Print Friendly and PDF

“İBRAHİMÎ DİNLER ve SALAVAT-I ÜZERİNE ”

Bunlarada Bakarsınız

 


Bir makalede Neden Hz. İbrahime salavat getiriyoruz, hakkında yazı vardı.
Önce onu okuyalım.

****

Hazret-i İbrahim’in (as)[1] Önceliği

Namaza ait olan her şey, taabbüdîdir. Yani, nasıl emredildi ise öyle yapıyoruz. Aklın muhakemesine bağlı değildir. İbadetin taabüdî oluşu, tamamen vahiy mahsulü oluşu, içinde beşer düşünüşünün ve tedbirinin olmayışı demektir. 1 

Namazda Salli-Barik duâlarını okuduğumuzda, hem Hazret-i Muhammed’in (asm) hem Hazret-i İbrahim’in (as), hem şahıslarına, hem pak ailesine ve nezih nesebine salât, selâm ve bereket için duâ etmiş olmaktayız. 2

Bazı hikmetlerini burada paylaşalım:

1- Birçok duâ metinlerinde “ve selâmün ale’l-murselîn” ifadesiyle bütün peygamberlere duâ ediliyor. 

2- Hz. Muhammed’den (asm) sonra, İslâm dini üzerinde diğer peygamberlere nazaran Hazret-i İbrahim’in (as) hakkı ve önceliği vardır. Hz. İbrahim (as) namazda kıblemiz olan Kâbe’yi Hz. İsmail (as) ile birlikte bina etmiştir. Hac ve kurban ile ilgili birçok rükün kendisine dayanmaktadır. İslâm ümmeti de buna bir vefa borcu olarak Hazret-i İbrahim (as) ve ailesine namazda duâ etmektedir.

Peygamberlerin Atası

3- Hazret-i İbrahim (as), İslâm ümmeti için duâ etmiştir. “Neslimizden Sana itaat eden bir ümmet çıkar!” 3 Duâsı, İslâm ümmeti olarak tahakkuk etmiştir. İslâm Ümmeti de Hazret-i İbrahim’e (as) namazlarında duâ ederler. 

4- Hazret-i İbrahim (as) ve ailesi ölümcül zorluklara sabırda ve çilede İslâm ümmetine örnek olmuşlardır. Hazret-i İbrahim’in (asm) ateşe atılırken okuduğu “hasbiyallahü ve nimel-vekil” İslâm ümmetinin virdi olmuştur. Hazret-i İsmail’i boğazlanmaktan kurtarmak için inen koçu boğazlamak, İslâm ümmeti için ibadet olmuştur. Hazret-i İsmail’den kalan şeytan taşlamak ve Hazret-i Hacer’in su aramak için çaresizce koştuğu Safa ile Merve arasında koşmak 4, hac ibadetinin menasikinden olmuştur. Zemzem suyu da onların hatıralarındandır. 5 

5- Hazret-i İbrahim (asm) ulu’l-azm peygamberdir. 6 Ve kendisinden sonra gelen peygamberlerin atasıdır. İki oğlundan İsmail (as) Hazret-i Muhammed’in (asm); diğer oğlu İshak ise Hz. Musa ve Hz. İsa da dâhil sair peygamberlerin atasıdır. 

6- Ahir zamana ulaşan üç büyük din, ata cihetiyle Hazret-i İbrahim’de birleşirler. Buradan, son din olan İslâm için, asliyetini kaybeden Hıristiyan ve Yahudilere bir çağrı da çıkmaktadır. İslâm dini, Hazret-i İbrahim’e (as) duâyı namazın içine almakla son oluşunu ve dâvetinin umumî oluşunu göstermiştir.

Hz. İbrahim’in Selâmı

7- Hazret-i İbrahim (as) İslâm ümmetine selâm göndermiştir. Mi’rac esnasında Resulullah (asm) ile görüşen Hazret-i İbrahim (asm) diğer peygamberlerden farklı olarak, “Yâ Muhammed! Benden ümmetine selâm söyle! Onlara de ki: ‘Cennetin toprağı güzeldir, suyu tatlıdır! Cennette ağaçlarla dolu ovalar vardır. Bunların dikili ağaçları ‘Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’dir.’ dedi.” 7 İslâm ümmeti namazda Hazret-i İbrahim’e (as) selâm göndermekle onun selâmına mukabele etmiştir. 

8- Hazret-i İbrahim (as), arkadan gelen nesillerce adının hayırla anılması için duâ etmiştir. 8 Allah onun duâsını, adını İslâm ümmetinin ibadeti içine koyarak kabul etmiştir.

9- İslâm ümmetinin kılmakla emrolunduğu namaz ibadeti Hazret-i İbrahim’in (as) kendisi ve nesli için duâsıdır. 9 Dolayısıyla Cenab-ı Hak, aynı namazda Hazret-i İbrahim’e (as) duâ edilmesini emretmiştir. 

10- Cenab-ı Allah kendi Zat’ına Hazret-i İbrahim’i (as) “Halil” 10, Hazret-i Muhammed’i de (asm) “Habib” kılmıştır. Dolayısıyla Habibullah’ın (asm) ümmetinin namazda, Halilullah’a (as) ve âli olan bütün peygamberlere selâm göndermesi, dinlerin özde bir olduğunun ifadesidir. 

Aleyhima’ssalâtü vesselâm. Cenab-ı Allah her iki peygamber-i alişana ve âllerine salât ve selâm etsin. Âmin.

Dipnotlar:    

1-     Mektubat, s. 468, 469. 2- Şuâlar, s. 317. 3- Devamına bakınız: Bakara Sûresi: 127- 129. 4- Bakınız: Bakara Sûresi: 127, 158. 5- Müsned, I, 347; Buhârî, “Enbiyâ”, 9. 6- Ahzab Sûresi: 7. 7- Tirmizî, Daavât, 59. 8- Şuara Sûresi: 84. 9- İbrahim Sûresi: 40. 10- Nisa Sûresi: 125.

***

Diyalogçu kokusu olan bu yazı samimi görünsede, hiç öyle olmadığı kesin görülüyor. Bediuzzaman Said Nursi, İslam ile Hristiyanlığı birleştirmek üzere çok uğraşmıştır. [2] “Müslüman İseviler”  gibi terimler türetilmiştir. Yahudiler ise bundan daha fazlası müslümanları öldürmekle meşgul olmaktadır.

Son dönemlerde alttan alta giden bir diyolog çağrısı ve Hristiyanı bir müslümanlık anlayışı derken müslümanların sürekli tazvizkâr olmaları bekleniyor.  

Yahudiler ve Hristiyanların ne kadar taviz verilirse verilsin hiç oralı olmadıkları gibi İslâm dinin varlığı şöyle dursun, sözlerinde kitaplarında Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin adı bile anmazlar. Onlar için İslam diye bir din yoktur.  Nedense müslüman kesimdeki ulu ve alim kimseler bunu görmezden gelip maslahat icabı gibi aradaki soğukluğu kaldırmak için müslümanlardan iyilik nişanesi beklentilerine girerler.

Bu konunun fikriyatımdaki parlatılması 3 ciltlik Mecmuâtül Ahzab dua kitabında ısrarla “Lailâhe İllallâh Muhammedu’r Rasülüllah” tehlilinin yüzlerce kez “SALLA'LLÂHU ALEYHİ VE SELLEM” ile beraber söylenilmesi olmuştur. Mecmuatü’l Ahzâb 1800 küsür sahife ve müştemilatlı olması nedeniyle bir nevi kapsamlı eserdir. Ve tasavvuf Erbâbının ve zikir ehlinin zikir talimlerinde “Muhammedu’r Rasülüllâh” kısmını terk etmeleri yüzüncüde lütfen babından söylemeleri ve “salla'llâhu aleyhi ve sellem” ilavesinide terk etmeleri  dikkat çeken husustur.

***Ehl-i tarîkden zikr-i cehrî'yi ihtiyâr edenler, bu yolun maksada en çabuk ulaştıran kestirme bir yol olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların silsileleri"Cenâb-ı Aliy-el-Mürtezâ kerrem-al-lâhü vechehû" ya müntehî olur. Hazret-i Ali ibn-i Ebî Tâlib, Resûl-ul-lâh

Efendimiz’in zikr-i cehrî'yi:

“ Kul Yâ Alî : Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah “

(= ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah’ diye zikret yâ Alî ) emri ile ilk defa telkin buyurdukları zât-ı âlî'dir.[ Kaynak: HİDÂYET YILDIZI…Şems-ed-dîn-i Sıvâsî Hazretlerinin Menkıbeleri…NECM-ÜL HÜDÂ Fî Menâkıb-iş-şeyh Şems-id-dîn Eb-is-senâ… Tercüme: Hüseyin Şemsi Güneren

Hattatların yazı konusunda mahir olmaları yanında bu hikmet ile uyarılmadıklarından yahut yetersiz bilgilerinden olmalı ki sehve diyelim salavatı unutmalarıdır.

Bu cihetle namazlardaki tahiyye oturuşlarında “kemâ sali ve barekte”  ile Hz. İbrahimin nesli ve ali de baz alınarak Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemi överken, yahudiler ve hristiyanlara da bir dua içeriği olmaktadır. Peygamberimizden tarif edildiğine dair bir hususta bulunmaktadır. Sanki dünyanın düzeni şeytan iledir babından dünya nizamında diyalektiğin tesisi gibi yahudilerede dua etmiş oluyoruz.

Namazda Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem efendimize salavat getirmek Hanefilerde sünnet iken Şafiilerde farzdır. Biz müslümanlar İbrahimi dinler diye bir saçmalığı HANİF DİN yerine koymaktan kaçınmalıyız. Bilhassa Efendimizin adını yani (Muhammed) i rastgele ulu orta anmaktan kaçınacağımız gibi  Salavatsız adını zikereden allamelerden dahi Allaha sığınmalıyız.

Necip Fazıl Kısakürek bu hikmeti şeyhinden öğrenince “O ve BEN” İsimli Eserinde şunları yazmaktan kendini alamaz.

HAS İSİM

Varlığın Tâcına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:

—     Yâ (M...... !)

Noktalı yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes isme, nida siygasıyla hitap ediyordum.

«— Onu çıkar oradan, buyurdular; Allah’ın Resûlüne, hâs ismiyle ve nida siygasıyla hitap olunmaz.

—     Niçin efendim?

«— Hayâ meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgi­lisine, hâs ismiyle nida ederek hitap etmedi.»

Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği sır...

—      Kur'ânın hiç bir yerinde böyle bir hitap yok mu?

Kısa ve sert:

«— Hiç bir yerinde!..»

Gerçekten «de ki» mânasına «gûl»kelimesiyle başlayan birçok âyette, bu hitaptan sonra isim gelmediği, gözümün önünden geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsircinin «de ki yâ M....................... !» diye kullandıkları klişelerdeki ka­balık içimi burkuttu.

 

 

Şimdi bazıları Sünnete muhalif bir düşünce diyebilir, açıklayalım.

Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim aleyhisselâmın dini için:

- Dediler ki: “Yahudi ve Hristiyan olun ki hidayete eresiniz.” De ki: “(Hayır, öyle değil!) Bilakis, (asıl hidayet) hanif olan İbrahim’in yoludur. Ve o, müşriklerden de değildi.”(2/Bakara 135)

- İbrahim, Yahudi değildi. Hristiyan da değildi. Hanif bir Müslimdi. O, müşriklerden de değildi.(3/Âl-i İmran 67)

- Muhsin olarak/Kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışarak yüzünü Allah’a teslim eden ve hanif olan İbrahim’in milletine uyandan daha güzel bir dine kim sahip olabilir? Ki, Allah İbrahim’i dost edinmiştir. (4/Nisâ 125)

- “Şüphesiz ki ben, yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, müşriklerden de değilim.”(6/En'âm 79)

- De ki: “Şüphesiz ki Rabbim, beni dosdoğru yola iletti. Dimdik/güçlü ve hanif olan İbrahim’in dinine. O, müşriklerden değildi.”(6/En'âm 161)

- Hiç kuşkusuz İbrahim, tek başına bir ümmetti. Gönülden Allah’a kulluk yapan, (şirki terk edip dini Allah’a halis kılan bir) hanifti. Müşriklerden de değildi/olmadı. (16/Nahl 120)

- (Allah’ın) nimetlerine şükreden biriydi. (Allah) onu seçti ve dosdoğru yola iletti.(16/Nahl 121)

- Ona dünyada güzellik verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir.(16/Nahl 122)

- Sonra da sana: “Hanif olarak İbrahim’in milletine uy!” diye vahyettik. O, müşriklerden değildi. (16/Nahl 123)

Bu ayetlerle Hz İbrahim aleyhisselâmın Hanif din üzere olduğu kesinleşti.

Salât ve selâmın İbrahim (aleyhisselâm)’ın salavatına benzemesindeki hikmet düşünülürken, bunda Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) için bir noksanlık var gibi bir soru hatıra gelebilir. Çünkü belagat ilmine göre teşbihte, kendisine benzetilen, benzeyenden daha üstün olmalıdır. Salavatta Hz. Peygamber benzeyen, Hz İbrahim de kendisine benzetilen olduğuna göre; Hz. İbrahim Hz. Peygamber’den daha mı büyüktür ki; Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ona benzetilmiştir? İsmail Hakkı Bursevi, Dıyau’l Ma’nevi ‘den naklen bunun sebebini şöyle izah etmektedir: “Buradaki benzeme, salâtın aslı cihetindendir. Üzerine salât okumanın cihetinden değildir. Çünkü Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) İbrahim (a. s) den üstündür. Bunun manası şudur: Allah’ım İbrahim’e senin yanındaki fazlı ve miktarınca salât et. Yoksa Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’ı onun derecesine çıkar gibi bir mana katiyen söz konusu değildir. Çünkü Peygamber ittifakla ondan üstündür. Bursevi bu konudaki izahını daha epey uzatmıştır. Biz bu kadarını kafi gördük. İstenirse oraya müracaat edilebilir. [ Bursevi, İsmail Hakkı, Ruhulbeyan VII/225-226; Burada zikredildiğine göre İbrahim a. s. peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki şeref ve üstünlüğünü görünce kendi izkrinin peygamber ’ın ve ümmetinin lisanı üzerine zikredilmesini Allahtan arzu etmiş, bunun üzerine salavatta peygamber  ile beraber onun adının da okunması sünnet olmuştur.]

Peki, bunun  üzerine “âlihî” üzerine ne diyeceksiniz?

İşte burada ipler kopuyor. Yahudiler Hz. İsmail aleyhisselâmın çocuklarını “âl” den saymazlar. Onlar saymıyolarsa biz neden onları “âl” den sayalım Şöyle ki:

****İnsan, yaratılmışlar arasında üstündür ve elçiler de diğerleri arasında üstün insanlardır. Bunun gibi Allah bazı toplulukları diğerlerinden üstün kılmıştır. Örneğin Kur’an’da Allah; “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi bir zamanlar alemlere üstün kıldığımı hatırlayın.” (Bakara: 2/122) buyurmaktadır. Başka bir ayette Allah, kendilerine verilen nimetten bahsettikten sonra onların diğerlerinden üstün olduğunu bildirmektedir; “Biz, İsrailoğullarına kitabı, emir ve peygamberliği verdik; onları temiz ve hoş rızıklarla rızıklandırdık ve onları âlemlere üstün kıldık.” (Câsiye: 45/16).

İbranice kutsal metinlerde, Kuran'da Yahudi seçiminin bazı ifadelerini okuruz. Örneğin; "Çünkü siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB sizi yeryüzündeki bütün halklar arasından kendi halkı, değerli mülkü olmanız için seçti." (Tesniye: 7/6). Yaratılış'ta, Tanrı'nın İbranice'yi seçmesinin uzun anlatımlarını görürüz. Onların üstünlüğü İbrahim ve oğlu İshak'tan geldi. Ulusal üstünlük sürecinde İbrahim'in diğer oğlu İsmail'i görmüyoruz. "Ben Seni büyük bir millet yapacağım, seni kutsayacağım, adını yücelteceğim, öyle ki sen bir bereket kaynağı olacaksın. Sara gebe kaldı ve İbrahim'e Tanrı'nın kendisine söylediği zamanda, yaşlılığında bir oğul doğurdu. İbrahim, Sara'nın doğurduğu oğluna İshak adını verdi. İbrahim, Tanrı'nın kendisine buyurduğu gibi, oğlu İshak'ı sekiz günlükken sünnet etti. İbrahim, oğlu İshak doğduğunda yüz yaşındaydı. Sara, "Tanrı beni güldürdü; bunu duyan herkes benimle birlikte gülecek" dedi. Ve dedi, "Kim İbrahim'e Sara çocuk emzirecek derdi? Oysa ben yaşlılığında ona bir oğul doğurdum." Çocuk büyüdü ve sütten kesildi; İbrahim, İshak'ın sütten kesildiği gün büyük bir şölen yaptı... ''(Yaratılış: 12/ 2-12).

Yaratılış'ın 27. bölümünde baştan sona İshak, Yakup ve Esav'ı okuruz. Bunlar Rab tarafından bağışlanmış ve kutsanmıştır, ancak İsmail'den bahsedilmemiştir (Bkz. Yaratılış: 27/1-46). İsmail’i, Hz. İbrahim’in oğlu olmasına rağmen, İbraniler onun üstünlüğünü kabul etmezler. Öte yandan, seçilmiş bir millet olduklarını iddia ederler. Aileden bir üyeyi dışarı atıp onu sıradan hatta köle olarak iddia etmeleri nedeniyle iddialarında büyük bir çelişki vardır. Aynı ailede bir oğul üstün kabul edilirken diğeri köle olarak kabul edilir. Kutsal Kuran'da İshak ve Yakup'un tüm oğullarının kutsandığını ve aile üyelerinin çoğunun elçi olduğunu okuruz. Bu yüzden İbranilerin bir kişi hakkındaki fikirleri çeşitlendirilmiştir. Üstün bir millet olduklarına ve diğer bir kısmının aynı babaya sahip olmadığına inanırlar.

İbranilerin milliyetleri ve etnik kökenleri nedeniyle üstün oldukları varsayılsa da, genel din terminolojisi farklılıklara işaret eder. Gerçek inancın tüm insanlar için temel kurtuluş ve kurtuluş olduğu gibi. Tanrı'nın birliğine inanan İbrahimî dinlerde üstünlük için ana inanç budur. Her neyse, İshak ve Yakup, Tek Tanrı'ya inandıkları için seçilmiş ve onaylanmıştır. Bu gerçeği Yahudi kutsal metinlerinde görürüz. Örnek şudur; "Kulum Yakup ve seçilmiş İsrail uğruna, seni adınla çağırıyorum, seni adlandırıyorum, beni tanımasan da. Ben Rab'bim, başkası yok, benden başka Tanrı yok; seni donatıyorum, beni tanımasan da, insanlar güneşin doğduğu yerden ve batıdan bilsinler, Ben Rab'bim, başkası yok." (Yeşaya: 45/4-6). Belirtildiği gibi, seçilmişleri Tek Rab'be inanmaktan ayrı değildir. Ayrıca Gof'un Onenees'inin Yeremya, Mezmurlar ve Dünyanın Yaratılışı kitaplarında açıklandığını görüyoruz.

Kutsal kitaplarına benzer şekilde onlar hakkında ayetler vardır. Örneğin; “Andolsun ki, İsrailoğullarına Kitabı, Kitabı anlama yeteneğini ve peygamberliği verdik; onları temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları âlemlerden (insan ve cinlerden) üstün kıldık” (Câsiye: 45/16). İbn Arabî, İsrailoğullarının bir Rabbe olan imanları sebebiyle yüceldiklerini tekrar vurgulamıştır. Daha sonra İsrailoğullarının amelî tevhid ile perdelendiğini, yani ilahi düzenin yüzeysel yansımalarıyla sınırlı kaldıklarını söylemiştir. Çünkü onlar, Musa’nın mucizelerine rağmen ahitlerini bozmuşlar, yeminlerine sadık kalmamışlar, Allah’ın gazabına uğramışlardır

[Kaval, Musa, (2021). “Ibn Arabi’s Hebrew Symbolism”, Igdir Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S 26, s. 485-505.]

Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz “Ben, iki kurbanlığın oğluyum.” (Hâkim, Müstedrek, II, 609)  Hz. İsmail den geldiğini beyan ederken İbn Arabî kurbanlık oğulun İshak aleyhisselâm olduğundan bahseder. Bu fikir üzerinden bazıları Efendimizinde Yahudi olabileceğini söylemeye cesaret ederler.

Binânaleyh, kıble değiştirilene kadar Medine Yahudileri fazla mırınkırın etmezken sonra itirazları ayyuka çıkmıştır.

Allah Teâlâ Bakara suresi 144. ayeti kerimede

"Şüphe yok ki ehli kitab (Yahudiler) onun (kıble değişikliğinin) rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler."

- Fakat, Bakara suresi 142. ayeti kerimede de şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan (bunların içinde Yahudiler de var) bir kısım beyinsizler onları yöneldikleri kıbleden çeviren nedir diyecekler."

Yahudilerin Tevrat’ta vasıflarını gördüğü Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem  hak peygamberliğini, ister buradaki kıblenin değişikliğini soruşturmuş olsunlar, her iki halde de Yahudilerin inkarları küfrü inadidir yani hak olduğunu bildiği halde inkar etmektir. Onun için bildikleri halde inkar etmekte beis görmezler. “Çocuklarını tanıdıkları gibi onun hak peygamber olduğunu bilirler, fakat inkar ederler.” (Bakara, 2/146) mealindeki ayette de onların bu inadi küfürlerine işaret edilmiştir.

Şâfiîler, Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e salavat getirmenin vacip olduğuna Kur'an'ın emrini delil getirmektedirler. Bu emirde: "Ey iman edenler! Hz. Peygamber'e salavat getirip selâm verin." (Ahzab, 33/56) ayeti ile daha önce geçen hadis, bu manada Darekutnide ve İbni Hıbban'ın Sahihi ile Hâkim'in Müstedrek'inde zikredilen ve Müslim'in şartına bağlı olarak sahih olduğu söylenen hadis ile Ahmed, Müslim Nesaî ve Tirmizinin rivayet ettiği ve Tirmizinin sahih dediği hadise dayanmaktadır. Hz. Peygamber (asm)'e ve aline salavat getirmenin asgarî ölçüsü "Allahumme salli alâ Muhammedin ve âlihî" ifadesidir. "Mecid"e kadarki ilâveler ise sünnettir.

El-Beyan adlı eserde el-Furu yazarından naklen "Hz. İbrahim'e salavat okumanın farz olup olmadığı" konusunda da görüş ayrılığı nakledilmiştir.

Namazdaki tahiyyatta salavat okumak hakkında İmam Şafii bir şiirinde şöyle demektedir.

Ey Resulullah’ın Ehlibeyti sizin sevginiz,

Allah’ın Kur’an’da indirmiş olduğu bir farzdır

Şu yüce üstünlük kâfidir ki size

Size salâvat getirmeyenin namazı yoktur (geçersizdir)

Yenebi’u’l-Mevedde el-Kunduzi, Sayfa: 354; Sava’ıku’l-Muhrika, el-Heytemi, c:1, s: 435

Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem efendimizin,

“Bana eksik salâvat getirmeyin.” Sordular): Eksik salâvat nedir? Şöyle cevap verdi: Allahumme salli ala Muhammed (Allah’ım Muhammed’e salât eyle), deyip bırakmanızdır. Bilakis şöyle deyiniz: “Allahumme salli ala Muhammed ve ala Al-i Muhammed (Allah’ım Muhammed’e ve ailesine salât eyle)”.

Hanefi ve Maliki mezhebine göre son teşehhüdde “Salli-Barik” okumak sünnettir. Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise, rükündür, farzdır. (bk. Vehbe Zuhayli, el-Fıkhu’l-islami, 2/850-852, 906)

Şafii ve Hanbeli mezhebine göre farz olan salavatın miktarı «اللهم صل على محمد» “Allahümme salli ala Muhammed”dir. (bk. a.g.e,  2/855)

Bunların delili “... Ey iman edenler! Ona salat ve tam bir selam edin.” (Ahzab, 33/56) mealindeki ayettir.

اللهم صل على محمد وعلى آل محمد،

[Birinci görüş]: Son oturuşta Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem' in ev halkına salavat okumak sünnettir.

[İkinci görüş]: [Zayıf] bir görüşe göre ise bu farzdır. Bu görüşün delili daha önce geçen şu hadistir: ''Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed deyin". (Buhari, Ehadisü'l-enbiya, 3370; Müslim, Salat, 906)

Emir, [aksine bir delil bulunmadığı sürece] emredilen şeyin farz olmasın! gerektirir. (Genel kural)

Sonuç olarak:

Hz. İbrahim aleyhisselâmın âlinden geldiğini kabul eden Yahudiler ve peşlerine düşmüş Hristiyanlar Müslümanlara eziyet ediyorlar ve öldürüyorlarsa;

Ayrıca, Hz. İsmail soyunu köle görüp kendilerini seçilmiş sayıyorlarsa bir müslüman bu salavat okumanın farz olan kısmını alihiye kadar okuyup  إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ ile bitirmelidir. Yani:

اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ،

اللَّهُمَّ بَارِكْ عَلَى مَحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ مَحَمَّدٍ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

Unutulmaz bir husustur ki, Allah Teâlâ bu açıkça beyan eder. Yahudiler  ve hristiyanlar biz müslümanlardan razı olmazlar ne yaparsak yapalım. Bu konuda linke tıklamanızı tavsiye ederim. https://www.allahinrehberligi.com/medinebolum9

Bu yazının baş kısmını burada yazalım merak edenler devamına bakarlar

Kıble Olarak Beyt’ül Makdis’in Seçilme Nedenleri

Peygamberimiz Mekke’de iken Kâbe merkezli bir hareket yürüttü. Kabilelerine ait putların kıblesini / şirk eksenini bırakan müminler, Hz. Peygamberin getirdiği din ve onun kıblesi olan Kâbe etrafında tevhit oluşturuyorlardı. Peygamberimiz tüm Arap kabilelerini Kâbe ekseninde tevhit olmaya çağırıyor ve her kabileye özgü tanrı ve her kabileye özgü kıble şeklindeki parçalanmış toplum modelini reddediyordu. Bu tevhit modelinde Kâbe ve Kâbe’nin kuruluş felsefesi etrafında toplumsal birliğin oluşturulması hedeflenmişti.

Mekke’deki mücadele sürecinde peygamberimizi Ehli Kitap (özellikle Yahudiler) desteklemişti. Medine’ye hicret edinceye kadar bu destekleri sürmüştü. Söz konusu desteğin oluşturduğu birliktelik / müttefiklik ortak kıbledaşlık ilişkisini de beraberinde getirmişti. Müminlerin hicretten önce Mekke yaşamlarında Kabe’ye yönelirken eksenlerine Beytül Makdisi de alacak şekilde yönelimlerinin sebebi bu idi.

Medine’ye hicret edildiğinde ise Medine toplumunun önemli bir kısmını Yahudiler oluşturduğu gibi Hayber, Teyma, Fedek, Vadi’l Kura vb. yerlerde Yahudi kabileleri yaşamaktaydı.

Peygamberimiz Medine İslam Cumhuriyetini Medine’deki Evs ve Hazreç gibi Arap kabileleri ve Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi kabileleri ile birlikte kurdu. Yani Yahudiler de Medine İslam Cumhuriyetinin Kurucu unsurları idiler.

Yeni devlette Mescidi Nebevinin / Devlet Merkezinin kıblesi de birlikteliğin / müttefikliğin sembolü olarak Beytül Makdis olarak belirlendi. Yahudi kabilelerle müttefikliği temin etmeyi amaçlayan bu seçim ile hedeflenen strateji şöyle özetlenebilir;

·       İslam Cumhuriyetine Yahudilerin desteklerini ve katılımını sağlamak,

·       Medine İslam Cumhuriyetini Mekke’ye karşı korumak,

·       Medine dışındaki Yahudilerin de müttefikliklerini sağlamak ya da en azından muhtemel saldırılarına karşı korunmak,

·       Hristiyan dünyanın (Bizans, Mısır ve Hristiyan kabilelerin) müşrik Arap kabilelerine karşı müttefikliklerini sağlamak,

Benzerlikleri artırarak ehli kitabın iman etmelerinin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece İslam Cumhuriyetini güçlendirmek ve korumak.

Yahudilerin müttefiklik ile ilgili başlangıçtaki düşünceleri ise peygamberimizi yanlarına çekmek, kendi yasalarının yeni sistemde cari olmasını sağlamak ve böylece mevcut düzenlerini değiştirmeksizin peygamberimizin gücünden yararlanarak Araplara egemen olmaktı. Fakat peygamberimiz yeni Cumhuriyetin düzenini soy, kabile, ırk veya bir sınıfın üstünlüğü üzerine değil de adalet, sosyal paylaşım, hakkaniyet, dürüstlük, takva vb. erdemlilikler üzerine kurmaya başlayınca, Yahudiler bu birliktelikten hoşnut olmadılar. Dahası peygamberimiz Yahudi kabilelerin Medinelilerle olan ilişkilerinde de bu erdemlilikler üzerine düzenlemelere girişince Yahudiler mevcut düzenlerinin bozulduğunu gördüler.

Onlar dinlerinin esaslarını kendi çıkarlarına göre yorumladıkları bir sistem kurmuşlardı. Sistemi böyle kurma hususunda kendilerini Yahudi olmayanlara karşı üstün ve sorumsuz görmeleri neden olmuştu. Yani Yahudilerin uyguladıkları düzenlemeler (yasa, yönetmelik, mevzuat vb.) kendi çıkarlarına göre yorumlanmış / çarpıtılmış düzenlemelerdi ve Hz. Peygambere inzal olunan kıstaslara / esaslara uymuyordu. İlahi esaslara / kıstaslara aykırı olan bu düzenlemeleri / yanlışları düzeltmek isteyen peygamberimize karşı onlar direniş sergilemeye başladılar.[3]

DEVAMI İÇİN: https://www.allahinrehberligi.com/medinebolum9

Sünnete aykırı bir durum var diyorsanız:

Efendimizin adını bile Allah Teâlânın Kur’ân-ı Kerim’de nasıl anıyorsa onu tatbik eden biri olarak hiçbir peygamberin farkını gözetmeyiz lakin Efendimizi savunmaktan geri kalmayız. Bizim itikadımızda Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve selleme tanrı diyemeyiz ama ona her yüce sıfatı ona layık görmekteyiz.

Bu budur.

Onun dört halifesi onun bir adım izinden ayrılmadılar. Ehlibeyti de öyledir.

Şimdi efendimiz salla'llâhu aleyhi ve selleme sağlam bir bağlılıkla bağlanmak zamanıdır.  Efendimiz salla'llâhu aleyhi ve sellemi bizden daha iyi bilenleri takip edeceğimizde malumdur.. Kimsenin kınamasından da korkmayız. Hz. Ebu Talip Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem için küfür damgası yemeyi kendine âr edinmedi bizede ne derlerse desinler.

Bu yetmez dah kuvvetli delilin nedir diye sorarsanız muellefi kulub ile İlk iki halifemiz Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallâhü anhuma dır.[4]

İkinci Delilimiz:

Enes ibn Malik'ten (o salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: " Sizden hiç kimse, ben kendisine çocuklarından, anne-babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz ." Benzer bir hadisi Ebû Hureyre de rivayet etmiştir.

Enes (radiyallâhü anh)'den, Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: " Kişi kendinde üç şeyi bulursa, imanın tadını tatmıştır. Allah ve Resulünün kendisine herkesten daha sevgili olduğu; ve bir başkasını sevdiğini ve onu yalnızca Allah rızası için sevmediğini; Ateşe atılmaktan tiksindiği gibi, küfre düşmekten de hoşlanmaz.”

Ömer ibn el-Ha'b (radiyallâhü anh) Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve selleme şöyle dediğini bildiriyor: "Sen benim için, koynumdaki candan başka her şeyden daha sevgilisin." Rasûlullah şöyle cevap verdi: “ Hiçbiriniz, Ben ona canından daha sevgili olmadıkça gerçek anlamda iman etmiş olmazsınız. Ömer  dedi ki: “Sana Kitabı indiren Allah'a yemin ederim ki; artık sen benim için canımdan daha sevgilisin.” Rasûlullah şöyle buyurdu: “ Şimdi oldu, ey Ömer .”

Sehl dedi ki: Her kim, Resûlullah'ın hakimiyetini bütün işlerinde kendi üzerinde görmeyen ve kendi nefsini Resûlullah'ın mülkü saymayan kimse, onun sünnetinin tatlılığını tatmayacaktır. Çünkü o, şöyle buyurmuştur: " Sizden hiçbiriniz." Ben ona canından daha sevgili oluncaya kadar gerçekten iman etti. ”

Kaynak: Kitab el-Şifa, Kadı ïyâd; Dubai Uluslararası Kur'an-ı Kerim Ödülü, Üçüncü Baskı, Dubai, BAE, 2013

 

وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ

Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar sen onların dînine uyuncaya kadar asla senden hoşnud olmaz (lar).

De ki: «Allahın hidâyet (yolu olan İslâm yok mu? İşte) doğru yolun ta kendisi odur».

Eğer (vahy ile) sana gelen (bunca) ilimden sonra (bilfarz) onların hevâ (ve heves) lerine uyacak olursan, andolsun, senin için Allahdan (başka koruyacak) ne hakıkî, bir dost, ne de hakıkî bir yardımcı yokdur. Bakara Suresi 120. Ayet

https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2024/10/peygamberimize-imanmz-bu-salat.html



[1] (as), (sav) (asm) saçma sapan kısaltmaları bir türlü bırakmadılar. PC lerde yazmak işi kolaylaşmışken…

[3]

BÖLÜM 9

KIBLE DEĞİŞİMİNİN İŞARETLERİ

9.1. Kıble Olarak Beyt’ül Makdis’in Seçilme Nedenleri

Peygamberimiz Mekke’de iken Kâbe merkezli bir hareket yürüttü. Kabilelerine ait putların kıblesini / şirk eksenini bırakan müminler, Hz. Peygamberin getirdiği din ve onun kıblesi olan Kâbe etrafında tevhit oluşturuyorlardı. Peygamberimiz tüm Arap kabilelerini Kâbe ekseninde tevhit olmaya çağırıyor ve her kabileye özgü tanrı ve her kabileye özgü kıble şeklindeki parçalanmış toplum modelini reddediyordu. Bu tevhit modelinde Kâbe ve Kâbe’nin kuruluş felsefesi etrafında toplumsal birliğin oluşturulması hedeflenmişti.

Mekke’deki mücadele sürecinde peygamberimizi Ehli Kitap (özellikle Yahudiler) desteklemişti. Medine’ye hicret edinceye kadar bu destekleri sürmüştü. Söz konusu desteğin oluşturduğu birliktelik / müttefiklik ortak kıbledaşlık ilişkisini de beraberinde getirmişti. Müminlerin hicretten önce Mekke yaşamlarında Kabe’ye yönelirken eksenlerine Beytül Makdisi de alacak şekilde yönelimlerinin sebebi bu idi.

Medine’ye hicret edildiğinde ise Medine toplumunun önemli bir kısmını Yahudiler oluşturduğu gibi Hayber, Teyma, Fedek, Vadi’l Kura vb. yerlerde Yahudi kabileleri yaşamaktaydı.

Peygamberimiz Medine İslam Cumhuriyetini Medine’deki Evs ve Hazreç gibi Arap kabileleri ve Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi kabileleri ile birlikte kurdu. Yani Yahudiler Medine İslam Cumhuriyetinin Kurucu unsurları idiler.

Yeni devlette Mescidi Nebevinin / Devlet Merkezinin kıblesi de birlikteliğin / müttefikliğin sembolü olarak Beytül Makdis olarak belirlendi. Yahudi kabilelerle müttefikliği temin etmeyi amaçlayan bu seçim ile hedeflenen strateji şöyle özetlenebilir;

·        İslam Cumhuriyetine Yahudilerin desteklerini ve katılımını sağlamak,

·        Medine İslam Cumhuriyetini Mekke’ye karşı korumak,

·        Medine dışındaki Yahudilerin de müttefikliklerini sağlamak ya da en azından muhtemel saldırılarına karşı korunmak,

·        Hristiyan dünyanın (Bizans, Mısır ve Hristiyan kabilelerin) müşrik Arap kabilelerine karşı müttefikliklerini sağlamak,

·        Benzerlikleri artırarak ehli kitabın iman etmelerinin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece İslam Cumhuriyetini güçlendirmek ve korumak.

Yahudilerin müttefiklik ile ilgili başlangıçtaki düşünceleri ise peygamberimizi yanlarına çekmek, kendi yasalarının yeni sistemde cari olmasını sağlamak ve böylece mevcut düzenlerini değiştirmeksizin peygamberimizin gücünden yararlanarak Araplara egemen olmaktı. Fakat peygamberimiz yeni Cumhuriyetin düzenini soy, kabile, ırk veya bir sınıfın üstünlüğü üzerine değil de adalet, sosyal paylaşım, hakkaniyet, dürüstlük, takva vb. erdemlilikler üzerine kurmaya başlayınca, Yahudiler bu birliktelikten hoşnut olmadılar. Dahası peygamberimiz Yahudi kabilelerin Medinelilerle olan ilişkilerinde de bu erdemlilikler üzerine düzenlemelere girişince Yahudiler mevcut düzenlerinin bozulduğunu gördüler.

Onlar dinlerinin esaslarını kendi çıkarlarına göre yorumladıkları bir sistem kurmuşlardı. Sistemi böyle kurma hususunda kendilerini Yahudi olmayanlara karşı üstün ve sorumsuz görmeleri neden olmuştu. Yani Yahudilerin uyguladıkları düzenlemeler (yasa, yönetmelik, mevzuat vb.) kendi çıkarlarına göre yorumlanmış / çarpıtılmış düzenlemelerdi ve Hz. Peygambere inzal olunan kıstaslara / esaslara uymuyordu. İlahi esaslara / kıstaslara aykırı olan bu düzenlemeleri / yanlışları düzeltmek isteyen peygamberimize karşı onlar direniş sergilemeye başladılar.

9.2. Yahudilerin Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  İktidarını Yıpratma Girişimleri

İlerleyen zaman içerisinde Medine içindeki Yahudilerin tevhit olmaya karşı direnişleri peygamberimizin iktidarını sarsmaya, yıpratma politikasına dönüştü. Böylece hicretin ilk zamanlarından itibaren birliğe ve beraberliğe karşı duruş sergileyen bir takım şeytanlaşmış önderlerin peşinden giden Yahudilerle müttefikliğin sürdürülmesinin zorluğu ortaya çıktı.

Cenab-ı Hakk’ın Yahudilere hata yapmamaları konusundaki ikazları da işe yaramıyordu. Onlar yine bildiklerini okuyorlardı. Bu durum onları müttefiklikten ayrılma noktasına getiriyordu.

Diğer taraftan, yeni Cumhuriyetin kıblesinin Beytül Makdis olarak seçilmesi Arap kabileler arasında kızgınlıkla karşılanmıştı. Hatta müminlerden bazılarının namazlarında Kâbe’ye yönelmekten asla vazgeçmedikleri rivayet edilir.

Mekke müşrikleri ise bu seçimi peygamberimiz aleyhine kullandılar. Onlar peygamberimizin kendi değerlerine / milli / İbrahimi değerlere ihanet içerisinde olduğunu çevre kabilelere yayıyorlardı. Yani Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  İslam Cumhuriyetinin kıblesini Beytül Makdis olarak seçmekle Mekke’nin kurucu ideolojisini ve değerlerini inkar ettiği yönünde propaganda yapıyorlardı. Bu propaganda Mekke dışındaki kabilelerde etkisini gösteriyordu. Peygamberimiz Yahudilerin dost ve müttefikliğini kazanmayı hedeflemişken ilerleyen zamanda onları kazanamadığı gibi Arap kabilelerini de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bu nedenle peygamberimiz kıble tercihini değiştirmek istedi. Her türlü reform düzenlemesine karşı çıkan ve iktidarını yıpratmak için sürekli fitne ve fesat üreten Yahudilere kıbleyi değiştirme önerisi getirilecek olursa onların müttefikliklerini ve bu müttefikliğin sağladığı güvenliği de kaybetme tehlikesi vardı. Mekke yönetimi ve müttefikleri ile mücadele ederken düşmanların arasına Hayber, Fedek, Teyma gibi şehirlerdeki Yahudi Kabileleri de katılacaktı.

Hangi tercihi yaparsa yapsın tehlike mevcuttu. Bu nedenle peygamberimiz bunalmıştı. Ancak kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi riskli olmakla birlikte Arap kabilelerini kazanma hususunda Mekke müşrik yönetiminin kullandığı kozu ellerinden almak daha avantajlı görülüyordu. Bu hususta doğru tercih yapmak için Cenab-ı Hakk’ın kendisine yardımcı olması ve yol göstermesini niyaz ediyordu.

Yahudi ve münafık şeytanların peygamberimizin iktidarını sarsmaya / yıkmaya yönelik hareketleri Cenab-ı Hak tarafından Mescitlerin (hükümetin) yıkılmasına çalışmak olarak ifade edildi. ([2])Yine Mescitlerde / Meclislerde / hükümet merkezlerinde “Allah’ın adının anılmasını engellenmesi” ise toplumun ıslah edilmesi, adaletin tesis edilmesi için yapılan düzenleme (mevzuat) ve uygulamaların engellenmesi olarak ifade edilmiştir.

Ama bunları yapanların yaptıklarının yanlarına kar kalmayacağı, sonunda hepsinin hizaya geleceği ve bu iktidara tabi olacakları / secde edecekleri vurgulanır. Şayet onlar tahrip etme ve yıkım eylemlerine devam edecek olurlarsa o takdirde bu dünya hayatlarında zillet, ahirette de büyük bir azabı yaşayacakları Cenab-ı Hak tarafından ifade edilir.

114- Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını engelleyen ve onların yıkımı için uğraşandan daha zalim kim olabilir? İşte böylelerin, bu mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik ahirette de büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi 114)

9.3. Beytül Makdis’in Kıble Seçilmesinin Beklenen Faydayı Sağlamadığının Anlaşılması

Yahudilerin ayrılıkçı ve kibirli hareket ve söylemlerine karşı peygamberimizin içini ferahlatan mesajlar, Cenab-ı Hak tarafından inzal edildi. Mescidin (hükümetin) kıblesinin Yahudilerin kıblesi olan Beytül Makdis olarak belirlenme mecburiyetinin olmadığı bildirildi. Allah’ın ilmi sınırsızdır, O kuşatıcıdır ve sınırsızdır.

Politik olarak amacın Allah’ın rızasına uygunluğu olduktan sonra politikanın şekli unsurlarının öneminin olmadığı ifade edildi. Şöyle ki; Allah’ın rızasına gidilecek yolun tek bir şekli, tek bir yönünün olmadığı, uygulanacak usullerin nereden alındığının önemi yoktu. Doğu da batı da Allah’ındır. Bu aynı zamanda müminlerin Yahudilerin kıblesi olan Beytül Makdis’ten Kâbe’ye dönüleceğinin de bir işaretiydi.

Bu yola koyulurken Beytül Makdis’i seçmek tevhit olmak için ortak bir noktaydı.  Fakat onlar statükolarını bozmak istemediklerinden bu beraberliği devam ettirmenin zemini kalmamıştı. Ortak nokta olarak seçilen kıble, birliği kuvvetlendirmediği gibi tam aksine Yahudi şeytanlarca ayrımcılık için kullanılmaktaydı. Buna rağmen Cenab-ı Hak, Beytül Makdis’in o günkü yıkık ve metruk halinden yola çıkarak, Allah’ın mescitlerini yıkanlara hesap sorulacağının vurgusu ile iyi niyetli Yahudilerin birlik ve beraberlik içinde kalmasını sağlayıcı mesaj vermekteydi. Yakın gelecekte yapılacak kıble değişikliğine işaretle asıl amaca dikkat çekilerek tevhidin sağlanıp, iktidarın güçlenip Allah düşmanları ile mücadele edilerek Beytül Makdis’i yerle bir edenlere de yaptıklarının hesabının sorulması ve yeryüzünde hakkın hâkimiyetinin tesisi olacağı vurgulandı. Bu amacı gerçekleştirmek için gerektiğinde usullerin, şekillerin değiştirilebileceği mesajı verildi. Bu noktada şu anda yön / kıble olarak seçilen Beytül Makdis yönünün yakın gelecekte amaca ulaşmaya matuf olarak değiştirileceğinin işareti verildi.

115- Doğu da Allah’ındır, Batı da. Öyleyse hangi tarafa yönelirseniz yönelin artık orası Allah’ın yüzüdür. Çünkü muhakkak ki Allah, her şeyi kuşatan vasi’dir ve hakkıyla bilendir. (Bakara Suresi 115)

9.4. Yahudilerin Muhalefet Dozajını Artırmaları

Yahudilerin şeytanlaşmış ileri gelenleri kara propaganda dozajını iyice artırdılar ve sonunda peygamberimiz için “Allah çocuk / oğul edindi” diyecek noktaya kadar ileri gittiler.

Onlar bunu söylerken kendi kitaplarında Tanrının “oğlum” diye bahsettiği İsrail’e  (Hz.Yakub’a) verilen krallığı ve İsrail’in bütün uluslara egemenliğine metafor yapmaktaydılar. Bu benzetme ile peygamberimize Cenab-ı Hakk’ın büyük bir egemenlik vereceği ve çok büyük bir medeniyet yaratacağı vaadine gönderme yaparak alay ediyorlardı. Onlar aslında bu söylemleriyle aynı zamanda müşriklerin melekler için “Allah’ın kızları” şeklinde ifadeleriyle Cenab-ı Hakk’ın onlarla arasında cinsel ve biyolojik bir bağ olduğuna inanmaları gibi peygamberimizin de Cenab-ı Hak ile baba/ oğul şeklinde biyolojik bir bağın varlığını toplumun gündemine sokmaya çalıştılar.

Böylece onlar, Medine İslam Cumhuriyetine tabi olan ve/veya tabi olacak cahil Arap halkının peygamberimizden olağanüstü taleplerde bulunmalarını sağladılar. Onların ürettikleri bu söylemden etkilenen cahil halk, “mademki Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  Allah’ın elçisidir, o halde tıpkı Hz.Yakub gibi mecazen “Allah’ın biricik oğlu” mertebesinde sevgilisidir. O zaman onun vaat ettiği güzel geleceği bize Allah bizzat kendisi söylesin. Ya da oğlu olarak gördüğü bu elçisine vaat ettiği büyük medeniyeti yaratması için düşmanlarını aciz bıraktıracak / yenecek askeri, ekonomik ve sosyal destek göndersin” şeklinde istekte bulundular. Açıktır ki eğer bu talepler yerine getirilemeyecek olursa halk Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  peygamberliği hakkında şüpheye düşecektir ve arkasından gitmeyecektir. Cahil halk “Allah tarafından somut olarak desteklenmeyen bir kişi asla peygamber olamayacağı için onun arkasına takılmak bir hayalin peşinden koşmak olacaktır” diyeceklerdir.

Şeytanlaşmış Yahudiler bu kara propaganda ile sadece cahil halkı değil müminleri de etkilemeyi amaçlamışlardı. Şöyle ki “Allah oğul edindi” ifadesi ile mecazi anlamdan daha ileri olarak Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  ile ilgili “ilahilik boyutu” düşüncesi müminlerin zihinlerinde yaratılmış olacaktı. Böylece müminler peygamberimizden sürekli başarı ve olağanüstülükler bekleyecekler, asla yenilgi ve başarısızlık kabul edilmeyecekti. Yenilgi durumunda ise müminlerin imanları sarsılacaktı. Kısaca bu söylem son derece şeytani bir söylemdi.

Cenab-ı Hak, ister mecazi anlamda olsun, isterse gerçek anlamda olsun bu tür bir söylemi hiçbir şekilde kabul etmedi ve şiddetle reddetti. O, onlara yerleri ve gökleri nasıl yoktan yarattı ise aynı şekilde vaadini yerine getireceğini ve bu hususun kendisi için son derece kolay olduğunu belirtti. Karar verdiği bir iş için “ol “demesinin yeterli olacağını bildirdi. Ama bunun tek şartının elçisine inzal ettiği öğretiye / gerçeğe / ilme uymaları olduğunu bildirdi. Yani aslında onların istedikleri mucizenin ilahi öğretilere uymaları sonucunda kendi elleri ile yaratılacağına işaret edildi. Peygamberimizin ise onları gittikleri yanlış yoldan çevirmeye çalışan bir uyarıcı ve ilahi öğretilere uydukları takdirde kendi elleri ile yaratılacak mucizeleri müjdeleyen bir müjdeci olduğu vurgulandı. Onda herhangi bir ilahilik vasfı-özelliği olmadığı da ilave edildi.  Böylece Hz.Muhammed’den [salla’llâhu aleyhi ve sellem]  absürt talepler yapılmaması gerektiği, daha öncekilerin düştüğü hataya düşülmemesi gerektiği ifade edilmiş oldu. Kısaca Hz. Hz.Muhammed’in [salla’llâhu aleyhi ve sellem]  sadece ilahi yasaları, gerçekleri, sosyolojik hakikatleri bildiren ve insanları gittikleri yanlış yoldan çevirmeye çalışan normal bir insan olduğu belirtilmiş oldu.

116-119- Bir de “Allah, çocuk edindi” dediler. –Haşa, O, subhandır. – Bilakis göklerde ve yeryüzünde olanların tümü yalnızca O’nundur. Hepsi O’na gönülden boyun eğmiştir. Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O, bir işin olmasına karar verdiği zaman, ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir. Halktan cahiller ise, “Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi!” dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı bunlar gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine ne kadarda benziyor. Gerçekte Biz, kesin bilgi ile bilgilenmek isteyen toplum için ayetleri apaçık ortaya koyduk. Doğrusu Biz, seni müjdeci ve uyarıcı olarak gerçeklerle gönderdik. Sen, cehennemliklerden sorumlu da tutulmayacaksın. (Bakara Suresi 116-119)

[1] ) Literal okuma: sözcüklerin kastedilen manasını dikkate almadan yazıldığı şekildeki anlamı ile okuma

[2] ) NOT: Eski toplumlarda tapınakların Yönetim Merkezi olduğu asla dikkate alınırsa Mescidler de hükümet merkezidir ve  bu hükümetlerin düzenlemlerine tüm toplumun itaat ettikleri / boyun eğdikleri / secde ettikleri yerdir.

9.5. Yahudileri Kazanma Ümitlerinin Tükenmesi

Yahudilerin yaptıkları kara propagandaya cevaplar verilmesine veriliyordu ama diğer taraftan da müminlerle Yahudiler arasındaki gerilim / tansiyon da giderek artıyordu. Medine İslam Cumhuriyeti bu gerilimi artık kaldıramayacak noktaya geliyordu. Bu durum peygamberimizi son derece müteessir ediyordu. Müminlerle en çok ortak noktaların olduğu taraf Yahudiler olmasına rağmen en fazla ve en tehlikeli darbeler de onlardan geliyordu. Peygamberimiz onlarla çatışmak istemiyordu. Hatta ortak noktaları daha da çoğaltarak birliği güçlendirmek istiyordu. Ancak artık toplumsal yırtılma giderek derinleşmişti. Yahudilerle birlikte yürünemeyeceği artık anlaşılmıştı. Bu nedenle de Cenab-ı Hak müminlere kıble değişikliğinin ilk işaretlerini vermişti. Tam bu noktada Yahudiler de peygamberimize başvurarak kıble değişikliği düşüncesinden vazgeçmesini talep ettiler. Zira Yahudiler kıble değişikliğinin kendilerine zarar vereceğini anlamakta gecikmediler.  Böyle bir değişikliğin ayrılığa neden olacağı ve bu ayrılığın ise hem ticaretlerine hem de gelecekte İslam Cumhuriyetinin kazanımlarından pay alma hususunda mahrumiyete sebep olacağını görmüşlerdi. Ayrıca onlar kıblenin Beyt’ül Makdis olmasını, kendilerinin üstün oldukları iddialarında kullanıyorlardı. Üstünlük vesilesi olarak kullandıkları bir uygulamanın kaldırılmasını istemiyorlardı.

Peygamberimiz ise tevhit olma hususunda samimiyetini koruyordu. Bu nedenle, peygamberimiz hem onların tekliflerini hem de oluşan siyasi gerilimi yumuşatmak için onların düzenlemelerine uymayı düşündüğü sırada Cenab-ı Mevla duruma müdahale etti. O’nun müdahalesi elçisinin asla taviz vermemesi ve kendisine bildirilen ilme dayalı doğruluk esaslarından sapmaması şeklindeydi.

Ayrıca onların kendi kırmızıçizgilerini dayattıklarını ve onları hoşnut etmenin biricik yolunun da onların dayattıkları bu kırmızıçizgilere uymaktan geçtiğini kısaca onların dinine girilmesi durumunda ancak onların hoşnut olacağını bildirdi.

Böylece Cenab-ı Hak şu mesajları vermiş oldu;

“Birliktelik / tevhit için tek bir kırmızıçizgi kabul edilebilir, o da “Allah’ın yoludur.” Yapılacak düzenlemelerde ve uygulamalarda ana prensip olarak birlikteliğe katılan tüm toplulukların hayrı, iyiliği ve yararı esas alınmalı ve bu esas kırmızıçizgi olarak kabul edilmelidir. Herkesin kendi çıkarına, kendi üstünlüğüne, kendi seçkinliğine göre çizdikleri ve dayattıkları kırmızıçizgilerle birlik ve beraberlik oluşturmak mümkün değildir. Birlik için herkesin hayrı aranmalı, herkes için kazan kazan olmalıdır. Bunda da en iyi belirleyici, herkesin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’ın kırmızıçizgileridir. Çünkü Allah adildir. Çünkü Allah kullarına karşı çok merhametlidir, çok kerimdir. Zaten ilahi öğretiyi doğru olarak okuyan her kim olursa (bunların hangi gruptan oldukları önemli değildir) bunu bilir ve kendisine değil Allah’a çağırır.”

Cenab-ı Hak, elçisine eğer kendisine bildirilen bu gerçeklere rağmen onların arzuları çerçevesinde onlara tâbi olacak olursa o takdirde kendisine hiçbir şekilde yardımcı olunmayacağını ve korunmayacağını belirtti.

120-121- Sen onların dinlerine / milletlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Asıl doğru yol Allah'ın hidayeti / yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra yine de onların hevalarına / heveslerine /arzularına uyacak olursan, Allah’tan sana ne bir veli / koruyucu, ne de bir yardımcı bulamazsın. Kendilerine Kitab’ı verdiğimiz kimselerin bazısı onu, hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar hüsran içindedirler. (Bakara Suresi 120-121)

9.6. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi

Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  Medine’ye geldiğinde daha önce anlatıldığı üzere bir takım stratejik hedefleri düşünerek kıble olarak Beytül Makdis’i seçmişti. Ancak O şimdi bir açmaza düşmüştü. Sıkıntı içerisindeydi. Zira kıble seçimi ile beklediği tevhit olma hedefine ulaşmanın zor olduğunu görmüştü. Hatta bu seçimi nedeniyle tüm toplulukları tevhit etme hedefi büyük darbe yemekteydi. Şöyle ki, Mekke müşrik Yönetimi, Peygamberimizi «İbrahimi» değerlere sırt dönmüş kişi olarak göstermekte ve diğer Arap kabileler de bu propagandadan hayli etkilenmekteydiler. Bu nedenle Peygamberimiz[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  kıbleyi tekrar Mescid-i Haram tarafına çevirerek bu propagandayı bertaraf etmeyi istedi.

Bir taraftan Yahudilerin Medine İslam Cumhuriyeti ile oluşturulan birlikten hoşnut olmamaları, diğer taraftan Arap yarımadasındaki kabilelerin Beyt’ül Makdis’in kıble olarak seçilmesinden duydukları hoşnutsuzluk, peygamberimizi bir hayli bunaltmıştı. İslam Cumhuriyetinin kıblesi olarak Beyt’ül Makdis’i seçerek Yahudilere iyi niyet göstermesine rağmen onları hoşnut edemeyen peygamberimize Cenab-ı Hak yardımcı oldu ve kıbleyi değiştirmesini emretti. Böylece tekrar «İbrahimi» değerlere yani Kabe’nin kurucu ruhunu sembolize eden Mescid-i Haram’a dönülecek ve Mekke müşriklerinin elindeki koz alınmış olacaktı. Dahası Yahudilerin Arap kabilelere karşı «biz sizden üstünüz zira gelip bizim değerlerimize sarıldınız» tarzındaki üstünlük taslama kozları da ellerinden alınacaktı. Fakat bu değişimin getireceği birtakım sıkıntılar da mevcuttu. Şöyle ki; imzalanan Medine Anayasası ile Medine’deki Yahudilerle müttefiklik yapılmıştı. Bu anlaşma /Anayasa sayesinde Medine’nin güvenliği sağlama alınmıştı. Bu birlikteliğin göstergesi / sembolü olarak kıble Beytül Makdis seçilmişti. Şimdi kıble değişikliğine diğer Yahudi kabileler ikna edilmeyecek olursa müttefiklik yazılı olarak sona ermese de Yahudilerle müminlerin yollarının yavaş yavaş ayrıldığına bir işaret olacaktı. Bu durumda düşman hem içerde hem de dışarıda olacaktı. Diğer Arap kabilelerinin kazanılması hesabı yapılırken onlar kazanılmadan oluşan iç düşmanlar ve dış düşmanlar Medine İslam Cumhuriyeti’ni yok edebilirdi. İşte Peygamberimizi [salla’llâhu aleyhi ve sellem]  endişeye sevk eden noktalardan en önemlisi de bu husustu; yani güvenlik!

Bu endişeyi gidermek ve Yahudileri bu değişiklik konusunda en azından arafta bırakmak için onlara aslında gayet iyi bildikleri husus olan “Mescid-i Haram’ın Hz. İbrahim tarafından hangi amaçla kurulduğu” anlatıldı. Onlar Kâbe’nin Kurucu Ruhunun ya da felsefesinin Hz. İbrahim’e dayandığını kendi kaynaklarına dayanarak gayet iyi biliyorlardı. Bu nedenle Mescid-i Haram sembolü ile ifade edilen değerlerin, Beyt’ül Makdis sembollü değerlerle paralel / aynı olduğunu çok iyi bildiklerinden, bu değişikliğin onların değer ve öğretilerinden uzaklaşma olmadığını hatta daha bütünleştirici olduğunu onlara ifade etmesini Rabbimiz bildirdi. Ve yine Rabbimiz, elçisine bu hususta gönlünün rahat olmasını, zira onların ne yaptıklarını kendisinin gayet iyi bildiğini söyledi.

​144-Doğrusu Biz, senin yüzünü semaya çevirip aranıp durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir! Siz de hepiniz, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine Kitap verilenler onun (bu kıble değişiminin), Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah, onların yapıp durduklarından gafil değildir. (Bakara Suresi 144)

Kıblenin Beyt’ül Makdis’ten Beyt’ül Haram’a çevrilmesi Yahudilerle yolların ayrılması demekti. Temel amaç tevhit iken müttefiklik noktasında eksen değiştirmek, ayrılığa gitmek ve gelecekte bu müttefiklikten vaz geçmenin ilk adımı demekti. Bu nedenle Cenab-ı Hak, birlik ve beraberliğin devamı için Yahudilerin de eksen değiştirmelerini yani kıblelerini Kâbe yapmalarını ister. Eğer onlar bu isteği kabul etmeyecek olurlarsa, en azından peygamberimizin eksen kaydırmasını / kıble değiştirmesini anlayışla karşılamalarını izah eder. Çünkü amaç, birlik ve beraberlik ise bu sadece Yahudilerle ya da Hristiyanlarla değil bütün Arap kabilelerinin katılımı ile sağlanacaktı. Onlar katılmadığı takdirde birliğin sağlanamayacağı açıktı. Kıblenin Beyt’ül Makdis olması, Arap kabilelerin bu birliğe katılmamalarının bir gerekçesini oluşturuyorsa, kıblenin Kâbe olarak değiştirilmesi zorunluluk arz etmekteydi.

Diğer taraftan Yahudilerin ve Hristiyanların Araplarla birlikte tüm Arabistan coğrafyasında bir birlik sağlamaları ancak ortak değerler üzerinden olabilirdi. Bu nedenle Cenab-ı Hakk’ın önerdiği ve Yahudileri de uymaya çağırdığı yeni eksen / Kâbe’nin kıble olması oldukça makul, mantıklı ve son derece stratejik olmasının ötesinde Yahudilerin de temel dini değerleri idi. Yani davet edilen kıble onların en büyük peygamberleri olan İbrahim aleyhisselâmın temel değeri idi. Fakat Kıblenin Kâbe’ye değiştirilmesi emri gelince Yahudiler buna karşı çıktılar. Hemen peygamberimize gelerek bu değişimden vazgeçmelerini istediler. Yahudiler, Medine İslam Cumhuriyetinin kıblesinin Beyt’ül Makdis olarak kalacak olursa o takdirde peygamberimiz aleyhine hareket etmeyeceklerine ve onun her emrine harfiyen uyacaklarına yemin ettiler. Yani kendisine iman edeceklerini söylediler. Fakat peygamberimiz onların bu söz verişlerine nasıl inanacaktı? Daha önce yaptıkları meydanda idi. O, onlarla ne kadar yakınlık, birlik ve beraberlik kurmaya çalıştıysa onlar ayrı olmayı tercih etmişlerdi. Hiçbir şekilde bütünlüğe yanaşmamışlardı. Dahası Medine Anayasası / Vesikası ile yaratılan tevhidi parçalamak ve peygamberimizin iktidarını yıpratmak için yapmadıkları tezvirat, kara propaganda ve girişim kalmamıştı. Peygamberimiz onlara güvenemezdi. Şayet onlara güvenip Cenab-ı Hakk’ın emrine muhalefet ederek kıbleyi Kâbe olarak değiştirmez ise yarın onların «Bu nasıl peygamber bir gün verdiği kararı ertesi gün değiştiriyor. Kararsız bir tutumu var…» vb. tezviratlarına muhatap olacaktı. Peygamberimiz, onların kıblenin Beyt’ül Makdis olarak kalması hususundaki isteklerini reddetti ve onları bu kıble değişikliğini kabul etmeye davet etti. Gerekçelerini Cenab-ı Hakk’ın aşağıdaki ayetlerde öğrettiği şekilde izah etti;

·         “Biz müminler sizlerin değer yargılarınıza sahip çıktık ve uymaya çalıştık. Ancak Arap yarımadası ölçeğinde yer alan kabileler Beyt’ül Makdis’in kıble olmasına karşı çıktılar. Onlar bizleri kendi değerlerine ihanetle suçladılar.”

·        “Tevhidi sağlamak için bu engelin kaldırılması gerekir. Onlar iman etmeme hususunda hep bu engeli önümüze sürecekler. O halde kıblemizi değiştirelim ve herkesin ortak değeri olan Kâbe’ye yönelelim.”

·        “Hem zaten Kâbe / Mescid-i Haram da biz Arapların olduğu kadar siz Yahudilerin de temel değeridir. Gelin bu ortak değere birlikte sahip çıkalım. Siz bu değere / Kâbe’ye yabancı değilsiniz.”

·        “Kâbe / Mescid-i Haram ile sembolize edilen bu temel değer Allah’a teslimiyeti / İslam olmayı ifade eder. Toplulukların / kabilelerin bir ülkü etrafında birleşerek tek millet haline gelmesidir. Parça parça bölünmemesidir. Herkesin kendi kıblesi / hedefleri / beklentileri vardır. Toplulukları / kabileleri tevhit edip tek millet haline getirmek için “Allah’a teslimiyeti” esas alalım.   Bu hususta şekiller önemli değildir. Nasıl biz sizin kıblenize döndüysek siz de bizim kıblemize dönün. Biz sizin peygamberlerinizin getirdiği kitapların öngördüğü temel değerlerinizi kabul ediyoruz. Bu temel değerler arasında ayrımcılık yapmıyoruz. Siz de yapmayın. Tek millet olmak için asıl kıble olan “Allah’a teslimiyette / İslam olmakta” birleşelim.  Bunun da sembolü Mescid-i Haramdır. Bu sizin kaynaklarınızda da mevcuttur.”

·        “Bizim bu kıble değiştirmemizi en azından anlayışla karşılayın ve destekleyin. Zira biz kötü bir şey yapmıyoruz. Hedefimiz Allah’ı birlemek ve toplumları tevhit etmektir.”

·        “Bu yol, sizin de yolunuzdur. Sizin peygamberleriniz sanki ‘parçalanın, bölünün kiminiz Hristiyan, kiminiz Yahudi olun mu’ dedi. Yoksa ‘hepiniz bir olun, beraber olun ve Allah’a teslim olun mu’ dedi?”

·        “Şayet bu konuda birlik ve beraberlik oluşturamaz isek o zaman siz bizimle çekişmek ve düşmanlıkla karşı koymak istiyorsunuz demektir.”

Yahudileri kıblenin Kâbe’ye doğru değişiminin gerekçeleri olarak verilen bu mesajlar Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yakup kıssaları metaforunda verilir.

122-141- Ey İsrail oğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve geçmişte sizin diğer toplumlara / âlemlere galip gelmenizi sağladığımı hatırlayın! Hiç kimsenin hiçbir kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onlara yardım da edilmeyeceği günden sakının / korunun. Hani Rabbi İbrahim’i, birtakım talimatlarla sınamış, O da onları tam olarak yerine getirince, "Ben seni insanlara imam / önder yapacağım" buyurmuştu. O (İbrahim), “Soyumdan da (önderler yap ya Rabbi!)” demişti. Allah ise “Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler / Benim ahdim (teahhüdüm) zalimlere ulaşmaz” buyurmuştu. İşte o sıralarda Biz Kâbe’yi / Beyt’i insanlar için toplanma ve sığınma yeri olarak belirledik. İnsanlar da Makam-ı İbrahim'i musalla / salat gerçekleştirilecek yer edindiler. Biz de İbrahim ile İsmail’den “Beytimi (Kâbe’yi) ziyaret edenler, bu bölgede yerleşik olanlar, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun” diye ahit aldık. İşte o zaman İbrahim, “Rabbim! Burasının güvenli bir şehir olmasını sağla, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları da çeşitli meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah ise: “Onlardan inkârcıları dahi kısa bir süre ile rızıklandırırım, sonra da onu ateş azabına sürüklerim ki o ne kötü varılacak yerdir!” buyurdu. İbrahim ve İsmail Kâbe’nin / Beyt'in temellerini birlikte yükselttikleri zaman “Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur, şüphesiz Sen dualarımızı işiten ve niyetimizi bilensin.” diyorlardı. “Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan / müslümanlardan kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan / müslüman bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizin / itaatimizin yol ve yöntemlerini göster, tövbelerimizi de kabul et. Çünkü Sen tövbeleri çok kabul edensin ve çok merhametli olansın.” “Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti (hüküm, kanun, düstur ve ilkeleri) öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Şüphesiz Sen, Aziz ve Hakimsin.”  Kendine yazık eden sefihten başka kim İbrahim'in milletinden /dininden / yaşam tarzından yüz çevirir?  Biz İbrahim’i dünyada seçkin kılmıştık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. Çünkü Rabbi o'na, “Teslim ol!” dediği zaman o hiç tereddüt etmeden “Ben alemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi Yakup’a da vasiyet etti; “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Başka dinlerden uzak durun ve yalnızca müslimler olarak can verin!” diye vasiyet etti. Yakup’a ölüm vakti gelip çattığı zaman, onun oğullarına, “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” dediğini ve onların da; “Biz, bir tek ilâh olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz. Biz, ancak O'na teslim olanlarız” dediklerini sanki orada bulunan şahitler gibi bilmiyor musunuz? (Elbette gayet iyi biliyorsunuz.) O topluluklar / ümmetler geçip gittiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorulacak değilsiniz. Dediler ki “Yahudi veya Hıristiyan olun ki, hidayet / doğru yolu bulasınız” Sen de de ki: “Hayır, Biz hanif olan İbrahim’in dinine / milletine uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı!” Deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve esbata (torunlarına) indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene ve (diğer) Peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik; Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz ve biz ancak O'na teslim olanlarız!” Şayet artık onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse o zaman doğru yolu / hidayeti bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka size karşı isyan ve düşmanlık içindedirler.  O takdirde de onlara karşı Allah sana yeter. O, hakkıyla işiten ve en iyi bilendir. (Deyin ki) “İşte bu Allah'ın boyası! / Yolu! / Sistemi! (biz o boyaya boyandık! / Biz bu yolu seçtik!) Kimin boyası / yolu / sistemi Allah'ınkinden daha güzeldir? Biz, sadece O'na ibadet / itaat ederiz.” De ki: “Allah’ın (tercihleri / yaptıkları / seçtikleri) hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O sizin Rabbiniz olduğu kadar bizim de Rabbimizdir. Bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz de sizindir. Fakat biz O'na sizden daha samimi bağlananlarız. Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Yanında Allah'ın bildirdiği şeyi gizleyerek inkâr edenden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz de değildir.” Onlar bir ümmetti / topluluktu gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız. (Bakara Suresi 121-141)

Yukarıdaki ayetlerle Medine Yahudilerine verilmek istenen mesajlar çok açıktır;

“Onlara Medine İslam Cumhuriyetinin kurucu topluluğu olmaları nedeniyle sahip oldukları iktidar nimetine nankörlük etmemeleri uyarısı yapılır. Bu nimet sayesinde üstünlüğü yakaladıkları ifade edildikten sonra eğer nankörlük ederlerse başlarına çok kötü felaketlerin geleceği ve kimsenin de kendilerine yardım etmeyeceği belirtilir. Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  ortak atanız olan Hz. İbrahim’in duasının bir sonucu olduğu belirtildikten sonra kendilerinin ilahi seçime karşı çıkmaları ve sadece kendi kabilelerinden / soylarından bir peygamber gönderilmesini talep etmeleri ile zalimlik yaptıkları ifade edilir. Ayrıca nasıl ki Hz. İbrahim Kâbe’nin temellerini adalet, hukuk, temizlik, doğruluk, dürüstlük ve Allah’a teslimiyet üzerine inşa etmişse aynı şekilde Hz.Muhammed  de Medine İslam Cumhuriyetini aynı ilkeler üzerine temellendirdiği metaforik olarak anlatılır. Bu anlatımla Yahudilere Hz.Muhammed’in [salla’llâhu aleyhi ve sellem]  yoluna destek / salat etmeleri halinde İslam Cumhuriyetinin / Medeniyetinin inşasında yerlerinin olabileceği ifade edilmiş olur. Hz. İbrahim ’in Kâbe’yi kurmaktaki amacının toplumların selameti, mutluluğu, esenliği ve huzuru olması gibi Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  İslam Cumhuriyetini kurmaktaki amacının da aynı olduğu ve bundan hiçbir menfaat beklemediği anlatılır. O’nun tıpkı geçmiş peygamberler gibi Allah’ın kitabını, hak ve hukuku öğrettiği, Allah’ın yolunda Allah’ın kulları için çalıştığı belirtilir. Zaten geçmiş peygamberlerin Yahudilerden de Allah’ın yolunda çalışmaları ve yalnızca O’na teslim olmaları konusunda söz aldıkları kendilerine hatırlatılarak onların geçmişte verdikleri sözlere uyup Allah’a teslim olmaları çağrısı yapılır. Bütün bu gerçeklere ve inanç ilkelerindeki aynılıklara rağmen yine de kıble değişikliği kabul edilmeyecek olunursa o takdirde İslam Cumhuriyeti ile çekişme içerisine girileceği ve bunun da parçalanma getireceği belirtilir.”

Gerek Yahudilerden gerekse Araplardan bazı ahmaklar / dar kafalılar / kafası basmayanlar kıble değişikliğinin stratejik boyutunu kavrayamamışlardı. Bunlar bu değişiklikle alay ediyorlardı. Yahudi şeytanlar daha da ileri giderek; “Muhammed bir türlü nereye döneceğini belirleyemedi. Bir o yana bir bu yana dönüyor” diye alay ediyorlardı. Bazıları ise değişikliklere kapalı olduklarından bu yeniliği de kabul etmek istemiyorlardı. Müminlerden bile bazılarının stratejik amaçları bilemediklerinden bu değişiklik konusunda kafaları karışmıştı.

Cenab-ı Hak, bu beyinsizlerin söylemlerini muhatap alarak kıble değişikliğinin sebebini açıkça ortaya koyar ki bu değişikliğin stratejik amaçlarını bilmesine rağmen bile bile sırf şeytanlıklarından dolayı karşı çıkanların oyunları bozulsun.

Kıble değişikliğine ilişkin Cenab-ı Hakk’ın müteakip ayetlerde bildirdiği stratejik gerekçeler şöyle özetlenebilir;

·        “Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  öndeliğindeki İslam Cumhuriyetinin diğer kabile ve topluluklara şirki / parçalı toplum yapısını bırakıp tevhit olma konusunda örnek / şahit / önder olmasını sağlamaktır.  Aynı kıbleye yönelen diğer Arap kabileleri ile birliktelikleri çoğaltıp onların Medine İslam Cumhuriyetine katılımını sağlamak,”

·        “Mekke Yönetimi ile yapılacak mücadele nedeniyle yakın gelecekte çok büyük zorluklar, savaşlar, fitneler ve kargaşalar olacağı aşikâr olduğu için o günler gelmeden tedbir alıp topluluktan kopuşları şimdi yaşamak. Birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç olduğu o zor zamanlarda meydana gelen kopmalar yıkım getirir ve İslami hareketi bitirebilir. Bu nedenle bu kıble değişikliği zor zamanlar için aynı zamanda bir ön alma hareketidir. Gerçekten iman edenlerin hak ettikleri başarıyı zayıfların kopuşu engellememelidir. Gayretlere yazık edilmemelidir.”

·        “Kıblelerine dönüldüğü için Yahudilerin kendilerini üstün görmeleri ve hava atmalarına bir son verilerek hadlerinin bildirilmesi gerekmektedir.”

·        “Ayrıca müşrik Mekke Yönetiminin diğer müşrik Arap kabileleri Medine İslam Cumhuriyeti aleyhine kışkırtmak için kullandıkları kozu ellerinden almak gerekmektedir.”

·        “Peygamberimizin asla kendi milletini satmadığı, kendi değerlerine sırtını dönmediğini ortaya koymak ve O’nun isteğinin adalet, hak, hukuk, doğruluk, ölçülülük, dengelilik (VASAT) olduğunu göstermek.”

·        “Münafıklar ile kafası yukarıda belirtilen stratejik boyutlara basmayan müminlerin ayırt edilmesi gerekiyordu. Bu müminler kıble olarak Kabe’ye dönmeye devam ederken onlarla birlikte münafıklarda Kabe’ye dönüyorlardı. Münafıklar aslında Hz.Muhammed’e doğrudan başkaldıramıyorlar fakat bu müminlerin arasına karışarak başkaldırılarını kamufle ediyorlardı. Kıble değişikliği ile münafıklarla bu müminlerin ayırt edilmesi gerekiyordu.”

142-143- İnsanlardan birtakım beyinsizler, “Bunları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. Sen de de ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola yöneltir.” İşte böylece sizi dengeli, ölçülü ve doğru yolun tam ortasından giden bir ümmet kıldık ki peygamberin sizlere şahit / örnek / önder olduğu gibi sizlerin de insanlara şahit / örnek / önder olasınız. Daha önce yöneldiğin kıbleyi Kâbe olarak değiştirme sebebi ise peygamberin izinde gidecek olanları gerisin geriye döneceklerden ayırt etmek içindir. Doğrusu bu zor bir sınavdır. Fakat bu Allah'ın hidayet ettiği kişiler için zor değildir. Allah imanınızı kesinlikle göz ardı etmeyecektir. Çünkü Allah, insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara Suresi 142-143)

9.7. Yahudilerin İtirazlarına Karşı Kararlı Durulması Talimatı

Kıblenin değişimi emri gelince Yahudiler bu değişikliğe itiraz etmişlerdi. Müttefikliğin devamının kıblenin Beyt’ül Makdis olarak devam etmesine bağlı olduğunu söylediler. Bu durum peygamberimizi bir hayli üzmüştü.

Cenab-ı Hak, elçisine bu konuda kararlı olmasını ve direnmesini emretti. Onlara bu değişikliğin doğru olduğu konusunda hangi delil getirilirse getirilsin onların yine de kendisine inanmayacaklarını belirtti. Onların bu konuda inatlarının konuyu bilmediklerinden değil kibir, gurur ve kendilerini üstün gördüklerinden kaynaklandığını bildirdi. Bu durumu ifade etmek için “bir insanın evladını nasıl tanır ve bilir ise onların da bu konuyu aynen öyle bildikleri” şeklinde bir benzetme kullandı.

Cenab-ı Hak, onların ikna olmayacaklarına başka bir delil olarak da onların birbirlerinin kıblelerine de tabi olmadıklarını, onların kendi değer yargılarında bile uzlaşmaya gitmediklerini vurguladı. Yani onların kendi aralarında bile anlaşamadıkları, birbirleri ile müttefiklik / tevhit oluşturamadıklarını belirtti. Onlardan her grubun ayrı kutsalı ve ayrı hedeflerinin olduğunu, birbirleri ile bile bir araya gelemediklerini belirtti. Böylece onların peygamberimiz ve müminlerle de birlik ve beraberlik oluşturmalarını beklememeleri gerektiğini ifade etmiş oldu. Cenab-ı Hak, bu nedenlerle onların Beyt’ül Makdis’in İslam Cumhuriyetinin kıblesi olarak devam etmesi isteklerini reddetmesini ve onların değişikliğe itirazlarını kabul etmemesini elçisinden istedi.

145-147- Andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olanlara, hangi delili getirirsen getir, yine de senin kıblene tabi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların arzu ve hevalarına uyacak olursan, o takdirde sen de zalimlerden olursun. Şu, kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir kesim bile bile gerçeği gizliyorlar. Gerçek / Hak, Rabbindendir. O halde, sakın şüpheye düşenlerden olma! (Bakara Suresi 145-147)

9.8. Kıble Değişikliğine Müminlerin İkna Edilmeleri

Kıble değişikliği konusunda müminlerinde itirazları oldu. Onlarda peygamberimizin taşıdığı güvenlik endişesini taşıyorlardı. 

Cenab-ı Hak, müminlerin bu endişeleri karşısında aşağıdaki ikna edici hususları bildirdi;

·        “Her topluluğun ayrı hedef ve beklentileri ile ayrı değer yargılarının var olduğu,”

·        “Hayırlar için çalışan, iyilikler için yarışanın sonunda kazanacağı ve birliği sağlayacağı,”

·        “Şayet müminler olarak bir iyilik, fazilet hareketi başlatılır, hayırlarda iyi niyetle koşulursa ve şekillere takılıp kalınmazsa diğer toplumların o iyilik hareketine katılacağı,”

·        “Kıble olarak Mekke müşriklerinin hedeflerinin ya da yaptıklarının değil, Hz. İbrahim’in Kâbe’nin kurucu ruhuna uygun bir hareketin herkese güven vereceği ve herkesin bu hareketin temsilcilerine karşı teveccühünün oluşacağı, böylece birlik ve beraberliğin sağlanacağı,”

·        “Şekillerde kalmayıp asıl kıble ve hedef olan hayırlarda koşulması ve iyilik yapmada yarışılması halinde bütün Arap kabilelerinin bir araya toplanacağı ve tevhidin sağlanacağı,”

·        “Mescid-i Haram’ın kurucu ruhuna uygun olduktan sonra seçilen şekil, yol, yöntem, yer ve usulün «nasıl olduğunun» önemli olmadığı,”

Cenab-ı Hakk’ın bu hususları bildirdikten sonra kıblenin şeklen Kâbe yönüne doğru çevrilmesi sonucunda Yahudi kabilelerinin birlik ve beraberlikten ayrılmalarının güvenliklerine zarar vermeyeceği konusunda müminler ikna oldular ve yönlerini Kâbe’ye çevirdiler.

148-149- Her topluluğun yöneldiği bir yönü /hedefi / gayesi vardır. Fakat siz hep birlikte hayırlı işlere koşun, birbirinizle yarışın. Her nerede olursanız olun/ hangi konumda olursanız olun sonunda Allah, hepinizi bir araya toplayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah’ın her şeye gücü yeter. (Bu nedenle) Her nereden çıkarsan çık, / hangi yolu-yöntemi seçersen seç, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Hangi yol, yöntem ve usulü seçersen seç, hedefin Mescid-i Haram’ın kuruluş gayesi ile paralel olsun.) Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir gerçektir / haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi 148-149)

Cenab-ı Hak, müminlere tekraren Mescidi Haram eksenli / kıbleli bir hareket ortaya koymalarını emreder ve bu emrinin gerekçelerini şöyle bildirir;

·        “Mescid-i Haram merkezli bir tevhit hareketi yürüttüğünüzü açık bir şekilde her hareketinizde, her stratejinizde ve her uygulamanızda ortaya koyun ki Mekke Müşrik Yönetimi sizin Arap kabilelerini sattığınız / ihanet ettiğiniz gibi bir propaganda yapamasın.”

·        “Yerel / Milli / İbrahimi değerleri hiçe saymadığınızı, onları bir kenara atmadığınızı namaz dâhil her hareketinizde gösterin.”

·        “Onlarla beraber olduğunuzu, hareketin bütün kabileleri kapsadığını, gösterin. Yani Kâbe / Mescid-i Haram merkezli bir tevhit hareketi yürüttüğünüzü açık açık ortaya koyun.”

·        “Müminlerin niyetinin iyilik, hayır, adalet, hukuk üzerine bütün kabileleri birleştirmek olduğunu bütün hareketlerinizde ortaya koyun.”

Cenab-ı Hak, güvenlik endişeleri konusunda kalplerinin mutmain olması için müminlere şu hususları da bildirmiştir;

·        “Kıble değişikliği nedeniyle Yahudilerin müttefikliğini kaybetmenizin sonucu olarak savunmasız / korunmasız kalmaktan korkmayın. Sadece Allah’tan korkun. Allah sizleri koruyacaktır ve size vadettiği zaferi vererek nimetini tamamlayacaktır.”

·        “Yeter ki siz sabredin, salat edin, peygamberin arkasında durun, ona destek verin.”

·        “Bu uğurda yapacağınız mücadelede canlarınızı feda etseniz asla bir şey kaybetmiş olmazsınız. Tam aksine bu yolda vereceğiniz canlar, sizin toplum olarak dirilişinizi sağlayacaktır.”

·        “Bu yolda mücadele ederken sadece canlarınızı değil mallarınızı ve ürettiklerinizi de kaybedebilirsiniz. Ama bu uğurda kaybedeceğiniz canlarınız asla boşu boşuna değildir. Şayet kaybedeceğiniz şeylerin korkusuna yenilmeyecek olursanız bu mücadeleyi kazanacak ve zulüm sistemlerini ilahi sisteme dönüştürmeye muvaffak olacaksınız. Müminler kendini Allah’a adayan ve sonunda her şeyin O’na ve O’nun sistemine döneceğini bilen kimselerdir. Bu kimseler yılmadan mücadele ederler ve bu uğurda başlarına gelen her türlü sıkıntı ve yoksunluğa sabrederler. Allah da onlara desteğini ve rahmetini esirgemeyecektir.”

150-157- Her nereden çıkarsan çık, / hangi yolu-yöntemi seçersen seç, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Hangi yol, yöntem ve usulü seçersen seç, hedefin Mescid-i Haram’ın kuruluş gayesi ile paralel olsun.) Sizlerde her nerede olursanız olun, / hangi konumda olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki; insanların size karşı kullandıkları bir kozları olmasın. Ama zalimler başka. (Buna rağmen onlar yine de aleyhinize kozlar üreteceklerdir.) Siz onlardan korkmayın. Benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece doğru yolu bulasınız. Nitekim içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti / hükümleri / kanunları öğreten ve bilmediğiniz şeyleri öğreten bir peygamber gönderdik. Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve salatla yardım isteyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda katledilenlere, “(boşu boşuna öldüler) / Ölüler” demeyin. Zira tam aksine onlar, yaşıyorlar / yaşatıyorlar / diridirler. Fakat siz bunun bilincinde değilsiniz. Muhakkak ki Biz, sizi biraz korkuyla, açlıkla, mal, can ve ürün kaybıyla deneyeceğiz. Sabredenleri müjdele! Ki onlar başlarına bir musibet geldiği zaman; “Biz şüphesiz Allah'a aitiz ve sonunda O'na döneceğiz” derler! İşte Rablerinin mağfireti, desteği ve rahmeti bunların üzerinedir. Doğru yolda olanlar da/ hidayete erenler de onlardır. (Bakara Suresi 150-157)

Medine Yahudileri kıble değişikliği yapılınca hemen Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  aleyhine propagandaya başladılar. Onlar Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem]  gerçek niyetinin açığa çıktığını ifade ettiler. Medinelilerle yapılan ittifakın şirkten kurtulmak değil sırf kendi iktidarını sağlamak için olduğunu ileri sürdüler. Sonunda Muhammed’in Mekke müşrik yönetimini devirdikten sonra Mekke’ye döneceği ve şirk sistemli de olsa eski sistemi devam ettireceğini iddia ettiler. Kıblenin ilahi kaynaklı öğretinin merkezi olan Beyti Atik’ten şirkin merkezi olan Mescid-i Haram’a döndürülmesini bu görüşlerinin delili olarak gösterdiler. Medine İslam Cumhuriyeti vatandaşlarının hac ve umre zamanlarında putlarla dolu olan Kâbe’yi tavaf etmelerinin, putların dikili olduğu Safa ve Merve’nin etrafından dolanmalarının şirk olacağını iddia ettiler. Hatta buna müsaade etmekle peygamberimizin Medinelileri kandırdığını, onun zamanla eski şirk sistemine döneceğini, aralarındaki ihtilaf çözülünce Mekke’ye geri döneceğini ve Medinelileri yalnız bırakacağını, bu nedenle Medinelilerin boşuna ittifak yaptıklarını söylediler. Daha da ileri giderek eğer şirkin merkezi kıble olarak seçiliyorsa o takdirde Medinelilerin de Menat putlarına sahip çıkmaları gerektiğini ifade ettiler.  Onlar bu ve buna benzer söylemleri ile müminlerin zihinlerini bulandırdılar.

Medineli Yahudilerin şekli ön plana çıkararak esası gözden kaçırtan bu söylemlerine karşı Cenab-ı Hak yine sembol ve şekiller üzerinden yola çıkarak, ama sonunda sözü esasa getiren cevapları elçisine inzal etti.

Cenab-ı Hakk’ın inzal ettiği cevaplarda; Kâbe, Safa ve Merve’de putların olmasının onların Allah’ın nişaneleri olmasını ortadan kaldırmayacağı vurgulandı. Önemli olanın o nişane ve semboller ile verilen mesajlar, değerler ve öğretiler olduğu ifade edildi. Onların içerisinde şirkin putları olsa da o yöne dönüldüğünde esas amacın / niyetin putlara ve şirk inancına geri dönmek değil o yerlerdeki nişane ve sembollerin ifade ettiği İlahi öğreti ve anlamları idrak etmek olduğu belirtildi. Kâbe’yi tavaf etmenin tüm insanları birleştirici / tevhit edici bir sembol olduğunu herkesin bildiği bildirildi. Safa ve Merve’nin Hz. Hacer’in oğlunun su ihtiyacını karşılamak için gösterdiği çabaları ifade etmesi nedeniyle hac ve umre yapan insanların da o yerleri dolaşmasının adalet, hak, hukuk ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı sembolize ettiğini, bunu Yahudilerin de gayet iyi bildiğini ama bunu görmek istemedikleri ve zihinleri bulandırmaya çalıştıkları ifade edildi. Bu hususun Yahudilerce çok iyi bilindiği, o yerlerin Allah’ın nişaneleri olduğuna ait tarihi bilgilerin kendi kaynaklarında yer aldığı ama bunları Medinelilerden gizlemekte oldukları vurgulandı.

Şayet haksız bir şekilde bu tezviratlarına ve ortalığı bulandırmaya devam edecek olurlarsa onlara çok şiddetli bir ceza verileceği ihtarında bulunuldu.

158-162- Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın işaret ettiği sembollerdendir. Onun için kim hac ve/veya umre amacıyla Kâbe’ye / Beyt'e gider ve bunları tavaf ederse bunda bir günah / sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır işlerse, muhakkak ki Allah onun karşılığını verir, O en iyi bilendir. Muhakkak ki indirdiğimiz apaçık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz doğru yolu gizleyen kimselere Allah da lanet eder, bütün lanet ediciler de lanet eder. ([1]) Ancak tövbe edip yanlıştan dönenler ve gerçeği (açık delilleri ve hidayeti) açıkça ortaya koyanlar istisnadır. Ben onların tövbelerini kabul ederim. Çünkü Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. Fakat şu inkâr edip de inkârcı olarak ölenler var ya; işte Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onlaradır. Onlar o lanette ebedi olarak kalıcıdırlar. Onlardan ne azap hafifletilir ne de göz açtırılır.  (Bakara Suresi 158-162)

Yahudiler şekilci bir anlayışla kıblenin Kâbe’ye döndürülmesi müminlerin tekrar şirke geri dönüleceği iddiası asla doğru değildir. Müminler asla şirke dönmeyeceklerdir. Kıble değişikliğinden şirke geri dönüleceği anlamı çıkarılmamalıdır. İş onların söyledikleri gibi hiç değildir.  Tevhit asıldır. Yönetimde merhamet, paylaşma ve verme esastır. Zira Allah yegâne ilahtır ve O Rahmandır ve Rahimdir. Nasıl ki gökleri ve yeryüzünü O yarattıysa, geceyi ve gündüzü O yaratıyorsa, yeryüzündeki tüm bitkileri O yaratıyorsa insanların yaşamlarında izleyecekleri yolu / ilkeleri / nizamı da O’nun belirlemesi elbet O’nun hakkıdır. Kullarının menfaatini en iyi O gözetir. Yarattığı kullarını O’dan daha fazla düşünen olamaz. Kimse O’nun gibi kullarının faydasını dikkate alamaz. Fakat buna rağmen insanlar Allah’tan başka ilahlar / otoriteler / rahipler / yöneticiler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. Hâlbuki ilah / tanrı / otorite edindikleri şahıslar kendi menfaatlerinden başkasını düşünmezler. Onlar halkın faydasını değil kendi çıkarlarını düşünürler. Onlar sahip oldukları nimetleri kendi egemenliğinde bulunan halk ile paylaşmayı istemezler. Buna rağmen şirk içerisinde olan halk yine de ilah / tanrı / otorite edindikleri şahısları Allah’tan daha fazla severler.

Kıble değişikliğini hazmedemeyip müminlerin hac ve umre niyetiyle Kâbe, Safa ve Merve’ye yöneldikleri zaman içindeki putlar nedeniyle şirk içerisinde olacaklarını iddia eden Yahudiler, kendilerine baksınlar. Kendileri hahamlarını / din adamlarını Allah’a ortaklar yapmışlar da onların arkasından gidiyor ve onları Allah’ı sever gibi seviyorlar. Kendilerinin şirk içerisinde olduklarını görmüyorlar. Onlar bu yaptıkları ayrılıkçı hareketler nedeniyle cezalandırıldıkları zaman çok pişman olacaklar. Tekrar eski hallerine dönmek isteyecekler ancak onlar için geri dönmek imkânsız olacak. ([2])

163-167- Sizin ilahınız, / tanrınız, bir tek ilahtır / tanrıdır. Ondan başka ilah / tanrı yoktur. O, Rahman’dır, Rahim’dir. Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı şeyleri taşıyarak denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden yağmur indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, oradaki canlıları türetip yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yeryüzü arasında emre amade bulutları sevk etmesinde aklını kullanan bir kavim için elbette O’nun birliğine, Rahman ve Rahim oluşuna deliller vardır. Fakat tüm bu delillere rağmen insanların içinde Allah'ı bırakıp (yöneticilerini, ruhbanlarını, hahamlarını, din adamlarını) O’na ortak koşanlar da vardır.  Üstelik onlar ortak koştukları bu ilahları / tanrıları, Allah'ı severcesine severler. Fakat müminlerin, Allah'a olan sevgisi daha güçlüdür. Şirk koşarak zulmeden kimseler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli bulunduğunu keşke şimdiden idrak etselerdi. Vaktiyle izlerini takip ettikleri önderler / tanrılar / otoriteler/ azabı görünce peşlerinden gelenlerden uzak duracaklar ve aralarındaki bütün bağları koparacaklardır. Bunun üzerine onlara uyanlar şöyle diyecekler; “Keşke, bizim için dünyaya bir dönüş şansı olsa da onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!” İşte böylece Allah onların yaptıklarını acı bir pişmanlık olarak tattıracaktır. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir. (Bakara Suresi 163-167)

Tıpkı Mekkeli müşriklerin yaptıkları gibi Medineli Yahudiler de aslında şirk sisteminin getirdiği pisliği, çirkinliği ve kötülüğü devam ettirmek istiyorlardı.  Onların kıble değişikliğine karşı oluşları ilahi olanı, güzel olanı istediklerinden dolayı değil tam aksine alıştıkları zulüm ortamının devam etmesini istemelerinden kaynaklanıyordu. Kendi yaptıkları zulmü de Allah’ın kendilerine indirdiği hükümlere uygun olduğunu iddia ediyorlardı. Zira kendi kitaplarında yer alan hükümleri istedikleri gibi yorumlamış ve arzularına uygun hale getirmişlerdi. Mevcut rejimlerinin devamını istedikleri için onlar kıble değişikliğini bahane ederek peygamberimizin otoritesini sarsmaya yönelik menfi propaganda yapıyorlardı. Yaptıkları menfi propagandayı bırakmaları ve kendilerini düzeltmeleri için Cenab-ı Hak, onları kötülüğü, çirkinliği ve aşırılığı terk etmeye, temiz, güzel ve hoş bir yaşamı seçmeye davet eder. Şeytanın yolunu değil, Allah’ın yolunu tercih etmeleri konusunda uyarır. Ama onlar tıpkı müşrik Arapların dediği gibi geçmiş atalarının yolunda gideceklerini söylerler. Onların bu seçimlerine karşılık ataların ya da geleneklerin yanlış olabileceğini, onların insanların sorunlarına çözüm üretememiş olabileceklerini yahut akıllarının, kapasitelerinin yetmemiş olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalarını yahut yanlış tercihlerde de bulunmuş olabileceklerini dikkate almalarını hatırlatır.

Fakat bütün bu uyarılara rağmen onların bu uyarıları hiç dikkate almadıklarını, onların ancak zordan, bağırıp çağırmaktan anladıklarını ifade eder.

168-171- Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz / yararlı olan şeylerden yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. O şeytan, size sırf kötülüğü, aşırılığı / çirkinliği / hayâsızlığı ve hükmünü bilmediğiniz şeyleri Allah’a atfederek söylemenizi emreder. Onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır biz, atalarımızdan gördüklerimize uyarız” derler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulamayan olsalar da mı? ([3]) İnkârcıların hali, hiçbir sese kulak vermeyen, hiçbir şeyi anlamaya yanaşmayan ancak bağırıp çağıran kişinin haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar, akıl da etmezler. (Bakara Suresi 168-171)

1 ) Ehli Kitap Yahudileri kendi kaynaklarında Safa ve Merve’nin Allah şiarlarından olduğu bulunmasına rağmen gizliyorlardı. Zira Tekvin 21 de Hacer ve İsmail’in Paran çölündeki su bulma kıssası anlatılır.

[2] ) Not: İleriki zamanlarda Medine’yi terk etmek zorunda kalan Yahudilerin bir kısmı Şam’a gitmiş bir kısmı da Hayber’de kalmışlardı. Özellikle Hayber’de kalanların pişmanlıklarını anlatan rivayetler vardır ki bu durum aynel yakin tecelli etmiştir. Hatta öyle ki onlardan bazıları Hayber fethedilirken çeşitli yararlılıklar bile göstermişlerdir.

[3] )NOT: Bu ayetlerin Yahudiler hakkında indiğine dair rivayetler daha fazladır.( M.Sait Şimşek)

 

[4] Sual: Müellefe-i kuluba zekât verilmesi Kur’an-ı kerimin emri iken Hazret-i Ömer’in bunu durdurduğu doğru mudur?

Cevap: Kur’an-ı kerimde zekâtın 8 insana verileceği beyan buyuruluyor: Fakirler, miskinler, âmiller (zekât tahsildarları), mükâtep köleler, borçlular, yolda kalmışlar, Allah yolunda mücahede edenler ve müellefe-i kulûb (kalbi islama ısındıracak olanlar)

 Müellefe-i kulûb, Kureyş’in büyükleri ile Arab kabilelerinin ileri gelenlerinden bazı kimselerdir. Resûlullah aleyhisselâm, âyet-i kerîme istikametinde bunlara zekâttan hisse verirdi. Bunlar 3 kısımdı:

 1) Resûlullah zamanında yeni müslüman olup gönlünde İslâm nurunun iyice yerleşmesi istenenler.

2) Henüz müslüman olmayıp da kalbi İslâmiyete ısındırılmak lâzım gelenler.

3) Münâfıklardan olup şerlerinden sakınılmak istenenler.

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra bunlara zekât verilip verilmeyeceği meselesi, ulemâ arasında ihtilâf mevzuu olmuştur. Cumhur (ulemanın ekserisi), verilmeyeceğine kâildir. İmam Şâfi̔î’nin iki kavlinden birine göre lüzumu hâlinde verilebilir. Resûlullah’ın irtihalinden sonra bunlar Halife Ebû Bekr’e gelip, ellerindeki hisselere dair yazıların tecdidini istediler. Halife bunları maliye nâzırı Hazret-i Ömer’e havâle etti. O da bunları geri çevirdi. Halife, onun reyini tasdik etti. Mesele sahâbe arasında şâyi̔ olunca, hiç biri bunu red ve inkâr etmeyip icmâa hâsıl oldu.

Tecrid Şerhi’nde diyor ki: “Bir hükm-i şer’î [şer’î hüküm], bir mânâ-i hâssa, bir sebeb-i mahsusa istinaden [hususî bir mânâ ve sebebe dayanarak] sâbit olursa, o mânâ-i hâssın, o husûsî sebeb ve illetin zehâbı ile [o sebeb ve illetin ortadan kalkmasiyle] hüküm de nihayete ermiş oluyor. Her hüküm, sebebi ile deverân ediyor [dönüp dolaşıyor]. Sebebin zevâl ve intihâsiyle [ortadan kalkması ve sona ermesiyle] hüküm de zâil ve müntehî oluyor [kaybolup sona eriyor].” (Zeynüddîn Zebîdî/ Kâmil Miras: Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 8.b, V/329.)

Hazret-i Ömer’in, müellefe-i kulûba, yani kalbi İslâmiyete ısındırılacak olanlara zekât vermemesinin delillerinden en mühimi, “Zekâtı müslümanların zenginlerinden alıp, müslümanların fakirlerine ver!” meâlindeki Muaz hadîsidir. (Buhârî: Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Meğâzi 60, Tevhid 1; Müslim: İman 31; Tirmizî: Zekât 6; Ebû Dâvud: Zekât 4; Nesâî: Zekât 46.) Sünnet ile âyet hükmünün neshi Hanefî mezhebinde caizdir. Bu da ona misaldir.

Nitekim “Müellefe-i kulûb ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerîmede emredilmiş iken, neye vermedin?” diye sorulunca, Hazret-i Ömer “Gayrımüslimlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allah’ın va’d ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, onların azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi bunların kalblerini mal ile kazanmağa lüzûm kalmamıştır” dedi. Ardından da müellefe-i kulûbun gayrı-müslimlerine zekât verilmesi emrini nesh eden, yani tatbikat zamanının bittiğini bildiren ve zekâtın ancak mü’minlerin hakkı olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi (Bakara: 273) ve Muaz hadîsini okudu. Bunun üzerine bu âyetin nesh edilmiş olduğu ve artık müellefe-i kulûba zekât verilmeyeceği hususunda icmâ̔ meydana geldi. Hazret-i Ömer’in hazîne emîni olduğu bu zamanda halife, Hazret-i Ebû Bekr idi; o da bunu kabul etti. Nitekim Kur’an-ı kerîm ilk zamanlarda düşmandan esir almayı yasaklanmış iken, sonradan Müslümanlar güçlenince, buna âyet-i kerîme ile izin verilmiştir.

Kaldı ki, âyet-i kerimenin bu hükmü neshedilmemiş olsa bile bile, müellefe-i kulûb kalmayınca, zekâtın masrifinden (verileceği 8 sınıftan) bu sınıf düşmüş demektir. Hâlihâzırda bundan başka, rikâb (köle) ve âmil (zekât tahsildarı) sınıfı da yoktur. Âyet-i kerîmenin bu kısmı da neshedilmiştir denebilir mi? Ayağı kesik olan kimse için abdestin farzı 4 değil, 3’tür. İmam Muhammed’in eserlerinde: “Zekât 8 sınıfa taksim edilir. Ancak müellefe-i kulûb artık ortadan kalkmıştır” der. (İmam Muhammed eş-Şeybânî: el-Asl, Dârü İbni Hazm, Beyrut 1433/2012, 142; el-Câmi̔u’s-Sagîr, Beyrut 1990, 124.) Bütün Hanefî fıkıh kitaplarında da böyledir.

Halife Ömer bin Abdilaziz’in müellefe-i kulûba tekrar zekât vermeye başladığı iddiasına gelince: Ömer bin Abdilaziz böyle bir ödeme yapmıştır, ancak bunu beytü’l-mâlin zekât değil, başka kısmından ödemiştir. Nitekim ulemâdan, müellefe-i kulûbun gayrımüslim olan sınıfına, zekâttan değil, ganîmetlerin Resûlullah’ın hissesine düşen 5’te 1’inden ödeme yapıldığını söyleyenler de vardır.

Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması değil, onlara zekât verilmesi yasak edilmiştir. Kaldı ki, pek çok fetihlerin yapıldığı ve kalabalık grupların müslüman oldukları Hazret-i Ömer zamanında, müellefe-i kulûba zekât verilmesi ihtiyacı, Ömer bin Abdilaziz’in zamanından daha az değildi. Üstelik müellefe-i kulûbun kimler oldukları hususunda da ihtilaf vardır. İmam Şâfi̔î gibi birçok hukukçu, bunların yalnızca İslâm’a yeni girmiş kimseler olduğunu; ancak bugün kalmadığını söylemişlerdir.

Ayrıca zekâtın verileceği yerlerden biri de âmil, yani zekât toplama memurudur. Kaynaklarda, zekât memurunun Hâşimî veya gayrımüslim olması hâlinde, bunların zekâttan bir şey alamaya-caklarını tasrih edilmiştir. Çünki Hâşimîlere ve gayrımüslimlere zekât verilmez. Sünnet, âyetin hükmünü tahsis ve takyid etmiştir.

Yine denilebilir ki, eskiden zekâtı devlet toplar ve icab eden yerlere sarfederdi. Devletin zekât toplamadığı zamanlarda, insanların müellefe-i kulûbu tesbit etmesi çok zordur. Halbuki zekât, müslümanların her şart ve zeminde yerine getirmesi lâzım gelen bir vecibedir.

Bazı müelliflere göre, bu kişiler, zekât fonundan değil, Bahreyn haracı veya bir arazinin gelirinden kendilerine tediye yapılmasını istemişlerdi. Bu sahih ise, o zaman mesele kökünden kalkar. Bunlar, Hazret-i Ömer’in kestiğinin, müellefe-i kulûba verilen zekât fonundan değil, beytülmâlin başka kaleminden yapılan ödemeler olduğunu; bunun da halifenin salâhiyeti dairesinde bulunduğunu söyler. Nitekim bu kişilerin isteyip Hazret-i Ömer’in men ettiği şey, zekât malı değil, iktâ edilmiş araziden ibarettir.

Bir başka müellif, halifenin, toplanan zekâtı Kur’an-ı kerîmde sayılan 8 sınıftan birine vermek hususunda muhayyer olduğunu; Hazret-i Ömer’in, müellefe-i kulûba verme şıkkını ihtiyar etmediğine dikkat çekerek şöyle söyler: “Belli ki zekât vermek farzdır; ama o 8 sınıftan birini seçmek mübahtır ve mükellefin kendi seçimine bırakılmıştır. Hz. Ömer’in ‘müellefe-i kulûb şıkkını seçmiyorum’ demesi neden âyeti değiştirmek olsun? Ortada müellefe-i kulûbdan birisi kalmadıysa âyetin hükmü kalkmış mı olacak? Bir dönem gelse ve ‘fakir’ kalmasa, dolayısıyla fakire zekât verilemese, âyetin hükmü sona erdirilmiş mi sayılacak?”

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar