Mâtürîdî’nin AKÎDE RİSÂLESİ ve ŞERHİ
Hazırlayan: Prof .Dr. M. Saim YEPREM İstanbul 2000
İslâm
tefekkür tarihi içinde, iman esaslarının ve dolayısıyle İslâm dininin
felsefesini yapan kelâm ilminin önemi yerli ve yabancı araştırıcılar
tarafından kabul edilen bir husustur, İbn Küllâb el-Basrî’yi, hatta “tekvîn” ve
“halku’l-Kur’ân ” konusunda kelâmı bir yaklaşım sergileyen Halku efâli’l-ibâd adlı
eseriyle Buhârî’yi göz önünde bulundurduğumuz takdirde hicri III. asırdan
başlatabileceğimiz Ehl-i sünnet kelâmının tefekkür tarihimizdeki yeri ise
başka bir önem taşır. Zira Sünnî kelâm ekolleri büyük müslüman çoğunluğunu
asırlar boyu kendine bağlamayı başarmış ve literatürümüze hem kemiyet hem de
keyfiyet bakımından pek zengin eserler kazandırmıştır.
Bibliyografik
veya biyografik kelâm, tarihi yazarları, sünnî kelâmın kuruluşunu Ebu’l-Hasen
el-Eş'arî ile başlatıp onun mensuplarıyla devam ettirme alışkanlığını
genellikle göstermekteyse de kanaatimizce bu tutum gerçekle bağdaşmamaktadır.
Tabakât kitaplarında büyük bir kelâmcı olduğu ve yüzlerce eser telif ettiği
ifade edilen İmam Eş’arî*- den intikal edip elimize ulaşan kitaplar ona nisbet
edilen payeleri pek de isbat edici mahiyette görünmemektedir. Bilindiği üzere
değerli bir akâid mezhepleri tarihi olanMakâlatül-İslamiyyîn, başkalarına ait görüşleri
nakletmekte, fakat müellifine ait olmak üzere kayda değer fikirleri
kapsamamaktadır. Onun el-İbâne
"si selef mezhebini terviç eden ve kendisinin Ahmed b. Hanbel’e
bağlılığını dile getiren bir risâ- le durumundadır. Kelâm metodunu kısa fakat
ilgi çekici ifadelerle müdafaa eden İstihsânu’l-havd fî ilmi’l-kelâm m ise -iddia
edildiği üzere- onun i'tizal dönemine ait bir kitapçığı olması kuvvetle muhtemeldir.
Ancak şunu
belirtmek mecburiyetindeyiz ki sünnî kelâmın Eş’arî tarafından kurulması
şüpheli ise bile onun mensuplarınca geliştirildiği veya bu kelâmın gelişmesinde
mensuplarının büyük katkıda bulunduğu münakaşa götürmez bir gerçektir.
Tabakât
kitapları, Mâverâünnehir’in hareketli fikir muhitinde yetişen Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî’ye ait olmak üzere epeyce eser kaydetmektedir. Ancak onlardan,
bugün elimizde mevcut olan sadece Te’vilâ- tü’l-Kurân, Kitâbu’t-Tevhîd ve
muhtemelen Akîde’den ibarettir. 1971 yılında Kahire’de bir cilt (Kur’ân-ı
Kerîm’in birinci cüz’ü), 1983 yılında da Bağdad’da yine bir cilt (Bakara
suresinin sonuna kadar) halinde neş rine başlanan ve maalesef devamından haber
alınamayan Te’vilâ-
tü’l-Kur’ân în kelâm kültürü ve aklî istidlal açısından büyük bir
değer taşıdığı ve neşredilmek üzere ilim adamlarının himmetini beklediği
şüphesizdir. Kitâbu’t-Tevhîd de
daha sağlam ve daha hizmetli bir neşre açık olduğu gibi, tercüme edilmeye ve
çeşitli indekslerle istifade edilebilir hale getirilmeye muhtaç görünmektedir.
Mâtürîdî’ye nisbet edilen Akîde risâlesinin Y. Ziya Yörükan tarafından
gerçekleştirilen neşir ve tercümesi de takdirle yad edilmelidir.
Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’ân ’dan
hareket etmek suretiyle kelâm tarihi açısından değerlendirme yapıldığı
takdirde İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin, klasik sünnî kelâmın kurucusu
olduğunu söylemek İlmî emanetin gereği gibi görünür. Söz konusu eserlerde yer
alan kelâm terminolojisi, kelâmı tefekkür ve muhteva dikkate alınarak verilecek
bu büküm mübalağalı sayılmamalıdır.
Hanefî
mezhebinin yayılışından itibaren günümüze kadar bıı fıkıh mezhebine
bağlananlar akâid açısından genellikle Mâtürîdî olduğuna ve tek başına
Hanefiyye’nin, müslüman nüfusun yarısından fazlasını temsil ettiğine göre,
Mâtürîdiyye de en büyük akâid mezhebi olmalıdır. Bununla birlikte bu fırkaya
ait eserler yayın dünyasında pek az göze çarpmaktadır. Bunun çeşitli faktörleri
arasında araştırıcıların ve özellikle Mâtürîdiyye âlimlerinin -izahı imkânsız-
ihmalini altını çizerek belirtmek gerekmektedir.
Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî’nin telif, imla veya takriri sonucu vücııd bulmuş bir eser olma
ihtimali zayıf görünse de en azından onun görüş ve düşünüşlerine paralel olarak
nisbeten erken dönemlerde kaleme alınmış Akîde risâlesi üzerine Şâfiî ve Eş’arî âlim
Sübkî’nin meydana getirdiği eser “es-Seyfu’l-meşhûrfi şerhi Akîdeti Ebî Mansûr ” da, kanaatimce
ihmal edilmemesi gerektiği halde neşri gerçekleştirilmeyen bir Mâtürîdiyy
e-Eş’ariyy e kaynağıdır. Bu anlayış içinde MÂTÜRÎDÎ’NİN AKÎDE RİSÂLESİ VE ŞERHİ
adı altında bir çalışma yapmayı faydalı buldum.
Çalışmanın
Türkçe kısmında Mâtürîdî’nin bayatı ve eserlerine kısa bir bakış yapıldıktan
sonra Kitâhu’t-Tevhîd ve
Te’vîlâtü’l~Kur’- ân’ın
ışığı altında onun kelâmîgörüşleri sunulmuş, sonra da ona nisbet edilen Akîde risalesinin ve buna
ait şerhin nüshaları hakkında bilgi verilmeye çalışılmıştır. Bu arada şarih
Sübkî kısaca tanıtılmış ve şerhin tahkiki sırasında takip edilen metod
anlatılmıştır. Eserin Türkçe kısmının işlenişi sırasında başvurulan
kaynakların bibliyografik künyeleri bu kısmın sonunda sunulmuştur. Daha sonra
da es-Seyfu’l-meşhûr ’un
ter- cü mesi verilmiştir.
Çalışmanın
Arapça kısmıes-Seyfu’l-meşhûr
metninin ilmi neşrine tahsis edilmiştir. Metnin bitiminde
dipnotları, nüsha farkları ve bu kısmın hazırlanmasında başvurulan kaynaklar
yer almıştır.
Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi adlı
çalışmamla Mâtüri- diyye ekolü ve dolayısıyle sünnî kelâm literatürüne -belli
bir ölçüde de olsa- katkıda bulunabilmiş isem kendimi bahtiyar sayacağım.
İstanbul 2000
Prof.Dr. M. Saim YEPREM
Birinci Bölüm
MÂTÜRÎDÎ’NİN KELÂM İLMİNDEKİ YERİ
Mâtürîdî’nin Hayatına ve Eserlerine Kısa Bir Bakış
Asıl adı Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd olan Mâtürîdî
Semerkant’lıdır.
Kaynaklarda doğum tarihi ile ilgili herhangi bir şey zikredilme- miştir.
Hayatının diğer safhaları için de yeterli bilgi edinilemeyen, ancak elimizde
bulunan eserlerinden sağlam ilim ve zengin kültür biri-, kimine sahip olduğu
görünen Mâtürîdî, Mâverâünnehir çevresinde yetişmiş, Ebû Hanîfe’ye kadar
uzanan âlimler zincirinden istifade etmiştir.
Mâtürîdî’nin hocalarının silsilesi arasında Ebû Bekr Ahmed b. İshak
el-Cüzcânî (ö.200/815’ten sonra), Muhammed b. Mukâtil er-Râzî (Ö.248/862), Ebû
Nasr Ahmed b. Abbas el-İyâdî’den (ö.268/881) söz edilmektedir.
Mâtürîdî, Mu'tezile mezhebine karşı öne sürdüğü görüşleri ve felsefî yorumlarıyla
Eş’arî’den ayrı olarak kendi başına bir kelâm sistemi kurmuş, ayrıca İslâm dışı
fırkalarla da mücadele etmiştir.
Kelâm ve akâide dair yazdığı birçok eser bugün elimizde mevcut değildir.
En önemli eserleri; Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’dır.
333 (944) yılında vefat eden Mâtürîdî’nin[1]
yetiştirdiği ve görüşlerini sonraki nesillere aktarmış olan öğrencileri ise
şunlardır-.
1-
Ebu’l-Kâsım Hâkim
es-Semerkandî (0.342/953)
2-
Ebu’l-Hasan er-Rüstuğfenî
(0.345/956)
3-
Ebû Bekr Muhammed b. Ebû
Nasr el-İyâdî (0.361/971)
4-
Ebû Ahmed b. Ebû Nasr
el-İyâdî.
A.
ÂLEMİN HUDÛSU VE ALLAH’IN
VARLIĞI
Bütün semâvî dinlerin esasını teşkil eden Allah’ın varlığı konusu İslâm
ülkelerinde mevcut bazı inkarcı fırkalara karşı yürütülen fikri mücadelenin bir
sonucu olarak Ebû Hanîfe’den itibaren bütün İslâm bilginleri tarafından ilgi
alanlarının içine alınmıştır. Mâtürîdî’nin yaşadığı Mâverâünnehir ve Horasan
civarında da âlemin kıdemine inanan birtakım dehrîlerin bulunması[2] onu Allah’ın varlığını aklî
delillerle isbat etmeye sevketmiştir. O Kitâbu’t-Tevhîd\nde bu konu üzerinde önemle durmuş
ve bedîhî birtakım mukaddimelere dayanan deliller kullanarak Allah’ın varlığına
aklî temeller bulmaya çalışmıştır. Kendisinden önceki kelâmcılar uzun ve
anlaşılması zor mukaddimelere dayanmışken o, basit bir tefekkürle
anlaşılabilecek açık ve bedîhî mukaddimelerden oluşan delilleri tercih
etmiştir.
Getirdiği en önemli delil âlemin hâdis. oluşunu isbata yönelik olan hudûs
delilidir. Bilginin akıl, duyular ve haberden ibaret üç kaynağı bulunduğunu
kabul eden[3] Mâtürîdî, âlemin hâdis olduğunu
bu üç yolla da isbat etmeye çalışır.
1)
Ona göre haber kesin bilgi
ifade eder. En doğru ve güvenilir haber ise peygamberin verdiği haberdir. Çünkü
o Allah’tan haber getirmektedir. Peygamberin Allah’tan aldığı vahiylerden
ibaret olan Kur’an’da, âlemin sonradan meydana getirildiği, Allah’ın herşeyin
yaratıcısı olduğu açıkça belirtildiği görülmekte ve buna dair pek kuvvetli
deliller getirilmektedir. Canlılar arasında kendisinin kadîm olduğunu iddia
eden kimse yoktur, olsa bile gerçek dışı konuştuğu zarureten bi - linir. Şu
halde bütün canlılar hadistir. Cansızlara gelince bunlar canlıların idaresi ve
tasarrufu altında bulunmaktadır. Canlılar hâdis olunca bunların idaresi altında
bulunanların da hâdis. olması gerekir/ Muhbirimi sâdık da bunu bize haber
verdiğine göre âlemin yok iken ortaya çıktığı bilinmiş olur. .
2)
Mâtürîdî âlemin hâdis
oluşuna duyuların verilerine dayanarak şöyle bir istidlalde bulunur: Kıdemin
mânâsı başkasına muhtaç olmamaktır. Çünki kadîm başkası yok iken kendisi var
olandır; bu sebeple başkasına muhtaç olması düşünülemez. Buna karşılık biz
âlemde duyularımızla idrak ettiğimiz bütün varlıkların mevcudiyetini sürdürmek
için başkasına muhtaç olduğunu görüyoruz. Başkasına muhtaç olan ise kadîm değil
hâdistir. Ayrıca duyularımızla idrak ettiğimiz nesneler birbirinden
uzaklaşmasını ve ayrılmasını gerektiren zıt tabiatları bir arada
bulundurmaktadır. Şu halde canlı ve cansız varlıklar, kendilerindeki bu zıtları
bir araya getiren bir başkasına muhtaçtır. Bu da onların hâdis olduğunu
gösterir.[4]
Mâtürîdî duyulardan hareketle âlemin hudûsunu isbat ederken şöyle bir
delil de getirir: Âlem değişik kısım ve parçalardan meydana gelmiştir. Biz
biliyoruz ki bu parçaların çoğu yok iken ortaya çıkmakta ve bazı gelişme
devreleri geçirdikten sonra vücud bulmaktadır. Âlemin cüzleri hâdis olduğuna
göre bütününün de hâdis olması gerekir.[5]
Mâtürîdî’nin âlemin hâdis oluşuna dair getirdiği bir başka delil de
şöyledir: Biz âlemde büyük-küçük, güzel-çirkin, aydınlık-karanlık gibi farklı
oluşlar müşâhede etmekteyiz. Bunlar ise âlemde birtakım değişikliklerin
varlığını gösterir. Değişiklik ve zeval de âlemin helâk olacağı ve sona ereceği
ihtimalini göstermektedir. Helâk olma ihtimali bulunan şeyin ise kendi kendine
var olması veya kadîm olması mümkün değildir.[6]
3)
Mâtürîdî salt akıldan
hareket ederek âlemin hâdis oluşuna dair bazı deliller de getirir: Bir cisim ya
hareket veya sükûn halinde bulunur. Bu iki hal aynı cisimde bir arada
bulunmaz. Bir müddet hareket edip bir müddet duran cismin, geçirdiği zaman
süreci içinde zamanın yarısını hareket, yansını da sükûn işgal eder. Cismi iki
sınırlı özelliğin kuşatması onun da sonlu ve sınırlı olmasını gerektirir. Her
sonlu olan ise hâdistir. Ayrıca hareketle sükûnun cisimde yer değiştirmesi de
hareket ve sükûndan her birinin hâdis olduğunu gösterir. Dolayısıyla, hadis
olan hareket ve sükûn alazlarından aynlamayan cismin de hâdis olması icab
eder.-[7]
Cismin hareket ve sükûnun dışına çıkamaması, yani ya hareket etmeye veya
durmaya mecbur olması bir başkası tarafından bu hale mahkum edildiğini
gösterir. Bu da onun hâdis olduğunun bir başka deli- - lidir.[8]
Cisimler hâdis olduğuna göre cisimlerden oluşan âlemin de bütünüyle
hâdis olması gerekir.
Mâtürîdî’ye göre âlemin yaratılmışlığı o kadar açıktır ki her varr lıkta
bunu müşâhede etmek mümkündür. Çünkü hiçbir varlık kendini var etmeye güç
yetiremeyeceği gibi cevherini ve mahiyetini değiştirmeye de muktedir değildir.
İşte âlemdeki bütün varlıkların âciz oluşu ve bilgisizliği, vücud bulmak ve
mevcudiyetlerini sürdürebilmek için “başkası”na muhtaç olduklarını açıkça
göstermektedir. Bu “başkası”nın da öncesiz, bilgili, hayat sahibi, irâdeli,
güçlü ve müdebbir bir varlık olması gerekir ki bu varlık Allah Teâlâ’dır. Biz
duyulur âlemde, yazan varlık bulunmadan yazıyı, bina yapan usta mevcut olmadan
binayı düşünemediğimize göre bir yaratıcı varlık olmadan âlemin meydana gelebileceğini
düşünmemiz imkânsızdır.[9]
Yukarıda belirtilen görüşlerden anlaşıldığına göre Mâtürîdî Allah’ın varlığına
âlemin hâdis ve mümkün oluşu ile istidlal etmiştir. Onun kullandığı bu deliller
daha sonra gelen sünnî kelâmcılar tarafından daha ayrıntılı hale getirilerek
kullanılmıştır.
B.
ALLAH’IN BİRLİĞİ
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî âlemin yaratıcısının birliğini
üç şekilde isbat etmeye çalışır-. Sem’ (nakil), akıl, müşâhede. '
1)Semi delil: Mâtürîdî burada sem’ (haber) ile naklî ve şer’î delili
değil insanlar arasında örfen yaygın olan bilgiyi kasdeder. Onun konuyla ilgili
delili şöyledir: İnsanlar ulûhiyyete dair muhtelif görüşleri benimsemekle
birlikte “bir”i itiraf etmekte müttefiktirler. “Bir” kesinlikle mevcuttur,
çünki “bir” sayıların başlangıcıdır. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf “bir”den
türeyen çokluk hakkındadır. Sayıların başlangıcını teşkil eden “bir”, örfte,,
azamet, yücelik, üstünlük ve büyüklük ifade eder. İnsanlar bu mânada şöyle
derler. “Filanca, zamanın yegânesidir””. Böyle söylemekle bahsedilen kişinin
başkalarına karşı üstünlüğü belirtilmiş olur.
Mâtürîdî insanların “bir” hakkındaki bu müşterek kanaatlerinden hareketle
Allah’ın birliğine geçer ve şöyle düşünür. Biz, “âlemin yaratıcısı birdir”
dediğimiz zaman bundan yaratıcılık sıfatlarında başka birinin ona ortak
olmadığını kasdederiz. Şayet âlemin yaratıcısı birden fazla olsaydı bunlardan
herhangi birinin diğerine karşı ulûhiyyet sıfatları açısından bir üstünlüğü
bulunmazdı. Şunu da belirtelim ki sayılar aded itibariyle sonsuzdur. Bu durumda
âlemin yaratıcılarının sonsuz sayıda olduğu ve herbir yaratıcının eseri olan
sonsuz âlemlerin mevcut olduğu düşünülebilir. Bu ise kabul edilmesi imkânsız
bir düşüncedir.
Mâtürîdî’ye göre sayılarla ilgili olarak şöyle de düşünülebilir. İnsan
zihninin kavradığı her sayıya ilave yapılabileceği gibi bu sayıyı eksiltmek de
mümkündür. Buna göre biz âlemi meydana getiren varlığın birden çok olduğunu
farzedersek bunların sayısını sınırlayacak bir kaide tesbit edemeyiz. Bu da
ilâhın birden fazla olamayacağını gösterir.
Mâtürîdî, Allah’ın birliğini isbat etmek için insanlara gönderilen
peygamberlere İlâhi bir müdahalenin yapılmayışını da delil olarak kullanır.
Buna göre insanlara peygamberlerin gönderildiği inkâr edilemez bir gerçektir.
Zira peygamberlerin gösterdikleri mucizeler bunun açık delilidir. Şayet âlemde
Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, bunlanh bir kısmı peygamberlere ve
gösterdikleri mûcizelere engel olurlar ve inkâr cılarla birlikte hareket
ederek peygamberlere muhalefet edebilirlerdi. En azından mûcize göstermelerine
mani olurlardı. Peygamberlerin mûcize göstermelerine bir engel bulunmadığına
göre bir olan Allah’tan başka ilâhın olmadığı ortaya çıkmış olur.[10]
2)
Aklî delil: Şayet âlemin
yaratıcısı birden fazla olsaydı bunlar ya ittifak halinde olur veya ihtilaf
ederlerdi. Eğer âlemi yaratmakta birbirlerine yardımcı olmak üzere ittifak
ederlerse bu durum, onlardan her birinin âciz yahut bilgisiz olduğunu gösterir.
Her iki şık da rablıkla bağdaşmaz. Şayet ihtilaf ederlerse biri diğerinin
istediğinin aksine yapacaktır ki bu durumda ya ikisinin de irâdesi geçerli
olacaktır -ki bu imkânsızdır, çünkü iki zıddın içtimaini gerektirir- yahut
ikisinden birinin irâdesi geçerli olup diğeri dilediğini yapmaktan âciz
kalacaktır. Âciz olan ise ilâh olamaz. Şu halde âlemin yaratıcısının bir olması
zaruridir.[11]
' 3) Müşâhede delili: Mâtürîdî’ye göre âlemin müşâhede edilmesiyle elde
edilecek olan apaçık deliller de yaratıcısının birliğini gösterir
niteliktedir. Âlemi inceleyen her insan görür ki cisimler birbirini itecek
tarzda farklı mahiyet ve özelliklere sahiptir. Bununla birlikte biz evrendeki
bütün varlık türleri arasında son derece mükemmel bir uyumun mevcut olduğunu
görürüz. Bütünüyle âlem, aksamaya uğramadan belli kurallar çerçevesinde
varlığım sürdürmektedir. Âlemdeki hayret verici bu mükemmel düzen, onun tek bir
irâde tarafından yönetildiğinin açık bir delilidir. Zira âlemin iki veya daha
fazla idarecisi ve mâliki mevcut olsaydı onun düzeni mutlaka bozulur ve helâk
olurdu. Şu halde farklı mahiyetlere ve zıt tabiatlara sahip varlıklardan oluşan
âlemin her zerresi arasındaki uyum onun yaratıcının tek olduğuna dair yeterli
bir müşâhede delilidir.[12]
Mâtürîdî’nin vahdâniyetle ilgili bu delillerinden anlaşıldığına göre o,
bu konuda Allah’ın dışındaki varlıklardan ulûhiyyeti nefyetmiş, birden fazla
ilâhın bulunabileceği iddiasının hiçbir delile dayanmadığını isbat etrniş,
örf, akıl ve müşâhede delilleriyle âlemin yaratıcısının birliğine istidlal
etmiştir. Öyle görünüyor ki Mâtürîdî akıl ve müşâhede delillerini bazı
âyetlerden alarak ortaya koymuş ve bunlardaki bilgileri tasnif ederek kelâmî
deliller haline getirmiştir.[13]
C.
ALLAH’IN SIFATLARI
Mâtürîdî, Allah’ın birliğini isbat ettikten sonra^onun eşi, benzeri ve
dengi bulunmayan kadîm bir varlık olduğu üzerinde önemle durur; İlâhi sıfatlar
konusunu, Allah’ı, yaratıkların sıfatlarından tenzih ederek ele alır. Oha göre
Allah’ın birliği ve kıdemi onun cisim olmadığını isbat eder. Çünkü sözlükte ve
örfi kullanılışta cisim, yönleri ve üç boyutu bulunan veya parçalardan oluşan
yahut sonlu olabilen varlığın adıdır. Bütün bunlar ise sonradan meydana
gelmişliğin ve yaratılmışlığın işaretleridir. Bu sebeple Allah’ın cisim olması
veya cisim diye adlandırılması mümkün değildir. Eğer "cisim” ile sözü
edilen özellikleri taşıyan varlıktan başka bir varlık kasdedilir veya bu kelime
başka mânalarda kullanılırsa, bu, aklen ve mantıken hatalı olur.
Nakle gelince ne Kur’an’da ne de hadislerde Allah’a cisim adı
verilmemiştir. Buna karşılık Allah’a “şey” denilebilir. Çünki “şey’iyyet” cisim
olmayı gerektirmez. Nitekim biz duyular âleminde de cisim olmayan a’razlara ve
niteliklere “şey” adını veririz.[14]
Mâtürîdî’ye göre Allah cisim olmadığı için yaratıklara benzemez ve
yaratıklarda olduğu gibi çeşitli organlardan oluşmuş değildir. Bazı naslarda
Allah’a atfedilen el, yüz, göz ve benzeri sıfatlar Mücessime’-- nin zannettiği
üzere organ mânasında kullanılmamıştır. Binaenaleyh bunların Arap diline ve
tenzih kaidesine uygun bir tarzda te’vil edilmesi gerekir. Kur'ân-ı Kerîm de
el, göz ve benzeri kelimeleri mecâzî mânada kullanmıştır.[15]
Bu durumda, mesela el (yed) kelimesine ni’met, yardım vb. mânalar verilmesi,
tenzih akidesine ve Kur’an’ın istimal tarzına daha uygundur.[16]
Görüldüğü gibi Mâtürîdî zahiri mânası itibariyle teşbih ifade eden bütün
âyetlerin te’vil edilmesi gerektiğini savunur. Onun bu görüşü kendisinden
sonra gelen sünnî kelâmcılar tarafından kabul edilmiştir.
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, tenzih akidesinin gereği olarak Allah’ın zamandan
ve mekândan münezzeh olduğu görüşünü benimser. O, Mü- cessime, Müşebbihe,
Kerramiyye ve Haşviyye’ye karşı Allah’ın hiçbir mekânda bulunmadığı görüşünü şu
delillere dayanarak müdafaa eder:
1)
Allah vardı, mekân yoktu.
Hâdis olan bütün mekânların ortaya çıktıktan sonra yok olması mümkündür. Fakat
mekânlar yok olduktan sonra da Allah’ın bâki olduğunu kabul etmek icab eder.
Öyle ise Allah mekânları yaratmadan önce nasıl idiyse şu anda da öyledir. O,
değişikliğe uğramaktan, yok oluştan, bir mekândan diğer bir mekâna intikal
etmekten ve bir halden başka bir hale dönüşmekten münezzehtir. Çünkü bütün
bunlar hudûs ve yok oluş belirtileridir.
2)
Allah’ın bir yerde veya her
yerde bulunduğunu söylemek, cisimler ve a’razlar gibi onun da üzerinde karar
kılacağı bir mekâna muhtaç olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Halbuki bütün
mekânları yokken yaratan Allah bunlara muhtaç olmaktan çok yücedir.
3)
Allah’ın bir mekânda
olduğunu öne süren kişi, onu âlemin bir parçası haline getirmiş olur ki bu da
hudûs işaretidir.
4)
Allah’ın bir mekânda veya
mekânların hepsinde bulunmuş olması mekân tarafından kuşatılmasını veya
Allah’ın mekândan büyük yahut küçük olmasını gerekli kılar. Bu şıkların hepsinde
Allah’a eksiklik ve kusur atfetmek söz konusudur. Allah sonlu ve sınırlı bir
varlık olamayacağı gibi parçalardan oluşmuş bir varlık da değildir.[17]
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın arşa istivâ etmesi, arşa yönelip onu yaratması
veya suyun üzerinde iken onu yükseltmesi şeklinde-anlaşılabilir. Binaenaleyh
Allah ne Cehmiyye’nin iddia ettiği gibi her yerde mevcuttur, ne de Müşebbihe,
Mücessime ve Kerramiyye’nin öne sürdüğü gibi arşta mekân tutmuştur. Aksine o,
mekânda bulunmaktan münezzehtir.
Mâtürîdî Allah’ın bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğunu kabul etmekle
birlikte âhirette mü’minler tarafından gözlerle görüleceğini de ısrarla
savunur. Zira ona göre bu konudaki naslar hiçbir şekilde te’vil edilemeyecek
kadar açıktır. Fakat Allah görülürken görene göre bir mekânda, bir yönde
bulunmayacak ve görenin karşısında olmayacaktır. Yani Allah’ın görülmesi “bilâ
keyf” gerçekleşecektir.[18] Öyle görünüyor ki Mâtürîdî
aklın bu derin problemi çözmekten âciz kaldığını kabul etmekte ve bu sebeple
herhangi bir akıl yürütmede bulunmamaktadır. O, rü’yetle ilgili âyetleri
Mu'tezile’ye karşı savunmuş ve onların tutunduğu âyetlerin de sünnî açıdan
geniş bir şekilde yorumlarını yapmıştır.
D.
İLAHÎ İSİMLER VE SIFATLAR
İslam’a mensup çeşitli bid’at gurupları, Allah’ın isim ve sıfatlar
konusunda iki aşırı uçta bulunmuşlardır. Allah’ın sıfatlarını isbat etmekte
aşırı giden bir grup teşbih ve tecsime düşerken, Allah’ı yaratıklara
benzetmemek için tenzih akidesini savunan aşırı diğer bir gurup da “ta’dîl”e
vararak Allah’ı hariçte (zihnin dışında) mevcudiyeti bu
lunmayan bir zihnî varlık kabul etme temayülünü göstermiştir. Mâtürîdî ise
teşbih korkusu ve ta’dîl endişesi ile hareket ederek iki aşırı fikri
benimsemenin gerekli olmadığı görüşündedir. Ona göre Tevhîd ehli olabilmek için
Allah’ın , isim ve sıfatlarını isbat etmek mecburiyeti vardır. Zira Allah’ın
zâtını, rab oluşunu, eksiklik ve kusurlardan münezzeh oluşunu bilmek ancak
isini ve şifadan vasıtasıyla mümkün olur. O bu konuda şöyle düşünmektedir: Biz
âlemin yaratıcısının bir ve kadîm olduğunu isbat ettik. Öyleyse onun benzeri,
zıddı ve dengi olmamak gerekir. Çünkü bunların hepsi ulûhiyyete aykırıdır.
Şayet Allah’ın benzeri bir varlık mevcut olsaydı, bu, ya kadîm veya hâdis
olurdu. Her iki şık da. bâtıl olduğuna göre Allah yaratıklara benzemekten
münezzehtir. . Aynı şekilde Allah’ın isim ve sıfadarının yaratıkların isim ve
sıfadarına benzememiş olması icab eder.[19]
Allah’ın bütün isim ve şifadan ezelîdir. Fakat şifadan ifademden kelime ve
lafızlar hâdis olup, İlâhi sıfatların, yaratıkların sıfatlarına benzemediğini
tam anlamıyla açıklamakta yetersizdirler. Böyle olmakla birlikte Allah hakkında
başka yolla bilgi edinme imkânlarına sahip, olmadığımız için bu lafızlara
başvurmaya mecburuz. Allah’ı nitelerken kullandığımız kelimeler onun zâtını zihnen
idrak etmemize yardım eden ve zâtında mevcut olan mânaları anlatan
unsurlardır. Her ne kadar bu lafızlar bazen Allah’ın münezzeh bulunduğu
mânaları zihinde canlandırıyorsa da teşbihi ortadan kaldıracak başka lafızlar
kullanarak bu sakıncayı gidermek-mümkündür. Mesela, "Allah âlimdir, fakat
bizim bildiğimiz âlimler gibi değildir, onun ilmi de bizim ilmimize benzemez”
deriz. Şunu da belirtelim ki tevhîd akidesi bütün teşbih ve benzerlik
vehimlerini yok eder. Tevhîd akidesinin başlangıcı teşbih gibi görünürse de
sonunda tenzihe varır.[20]
Böyle orijinal bir mantık yürüten Mâtürîdî, Allah’ı, naslarda belirtilen
isim ve sıfadarla nitelemeyi gerekli görür. Ona göre sıfatları isbat etmek,
Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih etmek düşüncesine dayandığı için; zâtî
olsun fiilî olsun, bütün İlâhî sıfadarın kadîm olması gerekir. Çünki hâdis
olmaları halinde Allah’ın ezeldeki kemâli gerçekleşmemiş olur. Bu ise
ulûhiyyetle bağdaşmaz. Mesela, Allah’ın ilmi ve kudreti ezelde yok idiyse bunun
mânası cahil ve âcizdi demektir. Bu görüşün yanlışlığı ortadadır. Sonra kudreti
olmadığı halde kendisi için ilim yaratması, ilmi bulunmadığı halde kudret
yaratması imkânsız ol
duğundan başkasına muhtaç olması gerekir; bu da ulûhiyyete aykırıdır. Şu halde
Allah’ın bütün sıfatlarının kadîm ve zâtıyla kâim olması gerekir. [21]
Mâtürîdî İlâhî isimlerin kadîm olması gerektiğini aklî ve mantıkî
delillerle isbat ettikten sonra bu isimlerin ifade ettiği mânâların, Allah’ın
zâtında mevcut olması gerektiği üzerinde de durur. Allah’ın âlim olmasının
mânası ilminin, kâdir olmasının mânâsı da kudretinin bulunması demektir.
Allah’ın bu sıfatlarla nasıl muttasıf olduğu meselesine gelince, Mâtürîdî bu
konunun bilinemeyeceği görüşündedir. Çünkü sıfatların keyfiyetini bilebilmek,
Allah’ın benzeri bir varlığın bulunmasını icap ettirir. Bu ise mümkün
değildir.[22] Mâtürîdî’ye göre Allah’ın sıfatlan
zâtının ne aynı, ne de gayrıdır. Bu sebeple Mu'tezile’nin öne sürdüğü
taaddüd-i kudemâ problemi ortaya çıkmadığı gibi, sıfat-mevsuf İkilisinden de
bahsedilemez. Çünkü iki ayrı varlıktan söz edebilmek için birinin diğerinden
ayrılabilmesi gerekir. Halbuki Allah’ın zâtı ile sıfatlarının hariçte
birbirinden ayrılması imkânsızdır.[23]
Mâtürîdî’nin sıfatlar hakkındaki bu umumi fikirleri bütün Ehl-i sünnetin
görüşlerini teşkil etmiştir. Onun sıfatlar hakkındaki diğer görüşleri
şöyledir.
1.
İrâde-Kudret
23
24
Mâtürîdî irâde sıfatı konusunda şunları belirtir: Allah’ın, âlemin
yaratıcısı olduğu ve onu “lâ min şey’”, yani “bir şey olmaksızın” yarattığı
sabit olunca irâde sıfatının var olması gerekir. Mâtürîdî bundan şunu kasdeder:
Allah’ın fiilleri, kendisinden ıztırârî ve tabiî bir şekilde sadır olmaz,
aksine o “fâil-i muhtar ”dır. Hiçbir varlığın onun üzerinde hakimiyeti yoktur
ve hiç kimse onu bir fiil yapmaya zorlayamaz. Çünki mecburiyet altında bulunmak
yaratılmışlık ve zayıflık işaretidir. Böyle bir sıfata sahip olan varlık ise
ilâh olamaz. Ayrıca âlemdeki tabiat olaylarının düzenli bir tarzda vuku
bulması da Allah’ın irâde sıfatına sahip olduğunu gösterir.[24]
Allah’ın irâdesi âlemde vuku bulan bütün varlıkları kuşatır. Âlemde
Allah’ın istemediği hiçbir şey meydana gelmediği gibi, olmasını istediği bir
şeyin de gerçekleşmemesi imkânsızdır. Bu konuda o, Kur’an’daki birçok âyeti
yorumlayarak irâde sıfatım isbat etmeye çalışır.[25]
Allah âlemi irâdesiyle yaratan bir fâil-i muhtar olduğuna göre bunu
gerçekleştirecek kudrete de sahiptir. Çünki kudreti bulunmayandan meydana
gelen fiil ancak ıztırârî olur. Halbuki onun “mürîd” bir fail olduğu isbat
edilmişti.[26]
2.
Ilım
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın ezelî bir ilim sıfatı bulunduğunun delili
âlemdeki her varlığın sağlam, muhkem ve engin bir bilgiyi gerektiren belli
kanunlara göre teşekkül etmiş olmasıdır. Yaratılan her varlık, muhtaç olduğu
bütün vasıtalarla donatılmış ve hayatım sürdürebilecek imkânlara
kavuşturulmuştur. Bu husus Allah’ın sonsuz ilmini gösterir. Allah’ın ilmi zâtî
olup mevcudiyetini duyu ve zihin vasıtalarına borçlu değildir, ezelîdir, hâdis
değildir. Zira onun ilmi ezelî, ve kadîm olmasaydı ezelde cahil olması gerekirdi,
halbuki o, bundan münezzehtir. Buna ek -plarak, ilmi hâdis olsaydı, diğer
sıfatlarının da hâdis olması gerekirdi.' Bu da neticede hiçbir zaman ilim
sıfatına sahip olamamasını gerektirir. Çünki kudreti yokken kendisi için bilgi
var edemez ve başkasına muhtaç hale gelir. Bunun yanlışlığı ise açıktır.[27]
3.
Kelam
Müslümanların ittifakla benimsediği kelâm sıfatının izahı konusunda
Mâtürîdî’nin yorumu şöyledir: Kelâm, gerçekte Allah’ın zâtında mevcut olan
kadîm bir mânadan ibarettir ki buna kelâm-ı nefsî denir. Bu anlamıyla kelâm,
sesler ve harfler cinsinden olmayıp sadece mânalardan ibaret ezelî ve zâtî bir
sıfattır. Harf ve seslerden oluşan kelâma gelince, bu hâdistir ve Allah’ın
sıfatı değildir. Harf ve seslerden oluşan kelâma Allah’ın kelâmı denilmesi
mecâzîdir. Zira bu harf ve sesler Allah’ın kelâmına delalet etmektedir.[28] Bu görüş Ebû Hanîfe ve
Mâtürîdî’den önceki sünnî âlimlerin benimsediği bir esastır.
Mâtürîdî’nin kelâm sıfatını isbat etmek üzere getirdiği aklî delil
şöyledir: Biz Allah’ın ezelî olan kelâm sıfatının bulunmadığını kabul edersek
onun zâtında acz ve eksiklik isbat etmiş oluruz. Allah Teâlâ konuşma
eksikliğinden münezzehtir. Kelâm sıfatını isbat eden naslar da mevcuttur.[29] Mâtürîdî’ye göre Allah’ın
kelâmı işitilemez fakat ona delalet eden sesler duyulabilir.[30] O, kelâm-ı nefsî’yi kabul
etmekte Eş’arî ile aynı görüşü paylaşır.[31]
4.
Tekvin
Eş’arîler tekvîn’in hâdis bir sıfat olduğunu savunurken îmam Mâtürîdî,
fiilî bir sıfat olan tekvîni Allah’ın zâtıyla kaim ve ezelî kabul eder. Ona
göre âkil ve nakil, Allah’ın yaratıcı (hâlık) olduğunda müttefiktir. Bu husus
Allah’ın ezelde tekvîn sıfatına sahip olmasını gerektirir. Çünki yaratıcılık,
yaratma sıfatı bulunan varlık için kullanılabilir. Binaenaleyh âlemi yaratmak,
buna kâdir olmakla aynı şey değildir. Yani Allah’a kâdir adını vermek hâlık
adını verme sonucunu doğurmaz. Şu halde kudret tekvînden ayrı bir sıfattır.[32]
Mâtürîdî tekvînin kadîm bir sıfat olduğuna şu şekilde de istidlalde
bulunur: Tekvîn, ya yokken ortaya çıkmıştır veya ezelde mevcuttu. Eğer yokken
ortaya çıkmışsa ya kendi kendine meydana gelir veya bir başkası tarafından var
edilir. Eğer başkasının müdahalesi olmaksızın kendi kendine meydana gelmişse
tekvînin dışındaki herşey de kendi kendine oluşabilir. Bu ise yaratıcıyı inkâr
etmek anlamına gelir. Şayet bir başkasının var etmesiyle meydana gelmişse bu
teselsülü gerektirir ki yanlışlığı açıktır. Şu halde tekvîn sıfatı kadîmdir,
hâdis değildir. Öyle anlaşılıyor ki Mâtürîdî zâtî sıfatların kadîm olduğunu
savunurken dayandığı temel espiriyi fiilî sıfatlar için de geçerli görmekte ve
bunların hâdis kabul edilmesi halinde kemâl sıfatlarının gerçekleşmediği görüşüne
meyletmektedir. Ona göre tekvînin kadîm oluşu âlemin de kadîm olmasını
gerektirmez. Çünki tekvîn ile mükevven aynı şey değildir.[33]
5.
Kulların Fiilleri
Bütün Ehl-i sünnet bilginleri kulların fiillerini Allah’ın yarattığında
müttefiktirler. Mâtürîdî, kulun, fiillerinde hiçbir fonksiyonu bulunmadığını
öne süren Cebriyye ile onu, fillerinin yaratıcısı kabul eden Mu'tezile’ye karşı
mutavassıt bir görüşü savunmuş ve kulun bütün fiillerini Allah’ın yarattığını,
fakat kulun da kendisine verilen hâdis kudreti istediği gibi kullanabileceğini
belirtmiştir. Yani insan Allah tarafından yaratılan kudreti itaat veya isyan
tarzında kullanabilir. Buna göre kulun fiilî yaratılış ve icad yönünden
Allah’a, hâdis kudretin itaat veya isyana sarfedilmesi yönünden de insana
nisbet edilir. Bir başka ifadeyle Allah hâlık, kul kâsibdir.
Kulun hâdis kudretini istediği fiil için harcama hürriyetine sahip
olması, kendisinden sadır olan fiillerden sorumlu tutulması için yeterlidir.[34] Her insan, fiillerini
isteyerek yaptığını zaruri bir bilgi ile bilir. Bunu inkâr etmek mümkün
değildir. Aksi takdirde insanın güvenilebilecek hiçbir kesin bilgisinin bulunmadığını
kabul etmek gerekir. Mâtürîdî insanın fiillerini Allah’ın yarattığını kabul
etmekle birlikte fiilin insana yönelik kısmını teşkil eden kesbin yorumunda
Eş’arî’den ayrılır. Çünki Eş’arî’ye göre hâdis kudret, fiilin meydana
gelmesinde hiçbir tesir icra etmez. Kulun sorumluluğu, fiilin, kendi elinde
meydana gelmiş bulunması itibariyledir.[35]
Esasen Eş’arî’nin dediği gibi, insanın, fiilinde hiçbir tesiri bulunmayan
kudret ve irâdesi olduğunu söylemek cebir problemini çözmekten uzaktır. .Bu
sebeple onun görüşüne “cebr-i mutavassıt” adı verilmiştir. Nitekim Bâkıllânî
ve Cüveynî, Eş’arî’nin görüşünü mahzurlu bulmuş olacaklar ki, Mâtürîdî’ninkine
yakın bir irâde ve hürriyet anlayışını benimsemişlerdir. Şehristâriî’nin
bildirdiğine göre Cüveynî kudretin fiilin meydana gelmesinde rol oynamadığını
kabul etmeyi, akıl ve duyuların verilerine aykırı görmüştür.[36]
Mâtürîdî, Ebû Hanîfe’den itibaren Ehl-i sünnet kelâmcılarının benimsediği
istitâat görüşünü ise şöyle açıklar: Kudret iki mânada kullanılır. a) Fiil
için gerekli vasıtaların tam ve sağlıklı oluşu, b) Fiili meydana getiren
gerçek kudret. Birinci mânadaki kudret fiilden önce insanda vardır. Her ne
kadar fiil,, bu vasıta-kudret sayesinde meydana geliyorsa da bu kudret fiilin
gerçekleşmesini zaruri kılmaz. Ancak bu mânadaki kudret mevcut olmadan da kula
sorumluluk yüklemek caiz değildir. Zira gözü olmayan kimseye “gör” emrini
vermek mantıkî değildir. İkinci nevi kudrete gelince, bizim bunun hakkında
bildiğimiz tek şey, sadece var olması halinde fiilin meydana gelmesini
gerektirmesidir. Mâtürîdî’ye göre bu anlamdaki kudret fiilden önce değil fiille
beraberdir; İnsanın sorumluluğuna esas olan kudret bu kudret değil, birinci anlamdaki
kudrettir.[37] Mâtürîdî kudretin fiilden önce
bulunmadığı tezini savunurken şu delillere dayanır:
a)
Kudret insan bedeninin
parçalarından bir parça değildir. Öyle ise o gerçekte bir a’razdır. A'raz ise
devamlı olarak var olamaz ve ikinci zamanda ortadan kalkar. Varlığı devamlı
olmayan şeyin de sürekliliğini kendisi sağlayamaz. A'razın bekâsı, başka bir
bekâ a'razını gerekli kılar ki bu İkincisi de bir a'raz olduğu için kendi
başına var olamaz. Bekânın başka bir bekâ ile varlığını sürdürmesi muhal
olduğuna göre kudret a'razının sürekli var olduğu kabul edilemez. Şu halde
kudret fiilden önce mevcut olmayıp fiil anında Allah’ın yaratmasıyla meydana
gelir.
b)
Dînî naslar, insanlara
Allah’tan yardım istemelerini ve İlâhi emirleri yerine getirebilmeleri için
kendilerine güç verme talebinde bulunmalarını emretmiştir. Şayet kudret
fiilden önce insanda varsa insana böyle bir emrin verilmesi anlamsız olacağı
gibi, bu emre uyarak bir is - tekte bulunmak da abes olur. Bundan da
anlaşılıyor ki istitâat fiille beraberdir.[38]
0
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın insanda yarattığı kudret birbirine zıt iki fiili
meydana getirmeye elverişlidir. Zira fiile vasıta olan organlardan her birinin
iki zıt şeyi gerçekleştirmesi imkân dahilindedir. Mesela dil, doğru da
söyleyebilir, yalan da; el hayır da işleyebilir şer de. Kudretin de böyle
olması gerekir.
c)
Kudret iki zıt fiili
gerçekleştirmeye elverişli olmasaydı insan yaptığı fiillerde mecbur olur,
kendisine verilen emirleri yerine getirmekten âciz kalırdı. Böylece o, cebir
altında olduğu halde sorumlu tutulmuş olurdu. Akıl bu durumu tasvip
etmeyeceğine göre insana verilen kudretin iki zıt fiili
gerçekleştirebileceğini, yani aynı kudretin hem hayır işlemeye, hem kötülük
yapmaya elverişli olduğunu kabul etmek gerekir.[39]
Mâtürîdî “insan bütün fiillerini kazâ ve kadere göre yapar” tarzındaki
sünnî akîdeyi de savunur. O, bu görüşü savunurken daha çok Ebû Hanîfe’nin
yaptığı açıklamalara dayanır.[40] Şöyle ki: Allah insanın
fiillerini takdir edip yaratırken kulun kendi irâdesiyle yapacağı tercihleri
esas alır. Çünki Allah ezelî ilmiyle insanın neyi tercih edeceğini bilir. Bu
sebeple insanın sorumluluktan kurtulmak için kaderi ileri sürmesi bir değer
taşımaz. Her insanın fiillerini kendi irâdesiyle gerçekleştirdiğini bizzat
idrak etmesi de kaderi bahane olarak ileriye sürmenin bir anlam taşımadığını
gösterir.[41] Mâtürîdî’nin Kaderiyye’ye
karşı kullandığı bu istidlal tarzı, onun nazari konulardaki fikir
ayrılıklarının çözümünde tecrübe metoduna önem verdiğinin bir delili
sayılabilir.
Mâtürîdî kader problemini aklî bir temele dayandırırken meseleye
Allah’ın fiillerindeki hikmet açısından da yaklaşır. O her ilahi fiilin bir
hikmete bağlı bulunduğunu, fakat insanın her fiildeki hikmeti
kavrayamayacağını, zira akılla yapılan değerlendirmelerin izâfî olduğunu
belirterek, kaderin hikmeti yanında şer gibi görünen birtakım İlâhî fiillerdeki
hikmetlerin-de çözülememiş olmasını tabii görür.[42]
O, İlâhî fiillerde mutlaka bir hikmetin bulunduğunu kabul etmekle Mu‘te zile
’nin görüşüne katılır, fakat Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve mensuplarından ayrılır.[43]
A.
NÜBÜVVETİN İSBATI
Semâvî dinlere bağlı olanlar, insanların, peygamberlere muhtaç
olduklarını ve beşeriyetin dünya ve özellikle âhiret saâdetini sağlayacak
kaideleri akıl yoluyla bilemeyeceklerini genellikle kabul ederler. İnsanlık
tarihine bir göz atmak, insanlığı hidâyete sevketmek ve kurtuluşa eriştirmek
için peygamber gönderilmesinin lüzumlu olduğunu kavramak isteyen herkese
kâfidir. Tarih, hak yoldan ayrılıp beşerî arzulara mahkum olan, yeryüzünde
fesat çıkarıp kötülük yayan her topluluğa mutlaka bir kurtarıcı peygamber
gönderildiğini bize açıklamaktadır. İnsanların peygamberlere olan ihtiyacı
hastanın doktora ihtiyacı gibidir. Buna rağmen günümüzde olduğu gibi geçmişte
de insanların peygamberlere ihtiyaç duyması şöyle dursun, peygamberlerin gönderilmesini
lüzumsuz, hatta imkânsız görenler bulunmuştur.
Kelâm kitaplarının çoğunda belirtildiğine göre İslâm dünyasında nübüvveti
inkâr veya reddedenlerin başında Berâhime adı verilen Hind menşe’li bir grup
yer alır. Mâtürîdî de diğer kelâmcılar gibi kelâm sisteminde Berâhime
karşısında nübüvvet müessesesini temellendiren aklî delillere yer vererek öne
sürülen itirazları çürütmeye çalışır. Ona göre insan aklı, dînî ve dünyevî
konularda bazı gerçekleri bula- bilse de bunların bir çoğunda tereddüde düşer,
bazı gerçeklere de ulaşamaz. İşte insanların, hem tereddüt ettikleri, hem de
akıllarıyla elde edemeyecekleri bilgileri kendilerine haber verecek bir peygambere
ihtiyaç duymaları kaçınılmazdır. Akıllı insan, işlerinde yardımı olup kolaylık
sağlayacak olan birini nasıl reddetmezse insanları hak yola ulaştıracak olan
peygamberleri de reddetmez. Mâtürîdî’nin nübüvvete dair getirdiği delilleri şu
şıklarda toplamak mümkündür:
1)
İnsan hayatını
sürdürebilmek için gıda, ilaç, elbise, konut ve daha başka nesnelere muhtaçtır.
Bunlar insan hayatı için kaçınılması imkânsız ihtiyaçlardır. Her insan tabiatı
gereği bunları temin etmeye koyulur. Bu sebeple de insanlar arasında başlayan
yarış, düşmanlık ve kavgaya kadar varır, böylece insanlar arasındaki içtimai
düzen bozulur. Bu da neticede toplumu mahvolmaya götürür. Bunun önüne geçebilmek
için toplumdaki her ferde hak ve vazifelerini öğreten bir kanunun bulunması
gerekir. İnsanların muhtaç olduğu bu kanunu en iyi bilen de onları yaratan
Allah Teâlâ’dır. İnsanların ortaya koyacakları prensipler, eksiklik,
adaletsizlik ve hatalara maruz kalacağından İlâhi kanunlara denk olamayacaktır.
Şu halde insanlar dünya mutluluğu için peygamberlere muhtaçtır. Peygamberler
Allah'tan getirdikleri şeriatlarla bu ihtiyacı karşılamışlardır.
2)
İnsanlar, kendilerine
faydalı olan hususları elde etmeye, zararlı olan şeylerden de kaçınmaya
çalışırlar. Çoğu zaman bilgisizlikleri veya duygularına mağlub olmaları
sebebiyle hataya düşerler. Onları bu konuda başarıya ulaştıracak bir öğretici
mutlaka gereklidir. Bu da ancak bütün işlerin âkibetini bilen Allah’ın
göndereceği peygamber olabilir. Peygamberin dışındaki öğretici bu ihtiyacı
karşılayamaz.
3)
Akıl her ne kadar nimet
verene teşekkür etmenin gerekli olduğunu bilir ve buradan hareketle bizi
binbir nimet içinde yaşatan Allah’ın varlığına hükmederek ona kulluk
yapılmasının gerektiğini idrak ederse de yaratıcıya nasıl kulluk edeceğini,
hangi ibadetleri ifa edeceğini keşfedemez. Bunu öğrenmek için de insanlar
peygambere muhtaçtır.[44]
Mâtürîdî’nin daha başka delillerle de isbat ettiği nübüvvetle ilgili
görüşleri, kendisinden sonra gelen birçok kelâmcının kitabında, farklı
ifadelerle de olsa asırlar boyu yer almış ve onlara kaynak teşkil etmiştir.[45] Hatta son asır kelâmcılanridan
Muhammed Abduh’un nübüvveti isbat metodu hemen hemen Mâtürîdî’nin asırlarca
önce kullandığı metodun aynıdır.[46] Bu da onun geliştirdiği
düşünce sisteminin sağlamlık ve kuvvetliliğini, ufkunun genişliğini ve
mantığının tutarlılığını gösterir. Mâtürîdî, Mu’tezile’nin benimsediği gibi
peygamber göndermeyi Allah için vacip kabul etmez. Ona göre peygamberin
gerekliliği aklî hikmetler açısından açıklanmalıdır.
B.
Hz. MUHAMMED’ salla'llâhü
aleyhi ve sellemin NÜBÜVVETİ
Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in nübüvvetini isbat ederken onun şe- mâili,
doktrinive mûcizelerinden hareket eder. Ondan önceki âlimler ise genellikle
sadece mûcizeleri isbat etme cihetini tercih ederlerdi. Buna karşılık Mu'tezile
kelâmcılannın bir kısmı hissî mûcizeleri,[47]
bazıları da manevî mûcizeleri[48]
inkâr ediyorlardı. Mâtürîdî ise isbât-ı -nübüvvet için Hz. Muhammed’in hem
mûcizelerini, hem ahlâk ve sîretini, hem de getirdiği doktrini birarada mütâlaa
etmenin gerekli olduğunu kabul ediyordu. Bu konudaki görüşleri özetle
şöyledir:
1)
Hz. Muhammed insanların en
ahlâklısı, en faziletlisi ve en şereflisi idi. Allah onu her türlü güzel
ahlâkla süslemiş, her çeşit kusur ve ayıptan korumuştu. Peygamber olmanın
yanında aynı zamanda bir devlet reisi idi. Bununla birlikte o zühdü tercih
etmiş, dünya malına ve lezzetlerine iltifat etmemiş, hayatı boyuncada bu durumu
değiştirmemiş, bir an bile hak ve adaletten ayrılmamıştır. Öyle ki düşmanları,
bu hususlarda onu tenkit edebilecekleri bir nokta bulamamışlardır. Onun bu
özellikleri peygamber olduğunun açık bir delilidir.
2)
Hz. Muhammed’in elinde
zuhur eden hissî mucizeler de onun gerçek bir peygamber olduğuna delalet eder.
Ay’ın ikiye ayrılması, taşların kendisine selam vermesi, ağacın yaklaşması, az
suyu ve yemeği çoğaltması, hurma kütüğünün inlemesi, devenin şikayetçi olması,
koyun budunun zehirlenmiş olduğunu kendisine bildirmesi bu tür mûcizeler- den
bazılarıdır.
3)
Necran hıristiyanlarım
mübâhaleye çağırdığı halde onların buna yanaşmaması.
4)
Muhalifleri kendisine zarar
vermeye çalıştığı halde hazırladıkları bütün tuzaklardan kurtulması ve
Allah’ın himayesine mazhar olması.
5)
Dininin yakın bir gelecekte
diğer dinlere galip geleceğini haber verdikten sonra bunun aynen
gerçekleşmesi.
Mâtürîdî’ye göre Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle ilgili en büyük aklî
mûcize, muhataplarına Kur’an’la tehaddî etmesi ve onların buna cevap verememiş
olmasıdır. Peygamber, ümmî bir kişi olmasına rağmen din ve dünya ile ilgili
konularda en sağlam bilgileri, ahlâk ve felsefeyi fesahât ve belâgâtın en veciz
ifadeleriyle ihtiva eden Kur’ân-ı Kerîm gibi bir kitabı getirmiş, o insan sözü
olduğu iddiasına-karşı benzerini ortaya koymaları istemiş, fakat kendisine
ciddiye alınabilecek bir cevap verilememiştir. İşte bu husus Mâtürîdî’ye göre
Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğuna dair en önemli aklî delildir.[49]
m
A.
ÂHİRET
Mâtürîdî
Hz. Muhammed’in peygamberliğini aklî delillerle sâbit gördüğü için onun
bildirdiği bütün hususlara iman edilmesi gerektiği görüşündedir. Bu sebeple
olacak ki o, itikâdî görüşlerini en geniş bir şekilde öğrenme imkânı bulduğumuz
Kitâbu’t-Tevhîd’inde âhiret konularını münakaşa etmemiştir. Öyle görünüyor ki
o, ölümle başlayan ber- zâh âlemi ve âhiret hayatı konularında naslarda
bildirilene iman etmek gerektiği kanaatindedir. Âhiret yanında meleklere,
kitaplara ve geçmiş peygamberlere iman etmeyi de nakle bağlı görmüştür.
Dolayısıyla o, iman edilecek hususları naslarda belirtildiği için tartışmamış,
fakat imanın nasıl gerçekleşeceği konusu ile büyük günah konusu üzerinde önemle
durmuştur.
B.
İMAN PROBLEMİ
Mâtürîdî’ye
göre imanın hakikati tasdikten ibaret olup bunun yeri kalptir. Diliyle ikrar
ettiği halde kalbinde tasdik bulunmayan kimse münafık veya kâfirdir. O, bu
görüşüne ait olmak üzere şu delilleri ser- deder:
1)
Allah Teâlâ kalpleri ile inanmamışken
ağızlarıyla “inandık” diyenlerin mümin olmadığını açıkça belirtmiştir.[50] Bu âyetin hükmünü te - yid
eden başka âyetler de mevcuttur.[51]
2)
Allah Teâlâ birçok âyette
münafıkların dilleriyle yaptığı ikran istihzâ ve hile ile nitelemiştir. Bu
yaptıklarına karşılık cezalandırılacaklarını bildirmiş,[52]
onların gerçekten iman etmediklerini, yalan söylediklerini ve kâfir oldukları
için cehennemin en alt tabakasında bulunacaklarını açıklamıştır.[53]
Şayet dil ile
ikrar yeterli olsaydı münafıkların da mümin sayılması icap ederdi.
Ayrıca
Allah Teâlâ kalbiyle iman ettiği halde zor durumlarda diliyle küfrü ikrar
edenlerin mümin olduğunu belirtmiştir.[54]
Bu hususta imanın kalp ile tas tikten ibaret olduğunu gösterir.
Mâtürîdî,
yukarıdaki naklî delillere ilave olarak imanın kalbî tasdikten ibaret olduğu
konusuyla ilgili olarak şu delili de zikreder. îman dînî bir benimseyiş olup
bunun yeri kalptir, dil değildir. îmanın lügat mânası da bunu doğrulamaktadır.
Çünki iman lügatte tasdik etmek demektir. İmanın insanda sürekli olarak mevcut
olan bir iç tutum ve tercih olması da onun kalpteki tasdikten ibaret olduğunu
gösterir. Şayet böyle olmayıp da dil ile ikrar yeterli olsaydı imanın devam
edebilmesi için insanın sürekli ikrarda bulunması gerekirdi. Halbuki bu mümkün
olmadığı gibi bazı hallerde kelime-i şehâdeti ikrar etmesi sakıncalı da
olabilir.[55]
Mâtürîdî
iman konusunda Cehm b. Safvan tenkid eder ve imanın tercih taşımayan salt bir
bilgi olmağıdını belirtir. Çünki ona göre bilgi insanda isteyerek meydana
gelmez. Halbuki imanda insanın irâdesi esastır.[56]
C.
GÜNAH PROBLEMİ
imanı
kalbe ait bir fiil kabul eden Mâtürîdî, onu amelden ayırır ve ameli imanın bir
parçası olarak gören Ahmed b. Hanbel’in görüşüne katılmaz.[57]
O, itikadî görüşlerini benimsediği ve kelâmî bir sistem haline getirdiği Ebû
Hanîfe "ye uyar.[58] Bu sebeple küçük olsun büyük olsun
günah işlemenin kişiyi imandan çıkarmadığım savunur. Ancak ona göre günah
işleyen kişinin dinden çıkmaması için haramı helal telakki etmemesi, dînî emir
ve yasaklan hafife almaması gerekir.. Aksi takdirde mümin sayılmaz. Onun bu
konuda dayandığı deliller şöyledir:
1) Allah
Teâlâ peygamberine kendisi ve bütün müminler için tövbe etmesini emretmiş,
fakat müşrikler ve münafıklar için istiğfarda bulunmasını yasaklamıştır.[59] Bu husus günah işleyenlerin
mümin olduğuna işaret eder.
2) Yüce
Allah günah işleyen müminleri samimi bir şekilde tövbe etmeye çağırmış ve
onlara mümin sıfatıyla hitab etmiştir.[60]
Bu da günah işleyenlerin imanlarının devam ettiğine ve günahın imanı yok etmediğine
dair ayrı bir delil teşkil eder.
3) Hucurât
suresinde bu husus daha açık ve seçik bir şekilde belirtilmiştir. Şöyle ki,
büyük günahlardan adam öldürme fiilini işleyenlere mümin vasfı verilmiş, kâfir
denmemiştir. Şayet büyük günah işlemek, sahibini imandan çıkarsaydı bu tarz
bir hitapta bulunmak anlamsız olurdu.[61]
Mâtürîdî’nin
bu istidlalleri düşünce tarzı açısından Ebû Hanîfe’nin yaptığı istidlallerin
aynıdır.[62]
Netice
olarak Mâtürîdî’ye göre kebîre sahibi günahından tövbe etmeden ölse bile
mümindir ve cehennemde ebedî olarak kalmayacaktır. Çünkü Allah Teâlâ işlenen
kötülüklere, misli kadar ceza verileceğini açıklamaktadır.[63]
[64] Şüphe yok ki Allah’ı inkâr
etmeyen ve ona şirk koşmayan kimsenin günahı, kâfir ve müşriklerin günahından
daha azdır. Cehennemde ebedî olarak kalış cezası inkâr ve şirkin karşılığı olduğuna
göre Allah’a iman eden kebîre sahibine verilecek cezanın daha az olması
gerekir. Aksi takdirde adaletsizlik olur. Binaenaleyh iman etmekle en büyük
hayır işleyen âsi mümin' ile kâfir eşit cezaya çarptı- rılmayacaktır.63,
Mâtürîdî’nin
iman-İslâm ve imanda istisna problemleriyle ilgili , görüşlerine temas ederek
bahsimize son vereceğiz. O, Ebû Hanîfe’nin kabul ettiği üzere[65] “iman” ile “İslâm”ı bir kabul
eder ve aynı mânayı ifade ettiğini savunur. Ona göre iman ile İslâm arasında
sadece lügat yönünden fark düşünülebilir. Istılah mânaları ise birdir. Zira
biri olmadan diğeri bir anlam taşımaz. İmanın şartlarım bir araya getiren
kişinin müslüman sayılamayacağım kabul etmek yanlış olduğu gibi, İslâmın
şartlarını yerine getiren birine mümin adım vermemek de yanlıştır. Nitekim
Kur’an’da iman, İslam karşılığında, İslam da iman karşılığında kullanılmıştır.[66] Şu halde gerçek iman ile
gerçek İslâm arasında başkalık yoktur ve her mümin müslim, her müslim de
mümindir.[67]
İmanda istisna
meselesine gelince, Mâtürîdî, imanda kesinlik ve katiyyetin esas olduğu
görüşünü benimser. Bu itibarla imanda istisnayı kabul etmez. Ona göre kalpten
inanan ve şüphesi bulunmayan kimse, “inşaallah müminim” dememeli, aksine “ben
müminim” demelidir. Çün- ki şu anda gerçekleşmiş herhangi bir iş için istisna
kullanılmaz, sadece şüpheli işler için kullanılabilir, iman ise asla şüphe
kabul etmez. Zira şüphe içinde olan kimsenin imam sahih olmaz. Kur'ân-ı
Kerîm’de bir âyette, iman edenlere kesinlikle iman ettiklerini ifade etmeleri
emredilmiş ve “Allah’a iman ettik”[68]
demeleri istenmiş, başka bir âyette de iman ettikten sonra şüphe etmemeyi
imanın geçerli sayılabilmesinin şartı kabul edilmiştir.[69]
Bütün bunlar imanda istisnaya yer verilemeyeceğine işaret eden delillerdir.[70]
NETİCE
Kelâm
ilminin temel problemleri konusundaki görüşleri üzerinde durduğumuz İmam Ebû
Mansûr el-Mâtürîdî, Mu'tezile'nin aklı naslar- dan üstün tutan metodu
karşısında büyük çapta selef akidesini savunmuş ve bu görüşlere aklî temeller
bulmaya çalışmış büyük bir Sünnî kelâm bilginidir. O, görüşlerinin büyük bir
kısmında, ilim silsilesinde hocası durumunda olan Ebû Hanîfe’nin itikadi
sistemine dayanır fakat onda görülmeyen bir tarzda kelâm metodunu selef
akidesine uygulayarak Mu'tezile'nin Mâverâünnehir civarında yayılmasına engel
olmuş ve Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının gelişmesine öncülük yapmıştır. O,
Allah'ın kelâm sıfatının işitilemeyeceği, fiillerini meydana getirirken kulun
neticeye müessir bir role (kesb, fiil) sahip olduğu, Allah’a ait bütün
fiillerin mutlaka bir hikmeti bulunduğu, “iman” ile “İslâm”ın aynı şey olduğu
ve imanın istisna kabul etmediği gibi hususlarda Eş’arî’den ayrı düşünmüştür.
Mâtürîdî’nin kurduğu kelâm sistemi kendisinden sonra Türkistan, Afganistan,
Hindistan, Çin ve Mâverâünnehir civarında yayılmış ve taraftar bulmuştur. İlk devirlerde
Eş’ariyye âlimleri ile Mâtürîdiyye âlimleri arasında karşılıklı tenkit ve
hücumlar olmuşsa da daha sonra ortadan kalkmış ve her iki mezhebe bağlı âlimler
birbirlerini Ehl-i sünnetten kabul etmişlerdir.
Üçüncü Bölüm
es-SEYFU’l-MEŞHÛR
fî ŞERHİ
AKÎDETİ EBÎ MANSÛR
-BÎSMİLLAHİRRAHMANİRRAHÎM-
Yardım etmesi umulan
sadece Allah’tır.
Abdülvehhab ibn es-Sübkî -Allah onu bağışlasın- der ki:
“Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da, âhirette de
benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve salih kullarının arasına kat!”[71]
Hamd ü sena saltanatı herkese boyun eğdiren, varlığının
alâmetleri aşikar olan, lutuf ve ihsanı kainatı dolduran Allah’adır.
Salât u selam onun seçkin Rasulü, insanlığa merhamet ve lutuf
eseri olarak, gönderilen, şan ve şerefi Tevrat ve Incil’de zikredilen Efendimiz
Muhammed’e, âl ve ashabına ve onlara güzellikle tabi olanlaradır. Allah lutuf
ve nimetlerini artırmak suretiyle rahmet ve selametini daim kılsın.
Cenâb-ı Hak, prensiplerini, Allah korkusu ve Allah rızası
esasına dayandırdığı imamlardan, özellikle Muhammed b. îdris eş-Şâfiî ile Ebû
Hanîfe en-Nu’man’dan razı olsun. Onlar zifiri karanlıkta parıldayan iki ay
parçasıdır. Çözülmesi zor meselelerde kendilerine başvurulan kimselerdir. Bu
ümmet için nur üstüne nurdur onlar.
İmdi; bu birkaç yaprakla büyük imam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye
nisbet edilen “el-Akîde” adlı eserdeki müşkilleri çözmeyi, sözlerine tam
mânasıyla bağlı kalarak, maksadını gözeterek, meramını dikkate alarak, biz
Eş’arîler’in akidesinin Hanefîler’in akidesinin aynı olduğunu belirterek orta
hacimde şerhetmeyi hedef aldık. Şurası bir gerçektir ki, imamımız Ebu’l-Hasen,
yolundan hiçbir dindarın ayrılmayacağı bir önder, metodu herkesinkinden üstün
ve sünnete bağlı bir imamdır. Onun akîdesi üzerinde -Şâfiîler’in âlimi İbnu
Abdisselam’ın, Hanefîler'- in âlimi el-Husayrî’nin ve Mâlikîler’in âlimi İbn
Hâcib’in dediği gibi- Hanbelîler bir tarafa, bütün Şâfiî, Hanefi ve Mâlikîler
birleşmişlerdir. Hanefiler’le bizim aramızda mevcut olan önemsiz birkaç
meseledeki basit ihtilaf ne tekfiri, ne de bid’atçılıkla ithamı gerektirecek
boyuttadır. Bu meselelerin hepsini yazdığım bir kasidede ele aldım.
Bu şerhe
“es-Seyfu’l-meşhûr fi şerhi Akîdeti Ebî Mansûr” adını verdim. Bu çalışmamla
ilim adamlarının gönlünü kazanmış olan, iktidarı zamanında adaletle hükmeden,
ihsanlarıyla kalbleri hoşnut eden, cömertlikleriyle herkese umduğunu veren,
yüce makam sahibi, huzur ve sükûn bahşeden, şerefli, hilâfet makamına bağlı,
âlim, fâzıl, zühd ve takva sahibi, hâmî, âdil, âlâî, İlâhî himayeye mazhkr olan
Şam’da yüce saltanatın naibi olan Emir Ali b. Ali el-Mardinî’nin saltanatınının
yüksek katına hizmet etmiş oldum. Allah onun yardımcılarına başarılar lütfetsin;
güç ve kuvvetini kat kat artırsın; ilim adamlarına olan lutuf ve ihsanlarını
devam ettirsin. Artık çalışmamıza başlayabiliriz.
İlim
Ebû
Mansûr Mâtürîdî’ye göre ilim “mezkuri’un (zihnî ve haricî varlıklar)
tanınmasını sağlayan bir sıfattır. Bir kısım âlimler kişiden şek, cehil ve
zannı kaldıran sıfattır demişlerdir. Bizim âlimlerimiz ise, realiteye uygun
kesin itikat olduğu görüşündedirler. Bütün bu tarifler birbirine yakın
ifadelerdir.
Müslümanların
ittifak ettikleri görüşe göre bilgi edinme yolları üçtür.
1-
Sağlam duyu organları:
İşitme, görme, koklama, tatma ve dokunma.
2-
Doğru istidlaller. Herşeyin
bütününün parçasından büyük olduğu hükmü gibi.
3-
Doğru kişilerden gelen
haberler. Peygamberlerden (aleyhisselâm)gelen haberler, yalan üzerine
toplanmaları mümkün olmayan bir topluluğun verdiği mütevâtir haberler.
Bilgi
edinme yollarını üçe hasreden delil şudur:
İnsanda oluşan bilgi ya kendi bünyesinden veya dışarıdan
olmak üzere bir sebebe bağlıdır. Bu sebep kişinin kendinden ise bu takdirde ya
zahirî sebeplerden veya dahilî sebeplerden hâsıl olur.
Kişinin kendi bünyesine bağlı zahirî sebepler duyu
organlarıdır. Dahilî sebepler ise akıldır.
Kişinin dışarıdan elde ettiği bilgiler, haberdir.
Sofestaiye’ye göre bu üç sebebin hiç biriyle bilgi teşekkül
etmez. Çünkü bu bilgilerle verilen hükümler çelişkilidirler. Hükümleri çelişen
şeyler ise bilgi edinme yolû olamazlar.
Mesela duyu organları böyledir. Çünkü şaşı olan kişi biri iki
görür ve onun bu algısı başkasından farklı hükme götürür. Bu durum duyu
organlarına bağlı olarak verilen hükümlerin çelişkili olduğuna delalet eder.
Akla gelince onunla yapılan istidlaller yanlış da doğru da
olabilir. Aklî hükümler büyük bir ihtilaf içindedirler.
Haber ise bazen doğru olur bazen de olmaz. O halde ona
güveni- lemez.
Biz deriz ki, bilgi edinme yollarıyla varılan hükümlerin
çelişkili olduklarını kabul etmeyiz. Şaşının biri iki görmesi konusundaki sözünüz
bizim aleyhimize delil olarak söylenemez. Nitekim söz sağlam duyu organları
hakkındadır; sakatlar hakkında değil. Bunların sağlam olmadığı konusundaki
sözünüze itibar edilmez.
Göz bazan iltihaptan dolayı güneş ışığını görmez,
Ağız da hastalıktan dolayı suyun tadını almaz.[72]
Tıpkı bunun gibi “aklî istidlaller bazan hatalı olur ve akıl
sahipleri ihtilaf ederler” sözünüz de yersizdir.
Bu durum, batıl hükümlerde bir kusurdan veya istidlal
usulünde yahut da istidlal şartlarında eksiklikten kaynaklanmaktadır.
Haberden kasdedilen ise günahlardan korunmuş peygamberlerin
verdiği haberler ile mütevâtir haberlerdir. Her iki nevi de de yalan ihtimali
yoktur.
Şurası bilinmelidir ki, Sofestaiyye uzak Hint te ortaya
çıkmış ve eşyanın realitesini inkâr eden bir topluluktur. Bunlar eşyanın muhtemelen
hayallerden ibaret olduğunu söylerler. Bir şey gördükleri zaman bu herhalde
başka bir şeydir derler. Aslında onların mezhepleri redde değecek bir mezhep
bile değildir. Böylelerine nasıl davranmak gerektiğini iyi bilen cin fikirli
hükümdarlardan biri ne güzel yapmıştır:
Onlardan birini huzura getirtmiş ve dövmeye başlamış. Adam
bağırıp yardım istedikçe, “döven herhalde benden başkasıdır; dövülen de
muhtemelen senden başkasıdır; galiba bu iş dayak da değildir" diye cevap
vermiş...
Âlemin Hudûsu
Allah’tan başka varlıklar demek olan âlem hâdistir (sonradan
yaratılmıştır), kendi varlığından önce yokluk (adem) hali yardır.
Âlem, a’yan ve a'raz olmak üzere iki kısma ayrılır:
A’yan, kendi başına yer tutan ve bir mahalle (taşıyıcı) ya
ihtiyacı olmayan şeylerdir. Ağaç, taş, Zeyd, Amr gibi.
A'raz, kendisini taşıyacak bir mahalle ihtiyacı olan
şeylerdir. Tatlar, kokular gibi.
A’yan ve a'raz her ikisi de yok iken sonradan var
olmuşlardır. O halde âlem hâdistir.
A'raz hâdistir. Çünkü, a'raz kelimesi yok iken sonradan var
olan şeye verilen isimdir. Sen “arada’ş-şey’ü” (bir şey arız oldu) dersin; bu
“hâdis oldu, yok iken devam etme özelliği olmamak üzere sonradan var oldu”
demektir. A'razın mahiyeti budur. Bu yüzden buluta arız denmiştir. Çünki yok
iken ortaya çıkar, geçer gider.
A’yan, a'razlardan hali değildir. Hiç bir a’yan yoktur ki
-mesela Zeyd gibi- hareket, sükûn ve diğer a'raz lan ihtiva etmiş olmasın.
Bu durumda hâdis olan a'razlarla birlikte varlıklarını
sürdürdük-
. leri için a’yan da hâdis olur. Çünkü varlıkta ve
başlangıçta müşterek olan iki varlığın birinin kadîm diğerinin hâdis olması
mümkün değildir.
Bu zikrettiklerimiz ile diğer kesin delillerden âlemin hâdis
olduğu sabit olunca, onun bir başkasının yaratmasıyla var olduğu da açıkça
ortaya çıkar. Çünkü birşey hâdis olunca varlığından önce bir yokluğun geçmiş
olması gerekir. Kendisinden önce yokluğu söz konusu olan bir şeyin varlığı
kendi zâtından kaynaklanamaz. Aklen, onun varlığı da yokluğu da denktir. Bu
durumda aklen mümkün olan bu iki şıktan birini diğerine tercih edecek bir
muhassıs (tercih eden) gereklidir. Bu durum ilk bakışta aklen bilinir. Tıpkı
inşa edilmiş bir köşk gören kişinin onu yapan birinin olduğuna kesinlikle
hükmetmesi gibi.
Bedeviye “rabbini neyle bilirsin?” denmiş o da cevaben “deve
pisliği devenin varlığına delalet eder, ayak izleri yürüyeni gösterir, bu
güzellikle şu üst yapı (gök) ve bu yoğunlukla şu alt yapı (yer) herşeyi bilen
yaratıcıya delalet etmez mi” demiştir. Bu durum âlemin bir yara- tıcisı
olduğuna delalet eder.
Âlemin bir yaratıcısının olduğu sabit olunca o yaratıcı da
kadîm olur. Nitekim kadîm olmasa hâdis olacaktır. Çünkü kıdem ile hudûs
arasında bir orta hüküm yoktur. Her mevcut ya kadîm veya hâdistir.
Sonradan yaratılmış olanın (muhdes) mutlaka bir var edicisi
(muhdis) olması gerekir. Geriye doğru İkincisi, üçüncüsü ... için de durum
böyledir. Böyle sonsuza kadar zincirleme (teselsül) gider. Teselsül ise
muhaldir. Sen bir başkasına “bir öncesinde lokma bulunmayan hiç bir lokma yeme”
desen yemek yemek mümkün olmaz. Keza “sonrasında bir lokma bulunmayan hiç bir
lokma yeme” desen bu takdirde de asırlarca devamlı yemek yemek gerekir.
Dehriyye’ye göre -ki bunlar Allah’ı inkâr edip “bizi ancak
dehir helâk eder”[73] diyenlerdir- a’yan ve a'raz
kadîm bir asıl tarafından ihdas . edilmişlerdir. Bu asıl ise “heyûlâ”dır. Bu
durumda heyûlâ kadîm olur. Çünkü onlara göre bir asla dayanmayan icad muhaldir.
Heyûlâ kadîmdir. Heyûlâ’nın hâlihazırdaki sureti ise hâdistir. Lâkin her suret
kendinden önce bir diğer sureti takip eder. Bunun sonu yoktur. Bir suret
taşımaksızın heyûlâmn olması mümkün değildir. Bu zaruri olarak böyledir. Cisim,
heyûlâ ve suretten müteşekkildir. Bu görüş Eflatun, Aristo, Ebû Nasr el-Farabî
ve İbn Sînâ’nın görüşüdür.
Bunların içinde “cisimlerin aslının dört temel varlık olduğu,
bu dört temel varlığın ısı, soğukluk, yaşlık, kuruluktan ibaret bulunduğu”
görüşünü benimseyenler vardır. Bunlara göre bu dört temel varlık ezelde
mevcuttular. Sonra bunlarda ebediyyen devam edecek cisimlik hali hâdis
olmuştur, işte bu dört temel varlık âlemin temel maddesidir.
İçlerinden bir kısmı ise şu görüşü savunmaktadırlar. Âlemin
aslı nur ve zulmettir ve her ikisi de kadîmdirler. Âlem bunların imtizacından
hasıl olmuştur.
Filozofların başka görüşleri de vardır. Burada serdedilmesi
sözü uzatacaktır. Tümü de apaçık bir dalalettir.
Allah’ın
Birliği
Yaratıcı bir tektir. Kendisi bölünme kabul etmez bir
bütündür. Zâtında isimlerinde ve sıfatlarında birdir.
Çünkü iki yaratıcı olsaydı yaratma, yapma ve yoktan var etme
gibi konularda ya birbirlerine muvafakat edecekler veya ters düşeceklerdi.
Muvafakat etmeleri hali, her ikisinin veya birinin aczine delalet eder. Çünkü
irâde sahibi olan bir varlık ancak icbar altında muvafakat eder.
Şöyle de diyebilirsin: Birbirlerine muvafakat ederlerse bu durumda
onlardan bir varlığın ortaya çıkması ya aralarında yardımlaşma yoluyla olur, bu
takdirde her ikisinin de aczi ve her birinin diğerinin yardımına ihtiyacı
sözkonusu olur. Biri, öteki olmaksızın diğerine yardımcı olabiliyorsa bu sefer
kendisine yardım edilen tanrı olacak vasıfta, değildir.
Veya her birinin kendi işinde müstakillen hareket etmesi
yoluyla ölür. Bu ise muhaldir.
Yahut şöyle demen de mümkündür: Birbirlerine muvafakat ederlerse
ya karşı koyma konusundaki âcizden dolayı muvafakat edecekler -ki bu durum
onların aciz olmaları demektir- veya güç sahibi oldukları halde diğerine boyun
eğmek suretiyle muvafakat edeceklerdir, halbuki güç altında boyun eğen
tanrılığa uygun değildir.
Her ikisinin ters düşme durumu şu ihtimalleri taşımaktadır.
Ya her ikisinin irâdesi gerçekleşecek, ki bu muhaldir. Çünki
maksat birinin dileğinin diğerinin dileğine ters düşmesi veya çelişmesi halidir
ve iki zıddm, iki çelişenin aynı anda birarada bulunması muhaldir.
Veya her ikisinin dileğinin gerçekleşmemesi halidir. Bu ise
acz- dir. Aciz tanrı olamaz.
Allah’ın birliği konusundaki deliller çoktur. Bizim
zikretmekle yetindiğimiz bu delil Allah Teâlâ’nm şu sözünden alınmıştır. “Eğer
yerle gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı her ikisi de bozulurdu.”[74]
Bu delile “Temanu’ Delili” adı verilir. Yani Allah birkaç
tane olsaydı bizzat kendi varlıklarıyla birbirlerine aykırı düşerler veya
birşey icad etmekte birbirlerine engel olurlardı. Allah Teâlâ’nın şu sözleri bunu
ifade eder: “... Onun yanında hiçbir tanrı yoktur. Olsaydı her tanrı kendi
yarattığıyla beraber gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlar-, dı.”[75] “Eğer dedikleri gibi Allah’la
beraber tanrılar bulunsaydı, o takdirde hepsi arş m sahibiyle savaşmaya bir
yol ararlardı.”[76]
Kelâmcılar, mufassal kitaplarda açıklandığı üzere temanu’
delili ' üzerinde uzun uzun durmuşlardır.
Mecusîler'e göre âlemin iki yaratıcısı vardır:
Biri hayırların yaratıcısı “iyi olan”dır. Bu “Nur”dur. Onlar
buna “Yezdan” adını vermektedirler. Yezdan Farsça’da tanrı demektir.
Diğeri şerlerin yaratıcısı “kötü olan”dır. Bu “Zulmef’tir.
Onlar buna “Ehrimen” derler. Çünkü şerlerin yaratıcısı “Sefih”tir ve şer yaratmak
Yezdan’a izafe edilemez. Sanki Mecusîler çirkin şeylerin yaratılmasını kötü
görmektedirler.
Biz buna karşı deriz ki şerlerin yaratılmasında bir hikmet
bulunmadığı takdirde şerri yaratan “sefih” olur. Halbuki durum böyle değildir.
Bilakis şerlerin yaratılmasında hikmet vardır ve birçok mâna taşır. En basit
örneği zâlimleri tökezletip yola getirmesindedir. Çünkü zâlimin başına
hastalık, ıztırap vb. bir kötülük geldiği zaman burnu kırılır, süngüsü düşer.
Şerlerin yaratılmasının Allah’a izafesine mani bir durum * yoktur.
Mecusîler yaratıcının kıdemi konusunda ihtilafa düşmüşlerdir:
Bir kısmına göre Nur ve Zulmet kâdirdirler. Bir kısmı ise
kadîm olan Nurdur, Zulmet ise hâdistir demişlerdir. Çünkü Yezdan’a kötü bir
düşünce gelmiştir. O düşünce “benim saltanatımda benimle çekişen biri olsa
hâlim nice olur” düşüncesidir ve Ehrimen bu düşünceden doğmuştur. O bütün
şerlerin aslıdır.
Mecusîler'in bir kısmına göre Yezdan ile Ehrimen arasında
harpler olmuştur.
Bütün bunlar hurafedir. Çünkü Allah’la başkaları arasında
harp tasavvur edilemez. Zulmet tümüyle şer değildir. Bilakis bazan kaçan birini
gizleyerek kurtulmasına sebep olur, uykuya ve istirahate yardımcı olur. Nur da
tümüyle hayır değildir. Nitekim ona bakmak gözü yorar.
Mecusîler'in hezeyanlarıyla uğraşmanın mânası yoktur.
Tenzîhî Sıfatlar
İhsam bol, şanı büyük, saltanatı yüce ulu yaratıcı aklı
başında herkesin ittifakı ile a'raz değildir. A'raz olsa bir cevhere veya bir
cisme muhtaç olacaktı. Çünkü a'raz ancak bu ikisiyle yer tutar. Vâcibü’l-Vü-
cûd ise başka bir varlığa muhtaç değildir.
Yaratıcı cevher de değildir. Çünkü cevher bileşiklerin
aslıdır, ne aklen ne de vehmen parçalanamayan cüzdür. (Atom,, cüz-i la yetecez-
za). Cevherin tarifi: “Kendi başına yer tutan, aynı anda olmamakla birlikte
bedel yoluyla hareket ve sükûn gibi birbirine zıt vasıfları taşıyabilen
varlıktır. Hareket ve sükûnun aynı anda bir arada bulunması muhaldir.
Yaratıcının bileşik cisimlerin terekküb ettiği bir şeyden olması muhaldir. O
halde Allah’ın cevher olması mümkün değildir. Biz burada cevher deyince, ifade
ettiğimiz gibi, a'razlan taşıyan mahalli kasdedi- yoruz.
O halde anlamış olduğunuz gibi Allah’ın ne cevher , ne de
a'raz olması ve ne de hâdislere ve a'raz lara mahal olması mümkün değildir.
Kerramiyye ve Mecusîler bu görüşte değillerdir.
Bizim delilimiz, ittifak ettiğimiz, “Allah’ın sıfatları kemal
sıfatlarıdır ve bu sıfatların hâdis olarak düşünülmesi onların hudûsundan önce
noksanlığı gerektirir, Allah noksanlıktan münezzehtir” görüşüdür. Diğer
deliller çoktur.
Allah Teâlâ’nın cisim olması da düşünülemez. Onun cevher olması
ihtimali ortadan kalkınca cisim olması ihtimali de ortadan kalkmış olur. Çünkü
cismin mahiyeti “en az iki veya üç cevherden mürekkep olmaktır.”
İsim ve
Müsemma
İsim ve müsemma Eş’arîler’in çoğunluğu ile Hanefîler’e göre
Allah’ın “Rabbinin ismini teşbih et”[77]
sözünden dolayı birbirinin aynıdır. Eğer isimle müsemma birbirinden ayrı şeyler
olsalardı, teşbih emri Allah’tan başkasını teşbih şeklinde olurdu.
Bazı âlimler isim ile müsemmanın birbirinden ayrı şeyler
olduğunu söylemişlerdir. Çünki bunlara göre Allah “En güzel isimler Allah’ındır”[78] buyurmuş olduğundan eğer isim
müsemmanın aynı olsaydı, isimlerin müteaddid olduğu göz önünde tutulursa zâtın
birden fazla olması gerekirdi.
Biz buna karşı şu görüşü savunuruz. Bu durum tesmiye hakkındadır.
Tesmiye hiç şüphesiz müsemmadan başka şeydir. Bu sebepten yani ismin müsemmanın
kendisi olması gerçeğinden dolayı Allah’ın isimlerinden birinin diğerine
üstünlüğü yoktur. Çünkü müsemma birdir, aym zamanda isimdir. Her ne kadar
lafızlar çoğalsa da bu böyledir.
Sen “ism-i a’zamın (en büyük isim) varlığına bakarak bazı
isimler diğerlerinden üstündür çünkü ism-i a’zam ötekilerin en büyüğüdür”
dersen ben de cevaben derim ki:
“İsimler arasında birbirlerine üstünlük yoktur” hükmünden kasdedilen
bizzat isimlerin kendileridir. Her ne kadar bazı isimlere teret- tüb eden
diğerlerine terettüb etmese de bu böyledir. îsm-i a’zamdan murat bu ismin diğer
isimlerden daha üstün olduğu değil, bilakis zikrindeki sevabın fazlalığından
ve o isimle yapılan duanın kesinlikle kabul edileceği yönündendir.
Keza biz Kur’an hakkında da Allah’ın kelâmı olması açısından
bir kısmının diğer bir kısmına üstün olmadığım söylüyoruz. “De ki Allah bir
tektir”[79] âyetinin Kur’an’ın üçte birine
muâdil olmasından[80] kasıt, bu âyetin sevabının tüm
Kur’an sevabının üçte birine muâdil olmasıdır.
Bizzat âyetin kendisinin Kur’an’ın üçte birine denk olacak
şekilde diğer âyetlerden fazla olduğu şeklinde değildir.
Şurası bilinmiş olmalıdır ki ismin müsemmanm aynı mı yoksa
gayn mı olduğu konusunda imamların ihtilafı çoktur. Bildiğiniz gibi eşyanın
bir haricî varlığı, bu varlık gerçek aslî varlıktır, bir zihnî varlığı, bu
varlık İlmî surî varlıktır,- bir dildeki varlığı, bu varlık kendisine delalet
eden lafzî varlıktır, bir de parmaklardaki varlığı vardır. Bu da yazıdır.
Mesela “sema” (gök) kelimesini ele alalım. Bunun bir hâricî varlığı vardir.
Sonra zihinlerimizde, kalplerimizde bulunan bir varlığı daha vardır. Nitekim
semanın sureti önce gözlerimizde, sonra hayalimizde iz bırakır. Bu suret bilgi
olarak ifade edilen surettir ki bilinenin örneğidir. (Misal, ide). O örnek
bilineni anlatır ve ona paraleldir. Zihindeki kadın intibaına ait suretin ona
karşılık gelen hariçteki suretini anlatması gibi.
Semanın dildeki varlığı, birinci bölümü “sin”, ikinci bölümü
“mim”, üçüncü bölümü “elif” olan üç bölümlük birtakım seslerden meydana gelen
lafızdır. Bu varlık “sema” sözümüzden ibarettir. Söz zihindeki varlığa delalet
eder. Zihindeki varlık ise hariçteki varlığın suretidir ve ona mutabıktır.
Madde âleminde varlığı bulunmasaydı, zihinlerde suret intibaını bırakmazdı.
Zihinlerde intiba olmasaydı kişi o varlığı idrak edemezdi; varlığı idrak
edemeyince de dilde isim verilemezdi. O halde lafız, bilgi ve bilinen (obje),
her birinin özelliği diğerine benzemeyen, birbirinden farklı üç şeydir. Mesela
“insan” hariçteki varlığı itibariyle uykuda, uyanık canlı ve ölü olmak gibi
vasıflar taşır. İnsan zihindeki varlığı itibariyle, ise mübteda, haber, amm,
hass, küllî ve cüzî gibi vasıflar taşır. İnsan dildeki varlığı itibariyle
Arapça, Farsça ve Türkçe gibi vasıflar taşır. Bu varlık zamanla değişen,
bölgelere göre farklılaşan bir özellik taşır. Haricî ve zihnî varlık ise
değişiklik göstermez.
Buraya kadar anlatılanları öğrendikten sonra vücûd-u zihnî ve
vücûd-u haricîyi. bırakıp vücûd-u lafzî üzerinde durmalısın. Çünkü maksadımız
bununla ilgilidir. Bize “isim nedir?” dendiğinde biz cevabın “bir mânaya
delalet etmesi için konulan lafızdır” deriz. Şu anda maksadımız tarif koymak
değildir. Bizim şimdiki maksadımız “isim”- den kasdedilen “üçüncü derecedeki
mâna”dır. Bu da dilde olandır, “isirri’den bir mânaya delalet eden lafzı
kasdettiğimizi öğrendiğine göre bil ki mânaya* delalet etmek üzere konulmuş her
lafzın bir vazî (lafzı koyan), bir vaz’i (lafzın konulması) ve bir de mevzuu
(objesi) vardır, ismin mevzuuna “müsemma" denir. Bu o mevzua delalet eden
lafızdır. Vâzı’a (lafzı koyana), “müsemmi” (isim veren) denir. Vaz’a ise (lafız
koyma) “tesmiye” (isim verme) denir. “Filan çocuğuna isini verdi” denir. Bu söz
çocuğa delalet eden bir lafız koyduğu zaman söylenir ve bu lafız koyma işine
“tesmiye” (isim verme) adı verilir. Tesmiye, konulan ismin zikredilmesi
mânasına da gelir. Tıpkı “ey Zeyd” diyen bir kişi için “semmâhu” (ona isim
verdi-onun ismini söyledi) dendiği gibi. İsim, tesmiye, müsemmi, müsemma
mefhumları hareket, tahrik, muharrik, muharrek mefhumları gibi cereyan eder.
Bu
anlaşıldıktan sonra bu meselenin gerçek yönünün izahı bize göre şöyledir:
Mesela “senin Zeyd” sözünde beş husus vardır:
1-
Lafzı bir varlık için delil
kılman, ki bu onun tesmiyesidir ve fâilin fiilidir. Bu fiil bir yaratılmışın
fiili ise hâdistir, Allah’ın fiili ise -ehl-i sünnete göre- kadîmdir. Çünkü
“kelâm” kadîmdir ve Allah Teâlâ kendisine, kadîm olan kelâm-ı nefsîsi ile
isimler vermiştir.
Mu'tezile
kelâm-ı nefsîyi kabul etmediği için bu hususta bize muhalefet etmiştir.
2-
Lafzı o varlığa isim olarak
vermen, ki bu ismin müsemmada kullanılmasıdır. Bu durumda senin “bu tesmiye”dir
demen mümkündür, bu takdirde söz birinci şıkka döner.
3-
Lafzın kendisi. Mesela bu
lafız “zay”, “ya” ve “dal”dan ibarettir. Biz bir lafız telaffuz ettiğimiz ve
bu lafzın objeye şümulünü gösterecek bir karine söylemediğimiz, zaman bu isim
ve müsemma bazan Zeyd’de olduğu gibi şahıstır, bazan da “ilim” ve “hamd” de
olduğu gibi mânadır.
4-
Vasıl hemzesi, “sin” ve
“mim” den meyana gelen “isim”. Bu kelime nin delalet ettiği mâna üçüncü
hususta zikrettiğimiz mânadır. İsim, özel bir mânaya tahsis edilmiş lafızdır.
Hiçbir
kimse bu dört.hususun “müsemma” olduğu görüşünü be- nimsememiştir. Bilakis, ilk
ikisinin “tesmiye”, üçüncüsünün “isim” (ki bu mesela Zeyd’dir), dördüncüsünün
“ismin ismi” olduğunu ifade etmişlerdir.
5-
Üçüncü maddede
zikrettiğimiz Zeyd örneğindeki ismin delalet ettiği şey. Bu ismin delalet
ettiği şeyin “müsemma” olduğunda ihtilaf yoktur ama bu müsemma aynı zamanda
ismin kendisi midir? İşte ihtilaf noktası burasıdır.
Her iki
gurubun çoğunluğuna göre müsemma aynı zamanda ismin kendisidir, isim ve
müsemma birdir. Lafza gelince, onun tesmiyesidir.
İsim ve
müsemma birbirinin gayrıdır da denmiştir. Bunlara göre isim sadece lafızdan
ibarettir.
Zikredilen
örnekte kasdedilen sana açıkça belli edilmemiştir. Çünkü müsemma yani Zeyd
kelimesinin delalet ettiği şey zât’tır. Lâkin bazı durumlarda ismin mânası
zât’ın gayrı olur. “Faziletli Zeyd” sözümüzde olduğu gibi. “Faziletlinin mânası
Zeyd’in zâtının fazilet sıfatını taşımasıdır ve “faziletlinin müsemması Zeyd’in
zâtıdır.
Kim isim
müsemma nın aynıdır derse şöyle denir: “İsim” faziletli kelimesinden elde
edilen mânadır, müsemma ise kendisine faziletli ismi verilen zâttır. Her ikisi
de tek bir şeydir. Çünkü ismin mânası kendisine isim verilen şeydir. Mesela
Zeyd’in mânası gibi.
Biri de
şöyle diyebilir: İsim müsemmanın gayrıdır. Bu görüş sahibinin dayandığı iki
nokta vardır.
1-
Faziletli lafzının mânası
bu sıfatı doğru olarak taşıyan zât, birbirinden ayrı şeylerdir diyebilir ve
ismin mânadan ibaret olduğunu kabul eder. Bu görüşü paylaşanlarca bahsedilen
bu husus meşhurdur. .
2-
İsim lafızdan ibarettir
diyebilir. Bu ise meselenin künhüne va - kıf hiçbir kimsenin benimsemediği
zayıf bir dayanaktır.
Bu
araştırmanın tesiri Allah Teâlâ'nın isimleri konusunda ortaya çıkar.
Mezhebimizin meşhur görüşüne göre isimler üç kısımdır.
1-
Müsemma ile aynı olan
isimler. Bunlar Allah’ m bizzat varlığına delalet eden isimlerdir. “Allah”
sözümüzde olduğu gibi. “Var olan” (mevcut) zâtın kendisidir. Zeyd’in delalet
ettiği şey konusunda ifade ettiğimiz gibi. Burada isim ve müsemma
birleşmektedir. Yani ortada zât üzerine ilave bir mâna yoktur.
2-
Müsemmanın gayrı olduğu
söylenen isimler “hâlık”, “râzık” isimlerinde olduğu gibi. Çünkü bu isimler
“halk”, “rızk” sıfatlarını gerektirmektedirler ve bu her iki sıfat da
hâdistirler, zâtın gayrıdırlar.
3-
Müsemmanın aynı denmediği
gibi gayrı da denmeyen isimler “alîm”, “kadîr’” isimleri gibi, ki inşallah
açıklaması ileride gelecektir.
Not: Biri, karısına “ismin boş olsun” derse onun üzerine
boşama geçerli olmaz. “Tetimme” müellifine göre “isim”den karısının hâricî
varlığını ve zâtını kasdetmesi halinde boşama geçerli olur.
Allah’ın
Görülebilmesi
Allah Te'âlâ âhirette görülecektir.
Rü’yet (görme, görülme) kelimesinin mânası, Allah Teâlâ’yı
tıpkı dünyada görülebilen başka şeyleri görür gibi ve fakat cihet ve keyfiyetten
münezzeh olarak, gözle görmek suretiyle bilgi edinmemizdir. Biz o görülebilir
demişizdir. Çünki “mevcut”tur ve her mevcudun görülmesi mümkündür, o halde
Allah da görülebilir.
Ortada cinler gibi görülemeyen birçok şey durup dururken
nasıl olur da siz her mevcut görülür dersiniz denemez. Çünkü biz “aklen kesinlikle
görülecektir demedik, görülebilir dedik” diyoruz. Görülebilir hükmünden görüldü
sonucu çıkmaz. (Cevazdan vuku’ lazım gelmez) Sonra sizin söylediğiniz herkesin
kabul ettiği birşey değildir. Çünkü cinniyi başka biri görmese de saralı görür.
Birçok salih kişiden cinleri gördükleri şeklindeki sahih haberler bize
ulaşmıştır. İster cinnî olsun veya başka şeyler olsun varlıklar içinde
görülemeyen şeylerin bulunması Allah’ın adetini, onların görülmesi
istikametinde yürüt meşindendir yoksa bizzat onların görülemez olmasında
değildir;
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Cebrâil’i (aleyhisselâm.)
gördüğü halde huzurunda bulunanlar onu görmüyorlardı. Bizim âlimlerimiz
Allah’ın âhirette görüleceği ve onu müminlerin göreceği konusunda ittifak
etmişlerdir.
Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. “Siz Rabbinizi, dolunay gecesinde ayı
gördüğünüz gibi (rahatça) göreceksiniz, onu görmekte izdihama
düşmeyeceksiniz”. Bu doğruluğu üzerinde ittifak edilmiş bir hadistir.[81]
Mu’tezile ve Havâric’e göre Allah “onu gözler, idrak edemezler”[82] âyetinden dolayı görülemez.
Biz buna
karşılık şöyle deriz: Görüşümüzü, bu âyet mucibince düzenli yoruz. Çünkü şöyle
diyoruz: O idrak edilemez. Çünki idrak, bütün yönlerine vukuf demektir. Âyet
ise Allah’ın ihata edilemeyeceğine, gücünün yüceliğine delalet etmektedir,
yoksa onun görülemeyeceğine değil ve biz Allah ihata edilir demiyoruz. Bilakis
O sadece görülebilir diyoruz.
Keza
onlar şöyle derler: Bir vasıtayla görüş, görülen şeyle karşı karşıya olmayı,
yüz yüze gelmeyi, belli bir mesafede bulunmayı, ya tümünü veya bir kısmını
görmeyi gerektirir. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir. O halde bizim Allah’ı
görmemiz de muhaldir.
Buna
karşılık bizim cevabımız şöyle olur: Bu görüş Allah’ın me - safe ve yön
olmaksızın görülmesi hususunda batıldır. Keza Allah’ın bilinmesi hakkında da
böyledir. Çünkü O, mesafe ve yüzyüze gelme olmaksızın bilinir. Nitekim yön ve
mesafe görülebilmenin şartlarından değildir.
Mûsâ’nın
(aleyhisselâm) “bana kendini göster, sana bakayım”[83]
demek suretiyle Allah’tan rü’yet talep etmesi bu gerçeğe yani rü’yetin mümkün
olduğuna delalet eder. Çünkü rü’yet muhal olsaydı o elbette bunu istemezdi.
Nitekim, mümkün olmayan bir şeyi istemek, aklı başında olan kişilere uygun bir
davranış değildir; nasıl olur da peygamberler için uygun olur.
Muhaliflerimiz
bize karşı Allah’ın Mûsâ’ya (aleyhisselâm)cevaben “sen beni asla göremezsin”
(lenterani)[84] âyetini ileri sürerler ve “bu
ifade rü’yetin mümkün olmamasını gerektirir. Çünkü ‘len’ harfi ebedîlik bildirmek
içindir. Allah’ın kendisiyle konuştuğu (kelimullah) Mûsâ (aleyhisselâm)onu
ebediyen göremezse başkaları haydi haydi göremez” derlerse biz buna karşı şu
cevabı veririz: “Len” harfi “Onu (ölümü) ebediyyen istemeyeceklerdir”
şeklindeki âyette (len yetemennevnehu) gelir. Halbuki onlar ölümü âhirette
isteyeceklerdir.[85] Bu durum “len” harfinin
ebedîlik ifade ettiği görüşünü savunanların aleyhine bir şeydir ki, Zemahşerî
“Enmuzeç” isimli kitabında zikretmiştir Zemahşerî 11 Keşşaf isimli eserinde
“len”in te’kitli nefi ifade ettiğini belirtmiştir. “Len”in ebedîlik ifade
ettiği görüşü delilsiz bir davadan ibarettir.
“Len”
ebedîlik ifade etseydi “ben bugün asla hiçbir insanla konuşmayacağım”[86] âyetindeki menfî ifade de
“el-yevme” ile niçin sınırlanmıştır. Bu durumda “onu ebediyyen
istemeyeceklerdir”[87] âyetindeki ebedîlik zikri
tekrar içindir.
Mutezile,
rü’yetin vukuu konusunda sarih olan “O günde birtakım yüzler rablerine bakarak
parlayacaktır”[88] mealindeki âyeti te’vil etmişler
ye “Rablerinin nimetini bekleyerek” mânasındadır demişlerdir.
Biz buna
karşılık deriz ki: Bu te’vil batıldır. Çünkü beklemek yorgunluk ve
bitkinliktir. Halbuki cennet yorgunluk yurdu değildir.
“Nazar”
kelimesi “ilâ” kelimesi ile beraber kullanılırsa bu ancak gözle görüş
mânasınadır. "Nazara ileyhi” dendiği zaman bu “Onu gördü” demektir.
Allah’ın Mûsâ hakkında hikaye ettiğine göre Mûsâ “Yarabbi bana kendini göster
sana bakayım”[89] yani “seni bekleyeyim” değil
“seni göreyim” demiştir.
Ahirette
rü’yetin vukuu bulacağını aklen isbat edenler bu rü’yetin dünyadaki imkânının
naklî delillere dayalı olarak isbatında ihtilafa düşmüşlerdir:
Bir
kısmı naklî delillere göre Allah’ın dünyada görülmesi mümkün değildir
demişlerdir.
Bir
diğer grup ise dünyada rü’yetin mümkün olduğu görüşünde olanlardır.
Keza
Allah’a “idrak edilebilir varlık” denip denemeyeceği konusunda da ihtilaf
etmişlerdir:
el-Kalânisî
ve Abdullah b. Said böyle demenin yasaklanması görüşünü savunmuşlardır.
Allah’ın
rüyada görülüp görülemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir.
Bizim
âlimlerimiz Allah’ın bizzat kendini görmesinin mümkün olduğu görüşünde ittifak
etmişlerdir. Rü’yeti inkâr edenler içinde bu görüşü benimseyen bir gurup
vardır.
Allah’ m
Sıfatlarının Ezelîliği
Allah’ın sıfatlan zâtının ne aynıdır ne de gayrıdır. Bir
şeyin rengi de böyledir. Sıfatların zâtın aynı olmaması konusu açıktır, çünki
sıfat, mevsufun kendisi değildir. Sıfatların zâtın gayrı olmamasına gelince, bu
da birbirinin gayrı olan iki şeyin birinin diğerinden ayrılabilir nitelikte
olması gerçeğine göredir. Nitekim Allah’ın sıfatlarının zâtından ayrılması
mümkün değildir.
Hanefîler’e göre Allah’ın sıfatları, ister fiil sıfatları
olsun ister zât sıfatları olsun hâdis değillerdir.
Kaderiyye’ye ve Eş’ariyye’ye göre, ihyâ, imâte gibi fiil
sıfatları hâdistirler ve Allah’ın zâtının gayrıdırlar. Çünkü onlara göre fiil
sıfatları, ki bu da tekvindir, mükevvenin aynıdır. Onlar yazma işlemi olmadıkça
bir şeyin yazılmış olmayacağı görüşündedirler. Bu yüzden “Allah yaratmasıyla
yaratıcıdır” derler.
Halbuki biz “Allah daima yaratıcıdır” deriz. Tıpkı “Allah
daima âlimdir” dediğimiz gibi. Zâtî sıfatlar için de böyle deriz. Nitekim “kâtip”
yazmasa da kâtiptir.
Tekvîn ve
Mükevven
Şurasını bilmiş olmalısın ki, benim bu akîde içinde Hanefîler
ile Eş'arîler’in ihtilaf ettiklerini zikrettiğim ilk mesele budur. Şimdi konuyu
kısaca açıklayalım:
Âlimlerimize göre fiil sıfatları hâdistirler. Allah’ın hâlık,
râzık, adil, muhsin, mün’im, muhyi, mümit, müsib, muakib gibi sıfatları da hadistir.
Çünkü bu sıfatlar Allah’ın halk, rızk, adi, ihsân, in’âm, ihyâ, imâte, isâbet,
muâkabet gibi fiillerinden kaynaklanmaktadır.Allah’ın fiillerinden kaynaklanan
bu sıfatların şu anda var olan bir sıfatı gerektirdiği söylenemez. Çünkü kadîm
bir varlığa bu hâdis fiiller yüzünden ne birtakım sıfatlar hasıl olur ve ne de
o varlığın yeni yeni durumları ortaya çıkar. Çünkü kadîmin hâdislere mahal
olması muhaldir. Eş’arî’nin “fiil sıfatları hâdistir” sözünden kasdedilen
budur.
Hanefîler’in, “biz, yazmamış olsa bile, katibe katip deriz”
sözüne gelince eğer bundan o anda bilfiil yazanı (kâtip) kasdediyorlarsa bu
apaçık zorlamadır. Çünkü “döven”, dövme işini meydana getirmedikçe bilfiil
döven adını almaz. Eğer Hanefîler bu ifadelerinden yazma gücünü
kasdediyorlarsa bunda münakaşa yoktur. Bu takdirde hâlık (yaratıcı), râzık
(rızık veren) sıfatları bu fiillere gücü.yeten (kâdir) mânasına gelir. Diğer
hâdislere taalluk eden kudretin kadîm olduğunda ihtilaf yoktur. Bu takdirde
münakaşa sıfatların bu itibarla kullanılmasının mecaz mı yoksa hakikat yoluyla
mı olduğu noktasına gelir ki bu da lafzi bir ihtilaf haline dönüşür.
Hanefîler tekvin meselesini zikrederlerken tek başlarına
kalmışlardır. İmamımız Ebu’l-Hasen el-Eş'arî’den -bu akîdede gördüğünüz gibi-
onun tekvinin mükevvenin gayrı olduğu görüşünü savunduğunu nakletmişlerdir ki
bu onun söylemediği bir görüştür. İmamlarımızın söylediği, tekvinin kadîm veya
hâdis bir sıfat olduğu hükmünün, tekvinin mahiyetinin ortaya konmasından sonra
doğru olabileceği şeklindedir. Eğer bundan kasdedilen, kudretin makdurdaki
etkisi ise bu nis- bi bir sıfattır, nisbi olan şeyler ise ancak bağlı
bulundukları şeylerle birlikte vardırlar. O takdirde tekvin ancak kudret ve
makdurla birlikte vardır ki bu da mükevvenin kendisidir. Mükevven ise ittifakla
hâdis olduğuna göre tekvinin de hâdis olması zaruri sonuç olarak ortaya çıkar.
Bu durumda kesinlikle mükevvenin gayrı olur.
Her ne kadar Hanefîler tekvin, ile kudreti, tekvinin varlığa
bilfiil tesiri, kudretin ise imkana taalluk etmesi açısından ayırıyorlar ve
"kudret dahilinde olan herşey bazen var olmayabilir, tekvinin taalluku dışında
kalan, cıvadan deniz, yakutdan dağ örneğinde olduğu gibi. Kudret bir şeyin var
olmasının imkânına, tekvin ise o şeyin bizzat var olmasına taalluk eder.”
diyorlar.
Biz buna karşı diyoruz ki tekvinden anlaşılan hâlihazırdaki
taalluktur. Bu sebeple varlık tekvine bağlanır. Allah Teâlâ “bir şeyin olmasını
iştediğimiz zaman sözümüz sadece ona “ol” dememizdir ve hemen olur.”[90] Âyette “feyekûnü”
kelimesindeki “fa”, takibe delalet eder. Tekvin halihazırdaki taalluktan ibaret
olduğu zaman kadîm bir sıfat olmaz. Tekvinden bir başka mâna kasdediyorlarsa
açıklamak onlara düşer. Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkmıştır ki tekvin ister
kudretin kendisi veya tesiri olsun hiç şüphesiz mükevvenin gayrıdır. Bizden
nakledilen bunun tersi bir görüşün hiçbir dayanağı yoktur.
Bilmiş olmalısın ki bu meselede Hanefîler’le bizim aramızdaki
ihtilaf, her ne kadar her iki taraf bu konuda sözü çoğaltsalar ve yaysalar da,
basit bir şeydir. Çünkü fiil sıfatlarının ne varlığının ortaya konmasından ve
ne de yokluğunun söylenmesinden Allah’a bir nakisa sonucu çıkmaz. Keza hâlık
ve râzık sıfatlarının Allah’ın isimlerinden olduğunda ihtilaf yoktur.
Ben diyorum ki: Allah Teâlâ hakikat kullanımı ile hâlık
olarak isimlendirilir. Hanefîler'in hâlıkiyyet sıfatının kadîm olduğu görüşüne
katılmıyorum. Çünkü hâlık ismi ya konulduğu mânada kullanılan (ma vudıa leh)
hakikat yoluyla Allah’a verilir veya verilmez, yahut da bu sıfat imamlarımızın
zikrettiği tarzda kadîm değildir.
Keza ben diyorum ki: Bu açıklamalardan sonra bizimle onlar
arasındaki İhtilaf ciddi olarak ortadan kalkmıştır. Allah’ın ezelde hakikat
kullanımıyla hâlık olduğu konusunda görüş birliğine varmışızdır, ihtilaf,
kabulünden ve reddinden noksanlık sonucu çıkmayan bu sıfatın ne ile var olduğu
(kıyamı) noktasındadır. O. halde bu noktadaki ihtilaf pek büyük birşey
değildir.
Yine ben diyorum ki: Ebu’l-Hasen’in “hâlık ismi mecazdır” dediği
tesbit edilmemiştir. Muhtemelen o benim zikrettiğimden başka bir görüşe sahip
olmamıştır. Kelâmcılar lafızların hakikatleri ve mecazları hakkında
konuşmuyorlar da meselelerin hakikatları ve mahiyetleri hakkında konuşuyorlar.
Bu noktaya vardığın zaman usulcülerin “isimler hakikat ve mecaz değillerdir”
sözünü unutmamalısın. Sen hâlık, râ- zık sıfatlarıyla bu ikisinin dışında kalan
ve fiil sıfatlarından türemiş diğer isimler hakkında da bu görüşü tatbik
ederek onların âlem olmadıklarını söyleyebilirsin. Çünkü onlar âlem oldukları
takdirde ne hakikat ve ne de mecaz olarak vasıflandıramazlar.
Bunu böyle yoluna koyduktan sonra hâlık, râzık ve benzeri
sıfatlar konusunda “bunlar hakikat mi yoksa mecaz mıdır?” şeklindeki bir
soruya karşı biz deriz ki: Bu kelâmcının vazifesi değildir. Bu bir dil
meselesidir ki halihazırda fiil kiminle birlikte varlığını sürdürüyorsa o şâhsa
hakikat olarak diğerlerine ise mecaz olarak verilir. Bir şahsa âlem olan bir
isim verildiği zaman bu hakikat veya mecaz olarak nitelendirilemez. Bu ise
usulcüleri ilgilendirmeyen bir sahadır.
Bize “hâlıkiyyet sıfatı ezelde var mıdır?” diye sorarlarsa
buna cevaben şöyle deriz:
Yaratıcılığa
kudretin var olduğu ve bizzat yaratıcılık sıfatının kabulünden ve reddinden
bir nakısa sonucu çıkmadığı noktasında görüş birliğine vardıktan sonra ihtilaf
noktası budur. Bizzat böylece ihtilaf konusu gerçekten basitleşmiştir.
“Zât sıfatları ve fiil sıfatları nedir” dersen cevaben şöyle
derim:
İmamlarımızın
ifadesine göre sıfat ya zatî veya manevî yahut da fiilî olur. Zâtî sıfatlar,
yokluğunu düşündüğümüz zaman zâtın yokluğunu da gerektiren sıfatlardır. O
sıfatlar olmaksızın zâtın varlığı düşünülürse bu takdirde sıfatların cinsinin
değişmesi gerekir. Allah’ın kıyam binefsihî sıfatında olduğu gibi. Manevî
sıfatlar yokluklarını düşündüğümüz takdirde zâtın yokluğunu gerektirmeyen
sıfatlardır..Bu sıfatlar olmaksızın zâtın varlığı düşünülürse sıfatların cinsi
değişmez. Allah’ın âlîm ve kâdîr olması gibi. Fiilî sıfatlar yaratıcılık
(hâlıkıyyet), rızık vericilik (râzıkıyyet) sıfatlarında olduğu gibi yokluğu
halinde bir nakisa gelmeyen sıfatlardır. Allah Teâlâ’nın bu sıfatlarla
tavsifinin zâtının ne aynı ve ne de zâtından gayrı olması demek Allah ile var
olan mânalar demektir. Çoğu kere zât sıfatları ve manevî sıfatların her ikisine
birden zât sıfatları denir.
Bu
mânada zât sıfatları celâl, kibriyâ, kudret, ilim, semi’, basar, kelâm ve
bunlardan başka diğer fiil sıfatlarıdır.
Kelâm Sıfatı
Kur’an,
Allah’ın kelâmı ve Allah’ın zâtıyla kâim ezelî bir sıfattır. Harf ve ses
cinsinden değildir. Kelâm Allah’ın zâtında tekdir, bölünmez, ne Arapça ve ne
de Süryanicedir. Şu kadar var ki yaratılmışlar bu tek varlığı muhtelif
ibarelerle anlatırlar. Allah’ın zâtı da böyledir. Bir Arap bu zâtı “Allah”
diye, bir îranlı ise “Hudâ” diye isimlendirir. Allah’ın kelâmı-Arapça olarak
isimlendirildiği zaman bu, Allah’ın seçkin kulu Muhammed’e (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) indirilmiş apaçık Arapça Kur’an’dır. Allah’ın kelâmı süryanice
olarak isimlendirildiği zaman bu da Allah’ın ruhu İsâ’ya (a.s.). indirilen
Incil’dir. Yine Allah’ın kelâmı îbranice olarak isimlendirildiğinde bu da
Allah’ın kendisiyle konuştuğu (kelimullah) Mûsâ’ya (aleyhisselâm)indirilmiş
olan Tevrat’tır.
Mu'tezile’ye
göre Allah’ın kelâmı bu ibarelerin aynıdır ve hâdis- dir. Allah onu bir ağaçta
yaratmıştır. Çünkü kadîm ve ezelî olsaydı, Allah bu kelâmla emreden,
yasaklayan, haber veren ve cezalandıran olurdu ki bunlar henüz ortada
bulunmayan varlıklar hakkında saçmalıktır. Nitekim bulunmayan biriyle konuşmak,
onun hakkında haber almak vermek, onun emredilmesi ve nehyedilmesi çirkindir.
Demişlerdir ki: Evinde oturup gaib biriyle konuşarak “ey Zeyd şöyle yap böyle
bil” diyen kişi delidir. O halde yok olanla konuşan hakkındaki fikrin nedir?
Cevaben deriz ki: Delilik, emrin, emredilen işin emre muhatab
kişi tarafından hemen yerine getirilmesini gerektirecek tarzda olması halinde
sözkonusudur. Halbuki bunun mânası böyle değildir. Bilakis var olduğu ve teklife
hazır olduğu zaman ifâyı gerektirecek şekildedir. Çünkü öncelik ve sonralık
zaman ve mekanla ilgilidir. Allah’ın kelâmının ise zamanla ve mekânla ilgisi
yoktur.
Eğer, “Allah Teâlâ “Kur’an’ı Arapça okunan bir kitap kıldık”[91] buyurmakta olduğuna göre,
“kılmak” yaratmak demektir. Bu da Kur’an’ın mahluk olduğuna delalet eder”,
denirse buna cevaben biz de şöyle deriz:
Esasen mesele öyle değildir. Yani “kılmak” her yerde yaratmak
mânasına gelmez. Allah’ın şu .sözü buna delalet eder: “Onlar rahmân olan Allah’ın
kulları olan, melekleride dişi kıldılar (saydılar)”[92].
Eş’arîler, mushafta yazılı olanların Allah’ın kelâmı
olmadığını, bunların Allah’ın kelâmına ait bir ibare olduğunu, kelâmın ise bir
sıfat, sıfatın da mevsuftan ayrılamayacağını ifade etmişlerdir.
Biz (Mâtüridîler) buna karşılık deriz ki: O, Allah’ın
kelâmıdır. Lâkin harfler ve sesler yaratılmışlardır. Çünkü biz, kelâm mushafa
hulul etmiştir demiyoruz ki bizim görüşümüzden sıfatın mevsuftan ayrılamayacağı
sonucu çıkmış olsun. Allah’ın ilmiyle bilinen bir şeyde Allah’ın ilim sıfatının
kendisinden ayrıldığını görüyor musun?
Bu mesele Hanefîler ve Eş’arîler’in ihtilaf ettikleri ikinci
meseledir. Akîde’nin müellifinin Eş’arîler’den naklettiği görüşleri nasıl
naklettiğini sen de görüyorsun. Muhakkik imamlarımızın üstad Ebu’l-Hasen’- den
naklettikleri, harflerin ve kelimelerin hudûsu, kelâmın ise kıdemidir. Bu da
ibarelerin delalet ettiği kelâmdır. Sünnetin kılıcı, imamlarımızın sözcüsü,
Eş'arîler’in üstadı Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî bu hususu açıkça belirlemiş ve
şöyle demiştir: Allah’ın ezelî kelâmı gerçek hüviyetiyle dillerimizde okunmuş,
kalplerimizde ezberlenmiş, kulaklarımızla işitilmiş, mushaflarımızda
yazılmıştır ama bunların hiçbirine kelâmdan herhangi bir şey hulul etmemiştir.
Tıpkı Allah kalplerimizle bilinir, dillerimizle zikredilir, mihraplarımızda
kendisine ibadet edilir ama Allah’tan herhangi birşey bunlara hulul etmez.
Okuma fiili ve okuyan mahlukturlar. Tıpkı ilimde olduğu gibi, ilim ve ilimle
bilmek mahluktur ama bilinen ve tanınan kadîmdir. İşte Eş’a’ri’nin görüşü budur
ve bu da Ebû Hanîfe’nin görüşüne uygundur. Bizim ilim adamlarımız ile Hanefî-
ler, mushafı yakanın yahut onu küçümseyenin kâfir olduğu ve öldürülmesi
gerektiği görüşünde ihtilaf etmemişlerdir.
Allah’ın Mekandan Tenzihi
Müşebbihe ve Kerramiyye, “Allah arşın üzerine istivâ
etmiştir”[93] [94]
âyetine dayanarak Allah’ın yer tutma mânasına arşın üzerinde bulunduğunu,
diğer cisimler gibi bir cisim olduğunu söylemişlerdir.
Biz deriz ki: Onların “Allah, bir mekanı kaplayarak arşın
üzerindedir”. sözleri hezeyandır. Âyetten istidlallerine gelince, oradaki
“istivâ”, oturma mânasına değildir. Bu konuda Ehl-i sünnetin iki görüşü
vardır:
1-
İstivâ, istilâ (kaplama,
kuşatma) mânasınadır. Yani Allah, yaratılmışların en büyüğü olan Arşı, varlığın
bütün fertlerini ihata edecek tarzdaki bir istilâ ile istilâ etmiştir. Sen
Zeyd’e, bir işi tamamladığı ve onu ihâtâ ettiği zaman “işe istivâ etti” dersin.
Şairin şu sözü bu baptandır.
. Bişr, kılıç kullanmadan ve kan akıtmadan Irak’ı istivâ
etti.2zi Yani, istilâ etti, demektir.
2-
Biz mâna işini Allah’a
havale ederiz ve deriz ki: O, cihetten münezzehtir, cisim olmaktan yücedir. O
“istevâ” sözünden kasdettiği mânayı en iyi bilendir. Bu yol selef imamlarından
nakledilen selâmet yoludur. Mâlik ve diğerleri şöyle demişlerdir: İstivâ
malumdur, keyfiyet meçhuldür ve bunu sormak bid’attır. Bu konuda anlatılması
uzun sürecek hususlar vardır ki bu özet risalenin konunun genişletilmesine
tahammülü yoktur.
Mücessimenin Allah’ın cisim olduğu görüşü onun benzeri hiçbir
şey yoktur”[95] âyetiyle reddolunmuştur. Allah
cisim olsaydı her cisim onun misli olur ve böylece Allah’ın misli sayısız
olurdu. Allah bütün büyüklük ve yüceliğiyle bundan münezzehtir. “Leyse
kemislihi” deki “kaf”, zaiddir. Yani “Leyse mislehu şey’ün” (O’nun benzeri
hiçbir şey yoktur) demektir. Veya şöyle deriz: İlgili fasılda anlatıldığı gibi,
misalin mislinin nefyedilmesi bizzat mislin nefyi sonucunu doğurur.
“Biz, diğer cisimler gibi bir cisimdir demedik ki teşbih
lazım gelsin. Biz dedik ki: O diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir, O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O’nun bu tarzda bir cisim olmasından bir mislinin
bulunması sonucu çıkmaz. Nitekim O diğer şeyler gibi olmayan bir “şeydir”
denmez mi? ve bu sözden teşbih sonucu mu çıkar? Bundan teşbih sonucu çıksaydı
bütün insanların sözünden bu sonuç çıkardı. Çünkü herkes Allah’ın hiçbir şey
gibi olmayan bir “şey” olduğu görüşündedirler” denirse biz buna cevaben şöyle
deriz: “Şey” sadece bir varlıktan ibarettir, cisim gibi değildir.
Bu sebepten biz, ister mümkün olsun veya olmasın “ma’dum”
(yok)un bir “şey” olmadığını söylemişizdir. Bu görüş diğer Mu'tezile
imamlarının aksine Mu'tezile’den Ebu’l-Hüzeyl ve Ebu’l-Hüseyn el- Basrî’nin
tercih ettikleri görüştür. Ebu’l-Hüzeyl ve Ebu’l-Hüseyn’e göre mümkün olan
ma’dum şeydir, zâttır, gerçek varlıktır. Mu'tezile’nin bir kısmı da ma’dum un
şey olduğunu fakat zât olmadığını sabit bir gerçek varlığının bulunmadığını
Allah Teâlâ’nın ise ma’dumu cevher yahut a- raz yapmaya kâdir olduğunu
söylemişlerdir.
Bilmiş olmalısın ki, ilim adamlarımız ma’dumun şey olarak
isim- lendirilmesinin mümkün olduğunu inkâr etmemişlerdir, Nitekim Allah Teâlâ
“kıyametin zelzelesi büyük bir şeydir”[96]
buyurmuştur, Onların kabul etmedikleri ma’dumun gerçek varlık olmasıdır, Yani
bir şey olmanın gerçeği ma’dum için söz konusu değildir,
Bu mesele varlığın mahiyetin aynı olup olmadığı konusuyla
ilgilidir, Varlığın mahiyetin aynı olduğu görüşünde olan Eş'arî ve ona tabi
olanlara göre ma’dum kesinlikle bir şey değildir. Fakat varlığın mahiyetin
aynı olmadığı görüşünde olanlar ma’duma şey denmesinin veya denmemesinin mümkün
olduğunu söylemişlerdir. Bu sebepten bunlar iki kısma ayrılmaktadırlar, Bir
kısmı ma’dumun şey olmadığı görüşünde olanlardır ki bunlara göre mevcut, şey,
sabit, mutasavver, zât ve hakikat kelimeleri eş anlamlı lafızlardır, Diğer
kısmı ise ma’dumun şey olduğu görüşünde olanlardır.Bunlar, mevcudun ötesi
mefhumunun mevcud mefhumundan daha umumi (eamm) olduğunu çünkü hem mev- cuda ve
hem de ma’duma şamil olduğunu oysa mevcud mefhumunun böyle olmadığını çünki
mevcudun ma’duma şamil olmadığını söylemektedirler, Bu yüzden onlara göre her
mevcud şeydir, sabittir, mutasavverdir ama bunun aksi doğru değildir.
Allah “iki elimle yarattığım”[97]
demektedir, Bu da Allah’ın eli olduğuna ve dolayısı ile cismiyete delalet
eder, Keza Allah’ın şu âyetleri de böyledir: “Allah’ın eli onların ellerinin
üstündedir”[98] “Gözlerimin Önünde
yetiştirilmen için”[99], “Rabbinin yüzü baki kalır”[100]. Hadiste de ayak geçmektedir,[101] Böyle denmesi halinde cevaben
deriz ki:
El, yüz, göz, ayak kelimelerinin te’vili kudrettir. Nitekim
Allah’a nisbet edilen bütün sıfatların mânaları daha önce, geçen iki farklı
görüş istikametinde cereyan eder.
Mu'tezile ve Kaderiyye’ye göre Allah “Gökteki ilah da yerdeki
ilah da O’dur”[102] âyeti gereğince her
mekandadır.
Biz buna karşı şöyle deriz: Bu âyetten kasıt ulûhiyyetinin,
emirlerinin ve yasaklarının nüfuzu, hâdiselerin onun irâdesine uygun olarak
gerçekleşmesidir. Çünkü O her mekandadır sözü Allah’ın yırtıcı hayvanların ve
haşaratın karınlarında olması sonucuna götürür.
Bizim mezhebimize (Mâtüridîler’e) göre Allah, Ebû Hanîfe’nin
de dediği gibi, mekan yüksekliği itibarıyla değil azamet ve yücelik yüksekliği
itibarıyla arşın üzerindedir. Biz Allah’ı aşağıdan değil yukarıdan anarız. Bu
sebepten Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) o cariyeye şöyle demiştir.
“Sen mü’min misin? cariyenin evet demesi üzerine Peygamber: Allah nerede diye
sormuş ve cariye gök yüzünü işaret etmiştir. Bunun üzerine Peygamber: “o
mü’mindir” buyurmuştur. Bu hadis Buhârî’nin rivâyet ettiği ve müttefakun aleyh
sahih bir hadistir.33
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) cariyenin Allah’ı
mahlukatı üzerine yücelik yüksekliği ile yükseltmesini kâfi görmüştür ve
cariye Allah Teâlâ’yı gök yönünde saymıştır denmemiştir ve Peygamber cariyenin
bu ifadesini kabul etmiştir. Bu hadis sizin lehinize değil aleyhinizedir.
Çünkü biz diyoruz ki hiçbir kimse Allah’ın gökte olduğunu söylememiştir,
Allah’a cihet isnad edenler O’nun arşın üzerinde olduğunu iddia etmişlerdir. Bu
açıkça gerçek mânada O’nun nerede olduğunun kasdedilmediğine delalet eder.
Allah kendisini kuşatan bir bölgeden, kendisini kaplayan bir oluştan, kendisini
belirleyen bir sınırdan ve hariçten ayıran bir çizgiden münezzehtir. Nitekim
üstad Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî şöyle demiş- . tir:
. Ey nimetlerinin şükrünü edadan âciz olduğum.
Yüceliklerini ifadeden dilimin yorulduğu.
O’nun varlığı hep. yegânedir, benzersizdir.
Geçmiş ve gelecek (her türlü) zamandan münezzehtir.
O’nu ne zaman yıpratabilir, ne bir güç O’na erişebilir.
Ne O’nu açığa çıkaracak bir icad, ne O’nu gizleyebilecek bir
ör- tü/perde var.
Ne O’nu ifade edebilecek çokluk, ne O’nu engelleyebilecek bir
muarız var.
Ne O’nü kesebilecek bir sınır,' ne O’nu hakimiyetine
alabilecek bir çerçeve var.
Ne O’nu kuşatabilecek bir evren/varlık âlemi, ne O’na yardım
edebilecek bir yardımcı güç var.
Tasavvur âleminde O’nun benzeri bir bilinen yoktur.
O yüceler yücesi ezelidir, O’na zeval yoktur.
O’nun mülkü ebedîdir, hiçbir şey O’nu sona erdiremez.
Ey yüce (Allahım)! İhsanını arttır bana.
Ve “iyiliklerin sürekli kaynağı ve ortaya çıkaranı” diye seni
çağı- ranlara/sana yalvaranlara. 34.
33 Buharide bu lafızları bulamadık.
Müslim kitabına almıştır, "Mesâcid” 33; Ebû Davûd, "Salat" 167;
Nesâî, "Vesâya’1 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/291,
3/451.
4 Müellif bu beyitleri Zh^^afında
zikretmiştir.
Kulların
Fiilleri
Kulların fiilleri, hayrı ile, şerri ile, iyisi ile, kötüsü
ile tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Kaderiyye’nin görüşünün aksine ihtiyar
kullara terkedilmemiştir. Kaderiyye şöyle demiştir: Kul kendi fiillerinin
yaratıcısıdır. İhtiyar kula terkedilmiştir. Onların bu görüşlerinin delili şu
âyettir. “Artık.dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”[103].
Böylece Allah kula irâde vermiştir ve sonra dilediğini seçsin demiştir. Çünkü
“artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” sözünün mânası bundan ibarettir.
Biz buna karşı deriz ki: Bu bir tefviz değil tehdiddir. Aksi halde, maazallah,
küfreden kişinin kendisine emredilen şeyi yapmış olması sonucu çıkar. Eğer
ihtiyar onlara bırakılmış olsaydı onlar sorumlu tutulmazlardı. Halbuki Allah
onları yaptıkları kötülüklerden dolayı sorumlu tutar. Şu âyet buna delalet
eder: “Biz zâlimler için bir cehennem hazırladık” ve yine Allah buyurmuştur ki
“Allah sizi de yapmakta olduklarınızı da yarattı”[104]
Bunlar amellerimizin Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyler olduğuna delâlet eder.
“Eğer, fiiller Allah’ın yaratmasıyla meydana geliyorsa, kendi
yaratmadıkları şeylerden dolayı Allah onlara niçin azap eder?” denirse buna
şöyle cevap veririz:
Sevap ve ikab, kulun itaate de elverişli olan gücünü isyana
yönlendirmek suretiyle, yaratılmış fiili kullanmasınadır, yoksa ne fiilin asıl
yaratılması üzerine cezalandırılıyor, ve ne de gücün yaratılması üzerine
cezalandırılıyor değildir. Kulu kurtuluşa erdiren ve helâka götüren incelik
işte budur. Yani kendini itaate veya isyana yönlendirmesini kas- dediyorum.
İstitâat fiil ile beraberdir. Fiilin her bir unsuru ile
birliktedir. Kaderiyye’ye göre ise istitâat fiilden öncedir ve nasıl dilerse
öyle kullanacağı şekilde kulun gücü vardır. Buna karşı biz bu durum Allah’a
muhtaç olmamaktır ve küfürdür deriz.
Kulun mecaz değil hakikat mânasıyla fiili vardır. Cebriyye,
kulun fiili yoktur veya kulun fiili mecazdır demiştir. Biz cevaben deriz ki: Bu
görüş Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye ve azabından korkmamaya götürür.Çünkü
bir fiil işlemeyen nasıl korksun veya nasıl ümit etsin.
Ebû Hanîfe orta yolu seçmiş ve demiştir ki: Yaratmak Allah’ın
fiilidir, bu da gücü yaratmaktır, o gücü kullanmak ise kulun gerçek fiilidir.
Ha- nefîler'in bir kısmı çoğu kere bu kullanmaya “ihtiyar” adını vermektedirler.
Cebir ile i’tizal arasındaki bu ortalama Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu bir
görüştür, aynı zamanda imamların çoğunluğunun görüşü de budur. İmamımız
el-Eş’arî “herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir”37
âyetine dayanarak buna “kesb” adını vermiştir.
Eş'arîler'e göre şerre uygun olan istitâat hayra uygun
değildir. Bu ise cebirdir. Çünkü o güç hayra uygun değilse kişi mecbur olur.
Ben şöyle diyorum: Burada bizim âlimlerimizle Hanefîler pek de
açık olmayan bir tarzda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Çünkü, gördüğünüz
gibi, Hanefîler, istitâat her ikisine de şamildir, Lâkin kul bunlardan
hangisini dilerse o yöne sarfeder diyorlar. Bizim âlimlerimiz ise şöyle
diyorlar: Kudreti taate yönlendiren Allah’tır. Kul ise fiilin elinde
geçekleştiği bir faildir ve kendisine ait olan bu kesb ten dolayı cezalandırılır
veya sevaba nail olur. İşte bu görüş cebir ile itizal arasındaki görüştür.
Kesb konusunda uzun sözümüz vardır ki burada zemin müsait
değildir. Netice olarak şu söylenebilir. Bu konuda Hanefîler'le bizim
aramızdaki ihtilaf lafzidir. Çünkü onların ortaya koydukları orta yol ya bizim
dediğimiz kesbdir ki bu durumda aramızda lafız dışında bir ihtilaf yok
demektir, çünki biz ona kesb adını veriyoruz, onlar ise ihtiyar diyorlar, yahut
da bu yol cebir veya itizaldir. Her iki gurup, yani Haneliler ile Eş'arîler
cebirden de itizalden de uzaktırlar. Diğer bir ihtimâl ise seçilen orta yolun
bir başka mâna taşımasıdır ki üzerinde konuşula- bilmesi için bunun açıklanması
gerekir. Bizim âlimlerimizin burada zikri gereken diğer bir meseleleri vardır.
O da şudur: Mu’tezile’nin görüşü hilâfına, kudret iki zıt için geçerli
değildir. Bizim âlimlerimiz, bu meselenin kudretin fiille birlikte olması
meselesinin bir parçası olduğu görüşündedirler. Kudret.fiille birliktedir
diyenlerin sözünden o kudretin iki zıdda şamil olmaması sonucu çıkar, aksi
halde iki zıddın aynı anda bir arada bulunmasının doğruluğunu kabul etıpek
gerekir. Haneliler, daha önce de geçtiği gibi, kudretin fiille birlikte
olduğunu açıkça söylemişlerdir. Zikredilen bu mahzur, Mu’tezile gibi, kudretin
fiille birlikte olmadığı görüşünde olanlar için sözkonusu değildir. Filozoflara
göre eğer kudretten kasdedilen fiilin yapıldığı veya terkedildiği kuvvetin
kendisi ise, Mu'tezile haklıdır. Eğer kudretten kasdedilen fiilin yapılması
veya terkini gerçekleştiren şeylerin tümü ise bu takdirde Eş’arîler
haklıdırlar. Akîde müellifi demiştir ki: Bu yüzden, yani Eş’arî- ler’in
açıkladığı, bir şeye uygun olan kudretin onun zıddına uygun olmadığı
şeklindeki prensiplerinden dolayı Eş’arîler teklif mâ lâ yutak’ı (güç
yetirilemeyen teklif) mümkün görmüşlerdir. Hanefîler ile birlikte kendi
içlerinden Ebû Hamid el-îsferayinîve el-Gazzâlî de onlara muhalefet etmiştir.
Müellif şöyle demektedir. Allah Teâlâ’nın “Allah her şahsı
ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar”[105]
âyeti ile onların görüşleri reddedilir. Bilmiş olmalısın ki Eş’arîler münakaşa
konusunun bu nokta ol - madiği gerekçesiyle bu reddi reddetmektedirler. Çünkü
Eş'arîler’in teklif mâ lâ yutak’m mümkün olduğu iddialarının vakıada yeri
yoktur, zaten âyet de vaki olmadığına delalet eder.
Müellif demiştir ki: Teklif mâ lâ yutak mümkün olmasaydı Peygamber’in
“Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işler yükleme”[106]
[107] şeklindeki talebi tıpkı “bize
zulmetme” demiş olmak gibi küfür olurdu. Çünkü mümkün olan bir şeyi istemiş
olacaktı. Teklif mâ lâ yutak mümkün olmadığı zaman, aksinin istenmesi, mümkün
olmayan bir şeyin Allah’tan gelebileceğini gösterir ki bunda Allah’ı zulme
nisbet sözkonusu olur, denirse cevaben şöyle deriz:
Peygamber’in duası güç ve kuvvet dahilinde olan işlerin
hafifletilmesi istikametindedir, yoksa takati yok sayarak değildir. Tıpkı Allah’ın
“bize ağır bir yük yükleme’”10 yani ağır şeyler yükleme sözünde
olduğu gibi.
Biri çıkıp “bu te’vil in delili yoktur. Teklif mâ lâ yutak’ın
mümkün olmadığı sabit olduktan sonra ancak bu te’vile ihtiyaç olur. Halbuki şu
ana kadar da isbat edememişlerdir” demesi mümkündür.
Günahlar Allah Teâlâ’nın irâdesi ve
meşi’etiyledir. İrâde ve meşi- ’et aynı mânadadır. Günahlar Allah’ın rızası,
mahabbeti ve emrinin ötesinde kazâsı ve
kader iyledir. Şu âyet buna delildir: “Allah kimi de saptırmak isterse kalbini
iyice daraltır”[108]. Böylece Allah’ın irâdesini
ortaya koymuştur. Ayrıca “sizler ancak rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz”[109] âyeti de Allah’ın meşi’etini
belirtmiştir. Kuldan sadır olan küfür ve diğer günahlar kulun irâdesiyle olmuş
olsaydı Allah’ın irâdesine galip gelmiş olacaktı. Çünkü Allah Teâlâ “O
kullarının küfrüne razı olmaz”[110] buyurmaktadır. Bu âyet Allah
irâde etse de küfre razı olmadığım gösterir ki irâde ile rızanın birbirinden
farkına delalet eder. Bazı âlimlerimiz, irâde, mahabbet, rıza ve meşi’etin aynı
mânada olduklarını söylemişlerdir. İmam Ebu’l-Hasen’den bu görüş nakledilmişse
de sabit olmamıştır. Her iki tarafın âlimleri ister bu mefhumlar müteradif
olsun isterse olmasın “emir”in bunların dışında olduğunda ittifak etmişlerdir.
Mu'tezile’ye göre Allah’ın günahlar konusunda meşi’eti yoktur.
Çünkü “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”.[111] Yani onlan küfür için
yaratmadım, buyurmuştur. O halde günahları irâde ediyor değildir. Buna karşı
biz şöyle deriz: Bu âyetin mânası “Ben onları ancak ibadeti dilemek için değil
emretmek için yarattım” demektir. Bu irâde etmese de onlara emretti demektir.
(Mu'tezile’nin iddia ettiği üzere malum âyet-i kerimenin ifadesi ile) Allah
kullara zulüm diler”[112] mânası çıkmaz. Çünkü onların
küfürlerini irâde etmek onlara zulüm değildir, bilakis Allah kazâsında adildir
ve bunun mânası Allah kullarına zulmetmeyi dilemez şeklindedir ki bu konuda söz
yoktur. Keza onların şöyle demeleri de varid değildir: -hıristiyanların “Allah
üçün üçüncüsüdür”[113] sözü ve diğer sözleri gibi-
Allah’ın kendine dil uzatılması nevinden günahlar da vardır. Bu durum yani
Allah’ın kendine dil uzatılmasını irâde etmesi büyük bir saçmalıktır. Allah
tarafından böyle irâde edilmesi nasıl yakışık alır. Biz buna karşılık deriz
ki: Allah’ın fiillerinin hikmetlere bağlı olması takdirinde onların dil
uzattıklarından beri olduğuna dair delil yoksa sefeh sözkonusu olur. Fakat
Allah’ın beraetine dair delil varsa bu takdirde sefeh yoktur. Bilakis dil
uzatanın sefeh hali vardır. Allah’ın fiillerinin hikmetlere bağlanmaması halinde
ise sefeh iddiası ortadan kalkar. Keza onların şöyle demeleri de varid
değildir: Allah irâde ediyorsa kul mecbur olur.
Çünkü Allah’ın irâdesi hilafına bir şeyin vaki olacağı
düşünülemez. Allah’ın dilediğinin gerçekleşeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Bundan
kaçış yoktur. O halde kul nasıl muahaze edilebilir? Buna cevaben deriz ki
Allah’ın irâdesinden hariç bir şeyin vukuu tasavvur olunamadığı gibi .ilminin
dışında da düşünülemez fakat bu bir özür teşkil etmez. Allah bütün insanlara
imanı emretmiş ve onlardan bunu istemiştir ama insanla nn çoğunun iman
etmeyeceklerini de bildirmiştir.
“Başına gelen kötülük ise nefsindendir”[114]
âyetinin zahirî mânası kötülüğün Allah’tan olmadığıdır. Bu ise sizin herşey
Allah’tandır sözünüzün aksinedir dendiği takdirde cevaben şöyle deriz:
Bu âyetin mânası tek başına şerrin edeb kaidesi olarak
Allah’a nisbet edilmemesidir. Tıpkı gerçekten onların yaratıcısı olmasına rağmen,
ey domuzların yaratıcısı denmeyeceği gibi. Herşeyden bahsedilirken şer de
izafe edilir. Nitekim Allah “hepsi Allahtandır de”[115]
buyurmuştur.
Sonra Allah Teâlâ küfrü yaratmış, onu dilemiş ve fakat onu
em- retmemiştir. Kâfire ise imanı dilemediği halde iman etmesini emretmiştir.
Nitekim Allah dileseydi iman etmiş olacaktı.
Allah’ın meşi’eti onun razı olduğu mudur yoksa değil midir
dendiği takdirde razı olduğudur deriz.
O halde razı olduğu şeyden dolayı niçin muâhaze eder denirse,
bilakis razı olmadığından dolayı muâhaze eder deriz. Çünki meşi’et, kazâ ve
diğer bütün sıfatlan Allah’ın razı olduğu şeylerdir. Ne var ki kuldan hasıl
olan fiillerin bir kısmı Allah’ın razı olduğu ve bir kısmı da gadap edip
muâhaze ettiği cinstendir.
Sonuç olarak denebilir ki razı olunan fiiller Allah’tan, razı
olunmayanlar ise kuldandır. İmamlar içinde rıza ile meşi’eti birbirinden ayıranlar
vardır ki bize göre de tercih edilen görüş budur.
Tevlîd’in Reddi
Kulların fiillerinin neticeleri Allah tarafından
yaratılmıştır. Çakmak taşma vurulduğu zaman ateş çıkar. Ateşi çıkaran ve
yaratan Allah’tır. Balla sirke karıştığı zaman buna sekencebin (mayhoş şurup)
deriz.
Bu sonucu yaratan Allahtır. Tevlid ve bunun sonucu (müvelled)
hepsi Allah’ın yarattığı şeylerdir. Çünkü bu olay gizli birtakım durumların
ortaya çıkmasından ibarettir. Fiilin başka şeylerin gizli durumlarını içine
alan bir zarf olması muhaldir. Çünkü kulun ok atıldıktan sonra kendisini delip
geçmesinden kaçınacak gücü yoktur. Eğer buna gücü yetseydi engellerdi.
Kaderiyye’ye göre bütün bunların hepsi sebeplerini yaratmak suretiyle kulların
yarattığı şeylerden ibarettir.
Maktûlün
Eceli
Maktûl eceliyle ölen biridir. Çünkü eceli dışında ölmüş
olsaydı bu Allah’ın maktûlü eceline kadar tutmasından aciz olduğu sonucuna
götürürdü ve katil eceli kesen, Allah’ın irâdesini değiştiren biri olurdu.
Yahut da bu görüş Allah’ın o kişinin ecelini bilmediği sonucuna götürürdü ki
bu küfürdür. Çünkü kim Allah’a acz veya cehalet nisbet ederse küfretmiş olur.
Mu'tezile’ye göre maktûl ecelinin dışında ölmüştür. Çünkü
katile kısas ve diyet gerekir. Onlar, eğer öldürülmemiş olsaydı eceline kadar
yaşayacaktı, eceliyle ölmüş olsaydı katile hiçbir şey lazım gelmezdi. Çünkü
hiçbir şeyi değiştirmemiş olacaktı demektedirler.
Buna cevaben biz şöyle deriz: Katile kısas ve diyet gerekmesi
Allah’ın yasağını çiğnemiş olmasındandır. Bu mesele fiillerin yaratılması
meselesinin aynıdır. Kim kul kendi fiilini yaratıyor derse o eceli kestiğini
iddia etmiş olur. Kim yaratıcı Allah’tır diyorsa bu olay onun ecelidir demiş
olur. Allah katili bu konuda kullanmıştır. Maktûlün ruhu Allah’ın kendisine
takdir ettiği eceline bağlı olarak katilin eliyle git-, miştir.
Haram Rızık
Haram şeyler de rızık olur. Çünkü bunlardan gıda almak ve bunlara
sahip olmak mümkündür. Biz bunlardan mülk ve gıda olacağını söylemişizdir.
Çünkü bize göre rızık canlının faydalandığı ve içinden yiyeceklerini,
içeceklerini, giyeceklerini ve meskenlerini çıkardıkları şeylerden ibarettir.
İster mülk olsun, ister olmasın müsavidir ve yine haramın rızık olacağını
söylemişizdir. Çünkü yaratılmışların bir kısmı ömürleri boyunca haram yiyorlar.
Bu konuda Allah’ın rızkı yenmediği takdirde dünyadan çıkılacağını söylemek
muhaldir. Mu'tezile ise lütfü
Allah’a tevdi ediyorlar, kişi hariç kalır ve rızık lanmâzsa
elbette dışarıda kalır ve lütuflanmamış olur. Keza Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir”.[116] Canlıların rızkı
Allah’ın üzerine olunca ve haramdan başka yemedikleri de farzedilirse haramın
da rızık olduğu ortaya çıkar.
Mu'tezile’ye göre rızk milke hamledildiği için haram, rızık
değildir. Çünkü onların çoğuna göre rızık tam milktir. îster ondan yararlansın
ister yararlanmasın. Bir kısmı da şöyle demiştir. Rızık mâlikinin faydalandığı
tasavvur olunan milktir. Hepsi de bunun ancak helâl olması lazım geldiğinde
ittifak etmişlerdir. Bu sebepten biz (Mâtürîdîler) diyoruz ki: Rızkı milke
hamletmenin vechi yoktur. Çünkü milk sahibi olmayan hayvanlar gibi varlıklar
da vardır ki onların nzık vericisi Allah’tır. Çünkü Allah “yeryüzünde yürüyen
her canlının rızkı yalnızca Allah’ın üzerinedir”[117]
buyurmuştur. Rızkı milke hamletmek bu âyeti inkâra götürür. Mu'tezile’nin bir
kısmı bu âyetin aleyhte delil irad edilmesinden ve rızkın her canlının
faydalandığı ve bundan men’inin mümkün olmadığı şey olarak yorumlamaktan'
kaçmışlardır. Haramın rızık olup olmadığı konusundaki söz de keza fiillerin
yaratılması meselesi kabilindendir. Çünkü onlara göre kul başkasının rızkını
yemeye de muktedirdir. Bize göre ise kulun buna gücü yoktur. Yediği şey ise Allah’ın
ona takdir ettiği rızık tan ibarettir. Yediğinin helal olmaması halinde bundan
dolayı muahaze olunur. Eğer yediği helâl ise muahaze olunmaz.
Aslah’a
Riâyet (Allah’ın kulları için daima en uygun olan şeyleri yaratması)
Allah kulları için aslahı yaratmak zorunda değildir. Çünki
“Onlara ancak günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz”[118] buyurmaktadır. Yani onlara
hayatlarında bolluk veriyoruz, onlar bundan günah işlemekte yararlanıyorlar,
demektir. Günah artırmak için fırsat vermek ise salah (kulların menfaatine
uygun) değildir. Bilakis Allah, eğer onlar için aslahı yaratacak olsaydı, bunu
zorunlu olarak değil, bir ihsan ve lutuf olarak yapacaktı. Çünkü, Allah aslahı
yaratmaya mecbur olsa “Allah büyük lutuf sahibidir”[119]
âyetinin mânası kalmaz. Bir varlığın, onu mecbur eden biri bulunmadan, bir işi
yapmaya mecbur olduğu görüşü muhaldir, mecbur kılan varlık da Allah’tan başkası
değildir. Çünkü bir başka varlığın Allah’a hüküm ve otorite tatbiki mümkün
değildir. Allah’ın bizzat kendisini mecbur tutması ihtimali de varid değildir.
Çünkü kişi bizzat kendisini mecbur tutmaz. Bir fert üzerine bir şeyin zorunlu
olmasında akla uygun gelen, o şeyin terki halinde ferde gelebilecek bir zarar
veya zemmin bulunması ihtimalidir ki Allah Teâlâ hakkında böyle birşey
muhaldir.
Mu'tezile’ye
göre: Allah, yaratma, teklif, lutuf, rızık, itaat edene sevap, isyan edene ceza
hususunda aslaha riâyet etmek zorundadır. Onlar şöyle demişlerdir: Allah,
herbir kul için kendi gücü dahilinde ulaşabileceği iman ve küfrü yaratmıştır.
Eğer böyle yapmasaydı zâlim yahut cimri olmuş olurdu. Biz bu görüşün batıl
olduğunu söyleriz ve Allah aslaha riâyet ederse bu onun fazlındandır, etmezse
bu onun adale- tindendir deriz. Bu mesele hüsün ve kubuh meselesinin bir
bölümüdür.
Hikaye
olunduğuna göre üstad Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile Ebû Ali el-Cübbâî arasında bu
konuda şöyle bir münazara cereyan etmiştir.
Eş’arî:
Mü’miri, kâfir ve sâbinin kıyamet günündeki durumları hakkında ne dersin?.
Ebû Ali:
Mü’min derece ehlindendir. Kâfir helâk olanlardandır. Sâbi ise kurtuluşa
erenlerdendir.
Eş’arî:
Sâbi şayet “Ya rabbi, bu mü’mini yaşattığın gibi beni niçin yaşatmadın, ben de
büyüyüp salih ameller işler ve bu sebeple derece ehlinden olurdum” derse?
Ebû Ali:
Allah ona şöyle der: Senin için aslah (en uygun) olanın böyle olduğunu bildim.
Seni büyüyünceye kadar yaşatsaydım küfredecek ve helâk olanlardan olacaktın.
Üstad
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî: Bu durumda kâfir şöyle der: Yarabbi benim için uygun
olana niçin riâyet etmedin?
Bunun
üzerine Ebû Ali kesildi, sustu kaldı.
Dindeki
fıkıh olan Tevhid, şer’i meselelerden ibaret olan ilimdeki fıkıhdan üstündür.
Bu sebepten “ilme talib olmak farzdır”[120],
yani kişinin kendi durumu hakkındaki (ilm-i hâl) bilgileri öğrenmesi farzdır
demişlerdir ki bu da iman hükümleridir.
İmanın Tarifi
îman,
dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir. Telaffuz imkanı bulunduğu halde
dil ile ikrar etmeyen, kişi mü’min sayılmaz. Nitekim dil ile ikrar ettiği halde
kalp ile tasdik etmeyen kişi de mü’min değildir.
Kerramiyye’ye
göre iman sadece dil ile ikrardan ibarettir. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur. “Ben insanlarla, onlar La ilahe illallah deyinceye kadar
mücaadele etmekle emrolundum”. Bu, sıhhati üzerinde ittifak edilmiş bir
hadistir.[121]
Bize
göre Kerramiyye’nin bu görüşü batıldır. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur,
“...kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyen kimselerden ve
yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin”[122].
Onlara
göre Allah’ın “Münafıklar sana geldiklerinde, şahitlik ederiz ki sen Allah’ın
peygamberisin derler”[123] âyetine rağmen, münafıklar,
dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı, mü’mindirler. Bu görüş zayıftır. Bu
görüşü hiçbir kimse benîmsememiştir. Bilakis, herkesin benimsediği görüş,
münafıklar kâfirdirler ve Kur’an’ın kesin ifadesine göre cehennemin en alt
batındadırlar. Bazı âlimlerin naklettikleri üzre eş-Şâfiî’ye göre iman, ikrar,
tasdik ve salih amellerden ibarettir”. Aynı zamanda bu, selefin ve hadisçilerin
de görüşüdür. Çünkü Cenâb-ı Hak “Allah sizin imanınızı asla zayi edecek
değildir.”[124] buyurmuştur. Yani namazınızı
zayi edecek değildir, demektir. Burada namaz, iman diye isimlendirilmiştir. Biz
bu görüşün batıl olduğunu söyleriz. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a
inanır ve yararlı iş yaparsa”[125]. Burada, amelin ötesinde
kişiyi mü’min olarak isimlendirmiştir. Çünkü (Arapçada) atfedilen, kendisine
atfedilenden başkadır. (Âyette yü’min kelimesi ma’tufun aleyh, ya’mel kelimesi
ise mâ’tuf’tur). Allah, salih amel işlemeyi Allah’a iman üzerine atfetmiştir ki
bu, iman ile amelin birbirinden farklı şeyler olduğuna delalet eder; iddia
edilen de budur. Selefin delil olarak ileri sürdükleri “Allah sizin imanınızı
asla zayi edecek değildir” âyetinde, lafzı imanın hakikati mânasına hamletmek
suretiyle, kasdedilen mâna ise “tasdik”tir. Ameller imandan olsaydı nesih caiz
olmazdı. Çünkü iman neshedilmez, amellerde ise nesih caizdir. Yolculuk halinde
namazın kasrı (dört rek’atlı farzların iki rek’- atının neshedilerek iki
rek’ata indirilmesi) örneğinde olduğu gibi. Biri çıkıp da, biz iki şehadet
hariç bunun ötesindeki imanda neshin caiz olmadığını kabul etmeyiz, diyebilir.
İman ve İslâm
Bazılarına
göre iman ve İslâm birdir. Yani eş anlamlı iki kelime-' dir, bir varlığın iki
ismidir. Çünkü Allah Teâlâ “Kim İslâm’dan başka din ararsa bilsin ki
kendisinden asla kabul edilmeyecek”[126]
buyurmuştur. Halbuki iman makbuldür. İman aynı zamanda bizzat İslâm olmasaydı,
âyet imanın makbul olmadığına delalet edecekti. Bazı ilim adamlarına göre ise
iman ve İslâm farklı şeylerdir. Çünkü âyette şöy- ledir: “Bedeviler, inandık
dediler. De ki, siz iman etmediniz ama İslâm olduk deyin”.[127]
Âyet, imanı nefyettiği halden İslâm’ı var saymıştır. Bu durum her ikisinin
birbirinden farklı şeyler olduğuna delalet eder. Ayrıca Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) Cibrîl hadisinde imanı İslâm’dan farklı bir şekilde
açıklaması da bunu gösterir. Nitekim o hadiste (Cebrâil Pey- gamber’e) “iman
nedir?" diye sormuş o. da bildiğimiz cevabı vermiş, sonra “İslâm nedir?”
diye sormuş, bu soruyu da malum olduğu üzere cevaplandırmıştır.[128] Bu hadis iman ve İslâm’ın
ayrı şeyler olduğu konusunda açık bir nastır. Bu konuda en doğru görüş Ebû
Mansûr el-Mâ- türîdî’nin görüşüdür. İslam Allah’ı keyfiyetsiz olarak bilmektir
ve yeri sadrdır (ğöğüs). Bunun delili şu âyettir. “Allah kimin göğsünü İslâm’a
açmışsa”[129], iman ise Allah’ı tanrı
olarak bilmektir ve yeri kalptir. Bunun da delili “henüz iman kalplerinize
yerleşmedi”[130] âyeti ile “fakat Allah imanı
size sevdirmiş ve onu kalplerinize güzel göstermiştir”6'1
âyetidir. Mârifet, Allah’ın sıfatlarını bilmektir ve yeri “fuâd” dır. Bu da
kalbin içidir. Tevhid Allah’ı bir olarak bilmektir, yeri “sir” dır. Bu fuadın
içidir. Nitekim şu âyetin mânası budur: “Onun nurunun temsili içinde lamba
bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir kandil içindedir. O kandil sanki
inciye benzer”[131] [132].
Bu birbirinin aynı olmayan dört düğümdür ki, birbirlerinden ayrı da değillerdir.
Hepsi birleştiği.zaman din teşekkül eder.
Ben
derim ki: Ebû Mansûr’un bu görüşü güzeldir ve tasavvuf yoludur. Kelâmcıların
yolu ise İslâm ile imanın ya birbirlerinden ayrı veya eşanlamlı kelimeler
oldukları görüşüdür. Apaçık gerçek bu ikisinin birbirlerinden farklı şeyler
olduklarıdır. Bu “Akîde”nin yazarının “bu konuda en doğru görüş Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî’nin görüşüdür” şeklindeki ifadesini sen de görüyorsun. Bu ifadeden
açıkça anlaşılan bu “Akîde”nin Ebû Mansûr’a ait olmadığıdır. Zihnimi kurcalayan
husus risâlenin Ebû Mansûr’un talebelerinden birine ait olduğudur.
Bir
kişi, namaz üzerime farz mı değil mi bilmiyorum, derse yahut, ben kâfiri
tanımıyorum, veya, kâfirin akıbetini bilmiyorum, derse kâfir olur.
Mukallidin İmanı
(Henüz
müslüman olmamış) Türk topraklarında veya İslâm kültüründen uzak bölgelerde
bulunan ve müslüman olduğunu ikrar eden bir kişi dinin esaslarından hiçbir şey
bilmese ve dinî hiçbir uygulaması bulunmasa da mümindir. Çünki biz imanın sırf
itikad ve ikrardan ibaret olduğunu söylemişizdir. Bu şahıs da inanmış ve ikrar
etmiştir. Bu durum Mutezile ve Eş’arîler'in görüşü hilafına mukallidin imanının
sahih olduğuna delalet eder. Bu, onların taklidin peygamber göndermek- deki
İlâhî hikmetlerin.ortadan kalkması sonucunu doğuracağı görüşlerinin de
aksinedir. Çünkü taklid sahih olmasaydı maksat, insanların tümüne tebliğ
olduğuna göre, peygamber göndermek bir mâna ifade etmezdi.
Şunu
bilmiş olmalısın ki, Eş’arîler ile Hanefîler arasında mukallidin imanı
konusundaki ihtilaf lafzîdir. Hanefîleriden el-Habbâzî el-Hâ- dî isimli
kitabında ve diğerleri de bunu açıkça belirtmişlerdir. Gerçek de budur. Çünkü
Eş'arî, kelâmcıların kullandığı-bir şekilde mukaddimelerden ve sonuçlardan
terekküp eden bir delille Allah’ı bilmeyenin kâfir olduğunu kasdetmemiştir.
Onun kasdı Allah’ı genel olarak bilmenin lüzumudur. Bu da, Allah’a şükür,
avamdan herkeste hasıl olur. Çün- ki bizzat kendi nefsini incelediği zaman
bunun müdebbir bir yaratıcısının olduğunu anlar. Bu durum, Eş'arî’nin
mukallidin imanının sahih olmayacağı görüşü takdirinde bile böyledir. Halbuki
Üstad Ebu’l-Ka- sım el-Kuşeyrî, Eş'arî’nin bu görüşte olduğu hususunun doğru
olmadığını söylemiştir. Bize göre ise Eş'arî’den ve âlimlerin çoğundan gelen,
avamın kurtuluşta, kâfirin helâkta, âlimii} de yüksek derecede olduğudur. O
halde avam mü’mindir. Şu kadar var ki istidlal yapabilme derecesi ondan
üstündür. Çünkü istidlal yapanın imanı daha nettir. Nitekim Peygamber (aleyhisselâm)şöyle
buyurmuştur: “Ebû Bekir’in imanı ile diğer bütün yaratıkların imanı tartılsa
Ebû Bekir’inki ağır basardı”.[133] Yani bu ağırlık
fazlalık-noksanlık yönünden değil netlik yönündendir. Çünkü ikrar ve tasdik
ziyade kabul etmez.
İmanın Yaratılması
İman
ikrar ve tasdikten ibaret olduğuna göre yaratılmış (mahluk) olur. Bazıları ise
imanın mahluk olmadığını çünkü Allah’ın yardımı (tevfikı) ile hasıl olduğunu,
Allah’ın yardımının ise yaratılmış olamayacağını, söylemişlerdir. Biz buna
karşı şöyle deriz: Evet, dediğiniz gibi, Allah’ın yardımı mahluk değildir. Ama
bununla beraber, ikrar ve tasdikten ibaret iman olan kulun fiili yardımdan
ibaret olan Allah’ın fiili değildir. Böylece iman da oruç, namaz ve kulların
diğer fiilleri gibi mahluktur. Velhasıl tevfik, Allah’ın fiili olarak mahluk
değildir, ama ondan yararlanmak demek olan teveffuk, kulun fiili olarak,
mahluktur, îman ise birincisi değil bu İkincisidir. Birincisi Allah’ın
tevfikıdır.
İmanınNuru
imanın
nuru bütün organlara yayılır. Bir organ kesildiği zaman o kısımdaki iman kalbe
çekilir, çünkü iman küçük-büyük parçalara ayrılarak biri bir yerde diğeri
başka bir yerde bulunmaz.
Eğer,
(madem ki öyle, o halde) mü’min öldüğü zaman onun imanı ruhuyla veya bedeniyle
birlikte nereye gider, denirse şöyle deriz:
Bundan
kasıt ne budur ne de şudur. Lâkin kulu imana ehil yapan bir mânadır.
O mâna
nedir? denirse, cevabımız:
Allah’ın
gizli nurudur, olur. Bunun üzerine, kulun diğer amelleri nereye gider? denirse,
buna da:
Taatıyle,
ma’sıyetiyle o ameller Allah’ın sevabına veya ikabına bitişirler, deriz.
Allah ne
ile bilinir? denirse, cevaben şöyle deriz:.
Bazıları,
akıl ile bilinir, demişlerse de esas mezhep görüşü, ki imam Eş'arî de bu
görüştedir, Allah’ın tarifi ile bilinir, şeklindedir. Çünkü Allah Teâlâ “o,
rabbi katından bir nur üzre olmaz mı?”[134]
buyurmuştur, “aklı tarafından” dememiştir.
Be’s Halindeki İman
Can
çekişme esnasında, ölüm korkusu ve ölüm emareleri müşahede edildiği sırada
hasıl olan “be’s” halindeki iman makbul değildir. Çünkü kişi, gayba iman
etmemiş, gördüğü zaman iman etmiştir ki bu ona fayda vermez. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “O, sakınanlara yol gösteren kitaptır ki onlar gayba inanırlar”[135].
İmanda İstisna
İmanda
istisna bizimle Şekkâkiyye arasındadır (münakaşa konusudur). Haneliler istisna
etmeden kişi “ben mü’minim” demelidir, derler. Başkaları ise istisna ederek “ben,
inşaallah, mü’minim” derler. Bu aynı zamanda selefin çoğunluğunun görüşüdür.
Haneliler bunlara Şekkâkiyye adını verirler ve şöyle derler. Fir’avn’ın
sihirbazlarının istisna yapmaksızın “biz Harun ve Mûsâ’nın rabbine inandık.”[136] demeleri ve ondan sonra
Allah’ın yine istisna etmeden “onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir”[137] buyurması onların bu
görüşlerinin aleyhine delildir. Çünkü iman bir akiddir, istisna ise o akdi
bozar.
Biri çıkıp birinci husus olarak, biz istisnayı ileri
sürmüyoruz, onu mümkün görüyoruz, diyebilir. İkinci husus olarak da şöyle
diyebilir: Bu, sonucu bilen Allah’ın kelâmı olduğu için istisna etmesi bir mâna
taşımaz .Üçüncü husus olarak da şöyle demesi mümkündür. İstisna edenin
istisnasından bir kasıt çıkarmanın yanlışlığı ortadadır. Çünkü ittifakla
sabittir ki o istisnadan önceki ifadesini ne ıbtal etmeyi ne de bu noktadaki
tereddûnü kasdetmemektedir. Zaten tereddüd etse, bilitti- fak, dinden çıkar.
“Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ölüm konusunda şu
sözüyle istisna etmiştir: “inşaallah biz size kavuşacağız”. Müslim Sahîh’inde
rivâyet etmiştir ki Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kabristana çıkmış
ve mutlaka gerçekleşecek olan ölüm konusunda istisna ederek, “Selam üzerinize
olsun, ey mü’minlerin yurdunda olanlar, ve inşaallah biz de size kavuşacağız.”
buyurmuştur71 denirse şöyle deriz:
Ölümde istisna etmemiştir. Bilakis o kabristandaki ölülere
kavuşmakta ististisna yapmıştır. Çünkü “bu adam inşaallah bir adamdır” denmez.
Birinin şöyle demesi mümkündür: Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)” inşaallah biz size kavuşacağız” sözünün mânası “ölüm halinde
kavuşacağız” demektir ki ister sadece o kabristanda yatanları kasdetsin,
isterse hem onları ve hem de başkalarını kasdetmiş olsun fark etmez. O halde
sizin “o sadece o kabristandaki ölülere kavuşmayı kasdediyor” sözünüz gibi, “bu
adam inşaallah bir adamdır denmesinin caiz olmadığı” sözünüzün de izahı yoktur.
Deriz ki: Adam olmanın illetinin değişmesi mümkün değildir.
Ama iman, Allah korusun, değişmesi mümkündür. İstisnayı bunun için caiz
görmeyiz.
Sonuç olarak biz, imanı sağlam olanın “biz size kavuşacağız”
sözünde olduğu gibi teberrük dışında istisna yapabileceğini kabul etmiyoruz.
insanın son demindeki durum şüpheli olduğu, kişinin o sıradaki imanı sağlam
olmadığı içindir ki oradaki istisna teberrüke hamledilir. Bununla açıkça ortaya
çıkmıştır ki biz şüpheli olmayanlar üzerinde değil teberrüken istisnanın
cevazı konuşunda tartışıyoruz yoksa istisna edilenin veya bir kısmı çıkarılan
şeyin butlanı konusunda değil.
Eğer
Hanefîler’e, “Allah’ın bildirdiğine göre camiye girmek şüpheli bir durum
değil, sağlamdır ama Allah “inşaallah, güven içinde Mescid-i Haram’a
gireceksiniz”72 demek suretiyle istisnada bulunmuştur” denirse,
onlar şöyle cevap verirler ve derler ki, biz “inşaallah (Allah dilerse)” den
kasdedilen “iz şaallah (Allah’ın da dilediği gibi)”dir, demişizdir, yahut da
istisna “emin olanın kendisine yani “aminine (emin olanlar)” sözü üzerine
geçerlidir deriz.
Birinin
şöyle demesi mümkündür, “in” kelimesini “iz” kelimesi yerine koymanın delili
yoktur. İstisnanın “aminine” kelimesine ait olduğu görüşünüz de sizi
kurtarmaz. Çünkü Allah onların emin olarak gireceklerini, bilerek mi yoksa
bilmeyerek mi “inşaallah” demiştir. Sonuçta, Allah onların hali hazırdaki
durumlarını bildiği halde istisna yapmıştır.
Sonra,
Hanefîler, hüsn-i hâtime için istisna caizdir, denirse, bize göre bu zaten
zaruridir ve üzerinde söylenecek söz yoktur, söz iman hakkındadır, deriz,
demişlerdir.
Bu
izahat ile açıkça ortaya çıkmıştır ki imanda istisna konusundaki ihtilaf
lafzidir. İbn Mes'ud’dan ve bazı sahabeden rivâyet edilen istisnanın caiz
olduğu görüşü hüsn-i hâtimeye hamlolunmuştur veya onun sonradan rücu' ettiği
hatasıdır. Gerçek şudur ki istisna hüsn-i hatimeye hamlolunur ve bu mânada
ihtilaf yoktur.
Şunu
bilmiş olmalısın ki üstad Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (Allah ona rahmet etsin) den
naklolunan, onun imanda istisna konusunda Eş’arî- ler’le aynı görüşte olduğu ve
Hanefîler’den ayrıldığıdır. Halbuki bu “Akîde”nin sahibi onun Hanefîler’e uygun
düşündüğünü tasrih etmektedir. Keza bu da gösteri yor ki bu “Akîde” Ebû
Mansûr’a ait değildir.
Saadet - Şekavet
Hanefîler’e
göre, Eş’arîler’in hilafına, saâdet şekâvete dönüşebildiği gibi aksi de
olabilir. Eş’arîler, saîd, ezelde said olarak yazılandır ve değişmez, şakî ise
ezelde şakî olarak yazılandır bu da değişmez, demişlerdir. Bu sebepten onlar
Ebû Bekir ve Ömer’in puta tapma dönemlerinde bile aslen mü’min olduklarını
söylemişlerdir. Bu “Akîde”nin sahibi böyle naklediyorsa da biz Eş’arîler böyle
demiyoruz. İmamımız Ebu'l-Hasen’in (r.a.) kesin ifadesi Ebû Bekr’in daima
Allah’ın rızası göze timinde bulunduğudur. Yani o bulunduğu durum itibariyle
Allah'ın gazabına müstahak olmamıştır. Çünkü Allah onun iman edeceğini, ve
iyilerin en seçkinlerinden olacağım biliyordu. Bu ifade aynen şöyledir: Senin
kulun sana isyana büründüğü zaman sen de bilirsin ki o sana taate dönecek ve
senin has kullarından olacaktır. O sana isyan halinde iken bile senin rızanın
gözetimindedir. O halde onu kötü fiilinden dolayı cezalandırma. Onun halinin
iyiye döneceğini bildiğin için böyle yap. Cemaatin reisi, topluluğun imamı
Ebu'l-Hasen’in (k.v.) sözündeki inceliği kavramalısın.
Sonra bu
“Akîde”'nin sahibi şöyle demiştir: Onların bu görüşleri “Küfredenlere deki,
eğer küfürlerini bırakırlarsa mağfiret olunacaklardır...”[138]
âyetiyle reddolunur. Çünkü onlar mü'min olsalardı gufranın faydası ortadan
kalkardı. Keza “Allah dilediğini siler, dilediğini de ib- kâ eder”[139]. Yani, günahları siler,
tövbeyi sabit bırakır, âyeti de aleyhlerine delildir.
Değişiklik
Allah'a sonradan gelen birşeydir, denilirse şöyle deriz:
Levh-i
mahfuzda yazılı olan, kulun sıfatıdır, Allah'ın kazâsı ise de ğişmez.
Burada
senin de açıkça gördüğün gibi saâdet ve şekâvet meselesindeki ihtilaf da
lafzîdir. Çünkü Ebu'l-Hasen'e göre saîdden murad' kendisine hayır takdir
edilendir, şakî ise bunun aksidir. Hakkında kötüdür hükmü verilen kişiye
kantarlar dolusu iman getirmesi asla fayda vermeyeceği gibi hakkında iyi hükmü
verilen kişinin de bir hardal tanesi kadar bile getireceği iman kendisine
fayda verir. Bunun mânâ itibariyle böyle olduğunda hiçbir ihtilaf yoktur.
Hadislerin hepsi de Ebu'l-Hasen'i destekler. Doğru sözlü ve doğruluğu da tasdik
edilmiş olan. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sahih bir hadisinde
“kişi görünüşe göre cennet ehlinin amelini işler de”[140]
buyurmuştur. Bu Ebu'l-Hasen'in en açık delillerinden biridir.
İyiliği Emir
Kötülüğü Yasaklama
Sonra,
bu devirde iyiliği emretmek (emir bi'l-ma'ruf) ve kötülüğü yasaklamak (nehiy
ani'l-münker) kalkmıştır. Bu, artık hisbe yoluyla gerçekleştirildiği için
değildir. Çünkü zâlim hükümdara karşı silahla karşı çıkmak, fesada ve kan
dökülmesine sebep olacağından caiz değildir. Çünkü karşı çıkıldığı zaman kan
dökülecektir, bu ise en büyük zulümdür. Biz ise daima iki kötülükten en
büyüğünü en hafif olanıyla defederiz. Müellifin “emir ve nehiy kalkmıştır” sözü
ibare arasına sonradan sokulmuştur. Bilakis bu, müslüman toplulukları arasında
kalkmadığı farzolunan hususlardan biridir.
Mürtekib-i
Kebîre
Sonra,
kişi büyük günah işlemekle dinden çıkmaz. Havaric ve Mu'tezile’ye göre ise,
dinden çıkar, tövbe etmeden ölürse, âyete göre, cehennemde ebedî kalır. O âyet
şudur: “Kim kasden bir mü'min öldürürse onun cezası içinde ebedî kalacağı
cehennemdir.”[141]
Biz buna
karşı şöyle deriz: Naklî delillere göre burada kasdedi- len, adam öldürmeyi
helâl görmektir veya ebedîlikten kasıd uzun zamandır, yoksa katilin sonsuz bir
devamlılıkla, kesin bir ebedîlikle cehennemde kalacağı değildir. Keza
Taberânî'nin, Ca'fer el-Firyâbî, Muhammed b. Ebî Davud el-İbyârî, Haşim b.
el-Kasım, Ebû Ca’fer er-Râzî, Enes yoluyla Peygamberden merfuan naklettiği “Kim
kasden namazı terkederse dinden çıkar”[142]
hadisinde de böyledir. Yani sadece terk değil de terki alenen helâl görürse,
namazın farziyyetini inkâr ederse demektir. Yahut da kâfirlere yapılan
muameleye tabi tutulur demektir. Nitekim sırf terk sebebiyle, Şâfıî ve Mâlik’e
(r.a:) göre kanı heder edilir, öldürülür.
Şunu
bilmiş olmalısın ki bu hadis bu tarik ile garib veya mün- kerdir, Lâkin mânâ
itibariyle doğrudur. Taberânî’nin, Yahya b. Eyyub, Said b. Ebî Meryem, Nafi’ b.
Yezid, Seyyar b. Abdurahman, Yezid b. ..., Mesleme b. Şureyh, Ubâde b. Samit
yoluyla rivâyet ettiği hadiste. Ubâde şöyle demiştir. Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bize yedi haslet tavsiye etti ve dedi ki: “Parça parça
doğransanız-da, yakılsanız da, asılsanız da Allah'a hiçbir şeyi şerik
koşmayınız. Namazı kasden terketmeyiniz, kim kasten terkederse dinden çıkar.
Günah işlemeyiniz, çünkü günah Allah'ın bir gazabıdır. Şaraba yaklaşmayınız,
çünkü o bütün kabahatlerin başıdır. Muharebede iken ölümden ve öldürülmekten
kaçmayınız. Anana babana asi olma, onlar sana dünyadan tamamen çıkmanı emret-
seler bile sen de çık. Ailenin, üzerinden te'dıb ve terbiyeni eksik etme,
onları kötülük yapmaktan korkut”[143].
Bu hadisin isnadı sahihtir. Şeyhülislam Takıyyüddin b. Dakîki’l-Iyd, İlmam
isimli eserine almıştır. Ebu’d-Derda’ hadisinde de ifade şöyledir: Peygamber
bana yedi şey tavsiye etti: “Kesilsen de, parçalansan da Allah'a şirk koşma.
Farz namazı kasden terketme, kim onu terkederse ondan himaye kalkmış olur.
Şarab içme, çünkü o her kötülüğün anahtarıdır. Ana babana itaat et, onlar sana
dünyandan çıkmanı emretseler bile sen de çık. Kesinlikle haklı olduğunu bilsen
bile işi ehliyle münakaşa etme. Savaşın en çetin anında, helâk olsan da,
arkadaşların kaçsa da sen kaçma. İmkanlarından ailene harca ve onlar üzerinden
te'dib ve terbiyeni kaldırma, onları Allah'a karşı gelmekten korkut.” Bu hadisi
sadece Raşit el-Hicazî nak- letmiştir ki, kendisi rivâyeti makbul sayılabilecek
bir ravidir ve şöyle demiştir: Bize Şehr b. Havşeb, ki bu zât tenkid edilmiş
bir sika ravidir, Ümmü’d-Derda'dan, o da Ebu'd-Derda'dan rivâyet etti. Ümmü
Eymen ise rivâyet ettiği bir hadisde şöyle demiştir: Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) bazı yakınlarına şöyle tavsiyede bulundu: Azab olunsan da,
yakılsan da Allah'a şirk koşma. Ana babana itaat et, onlar sana, sana ait
herşeyi terket- meni etmretseler bile sen de terket. Namazı kasden terketme,
çünkü kim namazı kasten terkederse Allah’ın himayesi onun üzerinden kalkar.
Şaraptan sakın, çünkü o her şerrin anahtarıdır. Günahtan kaçın, çünkü günah
Allah’ı gazablandırır. Herkese ölüm isabet etse bile savaştan kaçma. Haklı
olduğunu bilsen bile işi ehli ile tartışma. Kendi imkanlarından aile efradına
harca ve onlardan te’dib ve terbiyeni kaldırma, onları Allah’a asi gelmekten
korkut. Bu hadisi Şamlılar’ın muhaddisi Ebû Müshir el-Gassanî, Said b.
Abdülaziz, Mekhul, Ümmü Eymen tarikiyle gelen nüshasında rivâyet etmiştir ki
Ümmü Eymen ile Mekhul arasında inkıta’ vardır.
İmam
Ahmed b. Hanbel, AfzZmed’inde Yezid b. Harun, Muhammed b. İshak tarikiyle Mekhul’den
rivâyet etmiştir ki Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Fadl b. el-Abbas'a
şöyle nasihat etmiştir: “Öldürülsen yahut yakılsan da Allah’a şirk koşma,
namazı kasden terketme. Kim namazı kasden terkederse Allah'ın himayesi onun
üzerinden kalkar “
Ebû Zer
(r.a.) rivâyet ettiği hadisde Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurduğunu söylemiştir. “Kim namazı kasden terkederse Allah’ın himayesi onun
üzerinden kalkar.” Bu hadisin senedi Ebû Zer'den Mekhul’ün rivâyetine kadar
sahihtir. Lâkin Mekhul Ebû Zerr’e yetişmemiştir.[144]
Ben şöyle
diyorum: Birçok tarikten geldiğine göre bizce bu hadisin sıhhatinde ve bütün
ravilerinin salih hallerinde şüphe yoktur. Lâkin bunda namazı terkedenin dinden
çıktığı hususu yoktur, himayenin kendisinden kalktığı vardır. Bize göre bunun
mânası, Allah daha iyi bilir ya, o kişinin kasden terki sebebiyle
öldürüleceğidir. Bize göre bu, ondan himaye kalkmış demektir. Buhârî’nin
Humeyd, Enes b. Mâlik (r.a.) tariki ile rivâyet ettiği hadis buna delalet eder,
Bu hadiste Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ben insanlarla,
onlar, lâ ilâhe illallah deyinceye kadar mücadele etmekle emrolundum. Bunu
dedikleri, namazımızı kıldıkları, kıblemize yöneldikleri, kestiğimizi
yedikleri zaman, artık onların kanlan ve mallan İslâm’ın gerekli kıldığı haklar
müstesna, bize haram olur ve artık onların geri kalan hesablan Allah’a
kalmıştır”.[145]
Eğer
şöyle dersen: Müslim’in Sahîh’inde Hassan hadisindeki ifade şöyledir:
Peygamber’den, kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır, dediğini
işittim. İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde de şöyledir: Kul ile küfür
arasında "namazın terkinden başka birşey yoktur. Tirmizî, Nesâî, Ebû
Davud, İbn Mâce’de yer alan Büreyde b. el- Husayb hadisinde Peygamber şöyle
demiştir: Onlarla benim aramdaki ahid namazdır. Kim onu terkederse dinden çıkar.
Tirmizî bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir. İbn Hıbban’ın Sahîh’inde Büreyde
hadisi, merfu olarak şöyledir: Bulutlu günlerde namazı erken kılınız. Kim namazı
terkederse dinden çıkar. Mâlik’in Afuraft^’ında, Şâfiî'nin ve Ahmed’in Müsned'inde, Nesâî’nin
Simen’inde, Hâkim’in Müstedretiinde Mihcen ed-Deylemî hadisi de şöyledir: Bir
mecliste Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile birlikte iken namaz için
ezan okunur. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalkar namaz kılar ve
sonra döner, Mihcen ise hâlâ meclistedir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) ona “seni bizimle birlikte namaz kılmaktan alıkoyan nedir? Yoksa sen
müslüman değil misin?” der. Ahmed’in Afüsned’inde Abdullah b. Amr ’ın
naklettiğine göre birgün Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) namazı
zikretmiş ve şöyle demiştir. “Kim namaza devam etmezse onun nuru da kurtuluşu
da yoktur, o, Fir'avn, Karun ve Übeyy b. Halef ile beraber olacaktır”. Ba-
kıyye'nin -ki o Evzaî'den an'ane tarikiyle rivâyet ederse, rivâyeti delil
olarak kullanılmaz-Amr b. Said, Yezid er-Rükaşî, Enes tarikiyle rivâyet ettiği
hadiste Enes, Hz. Peygamberden şöyle buyurduğunu işitmiştir: “Kul ile şirk
arasında namazın terki vardır. Kim onu terkederse şirk koşmuş olur”. Yezid
er-Rukaşî zayıftır.[146] Bu baptaki hadisler çoktur.
Onlar üzerinde çok şey söylenmiştir. Bunların hepsinin, küfür ifade eden mânâları
ile namazı tembellik yüzünden terkedenin kâfir olmadığına delalet eden
mânâlarını birleştirecek olan, zikrettiğimiz tarzdaki bir mânâya hamli
zaruridir. Her bir hadis tek başına ele alındığında, üzerinde düşünülürse,
zikrettiğimiz mânaya götürür. Bu özet kitap namazı terkedenler konusunda
söylenenleri toplamaya müsait değildir, hem de bu konu fıkhın en önemli
meselelerindendir. Bu ilmin ilgilendiği nokta ise, zikrettiğimiz gibi, büyük
günahların dinden çıkarmadrğıdır. Çünkü bir kişi kebîre (büyük günah) işlediği
için dinden çıkmış olsa idi Allah, “size bir fâsık bir haber getirdiği zaman
onu açıklığa kavuşturunuz”[147] âyeti ile fâsıkın getirdiği
haberin araştırılmasını emret- mezdi. Fâsık kâfir olmuş olsaydı şehadeti
reddedilir ve durumu araştırılmamış olurdu. Yahut da Maiz'in İslâm'a dönüş
istemesini emrederdi.[148] Yani kebîre fiilinden dolayı
kişinin imanı gitmiş olsaydı, zina ettiği için Maiz'in imanı gitmiş olacaktı,
imanı gitmiş olsaydı Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona İslam'a
dönmesini emredecekti. Ama Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona bu emri
vermemiştir. Bu da delalet eder ki, kebîre işlemiş olsa bile, imam bakidir.
Mürcie'ye
göre iman ile birlikte bulunan büyük günahlar, şâriin sözüne göre, hiçbir zarar
vermez.
Biz buna
karşılık şöyle deriz: Şâriin, “İmanın yanında hiçbir şey zarar vermez” sözü
“İman, kebîre işlemekle ortadan kalkmaz” mânası- nadır. Bana göre “imanın
yanında hiçbir şey zarar vermez” diyen Abdullah b. Mes'ud'dur.
Peygamber’e.merfu' olarak ulaştığı sabit değildir. Çünkü mü'minin günahları ona
zarar vermez, sözü korkuyu ortadan kaldırma sonucunu doğurur. Nitekim kul
imanlı olduğu sürece günahla- nn kendisine zarar vermeyeceğini bildiği zaman
neden korksun ve çekinsin.
Âhiret Ahvali
Mu'tezile
ve Cehmiyye’nin hilafına, bize göre kabir azabı vardır. Onlar bunu kabul
etmiyorlar ve şahidde de gaibde de görüp müşahede ettiğimize göre, ölü bizim
kendisine verdiğimiz acıları hissetmemektedir, diyorlar; Onlara göre ölünün
kamına bir tutam saç konsa ve bir süre bırakılsa, yerinden kıpırdamayacaktır.
Azab veya başka bir şey sebebiyle kımıldamış olsa yeri değişmiş olacaktı. Bu
anlayışlarından dolayı onlar, cansız varlıkların teşbihini, mizanı, sıratı,
mü'minlerin ergeç cehennemden çıkacaklarını ve mi'racı inkâr etmektedirler. Biz
mahiyetleri itibariyle aklın bunları kavramaktan aciz olduğunu söylüyoruz.
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Allah'ın yaratıkları üzerinde
düşününüz, yaratan (ın zâtı) üzerinde düşünmeyiniz” buyurmuştur. Ya bu
aklınızın aczi sebebiyle, demektir. Bana göre bu hadisin Peygamber'e ulaştığı
sabit değildir. Bu İbn Abbas'ın (r.a.) sözlerindendir. Keza Hâfız Ebu'l-Kasım
el- Lalekaî ve diğerleri de bunu rivâyet etmişlerdir.8^ Akıl bu
konuda aciz ise kişinin aklının idrakinden aciz olduğu şeyleri inkâra
kalkışması yakışık almaz. Siz ey Mu'tezile ve Cehmiyye topluluğu, aklınızın
idrakinde kısır kaldığı bu gibi şeyleri inkâr etmeyiniz. Bunlar hakkında va-
rid olan sahih rivâyetleri tasdik ediniz. Kabir .azabının varlığına delil Allah
Teâlâ'nın “onlara iki kere azab edeceğiz”[149]
[150] sözüdür. Yani bir kere
kabirde, bir kere de kıyamette demektir. Keza “bundan başka bir azab olarak”[151] yani kabir azabından başka
bir azab olarak, ayrı “biz onlara en büyük azabın ötesinde yakın azabtan
tattıracağız”[152] [153]
yani onlara yakın olan kabir azabından tattıracağız, âyetleri de vardır. Bunlar
kabir azabının varlığına delalet eden şeylerdir. Sahih hadiste, kabir azabından
Allah'a sığınma08 vardır ki kabir azabının varlığı konusunda nastır.
Keza
“Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur”[154]
yani her- şey onu teşbih eder. Burada “in” kelimesi “mâ” kelimesi mânasına
gelen olumsuzluk edaüdır. Tıpkı “anneleri ancak onları doğuranlardır[155] “sizden cehenneme
uğramayacak yoktur...”[156], “biz sadece iyilik yapmak
istedik”[157] “onlar Allah’ı bırakıp
tanrıçalara taparlar...”[158], “onlar sadece yalan söylerler”[159] âyetlerindeki “in” gibidir.
Bu âyet cansız varlıkların teşbih eder. Küçük taş parçalarının Mustafa’nın (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) elinde teşbih ettiği sabittir[160]
Herkes, bütün âlemin lisân-ı hâl ile teşbih ettiği konusunda ittifak etmiştir.
Herşeyde onun tek
olduğunu gösteren bir delil vardır.
Cansız varlıkların
Allah'ı konuşma diliyle teşbih ettikleri konusunda ihtilaf vardır. Tercih
edilen görüş herşeyin Allah'ı nutuk (düşünce) olarak teşbih ettiğidir. Çünkü
aklen buna mani bir durum yoktur. Bu âyet buna delalet eder. Keza şu âyetler de
böyledir: “Doğrusu biz akşam-sabah onunla beraber teşbih eden dağları, kuşları
da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik”[161]
“Rahman'a çocuk isnad etmelerinden ötürü nerdeyse gökler paralanacak, yer
yarılacak, dağlar gö- çecekti.”[162] İbnMâce Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet etmiştir- “Hiçbir cin, ins, ağaç, taş,
kerpiç yoktur ki müezzinin sesini işitmesin de kıyamet gününde onun lehine
şehadet etmesin”.[163] Buhârî'de, Peygamber’in
huzurunda yemek yenirken o sırada onların, yemeklerin teşbihini işittikleri
rivâyeti vardır[164]. Müslim'deki bir hadiste de
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. “Ben Mekke'de bir
taş tanıyorum ki peygamber olmadan önce bana selam veriyordu”.[165] Hurma ağacının haberi de
sabit ve meşhurdur[166]. Bu konudaki hadisler çoktur.
Bu eşyanın konuştuğu sabit olunca teşbih etmelerinin imkanı da sabit olur. Âyet
buna delalet eder, yeter ki zahirine hamlolunsun. Bizim âlimlerimizden imam
Fahreddin er-Râzî ve Mu'tezile’nin çoğunluğu ise cansız varlıklar ile canlılar
içinde mükellef olmayanların ancak lisanı hal ile teşbih edebileceklerine
kaildirler. Bize göre bu reddedilmiş bir
görüştür. Bir gurup ilim adamı tafsile gitmiş ve demişlerdir
ki, başkaları dışında her canlı olan ve gelişen varlık teşbih eder. Onlar bu
görüşü ibn Abbas’ın Peygamber’den rivâyet ettiği şu hadisten istidlal etmektedirler.
“Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) iki kabre uğramıştı.. şu söze kadar: “yaş bir çubuk istedi,
onu ikiye böldü, her birini bir kabrin üzerine dikti, umulur ki bunlar kuruyana
kadar Allah onların azabını hafifletir, buyurdu”.[167]
Bunda o çubukların kurumayıp yaş kaldıkları sürece teşbih edeceklerine işaret
vardır. Bu görüş Ebu’l-Hasen ve İkrime'den naklolunan görüştür.
Mizanın varlığına şu
âyet delalet eder: “Kıyamet günü doğru teraziler kurarız”[168]
Onun tartısının mânası, ya sahifelerinin tartısıdır, ya Allah Teâlâ amelleri
cisim haline sokacak sonra onları tartacak demektir yahut da a’razlar
hakikaten tartılırlar demektir. Gayb âleminde öyle işler vardır ki akla mani
değildir. Lâkin bunlar duyular âleminde bilinmezler ve kısır akıllar bunları
muhal görür olurlar, halbuki bunlar aslında mümkin şeylerdir.
Sonra, hadise göre
Ehl-i bid’at ve Ehl-i ehva1 cehenneme gideceklerdir. Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sözü şöyledir: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya
ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan, benim
ve ashabımın yolunda olan biri müstesna diğerlerinin hepsi de cehennemdedir”[169]. Biz Ehl-i bid’atı tekfir
etmeyiz. Tahâvî'nin Akidesinde, şöyle bir ifade vardır: “Ehl-i kıbleden hiçbirini işlediği
bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz”[170].
Şunu iyi bilmelisin ki günahkar olmalarını gerektiren bid’atları yüzünden Allah
onları cehenneme koysa bile bizim kabul ettiğimiz prensiplere göre ebedî
kalmayacaklardır.
Cennet ve cehennem
yaratılmış durumdadırlar ve bugün mevcutturlar. Bu görüş Mu’tezile’nin
aksinedir. Çünkü onlar el’an yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Kaderiyye ve
Cehmiyye'nin de aksinedir. Onlar da cennet ve cehennemin ehli ile beraber fani
olduğuna kaildirler.
Mu’tezile şöyle
demiştir: Bizim onların şu anda yaratılmış olduğunu inkârımız, Allah Teâlâ’nın
cennet-cehennemi dilediği zaman ya- tatmaktan aciz olmaması sebebiyledir.
Gerektiği zaman yaratır. Aksi takdirde ihtiyaçtan önce onların yaratılmasının
bir manâsı yoktur.
Biz buna
karşı şöyle deriz: Onların hazırlanmış olmalarının hikmeti şudur: Sana itaat
eden kuluna ikram edeceğin şeyi, sana isyan edeni de korkutacağın şeyi görmesi
için hazır bulundurman iyidir. Nitekim en beliğ korkutma şekli hazırlanmış
olanın karşısındakidir. Günlük hayatta bile şu tarz konuşmaları müşahede etmez
misin? Biri diğerine, “şunu şöyle yap, elimin altındaki bu kurulu güzel ev
senin içindir, yahut da, şu elimde gördüğün ve karşı geleni cezalandıracağım
sopanın ■ korkusuyla, şöyle yapma” der. Bu söyleyiş tarzı, “şöyle yap, ben de
sana güzel bir ikram yapacağım, yahut da hazırlayıp cezalandıracağım sopanın
korkusuyla şöyle yapma” şeklindeki söyleyiş tarzından daha beliğdir. Bu aklî
delil olarak cennet ve cehenneme giriş vaktinin gelmesinden önce onların yaratılmış
olmasının iyi bir şey olduğunu gösterir.
Cennet
ve cehennemin yaratılmış oldukları konusunda bir başka delilimiz de şu âyettir:
“...sakınanlar için hazırlanmıştır “ıo6 onların görüşleri Allah’ın
verdiği bu haberi yalanlama sonucuna götürür. Çünkü yaratılmamış olsalar
hazırlanmış olmazlar. Cennet ve cehennem bir “şey” dir. Yani mevcuttur. Kıyamet
ise şey diye isimlendirilemez. Çünkü o henüz mevcut değildir. Bu,Mu'tezile‘nin
görüşü hilafmadır. Onlar kıyametin yaratılmış ve fakat henüz ortaya çıkmamış
olduğu, insan öldüğü zaman ortaya çıkacağı ve o kişiye malum olacağı görüşündedirler.
Çünkü Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim ölürse
onun kıyameti kopmuştur”.[171] [172]
Keza Akîde’nin sahibi de bu hadisi merfu olarak zikretmiştir, ama ben öyle
görmüyorum. Bize göre, ölenin kıyametinin kopması demek onun saâdet veya
şekâvet halinin ortaya çıkması demektir.
Sonra,
cennet ve cehennem onlara göre, yani Cehmiyye ve Kade- riyye’ye göre, fanidir.
Çünkü her ikisi de bir maksad için konulmuşlardır. Bunlardan maksad ise,
amellerin sevabıdır. Bu da sonludur. O halde cennet ve cehennem de
sonludurlar. Nitekim her ikisi de amellerin mükafatı veya cezasıdır. O halde
amellerin ölçüsündedirler.
Allah
Teâlâ’nın şu âyetlerindeki ifadeler ise bizi destekler. “Onlara kesintisiz
ecir vardır”[173]; “-...bitip tükenmeyen ve
yasak da edilmeyen...”[174]. Onların “amellerin
sevabıdır” sözü de doğru değildir. Doğru söyleyen ve doğruluğu da tasdik
edilmiş olan Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de ifade buyurduğu
gibi hiçbir kimse (sadece) ameliyle cennete girmeyecektir[175].
Eğer, cennet ve
cehennemin fani olmadığı görüşünün Allah’a be- kâ konusunda ortaklık sonucuna
götüreceği, yani sonsuz olan ebedî be- kâda cennet ve cehennemin Allah'a şerik
olacağı sonucunu doğuracağı ifade edilirse şöyle deriz:
Bu sonucu doğurmaz.
Bilakis cennet ve cehennem ile Allah’ın be- kâsı arasında bariz bir fark
vardır. Çünkü her ikisi de yok iken var olmuşlardır. Allah'ın bekâsı ise
ezelîdir, daimîdir.
Melekler
Sonra, meleklerin
hepsi de masumdurlar (günahlardan korunmuştur). Harut, Marut[176] ve şeytanların dışında hepsi
taat için yaratılmışlardan Bunlar ise şer için yaratılmışlardır. Ancak
içlerinden, Hâ- me b. Heym b. Lakis b. İblis müslüman olmuştur. Ebû Ca’fer
el-Ukay- E'nin, Muhammed b. Mûsâ el-Berberî, Muhammed b. Salih b. en-Nitah, Ebû
Seleme Muhammed b. Abdullah, Mâlik b. Dinar, Enes tariki ile rivâyet ettiği
hadiste Enes şöyle demiştir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ile beraber bulunuyorduk.
Mekke dağlan tarafından bir adam geldi veya değneğine dayanan yaşlı biri çıktı
geldi. Bunun üzerine Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Bu cin
yürüyüşüne ve cin nağmesine benziyor” buyurdu. Adam, evet, dedi: Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “sen hangi cinlerdensin” diye sordu. Adam: “Ben Hâme b. Heym
b. Lakis b. İblis’im” dedi. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) “Onunla
senin aranda sadece iki baba görüyorum” buyurdu. Adam:, “evet” dedi. Peygamber:
“Neler gördün geçirdin” diye sordu. Adam: “Dünyanın ömrünü yedim azı kaldı. İbn
A'vam’ın çocuğu Kabil'in Habil'i öldürdüğü gece oradaydım. Tepeler üzerinde
yürürüm. Baykuş avlarım. Yemeklerin bozulmasını sağlarım, insanlar arasında
dolaşır onları tahrik eder ve kışkırtırım.” dedi. Peygamber (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) “Kötü damga yemiş ihtiyarın ve kınanmış gencin işi ne kötü!”
buyurdu. Adam: “Beni kınama ve bana acıma, ben Nuh vasıtasıyla tövbe etmiş ve
ona inananlardan olmuş bulunuyorum, onu kavmine ettiği bedduadan ötürü kınadım
da hem kendi ağladı hem de beni ağlattı,. Ben Halîlü'r-Rahman İbrahim ateşe
atıldığı esnada onunla beraberdim. Allah onu kurtarıp ateşi ona serin ve
selamet yapıncaya kadar onunla mancınık arasın daydım. Allah'ın çıkarmasına
kadar Yusuf ile beraberdim. Mûsâ'ya yetiştim. İsâ ile beraber oldum. İsâ
"Muhammed'e yetişirsen ona benden selam söyle” dedi. Ey Allah'ın elçisi
ben tebliğ ettim ve sana inandım” dedi. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) “İsâ'nın ve senin üzerine de selam olsun, ey Hâme. Ne istiyorsun?”
buyurdu: Adam: “Mûsâ bana Tevrat'ı, İsâ Incil’i öğretti, sen de bana Kur'an'ı
öğret” dedi. Ömer şöyle demiştir. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ona
on sure öğretti, onun ne canlı olarak görüldüğünü ve ne de ölüm haberini bildirmeden
Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefat etmiştir. Ukaylî, Muhammed b. Abdullah
el-Ensarî'nin hadisi reddedilen bir ravi olduğunu söylemiştir. İbn Hıbban da
aynı kanaattedir. İbn Tahir bu ravi hakkında “kezzab” (yalancı) demiştir. Bana
göre de bu hadis zayıftır veya mevzudur, vesselam.”2
İslâm Fıtratı
İnsanlar ve cinlerin
hepsi de fıtrat, Allah'ın insanları yaratırken esas aldığı yaratılış, üzere
yaratılmışlardır. Bu fıtrat Mu'tezile'ye ve Eş'arîler'e göre İslam'dır. Bunun
içindir ki kâfirin kendi fiiliyle dinden çıktığı görüşündedirler. Ehl-i sünnete
göre ise fıtrat yaradılıştan ibarettir. Çünkü Allah Teâlâ “Allah'ı fıtratı””3
yani “Allah'ın yarattığı şekil (hilkat)” buyurmaktadır. Sahihayn'da mevcut şu
hadisler de bu fasıldandır. “Her doğan şahıs fıtrat üzere doğar. Sonra kendi
yolunu bizzat tayin edinceye kadar ana babası onu yahudileştirir,
hıristiyanlaştırır, mecusîleştirir.””4 Yani yaratıldığı fıtrat üzere
bırakılmış olsa bu fıtrata dayanarak yaradanına istidlal eder. Ama ebeveyni onu
yahudi yapıyor yani onun yahudileşmesinde, hıristiyanlaşmasında veya mecusi-
leşmesinde ona küfrü telkin etmek ve öyle terbiye etmek suretiyle sebep
oluyorlar. Bu hadisin yorumlanmasında en doğru görüş bu dur. Âlimlerin
çoğunluğu da bu görüşü benimsemişlerdir. Bundan çıkan sonuç fıtratın, dini
kabule hazır selim bir tabiat olduğudur. Bu da makbule, kabil denmesi
kabilindendir. Bunun mânasının “Her doğan şahıs Allah'ı tanıyacak şekilde, başka bir isim verse bile yaratıcıyı
ikrar edecek şekilde doğar” olduğu söylenmiştir. Fıtratın “kişiye takdir edilen
saâ- det veya şekâvet” olduğu, fıtrata “İslam” olduğu da söylenmiştir. Fıtratın
manasının küfürden arındırılmış, mü'min ve müslim olarak, Allah’ın Âdem’in
zürriyyetinden aldığı ahid üzere yaratılmak, olduğu görüşü de Ebû Hüreyre ve
Zührî’ye nisbet edilmektedir. Küçük bir risalede, babanım -Allah ona rahmet
etsin- bu hadis üzerinde sağlam görüşleri vardır.
Tekfir Meselesi
Bir
kişi, Allah yerde mi gökte mi bilmiyorum, derse, Hanefîler’e göre dinden çıkar.
Çünkü Allah’a mekan isnad etmiş olur. Keza Arş için de öyledir, yani Allah
Arş’ta mı yoksa başka bir yerde mi bilmiyorum, derse de böyledir. Kişi, Lokman
yahut da Zülkameyn peygamber midir yoksa değil midir, bilmiyorum, derse dinden
çıkmaz. Çünkü bunların nebi olup olmadıkları konusunda nas varid olmamıştır.
Yalnız bu, Mûsâ ve İsâ'nın peygamber olup olmadıklarını bilmiyorum, diyen için
böyle değildir. Böyle diyen şahıs dinden çıkar. Çünkü her ikisi de haklarında
meşhur nas bulunan peygamberlerdir. Bizim burada nassı, meşhur nas, diye
kayıtlamamızın sebebi insanların çoğu için gizli sayılabilecek naslarla sabit
bulunanları hariç tutmak içindir. Çünkü bu tip naslarla sabit olanları
bilmeyenler mazurdurlar. Ertesi gün küfretmeye niyet eden kişi o anda dinden
çıkar. Çünkü bu durum kendisinin dininde mütereddid olduğunun, yüzde yüz kesin
inanç içinde bulunmadığının delilidir. Bizim âlimlerimize göre bu şuna benzer.
Bir kişi namazda iken niyeti kesmeye azmetmesi de öyledir. Mesela birinci rek-
’atta iken kesinlikle böyle karar vermesi muhaldir. Kişi, inanmadan ama kendi
irâdesi ile küfür kelimelerini söylerse dinden çıkar. Bunları sarhoş iken
söylerse dinden çıkmaz. Mushafı pislik içine atmakla kişi, kalben böyle
inanmasa da, dinden çıkar,
Yezid'e
lanet okumak caiz değildir. Çünkü o mağfiret olunması mümkün olan bir
günahkârdır. Onun günahları mağfiret olunmasa da ona şovenler günahkardırlar.
Çünkü o bir müslümandır. Günahları yüzünden cezalandırılsa bile ergeç gideceği
yer cennettir. Çünkü hiçbir günahkar (fâsık) bizim prensiplerimize göre,
cehennemde ebedî kalmayacaktır. Cehennemde ebedîlik kâfirler içindir.
Peygamberlerin. Gönderilmesi
Emirlerin
ifası ve yasakların de terki için peygamberlerin gönderilmesi vakidir. Bir
kısım insanlara - ki bunlar Berâhime’dir - göre bu vaki değildir. Çünkü Allah
Teâlâ emredilen şeyden faydalanmadığı gibi yasaklanandan da zarar görmez.
Kendisine fayda vermeyecek bir şeyi emretmek, hikmeti olmadığı için, sefeh
(saçmalık)tir. Biz bu konuda şu görüşteyiz: Peygamber göndermekte kendisine
emir verilenin faydalanması hikmeti vardır. Onların, eğer peygamber göndermek
iyi kötü şeylerin açıklanması içinse akıl bunda yeterlidir, sözlerine karşı,
aklın ne şer’î meseleleri ve ne de eşyanın tabiatını bilme imkanı yoktur,
deriz.
Evliyanın
kerametleri sabittir. Mu'tezile ve imamlarımızdan Ebû İshak gibi evliyanın
kerametlerini kabul etmeyen diğerlerinin şüphesine gelince, onlar bu konuda
şöyle diyorlar: Keramet caiz olsaydı insanlar mûcize ile kerameti birbirinden
ayıramazlardı. Biz buna karşı şöyle deriz: İzhar edilen mûcize, kerametin
aksine, peygamberlik iddiası anındadır. Çünkü keramet sahibi o kerametle meydan
okumaz. Eğer peygamberlik iddia ettiği bir zamanda onu gösterse bu gözbağcılık
olur. Sonra bu görüş, yani kerametlerin inkârı görüşünü kasdediyorum, ■ içinde
Meryem’in kerametinin zikredildiği “Zekeriyya mabedde onun yanma her girişinde,
yanında bir yiyecek bulurdu”[177] âyetini, Belkıs'ın tahtının
zikri geçen âyeti[178], sahih hadisle sabit Hz. Ömer
(r.a.) hadisini inkâra götürür. Hadiste Ömer, Medine’de minberde iken o sırada
Nihavend kapısında bulunan Sariye'ye, “Ey Sariye aman dağdan sakın, kim koyunu
kurda güttürürse zulmetmiş olur”[179]
demiş, Nihavend’deki Sariye ve ordusu onu işitmişlerdir. Bu ümmetin selef olsun
halef olsun, salih kullarının sonsuz sayıda kerametleri vardır ki bunların çoğu
tevatüren sabittir.
Sonra,
rasuller ve nebiler hariç cinler ve insanlar masum (korunmuş) değillerdir.
Rasuller ve nebiler büyük günahlardan (kebîre- kebâir) masumdur. Çünkü onlar
masum olmasalar yalan söyleyenlerden ayırd edilemezler. Bunun başka delilleri
de vardır ki açıklanması uzundur.
Bu
Akîde'nin sahibi bizim imamlarımızın çoğunluğuna uyarak demiştir ki, lâkin
onlar, şefaatleri zayıflamasın diye, küçük günahlardan (sagire sagair) masum
değillerdir. Çünkü belaya uğramayan, belaya uğrayana acımaz. Mu'tezile’ye göre
onlar bütün günahlardan masumdurlar. Çünkü Mu‘tezile şefaati kabul
etmemektedir. Şefaati inkâr ettikleri için peygamberlerin küçük günah
işlemelerini mümkün görmemektedirler. Nitekim peygamberlerin küçük günah
işlemelerinin faydası, zikrettiğimiz gibi, acımaktır. Biz ise diyoruz ki
peygamberler hem küçük ve büyük günahlardan masumdurlar hem de şefaatleri
vardır. Bu görüş üstad Ebû İshak, İmam Ebu'l-Feth eş-Şehristanî, Kadi lyaz ve
babamın da tercih ettikleri görüştür. (Allah onların hepsine rahmet etsin)
Rasuller,
Cebrâil (aleyhisselâm)vasıtasıyla kendisine vahyedilen peygamberlerdir.
Nebiler ise başka bir melek vasıtasıyla veya uykuda rüya gösterilmek suretiyle
yahut da ilham gönderilmek yoluyla kendilerine vahyedilen peygamberlerdir. Keza
bu Akîde’nin sahibi şöyle demiştir: Nebinin kendisi için verilen emir konusunda
vahiy alan peygamber, ra- sulun ise başkalarına verilecek emirler için vahiy
alan peygamber olduğu şeklinde rasuller ile nebileri ayrı mütalaa etmemiz
konusunda biz haklıyız. Lafzın türetilişi bu değerlendirmeye delalet eder. Nebi
demek “haber alan” demektir. Rasul ise “başkasına gönderilen” demektir. Her
rasul nebidir. Çünkü başkasına verilecek emir için gönderilecek vahiy ancak
önce o peygamberin kendisine verilecek bir emrin vahyi ile olacaktır. Bunun
aksi doğru değildir. (Yani her nebi rasul değildir). Birçok nebi vardır ki
rasul olarak gönderilmemişlerdir.
Sonra
onların “zelle”leri de vardır. Bu kendilerine vahiy gelmeden önceki
hatalarıdır. Davud’un (aleyhisselâm)kendisine vahiy gelmesinden önce Uriya’nın
zevcesi ile evlenmesi, yahut, Âdem’in (aleyhisselâm)Allah’ın ismine saygı
göstermek için Allah’ın koyduğu yasağa uymamasında olduğu gibi daha faziletli
olanı bırakıp ondan daha az faziletli olana meyletmesi, hatta Allah bu konuda
şöyle buyurmuştur: “Âdem rabbına isyan etti ve azdı”. Yani Âdem İblis’in
“Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim diye ikisine yemin etti”.118
âyetinde de belirtildiği gibi Allah'a yemin ettiğini görünce, hiç kimsenin
Allah’a yalan yere yemin etmeyeceğini sandı ve Allah'ın ismine saygı gösterdi,
yasağı terketti ve ağaçtan yedi. Bu Akîde’nin sahibi şöyle demiştir: Bu zorlama
yoluyladır, yoksa ne kebîre irtikabını ne de azgınlığı gerçekleştirmek için değildir.
O (aleyhisselâm)bunlardan beridir. Nitekim Kur'an onun isyan etmediğine
şahittir. Nitekim şöyle demektedir: “O unuttu” yani terketti “ve biz onu azimli
bulmadık”.[180] yani kasten yaptığını
görmedik. Bize göre doğru olan Peygamberlerde “zelle”nin muhal olduğudur. Gelen
her fasılda açıklanması uzun sürecek cevaplarımız vardır. Sana söylediğim bu
sözü bir akid olarak muhafaza et.
En doğru olan,
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) Âdem'den ve Allah'ın diğer
yaratıklarından efdal olduğudur. O Allah'ın mahlukatı arasında seçtiğidir. O,
“yaklaştı ve sarktı da okla yay gibi hatta daha da yakın oldu”[181] denecek kadar
Allah'ın sevgilisidir. En üstün salat ve selam onun üzerine olsun, ondan sonra
peygamberler, mahlukatın en faziletlileridir.
Tafdil Meselesi
Muhammed ümmetinin
en faziletlisi Ebû Bekir'dir. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali (r.a.)
gelir. Daha sonra insanoğlunun peygamberler gibi havassı gelir ki bunlar da
meleklerin havassından üstündür. Meleklerin havassı insanoğlunun avamından
üstündür. Bu Akide' nin sahibine göre, insanoğlunun avamı da meleklerin
avamından üstündür.
Râfizîler'e gelince
onlar, Ali'yi Ebû Bekr'e ve diğer sahabilere tafdil etmektedirler. Bunu Enes
b. Mâlik’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadise dayanarak böyle yapmaktadırlar.
Enes şöyle demiştir: Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) huzurunda
oturuyorduk. Birden kızarmış bir kuş getirildi. Peygamber “Ya rabbi senin
katında mahlukatının en sevgilisini bana gönder de benimle birlikte bu kuştan
yesin” diye dua etti ve Ali ona geldi[182].
Râfizîler'e göre Ali sahabenin en cesuru, küfürden en uzak ola m ve en
bilgilisidir. Ehl-i sünnet ise Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) şu sözüne
dayanmaktadır. "Ebû Bekir'in size üstünlüğü orucunun, namazının çokluğundan
değildir, onun size üstünlüğü onun kalbine çöken şeyden dolayıdır.’’[183] Bu, onun onlann en
faziletlisi olduğu konusunda sarih bir nastır. Şunu bilmiş olmalısın ki
Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) bu sözü sabit değildir. Sabit
olan, Buhârî'nin ricalinden salih bir kişi olan Ebû Bekir b. Abbas'ın sözüdür.
Onun şöyle de bir kıssası vardır. Zemzem kuyusundan su çekerken kova bal dolu
olarak çıkmış. İbn Ömer’den (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir. “Biz,
Rasulullah (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken şöyle konuşur dururduk:
Ümmetin en faziletlisi Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali.” Şunu
bilmiş olmalısın ki bu hadisin aslı sahihtir ve muhtelif tariklerle sabittir.
Lâkin lafzı “Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman diye konuşur dururduk” şeklinde
ziyadesizdir. İbn Ebî Şeybe ve Dârekutnî bunu kitaplarına böyle almışlardır.
Hayseme b. et- Trablusî de kitabına almıştır ve lafzı şöyledir: “Biz şöyle
konuşur dururduk: Peygamberden (s.a:) sonra insanların en hayırlısı Ebû Bekir,
sonra Ömer, sonra da Osman’dır.”[184]
Ebû Bekir’in Ali ve
diğer sahabeden üstün olduğu konusundaki hadisler çoktur.[185]
Hz. Ali’nin (r.a.) oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'ye dediği sahih hadiste varid
olmuştur. Muhammed b. el-Hanefiyye ona şöyle sormuştur: “ey babacığım
Rasulullah’tan sonra insanların en hayırlısı kimdir?” O da şöyle demiştir: “ey
oğulcağızım, Ebû Bekir’dir”. Muhammed sonra kim diye sormuş, o da “Ömer”
demiştir.[186] Rivâyet edilen küş
hadisindeki “bana mahlukatının senin için en sevgilisini getir” sözünün mânâsı
“mahlukatın içinde benim için en sevgili olanı” demektir. Bu, lafız umumuna
şamil olarak alındığında, peygamberlerin üzerine tafdil mânâsı çıkmaması için
böyledir. Mahlukat içinde Allah’ın en sevdiği olmak o şahsın peygamberlerin de
en faziletlisi olması sonucunu doğurur. Birinin çıkıp şöyle demesi mümkündür,
mahlukat içinde peygamberin en çok sevdiği olunca o şahıs Allah’ın da onlar
içinde en çok sevdiği olur.*Bizim inancımız şudur ki Allah'ın çok sevdiği
peygamberin de çok sevdiğidir. Ebû Bekir Allah ve rasulünün nezdinde Ömer'den
daha çok sevilir. Ömer, Osman'dan, Osman da Ali'den daha çok sevilir. Kuş
hadisi ise mevzudur. İbnu'l-Cevzî Mev- duatvtâz. zikretmiştir. Üstadımız ez-Zehebî
zikrettiği birçok tarik konusunda tek kalmıştır, bunların hepsi batıldır. Bazı
âlimler Hâfız Ebû Abdullah el-Hakim'e kitabı el-Müstedrek’e bu rivâyetleri
aldığı için itiraz etmişlerdir.[187] Hz. Ali'nin onların en cesuru
ve en bilgilisi olduğu da geçerli değildir. Ehl-i sünnetten bazıları Ali’yi
Osman’a tafdil etmekte iseler de doğru olan Osman’ın efdal olduğudur.
Sonra Âişe,
bazılarına göre Fâtıma’dan efdaldir. Çünkü onun cennetteki derecesi Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) ile beraberdir. Bazıları da Fâtıma efdal dir demişlerdir.
Çünkü Âişe’nin derecesi Peygamber’e tabi olarak yükselmiştir. Çünki onun
zevcesi olduğu için onunla beraber olacaktır. Eğer bu yüzden Fâtıma’ya tafdil
edilecekse diğer peygamberler (aleyhisselâm)üzerine de tafdil edilmesi gerekir.
Çünkü Muhammed’in (aleyhisselâm)derecesi diğerlerlerinden üstündür ve Aişe de
onunla beraberdir.
Hilâfet
Ümmetin âlimlerinin
çoğunluğuna göre nebiler ve rasullerden sonra imamet haktır, vaciptir. Bir
kısmına göre imam tayin etmek vacip değildir. Çünkü zulmü, fitneyi defetmek
için zaten ona muhtaçtırlar. Ferahlık zamanında ise bundan müstağnidirler, yani
imama ihtiyaçları yoktur. O halde imam tayinine ihtiyaç yoktur. Esas vacip olan
zulümden uzak durmaktır. Biz bu görüşe karşı şöyle deriz: Peygamber’in vefatından
sonra sahabenin bu konudaki ittifakına göre imam nasbi vaciptir. Çünkü onlar
bir imam nasbinin vücubu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra zulümden uzak
durmak herkes için her zaman vakıya uygun olarak mümkün olmayabilir. Çünkü
Allah, yarattıkları arasındaki adetini mutlaka zâlim ve fâsıkların da bulunacağı
şekilde yürütmektedir. O halde bunu önleyecek, zecri tedbirler alacak birine
ihtiyaç vardır. O da imamdır. “İnsanların kendileri için durabilecekleri yeri
olmayan anarşide halleri iyi değildir.”
Sonra İmam Ahmed ve
Nesâî’nin rivâyet ettiği “imamlar Kureyş tendir”[188]
hadisine göre imamın Kureyş kabilesinden olması gerekir. Râfizîler’e göre
Haşimîler’den başkası olmaz. Onlar Ali ve evladını tayin etmişlerdir. Bize göre
“imamlar Kureyş ‘tendir” hadisi mutfaktır ve kabilenin ötesinde bir tahsis
yapılamaz.
Sonra, Peygamber’in (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) “her iyi ve kötünün arkasında namaz kılınız” hadisine göre
imamın masum olması şart değildir. Müellif, hadisi böyle nakletmiştir ama
hadis bu lafızla bilinmemektedir. Hadisin bilinen şekli “Lâ ilâhe illallah
diyenin arkasında namaz kılınız.” şeklindedir ki Dârekutnî böyle rivâyet
etmiştir[189]. Sonra imamın masum olmasının
şart koşulduğuna dair bir mânâ da çıkmamaktadır. Çünkü eşyadaki mahzurlar ve
serbestlikler imamın kavliyle değil, kitap ve sünnetle sabittir. îmam da Allah
ve rasulünden geleni uygulamakla mükelleftir. O halde onun masum olmasına
gerek yoktur. Çünkü Allah ve rasulünden gelenler, insanlar arasında malumdur.
Âlimler bunlarla meşguldürler. Bu yüzden imamın ismeti gerekli değildir. Bu
durum peygamberlerdeki durumun aksinedir. Çünkü peygamberlerin ismeti
gereklidir. Aksi halde sözlerine güvenilmez. Râfizîler’e göre imamların ismeti
şarttır. Bu zayıf bir görüştür. Keza Hanefîler’e göre imamın müc- tehid olması
şart değildir. Ama cesur olması, harbi ve mücadeleyi bilmesi, hükümleri infaza
kâdir olması, Hanefîler’in ifadesi ile, şart olarak mütalaa edilmeye layık
hususlardır. Şâfiîler’e göre imamın mükellef, hür, erkek, müslüman, adil, âlim,
müctehid, cesur, görüş sahibi ve yeterliği olan, işiten, gören ve Kureyş
kabilesinden biri olması gerekir. Doğru olan, organların bütün hareketlere ve
sür'atle kalkışa mani noksanlıklardan sâlim olmasının şart olduğudur.
Sonra Peygamber’den (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sonra hilafet “Hilafet benden sonra otuz senedir. Sonra
hükümdarlık gelecek, Sonra da hilafet galip gelenin elinde kalacaktır”
şeklindeki rivâyete göre otuz sene olmuştur. Bu Akîde’nin sahibi bu hadisi
böyle almıştır. Hadiste geçen “bezzebezziy- yen” ifadesi “kim galip gelirse
koparıp alacak” demektir. Araplar “men azze bezze” derler ki bu “galebe çalan
kopardı aldı” demektir. Bu hadisin aslı İmam Ahmed, Ebû Davud, Tirmizî,
Taberânî’nin rivâyet ettikleri şekildedir ki Peygamber’in (salla'llâhü aleyhi
ve sellem), hizmetçisi Sefîne'nin hadisi diye sabittir. Taberânî’nin lafzı
şöyledir: “Hilafet benden sonra otuz senedir”. Sefine demiştir ki “Ebû Bekir
iki sene sürdü, Ömer on sene, Osman on üç sene, Ali beş sene”. Bu tafdil ve
taksim Sefîne’nin sözüdür. Peygamber’in sözü değildir. Bazı raviler hata
ederek bu kısmı da Peygambere ulaştırmışlardır.[190]
Doğru olan şudur ki otuzu tamamlayan, Hasan’dır. Hasan’ın halifelikten feragat
ettiği zaman müddet tamamlanmıştır. Ali’nin vefatında altı ay bakıyye müddet
kalmıştı ki bu da Hasan’ın (r.a.) hilafet müddetidir.
Peygamberden
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) sonra ilk halife, sahabenin ittifakıyla Ebû Bekir’dir.
Hatta Ömer (r.a.) şöyle demiştir. Rasulullah din işlerimiz için senden razı
oldu da biz dünya işlerimiz için mi senden razı olmayacağız. Bu Ömer’den
rivâyeti sabit sahih bir hadistir. Râfizîler'in, Ebû Bekir’in Ali’nin hakkını
gasbettiği şeklindeki görüşleri ise batıldır. Çünkü bunda Ebû Bekir’i
destekledikleri için sahabenin zulüm üzerinde ittifak ettikleri görüşü vardır.
Halbuki sahabe bundan beridir. Onlar bu dinin taşıyıcılarıdır. Din onların
kılıçlarıyla yerleşmiş, onların seyahatleriyle yayılmıştır. Ali’nin ona bey’at
etmediğini veya Ali’nin ona kerhen bey’at ettiğini iddia edenlere karşı biz
şöyle deriz: Onun haklı olduğunu bile bile Ali'nin bey'attan imtina etmiş
olması haramdır. Ali (r.a.) için bu düşünülemez. Onun yanlış yolda olduğunu
bilerek imtina etmesi ise caizdir. Lâkin onun yanlış yolda olduğu kanaatinde
değildir. Çünkü kılıcını çekmemiş ve ona mani olmamıştır. Bilakis “onun
huzurunda edeple dururuz ve emirlerine uyarız” demiştir. Hiçbir kınayanın
kınaması onları -Allah onlardan razı olsun- haktan alıkoymamıştır. Râfizîler'in
bu konudaki hurafeleri çoktur, hezeyanlarının açıklanması fasıllar tutar.
Ebû
Bekir'in halifeliği sabit olunca Ömer'in hilafeti de kendiliğinden sabit olur.
Çünkü kendinden sonra onu halife tayin eden odur. Sonra Ömer kendinden sonrası
için hiçbir kimseyi tayin etmemiştir. Hilafet konusunu altı kişi arasındaki
şuraya terketmiştir. Bunlar Osman, Ali,. Abdurrahman, Talha, Zübeyr, Sa'd b.
Ebi Vakkas’dır (r.a.). O altı kişiden biri, Abdurrahman b. Avf, Osman'a bey'at
etmiş ve diğerleri de buna razı olmuşlardır. Böylece mütte fekun aleyh
olmuştur. Bütün müslü- manlann, sahabenin ve tabiinin icma' ettikleri kanaate
göre, Osman'ın, haksız olarak öldürülmesinden sonra Ali'nin hilafeti üzerinde
ittifak etmişlerdir. Keza bu da haktır. Oğlu Hasan, halifelikten kendisi
feragat edinceye kadar onu hak halife olarak takip etmiştir. Allah müs İdmanların
iki büyük grubunun arasını, dedesi Mustafa’nın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
da buyurduğu gibi[191] onun vasıtasıyla
düzeltmiştir. Sonra Hasan, Peygamber’in torunlarından Muaviye'ye devlet
reisliğini devretmiştir.
Akîde
tamamlanmıştır ve biz de seferde iken bu şerhi yazmışızdır. Şerhe bakanlar bizi
mazur görsünler ve bir kusur gördükleri zaman onu örtenlerden, güzel bir şey
gördükleri zaman da onu yayanlardan olsunlar. Bu satırların yazılması esnasında
zaten bilinen bir husus açıkça ortaya çıkmıştır ki o da imam Ebû Hanîfe ile
İmam Ebu'l-Hasan el- Eş'arî'nin sırat-ı müstakim üzere oldukları hususudur.
Mâtürîdî’nin
hayatı için bk. Kuraşî, el-Cevâhiru’l-Mudıyye fi Tabakati’l-Hanefiyye (nşr.
Abdülfettah Muhammed el-Hulv), Kahire 1978-1979, III, 360; Leknevî, el-
Fevâidü’l-Behiyye fi terâcimi’l-Hanefiyye, Beyrut, ts., s. 195; İbn
Kutluboğa, Tâcü’t-Terâcim, Bağdat 1962, s. 59; Ali Abdülfettah
el-Mağribî, İmâmu ehli’s-sünne ve'l-cemâa Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve
arâuhü’l-kelâmiyye, Kahire 1985, s. 14 vd.; Tancî, Muhammed Tavit, Ebû
Mansûr el-Mâtürîdî, AÜİFD, (Ankara 1955), I-II, s. 1- 12; M. Saim, Yeprem, İrâde
Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî, İstanbul 1984, s. 251-274.
[2]
De Boer, Tânbu'l-felsefefi'l-lslâm, s. 23.
[3] Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd,
s. 7.
[10]
Mâtürîdî, Kitâbu't-Tevbîd, s. 20.
[11]
a.e., s. 19-20.
[12] a.e., s. 21-22.
[13] bk. er-Ra'd 13/16; el-îsrâ
17/42; el-Enbiyâ 21/22; el-Mü'minûn 23/91; el-Mülk 67 /3.
[14]
Mâtürîdî, Kitâbu't-Tevbîd, s. 38-39.
[15] bk. Fussilet, 41/42;
el-Hucurât, 49/1.
[16]
Mâtürîdî, Tehıîlâtü'l-Kur'ân, 1919-
[17]
Mâtürîdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 62-77.
[18] a.e., s. 77-86.
[25]
bk. el-En’âm 6/35,125; en-Nahl 16/93; es-Secde 32/13.
[26]
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevbîd, s. 46.
[27] Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd,
s. 45-46, 65-68.
[28] Mâtürîdî, age., s. 58.
[29]
Mâtürîdî, age., s. 57; en-Nisâ 4/164.
[30] Mâtürîdî, age., s. 58-59.
[31]
Eş’arî, el-Luma\ s. 98 vd.
[32]
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 47^8, 51-52.
[33]
Mâtürîdî, age., s.45^48; Pezdevî, Ebû Yusr Muhammed, Ehl-i sünnet akaidi,
s. 101.
[34]
Mâtürîdî, age., s. 213-228.
[35]
Beyâzî, İşârâtu'l-merâm, s. 356.
[36]
Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, 1, 97-98. Krş. Cüveynî, el-Akîdetu’n-Nizamiyye,
s.
34.
[37]
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 255 vd.
[38]
Mâtürîdî, a.e., s. 259-2Ğ0.
[39]
Mâtürîdî, a.e., s. 261-269.
[40]
bk. Ebû Hanîfe, el-Ftkbu’l-ekber^Şerhu'l-Fıkhı'l-ekberekinde), s. 181.
[41] Mâtürîdî, Kitâbu't-Tevhîd, s.
308-318.
[42] Mâtürîdî, a.e., s. 99-101, 108-110.
[43] İzmirli, Yeni İlmi Kelâm,
1, 126 vd.
[44]
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 176-185.
[45]
bk. Sâbûnî, el-Bidâyefi usûli’d-din, s. 45-46.
[46]
Muhammed Abduh, Risâletu't-Tevhîd, s. 109 vd.
[47]
Bağdadî, el-Fark beyne’l-fırak, s. 90-91.
[48]
İsferâyînî, et-Tabsîrfî’d-din, s. 44.
[49]
Mâtürîdî, a.e., s. 191-192, 202-210.
[50]
bk. el-Mâide 5/41.
[51]
bk. el-Bakara 2/8; el-Hucurât (49), 14.
[52] el-Bakara 2/ 9.
[53] en-Nisâ 4/145; et-Tevbe (9),
59; el-Münafikûn (63), 1.
[54] en-Nahl 16/106.
[55] Mâtürîdî, Kitâbu ’t-
Tevhîd, s. 373-378.
[56] a.e., s. 379 vd.
[57] Temîmî, İ'tikâdu’l-İmam
Ahmed b. Hanbel, II, 302; Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda rtikâdî İslâm
Mezbebleri, s. 53.
[58] Ebû Hanîfe, el-Alim
ve’l-müteallim, s. 11-14.
[59]
et- Tevbe 9/13; el-Münafıkûn 63/6.
[60]
en-Nûr 64/21.
[61]
Mâtüridî, age., s. 348-380.
[62] bk. Ebû Hanîfe, el-Alim
ve’l-müteallim, s. 26-29.
[63] el-En’âm, 6/160.
[64]
Mâtürîdî, age., s. 359-364.
[66]
el-Bakara, 2/136; Al-i îmran, 3/19; en-Nisâ 4/85; Yûnus, 10/84.
[67] Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s.
393-401.
[69]
el-Hucurât, 49/15.
[70] Mâtürîdî, age., s. 387-388.
[72] Bu beyit Muhammed b. Said
el-Busıri‘ye ait Kasidetü'l-bürdd sinden alınmıştır. (İstanbul 1318,
s.24).
[74] el-Enbiya 21/ 22.
[75] el-Mü’minun 23/91.
[76] el-îsra‘ 17/42.
[77]
el-A‘la 87/1.
[78] el-A‘raf 7/180.
[79] el-İhlas 112/1.
[80] Merfü hadistir, bkz.
et-Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an, 10.
[81]
el-Buharî, “Tevhîd1' 24, Müslim, "îmanM 299.
[82] el-En’am 6/103.
[83] el-A’raf 7/143.
[84] el-A’raf 7/143.
[85] el-Bakara 2/95.
[86]
Meryem 19/26 .
[87]
el-Bakarâ 2/95.
[88] el-Kıyâmet 75/22, 23 .
[89]
el-A’raf 7/143.
[93] Tâhâ 20/5.
[94] Şiir, Baıys veya Ahtal’indir.
Bişr b. Mervan hakkında söylemiştir. (Jbya Şerhine bakınız 2/06).
[95]
"eş-Şura 42/11.
[96]
ei-Hâcc 22/1.
[97]
Sad 38/75-
[98]
el-Feth 48/10.
[99] Tâhâ 20/39.
[100] er-Rahman 55/27.
[101]
Mesela bk: Buhari, "Tevhid" 7, 25; Müslim, “Cennet" 35, 37, 38.
[102]
ez-Zuhruf 43/84.
[103]
el-Kehf 18/29-
[104]
es-Saffat 37/96.
[105] el-Bakara 2/125.
[106] el-Bakara 2/125.
[107] el-Bakara 2/125.
[108]
ei-En’am 6/125.
[109] ei-İnsan 76/30.
[110]
ez-Zümer 39/7.
[111]
ez-Zariyat 51/56.
[112]
"Allah kullarına zulüm dilemez." âyetine işaret ediyor. Gafİr 40, 31.
[113]
el-Maide 5/73.
[116] Hûd 11/6.
[117] Hûd 11/6.
[118]
Âl—i İmran 3/178.
[119]
el-Bakara 2/105.
[120]
îbn Mace, “Mukaddime" 18. bk. Keşfu’l-Hafa^ el-Aclûriî, Talebu’l-ılm.
[122]
el-Maide 5/41.
[123]
ei-Münafikûn 63/1.
[124]
el-Bakara 2/143.
[125]
et- Tegabün 64/9.
[126] Âl-i İmran 3/85.
[127] ei-Hucurat 49/14.
[128] Cibril Hadisi, Ebu Hüreyre ve
Abdullah b. Ömer (R.A.) rivayet etmişlerdir. Bu hadiste - peygamber şöyle
buyurmuştur: İman, Allah’a, meleklerine, onu göreceğine, peygamberlerine
inanmandır ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır. Keza şöyle buyurmuştur:
İslam, Allah’a ibadet etmen, namaz kılman, farz olan zekatı vermen ve Ramazan
orucunu tutmandır. bk. Buhari, "İman" 37; Müslim, "İman" 1.
Lafız Buhari’ye aittir.
[129] ez-Zümer 39/22.
[130] ei-Hucurât 49/14.
[131]
ei-Hucurat 49/7 .
[132] en-Nûr 24/35 .
[133] bk. Keşful-Hafâ,
2/234; İshak b. Rahaveyh ve el-Beyhaki £w«b'da sahih bir senedle rivayet
etmiştir.
[134] ez-Zümer 39/22.
[135] el-Bakara 2/3.
[136] Tâhâ 20/80.
[137]
el-Enfal 8/4.
[138]
el-Enfal 8/38.
[140]
Buhari, “Cihad" 77; Müslim, “İman” 179, “Kader" 12.
[141] en-Nisa 4/93.
[142] bk. Mecmau'z-zevaid
1/295, Taberanî, el-EvsatVa. rivayet etmiştir. Ravi zinciri içinde
Muhammed b. Ebi Davud vardır. Heysemi, bunun terceme-i halini yazan birini
bulamadım demektedir.
[143] bk. Kenzü'l-ummal 16/95. Tabeıanî el-Kebfrde
rivayet etmiştir. Keza bk. 16/93-94. Muaz’dan rivayet edilen bir benzeri Ahmed
b. HanbePin Mûsned'indedir, 5/238.
[144] Namazı terkedenler konusundaki hadisler için bk.
ei-Heysemi, Mecmau'z-zevaid, 1/295;
Müslim, "İman” 134; Ebu Davud,
"Sünne” 15, Tirmizi, "İman" 9; Ahmed b. Hanbel, 3/370; ' Darimi,
"Salat" 29.
[145]
Nesâî, “Tahrim” 1, “İman”, 9, 15; Ebu Davud, “Cihad” 95; Tirmizi, “îman” 2.
[146]
İbn Mace, “İkame” 77.
[147]
el-Hucurat 49/6.
[148] Maiz b. Malik el-Eslemi.
Peygambere gelip zina ettiğini itiraf eden ve bu yüzden recmedilen sahabidir.
Tercüme-i hali İbn Hacer el-Askalani’nin el-İsabe'sinde, 3/337, ve İbn
el-Esir’in Üsdü'l-gabe'sindedir t 5/8. Keza bk. Buhari,
“Hudud” 28; Müslim, “Hudud” 17, 19, 20, 22, 23.
[149] Keşfu'l-hafa.
1/371-372.
[150]
et- Tevbe 9/101.
[151]
et- Tur 52/47.
[152]
es-Secde 32/21.
[153]
Buhari, “KüsuP’ 7, “Cenaiz” 88.
[154]
el-İsra 17/44.
[155]
ei-Mücadile 58/2.
[156]
Meryem 19/71.
[157]
et- Tevbe 9/107.
[158]
en-Nisa* 4/117.
[159]
el-Kehf 18/5.
93 el-Heysemi, Mecmau'z-zevcıid,
8/299; el-Bezzar bu hadisi iki senedle rivayet etmiştir. Birinin ricali
sikadır, diğerinindeki ricalin bazıları ise zayıftır.
[161]
Sad 38/18.
[162]
Meryem 19/90-91.
[163]
îbn Mace, “Ezan” 5; benzeri Buharî, “Ezan” 5, “Tevhid” 5, “Bed’ü'l-halk” 12.
[164]
Buhari, “Menakıb” 25.
[165]
Buhari, “Fedail” 2.
[166]
Buhari, “Menakib" 25; îbn Mace, “İkamet” 199; Darimi, “Mukaddime” 6, Salat
202.
[167]
Buharı, “Vudu” 55, “Cenaiz” 89, 92, “Edeb” 46, 49; Müslim, “Taharet” 111.
[168]
el-Enbiya 21/47.
[169]
Tirmizi, “İman” 18; İbn Mace, “Fiten” 17.
[170]
bk. Akidetü't- Tahavi> s. 55.
[171]
Al-i İmran 3/131, 133.
[172]
bk. el-Acluni, Keşfu'I-Hafa, 2/386.
[173]
et- Tin 95/6.
[174]
el-Vakıa 56/33.
[175]
Buharı, “Rikak” 18, “Merda” 19; Müslim, “Münafikin” 72, 75/77, 78.
[176] Şu ayete işaret ediyor:
"...Babil’de melek denilen Harut ve Marut’a birşey irıdirilmemişti...’1.
bk. el-Bakara 2/102.
[177]
Al-i İmran 3/37.
[178]
en-Neml 27/40.
[179]
bk. es-Sehavi, el-Makasıdu'l-hasene, s.474; İbn Hacer, el-İsabe,
21302.
[180]
Tâhâ 20/115.
[181]
en-Necm 53/8-9. ,
[182]
Tirmizi, “Menakıb” 2.
[183]
el-Acluni, Keşfu'l-hafa, 2/266. Bu hadisin Zbjo'da zikri geçmektedir. İhya’nın
hadislerini tahric eden el-Iraki bu hadisi merfu görmediğini ifade
etmiştir.
[184]
Ebu Davud, “Sürme” 7.
[185] bk. el-Malati eş-Şafii, et-
Tenbih ve'r-red, s. 109; İbn Hacer el-Heytemi, es- Savaiku'l-Muhrıka,
s. 57, 60 vd.
[186]
bk. Ebu Davud, “Sürme” 7.
[187]
el-Hakim, el-Müstedrek, 3/120-131.
[188]
Ahmed b. Hanbel, el-Müsted, 3/129, 183, 4/421.
[189] Darekutni, 2/57.
[190] Ahmed b. Hanbel, el-Müsnedt
3/273, 5/44,50, 220, 221, 404; Ebu Davud, “Sünne" 8; Tirmîzi, “Fiten” 48.
[191] Buhari, “Firen” 20; “Sulh" 9, “Fedailu
ashabi’n-Nebi" 22, “Menakıb” 25; Ebu Davud, “Sünne” 12; Tirmizi,
“Menakıb" 25.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar