Aynü’l-Kudât’ın Fikirleri İle Şekva’l Garîb
Hazırlayan: Mehmet Emin
Bener
ŞEKVA’L
GARÎB-İ ‘ANİL EVTÂN İLÂ ULEMÂİ’L-BULDÂN ADLI ESERİN TAHLÎLİ
Şekvâ’nın tahlîlinde bizler bu müdafaayı
ihtiva ettiği konulara göre farklı bölümler altında ele almaya çalıştık.
Böylece her konunun sınırını da belirlemiş olduk. Çünkü orijinal nüshasında
konular birbiriyle girintili olarak bulunmaktadır. Evet, Afîf Useyrân’ın elimizdeki
tahkikli nüshasında her sayfanın üst tarafında konu başlığı verilmiştir. Ancak
kanımızca bu tahkikli nüshadaki konu tasnifi daha da çeşitlendirebilir. Nitekim
biz bu nüshadaki konu başlıklarına birkaç başlık daha ekledik. Bununla hem
konuların sınırlarını daha güzel bir şekilde ortaya koymuş olacağız hem de bu
müdafaa’nın müellifine yöneltilen eleştirilerin cevaplarını daha sağlıklı bir
şekilde ele almış olacağız.
Ayrıca sonuç kısmında daha geniş bir
şekilde ifâde edeceğimiz gibi savunma tamamen ilmiye sınıfı muhatap alınarak
kaleme alınmıştır. Açıklama beklediğimiz bazı durumlarda müellifin sükût
ettiğini görüyoruz. Örneğin, bazen bir konuda savunma mahiyetinde kendisinden
önce gelip geçmiş büyük sûfîlerin sözlerini aktarır. Daha sonra da bu sözlerin
kendi sözleriyle paralel olduğunu ortaya koyar. Ancak bu sözlerin açılımlarının
ne olduğundan bahsetmez. Yani müellif, anlatılanların muhatabın kafasında
oluşturduğu yanlış anlamayı giderecek açıklamaları yapmaz. Bu durumda soru
işaretleri cevapsız kalmaktadır. Bizce bu müdafaaya yöneltilecek en ciddi
eleştiri budur.
Bunun yanında bazı yerlerde gereksiz
uzatmalar bulunmaktadır. Örneğin, bir yerde yüzlerce sûfî ismini sayar ve
bunların çoğu meşhur zatlar değildir. Hatta birçoğu hakkında bizler her hangi
bir malumata rastlamadık. Hâlbuki bunun yerine kendilerinden alıntılar yaptığı
büyük sûfîlerle her dönemin öne çıkan birkaç şahsiyetini zikretmekle
yetinebilirdi.
Biz bu müdafaayı üç bölümde ele
almayı uygun gördük. Birinci bölümde müellif kendisi, yaşadığı çevre ve
tasavvuf ilmi ile meşguliyetinin ne zaman başladığı ile ilgili bilgiler yanında
zindan hayatından ve orada çektiği sıkıntılardan uzun uzun bahseder. Hemen
girişte ise kendisine bunu reva görenlere sitem eder. Bu kısımda Aynü’l-Kudât
yargılandığı düşüncelerden bahsetmez. Bizim ikinci bölüm olarak
adlandıracağımız kısımda ise hakkındaki eleştirileri ve bu eleştirilere karşı
savunmasını ele alacağız. Bu müdafaanın son kısmında müellifin, kelamın üç
temel konusu olan Allah(c.c.)’a iman, nübüvvet ve ahrete iman ile ilgili
selefin ittifak ettiği konuları belirttiğini ve kendisinin de selef ile aynı
düşünceleri paylaştığını söylemiştik. Bizlerde bu temel esaslar üzerinden
Aynü’l-Kudât’ın fikirlerini genel bir değerlendirme ile ortaya koymaya
çalışacağız.
Daha önce biz Aynü’l-Kudâtın hayatı
ile ilgili bilgilerimizin çok sınırlı olduğunu söylemiştik. Onun ile ilgili
bilgileri yine kendi eserlerinden öğreniyoruz. Onunla ilgili
malumatlarıözellikle Şekvâ’l-Garîb ve Zübdetü’l-Hakâik adlı
eserlerinden öğreniyoruz. Bizim giriş kısmı dediğimiz birinci bölümde bu
bilgiler yeteri kadar olmasa da bulunmaktadır. Şimdi bu bölümle ilgili tahlil ve
analizimize başlayalım.
A.
Kendisi
Hakkında Fırsat Kollayanlara Sitem
Daha önce Aynü’l-Kudât’ın şair
kişiliğine vurgu yapmıştık. Hatta ilk telif ettiği eserin 70 beyitlik bir naat
olduğunu söylemiş ve bunu daha çocuk sayılabileceği bir yaşta yazdığını dile
getirmiştik. Bu risâleye baktığımız zaman Aynü’l-Kudât’ın düşüncelerini aralara
serpiştirdiği şiir ve beyitlerle daha etkili bir şekilde ve edebi bir üslupla
ifâde ettiğini görüyoruz. Hatta risâlesine bir beyitle başlamıştır. Gerçektende
şiir, kabiliyeti olan insan için düşüncelerini en etkili bir şekilde ortaya
koyabileceği bir üsluptur.
Bu müdafaa’nın girişinde
Aynü’l-Kudât, hayatı boyunca yazdığı ve söylediklerinden dolayı kendisini
yargılamak için fırsat kollamış olanlara sitem etmektedir.
‘’Ey Allahın Kulları! Beni her
söylediğim ve yazdığımdan dolayı her zaman gözetenler olmuştur. Bu hak mıdır?’’[1]
Aynü’l-Kudât’ın, kendi ifâdesi ile
bir hiristiyan veya yahudiye dahi nispet edilemeyecek derecede yanlış ve sapkın
düşünceleri kendisine yakıştıranlara elimizdeki bu savunmasında veryansın
etmektedir. Onlara kitap ve sünnet çerçevesinde bazı hatırlatmalarda bulunup onları
kendisi hakkında insaf sahibi olmaya davet etmektedir.
Öncelikle Hz.
Peygamberimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in“Ey dilleri ile iman
ettikleri halde imanları kalplerine ulaşmayan insanlar! Müslümanlar hakkında
gıybet etmeyin ve onların kusurlarını araştırmayın. Kim onların kusurlarını
araştırısa Allah da onun kusurlarını araştırır-ortaya çıkarır- ve Allah (c.c)
kimin kusurlarını araştırısa onu evinde dahi olsa rüsvâ eder.”[2]hadisi
ile uyarılarına başlar. Bunları bilen bir âlimin bu hadise muhalif davranıp
uyarıları dikkate almaması gerçekten hayret edilecek bir şeydir. Daha vahim
olanı ise bir âlimin peşine düşüp onun kusurlarını araştırıp ona haksız
ithamlarda bulunmaktır. Kaldı ki ithamlarında haklı bile olan bir kimsenin
bunları ulu orta söylemesi nehyedilmiştir. Nitekim Hz. Resûlullah(salla’llâhü
aleyhi ve sellem) başka bir hadislerinde
şöyle buyurmaktadır: “Kim gözleriyle gördüğünü ve kulaklarıyla duyduğunu
ifşâ edip konuşursa, Allah c.c., onu Müslümanlar arasında kötülüğün yayılmasını
isteyen zümreden kılar ve onun için acıklı bir azap vardır.”[3]
[4]
Bizler yukarıdaki ifâdelerden sonra
anlıyoruz ki, Aynü’l-Kudâtı bu denli üzen ve inciten bazı fikirlerinin
eleştirilmesi değil, kendisine söylemediği sözlerin nispet edilerek ve ya
sözlerinin çarpıtılarak yorumlanması ve sahip olmadığı bu düşüncelerden dolayı
yargılanmasıdır. Kendiside bu durumu “Bana nisbet etmedikleri bir kötülük
kalmadı'’7 sözleriyle anlatmaya çalışmıştır.
Tarih boyunca çoğunlukla bir
atasözünde ifâde edildiği gibi meyve veren ağaç taşlanmıştır. Özellkile
kıskançlık duygusu hakîkate perde olmuş sahibini dalâlete ve yanılgıya
düşürmüştür. Öyle ki, yeryüzünde işlenen ilk cinayetin müsebbibi bu duygu
olmuştur. Onun içindir ki, insanı ve onun fıtratını en iyi bilen Allah-u Teâlâ,
insanlığa indirdiği hidayet rehberi olan Kur’an’da, Hz. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’in şahsiyetinde tüm insanlığa kıskancın kıskançlığında
kendisine sığınılmasını emretmiştir.[5]
Aynü’l-Kudât, fazilet sahibi
insanların tarih boyunca kıskanıldığından dolayı çeşitli sıkıntılara maruz
bırakıldığını, hem âvam ve hem de âlimler tarafından fiîli veya sözlü olarak
eziyet gördüklerini dile getirdikten sonra şu beyiti bizimle paylaşır:
“Denildi ki, -yahudi ve
hiristiyanlar kastediliyor- Allah (c.c.) çocuk sahibidir,
Ve yine Peygamberin s.a.v. kâhin
olduğu söylendi,
Allah (c.c.) ve Rasûlü (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) , insanların kendilerine muhalefet etmelerinden
kurtulamadılar -nerde kaldı ben mi -kurtulacağım-? ”179
Yukarıdaki beyitler Aynü’l-Kudâtı
bir nebze teselli etmiştir. Çünkü bütün kâinâtın Yaratıcısına ve O’nun resûlüne
atıldıktan sonra kendisine bunların reva görülmesi şaşılacak bir şey değildir.
Ancak Aynü’l-Kudât’ın belkide zoruna giden ve onu bu kadar inciten şey bu
iftiranın merkezinde zamanın âlim geçinen insanlarının bulunmasıdır. Kendisi bu
kişileri kendilerini âlim müsveddesi olarak tanımlamştır.
Aynü’l-Kudât eserlerinde yoruma
müsait mücmel ifadelerin bulunduğunu kabul eder. Ancak bunların ötesin yorum
götürmez sarih ifâdelerin hiç dikkate alınmadığından yakınır. Bununla beraber
o, yine dile getirdiği bir beyitle hakikatlere hiçbir zaman perde
çekilemeyeceğini söyler. Nasıl ki gökyüzündeki yıldızları ve ayı ellerinizle
gizleyemezsiniz işte öyle de hakikatleri örtbas edemeyeceksiniz mesajını verir.[6]
[7]
Aynü’l-Kudât’ın başına gelen bu
sıkıntılardan dolayı önceleri çok mahzun ve şaşkındır. Üzüntüsünün yanında bu
şaşkınlığını daha önce dile getirdiğimiz gibi savunmanın girişinde söylediği
beyitlerden açık bir şekilde anlıyoruz. Ancak zindanda bütün bunları tefekkür
ortamı doğunca zamanla bunların çok şaşılacak durumlar olmadığının farkına
varır. Çünkü Kur’an’da Hz. Yusuf (a.s.)’un kıssası anlatılırken “Andolsun ki
Yusuf ve kardeşleri(nin haberleri)nde, sorup ilgilenenlerin alacakları nice
ibretler vardır” [8]
[9]
buyrularak dikkat çekilmektedir. Herkesçe malum olduğu üzere kardeşleri Yusuf’a
karşı duydukları kıskançlık hissinden dolayı onun canına kastetmek isterler.
Babalarının ona olan muhabbet ve ilgisini hazmedemediler ve bir peygamber olan
babaları için “Doğrusu babamız apaçık bir yanılgı içindedir”12
dediler. İşte tam bu noktada Aynü’l-Kudât, bir peygamberin çocukları eğer haset
ettikleri kardeşlerinin canına kıymaya yeltenip babalarına olmadık ithamlarda
buluna biliyorlarsa, kendisinden hoşlanmayan ve aralarında hiçbir kan bağı
bulunmaya kişilerin kendisine Hz.Yusuf (a.s.)’a yapılanların daha fazlasını
reva görmelerinde yadırganacak veya şaşılacak bir durumun olmadığını ifade
eder. AyrıcaAynü’l-Kudât’ın, Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Yusuf Sûresi’nin “ (Kardeşleri)
demişlerdi ki, elbette Yusuf ve kardeşi (bünyamin), babamıza bizden daha
sevgilidir” [10]ile
“Ona değer verenlerden değildiler” [11]ayetleri arasında kırk küsur
günah ve hata tespit ettiğini aktarır. Böylece bizler buradan haset duygusunun
insanda yol açtığı tahribâtın büyüklüğünü ölçebiliyoruz.
Yine Aynü’l-Kudât’ın Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in“Sakın haset etmayin! Çünkü haset, ateşin
odunu yediği gibi salih amnelleri yer”[12] hadisini zikrederek
hasımlarına gerekli uyarıda bulunur ve kıskançlığın insanı kıyamet gününde
nasıl iflasın eşiğine getireceğinden haber verir.
Aynü’l-Kudât kendisine acı son
hazırlayan kimselere bir beyitle şöyle seslenir:
“Bana haset ederek gelenlere de ki;
Kime karşı edepsizlik yaptığınızı
biliyor musunuz?
Sen bu sû-i edebi Allah’a c.c. karşı
yaptın,
Çünkü sen Onun bana verdikelrine
rıza göstermiyorsun.”[13]
Biz daha öncede Aynü’l-Kudât’ın şiir
kültüründen va bu konudaki büyük kabiliyetinden bahsetmiştik. Gerçekten de
hayranlık uyandıracak derecede duygularını şiilere yansıtmaktadır. Görüldüğü
gigi yine kendini çekemeyenlere sitem dolu bir serzenişte bulunur. Ve onlar
tepkilerini her ne kadar kendisine yönlendirdiklerini sanıyorlarsa da aslında
onlar bu eylemleri ile Allah(c.c.)’a karşı bir gayret içine girmişlerdir. Çünkü
onların haset ettiği tüm faziletleri kendisine bağışlayanın Allah (c.c.)
olduğunu hatırlatır. Bütün kâinât Onun kabzasında ve istediğine dilediğini
bahşeden,O’dur. Maddi ve manevi kazanımlarımızı bize hibe eden Allah
(c.c.)’tır. Bu hususa özellikle dikkat çekmiştir.
Sonuç itibari ile mahsudun yani
kıskanılan kimsenin bir suçu yoktur. Eğer öyle olmasaydı haset eden kişi neden
onun gibi olmak istesin. Aynü’l-Kudât haset eden kişiyi bazı durumlarda mazur
görmek gerektiğini dile getiriyor. Bu konuda örnek olarak, kendisini
kıskanaları işaret ederek şunları söyler:
“Kıskandığı kimse ilim yolunda
kendisini epey geride bırakmıştır. Yıldızların zirvesine çıkmış, namı ve
şöhreti her yere yayılmıştır. Yakın ve uzak bütün insanların takdirini kazanmış
ve bütün Müslümanların övünç kaynağı haline gelmiştir. Bu durumda haset eden
kişi ile inatlamış onunla tartışmaya giren kişi kemâlden ne kadar uzaktır! ”[14]
Aynü’l-Kudât, sitem dolu bu girişten
sonra kendisinin nasıl bir halet-i rûhiye içinde bu risâleyi yani müdafaayı
kaleme aldığını anlatır. Kullandığı ifâdeler ise her insanın yüreğini
dağlayacak cinstendir. Kendini öncelikle vatanından uzak sürgünde yaşayan bir “garîb”
olarak nitelendirmektedir. Bağdat’ta zindana atıldığı sırada yazdığı bu
savunmanın giriş kısmında, maruz kaldığı ithamlardan sonra gözlerinin uykuyu
unuttuğunu, başını hiç yastığa koymadığını, geceler boyu uzun uzun ağladığını,
kalbinin içinde hissettiği bu sıkıntılardan dolayı daraldığını dile
getirmektedir. Bu arada onu en çok üzen şeyin ise vatanından ve sevdiklerinden
ayrı düşmek olduğunu defalarca ifâde etmektedir. Bunun yanı sıra her geçen
günde kalbindeki bu hüznün ve sıkıntının katlandığını da belirtmektedir.
Bir diğer beyitte ise zindan,
tutukluluk, gurbet ve özlemin kendisinde büyük infiallere yol açtığını,
sevdiklerinden uzak kalmanın artık kendisi için dayanılmaz bir hal aldığını
söyler. Bütün bunların ötesinde kendisini yıkan şeyin, etrafında sıkıntılarını
paylaşıp rahatlayacağı ve kendisini teselli edecek kimsenin bulunmaması
olduğunu ifâde eder. Bu hasretini şu beyitle dile getirir:
“Etrafıma defalarca dönüp bakıyorum
ve ve sevdiğim kimseyi göremiyorum,
Lakin burada burada sevmediğim
birçok kimse bulunmaktadır. ”[15]
Doğduğu Topraklara ve Sevdiklerine
Duyduğu Özlem
Aynü’l-Kudât’ın, Bağdat
zindanlarında iken doğduğu ve yetiştiği toprakları ve oraların doğa güzelliklerini hatırladığında üzüntüden neredeyse ciğerlerinin parçalanacağını söylemektedir. Aslında bu esaret ve tutukluluk hayatından kurtulamayacağını ve öleceğini
hissetmiş olacak ki, vatanı Hemedân’a olan özlemini şu beyiti terennüm ederek
dile getirir:
‘’Keşke bilseydim bir daha
Hemedândan Ervend’in zirvesini tekrar görebilecekmiyim."1'9
Aynü’l-Kudât, uzun zamandan beri
yüzünün gülmediğini, hep sıkıntılarla baş başa kaldığını söyledikten sonra
sevdiklerine duyduğu özlemi şu beyitlerde dile getirir:
“Keşke rüzgâr bize onların sözlerini
ve onlara da bizim sözlerimizi taşısaydı. Susuzluğumuzu gidererek
yakalandığımız bu ateşli hastalıktan bize şifa verecek mesajları iletseydi! ”[16] [17]
Dikkatle irdelendiğinde
Aynü’l-Kudât’ın yalnızlıktan çok anlaşılmamaktan yakınmaktadır. Çünkü hayatının
her safhasında etrafında sevenleri olmuştur fakat ileride de değineceğimiz gibi
bu kimseler kendisine reva görülenler karşısında susacaklardır. Bununla beraber
Aynü’l-Kudât onları mazur gördüğünü söyleyecektir.
Aynü’l-Kudât, hayatı Peygamber
Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in buyurduğu gibi yolculuğa
benzetmektedir. Ona göre yolculuk yapan bir kişi yanında yoldaşı veya arkadaşı
varsa bu yolculuk ona çok zahmetli gelmez. Yolculuğun meşakkati azalır.
Dolayısıyla kendisini bu kadar yıpratan şeyin yalnızlık olduğunu ortaya koymaya
çalışır. Meşhur arap şair İmruü’l Kays’tan ve yine İbn-i Hucr’dan birkaç beyit
aktararak bize yalnızlığın ne kadar acı olduğunu ve vatanına duyduğu özlemi
anlatmaya çalışmıştır. Hatta doğup büyüdüğü yerlerin toprağını ve suyunu
kendisi iççin şifa kaynağı olarak gördüğünü veciz bir şekilde beyan etmiştir.
Aynü’l-Kudât’ın doğduğu yer olan
Hemedân’a olan özlemini ve muhabbetini bu risâlenin giriş kısmında dile
getirdiği beyitlerde had safhada hissediyoruz. Öyle ki, bu savunmasında en uzun
tuttuğu bölüm bu kısımdır desek yanlış söylemiş olmayız. Hemedân’ın
ilkbahardaki halini herkes tarafından kıskanılan bir geline benzetmektedir.
Bunun yanında Hemedân’ın vadilerini, dağlarını ve altında geniş gölgeliklerin
oluştuğu ağaçlardan bahsederken özlem doludur. Hatta oradaki dağlara: “Keşke
bilseydiniz! Gölgeniz ve tatlı soğuk suyunuz, benim içinde bulunduğum humma
hastalığına şifadır”[18] şeklinde seslenerek
oralara duyduğu özlemi dile getirmiştir.
Aynü’l-Kudât, Bağdat zindanında bu
risâleyi yazarken bir ara kendini Hemedâna giden bir kervanda hayal eder. Bu
kervanı Hemedâna girdiğini hayal ederken, insanların şehrin girişinde kendilerini
karşıladığını düşünür. Özellikle Hemedân’ın iffetli kadınlarının kendisini
kervandakilere sorarak, Ona karşı şefkat ve merhametlerini dile getirirkenki
hallerini tasvir eder. Bütün bunları bir şiirle ifâde ederken son beyitlerinde
şöyle dile gelir:
“Benim varlığım onlara feda olsun
ki, eğer benim burada (zindanda) neler çektiğimi duysalardı, onların her biri
-beni burada çıkarmanın bir fidyesi veya üzüntülerinin bir ifâdesi olarak-
boyunlarındaki altın gerdanlıkları çıkarıp atarlardı ”[19]
Bu son beyit Hemedân halkının
kendisine olan teveccühlerini ortaya koymakta ve Aynü’l-Kudât’ın ne kadar çok
sevildiğini göstermesi açısından önemlidir.
Aynü’l-Kudât’ın, müdafaasının
girişinde doğduğu topraklardan bu kadar uzun bahsetmesinin sebebini Hz.
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın, bir hadisinde vatan sevgisinin
imandan olduğunu dile getirmesine bağlar. Kendisi bundan dolayı ne vatanını ne
de oradaki kardeşlerini hiç unutamayacağını söyler.Vatan sevgisi, insanın
fıtratında var olan bir olgudur. Dolayısı ile kendisi de her seferinde vatanına
olan özlemini dile getirir. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
’in Mekkeden gelen Asîl el-Hüzâî (r.a.)’ye Mekkeyi sorduğunu, Asîl (r.a.)
Mekkeyi anlatmaya başlayınca da Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in
duygulandığından bahseder. Yine Bilal-ı Habeşî (r.a.), bir defasında Mekkeden
bahsederken dudaklarından bir beyit döküldüğünü bunu duyan Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’in ona: “Sen gerçekten özlem dolusun ey siyah kadının
oğlu!” buyurarak Mekke’ye olan muhabbetini izhâr ettiğini ifâde eder.[20]
Bunları aktardıktan sonra Hz.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ve beraberinde hicret eden sahâbileri kastederek: “Onlar gibi yüce
insanlar bile vatanlarına bu kadar özlem duyarken, benim gibi zayıf tabiatlı
bir insanın gurbette ve zindana atılmış bir durumdayken nasıl olur da
sevenlerini ve vatanını yâd edip özlemini dile getirmesin?”[21],der.
Öncelikle bu sıkıntılı sürecin
sebepleri üzerinde ileride yeteri kadar duracağımızı belirtmek istiyorum.
Aynü’l-Kudât’ının ifâdelerine baktığımızda, onun bu dünyada bir insanın
yaşayabileceği en büyük sıkıntıları çektiğini söyleyebiliriz. Bunu bu konu ile
ilgili ifâdelerinden açıkça anlıyoruz. Öyle ki, özellikle zindanda
yaşadıklarına başka bir insanın tahammül etmesi mümkün değildir. Kendisi bu
durumu şu beyitle ifâde etmaya çalışır:
‘Eğer benim vücudum ve kalbim
demirden olsaydı, bu felaket ve musibetler karşısında erirdi.’’[22]
Aynü’l-Kudât, başına gelen bu
felâketler karşısında büyük bir rûhî çöküntü yaşamıştır. Risâlesine göz
attığımızda bunu hemen fark edebiliriz. Çünkü risâlesinin her bir yerine
yaşadığı sıkıntıların şiddetini anlatan beyitler serpiştirmiştir. Risâleyi
okuyan kimse onun çektiklerinin tahammül edilmesi zor şeyler olduğu düşüncesini
kabullenir. Hayatının beklide en verimli döneminde olduğunu söyleyebiliriz.
Farklı konu ve alanlarda eser telif etmek için hazırlandığı bir sırada
kendisini zindanlarda bulması onu fikrî olarak da yormuştur.Aslında kendisi bir
insanın en olgun döneminin kırklı yaşlar olduğunu çünkü bu dönemde fikirlerin
tam olgunlaştığını ifâde eder. Ancak az önce belirttiğimiz kitap yazma
faaliyetlerini bu sıkıntılardan dolayı erteler. Ve maalesef idam edilerek şehit
edileceğinden dolayı bunlar sadece bir proje olarak kalacaktır.
Aynü’l-Kudât esareti boyunca çektiği
sıkıntılardan bunalmıştır. Kendisine nasıl bir muâmelede bulunulduğunu
ayrıntılarıyla bilmiyoruz ama onun şu beyitleri çektiklerini çok net
anlatmaktadır:
“Eğer benim bu üzüntülerime kargalar
ortak olsaydı ve daldığım düşüncelere onlar da dalsaydı, onların tüylerine ak
düşerdi. ”[23]
Kendisini bu sıkıntılara götüren
sebep kendisinden önce bu akıbete uğrayanlarla aynıdır. Çünkü kendisini yanlış
yorumlanmaya müsait olan düşünceleri söylemeye iten en önemli unsur gönlünde
parıldayan bu sırları saklayacak kadar sabırlı olamamasıdır. Kendi ifâdesine
bakılırsa bunları dile getirmediğinde göğsü daralır ve nefes almaz hale
geliyordu. Bu durumda, derin bir iç çekerek kendisini bir nebze rahatlatırdı.
Ancak gönül, ferahlamak ve rahatlamak için, içindeki bu incileri bazen saçma
ihtiyacı hisseder. Biz aynı durumu Hallac-ı Mansur’un “Ene ’l-Hakk”
ifâdesinde de görüyoruz. Hallâc da bu sırrı ifşâ edince aynı akıbete
uğramamış mıydı?
Konumuza dönecek olursak Bağdat
zindanlarında emsali görülmemiş eziyetlere maruz kalır. Biz bunu
şikâyetlerinden ve feryatlarından da anlıyoruz. Öyle ki, başka bir beyitindeki
şu ifâde yürek parçalar:
“Eğer benim başıma gelenler taşların
başına gelseydi, o taşlar parçalanırdı. Eğer rüzgâr benim yaşadıklarımı
yaşasaydı, onun estiği bir daha duyulmazdı. ”[24]
F.
Bir Sûfî olarak Aynü’l-Kudât
Öncelikle şu hususu dile getirmeden
geçemeyeceğim. Aynü’l-Kudât çok iyi bir şairdir. Bizler bunu, bu müdafaayı
okurken hissediyoruz. Kendisi de zaten daha çocuk sayılabilecek bir yaşta şiir
yazmaya başladığını söylemiştir. Onun da dile getirdiği gibi, şiirin gönülleri
okşayan bir tarafı vardır ve insan, duygu ve düşüncelerin bu yolla daha güzel
bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen Aynü’l-Kudât, büluğ
çağına girdiğinde Dini ilimleri tahsil etmeye yönelmiş ve şiirle uğraşmayı bir
nebze osun bırakmıştır. Özellikle de sûfîlerin yoluna girdikten sonra tamamen
kendisini diğer şeylerden soyutlamıştır. Çünkü ona göre bir sûfî eğer bir
şeyden yüz çevirir ve terk ederse tekrar ona dönmesi kadar onu alçaltan bir şey
yoktur. Bu, o kişi adına bir zillettir.
Aynü’l-Kudât, tasavvufu bütün
ilimlerin en değerlisi olarak görmektedir. Çünkü o, hakîkat ilmidir. Dolayısı
ile bu yola giren bir kimsenin başka şeylerle meşguliyetini, herhangi bir
ilimde yetkinliğe ulaşmış bir kimsenin çocuklara alfabeyi öğretmekle meşgul
olmasına benzetmektedir. Böyle bir kimsenin daha ciddi meselelere eğilmesi
gerekir. Onun kendisi Allah(c.c.)’ınEsmâ ve Sıfatları ile nübüvvet ve diğer
imana taalluk eden meselelerle uğraşmış ve bu konulara eğilmiştir.
Aynü’l-Kudât, her insanın mayasında
farklı seciyye ve karakterlerin var olduğunu söyler. İnsan bunları huy edinir
ve bir daha da bunları terk edemez. Bunlar o insanın değiştirilemez
alışkanlıkları haline gelir. Hatta bu alışkanlıkları değiştirmek için büyük bir
irade ortaya koysa dahi, çoğunlukla mağlup olur. Bir türlü buna muvaffak olamamaktadır.
Bunun içinde çölden şehre getirip kendisine okuma yazma öğretilmeye çalışılan
bir bedeviyi örnek verir. Bu bedevi birkaç gün bu işe sabreder fakat en sonunda
bir beyitle kendisinin çöl hayatını ve oradaki uğraşlarını özlediğini dolayısı
ile şehirde daha fazla kalamayacağını ifâde eder. Dolayısı ile bir sûfîyi
girdiği yoldan alıkoymak ve onun değişmesini beklemek imkânsızdır.
II.
AYNÜ’L-KUDÂT’A YÖNELTİLEN
ELEŞTİRİLER VE ONUN BU ELEŞTİRİLERE CEVABI
Öncelikle Aynü’l-Kudât’ın kendi
ifâdesine göre bu savunmayı merhamet dilenmek için yazmamıştır. Hakkında
verilen hükmün değişmeyeceğini zaten biliyordu. Ancak öldükten sonra insanlar
onun masumiyetini bilsinler ve hayırla yâd edilmek için böyle bir girişimde
bulunuyor. Kendisi bunu bir şiirinde şöyle ifâde ediyor.
“Bir asma fidanı ektim ve onu
budamak istedim,
Umarım ki bir gün meyvesi güzel
olacaktır,
Eğer benim umduğum gibi meyve
vermezse,
Ağacının acı olması benim suçum
değildir. ”[25]
Aynü’l-Kudât kendisine bu ithamlar
yapılırken, sûfiyyeden hiç kimsenin kendisini savunmaya yanaşmadığından
yakınır. Ancak yinede onları mazur gördüğünü beyan eder. Bu yolda tek başına
olduğunu ve kimseden en ufak bir teselli ve yardım almadığını da şu beyitle
anlatmaktadır.
“ Kim uzaktakileri tanımak
istiyorsa (dost edinmek istiyorsa) bilsin ki,
Karşılaştığım sıkıntılarda bir elimi
diğerine dayadım. ”[26]
Aynü’l-Kudât’ın sevenleri çoktu.
Şöhreti her tarafa yayılmıştı. Fakat sıkıntılar kendisini bulunca etrafında hiç
kimseyi göremez. Daha önceki ifâdelerinde de buna değinmiş ve etrafında kendisini
teselli edecek ve sıkıntılarını paylaşacak bir dostun eksikliğini çok
hissettiğini bildirmişti.
Müellif kendisi ile ilgili yapılan
eleştirilere geçmeden önce insaf sahibi âlimlere şöyle seslenir:
Bana kulak veripte kaderin başıma
sardığı sıkıntıları dinleyenlerden Allah (c.c.) razı olsun. Bir gupup âlim ki-
Allah (c.c.) onları güzel işlerinde muvaffak kılsın, kalplerinden kin ve
nefreti söksün ve onları hayra yöneltsin- benim yirmi yıl önce yazdığım bir
risâlenin değişik yerlerindeki ifâdeleri cımbızlayarak beni eleştiri konusu
yaptılar. Ben o risâlede tasavvuf ehli ’nin hallerini açıklamaya
çalışmaktaydım. Tasavvuf Ehli kimselerin yaşadığı haller “akıl ötesi alan” ile
ilgili durumlardır. Filozoflar, akıl alanı içinde sıkışıp kaldıklarından bütün
bu halleri inkâr ederler. Çünkü onlara göre bir peygamber, akıl yetisini en üst
seviyede kullanabilen bir dâhiden başka bir şey değildir.[27]
Biz daha önce Aynükudât’ın tasavvuf!
düşüncelerinin dayanaklarını açıklarken onun düşüncesinin ana merkezini “akıl
ötesi alan” kavramı oluşturduğunu söylemiştik. Bundan sonraki bölümlerde de
biz bu kavrama vurgu yapıldığını göreceğiz. Onun düşüncesinin kilidini bu
kavram oluşturur. Örneğin o, Allah (c.c.)’ınEsmâ ve Sıfatlarını, peygamberliği,
velâyeti, Kâinat’ı ve içinde bulunan her şeyin varlığını yorumlarken hep bu “akıl
ötesi alan ”a dikkat çeker. “Akıl alanı ” ve “akıl ötesi alan”
onun tasavvufi ve felsefi düşüncesini şekillendiren iki farklı ama zıt olmayan
bakış açılarıdır.
Aynü’l-Kudât’ın kendini savunmak
zorunda hissettiği ilk itham nübüvvetin akıl yoluyla anlaşılamayacağını
söylemesiyle akıl dışı bir tavır sergileyip nübüvvetin anlaşılmasının önüne set
çektiği iddiasıdır.[28]
Aynükudât, nübüvvete karşı duruşunun aklın dar sınırları içerisinden değil de
akıl ötesi bir idrâk içerisinden olduğunu izah etmeye çalışır.
Aynü’l-KudâtZübdetü’l-Hakâik
adlı eserinde aklın mahiyetini ve sınırlarını göstermeye çalışır.
Aynü’l-Kudât’a göre akıl sadece bu dünyaya ait işleri idrâk edebilir. Hakk’ı ve
nübüvveti tam manasıyla idrâk edemez. Hakk’ın gerçek anlamıyla idrâk edilmesi
ancak basiret gözünün açılmasıyla mümkün olur. Aynü’l-Kudât buna akıl ötesi idrâk
der.[29]Aynü’l-Kudât
yine nübüvvetin de hakîkatinin anlaşılması için akıl ötesi bir idrâkin, basiret
gözünün olması gerektiğini söyler. Çünkü nübüvvet, velâyet ve verâ
derecelerinden sonra ortaya çıkan bir çeşit mükemmelliklerdir. Aynü’l-Kudât
velâyet derecesini akıl derecesinin üstünde bir yere konumlandırır. Burada
velâyet derecesinin akıl derecesinden üstün olması velînin elde ettiği şeylere
akıl sermayesi ulaşamayacağı içindir. Aynü’l-Kudât nübüvvet makamını da velâyet
makamının ötesine yerleştirir. Böylece nübevvetin hakîkatine akıl alanın
dışında birkaç verâyı geçtikten sonra ulaşılabilir.
Aynü’l-Kudât’a göre peygamberleri
sadece dahi olarak nitelemek peygamberliğe imanın bir karşılığı değildir. Bu
dar kalıp içerisinde değerlendirildiğinde sadece sahip olduğu bir sıfatı - yani
fetaneti- zatının yerine ikame etmiş oluruz. Hâlbuki nübüvvet, velâyetin
ötesinde meydana gelen mükemmellikler zinciridir. Velâyet ise “akıl ötesi
alan”ı içine alan bir hâldır. Bir bakıma veli, normal şartlarda aklın ulaşamayacağı
hakîkatlere ulaşan kişidir. Bir başka ifâde ile aklın yetilerini veya
kabiliyetlerini aşan hakîkatler vardır ve akıl bu hakîkatleri kavrayacak
düzeyde değildir. Ancak velâyet makamındaki kimse kendisine bahşedilen mistik
tecrübelerle bu hakîkatleri yaşar.
Aynü’l-Kudât’ın, yukarıdaki bilgiler
ışığında velâyetin daha iyi anlaşılması için bir kaç örnek verir. Bu örneklerle
anlattıklarını somut bir şekilde ortaya koymaya çalışır. Bizler de bu örnekleri
burada tek tek zikrederek maksudun anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışacağız.
Velâyet konusunda verilen ilk örnek,
Hz. Ebubekir(r.a.)’in vefat etmeden önce Hz. Ayşe(r.a.)’ye vasiyeti ile
ilgilidir. Şöyle ki, Hz. Ebubekir (r.a.) vefat etmeden önce eşi hamile idi.
Malum olduğu üzere o zaman şimdiki gibi anne karnındaki bebeğin cinsiyetini
kesin bir şekilde verebilecek bir yöntem veya şimdiki gibi gelişmiş teknolojik
aletler yoktu. Ancak Hz. Ebubekir (r.a.), kızı Hz. Ayşe (r.a)’yi yanına çağırıp
vasiyetini bırakacağı zaman vasiyetine şöyle başlar : ‘’ Kızım, onların
ikisi de senin kızkardeşlerindir.’’[30]Hâlbukı
o anda Hz. Ayşe (r.a.)’nin Hz. Esma (r.a.)’dan başka kız kardeşi bulunmuyordu.
Aynü’l-Kudât bu konu ile ilgiliHz.
Ebubekir (r.a.)’den bir örnek daha aktarır. Kendisi ölüm döşeğinde bulunduğu
bir sırada : “ Sana tabip getirelim mi? ” dendiğinde, o şöyle cevap
verir: “Yanımda tabiplerin en büyüğü var ve O, bana: Ben istediğimi yaparım,
buyuruyor” [31] diye cevaplamıştır.
Hz. Ebubekir(r.a.)’in tabiplerin en büyüğünden kastı Yüce Allah (c.c.)’tır. Bir
ayet olan diğer ifadesi ile de bu hastalıktan kalkamayacağını ve yakın bir
zamanda vefat edeceğini îma etmiştir.
Yukardaki örneklerden anlaşılacağı
üzere Hz. Ebubekir (r.a.)’e doğacak çocuğunun kız olacağı ve hastalıktan
kalkamayıp yakın bir zamanda vefat edeceği bilgileri keşfyoluyla
verilmişti. Aksi takdirde bunu başka bir şekilde te’vil etmek veya izah etmek
mümkün değildir. Bu bilgiler kendisine gayb aleminden verilmiştir. Çünkü bunlar
akıl yetisi ile veya mantık işletilerek varılacak bilgiler değildir.
Ayülkudât, diğer bir örneği ise Hz.
Ömer (r.a.)’den vermektedir. Herkesçe malum olan meşhur bir olayı bize aktarır.
Kendisi, Medinede bir Cuma günü minberde bulunduğu bir sırada : "Ey
Sâriye, dağa, dağa çekil!"[32]5, diye seslenir. O saatlerde
Sâriye, Müslüman ordularının başında bir komutan olarak Nihavend’de farslılarla
savaş halinde bulunuyordu. Hz. Ömer (r.a.), Medineden savaşın gidişatını
seyrediyormuş gibi, tâ Nihavend’deki komutanını uyarmaktadır. Sâriye bu sesi
işittiğinde şaşırmış fakat emri de yerine getirmişti. Ve bunun sonucunda büyük
bir zafer elde edildi.[33]
[34]
Öncelikle, Allah (c.c.)’ ın kalbine
verdiği keşfle Hz. Ömer (r.a.), hutbe sırasında Sâriye'nin harp sahasını
ve sıkıntılı halini görmüştü. Ona emir vermiş ve emir Sâriye'ye işittirilmişti.
Sâriye'nin elçisi emri duyup dinlemekle muzaffer olduklarını söylüyordu.
Elbette burada şöyle bir soru akla
gelebilir. Hz. Ömer (r.a.), madem bu şekilde keşf ehlidir ve ve bu şekilde
keramet vermiştir, o zaman kendisini şehit edecek kişinin haberini neden
önceden alıp tedbirli hareket etmedi? Aslında bu sorunun bir benzeri Hz. Yakûb
(a.s.)’a da sorulmuştur. Ona nasıl oluyor da ta Mısır diyarından sana
getirilmekte olan Hz.Yusuf’un (a.s.) gömleğinin kokusunu aldın da yanı başında
kuyuya atıldığında onu hissetmedin? Kendisi de şöyle cevap vermiştir: “Bizim
halimiz şimşeklere benzer. Bazen yüksekten her tarafı görür gibi oluruz, bazen
de ayağımızın üstünü göremeyiz.”20
Bu bağlamda Aynü’l-Kudât’ın
aktardığı diğer bir olay da, İslam Tarihinin üçüncü halifesi olan Hz. Osman
(r.a.) ile ilgili rivayet edilen bir hadisedir. Şöyle ki, bir gurup sahabe, Hz.
Osman (r.a.)’ı ziyaret ederler. İçlerinden biri, gelirken yolda bakışlarına
engel olamamış bir kadını süzmüştü. Hz. Osman (r.a.)’ın huzuruna girdikleri
sırada o, “Ne oluyor da sizden bazılarınız yüzünden zinâ ’nın bir eseri
olduğu halde huzuruma geliyor”[35]buyurur. “Zinâ’dan bir eser”ifâdesinden
kasıt, o yasak bakışlardır. Evet, nasıl ki her işlenen günah kalbin üzerine
görünmez bir siyah nokta oluşturuyorsa, öylede haram bakışların sahibi olan
kimsenin de yüzünde o haramın manevi izi kalır. Fakat bunu ancak basiret sahibi
olanlar görür. Hz. Osman (r.a.)’ın bu azarlamasında sonra o bakışların sahibi
olan sahabe şaşkınlıkla sorar: ‘ ’Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ’tan sonra vahiy var mı?” bunun üzerine Hz. Osman( r.a.) şu
mukabelede bulunur: "Hayır, bu vahiy değildir. Ancak basiret, burhan ve
sadık bir feraset’tir. Sen Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın:
“Mü’minin ferasetinden korkun, çünkü o, Allah’ın c.c. nuruyla bakmaktadır”,
buyurduğunu işitmedin mi?”[36]
Yukarıdaki olayda dikkat çeken nokta
şu ki, o sahabi kendisi ile Rabbi arasında gizli olan bir duruma Hz. Osman
(r.a.)’nın muttali olmasının şaşkınlığını yaşıyordu. Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’in son peygamber olduğunu ve kendisinden sonra kimseye vahiy
gelmeyeceğini çok biliyordu. Ancak bir şaşkınlığın ifâdesi olarak o soruyu
sormuştur. Görüldüğü gibi ister adına basiret diyelim ister feraset veya ister keramet
diyelim ister keşfdiyelim bu anlattıklarımız inkâr edilemeyecek
hakikatlerdir.
Aynü’l-Kudât, Hz. Ali (r.a.)’den
nakledilen şu çarpıcı olayla velâyet ile ilgili düşüncelerimizin daha net
anlaşılmasını sağlayacağını söyler. Hz. Ali (r.a.) şehit edildiği günün sabahı
evinden çıktığı zaman şehid edilececeğinden haberdarmış gibi şu beyiti tekrar
edip duruyordu:
“Artık ölüme hazırlan çünkü ölüm
mutlaka seni bulacaktır,
Ansızın gelip çattığında ölümden
korkma! ”[37]
Şimdi bizler bütün bunları
değerlendirdiğimizde velayet makamının hakikatine varabiliriz. Çünkü dört
halifeden aktarılan bütün bu durumlar basite indergenecek şeyler değildir.
Ayrıca amprik bilgi ile ulaşılacak neticeler de değildir. Biz bunları aklın
alanı dâhilinde yapacağımız izahâtlarla açıklayamayız. Bu bilgiler “akıl
ötesi alan”a geçebilen ve olaylara Allah (c.c.)’ın nuru ile bakabilen
basiret sahibi olan kişilerin ortaya koyabileceği mistik tecrübelerdir.
Aynü’l-Kudât’ın dört halifenin
haricinde velâyet bahsinde zikrettiği son örnek Uveys el-Karânî’dir. Herim b.
Hayyân adındaki şahıs onu ziyaret etmeye karar verir. Mekkeden yola çıkar ve
sonunda onu Fırat nehri kıyısında bir yerde bulur. Kendisine tarif edilen
kişinin o olduğunu görünce ona yaklaşır ve selam verir. Uveys el-Karânî ‘ ’Ve
aleyke ’s-selâm ey Herim b. Hayyân’’ diyerek selamını alır. Hem onun ve hem
de babasının ismini anarak selamını alınca, Herim b. Hayyân hayretini
gizleyemez ve ona : ‘’ Benim ve babamın ismini nasıl bilebildin? Hâlbuki biz
seninle daha önce hiçbir yerde karşılaşmadık ve beni daha önce görmüş de
değilsin.’’ der. Bunun üzerine Uveys el- Karânî, ona dönerek şu mukabelede
bulunur : ‘’ Alîm ve Habîr olan Allah( c.c). bana haber verdi. Benim ruhum
daha önce seninle tanışmıştı. Ruhlarında aynı bedenler gibi bilinçleri vardır
ve bu sayede mü ’minler birbirini tanırlar.’’[38]
Nübüvvet ve velâyet ile ilgi
anlatıların hülâsası şudur: Aklın idrâk edemeyeceği ve bilimsel olarak
açıklanması mümkün olmayan bazı durumlar tamamen akıl ötesi alan ile
ilgilidir. O alana giremeyen bir kimse bu hakikatleri ne kavrayabilir ve ne de
açıklayabilir. Bunun neticesinde Aynü’l-Kudât, Allah(c.c.)’ın bilgisi ya da
îman ile ilgili belli bir hiyerarşi içinde üç tür epistemik duruş takınır.
Birincisi, terimin en derin anlamı itibariyle “bilmek” anlamına gelen Mârifettir.Marifet
bu hiyerarşide bile yer almayan ilimden ayrı anlama sahip olan bir terim olarak
düşünülmelidir. İkincisi dostluk ve arkadaşlık anlamına gelen ve Allah
(c.c.)’ıbilmenin daha yüksek bir biçimi olan velâyedir. Üçüncüsü ise
peygamberlik anlamına gelen ve Allah (c.c.) hakkında kesin anlamda içten ve
derin bir bilgi oluşturan nübüvvettir.[39]
Aynü’l-KudâtZübde’nin yüzbir
kısa bölümünde, aklın ve yasanın teklif ettiklerinin ötesinde, farklı bir
imanın temel öğretileri anlayışına ulaşmak için keşfve zevkin bu tür
akıl ötesi kategorilerin sınırlarını tecrübe etmektedir. Ayn el-Kudât
yargısında, her vahyî dindeki en temel iddianın bu vahyin bizzat niteliği
olduğunu söyler. Daha basit bir ifâde ile bir kimse,vahiy ile gelebilen bir
peygamber ya da resûle nasıl inanabilir? Allah (c.c.)’ın bazı sıradan insanlara
diğerlerine iletmesi için mesaj vermesi ne anlama gelmektedir? Aynü’l-Kudât,
merkezî bir problem olan vahiyle ilgileri bakımından insanları dört grupta
değerlendirir: Birincisi bazı insanlar, vahyin imkanının rasyonel kanıtlarla tasdikine
ihtiyaç duymazlar. İkinci grupta buna ihtiyaç duyan, ancak bu ihtiyaçlarını
gidermek için sadece farklı düşünce mekteplerindeki müesses otoritelere uyan
insanlar vardır. Üçüncügrup insanlar ise rasyonel kanıta ihtiyaç duymalarına
rağmen bu delilleri kendileri belirlerler. Ve nihayet dördüncü grupta
bulunanlar da aynı şekilde bu tür öğretilere vahiy olarak inanırken bir yandan
teorik bilgi(el-îlmu’n-nazarî) yolunu takip ederken kesin bilgiye
ulaşmak için bir yandan da gözleri akıl ve bilginin Ötesinde örneğin zevk
ve keşfte bulunan gerçekliklerdedir.[40]
Aynü’l-Kudâtın bu düşüncelerine
karşı çıkanlar, onun bu düşünceleri ile âvâmın peygamberliğe iman etmesinin
önüne set çektiği fikrine kapılmışlardır. Çünkü onlara göre peygamberliğe imanı
savunan ve gerekli gören aklın kendisidir. O halde akıl nasıl olurda bir şeyi
gerekli görürken, bu gerekli gördüğü şeyin hakîkatini idrâk etmiyor? Yani aklın
hakîkatini kavramadığı bir şeyi tasdiki nasıl kabul edilebilir?
Aslında Aynü’l-Kudât’ın nübüvvete
iman konusu ile ilgi ortaya koyduğu esaslar muarızların anladığı şekilde
değildir. Çünkü Aynü’l-Kudât, “akıl ötesi alari'a geçmeyi ve nübüvvetin
hakîkatini kavramayı peygamberliğe imanın bir şartı olarak görüyor değildir. O,
yukarıdaki söylemleri ile nübüvvetin hakîkatini anlamak için “akıl ötesi
alan'a geçme gereğini dile getiriyor. Bu durumda bir şeyin hakîkatini
kavramak başka, onun varlığına iman etmek başka türlüdür.
Bizler bu savunmanın tahlîlini
yaparken kimseyi savunma niyeti taşımıyoruz. Sâdece olanı daha anlaşılır
kılmayı amaçlıyoruz. Ancak bu savunma bir risâle şeklinde yazıldığından bazı
izahatlarda eksik kalmıştır. Bu bağlamda Aynü’l-Kudât’ın görüşünü daha net bir
şekilde ortaya koymak için muarızlara cevap niteliğinde şu önemli tespiti
yapmayı gerekli görüyoruz: Ciddi bir bakış açısı ile değerlendirdiğimizde diğer
îtikadî konularda da aynı sorunun varlığını kabul etmek zorunda kalırız.
Örneğin, Allah (c.c.)’ın Zâtı ve Sıfatları konusu, kader konusu, meleklerin
mahiyeti veya ahret ve ona taalluk eden konulara imanda da aynı durum söz
konusudur. Bizler bütün bunlara tereddütsüz iman ettiğimiz halde bunların
keyfiyetine ve hakikatine muttali değiliz. Ancak bu durum, bizim imanımıza
hiçbir şekilde zarar vermez.
Dolayısı ile Aynü’l-Kudâtın dediği
gibi herhangi bir kimse yaşamadığı bir tecrübenin hakikatini kabul edebilir.
Yaşayan birinin öldükten sonraki kabir hayatına inanması veya hesap gününe
inanmasını buna örnek verebiliriz. Aynü’l-Kudât bu durumu, duygusal coşkunluk
yaşayan ve bunu şiirlere yansıtan biri ile bu coşkunluğu yaşamayan ve şiirden
anlamayan hatta bu sanattan hiç nasibini almayan kişi arasındaki ilişkiyle
açıklar. Şiirden anlamayan kişi her ne kadar o coşkunluğu yaşamasa da, o şiiri
yazan veya söyleyen kişinin duygusal bir coşkuya sahip olduğunu bilir. Bu
durumda Aynü’l-Kudât’ın savunduğu ilke şudur ki; “akıl ötesi alaıTa
geçmiş ve burada yaşadığı mistik tecrübeyle bir şeyin hakikatinin bilgisini
elde etmiş birinin inancı ile bu yolu kat etmemiş birinin inancı arasında bir
fark vardır. Ancak buradaki fark, küfür-iman ikilemine götürecek veya bu
şekilde ayrıştıracak bir fark değildir. Bilakis beklide imanın tadını alma veya
almama neticesini doğuracak bir fark olabilir.
Aynü’l-Kudât, felsefecilere ve
nübüvvetin akılla idrâk edilebileceğini savunan dönemin fukahâsına karşı
aklın,Hakk’ın ve nübüvvetin gerçeğinianlayamayacağını şu örnekle izah etmeye
çalışırANübüvvet akıl ötesi (tavr) bir alandır. Her kimse ki bu akıl ötesi
alanı tasdik etmezse nübüvveti tasdik etmez... Ve eğer bir kimse diliyle
nübüvvete iman ettiğini ve hatta kalp ile de iman ettiğini söyleyerek
nübüvvetin hakikatini anladığını söylerse burada hata etmiş olur ki bu körün
bir nesneye dokunup o nesnenin rengini tasdik ediyorum demesi gibi olur.”[41]
Aynü’l-Kudât’ın selefi ve hocası
olarak gördüğü büyük sûfî, fakîh ve kelamcı İmam-ı Gazzâlî şu ifâdeleri konuyu
daha gayet güzel özetler:
Allahü teâlâ ba’zı seçtiği
kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın
bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır.
Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz
kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl
da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var
olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın,
bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri,
şekilleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına "215 inanmaz. 1
B.
Allah (c.c.)’ın Her Şeyin Menba’ı ve Kaynağı Olması Meselesi
Aynü’l-Kudât’ın, kâinât’ın
yaratıcısı olan Allah (c.c.) için kullandığı “Varlığın Menba’ı”, “Varlığın
Kaynağı” ve“Hakîki Varlık” gibi ifâdelerin çok yerinde olduğunu savunur. Çünkü
bu ifâdeler Onun hâricindeki her şeyin, zât itibari ile bâtıl ve yok hükmünde
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ifâdeler bize İbn Arabî’nin "vahdet-i
vücûd” nazariyesini çağrıştırmaktadır. Ayrıca bizler bu ifâde ve
düşüncelerin aynısını İmam-ı Gazzâlî’nin, Ihyâ, Mişkâtü’l-Envâr ve el-Munkızu
mine’d-Dalâl adlı eserlerinin değişik yerlerinde görmekteyiz. Örneğin el-Munkızu
mine ’d-Dalâl adlı eserde İmam-ı Gazzâlî’nin şu ifâdesi dikkat çekicidir:
Acaba varlığın tek olduğunda şüphe
var mı? Söz konusu varlık, varoluşu başka bir şeye bağlı olmayan, kendi kendine
varolan Yüce Allah ’tır. O, diğer tüm varlıklara varoluşlarını sunan,
bağışlayan gerçek varlıktır. O’nun dışında kalan hiçbir varlığın varoluşu
kendinden değildir. Çünkü O, yaratıcı, yoktan varedici ve varlıklara şekil [42] verendir. [43]
Aynü’l-Kudât, “Varlığın
Kaynağı”ifâdesinin, her şeyin yaratıcısı anlamında kullanıldığını bu ifâdeyi
başka yerlere çekip farklı te’vil etmenin yanlış olacağını söyler. Özellikle
kendisini yargılayanların kendilerinin tercih ettiği manaları bu ifâdeye
yükleyerek kendisine birçok ithamları haksız bir şekilde yaptıklarını dile
getirir. Mademki bu ifâdeleri kendisi kullanmıştır o halde bu ifâdelerden
kastının ne olduğunu da kendisi bilir. Ona ne kastettiği sorulmadan hakkında
yargılama yapılması elbette kabullenilebilecek bir durum değildir. Kendisine bu
noktada savunma hakkı tanınmamıştır. Bu risâlenin kaleme alınış sebebi de
budur.
C.
Âlemin Kadîm Oluşu Meselesi
Aynü’l-Kudât’ı küfürle itham
ettikleri bir mesele de âlemin kıdemliği meselesidir. İthamcılara göre
Aynü’l-Kudât, âlemin kadîm ve ezelî olduğunu yanı âlemin sonradan
yaratılmadığını iddia ederek küfre düşmüştür. Bu konudaki eleştirilerin
temelini bir önceki konu ile ilgili ifâdeler oluşturur. Çünkü Allah (c.c.)’ın
her şeyin kaynağı olduğunu söylemek, bir manada her şeyin ondan sudûr etmesi ve
aslı itibari ile onunla beraber kadîm olduğu fikrinin oluşmasını doğurmuştur.
Tabi ki, bu hükümAynü’l-Kudât’ın hasımları tarafından çıkarılan bir sonuçtur.
Yoksa Aynü’l- Kudât bu şekilde bir düşünce ortaya koymamıştır.
Aynü’l-Kudât bu ithamın yanlış
olduğunu, hiçbir zaman âlemin kadîm olduğundan bahsetmediğini hatta zikri geçen
ithamın dayanak edildiği kitabınnın on sayfasında âlemin hâdis olduğunu
anlattığını söyler.[44]Bu
risâlesinde âlemin sonradan yaratıldığını kesin delillerle ispat ettiğini
belirtir. Aynü’l-Kudât böylece ithamcıları tekrar eleştirilerin alındığı esere
yönlendirmektedir. Zikredilen bu eser de Zübdetü'l- Hakâik adlı eser
olmalı ki Aynü’l-Kudât bu eserin ilk sayfalarında âlemin kıdemliği ve hâdis
oluşu konularını işler. O halde daha önce zikrettiğimiz ifaleri âlemin
ezeliliğine yorumlayan zevât ya bu risâleyi baştan sona okumamışlardır ya da
işlerine gelen yerleri tabiri caizse cımbızlayarak ve daha sonrasında kendine
göre te’vil ederek maksatlarına ulaşmaya çalışmışlardır.
Biz Aynü’l-Kudât’ın bu konu ile
ilgili görüşlerinin daha iyi anlaşılması için Zübdetü’l-Hakâik adlı
eserinden bir bölümü tercüme ederek olduğu gibi sunuyoruz:
Eğer kadîm olmasaydı o takdirde
kesinlikle hiçbir şey varlık âlemine çıkmazdı. Bu gösteriyor ki, varlık âlemi
hâdis ve kadîm olmak üzere ikiye ayrılır. Yani bundan kastımız, varlığının
başlangıcı olan varlık ile varlığının başlangıcı olmayan varlıklardır. Eğer
kadîm olmasaydı hâdis de olmayacaktı. Çünkü hâdisin tabiatında kendi başına
varolmak yoktur.(Yani zâtı kendisinde kâim değildir ve varlık alanına çıkmak
için başkasına muhtaçtır.) Varlığı zâtında kaim olan Vâcibu’l-Vücûd’dur.
Varlığı vâcib olanın başlangıcı yoktur.[45]
Yukarıdaki ifâdeler hiçbir yoruma
ihtiyaç duymayacak kadar açık ve nettir. Görüldüğü üzere Aynü’l-Kudât çok açık
bir dille te’vile gerek duyulmayacak net bir ifâde ile varlığı kadîm (ezelî) ve
hâdis(sonradan meydana gelen) olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Bu ayırımı
yaparken de maksadını daha da belirginleştirmek için kadîm terimi ile
başlangıcı olmayanı ve hâdis terimi ile başlangıcı olanı yani yaratılanı
kastettiğini ayrıca vurgulamıştır.
Bununla ilgili Toshıhıko Izutsu
kitabında Aynü’l-Kudât’ın ezelilik problemi ile ilgili ezelîliğin geçmiş
dönemde aranacak bir şey olmadığını söyler. Böyle düşünenlerin büyük bir hataya
düştüğünü dile getirir. Ancak bununla beraber birçok insan bu hatanın
içindedir. Izutsu, ezelîliğin hakîki anlamda gerçekleştiği alanda geçmiş veya
geleceğin bulunmadığını ifâde eder. Çünkü ezelîlik ayırım olmaksızın hem
geçmişi ve hem de geleceği kapsar. Ancak onlar arasında bir ayırım tasavvur
etmekten kendini alamayanlar, akılları hâlâ görsel tasavvura dayanma prangası
içerisinde olduğu için kendilerinibu şekilde bir düşünme zorunda hissederler.
Izutsu’ya göre, Hz. Âdem (a.s.)’in
zamanı içinde yaşadığımız zaman kadar bize yakındır. Çünkü ezelîliğin
huzurunda, farklı zamanlar bir ye aynı şeye dönüşürler. Ezelîliğin farklı
zamanlarla plan ilişkisi, belki de en çok, bilginin farklı yerlerle olan
İlişkisine benzetilebilir. Aslında, (çeşitli yerlerin) bilgileri, bir yere
yakınlık veya ondan uzaklığa bakılarak birbirinden ayırt edilemezler. Bunun
yerine, bilgi, her yer ile bir ve aynı ilişki içerisindedir. Bilgi, her yer ile
“birlikte”dir; oysa hiç bir yer bilgi ile “birlikte” değildir.
Ezelîliğin zaman ile olan ilişkisi
de tamı tamına aynı şekilde anlaşılmalıdır. Zira ezelîlik, zamanın her birimi
ile “birlikte olmak” ve zamanın her biriminde “bulunmak” ile kalmaz; aynı
zamanda o, zamanın her birimini ihtivâ eder ve varoluş bakımından zamanın her
biriminden önce gelir. Oysa zaman ezelîliği ihtivâ edemez; tıpkı hiç bir yerin
bilgiyi ihtivâ edemediği gibi.[46]
D.
Allah (c.c.)’ın Cüz’iyyatı Bilmemesi Konusu
Aynü’l-Kudât’ın eleştirildiği
konulardan birisi de, Allah (c.c.)’ın cüz’iyyatı bilmediği düşüncesine sahip
olduğu iddiasıdır. Bu, İslam felsefe ve düşünce tarihinde hakkında şiddetli
tartışmaların yaşandığı bir konudur. İmam-ı Gazzâlî, Tehâfüt-ü Felâsife
adlı eserinde iki büyük filozof olan Farâbî ve İbn-i Sina’yı bu fikre sahip
oldukları gerekçesiyle tekfir etmektedir. Aynü’l-Kudât’ın bazı konularda bu iki
İslam filozofu ile aynı düşünceleri paylaştığını biliyoruz. Burada bu konuların
detayları üzerinde duracak değiliz. Çünkü hem konuyu gereksiz bir şekilde
uzatmış oluruz ve hem de amacımızın dışına çıkmış oluruz.
Aynü’l-Kudât hasımlarının bu
iddiasını kesin bir dille ret eder. Eğer bahsedilen risâlesi ciddi bir şekilde
incelenirse bunun tam aksini savunduğunun rahatlıkla görülebileceğini dile
getirir. Çünkü Aynü’l-Kudât’ın, Allah (c.c.)’ın ilminin sınırsızlığı ile ilgili
düşüncelerini hiçbir akıl sahibi insanın ret edemeyeceği kesin ve kat’i
delillerle ortaya koyduğunu söylemektedir. Zaten ilimde kendini İmam-ı
Gazzâlî’ye nispet eden birinin, onun tekfir sebebi olarak gördüğü bir düşünceyi
savunması da düşünülemez.
Aynü’l-Kudât’a göre bütün
varlıkların Allah (c.c.)’a nispeti aynı derecededir. Allah (c.c.) katında
geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman eşittir. Bizler varlık âlemine
çıkmış mevcûdâta akıl penceresinden baktığımızda, bazılarının diğerlerinden
daha önce vücûda gelmiş olduğunu rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Fakat
bunların Allah (c.c.)’a nispeti aynı derecededir çünkü O, ilim olarak her şeyi
kuşatmıştır. Eğer Onun o varlık ile ilgili bilgisi olmasaydı, o şey varlık
âlemine gelemezdi. Yaratılanların anlamakta aciz kaldığı onun kuşatıcı ilmi
karşısında varlık âleminde ortaya çıkan ve vücûd bulan ile vücûd bulmayan
eşittir. Onlar’ın akılları, O’nun ilminin hakîkati karşısında aciz kalır ve yok
olur.[47]
Görüldüğü üzere yukarıdaki
sözleriyle Aynü’l-Kudât, Allah (c.c.)’ın ilminin kuşatıcılığına ve zaman
mefhumunun O’nun için düşünülemeyeceğini vurgulayarak ezelden sahip olduğu ilim
sıfatıyla O’nun her şeyi bildiğini ve insanlarında O’nun bu kuşatıcılığını
anlamaktan âciz kaldıklarını ifâde ediyor. Aynı risâlede yine şu ifâdeler
dikkat çekmektedir.
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) , peygamber olarak bütün insanlığa gönderen ve onu vasıta kılarak
insanlığa hitap eden Allah Teâlâ ne yücedir! O, Kur’an-ı Kerimde “Hangi tarafa
yönelirseniz orada Allah Teâlâ’yı bulursunuz”[48]
buyurmaktadır. Eğer Kur’anda sadece bu ayet bulunsaydı dahi, bu, Allah-u
Teâlâ’nın ezelî ilmiyle cüz’yyatı bildiği hakikatini ortaya koyması açısından
hakkımda iftira edenlere yetecek bir delil olurdu.[49]
Biz burada
Aynü’l-Kudât tarafından devamlı düşüncelerine referans gösterildiği için
İmam-ıGazzâlî’nin de bu konudaki fikirlerine kısaca temas etmek isteriz.
Allah-u Teâlâ’nın bildiği şeylerin bir sonu, bir sınırı olup olmadığı sorusuna
Gazzâlî:““Hayır, sınırı yotur’ diyor. Çünkü şu an varolanlar sonlu olsa
bile, gelecekte varolması
mümkün olanlar sonsuzdur. Biz biliyoruz ki, şu anda mevcut
olmayan mümkün varlıkları Allah (c.c.), gelecekte varlık alanına ya çıkaracak
veya çıkarmayacaktır. Bu demektir ki, O sonu olmayan şeyleri bilmektedir.
Mesela “2” sayısını ele alalım. Bu sayı sonlu olsa bile, bu sayının
kendi kendisiyle çarpımı sonsuz sayılar verecektir. Başka sayı, nisbet ve
nicelikler de böyledir. İşte bu sonsuz malumata taalluk eden bilgi birdir.[50]
E.
Bir Şeyhe Bağlanılması Zorunluluğu Meselesi
Aynü’l-Kudât’ın muhalifleri
tarafından eleştirildiği bir diğer konu ise her müridin bir şeyhe ihtiyaç
duyduğu ile ilgili görüşüdür. Çünkü o, hak yolunda sülûk eden bir müridin bu
sağlam yolda dalalete sapmadan ilerleye bilmesi için mutlaka bir mürşide
bağlanması gereğini dile getirmiştir. Bu görüşünü de, Hz. Peygamberimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in: “Kim imamsız ölürse, cahiliye üzerine
ölmüştür.’ [51]
hadisine dayandırmaktadır. Yine sûfîlerin büyüklerinde Bayezid-i Bistâmî’nin “Şeyhi
olmayanın imamı şeytandır” sözü de Aynü’l-Kudât için bir delil
oluşturmaktadır. Bununla beraber meşâyihin ileri gelenlerinden Amr b. Sinan el-
Menbecî’nin ‘ ’Kim bir şeyhin riayetinde edeplenmezse, onun elde ettiği tüm
kazanımlar batıldır" sözünü naklettikten sonra bütün bunlardan bir
şeyhe bağlanma gerekliliğinden bahseder.
Müeelifimizin kanının akıtılması
için fetvâ verenler onu bu düşüncelerinden dolayı Tâlimiye mezhebine nispet
etmişlerdir. Taâlimiye Mezhebi, her şeyin iç yüzünün hakkı ayakta tutan
yanılmaz imamdan öğrenilebileceğini savunur.[52]Bu mezhep bir zamanlar büyük
bir taraftar kitlesine sahip olmuştu. Ancak dirayetli âlimlerin verdiği
mücadele ve yazdıkları reddiyeler ile iç yüzü ortaya çıkarılmış ve
zayıflatılmıştır. Özellikle İmam-ı Gazzâlî, el-Munkız-u mine ’d-Dalâl
adlı eserinde bu mezhebin görüşlerinden uzunca bahseder.[53]
Tâlim Doktrin’in esası şudur: Derece
derece bir öğrenmeye dayanan bu mezhebin taraftarları, kâinatı Allah (c.c.)’ın
bütün sıfatlarından münezzeh ve başka bir nura benzemeyen bir nur ve zulmet
halindeki tecellisinden ibaret görürler. [54]Hasan Sabbah’a dayandırılan bu
İsmâilî anlayış eski Fâtımî İsmâilîliğinden farklı bir takım özellikler
gösterir. Bu anlayışa göre ilâhiyat ve dinle ilgili bilgiler ancak sadık bir
öğreticiden öğrenilebilir. Dolayısı ile Allah (c.c.) dahi akıl ve istidlâl
yoluyla değil ancak masum imamın öğretmesi ile bilinebilir. Bu öğretici de
Allah (c.c.) tarafından tayin edilmiş İsmâilî bir imam olmak zorundadır.[55]
Tâlimiye Mezhebi yukarıda da
belirtildiği gibi masum imam anlayışı üzerine kurulmuştur. Ancak bu anlayışı
mantıklı bir şekilde açıklamak pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü imamın
doğruluğunun bilinmesi dahi başlı başına bir problemdir. Onlara göre Allah
(c.c.), bu masum imama şeriatın sınırlarını bildirmiştir. Mümin’in hiçbir
iradesi yoktur. O’nun yapacağı tek şey masum imamı izlemektir. Çünkü imam
hakîkatin temsilcisidir. Vahyi ve aklı yalnız o geçerli kılabilir.[56]
Bu anlayışın sahiplerine göre
yeryüzü açık veya gizli bir imamdan hiçbir zaman hali olamaz. Şayet imam belli
ise hüccetin gizli olması caizdir. İmam gizli olursa hüccet ve dâîlerinin belli
olması zaruridir. Resûl yerine kâim olan bu masum imamın zâhiri ve bâtınî her
türlü emirlerine riâyet etmek gerekir. İmamlar masum olduklarından küçük veya
büyük günah işlemekten uzaktırlar.[57]
İsmâiliyye’yi tâlim fikrine
yönlendiren düşünce nasların zâhir ve bâtınının bulunduğu iddiasına dayanır.
Bâtıniyye’ye göre aklî istidlâl yoluyla hakkın bilinememesinin asıl sebebi
nasların sadece zâhiriyle yetinilmesidir. Hâlbuki asıl amaçlanan şey gizli ne
bâtınî mana olup bunu da sadece imam bilebilir.[58]
Tekrar konumuza dönecek olursak
yukarıdaki ifâdeler Tâlimiye Mezhebi’ndeki imam anlayışını yansıtmamaktadır.
Çünkü en basit ifâde ile Tâlmiye Mezhebinde tek karar mercii imam olarak
görülen kimsedir. Hatta bazı konuları kaybolan ve bir gün tekrar geri gelmesi
beklenen imama havale edilmiştir. Hâlbuki tasavvuf anlayışındaki şeyhlik
tamamen bundan farklıdır. Orada şeyh bütün Müslümanlar için her konuda tek
karar mercii değildir. Hatta eğer öyle bir merciî varsa o da, Hz.
Resûlullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’tır. Ve Onun vefatı ile bu makam
başkasına devredilmemiştir. Ama Tâlimiye Mezhebi’nde imamlar her konuda tasarruf
sahibidirler. Ve bu bir imamda diğerine intikal eder. Ayrıca bu imamlar
masumdurlar. Hâlbuki sûfîlerin anlayışında şeyhin masumiyetinden bahsedilemez.
Bu, sadece peygamberlerin bir sıfatıdır.
Ayrıca bu iddiaları çürütmek için şu
anda tahlilini yapmaya çalıştığımızŞekvâ adlı eserinde Aynü’l-Kudât,
kendisini bu konuda eleştiren zevâtın nasıl böyle bir sonuca vardığını
anlayamadığını söyler. Çünkü kendisinin sözü edilen risâlenin ikinci kısmında
Allah-u Teâlâ’nın varlığını ispat etmekiçin bazı deliller ortaya koyduğunu,
bununla beraber herkesin malumu olduğu üzere Tâlimiye Mezhebi’nin bu konudaki
bütün aklî delilleri reddettiğini ifade eder. Tâlimiye’ye görema’rifetullaha
sadece masum imam ve peygamberlerin vasıtası ile ulaşılabilir diyerek kendisini
savunur.[59]
F.
Peygamberlik İddiasında Bulunduğu İddiası
Aynü’l-Kudât, ‘ ’yokluk’ ve ’fena”
gibi tasavuuf ıstılâhnı kullandığı gerekçesi ile kendisine peygamberlik
iddiasında bulunduğu suçlaması yapıldığını aktarır. Açıkçası birçok sûfî bu
ıstılâh kullandığından dolayı eleştirilmiştir. Bu ilimin ıstılâhnın manalarının
hakîkatlerini kavramayanlar bu kavramların yer aldığı ifâdeleri istedikleri
gibi yorumlayıp hem tasavvuf ilmine ve hem de tasavvuf ehline olan garezlerini
ortaya koyarak çok ağır ithamlarda bulunmuşlardır.
Bu ithamlar ‘ ’fenâ’ ve ‘ "yokluk’
kavramları üzerinde yürütüldüğü için bunları burada kısaca sûfiyyenin
ıstılahında ne manaye geldiklerini açıklamak isteriz.
Fena, yokluk ve hiçlik ve geçici
olmaktır. Kötü sıfatların zâil olması ve kötü fiillerin terk edilmesidir.
Böylece şehevî ve nefsanî arzular fenâ bulmuş olur. Dünyadan kalbî rabıtayı
koparan kimsenin kalbi, dünya tutkusundan fenâ bulmuş demektir. Dünya tutkusu
ve kötü huylar fenâ bulunca fütüvvet ve doğruluk bâkî kalır.[60]
Fena, kulun fâiliyet şuurunu kaybetmesi, ’abd”vn
yerine fâil olarak Allah (c.c.)’ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye de
ifâde edebileceğimiz bu halde, kulun yerine Allah kaim olur; Allah görür, duyar
ve tutar. Bu suretle “Ben kuluma sevince onun gören gözü, tutan eli, yürüyen
ayağı olurum”[61]hadis-i kudsîsi tecelli
etmiş olur. Kul Allah (c.c.) ile o kadar meşgul olur ki nihayet ‘’benlik’’
şuurunu kaybeder. O şuurunun yerine yine Allah (c.c.) geçer. Bu hale zikirle
erişilirse buna: “el-Fenâ fi ’l- Mezkûr”, muhabbetle erişilirse “el-Fenâ
fi’l-Mahbûb”denilir. Fenâ’nın en yüksek derecesi ‘ ’Fenâ
‘ani’l-Fenâ” dır. Bu da fena haline erme şuurundan da fânî olmaktır.
Fena halindeki kul, bazı beşerî sıfatlardan kurtulursa da, beşeriyet
sıfatından tamamen çıkamaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfrü gerektirir.[62]
Aslında Aynü’l-Kudâtın Bağdat
zindanına nakledilmesi, daha önce tertip edilmiş olan kumpasın bir ayağıdır.
Çünkü kendisi daha oraya nakledilmeden önce hakkında ölüm fetvâsı verecek olan
kişiler bu kumpas dâhilinde bir araya getirilmişti.Bu kimseler
onuneserlerindeki yoruma müsait mücmel ifâdeleri istedikleri şekilde te’vil
ederek asılması için gerekli olan zemini hazırlamışlardır. Ancak bu zorlama
yorumların ölçüsü çok kaçmış olacak ki, bunlar karşısında Aynü’l-Kudât’ın
üzüntü ile şu değerlendirmeyi yapar:
Taassubun bu dereceye ulaşması ne
kadar da kötüdür! Kıskançlık ne kadar kötüdür! Hele bir âlimi bu şekilde
davranmaya sevkediyorsa! Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’i
yalanlayan Hiristiyan ve Mecusilerde dahi bulunmayan sapkın itikâdî görüşleri
bir müslümana, bunun ötesinde bir âlime nispet etmekten utanmıyorlar. Hatta ne
peygamberlik müessesesini inkar eden Brahmanlarda ve ne de peygamberlerler
beraber onları gönderen Allah(c.c.)’ı inkâr eden zındıklarda bu sapkın görüşler
yoktur. Bu görüşler bana nasıl nispet edilebilir.[63]
Bu iftiralar, âlimlerin
meclislerinde oturan ve onların sohbetleriyle yetişmiş, hak ile bâtılı
birbirinden iyi bir şekilde ayrıt eden kişilere inandırıcı gelmemiştir. Çünkü
bu gibi kimseler Selef-i Sâlihîn’intakip ettiği yolu bilirler. Hak ve bâtıl
mezheblere ve bunların görüşlerine vâkıftırlar. Dolayısı ile cahil kıskançların
fazilet ehli olarak bilinen âlimlere attıkları iftiralara aldanmazlar.
Aynü’l-Kudât içinde durum böyle olmuştur. O, gerçekten halk tarafından çok
sevilen ve saygı duyulan biri idi. Ancak siyasi otoritenin bu kararı karşısında
yapacak bir şeyleri yoktu.
Aynü’l-Kudât hakkında bu ağır
suçlamaları yapılmasını kendisi için şeref addetmektedir. Bununla alakalı şu
beyiti dillendirir:
“-Faziletçe- nâkıs(eksik) olan biri
beni kötülediğinde,
‘’-Bil ki- Bu benim fazilet ehlinden
olduğumun bir işâretidir.”[64]
Bunun ötesinde bu gibi insanların
kendisi hakkındaki ağır ithamlarının altında dahi bir hayır olabileceğini şu
beyitle ortaya koyar.
"Allaht c.c.) bir fazileti
yaymak istediğinde,
Onu bir kıskancın diline dolar. -ki
bu sayede duyulsun ve yayılsın- “[65]
G.
Her İlmin Kendine Has Istılâhı’nın
Bulunduğu Gerşeği
Aynü’l-Kudât, çarpıtılan söz ve
ifâdelerin hakîkatini ortaya koymaya çalışırken önemli bir hatırlatmada
bulunur. Bu da, her ilmin kendine has ıstılâh verdır ve o ilmin erbâbı olan
kimseler bu ıstılâhn anlamları üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu ıstılâhn
anlamlarına hâkim olabilmek için o ilim ile ilgili yeteri derecede bilgi sahibi
olmak gerekir. Aynü’l-Kudât’ın bununla alakalı olarak birçok örnek vermiştir.
Fakat bizler bunları uzun uzadıya burada zikretmek yerine maksadın
anlaşılmasına yardımcı olacak kadarını belirtip asıl konumuza döneceğiz.
Örneğin bir nahivci(gramerci) neseb
ilmiyle meşgul olan kimselerin kullandıkları şa’b, kabile, batn, fahz,
aşiret gibi ıstılâhları iyi bilemeyeceği gibi, neseb ilmiyle uğraşan bir
kimsede nahivcilerin kullandıkları mu’rab, mebnî, mübtedâ, haber, marife,
nekra gibi ıstılâh tam anlamıyla bilemez. Bunun gibi bir fakîh te, bir
muhaddisin kullandığı zayıf, metrûk, garîb, aziz veya meşhûr gibi
ıstılâhları tam anlamıyla bilemeyeceği gibi bir muhaddis te bir fakîh’in
kullandığı akit, şuf’a, ferâiz, devr, îlâ, zıhar gibi ıstılâhn
manalarını tam anlamıyla bilemez. Bu örnekler çoğaltılabilir. Nitekim
Aynü’l-Kudât’ın bu konuyu örneklendirirken gereksiz bir uzatmaya gitmiştir.
Ancak burada önemli olan şudur: Her ilimde yetkinlik kazanmış kişiler vardır.
Bütün hayatlarını bu ilmin tahsiline veren bu kimseler elbette bu ilmin
ıstılâhnı başkalarından daha iyi bilir ve o ıstılahlara yüklenilen manaları
daha iyi takdir eder. Dolayısı ile bu konularda bir söz söylenecek ise,
öncelikle bu kimselerin görüşlerine başvurulmalıdır. Aksi takdirde yanlış bir
hükme veya neticeye varılabilir.
H.
Aynü’l-Kudât’a Yöneltilen Suçlamalara Neden Olan İfadeleri
ve Onun Bunlara Cevabı
Aynü’l-Kudât, yaşadığı bütün
sıkıntıların sebebi olarak daha çocuk sayılabilecek bir yaşta yazdığı risâleyi
işaret eder. O, bu risâlede kullandığı ifâdelerinin, kendisi hakkında art
niyetli hasımları tarafından maksadı aşan bir yorumla ortaya koyulduğunu ve
böylece kendisine olmayacak ithamların yapılmasının yolunun açıldığını söyler.
Aynü’l-Kudât bu risâlede aleyhinde yorumlanmaya müsait bazı muğlâk ifâdelerin
bulunduğunu itiraf eder. Ancakrisâle baştan sona okunduğu takdirde, kendisine
yöneltilen ithamların ve suçlamaların ne kadar haksız olduğunun gün yüzüne
çıkacağını dile getirir. Çünkü bu bölümde, hakkında yapılan bazı eleştirilerin
cevabının dikkatli okunduğu takdirde aynı risâlede bulunduğuhakîkatini göz
önüne serer. Geriye kalan diğer itham ve suçlamaların cevaplarının ise yazdığı
diğer eserlerinde cevap bulduğunu dile getiri.
Aynü’l-Kudât,risâlesinde dile
getirdiği “Ezelî hükümranlığın azameti parıldadı ve kâtip yok oldu, sadece
kalem kaldı.”, “Kadîm benliğim beni bürüdü ve yeni benliğimden sıyrıldım.”,
“Kuş kafesine uçtu.” ve ‘ Eğer aralarındaki -sırlar- ortaya çıksaydı, ne
kürsü kalırdı ne de arş, hepsi yok olup giderdi.’’ gibi sözlerinden dolayı
kendisine zındıklığı ve küfrü yakıştırdıklarını ifâde eder. Hatta daha önce de
belirttiğimiz gibi peygamberlik iddiasında bulunduğunu söyleyecek kadar ileriye
gitmişlerdir.
Aslında yukarıdaki ifâdelerin basit
cümlelerden ibaret olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Aynü’l-Kudât’ın da belirttiği
gibi birçok sûfî aynı manaları ihtiva eden ifâdeleri kullanmıştır. Sûfiyye
katında bunlar anlaşılır ve sorunsuz ifâdelerdir. Çünkü her birinin bu
ifâdelerden kasdı ‘’tevhidedir. Manaların nüfûz edilirse bu ifadelerin
hakîkatinden anlaşılacak tek şey budur. Biz bunu daha bu müdafaa’da geçen “Allah
(c.c.) her şeyin kaynağı ve menba’ıdır” ifâdesinde de dile getirmiştik.
Bütün bu ifâdelerin üzerinde tefekkür edilirse, bu ifâdelerin “Biz Allahtan
geldik ve yine Ona döneceğiz ”[66] ayeti ile örtüştüğü
anlaşılacaktır.
Aynü’l-Kudât, ilk bakışta sorunlu
gözüken ifâdelerin her birinin tevhid inancını yansıttığını belirtir. Hasımları
ise bunları onun küfrüne delil olarak ortaya koymuşlardır. Özellikle onun bir
risalesinde dile getirdiği “Yazar yok oldu ve kalem kaldı ” ifâdesinden
peygamberlik iddiasında bulunduğuna hükmetmek çok haksız bir durumdur. Ondan
önce ve sonra dahi bu gibi ifâdeler kullanılmıştır. Ancak bu gibi ifâdeler ‘ ’
insana bilmediğini öğretti’’[67]veya ‘Senin bize
öğretinden başkasını bilmiyoruz’[68] ’ gibi ayetlerde
bildirilen ilmin kaynağının Allah (c.c.) olduğu hakîkatini haykırmak için
kullanıldığı unutulmamalıdır. İbn Arâbî veya Bedîuzzaman Sa’id Nursî gibisûfî
meşrepli bazı müellifler eserlerini kaleme alırken“Bize bu yüce hakikatler
yazdırıldı” şeklinde ifâdeler kullanmışlardır. Ancak ne bu kimseler
peygamberliğe soyunmuş ne de insaf sahibi zâtlar bu kimselerin peygamberlik
iddiasında bulunduğunu iddia etmemiştir.
Aynü’l-Kudât hakkında yapılan
ithamların gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu ortaya koymak adına sûfiyye’nin
kendi ifâdelerine benzeyen sözlerini aktarmaya ve bunların hakîkatini anlatmaya
çalışır. Öncelikle kendi risâlesinde de yer verdiği Vâsıtî’nin şu sözlerini
nakleder:
Allah Teâlâ, yarattıkları’nın
bazılarını rubûbiyyetine -âlemlerin Rabbi olduğuna- işaret ve delil olsun diye
bu âlemde ortaya çıkarmıştır. Sonra bu ortaya çıkarıp görünür kıldıklarını tekrar
gizlemiş ve ademiyete göndermiştir. Çünkü ‘’O ’nun zâtından başka her şey yok
olacaktır’’[69]ayeti bunu gerektirir.
O’nun yarattıkları azameti karşısında bir toz zerreciği hükmündedir ve ilimden
başka, yaratılmışları Ona ulaştıracak hiçbir vesile yoktur. Onu akıllarıyla
kavradıkları gibi ispat ettiler.[70]
Aynü’l-Kudât, yukarıdaki ifâdelere
paralel olarak eleştirilen risâlesinde geçen ‘Hakîkat şudur ki, Allah
(c.c.)’a“küll’’ ve “kesret”i, O’nun haricindekilere ise “cüz” ve “bir”liği
nispet ettim.’’[71]şeklindeki
sözleri ie ilgi şu açıklamalarda bulunur: ’Bu söylediklerimin manası şudur
ki, bütün varlıkların O’nun zâtının azametine göre nispetleri, ‘’cüz’ ‘’lerin
‘’küll’’e yani parçaların bütüne ve yine ‘’bir’’lerin ‘’kesret’’e nispetleri
gibidir. Çünkü bütün varlıklar -tek tek - Onun kudret deryasından bir damla
gibidirler.’’[72] Görüldüğü gibi
Aynü’l-Kudât, bu ifâdeleriyle basımlarının iddia ettiği gibi ne Allah
(c.c.)’ın“bir” den çok olduğuna ne de O’nun "cüz" lere
yani parçalara ayrıldığını dile getirmeye çalışmıştır. Aksine bunlar,
yaratılmışların Ona nispeten durumlarını izab etmek için söylediği ifâdelerdir.
Çünkü yine onun ifâdesi ile Allah c.c. kısımlara ayrılmaktan ve bölünmekten
bâşâ münezzehtir.
Yukarıda da görüldüğü gibi o
ifâdeleri kullanan kişinin görüşlerine ve açıklamalarına başvurulmadan yapılan
yorum ve te’viller çok büyük yanlışlara sürükleyebiliyor. Bu arada
Aynü’l-Kudât, sûfiyye’nin ‘ ’Cebrâil, arş, kürsî, ve melekût âlemi’nin
bütünü, onun ötesinde bulunan âleme nispeten bir kum zerreciği ya da ondan
küçük bir şeydir.’ [73]ifâdesi’nin
kendi ifâdelerine yakın olduğunu ve burada dile getirilen ‘’azlık’ ve ’çokluk’
terimlerinin mücerred manadaoransal bir karşılığı’nın bulunmadığını bunlara
mecâzî anlamlar yüklenildiğini ifâde etmektedir.
Bunların hepsi Allah
Teâlâ’nın azamet, güç ve kudretinin enginliğini ortaya koymak için sarf edilmiş
sözlerdir. Aslında yukarıdaki ifâdeleri filozoflara bir reddiye olarak da kabul
etmek mümkündür. Çünkü filozoflar, Allah Teâlâ’nın sadece bir şeyi yarattığını,
onun hâricindekilerin O’nun masnuâtı olmadığı şeklinde görüşler ileri sürmüşlerdir. Aynü’l-Kudât da, daha
önce geçen ifâdelerindeki ‘kesret’ ve ''hır" terimleriyle
filozofların bu nazariyesini çürütmeye çalışmıştır. Bunların haricinde dile
getirilen tüm iddialar sadece yorum yapanı bağlayan gerçek dışı ifâdelerdir.
Aynü’l-Kudât’ı bu eleştirilerde asıl
hayrete düşüren şey ise daha öncede değindiğimiz gibi risâlenin bir bütün
olarak ele alınıp okunmamasıdır. Örneğin, âlemin ezelîliği ile ilgili
verdiğimiz bilgiler de olduğu gibi cımbızla seçilmiş bir cümle de
Aynü’l-Kudât’a bir eleştiri yapılıyor. Ancak âlemin hâdis -sonradan meydana
gelen- olduğu ile ilgili on sayfalık malumat görmemezlikten geliniyor.
İ.
Aynü’l-Kudât’ın Hz. Musa (a.s.) Gibi Rü’yetullahı Talep
Ettiği İddiası
Yine hasımların iddia ettiğine göre
sözü edilen risâlenin farklı yerlerinde Aynü’l-Kudât, Hz. Musa (a.s.) gibi
rü’yetullah konusunda Allah (c.c.)’tan bir talep içerisinde olmuştur. Hz. Musa
(a.s.)’a, Allah(c.c.) ‘ 'Beni göremezsin” buyurduğu halde
Aynü’l-Kudâtnasıl olurda böyle bir beklenti içerisine girer suçlaması
yöneltilmiştir. Hâlbuki yine aynı risâlede kendisinin ‘ 'Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) haricinde
ister nebî ve ister velî olsun hiç kimse dünyada Allah (c.c.)'ı
göremeyecektir.’ şeklinde bir ifâdesi mevcuttur. Ve bu cümle yoruma kapalı
bir ifâdedir. Çok açık ve net bir şekilde böyle bir şeyin dünyada
gerçekleşmeyeceğini ortaya koyuyor. Nasıl oluyor da onun böyle bir talebi
dillendirdiği söylenebilir? Evet, açık olmayan mücmel ifâdeleri insanlar
istedikleri manaya hamledebilirler ancak hiçbir şekilde farklı bir manaya
hamledilmeyecek derecede açık olan ifâdelerin delil olarak alınması ve buna
göre hüküm verilmesi daha insaflı olacaktır.
J.
Ruh ile İlgili Düşüncelerine Yapılan Eleştirilere Cevabı
Bu konu ile Aynü’l-Kudât’a yapılan
eleştiri, onun ruhun ezelîliğini ve ebedîliğini iddia ettiği ile ilgilidir.
Ancak kendisi ruh ile görüşlerinin lafız olarak olmasa dahi mana olarak ehl-i
tasavvufun görüşlerine uygun düştüğünü dile getirmiştir.
Bu konuyu açıklarken öncelikle
kendisinden önce yaşamış sûfî şahsiyetlerin ifâdelerine başvurur. İlk önce
Vâsitî’den bir nakil yapar ve onun ‘ ’Ruh, Allah(c.c.)’ın cemâl ve
celâli’nin tecellisi sonucunda varolan bir cevherdir. Yani kaynağı O’nun
nurudur. Eğer ruh, cesedin içine gizlenmeseydi, bütün ehl-i küfür insanlar ona
secde ederdi. Akıl ve onunla beraber anlayış ve kavrayış nurları ceset ’ten
ayrıldığında, yıldız ve ay ’ın nurları ve aydınlıkları nasıl ki güneşin
ışığında kayboluyor aynı şekilde ruhun nuru içinde kaybolurlar. ’’ [74]Bu,
salt bir yok oluş değil, tam aksine aslına dönüştür. Bundan dolayı bir şeyin
tamamen yok olması düşünülemez. Aksine o, kendisini kavrayan akıllarda
gizlenmiştir. Biz ademiyet derken de bunu kastediyoruz. Daha somut bir ifâde
ile kaynayan bir suyun buharlaşması ameliyesinde gerçekleşen olaya benzer bir
şey oluyor.
Ebu Said el-Harrâz’ın “Allah
(c.c.), dostları’nın ruhlarını cezbetti ve kendi zikri ile lezzetlendirdi” [75]
buyurmuştur. “Kalpler, ancak Allah’ı zikirle mutma’in olur”[76]ayeti onlar için bir
hakîkate dönüşmektedir. Yine bir hadis’te “Kalpler Allah ’ın parmakları
arasındadır, onları istediği gibi çevirir”[77]buyrulmaktadır. Bu şekilde
insanların kalpleri Rablerine meyletmiştir. Daha sonrasında bu meyletme, sevgi
ve muhabbeti doğurmuş ve bunun sonucunda da kalp devamlı bir zikir halindedir.
Çünkü bu şek ve özlem ancak zikirle sükûna erer.
Aynü’l-Kudât’ın“Kuş yuvasına uçtu”ifâdesini
de az önce yukarıda verilen bilgiler dâhilinde değerlendirilmelidir.
Aynü’l-Kudât’ın dediği gibi kullanılan lafızlar ayrı olabilir ama mefhum ve
mana aynıdır. Buradan zikr’in bir vuslat olduğunu anlıyoruz. Bu vuslat
gerçekleştiğinde ise kalplerin içindeki bütün dünyevi arzular yok oluveriyor.
Bu hâl içinde olan kul dünyevilikten sıyrılıyor. Bunun neticesinde ise “fenâ”ya
ve hatta daha ilerisi olan “bekâ’”ya doğru yol alıyor.
Aynü’l-Kudât, yukarıdaki ifâdesinin
daha iyi anlaşılması için Zünnûn el- Mısrî’nin “Allah (c.c.)’ın öyle kulları
var ki, gayb âleminde gizli olana kalp gözleriyle bakarlar. Ruhları melekût
âleminde seyahat eder ve sonrada en güzel meyvelerle geri döner”[78]sözünü
nakleder. Burada ifâde edilen durum Yahya b. Muaz’ın meclisinde oturan kişiye
vecd halinde iken “Bu nedir?” diye sorulduğunda o’nun “insânî
sıfatlar kayboldu, rabbânî sıfatlar zâhir oldu ”[79]
diye buyurduğu durumdur.
Aynü’l-Kudâtyukarıdaki ifâdesini
açıklamak ve yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için Süleyman b. Abdullah’ın “Allah
(c.c.)’ın zikredildiği her nefes arş’a ulaşır”” sözünü nakleder. Bu
ifâdedeki arşa ulaşmasından kasıt, bu zikrin orada bir karşılık bulduğunu
anlatmak içindir. Nitekim âyet-i celîlede “O halde beni zikredin ki, ben de
sizi anayım””[80]buyrulmaktadır.
Bu da yapılan zikrin Allah (c.c.) tarafından karşılıksız kalmadığının bir
kanıtıdır. Hatta bunu daha ileriye götürerek bu ayet bağlamında yapılan
yorumlarda insanın yaptığı zikrin aslında ilâhî çağrıya icâbet taşıdığı
söyleyenler de olmuştur. Dolayısı ile bu yoruma göre ilk zikir Allah (c.c.),
muhabbet duyduğu kulunu anmakta kul da Rabbini zikrederek bu çağrıya bir manada
“lebbeyk” yani “icabet ettim Ya Rabbi!” demektedir.
Aynü’l-Kudât, Ebu Tayyib
es-Sâmirî’nin “Hak tecelli edince kalbe, kalbin içinde bulunan korku ve ümit
gibi duygular dahi yok olup gider ”[81] [82]sözünü aktardıktan sonra, bu
ifâdelerin kendisinin “Beni ezeliyet benliğim kapladı” sözleri ile
örtüştüğünü anlatır. Böylece suçlanmasına sebep olarak gösterilen tüm
sözlerinin sûfiyye’nin temel görüşlerini yansıttığını, tarz ve üslup
farklılığına rağmen aynı şeyleri terennüm ettiğini ifâde ederek bu konu ile
ilgili kendisine yapılan eleştirileri de bu şekilde boşa çıkarmaya çalışır.
Aynü’l-Kudât’ın haklılığını ortaya
koymak için sûfîlerin en büyüklerinde Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Kalbi coşkunluk
yaşayan bir sûfî’nin ağzından çıkan nefes neye uğrarsa onu yakar ve yok eder.
Arş’a ulaştığında onu da yakar. Kim - istiğrak halinde- kendi benliğinde
uzaklaşırsa Rabbine ulaşır ve Rabbi’nin haricindeki her şey o’nun için yok
hükmünde olur ”255 sözünü aktarır. Aslında ikinci bu sözün ikinci cümlesi,
birinci cümlenin açıklaması mahiyetindedir. Buradaki “yakma” ve “yok
etme” gibi ifâdeler tamamen mecazdır. Ayrıca bütün bu sözler kimsenin inkâr
edemeyeceği bir hakîkati içinde barındırıyor ki, o da dünyevi arzularından
uzaklaşan insanların farklı ve üstün bir hâlete büründükleri gerçeğidir. Çünkü
küfür ehli olan bazı insanlar inanışları gereği farklı isimlerle ifâde edildiği
üzere her şeyden kendilerini soyutladıklarında-Hindu veya Budist din
adamlarının kendilerini her dünyevi arzudan soyutladıkları gibi - bazı
olağanüstü durumların kendilerinden sadır olduğu gözlemlenmiştir. Farklı bir
ruh haline bürünürler.
Ancak biz Aynü’l-Kudât’ın kendi
döneminin akıl temelli söyleminin kurduğu hâkimiyeti yıktığını da
söyleyebiliriz. Çünkü o, Allah (c.c.)’ın mevcut varlıklardan önceliğinin
zamansal bir öncelik olmayıp (kabliyye ez-zamaniyye) , zâti ve şeref
bakımından bir öncelik olduğunu söylemiştir. Platon’un Phaedo’sunu
andıran bir parçada Aynü’l-Kudât insan ruhu’nun ölümsüzlüğünü, yani insan
bedenine girmeden önce var olduğunu, daha sonra bedene girdiğini ve bedenden
ayrıldıktan sonra da var olmaya devam edeceğini ileri sürmektedir.[83]
Yine Aynü’l-Kudât, Zübde adlı
eserinde bu konu ile ilgi olarak insan aklının, insan bedeninde âşikar olan
boyutu ve sıfatları hariç olmak üzere ruhun hakiki doğasını kavrayamacağını
söyler. Ona göre, o(yani insan aklı) rasyonel bir yoldan nazarî olarak idrâk
edebilse dahi, onun(yani insan ruhunun) bedeni terk ettikten sonraki dönemdeki
devamlılığını idrâk edemez. Çünkü ruh tüm bilgi’nin alanıdır ve bilgi
bölünemez. Buna benzeyen hiçbir şey parçalanamaz. O’nun bedene girmeden önceki
farazî varlığı ile alakalı olarak şüphe ve kuşku’nun ötesinde hiç kimse ikna
edici bir delil geliştiremez. Bu açıdan akılcıların sorunu, bu anlamı yüknecek
uygun bir ifâdeden yoksun olmalarıdır. Onların ruhun bedende var olduğunu ve
bedeni, nedensel bir faktör olarak ruhun ön şartı olarak varsaymaları (tamamen)
yanlıştır. Bedene girdiğinde ruhun durumunu değiştirdiği âşikardır. Mesele
ruhun bedene girmezden önceki durumuyla alakalıdır. Bunun kendisi için apaçık
bir hakîkat olduğunu ancak tüm şüphe ve aksilikleri giderecek bir yolla bunu
açıklayamayacağını dile getirir. Sonuç olarak ruhun varlığının nedeni, bedene
girmeden varolan onun üstün aşkın nedenselliğidir ve hem illet ve hem de ma’lul
onun içindedir. Şüphesiz onun bedendeki faaliyetleri bazı özel şartların
varlığı ile mümkündür ve o ancak bu şartların varolmasıyla birlikte var olur.[84]
K.
Sûfiyyenin Kullandığı Dilin Müdafaası
Aynü’l-Kudât, savunmasını özellikle
sûfîlerin kullandığı dil ve üslûbu üzerinde oluşturmaya çalışmıştır. Başka bir
ifâde ile kendisini eleştirenlere cevaplarını yine tasavvufun diliyle
vermektedir. Bazı yerlerde gerekli izahatları yapmakta bazı yerlerde ise bu
sözleri nakletmekle yetinmektedir. Aslında bu sözleri naklederken tasavvufun
bazı temel ilke ve prensiplerini de bu bağlamda ortaya koymaya çalışmıştır.
Ancak zamanın kısıtlı olması ve içinde bulunduğu durum daha iyisini yazmaktan
kendisini alıkoymaktadır.
“Benim başıma öyle musibetler geldi
ki,
Eğer bunlar gündüzlere verilseydi
geceye dönüşürdü.”[85]
İçinde bulunduğu durumu bu beyitle
dile getirmektedir. Müellif, bazı eksikliklerine rağmen, bu ruh hâli içerisinde
bulunan bir kişiden beklenilmeyecek derecede güzel ve etkili bir savunma ortaya
koymuştur. Ve bu savunma sadece Aynü’l- Kudât’ın düşüncelerinin değil
Tasavvufun bir savunması olarak tarihe geçecektir. Bu çalışmadan sonra da
gereken ilgiyi göreceğini düşünüyoruz.
Aynü’l-Kudât, art niyetli bir
kimsenin sûfiyyenin sözlerini okuduğunda, ifâdelerinde birçok itiraz alanı bulacağını
dile getirmektedir. Buna örnek olarak da Ma’ruf el Kerhî’nin bir adama dönerek “Allah’a
(c.c.) dua et! Beşeriyet sıfatlarının bir zerresini dahi olsa bana yeniden
versin”[86] sözünü vermektedir. Bu
sözün zahirine bakıldığında hiç hoş görülmeyen bir ifâde gibi durmaktadır. Art
niyetli biri bu sözü Maruf el-Kerhî’nin kendisini Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ’den daha üstün gördüğü şeklinde değerlendirebilir. Çünkü Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Ben de sizin gibi bir beşerim, sizden
birinizin kına sürdüğü gibi bende kına sürerim” [87] buyurmuştur. Yine Kur’an-ı
Kerimde geçen “Deki: Bende sizin gibi bir beşerim ”[88] âyet-i celîle aynı hakîkate
vurgu yapmaktadır. Ancak yine Ma’ruf el-Kerhî’nin sözüne dönecek olursak
Aynü’l-Kudât’a göre ehl-i tahkîk katında basit ve anlaşılır bir ifâdedir. Ona
göre ömrünü bu ilimle geçirmiş ve bu ilmin usûlünü, ilkelerini ve dil üslûbunu
bilen bir kimse için bu ifâdede her hangi bir gariplik veya tutarsızlık yoktur.
Ancak bu ifâdelerin anlamlarına nüfûz edemeyen zahir ehli, bu ifâdeleri
söyleyen kimseye küfrü isnad edebiliyor.
Tasavuuf, çok değerli ve saygın bir
ilimdir. Bununla beraber bir çok muğlâk yani kapalı ifâdeleri içinde barındıran
ve konu edinen bir ilimdir. Bu muğlâk ifâdeleri ve sözleri ancak bu ilmi çok
iyi bir şekilde tahsil etmiş, gizlisini ve açığını bilen kimseler anlayabilir.
Aynü’l-Kudât buna örnek olarak da, Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “ Kureyşten on kişi cennettedir...” [89] şeklindebaşlayan ve daha sonra
bu isimlerin teker teker zikredildiği hadisi ile “Ümmetimden 70 bin kişi
hesaba çekilmeden cennete girecektir”63aad\S\m vermektedir. Hatta bu ikinci
hadisi Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
söylerken bir sahabi kalkar ve kendisinin de bu kimselerden olup
olmadığını sorunca, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona kendisinin de onlardan olacağı müjdesini
verir. Bu şekilde cennetle müjdelenen birçok sahâbî farklı rivayetlerde
zikrediliyor. Buna karşın Hz. Resûlullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ,
kendisinden nakledilen başka bir hadisin de ise “Muhammedin ruhunu
kudretinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, cennet ehlinden miyim? Yoksa
cehennem ehlinden miyim? Bende bilmiyorum.”[90] [91]buyurmuştur. Şimdi ilk bakışta
bu hadis ile daha önce zikrettiğimiz iki hadis arasında çelişki varmış gibi
gözükmektedir. Evet, zâhirine bakıldığında bir uyuşmazlık vardır, ancak bu ilmi
tahsil etmiş ve bu ifâdelere vakıf olan bir kimse için bu ifâdeler anlaşılır ve
yorumlanabilir ifâdelerdir.
Aynü’l-Kudât savunmasının temelini
oluşturan bu bölümde özellikle Şiblî’den ve Bayezid-iBistâmî ve diğer sûfî
büyükleri’nin sözlerinden örnekler vererek konun anlaşılmasına yardımcı olmaya
çalışmaktadır. Bütün verilen bu örneklerin zâhirine bakıldığında küfür
kokmaktadır. Zaten bu ifâdelerdeki problemleri kendisi de itiraf ediyor. Ancak
hemen ardından da bu söz ve ifâdelerin tasavvuf ehli katında güneşin
varlığından daha açık ve anlaşılır ifâdeler olduğunu da söylemektedir.
Ancak daha önce bir cümle ile
değindiğim bir eksikliği burada da dile getirmek istiyorum. Aynü’l-Kudât
belkide ortaya koyduğu bütün argümânlarında haklı olabilir. Ancak verdiği bu
örneklerden sonra akıllardaki soru işaretlerini yok edecek ciddi açıklamalar
getirmez. Örneği verip daha sonrada tasavvuf ehli’nin katında bunlar sorunsuz
ifâdelerdir diyerek açıklama yapmadan geçiştirmesi büyük bir eksiklik olarak
göze çarpmaktadır.
Şakîk-i Belhî, bir gün meşâyih’ten
birine âriflerin sıfatlarını sorar. O da cevaben: “Ârifler kendilerine
herhangi bir ni’met bahşedildiğinde şükrederler, aksi durumda ise sabrederler”
der. Şakîk de o kişiye : “Bu söylediğin bizim Belh’teki köpeklerin
sıfatlarıdır” der. Bunun üzerine o kimse Şakîk’e “O halde siz söyleyin
âriflerin sıfatları nedir?”, diye sorduğunda Şakîk cevaben : “Kendilerine
verilmediğinde şükrederler, verildiğinde ise başkalarını kendilerine tercih
ederler” der.[92]
Bizler yukarda geçen diyaloga
baktığımızda Kitap ve sünnete aykırı gibi gözüken ifâdeler var. Çünkü Kur’an-ı
Kerimde verilen nimetlere şükredenlerin defalarca övüldüğü malum bir hakîkat’tır.
Örneğin “Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz
olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız”[93]veya “Yine denizden taze et
(balık) yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını çıkarasınız diye, denizi
emrinize veren Allah'tır. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini
görüyorsun. Lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz için Allah böyle yapmıştır”[94]gibi âyetler verilen
nimetler için şükretmeyi öğütlemektedir. Bu durumda Anülkudât’a göre bir kimse,
Allah (c.c.), Yüce Kitabında şükredenleri övmekte ve verilen nimetlere karşı
şükrü tavsiye etmekte iken nasıl olur da “Şakîk, bu gibi insanları köpeklere
benzetmektedir”şekinde bir düşünce ortaya atarsa bu ifâdelerin iç yüzünü
iyi bilmeyenlerin kalpleri üzerinde büyük bir tesir bırakacağı kesindir. Ancak
bu ilmin müntesipleri ve sâlikleri bu gibi ifâdelerin iç yüzünü iyi bildikleri
için bunları yadırgamazlar.
Mâdem ki, bu risâle tasavvufun bir
müdafaası mahiyetindedir, bizde bu ifâdelerin hakîkati ile ilgili iki noktaya
dikkat çekmek istiyoruz. Birincisi “Belh’teki köpekler de öyledir”ifâdesinde
nimetlere şükür edenler köpeklerle elbette eş tutulmuyor. Hatta sûfîlerin en
büyüklerinde İbrahim b. Ethem’e göre, köpeklerde bulunan bazı güzel hasletler
var ki bunlar zahid bir insanın özellikleridir. Bunlar, vefalı olmak, önüne
geleni yemek, açlığa sabır göstermek, nerede bulursa orada gecelemek,
efendisine itâat etmek gibi hasletlerdir. Burada ortaya konulmak istenilen
hakîkat, bir ârifin diğer insanlardan farklı hassasiyetlere sahip olduğunu
bildirmektir. Onlara bahşedilen bazı manevi hallerden dolayı bazı kavramlara
bakış açıları da daha hassastır. Nitekim Hak Teâlâ, Kura’n-ı Kerimde “Hiç
bilenlerle bilmeyenler aynı olur mu?”[95]buyururken bu inceliğe dikkat çekmektedir.
İlim bu şekilde insanı farklı kılıyorsa, onun hayata aktarılması anlamına gelen
marifetin ârif olan kimseyi hangi farklılıklarla donattığını anlatmaya gerek
yoktur.
İkinci nokta ise varlığa herkesin
şükrettiğini ancak önemli olan noktanın varlıkta olduğu gibi yokluğun da bir
imtihan olduğunun farkında olarak o halde dahî şükredebilmektir. Yani Kur’an’ın
ifâdesi ile “însan ise; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda,
ona bol bol nimetler verdiğinde, “Rabbim bana ikram etti”der.”[96]İnsanoğlu’nun genel
yapısında nimete karşı şükür vardır ancak “Ama onu deneyip rızkını
daraltınca da Rabbim beni aşağıladı, der ”[97]âyetinde
olduğu gibi rızkı daraldığında Rabbine sitem edecek kadar azgınlaşabiliyor.
İşte Şakîk’in sözlerini bu çerçevede yorumlamak gerekiyor.
Aynü’l-Kudât, yukarıdaki ifâdeye
benzeyen bir örneği de Vâsıtî’den nakleder. Vâsıtî, Nişâbûr’a girdiğinde Ebu
Osman’nın dostları ve sevenleriyle karşılaşınca onlara sorar: “Şeyhiniz size
neyi emrediyordu?” Onlar da: “Taatlere sımsıkı sarılmayı ve yapılan
ibadetlerdeki eksiklikleri görmeyi emrederdi” dediler. Bunun üzerine
onlara:“O, size saf mecûsiliği emretmiş, keşke size yaptığınız ibadeti
görmemeyi ve o ibadeti size emredeni görmeyi tavsiye etseydi”” buyurdu.[98]
Yukarıdaki ifadelerde, ibadete
sımsıkı tutunmayı Mecusilikle eşdeğerde görme gibi yanlış bir düşünce
seziliyor. Anca Vâsıtî’nin sözlerini bir uyarı olarak görmek gerekiyor. Çünkü
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in bir hadisinde “Hiç kimseyi
ameli cennete götürmez” [99] şeklindeki uyarısına bir atıftır. Yani ibadetlerinize bakıp
da kendinizi Allah (c.c.)’ın azâbından güvende hissetmeyin anlamındadır. Çünkü
böyle bir anlayış başka konularda gevşemeye sebep olabilir. İkinci ifâdesinde
ise ihlâs duygusunun önemine dikkat çekilmiştir. Yani ibadet ederken, o ibadeti
bize emreden Yüce Allah (c.c.)’ın huzurunda olduğumuzu unutmamamız gerektiği
vurgulanmıştır.
L.
Allah (c.c.)’ın İdrâk Edilemeyeceği Meselesi
Aynü’l-Kudât’a yapılan
eleştirilerden biri de, aynı risâlede peygamberler dâhil hiç kimse’nin Allah
(c.c.)’ınZâtı’nı idrâk edemeyeceği gerçeğini dile getirmiş olmasıdır. Ancak
şunu belirtmekte yarar var ki, sûfîler idrâk kelimesini bir şeyi her yönüyle
kavrama anlamında ele almaktadırlar. Dolayısı ile Allah Teâlâ’yı zât ve
sıfatları noktasında her yönü ile ilmen kuşatmak mümkün olmayan bir durumdur.
Çünkü bizler Allah Teâlâ’yı, O’nun bize kendisini tanıttığı kadarıyla
bilebiliriz. Bu durumda Aynü’l- Kudât’a göre Allah Teâlâ’yı kendisinden başka
hiç kimse tam olarak bilemez. Bunu daha açık bir şekilde ortaya koymak için de “Onlar
Allah ’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler”[100] [101] [102] âyet-i celîlesini Cüneyd el-
Bağdâdî’nin “O’nu hakkıyla bilemediler” şeklinde tefsir ettiğini
nakletmektedir.
Aynü’l-Kudât bu konu ile ilgili
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in “Eğer sizler Allah (c.c.)’ı
hakkıyla bilseydiniz, dualarınızla dağlar yok eder, denizlerin üzerinde
yürürdünüz. Ve yine Allah (c.c.)’tan hakkıyla korksaydınız, beraberinde
cahilliğin bulunmadığı bir ilime sahip olurdunuz. Ancak ne var ki, bu dereceye
hiç kimse ulaşamamıştır. ‘’Sende mi Ya Resûlullah?” diye sorulduğunda, “Evet,
ben de (ulaşmadım)” dedi. Daha sonra da Allah (c.c.) başkasının kendi
yüceliğine ulaşmasından münezzehtir”'2'1'4
sözünü naklederek haklılığını ortaya koymak istemiştir.
Yukarıdaki hadisten de anlaşılacağı
üzere Aynü’l-Kudât’ın belirttiği gibi Allah’ı (c.c.) hiç kimse hakkıyla
bilemez, buna peygamberler de dâhildir.Bu hakîkat yukarıda görüldüğü gibi
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in kendisine sorulan soruya verdiği
cevapta açıkça ifâde edilmiştir. İkinci olarak da, Allah korkusu bir insanda ne
derecede bulunuyorsa, o derecede kendisine ilim ve mârifet bahşedilir
gerçeğidir. Biz bunu daha sonra ‘ ’hikmef” bahsinde daha geniş bir
şekilde anlatacağımız için bu kadarıyla iktifâ edeceğiz.
Aynü’l-Kudât bu konu bağlamında
görüşlerini destekleyen büyük sûfîlerden birçok söz ve görüş nakleder. Biz
burada hepsini zikredecek değiliz. Ancak önemine binaen Hz. Ebubekir’in “insanlara,
kendisini tanıması için -bu konuda- âciz kalmaktan başka bir yol bırakmayan
Allah’ın şânı ne yücedir!””T17’, sözünü vermekle yetineceğiz.
Anü’l-Kudât, bütün bu örnekleri
verdikten sonra sonuç olarak; Allah (c.c.)’a iman etmek ile Allah (c.c.)’ı
bilmek arasında fark olduğunu dile getirir. Allah(c.c.)’ı bilmek, O’nun sahip
olduğu sıfatlardan haberdar olup o sıfatları kabul etmek değildir. Örneğin
O’nun hayat, ilim, kudret, kelam gibi sıfatlarını bilmek ile Ma’rifetullahtan
kastedilen şey farklıdır. Mârifet, bir şeyi tüm hakikatleriyle beraber
etraflıca kavramak,yani idrâk etmektir. Hakîki manada mârifet ise ehl-i
tasavvufa göre mümkün değildir. Ancak Allah (c.c.) için geçerli bir durumdur.
Çünkü O’nun ilminin sınırı ve nihayeti yoktur.
Sûfî’nin vecd ve istiğrak halinde
söylediği muhtevasında bir iddia bulunan söz anlamında bir tasavvuf terimidir.
Sözlükte “hareket etmek, sarsılmak, taşmak” gibi anlamlara gelen şatahe
kelimesi, yatağı dar olan bir ırmağın sel ile kenarlarına taşması gibi sûfînin
kalbinden taşan ilâhî hakikatleri ifâde eder.[103]
Bazı mutasavvıflara göre şathiye
türü sözler onu söyleyen sûfîye ait olmayıp bunların gerçekte kaynağı Allah
(c.c.)’tır. Sûfînin yaptığı şey bu ilâhî sözleri tekrar etmekten ibarettir.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin, “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir' ifâdesi
bir müminin, “Ben kendisinden başka ilâh bulunmayan Allahım, bana ibadet
ediniz" mealindeki âyeti zikir yoluyla tekrarlaması gibidir. Hâlbuki
Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu şathiyesini duyanlar O’nun kendisini kastettiğini
sanmışlardır.[104]
Mutasavvıflar, genelde hakîkat
ehlinin hataları olarak gördükleri şathiyelerin mâzur görülmesi gerektiğini
düşünmekle beraber hikâye edilmemesini, yayılmamasını ve örnek gösterilmemesini
tavsiye etmişlerdir. Şathiyelerde geçen ve benlik ifâde eden hallerin tabii ve
beşeri sayıldığını, zira insanın çok sevindiği veya üzüldüğü vakit aklına ve
iradesine hâkim olamadığını, heyecan ve şaşırma neticesinde söylemek istemediği
bir sözü söylediğini, ancak daha sonra pişman olup özür dilediğini, bu hâlin
Kur’an ve hadislerde yansımaları bulunduğunu ifâde etmişlerdir. Nitekim Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) , çölde devesini kaybeden bir kimsenin
hayatının tehlikeye girdiğini daha sonra birden devesini görünce heyecanlanarak
“Allahım, sen benim kulumsun, ben senin rabbinim”2'7
dediğini nakletmiş, Hz. Mûsâ (a.s.) da çok üzüldüğü bir sırada, “Allahım, bu
olay fitnenden başka bir şey değil”219 demiştir .
Aynü’l-Kudât da bu hâl içerisinde
bulunan kişi’nin kendi iradesine hâkim olamadığını ve şathiyat türü ifâdelerin
dudaklarından dökülüverdiğini söylemektedir. Bu durumu anlatmak için de şu
beyiti işaret eder.
“Bana şarap verdiler ve bu halde
iken şarkı söyleme dediler,
Eğer dağlar dahi benim gibi şarap
içseydi şarkı söylerdi. ”[105]
Bu bağlamda Bayezid-i Bistâmî’nin “Bir
yılan nasıl deri değiştiriyorsa, bende benliğimden öyle ayrılmışım ve bir
baktım ki, ben O'yum." ve yine “Ya Rab! Beni vahdaniyetinle süsle
ve bana zâtı ’nın elbisesini giydir. Oradan da ahadiyet makamına beni taşı. Tâ
ki, senin yarattıkların bende Seni görsünler. Öyle ki, artık oradaki ben değil Sen
olasın'228 gibi sözleri bu kabilden sözlerdir.
Aynü’l-Kudât’ın, Peygamberizimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in “Kulum bana nâfile ibadetlerle yaklaşmaya
devam ederse, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği
kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli konuştuğu dili olurum ”[106]
hadisini ele alarak bu konuyu açıklamaya çalışır. Ona göre bu hâlde ilahî nûrun
içine gark olup yok olan kimse, sırrına mağlup olur ve daha önce zikri geçen
şathiyeler dudaklarından dökülüverir. Ayrıca Aynü’l-Kudât’a göre bunların hepsi
birer sırdır. Ve bunları dillendiren kimseler bir manada kendilerine açılan
sırları da ifşâ etmiş oluyorlar. Ancak bu ifâdelerinden dolayı muâheze
edilmezler. Daha önce de değindiğimiz gibi âşıkların bu kabilden sözleri
rivayet edilmez, ancak üzeri kapanır.
Maalesef bu türden konuşmalar yapan
ve sözler sarfeden nice sûfî, ya küfürle veya şirkle itham edilmiş ya da
haklarında fetvâ çıkartılarak idam edilmiştir. Günümüzde dahi bu yüce insanlar,
sözde ilim ehli olanlar tarafından aynı muameleye tabi tutulmaktadırlar. Ancak
ben burada Aynü’l-Kudât’ın naklettiği bir nükteyi anlatmadan bu konuyu
noktalamak istemiyoruz. Hz. Süleyman (a.s.) zamanında bir kuş, dişisine kur
yapıp onunla beraber olma isteğini bildirince, dişi kuş ona yüz çevirir ve onu
reddeder. Dişi kuş oradan uzaklaşacağı bir sırada, erkek kuş “Ya bana itaat
edersin ya da Süleyman’ın mülkünü altüst ederim” der. Rüzgâr bu lafı
Hz.Süleyman (a.s.)’a bildirince, O da bunun hesabını sormak için kuşu huzura
çağırtır. Huzura getirilen erkek kuş “Ey Allah’ın Peygamberi! Aşıklar’ın
sözleri anlatılmaz”deyince bu söz, Hz. Süleyman (a.s.)’ın hoşuna gider ve
onu salıverir.
N.
Aynü’l-Kudâtın Kur’an ve Sünnet Işığında Yapılan
Eleştirilere Cevabı
Aynü’l-Kudât bu bölümde kendisine
yöneltilen eleştirilere Kur’an’dan ve sünnet’ten verdiği örneklerle cevap
vermeye çalışır. Bize göre savunmasının en dikkat çekici kısmı da burasıdır.
Hatırlarsak öncelikle savunmasını ‘ ’akıl ötesi alan’’ üzerine kurdu.
Daha sonra sûfîlerin sözlerini kendisine referans olarak seçti ve onlardan
farklı bir şey söylemediğini anlatmaya çalıştı. Ve en sonunda da Kur’an ve
Hadisler’den vereceği örneklerle sözlerinin nasıl anlaşılması gerektiğini
ortaya koymaya çalışır.
Aynü’l-Kudât, öncelikle eleştirilen
sözlerinin öncesi ve sonrasıyla ele alındığında maksadının anlaşılacağını iddia
eder. O, adeta cımbızlanan ifâdelerinin öncesi ve sonrası ile bağlamı
koparıldığı için bu kadar yanlış anlaşılmaya müsait muğlak ifâdelere
dönüştüklerini dile getirir. Bunu daha iyi ortaya koymak için bazı âyet ve
hadisleri örnek olarak getirir. Kur’an-ı Kerimde geçen “Kim Allah’a güzel
bir borç vermek ister”23, “Allah, kulları’nın tevbeleri’ni kabul
eder ve sadakaları alır”[107] [108]
ve “Allahın eli, onların ellerinin üstündedir ”[109]gibi
ayetler ile “Allah gök semasına iner ve şöyle nida eder”[110]veya
“Allah kulun tevbesine en çok sevinendir” [111]
gibi hadisleri zikrederek bu naslarda Allah (c.c.)’a nispet edilen; el, borç
alma, sadaka kabul etme ve sevinme gibi eylemlerin te’vile ihtiyaç duyduğunu
anlatmaya çalışır.Verilen örneklerin dışındaki başka naslarda; istivâ, nüzûl,
gadab (kızgınlık), muhabbet, gülme ve tereddüt etme gibi vasıfların da
Allah(c.c.)’a nispet edildiğini belirtir.
Yukarıda verilen bilgiler ışığında
Aynü’l-Kudât’ına göre biz, zahirine bakıldığında anlam itibari ile sorunlu gibi
görünen bu ayet ve hadisleri te’vil etmeden, Kur’anda veya hadislerde
geçtikleri yerleri dikkate almadan öncesi ve sonrası ile olan bağlamından
kopararak bunları arka arkaya koyarsak o zaman tahmin edemeyeceğimiz kadar
büyük sıkıntılar oluşur. Hatta biz bu ayet ve hadislerin kaynağını belirtmeden
bir kimseye: “Birisi Allah (c.c.) ’ın eli olduğunu, borç aldığını, tereddüt
ettiğini, sevindiğini ve hastalandığını söylüyorsa bunun hakkında ne dersin?”
diye sorsak hiç şüphesiz bu kişi : “Bunları söyleyen kâfirdir””,
diyecektir. İşte sûfîler hakkında yapılan itham ve suçlamaların sebebi de
budur.
Aynü’l-Kudât bu bölümde verdiği
örneklerden birisi de Hz.Musa ile Allah c.c. arasında geçtiği iddia edilen
diyalog’dur. Biz bunun kaynağını bulamadık ancak aynı ifâdelerde Müslim de
geçen bir hadise ulaştık. Kıyamet’te Allah ile âdemoğlu arasında geçen bir
diyalog ki, Aynü’l-Kudât’ın anlattığı kıssa ile tam örtüşmektedir. Hatta
lafızlar dahi hemen hemen aynıdır. Hadiste geçtiği şekli ile Allah cc, kuluna:“Ey
Âdemoğlu! Ben hasta oldum ve sen beni ziyaret etmedin”” buyurduğunda, kul: “Ey
Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret edebilirim”” der.
Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen
onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin yanında beni bulacaktın!”
buyurur. AllahTeâlâ:“Ey Âdemoğlu! Ben senden yiyecek istedim ama sen beni
doyurmadın!”, buyurur. Kul diyecek ki: “Ey Rabbim! Ben seni nasıl
doyururum, Sen ki, Âlemlerin Rabbisin” bunun üzerine Allah Teâlâ: “Benim falan kulum senden yiyecek istedi ama
sen vermedin, eğer onu doyursaydın Beni onun yanında bulacaktın!” buyurur.[112]
Yukarıdaki hadiste geçtiği gibi
bütün bu tür ifâdelerin te’vil ve yorumu vardır.
Bu gibi ifâdeler bazı insanların dalâlete sürüklenmesine
neden olmuştur. Aynü’l- Kudât’ın bildirdiğine göre bazı kimseler yukarıda geçen
hadisler hakkında “Madem nübüvvet haktır, o halde nasıl olurda bir peygamber
Allah (c.c.)’a cismiyyet isnat ediyor. Malum olduğu üzere her cisim hâdis ’tir.
” gibi, düşünceler içerisine girerek mürted olmuşlardır. Bu durum, o
kimselerin düşünce ufkunun zayıflığından kaynaklanmıştır. Bunun yanı sıra “Kişi
bilmediğinin düşmanıdır” kaidesi uyarınca bu gibi kimseler kavrayamadıkları
şeyleri tümden inkâr cihetine girmişlerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde “( O
inkarcılar), ilmini kavrayamadıkları ve hakîkati/yorumu kendilerine gelmemiş olan
şeyi yalanladılar” [113]
buyrularak bu gerçek ortaya koyulmuştur.
Aynü’l-Kudât’ın da belirttiği gibi
din hakkında derin anlayış sahibi olan âlimler katında yukarıda zikrettiğimiz
ayet ve hadislerin anlamları şüphe götürmez derecede açık ve net’tir. Zâten birilerinin
iddia ettiği gibi bu mücmel âyet ve hadislere vukûfiyet kolay olsaydı, Hz.
Resûlullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem) , İbn Abbas için “Ya Rabbi! Onu
dinde Fakîh kıl ve ona Kur’an’ın yorumunu öğret”[114] şeklinde duâ etmezdi. Evet,
âvâm için bunlarda hakîkatlere ulaşmak zor olsa da, bu ilmin mütehassısları
için kolaydır.
Aynü’l-Kudât’ın bütün bunlardan
sonra lafı yine eleştirildiği konulardaki sözlerine getirerek şu manaya gelen
bir tespit ortaya koyuyor: “Bu ifâdeler büyük bir titizlikle kayıt altına
alınmış sözlerdir. Oldukları gibi nakledilen bu ifâdeler bu konularda bilgi
sahibi olmayan kimselerin kafalarında soru işareti bırakıyorken, bana nispet
edilen ancak lafızları değiştirilerek farklı bir kalıba sokulmuş olan
ifâdelerimin ne şekilde yanlış yerlere çekileceğini sizler tahmin edin’’[115]
Daha sonra da kim sözlerimin
sıhhatine vakıf olmak istiyorsa benim yazdığım eserleri eline alır ve orada
okur. Bu sırada yazdığı bazı eserlerin isimlerini zikreder. Ancak saydığı
eserlerin büyük çoğunluğu günümüze ulaşmamıştır. Saydıkları arasında günümüze
ulaşan sadece Zübdetü’l-Hakâik adlı eseridir ki, bizler burada
düşüncelerini tahlil ederken bu esere yeteri kadar atıf yaptık.
Hülâsa
Aynü’l-Kudât, hasımlarının art niyetli olduklarını düşünmektedir. Çünkü onlar, mücmel ifâdeleri, öncesi ve sonrası ile bağlamlarından
koparmakla kalmamış yanlış anlaşılmalarına zemin hazırlamak için lafızları da
değiştirmişlerdir. Böylece hakkında idam kararının çıkarılması için türlü
entrikalar çevirmişlerdir. Yalan ve iftira temelli bu suçlamaların haksız
olduğunu kendisine bunları reva görenleri Allah (c.c.)’a havale ettiğini dile
getirmektedir.
[1]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garib, s. 1.
[2] Tirmizî, h. no:2032
[3]Bu hadisin kaynağına ulaşamadım.
[4]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 11.
[5] Felak Sûresi, 113/5
[6]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 11
[7]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 12.
[8]Yusuf Sûresi, 12/7.
[9]Yusuf Sûresi, 12/8.
[10]Yusuf Sûresi, 12/8.
[11]Yusuf Sûresi, 12/20.
[12] Ebu Davûd, h. no: 4903.
[13]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 13.
[14]Aynü’l-Kudât,Şekva’l-Garîb, s. 13
[15]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 1.
[16] Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 2
[17] Aynü’l-Kudât, a.g.e.,
s. 2
[18]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 3.
[19] Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 4.
[20]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 5.
[21]Aynü’l-Kudât, a.g.e.., s. 5.
[22] Aynü’l-Kudât, a.g.e.,s. 6.
[23]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb., s. 6.
[24]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 6.
[25] Aynülkudâat, Şekva’l-Garîb,
s.30-31.
[26] Aynü’l-Kudât, a.g.e.,
s. 31.
[27]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 7.
[28] Debâşî,a.g.m.,
s.73.
[29] Pürcevâdî,a.g.e.,
s. 16.
[30] Aynü’l-Kudât, Şekva'l-Garîb, s. 8.
[31] Muhammed Rıza, Hülefâ-i Râşidin,
el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut 2005., s. 116.
[32]İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.VII., s.131.
[33] Muhammed Rıza, a.g.e.,s.
42.
[34] Sa’di Şirâzî, Gülistan,Menşûrâtu’l-Hey’ti’l-‘Ammeti’s-Sûriyyeti
li’l-Kütüb, Vizâratü’s-Sakâfetu, Dimeşk 2012, s. 182.
[35]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 8.
[36]Aynü’l-Kudât, a.g.e.,s. 8.
[37]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 8.
[38]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 9.
[39]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s. 31.
[40]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s. 9-10.
[41]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s. 31.
[43] Abdulhalim Mahmûd, el-Munkızu
mine’d-Dalal ve Tasavvûfî İncelemeler, (çev. Salih Uçan), Kayıhan
Yayınları, İstanbul 2012, s. 302.
[44] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat
ve Güzîde-i Hakâik, s. 30.
[46] Izutsu, İslam Mistik
Düşüncesi Üzerine Makaleler, s, 155-156.
[47]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s. 24.
[48] Bakara, 2/115
[49]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s.26
[50] Muhammed Gazzâlî, el-
İktisat fi’l-İ’tikâd, Beyrut 1969. s.150.
[51] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
h. no: 4/96
[52] Abdulhalim Mahmûd, el-Munkızu
mine’d-Dalal ve Tasavvûfî İncelemeler, (çev. Salih Uçan),Kayıhan
Yayınları, İstanbul 2012, s. 156.
[53]Mahmud, a.g.e., s. 156-168.
[54] Ahmed Ateş, “Gazzâlî’nin
Bâtınîlerin Belini Kıran Delilleri, Kitâb-u Kavâsımi’l-Bâtıniyye”,
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. I-X, Ankara 1954, s. 23.
[55]Mustafa Öz, “İsmâiliyye”, DİA, c. III, s. 130.
[56]Bernard Lewis, Haşîşîler (İslamda Radikal Bir Tarikat),
Kapı Yayınları, İstanbul 2005, s. 9-10.
[57] İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Resimli
Posta Matbaası, Ankara 1964, s. 43.
[58] Mustafa Öz, "Ta'limiyye", DİA, s. 549.
[59]Aynü’l-Kudât, Şekvâ’l-Garîb, s. 11.
[60] Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, s. 215.
[61] Buhârî, Rikâk,
h. no: 38
[62] Hasan Kamil Yılmaz, a.g.e.,
s. 215.
[63]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 14.
[64]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb., s. 14.
[65]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 15.
[66] Bakara Sûresi,
2/156.
[67] Alak Sûresi, 96/5.
[68] Bakara Sûresi, 2/32.
[69] Kasas Sûresi, 28/88.
[70]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 27.
[71]Aynü’l-Kudât, a.g.e.,s. 27.
[72]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 27.
[73]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 28.
[74]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 28.
[75]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 28.
[76] Ra’d Sûresi, 13/28.
[77] Timizî, Kader,
h. no:7.
[78] Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb,
s. 30.
[79]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 30.
[80] Bakara Sûresi, ayet no: 152.
[81]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 28
[82]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 29.
[83] Debâşî, Ayn el-Kudât el-Hemedânî ve Zaman’ın
Entelektüel İklimi, s. 44.
[84]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s. 44-45.
[85]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 30.
[86]Aynü’l-Kudât, a.g.e., s. 31.
[87]Müslim, Birr, h. no: 2603.
[88] Kehf Sûresi, 18/110.
[89]Taberi, Mucmeu’s-Sağir, h. no: 40.
[90]Müslim, İman, h. no: 216
[91]Bu lafız ile kaynaklarda böyle bir hadisi rastlamadım.
[92]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 33.
[93] Bakara Sûresi,
2/172.
[94] Nahl Sûresi, 16/14.
[95] Zümer Sûresi, 39/9.
[96] Fecr Sûresi, 89/15
[97] Fecr Sûresi, 89/16.
[98]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 33.
[99]Müslim, h. no: 2817
[100] Zümer Sûresi, 39/67.
[101]Ebu Abdullah b. Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Ta’zîm-u
Kadri’s-Salat, thk. Abdurrahman b.
Abdülcebbar
el-Ferîvâi, Mektebetu’d-Dâr, Medine 1406.
[102]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 34.
[103]Süleyman Uludağ,, Şathiye , DİA, c.XXXVIII,
s. 370.
[104] Muhammed Gazzâli, İhyâ-u
Ulûmi’d-Dîn,Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2010. c.I, s. 42.
[105] Müslim, Tevbe,
h. no: 8
[106] Buhârî, Rikâk, h.
no: 38
[107] Bakara Sûresi, 2/
245.
[108] Tevbe Sûresi, 9/104.
[109] Fetih Sûresi, 48/10.
[110] Müslim, h. no: 758
[111] Müslim, Tevbe,
h. no: 5.
[112] Müslim, Birr,
h. no: 43.
[113] Yunus Sûresi, 10/39.
[114] Buhârî, Kitâbu’l
İ’tisam bi’l-Kitab ve Sünne, h. no:7271.
[115]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 39.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar