SEVGİ VE ÖLÜM
Peki tüm bunların içinde ölüm? Onu
daha önce, başka birçok kişinin ardından “kendini inkâr etme" dediğim şey
çevresinde geçerken görmüştük. En azından Batı’da belki Orpheus kaynaklı konu,
farklı tinselliklerin bir tür beylik konusudur. Platon’da ortaya çıkar ve Simone
Weil açık bir şekilde ona gönderme yapar: “Felsefe yapmak, ölmeyi
öğrenmektir”, “dua etmek ölüm gibidir.” Aziz Pavlus’ta gayet iyi açıklanmıştır:
Günahta (Romalılar 6, 11), eski yaradılışımızda (Romalılar 6, 6), doğal
benlikte (Galatyalılar 5, 24), varlıkta (Romalılar 6, 6) Yasa’da (Galatyalılar
2, 19), nihayet dünyada (Koloseliler 2, 20) ve dünyanın parçası olarak kendinde
ölmek söz konusudur. “Mesihle birlikte çarmıha gerildim. Artık ben yaşamıyorum,
Mesih bende yaşıyor,” diyordu Aziz Pavlus (Galatyalılar 2, 20). Ama Simone
Weil aynı konudan yararlanarak, onu hiçleşme olan kendi problematiğiyle bütünleştirerek,
ona benzersiz vurgular katar:
“Hiç
olmayı sevmeliyim. Bir şey olsaydım ne korkunç olurdu! Hiçliğimi sevmek, hiç
olmayı sevmektir.”
Bu hiçlik bir soyutlama
değildir. Ölümün kendisidir:
“Yaşamını,
hiçbir şekilde dokunulamayana koymak. Bu imkânsızdır. Bu ölümdür. Artık
yaşamamaktır. Gereken budur.”
Ve başka yerde:
“Hakikati sevmek,
boşluğa dayanmak ve dolayısıyla ölümü kabul etmek anlamına gelir. Hakikat
ölümün taralındadır.”?1
Tanrı gerçek yaşam
olduğuna göre bunun yalnızca bir metafor olduğu söylenecektir. Kuşkusuz. Ama
hiçbir birey Tanrı değildir. Bu bakımdan zamana mahkûmuz -geçmişin ve
geleceğin, yani imgelemin, yani kendimizin, olduğumuz ve bizi Tanrı’dan ayıran
neredeysehiçliğin tutsaklanyız.72
Ölüm ve zaman: Ümitsizliğin doğru kullanımı
Burada biraz durmak lazım. Simone
Weil’da bir tür ümitsizlik felsefesi vardır; ama bu, Descartes’taki şüphe gibi
metodik ve (konu Weil’da pek geliştirilmemiş olsa da) açık bir şekilde bir
başka düzeyde bir umuda açılan bir ümitsizliktir. Söz konusu olan nedir? Vazgeçmenin,
bağlarını koparmanın, öyleyse bizim Platoncuda ölümün zamansal, yani insani
versiyonu söz konusudur. Zaman bizi varlıktan ya da Tanrı’dan ayırır. Zaman
(mekânla birlikte) bu aynhğın kendisidir. Bizi hiçliğe ve imgeleme mahkûm eden
budur. Bu konuda (zorunluluğa boyun eğiş konusunda olduğu gibi) Simone Weil
Stoacılara çok yakındır:
“Zaman aslında yoktur
(sınır olarak şimdi hariç) ama yine de biz ona tabiyiz. Bizim durumumuz budur. Var
olmayana tâbiyiz. [...] Tâbi olduğumuz şey, mevcut değil. Ama tâbiyetimiz
var. Gerçekten de gerçekdışı zincirlerle bağlanmışız. Gerçekdışı zaman her
şeyi, bizi dahi gerçekdışılıkla örter."73
Ben boşluktan nefret
eder: Olduğumuz boşluğa katlananlayız. Onu imgelemle, yani “insanın tek
zenginliği”,74 dolayısıyla sefaletinin ve acısının da ilkesi olan
geçmiş ve gelecekle doldururuz (“boşluk doldurucu imgelem”):75
“Acı, geçmişle gelecek arasındaki ilişki dışında hiçtir ama insan için bu
ilişkiden daha gerçek ne vardır? O gerçekliğin kendisidir.”76
Gelecek ve geçmiş bu durumda “eşsiz zenginliklerdir:
Geçmişin ebedîliğin bir imgesi gibi
olduğu olur (Proust’taki kavuşulan zaman); gelecek daha çok bizi ondan ayıran
sürekliliktir. Ama ikisi de
öncelikle vazgeçilmesi gereken zenginliklerdir, kuşkusuz düşsel zenginlikler:
Geçmiş ve gelecek (özellikle gelecek) “boşluk doldurucudur”; o halde
“geçmişten ve gelecekten vazgeçme” “vazgeçişlerin ilkidir.” Ancak hayal kırıklığı -umutlarımızın
gerçekleştiği durumlar da buna dahildirile ebedîlik arasında seçim
yapabiliriz:
“Beklenen ve gerçekleşen
bir haz tarafından hayal kırıklığına uğrandığında, hayal kırıklığının nedeni,
gelecekte bekleniyor olmasıdır. Gelecek geldiğinde, o şimdidir. Gelecek orada
hep gelecek olarak kalmalıydı. Yalnızca sonsuzluğun çare bulduğu bir
saçmalık.”
“Ümitsizliğin, gelecekten
uzaklaştıran, (doğru) kullanımı” budur. Konu, Platon’a ait olmaktan çok
Stoacılığa aittir. Ama Simone
Weil Platon’dan hareketle konuyu düşünür: “Mağaradan çıkmak, erekliği gelecekte
aramamayı öğrenmektir.” Bu
fiilî ölüm benzeri bir şeydir ve Kefaret Günü’nün Weilcı versiyonudur:
“Borçlarını ödemek.
Geçmişi, geçmiş için gelecekten karşılık talep etmeden kabul etmek. Bu ölümün
de kabulüdür. İçinde bulunulan anda zamanı durdurmak.
Yüceliğinden
soyundu. Dünyadan soyunmak. Bir kölenin doğasına bürünmek. Zamanda ve mekânda
işgal edilen noktaya küçülmek. Hiçe. [...]
Dünyanın
düşsel krallığından soyunmak. [...] Mutlak yalnızlık. O zaman dünyanın
hakikatine sahip olunur.”
Dünyanın hakikati? Yani
âna, o halde hiçe indirgenmiş şimdi. Bu bizim için tek olası masumiyet yeridir
ama bağlarından kurtulmayı
içerir. Kendisine indirgenen şimdi bir ölüm gibidir,
ölüm, katıksız bir şimdi gibidir: “Ölüm. Geçmişsiz ve geleceksiz, anlık
bir durum. Sonsuzluğa erişmek için kaçınılmaz bir durum.”
Bu nedenle güzel
özgürleştirir. “Güzel, umutsuzluğa düşürendir,” diyordu Paul Valery. Simone
Weil buna katılacaktır: Güzel “bizde erekligi ele geçirir”, “ona mevcut bir
nesne vererek ve böylece geleceğe atılmasını engelleyerek, nesneden boşaltır”.
Amaçsız ve geleceksiz ereklik:
Sonsuzluk.
Bu nedenle iffetli
olduğunda sevgi özgürleştirir. Kendi sözcüklerimle söyleyecek olursam, temiz
bir şekilde sevmek, ümitsizce sevmektir:
“Tüm haz arzulan
gelecekte, aldatıcı olanda bulunur. Oysa bir varlığın var olması arzu
ediliyorsa, vardır: O halde daha fazla ne arzulanır? Bu durumda sevilen varlık
çıplak ve gerçektir, düşsel gelecek tarafından örtülmemiştir. Cimri, hâzinesine
asla onu kat kat daha büyük hayal etmeden [ya da onu kaybetmekten korkmadan,
diye ekleyeceğim] bakmaz. Çıplak şeyleri görmek için ölü olmak gerekir.
Dostlukta
da, arzunun geleceğe yönelmesine ya da yönelmemesine bağlı olarak ya iffet ya
iffetsizlik vardır.”
Oysa ölülere
yöneltilenden daha iffetli hangi sevgi vardır? Bu bakımdan yas özgürleştirir
ya da özgürleştirebilir:
“Bu anlamda, geleceğe
bakarak tasavvur edilen sözde-ölümsüzlüğe yönelmemesi koşuluyla, ölülere adanan
sevgi tamamen saftır. Çünkü bu, artık yeni bir şey veremeyen bitmiş bir
hayatın arzusudur. Ölünün var olmuş olması arzulanır ve var olmuştur.”
Bu bakımdan çalışma
özgürleştirir, itaat yoluyla:
“Çalışma
ölüm gibidir. [...] Çalışmak -bitkin düşülmüşsemaddeyle aynı şekilde zamana [o
halde imgelemde olduğu gibi artık geçmişe ya da geleceğe değil şimdiye] tâbi
hale gelmektir. Düşünce, ne geçmişe ne geleceğe bağlanmadan bir andan sonraki
âna geçmeye zorlanır. İtaat etmek buradadır.”
Bu bakımdan, ne
putperestliğe ne nihilizme götürmediğinde, ümitsizlik de özgürleştirir. Tanrı,
kendisini beklemekten vazgeçmiş olanlara verdiği kadar kimseye vermez kendini:
“Bitkin
ruh Tanrı’yı beklemekten vazgeçtiğinde, dışsal ıstırap ya da içsel kuraklık onu
Tanrı’nın bir gerçeklik olmadığına inandırdığında, yine de onu sevmeye devam
ediyorsa, onun yerini almak isteyen mal mülkten iğreniyorsa, o halde bir zaman
sonra Tanrı ona gelir [...]. San Juan de la Cruz’ün karanlık gece dediği budur.”
Son derece Weilcı tüm bu
temalann -zaman, güzellik, sevgi, çalışma, itaat, karanlık gecealtında, bir basso
continuo gibi ölüm temasının ortaya çıktığı görülür. Tüm üstatlar için
olduğu gibi Simone Weil için de “şimdide yaşamak” söz konusudur ama kendisine
indirgenmiş bir şimdide, anlık bir şimdide (bilgelerin genellikle hiç tavsiye
etmedikleri bir şeydir bu), geçmişsiz ve geleceksiz bir şimdide yaşamak. Bu
kuşkusuz imgelem için, ben için imkânsızdır: Ölümdür bu. O halde ölüm herkes
için bilfiil ümitsizlik gibi doğru yoldur. Simone Weil burada Platon’dan daha
uzlaşmazdır:
“Ruhun
ölümsüzlüğüne inanç zararlıdır çünkü ruhu gerçekten cisimsizmiş gibi gözümüzde
canlandırmak başarabileceğimiz bir şey değildir. Böylece bu inanç aslında
yaşamın devam ettiğine inançtir ve ölümün kullanımından mahrum bırakır.”
Ümit değil ölüm “insana
verilmiş olan en değerli şeydir.” Sevgi dahi ondan sonra gelir (“Ölümden sonra,
sevgi”). Çalışma bile ona
benzediği için değer taşır ancak (“Çalışma ölüm gibidir”).
Bu alanda, ölüm alanında,
Simone Weil kadar ileri gitmiş bir başka filozof tanımıyorum. Kısa yaşamının
sonunda, kendisinin izlediği yolu anımsayarak, şu şaşırtıcı itirafta bulunur:
“Mesela gelecekteki
yaşamı düşünmeyi kendime hep yasakladım ama ölüm anının yaşamın normu ve amacı
olduğuna hep inandım. Gerektiği gibi yaşayan herkes için, zamanın sonsuz küçüklükteki
bir parçası için saf, çıplak, kesin, ezelî ve ebedî hakikatin ruha girdiği an
diye düşünüyordum. Kendim için bir başka iyiyi hiçbir zaman arzu etmediğimi
söyleyebilirim.”
Bu son noktada Simone
Weil’m tümüyle zihin açıklığı içinde olduğuna emin değilim. Acıyı arzuladığı
da olmuştu. Ama onun için bu ikisi, acı ve ölüm ayrılmazdı. Çarmıhın
hatırlattığı şey budur. Simone Weil’ın hiçbir zaman unutmadığı şey budur.
“Acısız bağlarından kurtulma yoktur” “ölüme koşulsuz razı oluş olmadan hakikat
sevgisi” de yoktur, bu
nedenle “İsa’nın çarmıhı bilginin tek kapısıdır.” Ölüm ve acı birbiriyle yan yanadır en azından
böyle olmasını ummak gerekir: “Can çekişme, kusursuz olanların bile mutlak
saflık için ihtiyaç duyduğu en üstün karanlık gecedir ve bunun için, acılı
olması daha iyidir.”
Sevgi ve vazgeçme
İnsan Simone Weil’ın yaşamını,
biyografisini, ölüme doğru bir tür koşusunu, tümüyle bir intihara benzeyen bir
yaşam gibi düşünmekten kendini alamıyor. “Kendini öldürmenin iki yolu: İntihar
ya da bağlarını koparma” diye yazıyordu. Yazdıklarını okuyunca, iyi
olan kuşkusuz bağlarını koparmadır. Ama yaşamı ve ölümü düşünüldüğünde, nasıl
intihan da düşünmemeli? Londra’da, savaş sırasında, eski okul arkadaşı
Cavailles’e rastlayınca, ona Direniş’e katılmak için Fransa’ya paraşütle
indirilmek istediğini anlatır, tehlikeli bir görev almak için ısrar eder...
Cavailles, iyi bir Spinozacı ve büyük direnişçi olarak, burada çok kötü bir
işaret olduğunu düşünür... Anlaşılıyor: Onun bilgeliği ölüm değil yaşam
üzerine düşünmekti. Cavailles bir kahramandı, belki bir bilgeydi onu bir aziz
olmaktan muaf tutan şey buydu. Tersine kendisi için ölüm dışında bir başka iyi
arzulamamış birine, yaşamak ve kazanmak söz konusu olduğunda nasıl tamamen
güvenilebilir? Yine de Weil otuz dört yaşında (evet, neredeyse İsa’nın yaşında),
diğer nedenlerin yanı sıra özellikle beslenme konusunda kendisine dayattığı
özensizlik sonucunda öldü. İntihar? Bağlarını koparma? Bu iki sözcüğün ilki
aşın olacaktır. Ama bu, İkincisinin yeterli olduğunu kanıtlamaz.
En iyi sözcük belki de
Gustave Thibon’un La Pesanteur et la Grâce’m bir bölümü için seçtiği
silinme sözcüğü olacaktır. “Yok olmayı bir becerebilseydim...” Ondan kalan, kendini göstermekten çok saklanır
göründüğü -bu yönüyle çağdaşı ve eşiti, belki de karşıtı, son derece ete
kemiğe bürünmüş, kösnül, canlı Etty Hillesum’dan çok farklıdır, kendisi
neredeyse bedensizdir ve sanki silinmek dışında başka bir arzusu yokturfotoğraflann
neredeyse tamamına resim altı yazısı olabilecek bir cümledir bu. Simone Weil ya
da yok olma marifeti... Tüm düşüncesi, bana psikopatolojiye değilse de
psikolojiye ve mistiğe bağlı görünen, ölümün savunmasına açılır. Psikopatoloji
sözcüğünde bir saygısızlık görülmesini istemem. Akıl için de dahil, utanç
verici bir hastalık yoktur. Zaten dehanın karanlık kaynaklara sahip olduğu ilk
örnek değildir bu. Simone Weil insan varoluşunda bir tür aldanmadan
şüphelenir. “Tanrı kendisine geri vermem için bana varlık vermiştir.” O halde bu bağış, bir bağış değildir ya da
masallardaki gibi bir “kapan”dır: “Bu hediyeyi kabul etsem, kötü ve uğursuz”;
onu reddetmem yerinde olur. Ve küçük kız, çünkü burada o küçük bir kızdır, onu
reddeder... Var olmak? Bir hata olacaktır bu: “Ben, Tanrı’nın ışığını durduran
günah ve hata tarafından yansıtılan ve benim bir varlık saydığım gölgeden
başka bir şey değildir. Tanrı gibi olunabilseydi bile, Tanrı’ya itaat eden
çamurdan olmak daha iyi olurdu.”
Yaratma, hiçleşme.
“Bütün içindeki hakiki yerinde olmak için hiç olmak.” İman, bir sevgi hikâyesidir:
“Tanrı
bizde ancak, bizim var olmamız için yaratıcı olarak nasıl geri çekilmişse, onun
geçmesi için bizim geri çekilmeye razı oluşumuzu sevebilir. Bu iki eylemin
sevgiden başka bir anlamı yoktur, tıpkı doğum gününde kendisine hediye
alabilmesi için babanın çocuğuna harçlık vermesi gibi. Sevgiden başka bir şey
olmayan Tanrı sevgiden başka bir şey yaratmamıştır.”
Bu sevgi vazgeçiş ve
itaat tadındadır. Tanrısal geri çekilmeyi taklit eder ve onu devam
ettirir: “Bize varlık veren [Tanrı] bizde, var olmamaya rıza göstermeyi sever.
[...] Varlığımız, var olmamaya rıza göstermemiz isteğinden başka bir şey
değildir.” Bu nedenle bu
sevgi ölüm tadındadır. Yolu kendisinin silinmesinden geçer. Simone Weil ya da
kendini fazlalık hisseden kadın... Burada, sözlerime son vermeden önce,
yeniden biraz uzun ve biraz ürkütücü bir metni aktarıyorum:
“İnsanlarda
dahi bana duyulan sevginin bir yanılgıdan başka bir şey olamayacağını çok açık
bir şekilde sezerken, Tanrı’nın beni sevmesi olasılığını aklım almıyor. Ama
ancak bulunduğum noktadan sahip olunabilecek bu yaratılan perspektifini
sevmesini zorlanmadan tahayyül edebiliyorum. Ama ben görmesini engellerim. Onu
görebilmesi için benim geri çekilmem gerekir. [...]
Tanrı’nın,
tesadüfün yoluma çıkardığı ve onun sevdiği varlıklarla temasa geçebilmesi için
benim geri çekilmem gerekir. Varlığım, iki sevgili ya da iki arkadaş arasında
bulunuyormuşçasına yersizdir. Ben nişanlısını bekleyen genç kız değil,
nişanlılarla birlikte olan ama onların gerçekten birlikte olabilmeleri için
oradan gitmesi gereken can sıkıcı üçüncü kişiyim.
Yok
olmayı bir becerebilseydim, Tanrı ile üzerinde yürüdüğüm toprak, sesini
duyduğum deniz arasında kusursuz bir sevgi birliği olurdu.
Bende
enerji olmasının, yetenekler olmasının, vs. ne önemi var? Her zaman yok olacak
kadanna sahibim. [...]
Gördüğüm
bu şeylerin, artık benim gördüğüm şeyler olmaktan çıkarak, kusursuz bir
güzelliğe kavuşması için yok olayım.
Bu
yaratılmış dünyanın benim için artık algılanabilir olmaması değil asla
istediğim, onun artık benim tarafımdan algılanabilir olmamasını arzuluyorum.
Çok yüce olan sırrını bana söyleyemez. Ben gideyim ki yaratılan ve Yaratıcı
gizlerini birbiriyle paylaşsın. [...]
Artık orada olmadığımda
bir manzarayı olduğu gibi görmek...
Bir
yerde olduğumda, göğün ve toprağın sessizliğini soluk alıp verişimle ve
kalbimin atışıyla lekeliyorum.”
Kendinden nefret?
Mazoşizm? Bunu düşünmemek zor. “Sevgiyle izleyerek esir gibi
davranmak..." Burada
hemen Eros ve Thanatos’un birleşmesi görülmesin. Daha çok onları ayırmak söz
konusudur: “Savaş ve Eros insanlar içinde iki yanılsama ve yalan kaynağıdır;
bunların karışımı en büyük kirliliktir.” Ama onlan ayırmak, ölmektir artık şiddet
içinde değil, İlâhî aşkta; kılıçla değil çarmıhta. Kuşkusuz onun ruhunu ve
temel olanı çok güzel bir şekilde özetleyen, kendisine has şu
formülleştirmelerden birini düşünüyorum: “Her kim ki kılıca sarılırsa kılıçla
öldürülecektir. Ve her kim ki kılıca sanlmazsa (ya da onu bırakırsa) çarmıhta
can verecektir.” Şiddetsizliğin savunusu? Bu çok basit
olacaktır. Sevginin savunusu?
Kuşkusuz ama çarmıha gerilmiş sevginin. Bu, yazdıkları içinde en çılgın, en
ürkütücü ama aynı zamanda en güçlülerden biri olan, belki de onu (filozof
olarak değilse de kişi olarak) tümüyle özetleyen ve diğer pek çoklarının yanı
sıra beni ondan uzaklaştırmaya yetecek cümleye yol açar: “İsa’nın çarmıha
gerilişini ne zaman düşünsem, kıskançlık günahını işliyorum.” Bana öyle geliyor ki Simone Weil’ı bizzat
kendisinden de dahil olmak üzere kurtaran, bir günahın söz konusu olduğunu
görmüş olmasıdır. “Bendeki günah ben (je) diyor” diye yazmışur.
Ondaki “ben öznesi” yalnızca ölümü ya
da çarmıhı arzular. Ama bu günahın pek cezbetmediği bizler, onu izlemek zorunda
mıyız?
"Terk edilmiş Doğu'da..."
Simone Weil neden bu kadar önemli
biridir? Öncelikle kuşkusuz dehasından ötürü, aynı anda hem entelektüel hem
tinsel, hem spekülatif hem mistik —çok nadir olan ve paradoksal görünebilen
bir birleşmeolduğu ölçüde daha şaşırtıcı olan dehasından ötürü. Simone Weil’da
ruhun, aklın bildiği ya da tahmin ettiği kendi nedenleri vardır. Bu özellikle
İlâhî aşk için doğrudur: Bana, en azından ideal olarak bu sevgiyi anlamakta ve
karşılık olarak, İlâhî aşkın aydınlattığı ya da yumuşattığı diğer sevgileri
anlamakta herhangi birinden daha çok yardım etmiştir. Ama daha fazlası vardır.
Simone Weil’ın büyüklüğü, benim ateist bakış açımla, kendim hakkında bana bir
şeyler öğretmesinden de kaynaklanır çünkü reddettiğim şeyin kendisini anlamama
yardım eder. Tüm aşkınlık felsefesinin, (en azından sözcüğün Batılı anlamında:
yaratıcı bir Tanrı’ya inanç olarak) din felsefesinin, teist mistiğin en azından
kısmi hakikatini dile getirir: Yokluk, mesafe, uzaklık düşünceleridir ve bu
durumda ancak ölüme yönelirler. “Babamız” (Pater noster) hakkındaki güzel
yorumu bunu doğrular. Mantıksal olarak baştan başlar (“Göklerdeki
Babamız—"), genelde bunun üzerinde durmadan geçilir. Tanrı’nın göklerde
olması, bir metafordan ya da saflıktan başka nedir ki? Simone Weil aksine bunun
üzerinde durur ve orada temel rolü oynayanın altını çizer:
“Bizim Babamızdır; bizde
ondan ileri gelemeyen gerçek hiçbir şey yoktur. Biz onunuz. Kendini sevdiği
için ve biz onun olduğumuz için bizi sever. Ama göklerde olan Baha’dır. Başka
yerde değil. Eğer bu dünyada bir Babamız olduğuna inanıyorsak, bu o değildir,
sahte bir Tanrı’dır.”
Simone Weil, yokluğun
filozofu. Bu onun Platon’a sadık olma biçimidir. İyi başka yerdedir, İyi
yoksun olunandır: yaşamımız bizi ondan ayınr; yalnızca ölüm bizi onunla karşı
karşıya getirecektir ya da daha doğrusu bizi bizden kurtararak bizi ona
verecektir. Onun Platon’a eklediği, bu yokluğun, yoksunluk biçiminde değil
(yoksunluk bizdedir, kesinlikle Tanrı’da değil ve bizde seven, Tanrı’dır),
geri çekilme, uysallık, çok hoş ve çok saf İlâhî aşk biçiminde sevgi olduğu
fikridir. Bu onun İsa’ya sadık olma biçimidir. Aziz Augustinus gibi, Aziz
Thomas gibi Antik Yunan ile Batı olan Yahudiye arasında birleşmeyi bir kez
daha gerçekleştirir. Ama bunu -Aziz Augustinus gibi ve Aziz Thomas’ın tersinePlaton’un
tarafında yapar: yokluğun ve ölümün tarafında. Çıkılan noktaya geri
dönülmüştür (Platoria dönüş, İsa’ya dönüş) ama bu, sonsuza dek kapanmasının
imkânsızlığına açık bir dairedir çünkü en azından bir ucuyla aşkınhğa temas
eder ve çarmıhın anlamı budur.
Simone Weil ya da artık
yalnızca sevgi ve Tanrı’nın lütfunun -İsa ve Antik Yunan’ınolması için, en
azından onun gözünde en güçlü, en ağır basan iki kutbunun (İsrail ve Roma)
reddine dayanan Batı’nın yeniden keşfi. Her zaman olduğu gibi bu Batı, belki
kendisindense, mutlağın, bu dünyadaki hakiki mevcudiyeti olan yokluğunun yerleşmiş
olduğu bir Doğu hayal eder kendine. “Terk edilmiş Doğu’da...” ifade
Racine’e aittir, Berenice'in ilk perdesinin dördüncü sahnesinde bulunur.
Konuşan, Antiochous’tur:
Roma, Madam,
onunla birlikte geldiğinizi gördü Terk edilmiş Doğu’da benim derdim nice oldu!
Racine’in dilinde dert,
karasevdadan ya da tasadan tümüyle başka bir şeydir. “Dayanılmaz işkence,”
diyor bendeki baskı not olarak. Belki. Bizim için onu, Racine’inki ile bizimki
arasında bağ kurabilecek olan Pascalcı anlamında anlamamak güç. Ama Simone Weil’a geri dönelim. Bu, La
Pesanteur et la Grâce’ta yeniden karşımıza çıkan, Cahiers’nin iki
satırıdır. Adını vermeden Racine’den almtt yapar: “Terk edilmiş Doğu’da...”
Ardından ekler: “Bir çölde olmalıyız. Çünkü sevilmesi gereken, yok.” Formül, güzel yalınlığı içinde, bana göre
monoteizmin ruhunu özeder. En parlak öğrencisi söz konusu olduğundan, burada
Alairiin Yahudilikle ilgili bir metnini hatırlamamak güçtür:
“Kutsal
Kitap ürkütücü bir kitaptır; ama Kutsal Kitap’tır. İlk olarak hiçbir şey
yoktur ve ruh, düşünüldüğü gibi yaraür. [...] Putperesdik yanlış bilinir.
Yalnızca mezmur, düşüncelerden feragat edilmesiyle affedilir. Sahte tanrılardan
feragat edilir; metaforlardan feragat edilir; geriye çölün boşluğu ve her yerde
mevcut olan müthiş yokluk kalır.”
Çölün tinselliği:
yokluğun tinselliği, aşkınlığın tinselliği. Alain onu, her ağacın arkasında
tanrılar gören politeizmin ya da animizmin karşına koyar. Haklıdır. Monoteizmin
bu bakış açısıyla daha iyi olduğu görüşünde olduğu gibi -Alain’e göre
yalnızca, her insanda madde olarak değil, davranış olarak var olan “ezelî ve
ebedî namevcut”a (ruha) tapan hümanizm daha da iyidir. Yine de politeizme ya da animizme dönmeden,
çok açık bu, ama Alain’de olduğu gibi basit bir insana inançla ya da Auguste
Comte ya da Feuerbach’ta olduğu gibi bir insanlık diniyle de yetinmeden bir
başka tinselliği, artık yokluğun değil varlığın, aşkınlığın değil içkinliğin
tinselliğini düşlediğim oluyor. Simone Weil, Spinoza’da ya da Budizm’de bir
önseziden fazlasını bulduğumu sandığım bu tinselliği, diğerlerinden farklı
olarak onun tam karşıtını çizerek düşünmeme de yardım eder. Böylece Weil, koyu
karanlıkta uzak durmak istediği kayalıkları denizciye gösteren bir fener
misali beni aydınlatır.
“İnsanlık durumunun temel
çelişkisi, insanın güce boyun eğmesi ve adaleti arzulamasıdır. Zorunluluğa
boyun eğer ve iyiyi ister” diye
yazar ölmeden kısa bir süre önce. Bu dünyada bu çelişkiyi çözmenin iki yolu
vardır: ya iyi arzusunun “en yüksek güç düzeyine sahip olduğunu” düşünmek,
Simone Weil’m idealizm olarak adlandırdığı şeydir bu ya da gücün kendisinin
iyiye yöneldiğini düşünmek, putperestlik ya da (Marx’ı düşündüğü için)
materyalizm dediği şeydir bu. Simone Weil’ın -büyüklüğünün nedeni de olantutumunun
eşsizliği, bu iki tutumun ikisini de reddediyor olmasıdır: Ne adaletin gücüne
(idealizm), ne gücün adaletine (putperestlik, “materyalizm”) inanır. Zorunluluk
ile iyi arasındaki birliği ancak “bu dünyanın dışında” tasarlar. Bu, bu birliğe bu dünyada ancak
istisnai olarak (İlâhî aşk ya da Tanrı’nın lütfü sayesinde), “sonsuz küçük”
olarak rastlanabilmesini ve ancak
ölümde tamamen erişilebilmesini açıklar.
Simone Weil’ın
bahsetmediği bir başka olasılık daha vardır: Bu birlikten vazgeçmek. Adaleti
arzulamak ama bu arzunun gücü konusunda yanılsamalara kapılmadan (idealizme
düşmeden) arzulamak; gücün egemenliğini teslim etmek ama ona tapmadan, adaleti
konusunda yanılsamalara kapılmadan (putlaştırmadan) bunu yapmak. Bu kimi
zaman, sözcüğün felsefi anlamıyla (Machiavelli’dekinden çok Diogene’dekiyle) kinizm
dediğim ve pekâlâ trajik materyalizm de -çünkü eylemekten vazgeçmeden
(gücü adaletin hizmetine, iktidarı güçsüzlüğün hizmetine sokmak) insanlık
durumunda ümit kinci ne varsa (adaletin güçsüzlüğü, gücün adaletsizliği)
üstlenirdenebilecek şeydir. Epiküros’a, Spinoza’ya, Diderot’ya, Cavailles’e
bakın. Bunlar, adaletsiz de olsa, güçsüz de olsa yaşamı, ölümden herhangi bir
şey beklemeyecek kadar çok seviyorlardı.
“Ölümü daha da çok sevmek
için, yaşamı çok sevmek lazım,”’23 diyordu Simone Weil. Bu,
Platon’un hiçbir zaman kabul edemediğim düşüncesidir. Bana kalırsa, bu konuda
son bir şey söyleyecek olursam, kötü günlerde yaşamı tümüyle sevmekte biraz
zorlandığım olsa da, ölümü daha az seviyorum. Ölüm beni ürküttüğü için mi? Pek
değil ve giderek daha da az ürkütüyor. Çünkü ölümün sevilecek hiçbir şeyi yok.
Hiçlik, onu hayal eden için bir avuntuyu temsil edebilir ama makul bir sevinç
kaynağı değildir.
“Hayatı seviyoruz ama
hiçliğin de iyi yanları yok değil,” diyordu Voltaire hoş bir şekilde. Ben kolayca tersini söylerim.
(Bizdeki aşın yorgunluktan, bunaludan ya da kederden ötürü) Kimi zaman hiçlik
bize ne kadar çekici görünebilirse görünsün, yaşam iyi yanlara sahip olmayı
bırakmaz ve o olmadan hiçbir şey bizi tatmin edemez ya da duruma göre, onun
bize verdiği ya da ondan aldığımız sıkıntıya ya da zevke değmez. Kuşkusuz bu
nedenle, Simone Weil’a olan tüm sevgime ve hayranlığıma rağmen, onu tümüyle
hiçbir zaman takip edemedim, daha doğrusu ancak ondan uzaklaşarak gerçekten
düşünebildim. Bu benim -uzaktan, şefkat-onu sevme ve ona sadık kalma biçimim.
Simone Weil’la hemfikir olmadığım noktalar? Ayrıntılara inilirse, bu noktalar
sayısızdır. Esas olarak, başka yerde ortaya koyduğum ve burada birkaç sözcükle
işaret etmekle yetindiğim birkaç temel noktaya gönderme yaparlar. Simone Weil’ın
“deneysel ontolojik kanıt” dediği şeyin aksine, bizde sevgi olan (ama
yoksunluk ya da geri çekilme gibi değil: sınırlanmış, hatta kendi kendini
sınırlamış güç ve sevinç olarak), arzu olan bir yükselme ilkesinin bulunduğuna,
yüceltme ve ilerleme düşüncelerinin, onun ileri sürdüğü gibi
saçma olmanın uzağında, insanın ve
tarihin tüm işlemsel temsilinde esas olduğuna, son olarak -ama kuşkusuz esas olan bu çölde
olmadığımıza ikna olmuş durumdayım. Dünyadayız ve dünyadanız: Sevilmesi
gereken mevcuttur.
Kaynakça
Sevgi üzerine konferans Fransızca ve
basılı olarak yayımlanmamıştır. Buna karşılık internette çeşitli video
versiyonları (biri, Avignon’da Theâtre du Chene Noir tarafından filme çekilmiş
ve yayınlamıştır) ve biri Mirmande’da Centre Dürckheim tarafından (L’amour,
2 CD, 2005), diğeri Editions Fremeaux tarafından (L’amour, 3 CD’lik
paket, Editions Fremeaux&Associes, 2008) kaydedilip yayınlanmış olan en az
iki sesli versiyonu vardır. Eğer Editions Martins Fontes bu bahsettiğim üç
CD’lik paketi keşfedip onu Portekizcede kitaplaştırmayı istememiş ve bunun
için benden, Mayıs 2011’de Brezilya Portekizcesiyle yayımlanmış olan (O Amor,
Editora WMF Martins Fontes, Sao Paulo, 2011, çev. E Brandao ve M. Stahel) bant
çözümünü yeniden okumamı rica etmemiş olsaydı, ben bunu kaleme almayı hiç
kuşkusuz düşünmeyecektim. Burada ilk kez Fransızca olarak yayımladığım
versiyon aynı bant çözümüne dayanmaktadır ama yeniden gözden geçirilmiş ve
genişletilmiştir. Onun gözden geçirilmiş son halidir. Bu vesileyle Editions Martins
Fontes’a ve Brezilyalı çevirmenlerime (Joana Angelica d’Avila Mello, Claudia
Berliner, Monica Stahel, Eduardo Brandao) çalışmamı Brezilya’da tanıtmak için
yıllardır ve çok başarılı bir şekilde gösterdikleri özen nedeniyle bir kez daha
teşekkür ederim.
“Seks ve Ölüm”, Societe
Française de Sexologie Clinique’in, 18-19 Haziran 2004’de Paris’te yapılan
XXIX. Kongresi vesilesiyle benden rica etmiş olduğu bir konuşmadan doğmuştur.
Bant çözümü yapılan metin Kasım 2004’te SFSC’nin dergisi Serologos’un, 20.
sayısında yayımlanmıştı. Bununla birlikte burada yayımladığım versiyon son derece
farklıdır: Başlık ve birçok temel tez aynı kalmışsa da, içerik, tümüyle başka
bir metin oluşturacak kadar açık hale getirilmiş, değiştirilmiş ve
geliştirilmiştir. O dönemde SFSC’nin Başkam olan Dr. Marc Ganem ve sekreteri
olan Nicole Arnaud-Beauchamps başta olmak üzere organizatörlere de teşekkür
ederim, onlar olmasaydı bu metin mevcut olmayacaktı.
Üçüncü denemeyi (“Tutku
ile Erdem Arasında: Dostluk ve Çift Üzerine”), Jean-Christophe Merle ve Bemard
N. Schumacher, yönetimini üstlendikleri kolektif bir eser (L’Amitii,
Paris, PUF, “Ethique et philosophie morale” koleksiyonu, 2005) için benden rica
etmişlerdi. Bu metni buraya almama izin verdikleri için Presses Universitaires
de France’a teşekkür ederim. Bu vesileyle çok uzun süre oranın müdürü ve benim
arkadaşım olmuş olan Michel Prigent’in (1951-2011) anısını selamlıyorum.
“Blaise Pascal’a göre
sevgi” ile ilgili makale, Revue intemationale de philosophie için,
derginin yöneticisi Michel Meyer’in sorumluluğunu bana verdiği “Filozof
PascaF’a ayrılan bir sayı vesilesiyle yazılmıştır. Meyer’e buradan bir kez daha
teşekkür ederim.
Son olarak “Simone Weil’m
felsefesinde sevgi ve ölüm” ile ilgili konferans, Association pour l’etude de
la pensee de Simone Weil tarafından organize edilen “La reception des oeuvres
de Simone Weil” kolokyumu çerçevesinde, 25 Ekim 2003’te Sorbonne’da
verilmiştir. Hemen sonrasında kuşkusuz gözden geçirip düzelterek demeğin dergisinde
yayımlamıştım: Cahiers Simone Weil, tome XXVII, no. 4, Aralık 2004.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar