İsm-i A’zam ve Sayha
“İsm-i
a’zam'”, Allah’ın en büyük ismi anlamında kullanılan bir tabirdir. Bu hususla
ilgili nakledilen rivâyetler incelendiğinde, böyle bir ismin mevcûdiyetinin
kesin olarak sâbit olmadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte müslümanlar
arasında, bütün isimlerin manâlarını ihtivâ ettiği kabul edilen “Allah
lâfzı, besmele ve kelime-i tevhîd” ism-i a’zam olarak ön plana çıkmaktadır.
İslâm
âlimlerinin konuyla ilgili görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür.
Birinci
sıradakilere göre, ism-i a’zam diye bir şey yoktur. A’zam kelimesi “büyük,
yüce” anlamındaki azîm yerine kullanılmıştır.
İkinci
gruptakilere göre, ism-i a’zam aslında var olmakla birlikte Kadir gecesi, dua
ve ibâdetlerin makbul olduğu Cuma gününde gizlenmiş özel vakit gibi sadece
Allah tarafından bilinmektedir. Ayrıca bu ismin esmâ-i hüsnâ içinde bulunduğunu
söylemek veya kulun duygulandığı her ilâhî ismin ism-i a’zam olabileceğini
kabul etmek de mümkündür.
Üçüncü
görüş sahipleri de ism-i a’zamın mevcut olduğunu ve insanlar tarafından
bilindiğini savunurlar. Bu telakkiye göre, sözü edilen isme “en büyük”
denilmesinin sebepleri, sadece kâinâtı yaratan ve yöneten en yüce varlığa
nisbet edilmesi, içeriğinin zengin ve sevabının çok olması ve duaların kabulüne
vesile teşkil etmesi gibi hususlardır.
İsm-i
a’zam, tasavvufta, Allah’ın bütün isimlerini içine alan ismi veya içinde
bulunduğu zamanda kula hâkim olan isim olarak anlaşılmaktadır. Mutasavvıflar da
ism-i a’zamın ne olduğuyla ilgili olarak çeşitli görüşlere sahiptirler. Mesela
bazıları Allah lafzının, bazıları “hû”nun, bir kısmı ise Allah’ın bütün
isimlerinin ulu ve yüce olduğunu ifâde etmektedir. Fakat ehl-i tasavvufa göre, asıl mesele ism-i
a’zamı bilmek değil, buna nâil olabilecek ve sırrını saklayabilecek mertebeye
erişmektir.
Ebu Yezîd el-Bistâmî’ye, "İsm-i
a’zam nedir?” diye sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: "İsm-i a’zam
sıdk ve ihlâstır. Sen sıdk ve ihlâs sahibi ol, sonra istediğin ismi ism-i a’zam
olarak al.”
Yine
bir gün bir kişi gelip Cüneyd’den ism-i a’zamı sormuş. Cüneyd kutunun içine bir
fare koymuş ve onu Ruveym’e götürmesini istemiş. Fakat sakın kutuyu açma diye
de tembihlemiş. Adam yolda sabredemeyip kutuyu açmış ve içindeki fareyi de
kaçırmış. Sonra Ruveym’in yanına gidip başından geçenleri anlatmış. Ruveym ona
şu cevabı vermiş: "Cüneyd senin kabiliyetli olmadığını anladığı için
imtihan etmek istemiş. Bir farenin sırrını muhâfaza edemeyen, ism-i a’zamın
sırrına nasıl nâil olsun!”
Necmeddîn
Kübrâ’nın tasavvuf sisteminde sadece müşâhedeye dayanan görsel algılar değil,
işitsel algılar da önemli bir yer tutmaktadır. Bunun en güzel örneği, ism-i
a’zam ile istiğrâk konusuna değinilirken görülmektedir. Şeyh Kübrâ, bazı zamanlarda sâlikten, kalblerin
ism-i a’zamla ittisâli sonucu ortaya çıkan ve “sayha” denilen bir takım garip
seslerin duyulabileceğini öne sürmektedir.
Cüneyd-i
Bağdâdî’ye dervişlerin sayhalarından sorulduğu zaman, şöyle cevap vermiştir: “O,
ism-i a’zamdır. Onu kim inkâr eder veya kötü görürse, kıyâmet günündeki
sayhanın lezzetini bulamaz.”
Necmeddîn
Kübrâ, Allah lafzının sonundaki “he” harfinin ism-i a’zam olduğunu benimser
gibi görünmektedir. Bunun en büyük delili, canlıların her nefes alıp
vermelerinde bu “he” sesini çıkarmalarıdır. Bu şekilde isteseler de istemeseler
de Allah’ı zikretmiş olmaktadırlar. Çıkan “he”nin kaynağı kalb, inen “he”nin kaynağı ise arştır. “Hû”
kelimesindeki “vav” ise ruhun ismidir. Zîrâ o, hazret-i rubûbiyetin
hizmetçilerindendir. Onun için de bu vuslatı kazandırmıştır.
Şeyh,
bahsettiği “he”nin Allah kelimesindeki “he” olduğunu Arap dil kaidelerine
bakımından açıklama gereği duyar. Buna göre lâfzatullahtaki “elif” ile “lâm”
harf-i târiftir. İkinci “lâm”ın şeddesi târifi kuvvetlendirmek içindir. Bu
durumda sondaki “he” ile târif lâm’ı sâkindir. Arapça gramerine göre, iki sâkin
harf yanyana gelince birincisi kesre ile harekelenir. O zaman “elihe” olur.
Ama bu takdirde fiile benzer ve vezninden çıkar. Daha sonra bir “lâm” ilave
edilir ve bu “lâm” kardeşi olan öbür “lâm”a eklenir ve birinci aslına uygun
olarak cezm edilmiş halde kalır, ikincisi harekelenir. Bütün bunlar ism-i
a’zamın “he” olduğuna dikkati çekmek içindir.
Necmeddîn
Kübrâ, ism-i a’zamın “he” olabileceği ile alâkalı olarak Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî’nin şu sözünü de delil olarak öne sürmektedir: Size bir belâ ve
musibet geldiği zaman, sakın “oh!” demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir. “Âh!”
deyin, bu Allah ’ın ismidir. “Vah, vah” da böyledir. Çünkü bu, “hû”nun ters
dönmüş şeklidir. Şeyh, bu sözdeki
inceliğin, Arapça’daki harflerin ağızdan çıkış noktasıyla bağlantılı olduğunu
düşünmekte ve “oh”taki
“hı”nın çıkış yerinin kalb dediğimiz kurb makamından uzak olduğunu, halbuki
“he”nin kaynağının bizzat kalb olduğunu vurgulamaktadır.
Yine
o, “he” harfinin ism-i a’zam olduğunu söylerken, kalb ile “he” arasında hem
şekil bakımından hem de ebced hesabına göre enteresan bir ilişki daha
kurmaktadır. Buna göre, “he” sâkindir, zîrâ onun aslı kalbdendir. Kalb, dâire
biçimindedir. “He” harfinin yazılıştaki şeklinin yuvarlak oluşu bu manâya
işâret etmektedir. Dâire, merkezi ve aslı olan noktadan ayrılmaz, hareket
etmez. Kalb dâiresinin merkez noktası ise Hakk’tır.
Kalb
kelimesinin sözlük anlamı, bir şeyin şekil ve manâ yönünden ortası ve özü
demektir. Burada “he” harfi de ebced hesabıyla beş rakamının ismidir. Beş ise
tek rakamlı harflerin (1-9) tam ortasında yer almaktadır. Beş vakit namazın
sırrı da buradan zuhûr etmektedir.
Bu
sözlerden de anlaşılacağı üzere, ism-i a’zamın mahalli kalbdir, çünkü o
kalblerden fışkırmaktadır. Necmeddîn Kübrâ, ism-i a’zam ile ma’rifet arasında
da doğrudan bir ilişki kurmaktadır. Çünkü ona göre ism-i a’zam, âyetlerin
bütününün biraraya gelmesiyle hâsıl olmaktadır. Âlem-i gayb ve âlem-i
şehâdetteki bütün âyetler ism-i a’zamın harflerinden biridir. Bu âyetlerin ve
işâretlerin ortaya çıkış nisbetine göre ism-i a’zamın da artması veya eksilmesi
söz konusudur. Yani bizim eşyâ ve
hakîkati hakkında edindiğimiz bilgi, ism-i a’zamın ne kadarına sahip
olabileceğimiz noktasında temel belirleyicidir.
Şeyh
Kübrâ’ya göre, sülûk yolundaki seyyârlardan her birine ism-i a’zamlardan bir
tane verilmiştir. Fakat bu durum her
seyyâr için değil, Allah nezdinde makbûl hale gelen seyyâr için geçerlidir.
Böyle bir kişiye, gayb âleminde isim ve künye verilmekte ve ona şeytanın ismi
ile Allah’ın ism-i a’zamı târif edilmektedir.
Necmeddîn
Kübrâ, velînin alâmetlerinden bahsederken, bunlardan birinin de ona ism-i
a’zamın verilmiş olmasıdır, der. Velî zâtlar kendilerine verilen bu ism-i
a’zamla duâ etmektedirler ve Allah da onların isteklerini yerine getirmektedir.
Şeyh Kübrâ ağır riyâzet ve mücâhedeler neticesinde elde edilen ism-i a’zamın
şehâdet âleminde nasıl bir fonksiyon icrâ ettiğiyle ilgili olarak yaşadığı bir
hâdiseyi bizlerle paylaşmaktadır.
Bahsettiğine
göre o, Bağdat Şunûziyye mescidinde halvette iken, üzerinde “iftah bi-hanîn” kelimesinin yazılı olduğu bir kağıt görür.
Hemen bu kelimeyi bir kağıda yazarak tekkenin hizmetçisine götürür ve “İşte
Allah’ın en büyük ismi.” der. Bunun üzerine hâdim başını öne eğer ve içinden
bir şeyler fısıldamaya başlar. Bir müddet sonra, bir adam hizmetçinin evinin
kapısını çalar ve içeri girer. Hem hâdim hem de şeyh adamın nereden geldiğini
anlayamazlar. Adam onların yanına bir kese bırakır ve gider. Elleriyle o keseyi
yokladıklarında bir de ne görsünler! İçinde on dînar. Bunun üzerine hizmetçi
bayılıp düşer. Bir saat sonra hayretle ve şaşkın bir halde ayılır. Şeyh Kübrâ
“Ne oldu sana?” der. Hâdim, “Az önce, bu Allah’ın en büyük ismidir dediğin
zaman şüphe etmiştim. Ve kendi kendime şöyle demiştim: Ya Rabbi, gerçekten bu
ism-i a’zamsa şu anda bana on dînar gönder, dervişlere dağıtayım. Gerisi
malum.” diye cevap verir.
Tekke
hizmetçisi bir müddet sonra Necmeddîn Kübrâ’ya şöyle bir şey anlatır: “Uykudaki
adamın gördüğü gibi şahısları görmüştüm. Onların melekler olduklarını
zannetmişim. ‘Biz filan kimseye ism-i a’zamı verdik’ demişler ve benim ismimi
vermişler” Hizmetçi daha sonra şunları ekler: “Seni kıskanarak onlara şöyle
dedim: İyi ama ism-i a’zamı bana değil ona verdiniz. Şu şekilde karşılık
verdiler: O pek çok mücâhede ve riyâzet yapmaktadır. Sen böyle bir şey yapmadın.
Eğer sen de Allah için mücâhede yoluna girersen ona verdiğimizi sana da
veririz.”
Necmeddîn
Kübrâ, seyr ü sülûk aşamasında seyyârın bazı zamanlarda isim denizine
düşebileceğini ve kalbinden, kendi irâde ve isteği olmadan bir sayha ve ses
çıkabileceğini söylemektedir. Bu sayha, ilk başlangıçta göğüsteki bir hıçkırığı
andırmaktadır. Sonra yavaş yavaş kuvvetlenmekte ve İsrafil’in sûrunun nefesi
gibi seyyârı veya başkalarını öldürebilecek bir seviyeye kadar yükselmektedir.
Sözü edilen bu ses, ism-i a’zamla ittisâl zayıf olduğu zaman bir ka’b (boğum),
kuvvetli olduğunda iki ka’b, ittisâlin çokluğuna işaret etmek için de bezen üç
ka’b ölçüsünde olmaktadır.
Şeyh
Kübrâ’nın bahsettiği bu sayhaların, hâlisâne olması veya kendisine riyâ
karışması oranında kuvveti artıp eksilebilmektedir. Kalblerin ism-i a’zamla
ittisâlinden çıkan bu sayha ve figânlar, ihtiyâr ve irâde şâibesinden uzak
olursa, saf ve hâlis olurlar. Eğer bunlar ihtiyâr ve irâde ile çıkarsa, ihlâs
sarayına asla giremezler. İkisi arasındaki fark ise, irâdî-zarûrî veya
tabiî-gayr-i tabiî davranışlar arasındaki farka benzer ve hemen anlaşılır.
O,
sâlikin ihlâsla çıkan ses ile içine riyâ karışan ses arasındaki farkı ayırt
edebilmesi için bazı ipuçları vermektedir. Şeyhin tecrübelerine göre, irâde ve isteğimizin
dışında meydana gelen ses ve sayha, haberin yokken çarpışan ve ne zaman
başladığını da bilmediğin iki taşın birbirine çarpmasından meydana gelen ses
gibidir. Bazen bu ses, kulaklara korku salacak derecede şiddetli olan gök
gürlemesine benzemektedir.
İnsanın
kendi istek ve irâdesi ile çıkardığı sese gelince, bunun için başlangıçta bir
ülfet ve bir kasd vardır. Bunlar, tıpkı irâdesi ile hareket edenle zarûrî
hareket eden gibidir ki, aradaki fark kesin bir biçimde idrâk edilir. Bu iki
sayhadan birincisi temizdir, oluşun ve kevnin dışındadır. İkincisi ise riyâ ve
şöhret pisliği ile kirlenmiştir. Şüphesiz kalbler ve ruhlar birincisini kabul
eder, nefs ona boyun eğer. İhtiyârî olan ikincisini ise kalb ve ruhlar
benimsemez, olsa olsa irâdenin galibiyeti sebebiyle nefsler onu kabul eder.
Birincisi, tabiî seslerin üstünde hayret verici bir sayha neticesini meydana
getirir. İkincisi ise tabiatta benzeri bulunan seslerdir. Fakat bu sesler
harikulâde bir şekilde çıkmazlar. Temiz dediğimiz birinci şekil sayha, şeyhin
irâdesinde kendi irâdesini yok ettiği zaman seyyâra ikrâm edilir.
Kaynak:
Süleyman GÖKBULUT,Necmeddîn Kübrâ Ve Kübrevîlik
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar