bazı
çevreler bunun laikliğe aykırı olduğunu ileri sürerek seçmeli ders olarak
okutulmasını uygun görmektedirler.
Çalışmamızda 1982 Anayasasının 24. maddesinde yer alan
zorunlu din dersi okutulması hükmünün hangi gerekçeler ve süreçlerden geçerek
konulduğu araştırılacaktır. Konuyu yazılı kaynaklara geçen bilgiler
çerçevesinde değerlendirmeye çalışmakla birlikte Prof.Dr. Hüseyin Atay ile bir
mülakat yapmak suretiyle onun görüşlerine de yer verdik. Bilindiği gibi,
kendisi, dönemin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak
Anayasanın ilgili maddesinin alt yapı çalışmalarına önemli katkı yapanlardan
biridir.
Anahtar Kelimeler: 1982 Anayasası, 24. Madde, Zorunlu Din Dersi, Prof.Dr.Hüseyin
Atay,
ABSTRACT
According to 24. Article of 1982 Constitution, the
lesson of Religious Culture and Ethics is an obliged lesson in primary and high
schools. This practice has still constituted. Some people think that lesson is
contrary to laicite principle and they claim it must be selective.
In this paper, these questions will be examined: How
did this practice become a Constitutional rule? What is its reason? Although
this paper is a literature study, it contains an interview with Prof.Dr.
Hüseyin Atay, who was dean of Faculty of Divinity at Ankara University, and he
was one of the contributors to make this rule to become law.
Keywords: 1982
Constitution, 24. Article, Obliged Religious Lesson, Prof.Dr. Hüseyin Atay,
Giriş
Türkiye’de güncelliğini yitirmeyen ve en çok tartışılan
meselelerden biri, din eğitim ve öğretimidir. Osmanlı döneminde din dersi
temel eğitimin en önemli aşamasını oluşturduğu gibi her türlü öğretim
kademesinde de dinî bilgiler okutuluyordu. Cumhuriyetle birlikte tek parti
iktidarında lâikliğin bir yorumu olarak din eğitiminin aileye ait olduğu
düşünüldüğünden örgün öğretim kurumlarından din dersi çıkartılmıştır.[2]
Çok partili hayata geçme çabalarının yaşandığı 19491u yıllarda tek parti
iktidarı tarafından ilkokul 4 ve 5. sınıflara yeniden isteğe bağlı din bilgisi
dersi konulmuştur. 1961 Anayasasında da “Din Eğitim ve öğrenimi, ancak
kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteğine
bağlıdır” [3]
[4]
hükmü yer almış ve bu uygulama 1982 yılına kadar devam etmiştir.
Özellikle 19751i yıllardan itibaren başlayan ve artarak
devam eden anarşi ve terör olayları ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemiştir.
Okullarda Atatürk ilkeleri doğrultusunda eğitim yapılması gerekirken, genç
kuşaklara yabancı ideolojiler aşılanmaya başlanmıştır. Bu olumsuz gidişin
durdurulabilmesi amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 tarihinde
yönetime el koymuştur. Türk gençliğinin içine düştüğü kaygı verici durumdan
kurtulabilmesi ve belirsiz yönlere kaydırılmış Atatürkçü eğitim sisteminin
yeniden tesisi için çalışmalar başlatılmıştır. “Eğitim sistemi Atatürkçü bir
görüşle ve bir bütünlük içinde ele alınarak, sorunlara bilimsel bir yaklaşımla,
günün koşullarına uygun ve etkili çözümler getirmek amacıyla yasa tasarıları
hazırlanmış, tüzük ve yönetmelikler geliştirilmiş ve icraya yönelik ilkeler
tespit edilerek uygulamaya geçilmiştir. ”3
Bu bağlamda üzerinde önemle durulan konulardan biri, ilköğretim
ve liselerde okutulan din dersleridir. Yapılan çalışma ve değerlendirmeler
neticesinde 1982 Anayasasının 24. maddesi ile “din ve ahlâk öğretimi”
ilköğretim ve liselerde “zorunlu” ders haline getirilmiştir.[5]
Bu uygulama 1982-83 öğretim yılından itibaren başlatılmış ve günümüzde de devam
etmektedir.
Zorunlu deyimi, din öğretimine 1982 Anayasası ile
birlikte girmiş bir kavram olmakla birlikte din öğretiminin zorunlu olarak
tıpkı Tarih veya Türkçe dersi gibi her öğrencinin okuyacağı bir ders olarak uygulanışı
ilk değildir. Osmanlı döneminde din dersi zorunlu okutulduğu gibi Cumhuriyetin
ilk yıllarında da (1924-1933) okullarda din dersleri günümüzde olduğu gibi her
öğrenciye zorunlu olarak okutuluyordu.[6]
1982 Anayasasına giren zorunlu din dersi ile ilgili
nihai karar, dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren ve konsey üyeleri tarafından
verilmiştir. Ancak karar safhasına gelinceye kadar bu konuda uzun bir müddet
alt yapı çalışmaları yapılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye
Kurulunda oluşturulan komisyonda görev alanlardan biri, o zaman Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Eğitimi Kürsüsü Başkanı olan Prof.Dr.
Beyza Bilgin Hanımefendidir. Bilgin, din dersinin mecburi dersler arasında yer
alması ile ilgili yapılan çalışmalara kitap ve makalelerinde yer vermiştir.[7]
Ayrıca kendileri ile yapılan bir mülâkatta da bu konuda önemli bilgiler
vermektedir.[8]
Bilgin’in de belirttiği gibi, bu meselede en çok katkı
sağlayanlardan biri dönemin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Prof..Dr. Hüseyin Atay’dır. Din öğretimi
tarihi açısından bu dönüm noktasının nasıl bir seyir takip ederek
gerçekleştirildiğini tanıklarından dinleyerek kayda geçirmenin yararlı
olacağını düşündük. Bu maksatla Hüseyin Atay Hoca ile bir mülâkat gerçekleştirdik.[9]
Ayrıca bu mülâkatı tamamlar nitelikte Atay Hoca’nın yazılı kaynaklara geçen
rapor ve konuşmalarından da istifade ederek konuyu değerlendirmeye çalıştık.
Prof.Dr. Hüseyin Atay’ın
“Din ve Toplum Değişimi” Projesi
Hüseyin Atay, “1982 Anayasasında din ve ahlâk öğretiminin ilköğretim ve
liselerde okutulan zorunlu dersler arasında yer alması hükmünün nasıl
konulduğu” ile ilgili sorumuza şu
girişle başlamıştır:
“1974-75 yıllarında ABD’nin Chicago eyaletinde “din ve
toplum değişimi” üzerinde bir çalışma yürütüyordum. Bu vesile ile 3 Mart 1924
tarihinde çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanununu[10] ve o tarihten 1975 yılına
kadar uygulanan elli yıllık din eğitimi ve öğretiminin tarihi sürecini
inceledim. Bu araştırmalarımı bir proje haline getirdim. Aynı zamanda orada
konu ile ilgili bir sunumum oldu. Araştırdığım bu konu dikkatlerini çekti. Oradaki
yetkililer bana, “Türkiye’ye gidip bu konuyu araştırmamı” önerdiler. Ben
de kendilerine, “meseleyi araştırdığımı, ilgili kaynakların yanımda olduğunu,
tekrar Türkiye’ye gidip araştırma yapmaya gerek olmadığını” ifade ettim. Bunu
kabul etmediler. “Konuyu gidip yerinde araştıracaksın ve geleceksin” dediler.”
“Bunun üzerine Türkiye’ye döndüm. Araştırma yapmak için
önce Erzurum ve Diyarbakır’a gittim. 1924 yılında açılan Dârülfünun İlahiyat
Fakültesi’nden mezun olan iki kişiyi buldum. Ayrıca Manisa’da, önce İlahiyat
ve daha sonra tıp okuyan birini buldum. Adı Emin idi. Darülfünun İlahiyat
Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Tıp Fakültesine gitmişti. Öğrenci iken bir
teneffüste arkadaşları tahtaya sarıklı bir resim yapmışlar. Kendisiyle alay
edildiğini anlamış ve sınıf arkadaşlarına hayli bağırıp çağırmış. Yani
İlahiyatçılara sıcak bakılmıyor, alay ediliyordu. Zonguldak’ta Dârülfünun
İlahiyat Fakültesi’nden mezun birinin olduğunu İsmail Cerrahoğlu’ndan öğrendim.
Adresini aldım ve kendilerine bir mektup yazdım ancak bir cevap alamadım. İstanbul’a
gittim. İstanbul Müftülüğü de yapmış Şeref Yazıcı hoca ile görüştüm. İlahiyat
ve aynı zamanda Edebiyat Fakültesi mezunuydu. Pertevniyal Lisesinde edebiyat
hocası olarak görev yapıyordu. O zamanlar babam da Beyazıt Camii imamıydı.
Şeref Hoca babamı ve beni de tanıyordu. Aynı zamanda Beyazıt Camiinde de vaaz
verirdi. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, ‘edebiyat hocaları felsefe derslerine
girebilir’ diye bir yazı gelmişti. Okul müdürünün oğlu Şeref Hoca’nın öğrencisi
idi. Hoca gerçekten kaliteli biriydi. Bundan dolayı müdürün oğlu, hocayı
babasına övmüştü. Hoca bu gelen yazı üzerine felsefe derslerine girebilmek için
müdüre gitmiş. Müdür gelen yazıyı hocaya göstermiş. Yazıda ‘Edebiyat Fakültesi
mezunları felsefe derslerine girebilir ama İlahiyat Fakültesi mezunları
giremez’ diye ayrı bir açıklama düşülmüştü.”
“Araştırma yapmak için Türkiye’ye gelmemin gereksiz
olduğunu düşünüyordum. Ancak bu teklifi bana yapanlar gerçekten haklı idiler.
Batıyı üstün kılan onların araştırma metodudur. Bir meseleyi yerinde ve detaylı
olarak inceleyip ortaya koymak gerekir. Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi[11] adlı eser bu
çalışmalarım sayesinde ortaya çıktı.”
“3 Mart 1924 tarihinde çıkan Tevhidi Tedrisat Kanunuyla
medreseler Maarif Vekâletine bağlandı. Daha sonra medreseler kapatıldı.
İmam-Hatip mektepleri ve Darülfünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. Ancak
kısa denilebilecek bir zaman içerisinde İmam-Hatip mektepleri kapatıldı.
Cumhuriyet öncesi Maarif Vekâletine bağlı bütün mekteplerde malumatı diniye
dersleri vardı. İmam-Hatip okulları kapatıldığı gibi din dersleri de
kaldırıldı. 1933 yılında da İlahiyat Fakültesi kapatıldı.”
“1925 yılında çıkarılan 677 sayılı Kanunla[12]
tekke ve zaviyeler kapatıldı. Tarikatlar yasaklandı fakat onların yerine başka
bir şey konulmadı. Medreseler kapandı ama yerine İmam Hatip mektepleri
açılmıştı. Birinci mecliste hocalar ve tarikat mensupları vardı. İkinci mecliste
ise tarikat mensupları var ama hocalar yoktur. Onlar hükümete baskı yapmış
olabilirler. Çünkü Cumhuriyet kurulmadan önce tarikatlarla medrese arasında
mücadele yaşanıyordu. Bundan dolayı tarikat mensupları İmam- Hatiplerden
intikam aldılar ve onları kapattırdılar. Benim kanaatim budur. İşte din
eğitiminin kaderi böyle oldu.”
“1949 yılına kadar bırakın okullarda din dersinin
okutulmasını, evlerde bile Kuran okumak yasaktı. Ben okuyordum ama bunu gizli yapıyorduk. Bir hocayı
çağırıp bu çocukları okutun diyemezdiniz. Tevhidi Tedrisat Kanuna göre isteğe
bağlı din dersi olmaz.[13]
Çünkü bu Kanunun felsefesine aykırıdır. Bir kısmı okuyacak, bir kısmı
okumayacak. Böyle şey olmaz. Hepsine aynı dersi vereceksiniz.”
“İşte Türkiye’de nasıl bir din eğitim-öğretimi programının
uygulanması gerektiği ile ilgili projemi 19751i yıllardan itibaren olgunlaştırmaya
başladım. 1980 yılının Eylül ayında İstanbul’a bir seyahatim oldu. Ankara’ya
dönerken prostat rahatsızlığına yakalandım. Trenle Eskişehir’e geldiğimizde
ihtilal olduğunu öğrendim. Ankara’ya gelince hastaneye gittim. Doktorlar
“ameliyat olman gerekir” dediler. Ameliyat oldum. Hastanede yatarken o zaman
asistanım ve şimdi milletvekilliği görevini yürüten Prof.Dr. Mustafa Sait
Yazıcıoğlu ve doktorasını İngiltere’de yapmış tarihçi bir arkadaşı birlikte
ziyaretime geldiler. Ben onlara bu projemi anlattım ve müsveddesini kaleme
almalarını söyledim. Bana, “madem siz düşündünüz, sizin yazmanız daha iyi olur”
dediler. Peki dedim.
Hazırlanan Raporun İçeriği
Hazırlamış olduğum raporun adı, “Din Eğitimi ve
Öğretiminin Bir Bütünlük İçinde Ele Alınmasına. Dair Rapor” idi. Bu
raporumda din dersleri ile ilgili olarak Tevhidi Tedrisat Kanununun ilk
uygulanış şekline dönülmesini önermiştim. Çünkü bu kanun, memlekette herkesin kendi
arzusuna göre dinî bir eğitim yapması halinde ortaya çıkacak çok farklı fikir
ve his gruplarını önlemek, millete fikir ve his birliğini gerçekleştirmek
amacını güdüyordu. Oysa kanunun çıkışından günümüze kadar geçen süre içinde
değişik uygulama görülmüştür. Bunlar şöyle idi:
1-
1948’e kadar okullarda din dersleri okutulmamıştır. 1948’de yine
zamanın hükümetinin bir tasarrufu ile, din dersleri okullara tekrar, fakat bu
defa ihtiyarî (isteğe bağlı) olarak konulmuştur.
2-
1948’den günümüze (1981 yılına) kadar gelen “ihtiyarî” din dersi
uygulaması, birçok velinin, çocuklarına okul dışında özel din dersi
verdirmesine sebep olmuştur.
Ayrıca araştırmalar göstermiştir ki (Beyza Bilgin, Liselerde Din Bilgisi
Dersleri), okullarda din dersi okumak isteyen öğrenciler, bu derslerde sınıfta
tutulsalar, sorumlu olmadıkları için dersi dinlemeyerek huzursuzluk yaratıp
hocanın otoritesini sarsıyorlar, sınıfa alınmasalar, idarenin disiplini
sağlaması zorlaşıyor. Böylece idare ile öğrenci arasında çözümlenmesi güç durumlar
ortaya çıkıyor. Eğitimci ve idareci gözü ile bakılırsa, ne kadar zor bir
durumla karşı karşıya bulunulduğu açıktır.[14]
Rapora ek açıklamasında Atay şu hatırlatmayı yapmakta
yarar gördüğünü yazmıştır:
“Din öğretiminin hiç olmadığı 1927-1948 yılları arasında
iki tip gençlik yetişmişti. Biri din bilgisi ve kültüründen tamamen mahrum
olanlar, diğeri din bilgisini ve kültürünü gizli olarak özel hocalardan
öğrenenler, 1948’den günümüze (1981 yılına) kadar olan dönemde ise üç tip
gençlik yetişmiştir:
1-
Din bilgisini okulda öğrenenler
2-
Din bilgisini özel şekilde öğrenenler.
3-
Din bilgisini hiç öğrenmeyenler.
Bu üç tip gençlikte fikir ve his birliğinin mümkün
olacağını düşünmek, eğitim-öğretim kurallarının hiçbir işe yaramayacağını
söylemekten farklı olur mu? Çözüm olarak ben, bu üç tip uygulamadan
birincisine geçilmesini gerekli görüyorum. Bu Tevhid-i Tedrisat Kanununun
ruhuna ve gerekçesine en çok uymaktadır ki, din derslerinin diğer dersler gibi
herkese eşit derecede verilmesini gerektirir. Çünkü ikinci ve üçüncü tür
uygulamanın ba- şansızlığı anlaşılmıştır.”[15]
Atay’ın böyle bir uygulamanın vicdan özgürlüğüne aykırı
olmayacağı konusundaki açıklaması şöyledir:
“Bilmek ile inanmanın ve yapmanın ayrıdedilmesi
gerekir. Dini bilmek ayrı bir şey, o bildiklerine inanmak ve gereğine inanarak
yapmak ayrı bir şeydir. Çünkü inanmayarak yapmak dince kabul edilemez. Din
Bilgisi, dinin ne olduğunu ve ne olmadığını anlatıp öğretecektir. Türk olmayan
bir kimse, okulda nasıl Türk Tarihini okuyor ve öğreniyorsa, Müslümanlığı
benimsemeyen de aynı şekilde Müslümanlığı okuyup öğrenebilir. Çeşitli ilişkiler
bakımından temasta bulunduğumuz, alış veriş yaptığımız kimselerin dinini
bilmemiz, insanlık münasebetlerinin iyi yürütülebilmesi için gereklidir.
Müslümanlığı bilen Hıristiyanlar Müslüman olmadığı gibi Hıristiyanlığı bilen
Müslümanlar da Hıristiyan değiller. Bilmek ayrı, bildiğine inanmak ayrı. Böyle
bir eğitimden geçenler, birbirlerinin inançlarına saygı gösterirler, dini
duygularını incitmekten sakınırlar. Kişi karşısındakinin dinini bilmezse, onun
dinine nasıl hürmet edebilir?”
Prof. Atay,
zararlı akımların 12 Eylül 1980 öncesinde Türk gençliği üzerindeki etkileri ile
ilgili olarak da eğitimdeki kültür eksikliği üzerinde durmuş ve şu ifadelere
yer vermiştir:
“Gençliğimiz iki menfi zihniyetin etkisi altındadır.
Bunlardan biri 17. ve 18. yüzyılın memleketimizdeki kalıntıları olan, dar ve
donuk anlamdaki din, bilim ve fikir temsilcilerinin etkisidir. Diğeri 19.asrın
dine karşı olan zihniyetinin temsilcilerinin etkisidir. İki görüşün arasında
diyalog yoktur. Birinciler dinden en küçük bir taviz vermiş olma korkusu ile,
fikir hürriyetini ancak kendileri gibi düşünenlere verir. İkinciler ise dine
karşı olan her türlü fikre hürriyetten yanadırlar. Her iki görüş de memleketin
ilerlemesine engel olmaktadır. Öğretimimiz, bilhassa din öğretimimiz, bu tesirlerle
çağımıza ve memleketimizin gerçeklerine uygun bir yolda çözüme
kavuşturulmamaktadır. İhtiyacımız olan çözüm, dini yanlış anlayan iki menfi
zihniyetin dışında, fikir düşmanlığından uzak, saf, temiz, gerçek dinin
öğretilmesidir. İslâm dini, bin kusur yıldır, Türk Milletinin kültürünü,
tarihini ve medeniyetini oluşturmuş, onları kaynaştırmış ve perçinlemiştir.
Böyle bir kültürden habersiz, boşlukta yetişen gençlik, her türlü akıma açık
olmakta, yabancı inanç ve ideolojilere bağlanarak Türk Milletini parçalamaya,
Türk Milletini yıkmaya kadar gidebilmektedir. Bir milletin, çocuklarına
kültürünü bütünüyle okutması bir ihtiyaçtır.”[16]
Sayın Kenan Evren, 1981 Atatürk yılının açılışı münasebetiyle
5 Ocak 1981 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada
lâiklik ve din ile ilgili olarak şunları söylemiştir.
“Laiklik dinsizlik değildir, laiklik vicdan
özgürlüğüdür. Laiklik dinin devlet işlerindeki sınırının çizilmesidir. Atatürk’e
göre İslâm dini akla, bilime, fenne uygundur. Atatürk 1923’lerde “Bizim dinimiz
en makul ve en tabii dindir, ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir
dinin doğal olması için akla, fenne, bilime, mantığa uygun olması gerekir.
Bizim dinimiz bunlara tamamen uyar” demiştir. Atatürk’ün laiklik ilkesinde
dinin siyaset aracı olarak kullanılması akıl ve mantık dışıdır.”[17]
Kenan Evren’in lâikliğin dinsizlik olmadığı ile ilgili
açıklamalarına ilave olarak Atay şu açıklamayı getirmiştir:
“Memleketimizde lâikliğin iki şekilde istismar
edilmekte olduğu görülmektedir. Bir grup, lâikliği dinsizlik olarak görmekte
ve din öğretiminin yapılamasını lâikliğe aykırı bulmakta, dolayısı ile de
laikliği dinin aleyhine yorumlamayı doğru bulmaktadır. Onlar zaten dinin
zamanla büsbütün ortadan kalkacağını düşünmektedirler. Diğer grup da,
laikliğin din düşmanlığı olduğunu iddia etmektedirler. Ancak, bunlar, laikliğe
de düşman olmaktadırlar. Her dindarın da kendileri gibi laikliğe düşman
olmasını gerekli görmekte, düşman olmayanları dinsizlikle veya en azından dinden
taviz veren imanı zayıf kişiler olmakla itham etmektedirler.”
Atay’a göre, din derslerinin isteğe bağlı olarak
okutulması, “din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine veya
velisinin isteğine bağlıdır” denilmesi, Atatürk’ün kabul ettiği Anayasa’da
mevcut değildir. Tevhidi Tedrisat’a göre ferdin isteği söz konusu olmadan, bu
öğretim Milli Eğitim Bakanlığı’na verilmiştir. Yani bu konuda ferdin isteği,
Milli Eğitim Bakanlığı’na uymak oluyor. Bu durumda din dersinin isteğe bağlı
olmaktan çıkması gere- kir.[18]
Atay, raporunun sonunda şu teklifi getirmiştir:
“Bütün gençliğe, eşit derecede din bilgisine ve din
kültürüne sahip bir öğretim sistemi. Bu ilkokul birinci sınıftan lise son sınıfa
kadar yapılacak bir öğretimle gerçekleşir. Atatürk’ün Tevhidi Tedrisat
Kanununda ifadesini bulan bu uygulama ile esasen mezhep kavgalarının önüne geçilmek istendiği de anlaşılmaktadır.”[19]
Devlet Başkanı Sayın Kenan Evren İle Görüşebilme Arayışları
“Hazırladığınız rapor hakkında yetkililerle görüşüp bilgi
vermede zorluklarla karşılaşıp karşılaşmadıkları”soru- su üzerine Prof. Atay, şu ifadelere yer
vermiştir:
“Hazırlamış olduğum bu raporu
Devlet Başkanı Kenan Evren’e nasıl ulaştıracağımı
düşünüyordum. Haydar Saltık Paşa konsey genel sekreteri idi. İlahiyat Fakültesi
Dekanı olarak telefon ettim. Sekreterine durumu anlattım ve görüşmek
istediğimi söyledim. Sekreteri, “bir mektupla görüşme isteğinizi yazın” dedi.
Mektup yazıp gönderdim. Aradan epey zaman geçti fakat bir cevap gelmedi.
Tekrar aradım. Sekreteri “bir daha yaz” dedi. Bir daha yazdım ve gönderdim.
Yine cevap gelmedi.”
Sedat Celasun İle Görüşme Gerçekleşiyor
“Şu anda Devlet Bakanı olan Kürşat Tüzmen’in kayın
pederi İsmail Saruhan benim köylümdür. Müteahhitlik yapıyordu. Bir gün ziyaret
amacı ile yanıma gelmişti. Durumu kendisine anlattım ve görüşme talebi
alamadığımı söyledim. “O iş kolay. Ben sizi Sedat Celasun Paşa ile
görüştürürüm” dedi. Tanıdığı aracılığıyla konuyu Celasun Paşaya iletti.
Celasun, ‘Memnuniyetle’ görüşebileceğini’ belirttiler. Bunun üzerine raporu
alıp gittim. Kırk beş dakika görüştük. Yanında Jandarma Korgeneral Mehmet Kral
vardı. Oflu idi. Babası Diyanet İşlerin Başkanlığı teşkilatında hoca olarak
görev yapıyordu. Başkaları da vardı. Sedat Celasun’a, “Paşam sizinle
görüşmek ne kadar zor, korkuyoruz” dedim. “Benden niye korkuyorsun. Biz
sana ne yapabiliriz. Allah’tan kork” dedi. Temiz bir insandı. Konuştuk.
Fikirlerimi anlattım ve daha sonra hazırlamış olduğum dosyayı kendilerine
takdim ettim. Paşam, bu raporu okumanızı istiyorum. Celasun Paşa, “bunu arkadaşlarıma
da okuturum” dedi. Zaten yanımda fazla nüshaları vardı. Hemen verdim.”
Devlet Başkanı Sayın Kenan Evren İle Görüşme
“Haydar Saltık Paşadan görüşme talebi alamıyordum.
Sedat Celasun Paşa ile görüştükten bir hafta sonra Devlet Başkanı Sayın Kenan
Evren’den bana görüşme talebi geldi. Yarım saatlik bir görüşme olacaktı. Aynı
gün Bursa’da bir doktora jürisine katılacaktım. Telefon edip gelemeyeceğimi
belirttim. Sayın Kenan Evren ile görüşmeye gittim. İlk karşılaştığımız anda
bana, “Hoca Efendi senin raporunu okudum”’ dedi. Raporunu okudum deyince
ben rahatladım. Zaten ben raporun okunmasından başka bir şey istemiyordum ki.
Oturduk, sohbet ettik. Başka meseleler konuştuk. O zamanlar gazetelerde
Türkiye’nin İslam dünyasına önder olması ile ilgili makaleler yazılıyordu. Ben
de kendilerine, “bizim askeri bakımdan onlardan üstün olmamız, onlara üstün
olduğumuzu göstermez. Ama biz, güçlü din âlimleri yetiştirmede daha önde
olursak bu şekilde onlara üstünlük sağlayabiliriz.” Daha sonra din
derslerinin mecburi olması meselesini konuştuk. Sayın Evren Paşa, “kızımın din
dersi almasını istedim. Ama hoca kızıma iyi davranmadı. Böyle din dersi hocası
mı olur?” Efendim onları hizmet içi eğitimine alırız dedim.”
“Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu
Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’e gidip raporu verdim. Konuşurken konu hakkında
şöyle veya böyle olması gerekir diye benimle tartışmaya başladı. Benimle niçin
tartışıyorsun diyerek raporu bırakıp çıktım.”
Milli Eğitim Bakanı Sayın Hasan Sağlam İle Yapılan
Görüşme
“Ayrıca konunun bizzat muhatabı olan Milli Eğitim
Bakanı Sayın Hasan Sağlam’ı ziyaret ederek raporu kendilerine takdim ettim.
Bizi çok iyi karşıladı. Sayın Bakanım, “siz eğitim komisyonu kuruyorsunuz.
Bizim fakültemizde de eğitim kürsüsü olmasına rağmen bizim bundan haberimiz
yoktur” dedim. O zaman Beyza Bilgin Hanımefendi yeni doçent olmuştu. Kendisine
bu kürsüyü vermiştim. Bakan Sağlam Paşa, “bizim bundan haberimiz yok” dedi.
Özel kalemini çağırdı ve Beyza Bilgin’in adını yazdırdım. Ertesi gün Beyza
Bilgin yanıma geldi. “Hocam Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bir yazı geldi ve
Talim ve Terbiyede kurulan komisyon toplantısına katılmam isteniyor.” Hemen
arabayı tahsis ederek gönderdim. Gittiğinde görevliye, “buraya bir dinleyici mi
yoksa üye olarak mı çağrıldığını” sordu. Üye olduğunu söylediler. Toplantıya
katıldı. Daha sonra yapılan bütün toplantılara katılmasını söyledim. Tabi
konunun Milli Eğitim Bakanlığı’nca incelenmesi emrini Sayın Kenan Evren
vermişti.”
Ayrıca Fakültemizin öncülüğünde 23-25 Nisan 1981
tarihlerinde ilk kez geniş katılımlı “Türkiye’de
1.Din Eğitimiri”[20]ni gerçekleştirdik. Düzenlediğimiz bu seminerin açılış ve
kapanış konuşmasında şu hususlara vurgu yaptım:
“Tarih boyunca insanı en çok tesir altında bırakan
hususların kutsal ve dinî inanışların olduğu görülmektedir. Bu gün de insanı en
fazla etki altında bırakan ve onu bir takım davranışlara iten dinî inanışlar,
fikirler veya herhangi bir ideolojiye dinî inanç derecesinde bağlanması ve
inanmasıdır. Öyle ise bir milletin inançları o millete şahsiyet verir ve onu
diğer milletlerden ayırır.
Toplum hayatında bu kadar mühim rol oynayan genel
eğitim içinde din eğitim ve öğretimi çok önemli bir yer tutmaktadır. Din eğitim
ve öğretiminin genel eğitim ile beraber ve bir bütünlük içinde ele alınmaması
bir çok sorunları da beraberinde getirmiştir. Ayrıca memleketimizde dinî ve
manevi alanda bir buhran ve çözülmenin görülmesi de büyük ölçüde bu eğitimin
eksikliği sonucu olmuştur.
Bu eksikliği zamanında gören Atatürk, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu ile millette fikir ve his birliğini tesis etmeyi amaçlamıştı. Fakat bu
Kanun ruhuna uygun bir şekilde tatbik edilmediği için Atatürk’ün bu gayesi bir
türlü gerçekleşmemiştir. Bu durum kanunun eksikliğinden değil, yanlış
uygulanmasından kaynaklanmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu din öğretim ve eğitimini ilga
etmek amacı ile değil, tam tersine din öğretim ve eğitimini genel eğitim
sistemi içinde ele almak ve onunla birleştirip bütünleştirmek için çıkarılmış
bir kanundur.
Memleketimizde çok yetersiz olan din eğitimi ve bu
yetersizliğin devamını amaçlayan gizli gücün olumsuz etkisi dinî açıdan
milletimizi bir buhrana sürüklemiştir. Dinî otorite eksikliği çok açık bir
şekilde karşımızda büyük bir sorun olarak durmaktadır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gerekçesinde zikredilen,
milletimizin fikir ve his birliği bize göre, din kültürünün ilkokuldan lise
son sınıfa kadar sistemli bir şekilde, genel eğitim içinde verilmesi ile mümkün
olacaktır. ” [21]
“Çalışmalar bir buçuk yıl devam etti. Bu faaliyetleri
yürütürken bazıları “Hüseyin Atay Atatürk düşmanıdır” diye asılsız
sözler sarf etmeye başladılar. O zaman Danışma Meclisinde üye olan
Prof.Dr.Neşet Çağatay telefonla arayıp sordu. “Sizin için Atatürk düşmanıdır
gibi sözler duyuyorum. Bunun aslı nedir?” Ben de kendilerine yaptığımız
çalışma hakkında bilgi verdim. Bunun üzerine “aldırma, boş ver” dedi. Çünkü
bana çok güvenirdi.”
“Milli Eğitim Bakanı Sayın Hasan Sağlam bana telefon
ederdi. “Hocam falan yerde toplantı yapacağız. Beni savunacak kişiler
kimlerdir?” Ben de Mehmet Aydın ve Beyza Bilgin’in adını verdim.
Hazırladığımız projeyi onlar savunuyorlardı. Bazen daha geniş katılımlı
toplantılar yapılıyordu. Ben de katılıp görüşlerimizi ortaya koyuyorduk. Bir
toplantıda Milli Eğitim Bakanı Sayın Ha- san Sağlam, “Din derslerinin
zorunlu dersler arasında yer almasıyla ilgili yapılan bu çalışmanın Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde başlangıç noktası olduğunu” belirttiler.”
“Ömer Okutan hoca vardı. Bizim mezunlarımızdandı. Beyza
Bigin ile de sınıf arkadaşı idiler. Talim ve Terbiye Kurulunda komisyon
başkanı idi. Onlar da kendilerine göre bir program yapmışlardı. Kenan Evren
Milli Eğitim Bakanlığı’ndan brifing istemiş. Yaptıkları çalışmalarla ilgili
bilgi verdiler. Ancak sayın Kenan Evren bunların yaptığı programı beğenmedi.
“Siz saatleri koyuyor ve daha sonra dersleri koyuyorsunuz. Halbuki verilecek
olan dersleri koyun ve saatine karışmayın. Daha sonra saatini koyarsınız” dedi.
Kenan Evren’in Açıklamaları
Yapılan bu çalışma ve değerlendirmeler neticesinde
Kenan Evren, 24 Temmuz 1981 yılında Erzurum’da yaptığı konuşmada, din
öğretiminin gizli yollarla yapılmasına güvenilmemesini, din öğretiminin bundan
sonra devlet okullarında zorunlu olarak okutulacağını ilân etmiştir. Anayasada
yer alacak olan bu durumu şöyle ifade etmiştir:
“... Çocuklarını devletin okullarına göndermeyip,
gizli yerlerde Kuran kursu açan cahil kişilere teslim eden anne ve babalara sesleniyorum.
”Bunu yapmaya hakkınız yoktur. O çocuk ileride sizin yaşınıza geldiğinde, size
belki lânet edecektir. Bu vebal altında kalmamanız için, çocuğunuzu de4vletin
okullarında okutunuz. Kız erkek ayırımı yapmadan okutunuz. Artık yeni aldığımız
bir kararla, ilk ve ortaokullara, liselere mecburi din dersi konacaktır. Bu suretle
çocuklarımız din bilgisini bu okullarda alacaklardır. Bugün batılı ülkelerin
çoğunda okullar din dersi vermektedir. Laikliğin dinsizlik demek olmadığını
muhtelif vesilelerle dile getirmiştim. Okullarımıza mecburi din dersi koymakla
laikliğe aykırı davranmış olmayız. Atatürk de “dini cehlin elinden alıp ehlin
eline vermek gerekir” demiş ve Tevhidi Tedrisat Kanununu çıkarmıştır. Bunun
içindir ki, okullarımıza din dersi koyacağız, ama müsaadesiz Kuran kurslarıyla
da amansız mücadele edeceğiz. ”[22]
Evren, 12 Eylül 1981 tarihinde radyo ve televizyonda
yaptığı konuşmasında, alınan bu kararı bir defa daha ilan etmiştir.
“... Kişinin, ailenin ve toplumun ihtiyacı olan din
öğretimi ve eğitimi düzenli bir şekilde, devletin denetimi ve gözetiminde, ilkokul,
ortaokul ve liselerde 1982-83 öğretim yılından itibaren zorunlu ders olarak
okutulmaya başlanacaktır.”[23]
1982 Anayasasının 24. Maddesi
Bütün bu çalışmaların neticesinde “zorunlu din dersi”
1982 Anayasasının 24. Maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir: “... Din ve
ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din
kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kuramlarında okutulan zorunlu
dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,
kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır”
[24]
1982-1983 öğretim yılından itibaren “Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi” dersi adıyla ilköğretim dördüncü sınıftan başlayarak haftada
iki, liselerde ise aynı adla haftada bir saat olarak okutulmaktadır. Ancak
aradan çeyrek asır geçmesine rağmen tartışmaların durulduğunu söylemek mümkün
değildir. Okullarda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
dersinin lâikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle günümüzde de eleştiri konusu yapılmaktadır.
Halbuki bu konuda devlet kurumları ortak bir karara vardıktan sonra meseleyi
lâiklik açısından tartışmaktan ziyade program geliştirme[25] ve din öğretiminin kalitesinin
artırılması üzerinde yoğunlaşmanın daha faydalı olacağını düşünüyoruz.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin okullarda zorunlu
dersler arasında yer almasın lâikliğe aykırılığı olduğu gerekçesiyle
7.Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e sorulan bir soruya şu cevabı vermiştir: “Dinsiz
millet olmaz. Dünyada ateistler var ama dinsiz millet yok. Komünizm döneminde
Rusya’da bile olmadı. Şu anda orada yüzlerce kilise var. Dinimizin hükümlerini
eşit olarak öğrenme hakkımız var. Bu nedenle din derslerini zorunlu yaptık.”
[26]
Atay Hoca’nın Tevhid-i Tedrisat Kanunu İle İlgili
Değerlendirmesi
“Atatürk’ün devrim kanunlarından önemli biri de
Tevhid-i Tedrisat Kanunundur.[27] Kanunun amacı,
gerekçesinde mevcut olup yukarıda alıntılanmıştır. Bu kanun, özü itibarıyla,
milletin birliğini ve en derin temel ortak bilincini sağlamayı amaçlar. Bu
kanuna iki çevre karşı çıkmıştır. Birincisi, dinin aleyhine olanlar; ikincisi
ise her çeşit dini grup ve din sömürücüleridir. Bunların amacı, dini
kendilerinin istedikleri gibi okutup dini duyguları siyasette ve ticarette
istedikleri gibi kullanmaktadır.
Bu kanuna göre din öğretimini sadece Milli Eğitim
Bakanlığı verecektir. Bakanlık, bu öğretimi verirken öğrenciler arasında ayırım
yapma hakkına sahip değildir. Çünkü ayırım yapmak kanunun amacına ve
felsefesine aykırıdır. Herhangi bir kimsenin de itiraz hakkı söz konusu olamaz.
Böyle bir itirazı yapacak kimse öncelikle Tevhid-i Tedrisat Kanununun ilga
edilmesini ve iptalini istemelidir. Diğer yandan bu kanun, anayasa garantisi
altında olduğundan dolayı da bir hâkimin, okuldaki “Din Bilgisi” dersinin
iptaline gitmesi , doğrudan kanunla çelişecektir.
Herkes dinini okulda öğrenmek zorundadır. Okulda
öğrenmenin amacı, herkesin gözü önünde olması ve gizli kapılar ardında yalan
yanlış şeylerin öğretilmesiyle topluma zarar verecek inanç ve ideolojilerin
aşılanmasının önüne geçmektir. Tevhid-i Tedrisat açısından bakıldığında Diyanet
bile eğitim yapamaz. Bu kurum, yalnız ve sadece Kur’an okumasını öğretebilir.
Kur’an okutmak ise eğitim değildir. Din derslerinin yasak olduğu 1927-1950
yıllarını içine alan dönemde Diyanet’in Kur’an okutma kursları vardı.
Din duygusu insanda en derin ve etkili öznel bir duygu
olduğundan akademik ünvana sahip olanlar bile yanlış inanç ve ideolojik din
bilgisinin etkisinde kalabiliyor, istismar ederek veya edilerek sapabiliyor.
Bu gibilerin toplumda huzursuzluk yarattıkları gözlenmekte ve yaşanmaktadır.
İslam dini, Allah’ın sözü olan Kur’an ve onun açıklaması olan Hz.Muhammed’in
sözlerine dayanır. Müçtehidlerin, imamların ve alimlerin sözleri ve fikirleri
ancak din kültürü sayılabilir.
Sayın Kenan Evren, din bilgisini anayasaya koyarak
diğer zorunlu dersler gibi zorunlu yapmakla Atatürk’ü yenilemiştir. Bunu
Atatürk’ün ilkelerine karşı görenlerin yalnız din düşmanlıklarından değil,
Tevhid-i Tedrisat Kanununu anlamadıklarındandır. Kanunu hem var saymak hem
uygulanmasına karşı çıkmak çelişik, çifte standart veya muhaliflik olduğu
kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu var oldukça, din eğitimini zorunlu ders olarak ve ayırım yapmadan uygulamak
zorundadır. Tevhid-i Tedrisat Kanunun kaldırıldıktan sonra ise, herkes dinini
istediği kimseden öğrenme hakkına sahip olabilir ve dinini de istediği gibi
anlatabilir. ”
Sonuç
İnsan ve toplum realitesi nasıl göz ardı edilemiyorsa
din de göz ardı edilemeyen bir realitedir. Yani insan ve toplum ilişkileri
içinde yer alan en önemli gerçeklerden birisi de din gerçeğidir. İnsan
yaratılışı gereği, inanmaya yatkın bir varlık olduğundan, dinin onun hayatıyla
doğrudan ilişkisi vardır. Hatta insan onunla iç içedir. Bu sebeple dinin dünya
hayatına bakışı ve yaklaşımı, ahirete inanan insana teklif ve takdim ettiği
emniyet ve garanti, inanan insan için büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla
insanî oluşun merkezinde, kültürel ve ahlakî şekillenmede, insanın ferdî ve
sosyal değerlere bağlanmasında dinin önemli bir yeri vardır.
Bu itibarla ferdî ve toplumsal hayatın oluşmasında din
ve ahlâkın terbiye edici fonksiyonunu görmezlikten gelemeyiz. Zira din,
hayatın şekillenmesinde, anlam ve değer kazanmasında önemli bir güce sahiptir.
O bu gücüyle ferdî varlığın ve toplumsal hayatın gelişmesinde, kültür
ürünlerinin ve ahlâkî değerlerin yerleşmesinde her zaman yönlendirici bir
nitelik taşımaktadır. Başka bir ifadeyle dinin, eğitim faaliyetlerinin
sürdürülmesi ve başarıya ulaştırılmasına önemli yönlendirici bir katkısı
vardır,[28]
Din eğitim ve öğretiminin amacı da, insanın doğuştan beraberinde getirdiği din
duygusunun kalitesini artırmak, onun insan karakteri üzerinde harekete
geçirici etkilerini anlamlı bir hale getirmek, böylece din duygusu gibi güçlü
ve manevi bir otoriteyi toplumun huzuru ve refahı yönünde daha verimli
kılmaktır[29].
Şu halde sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi için dine
ve din eğitiminin desteğine mutlaka ihtiyaç vardır. Dolayısıyla insanın eğitiminde
dinin göz ardı edilmesi düşünülemez. Buradan hareketle ilköğretim ve liselerde
okutulan din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri yetişmekte olan çocuk ve
gençlerin dinî konulardaki şüphe ve tereddütlerini giderdiği gibi, dine
sonradan giren hurafelerin kaldırılmasında da önemli yönlendirici rol
oynadığını söylememiz mümkündür.
Yetişmekte olan gençlerimizi geleceğimizin teminatı
olarak görmek istiyorsak; onlara çağın gerektirdiği bilgi ve beceri donanımını
vermenin yanında sağlam bir irade ve şahsiyetin oluşması için din öğretiminin
ihtiyaçtan öte bir zorunluluk olduğunu söylemeliyiz. Aksi takdirde
Pastelozzi’nin ifadesiyle, ahlâki eğitim verilmeyen insanlardaki bilgi
faydadan çok zarar verir. Bu yapılmayınca insanın bilgisi onun doğru yoldan
sapmasına, bu da insanlığın perişanlığına sebep olur.[30] Esasen dinin asıl gayesi de
güzel ahlâkı gerçekleştirmek, insanı hem bu dünyada hem de ahirette huzura ve
mutluluğa ulaştırmaktan başka bir şey değildir.
Bu açılardan bakıldığında din ve ahlâk öğretiminin
ilköğretim ve liselerde okutulan zorunlu dersler arasında yer almasının isabetli
bir karar olduğunu söylemek isteriz.
[1] Öğr.Gör. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü
[2] Güngör, Erol, Dünden Bugünden
Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ötüken Yay. İstanbul, 1990, s.87.
[3] 1961 Anayasasının 19. maddesi: Özyavuz,
Tuncer, Osmanlı-Türk Anayasaları, Alkım Yayınları, 1997, s.176.
[4] Milli Güvenlik Konsey Genel Sekreterliği, 12
Eylül Öncesi ve Sonrası, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1981, s.247.
[5] 1982 Anayasasının 24. Maddesi, “... Din ve
ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din
kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu
dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,
kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine
bağlıdır.” Özyavuz, Tuncer, Osmanlı-Türk Anayasaları, Alkım Yayınları,
1997, s.14.
[7] Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din
Eğiitmi, Gün Yayıncılık, Ankara 2001, s.75 vd.; Bilgin, Beyza, “Münih’te
“Türkiye’deİslam” Semineri”, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Din
Öğretimi Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 1988, s.16-21. Din dersleri 1924-1927 yılları
arasında okutulmuştur. Zira 1927 yılında İmam-Hatip okullarının kapanması ile
okullardaki din dersleri de bütçe kanunu ile din dersi kadroları kaldırılmakla
din dersleri lağvedilmiştir. (Bkz. Hüseyin Atay, Vakıflar Dergisi, XIII, 206,
Not 89)
[8] Durmuş, Alpaslan, “Türk Din Eğitiminde
Öncü Bir İsim: Beyza Bilgin”, Değerler Eğitimi Dergisi, C.I, sayı: 3,
Temmuz, 2003, s.145-167.
[9] Bu mülâkat Prof.Dr. Hüseyin Atay’ın bir
sempozyum nedeniyle Kahramanmaraş’a geldikleri 13.05.2005 tarihinde Sütçü İmam
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yapılmıştır.
[10] 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ilk dört maddesi şöyledir:
Madde 1.
Türkiye dahilindeki bütün müessesat-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine
merbuttur.
Madde 2.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan
bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâleti’ne merbuttur.
Madde 3.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekâtip ve medreseye tahsis olunan mebaliğ
maarif bütçesine nakledilecektir.
Madde 4.
Maarif Vekâleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünûn’ da
bir İlâhiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidemat-ı diniyenin
ifası vazifesi ile mükellef memurların yetişmesi için ayrı mektepler küşad
edecektir. Bkz. Ayhan, Halis, Türkiye’de Din Eğitimi, Marmara
üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.27.
[11] Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din
Eğitim, Dergah Yay. İstanbul 1983.
[12] 677 Sayılı Kanunla ilgili bilgi ve
değerlendirmeler için bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve
Tarikatler, Sidre Yayıncılık, İstanbul 1988, s.214- 216.
[13] Tevhidi Tedrisat Kanununun gerekçesi aynen
şöyledir: “Bir devletin irfan ve maarif-i umumiye siyasetinde fikir ve his
itibariyle vahdetini temin etmek için Tevhid-i Tedrisat en doğru, en ilmî, en
asrî ve her yerde fevaid ve muhasenatı görülmüş bir umdedir. 1255 Gülhane
Hatt-ı Hümayunu’ndan sonra açılan Tanzimat-ı Hayriyye devrinde saltanat-ı
münderise-yi Osmaniye tevhid-i tedrisatına başlamak istemiş ise de buna
muvaffak olamamış ve bilakis bu hususta bir ikilik bile vücuda gelmiştir. Bu
ikilik vahdet-i terbiye ve tedris nokta-i nazarında bir çok muzır neticeler
tevlid etti. Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye
bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Teklif-i Kanunînimizin kabulü
takdirinde Türkiye Cumhuriyeti dahilinde ve bilumum irfan müessesatının mercii
umumiyesi Maarif Vekâleti olacaktır. Bu suretle bilcümle mekâtipte bundan böyle
Cumhuriyetin irfan siyasetinden mesul ve irfaniyatına ve vahdet-i his ve fikir
dairesinde ilerlemeye memur olan Maarif Vekâleti müspet ve müttehit bir maarif
siyaseti tespit edecektir. Teklifimizin bu gün der’akap ve müstecalen
müzakeresiyle kanuniyet kesbetmesini heyet-i celîleden rica ederiz.” Bkz.
Ayhan, Halis, Türkiye’de Din Eğitimi, Marmara üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.25.
[14] Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din
Eğitimi, Gün Yayıncılık, Ankara 2001, s.75 vd.; Bilgin, Beyza, “Münih’te
“Türkiye’deİslam" Semineri”, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
Din Öğretimi Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 1988, s.16-21.
[15] Bilgin, a.g.e., 78-79.
[16] Bilgin, a.g.e., s. 79-80; Bilgin, a.g.m., s.19.
[17] Milli Güvenlik Konsey Genel Sekreterliği, 12
Eylül Öncesi ve Sonrası, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1981, s.273.
[18] Bilgin, a.g.e., s.80
[19] Bilgin, a.g.e., s.80
[21] Atay, Hüseyin, Türkiye Din Eğitimi
Semineri, Atatürk’ün 100. Doğum Yılında Türkiye’de 1.Din Eğitimi Semineri,
23-25 Nisan 1981, İlahiyat Vakfı Yayınları: 1, Gelişim Matbaası, Ankara 1981,
s.1,2,398.
[22] 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, s.292, Milli Güvenlik Konseyi Genel
Sekreterliği, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1981.
[23] Bilgin, Beyza, a.g.e., s.77.
[24] Özyavuz, Tuncer, Osmanlı-Türk
Anayasaları, s.14, Alkım Yayınları, 1997.
[25] 1982-1983 Öğretim yılından itibaren
okutulmaya başlanan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin müfredatları 2000
yılına kadar hiç değiştirilmemiştir. İlköğretim (4, 5, 6, 7 ve 8. sınıf) Din Kültürü
ve Ahlâk Bilgisi dersi öğretim programları ile ilgili yapılan çalışmalar
sonucu yeniden hazırlanıp, Ekim 2000 tarihli 2517 sayılı Milli Eğitim Bakanlığı
Tebliğler Dergisi’nde yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Orta Öğretim Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretim Programı da yeniden hazırlanarak yine Talim
Terbiye Kurulu’nun 31.03.2005 tarih ve 16 sayılı kararı ile 2005-2006 eğitim ve
öğretim yılından itibaren tüm sınıflarda uygulanmak üzere kabul edilmiştir.
[26] Eyüboğlu, Ali, Milliyet Gazetesi, 03.03.2006,
s.17.
[27] Atay, Hüseyin, Dinde Reform ve
Atatürk’ten Kesitler, 98-107, Eylül 2003.
[28] Yavuz, Kerim, Günümüzde Din Eğitimi,
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., Adana, 1998, s.60 vd.
[29] Kırca, Celal, “Eğitim Öğretim Metotları
Açısından Kur’an’ın Getirdikleri ve Bunun Din Eğitimine Olan Katkıları”,
Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Dergisi, Sayı, 20. Ankara, 1989, s.69.
[30] Kanat,
Fikret, Kısaltılmış Pedagoji, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
İstanbul, 1976, s.423.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder