“İBRAHİMÎ DİNLER ve SALAVAT-I ÜZERİNE ”
Bir makalede
Neden Hz. İbrahime salavat getiriyoruz, hakkında yazı vardı.
Önce onu okuyalım.
****
Hazret-i
İbrahim’in (as)[1]
Önceliği
Namaza ait olan
her şey, taabbüdîdir. Yani, nasıl emredildi ise öyle yapıyoruz. Aklın
muhakemesine bağlı değildir. İbadetin taabüdî oluşu, tamamen vahiy mahsulü
oluşu, içinde beşer düşünüşünün ve tedbirinin olmayışı demektir. 1
Namazda
Salli-Barik duâlarını okuduğumuzda, hem Hazret-i Muhammed’in (asm) hem Hazret-i
İbrahim’in (as), hem şahıslarına, hem pak ailesine ve nezih nesebine salât,
selâm ve bereket için duâ etmiş olmaktayız. 2
Bazı
hikmetlerini burada paylaşalım:
1- Birçok duâ
metinlerinde “ve selâmün ale’l-murselîn” ifadesiyle bütün peygamberlere duâ
ediliyor.
2- Hz.
Muhammed’den (asm) sonra, İslâm dini üzerinde diğer peygamberlere nazaran
Hazret-i İbrahim’in (as) hakkı ve önceliği vardır. Hz. İbrahim (as) namazda
kıblemiz olan Kâbe’yi Hz. İsmail (as) ile birlikte bina etmiştir. Hac ve kurban
ile ilgili birçok rükün kendisine dayanmaktadır. İslâm ümmeti de buna bir vefa
borcu olarak Hazret-i İbrahim (as) ve ailesine namazda duâ etmektedir.
Peygamberlerin
Atası
3- Hazret-i
İbrahim (as), İslâm ümmeti için duâ etmiştir. “Neslimizden Sana itaat eden bir
ümmet çıkar!” 3 Duâsı, İslâm ümmeti olarak tahakkuk etmiştir. İslâm Ümmeti de
Hazret-i İbrahim’e (as) namazlarında duâ ederler.
4- Hazret-i
İbrahim (as) ve ailesi ölümcül zorluklara sabırda ve çilede İslâm ümmetine
örnek olmuşlardır. Hazret-i İbrahim’in (asm) ateşe atılırken okuduğu
“hasbiyallahü ve nimel-vekil” İslâm ümmetinin virdi olmuştur. Hazret-i İsmail’i
boğazlanmaktan kurtarmak için inen koçu boğazlamak, İslâm ümmeti için ibadet
olmuştur. Hazret-i İsmail’den kalan şeytan taşlamak ve Hazret-i Hacer’in su
aramak için çaresizce koştuğu Safa ile Merve arasında koşmak 4, hac ibadetinin
menasikinden olmuştur. Zemzem suyu da onların hatıralarındandır. 5
5- Hazret-i
İbrahim (asm) ulu’l-azm peygamberdir. 6 Ve kendisinden sonra gelen
peygamberlerin atasıdır. İki oğlundan İsmail (as) Hazret-i Muhammed’in (asm);
diğer oğlu İshak ise Hz. Musa ve Hz. İsa da dâhil sair peygamberlerin
atasıdır.
6- Ahir zamana
ulaşan üç büyük din, ata cihetiyle Hazret-i İbrahim’de birleşirler. Buradan,
son din olan İslâm için, asliyetini kaybeden Hıristiyan ve Yahudilere bir çağrı
da çıkmaktadır. İslâm dini, Hazret-i İbrahim’e (as) duâyı namazın içine almakla
son oluşunu ve dâvetinin umumî oluşunu göstermiştir.
Hz. İbrahim’in
Selâmı
7- Hazret-i
İbrahim (as) İslâm ümmetine selâm göndermiştir. Mi’rac esnasında Resulullah
(asm) ile görüşen Hazret-i İbrahim (asm) diğer peygamberlerden farklı olarak,
“Yâ Muhammed! Benden ümmetine selâm söyle! Onlara de ki: ‘Cennetin toprağı
güzeldir, suyu tatlıdır! Cennette ağaçlarla dolu ovalar vardır. Bunların dikili
ağaçları ‘Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’dir.’
dedi.” 7 İslâm ümmeti namazda Hazret-i İbrahim’e (as) selâm göndermekle onun
selâmına mukabele etmiştir.
8- Hazret-i
İbrahim (as), arkadan gelen nesillerce adının hayırla anılması için duâ
etmiştir. 8 Allah onun duâsını, adını İslâm ümmetinin ibadeti içine koyarak
kabul etmiştir.
9- İslâm
ümmetinin kılmakla emrolunduğu namaz ibadeti Hazret-i İbrahim’in (as) kendisi
ve nesli için duâsıdır. 9 Dolayısıyla Cenab-ı Hak, aynı namazda Hazret-i
İbrahim’e (as) duâ edilmesini emretmiştir.
10- Cenab-ı
Allah kendi Zat’ına Hazret-i İbrahim’i (as) “Halil” 10, Hazret-i Muhammed’i de
(asm) “Habib” kılmıştır. Dolayısıyla Habibullah’ın (asm) ümmetinin namazda,
Halilullah’a (as) ve âli olan bütün peygamberlere selâm göndermesi, dinlerin
özde bir olduğunun ifadesidir.
Aleyhima’ssalâtü
vesselâm. Cenab-ı Allah her iki peygamber-i alişana ve âllerine salât ve selâm
etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1-
Mektubat,
s. 468, 469. 2- Şuâlar, s. 317. 3- Devamına bakınız: Bakara Sûresi: 127- 129.
4- Bakınız: Bakara Sûresi: 127, 158. 5- Müsned, I, 347; Buhârî, “Enbiyâ”, 9. 6-
Ahzab Sûresi: 7. 7- Tirmizî, Daavât, 59. 8- Şuara Sûresi: 84. 9- İbrahim
Sûresi: 40. 10- Nisa Sûresi: 125.
***
Diyalogçu
kokusu olan bu yazı samimi görünsede, hiç öyle olmadığı kesin görülüyor. Bediuzzaman
Said Nursi, İslam ile Hristiyanlığı birleştirmek üzere çok uğraşmıştır. [2]
“Müslüman İseviler” gibi terimler
türetilmiştir. Yahudiler ise bundan daha fazlası müslümanları öldürmekle meşgul
olmaktadır.
Son dönemlerde
alttan alta giden bir diyolog çağrısı ve Hristiyanı bir müslümanlık anlayışı
derken müslümanların sürekli tazvizkâr olmaları bekleniyor.
Yahudiler ve Hristiyanların
ne kadar taviz verilirse verilsin hiç oralı olmadıkları gibi İslâm dinin
varlığı şöyle dursun, sözlerinde kitaplarında Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu
aleyhi ve sellem Efendimizin adı bile anmazlar. Onlar için İslam diye bir din
yoktur. Nedense müslüman kesimdeki ulu
ve alim kimseler bunu görmezden gelip maslahat icabı gibi aradaki soğukluğu
kaldırmak için müslümanlardan iyilik nişanesi beklentilerine girerler.
Bu konunun
fikriyatımdaki parlatılması 3 ciltlik Mecmuâtül Ahzab dua kitabında ısrarla
“Lailâhe İllallâh Muhammedu’r Rasülüllah” tehlilinin yüzlerce kez “SALLA'LLÂHU
ALEYHİ VE SELLEM” ile beraber söylenilmesi olmuştur. Mecmuatü’l Ahzâb 1800
küsür sahife ve müştemilatlı olması nedeniyle bir nevi kapsamlı eserdir. Ve tasavvuf
Erbâbının ve zikir ehlinin zikir talimlerinde “Muhammedu’r Rasülüllâh” kısmını
terk etmeleri yüzüncüde lütfen babından söylemeleri ve “salla'llâhu aleyhi ve
sellem” ilavesinide terk etmeleri dikkat
çeken husustur.
***Ehl-i tarîkden zikr-i cehrî'yi ihtiyâr edenler, bu yolun maksada
en çabuk ulaştıran kestirme bir yol olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların
silsileleri"Cenâb-ı Aliy-el-Mürtezâ kerrem-al-lâhü vechehû" ya
müntehî olur. Hazret-i Ali ibn-i Ebî Tâlib, Resûl-ul-lâh
Efendimiz’in zikr-i cehrî'yi:
“ Kul Yâ Alî : Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah “
(= ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah’ diye zikret yâ Alî )
emri ile ilk defa telkin buyurdukları zât-ı âlî'dir.[ Kaynak: HİDÂYET YILDIZI…Şems-ed-dîn-i Sıvâsî Hazretlerinin
Menkıbeleri…NECM-ÜL HÜDÂ Fî Menâkıb-iş-şeyh Şems-id-dîn Eb-is-senâ… Tercüme:
Hüseyin Şemsi Güneren
Hattatların yazı
konusunda mahir olmaları yanında bu hikmet ile uyarılmadıklarından yahut
yetersiz bilgilerinden olmalı ki sehve diyelim salavatı unutmalarıdır.
Bu cihetle
namazlardaki tahiyye oturuşlarında “kemâ sali ve barekte” ile Hz. İbrahimin nesli ve ali de baz
alınarak Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellemi överken, yahudiler ve
hristiyanlara da bir dua içeriği olmaktadır. Peygamberimizden tarif edildiğine
dair bir hususta bulunmaktadır. Sanki dünyanın düzeni şeytan iledir babından dünya
nizamında diyalektiğin tesisi gibi yahudilerede dua etmiş oluyoruz.
Namazda Hz.
Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem efendimize salavat getirmek
Hanefilerde sünnet iken Şafiilerde farzdır. Biz müslümanlar İbrahimi dinler
diye bir saçmalığı HANİF DİN yerine koymaktan kaçınmalıyız. Bilhassa Efendimizin
adını yani (Muhammed) i rastgele ulu orta anmaktan kaçınacağımız gibi Salavatsız adını zikereden allamelerden dahi Allaha
sığınmalıyız.
Necip Fazıl
Kısakürek bu hikmeti şeyhinden öğrenince “O ve BEN” İsimli Eserinde şunları
yazmaktan kendini alamaz.
Varlığın Tâcına dair, Zonguldak'ta yazdığım yazı şöyle başlıyor:
— Yâ (M...... !)
Noktalı yerde O'nun ismi, hâs ismi... Mukaddes hâs isim... Yâni mukaddes
isme, nida siygasıyla hitap ediyordum.
«— Onu çıkar oradan, buyurdular; Allah’ın Resûlüne, hâs ismiyle ve nida
siygasıyla hitap olunmaz.
— Niçin efendim?
«— Hayâ meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgilisine, hâs ismiyle nida
ederek hitap etmedi.»
Büyük sır karşısında yandım, kül oldum. Bizzat Allah'ın haya gösterdiği
sır...
— Kur'ânın hiç bir yerinde böyle bir
hitap yok mu?
Kısa ve sert:
«— Hiç bir yerinde!..»
Gerçekten «de ki» mânasına «gûl»kelimesiyle
başlayan birçok âyette, bu hitaptan sonra isim gelmediği, gözümün önünden
geçiverdi. Buna karşılık, birçok tefsircinin «de ki yâ
M....................... !» diye kullandıkları klişelerdeki kabalık
içimi burkuttu.
Şimdi bazıları Sünnete
muhalif bir düşünce diyebilir, açıklayalım.
Kur’ân-ı
Kerim’de, Hz. İbrahim aleyhisselâmın dini için:
- Dediler ki: “Yahudi ve Hristiyan olun ki hidayete eresiniz.” De
ki: “(Hayır, öyle değil!) Bilakis, (asıl hidayet) hanif olan İbrahim’in
yoludur. Ve o, müşriklerden de değildi.”(2/Bakara 135)
- İbrahim, Yahudi değildi. Hristiyan da değildi. Hanif bir
Müslimdi. O, müşriklerden de değildi.(3/Âl-i İmran 67)
- Muhsin olarak/Kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışarak yüzünü
Allah’a teslim eden ve hanif olan İbrahim’in milletine uyandan daha güzel bir
dine kim sahip olabilir? Ki, Allah İbrahim’i dost edinmiştir. (4/Nisâ 125)
- “Şüphesiz ki ben, yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ve ben, müşriklerden de değilim.”(6/En'âm 79)
- De ki: “Şüphesiz ki Rabbim, beni dosdoğru yola iletti.
Dimdik/güçlü ve hanif olan İbrahim’in dinine. O, müşriklerden değildi.”(6/En'âm
161)
- Hiç kuşkusuz İbrahim, tek başına bir ümmetti. Gönülden Allah’a
kulluk yapan, (şirki terk edip dini Allah’a halis kılan bir) hanifti.
Müşriklerden de değildi/olmadı. (16/Nahl 120)
- (Allah’ın) nimetlerine şükreden biriydi. (Allah) onu seçti ve
dosdoğru yola iletti.(16/Nahl 121)
- Ona dünyada güzellik verdik. Şüphesiz o, ahirette de
salihlerdendir.(16/Nahl 122)
- Sonra da sana: “Hanif olarak İbrahim’in milletine uy!” diye
vahyettik. O, müşriklerden değildi. (16/Nahl 123)
Bu ayetlerle Hz İbrahim aleyhisselâmın Hanif din üzere olduğu kesinleşti.
Salât ve selâmın İbrahim (aleyhisselâm)’ın salavatına benzemesindeki hikmet düşünülürken, bunda Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) için bir noksanlık var gibi bir soru hatıra gelebilir. Çünkü belagat ilmine göre teşbihte, kendisine benzetilen, benzeyenden daha üstün olmalıdır. Salavatta Hz. Peygamber benzeyen, Hz İbrahim de kendisine benzetilen olduğuna göre; Hz. İbrahim Hz. Peygamber’den daha mı büyüktür ki; Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ona benzetilmiştir? İsmail Hakkı Bursevi, Dıyau’l Ma’nevi ‘den naklen bunun sebebini şöyle izah etmektedir: “Buradaki benzeme, salâtın aslı cihetindendir. Üzerine salât okumanın cihetinden değildir. Çünkü Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) İbrahim (a. s) den üstündür. Bunun manası şudur: Allah’ım İbrahim’e senin yanındaki fazlı ve miktarınca salât et. Yoksa Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’ı onun derecesine çıkar gibi bir mana katiyen söz konusu değildir. Çünkü Peygamber ittifakla ondan üstündür. Bursevi bu konudaki izahını daha epey uzatmıştır. Biz bu kadarını kafi gördük. İstenirse oraya müracaat edilebilir. [ Bursevi, İsmail Hakkı, Ruhulbeyan VII/225-226; Burada zikredildiğine göre İbrahim a. s. peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’ın Allah katındaki şeref ve üstünlüğünü görünce kendi izkrinin peygamber ’ın ve ümmetinin lisanı üzerine zikredilmesini Allahtan arzu etmiş, bunun üzerine salavatta peygamber ile beraber onun adının da okunması sünnet olmuştur.]
Peki, bunun üzerine “âlihî” üzerine ne
diyeceksiniz?
İşte burada
ipler kopuyor. Yahudiler Hz. İsmail aleyhisselâmın çocuklarını “âl” den
saymazlar. Onlar saymıyolarsa biz neden onları “âl” den sayalım Şöyle ki:
****İnsan, yaratılmışlar arasında üstündür ve
elçiler de diğerleri arasında üstün insanlardır. Bunun gibi Allah bazı
toplulukları diğerlerinden üstün kılmıştır. Örneğin Kur’an’da Allah; “Ey
İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi bir zamanlar alemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.” (Bakara: 2/122) buyurmaktadır. Başka bir ayette
Allah, kendilerine verilen nimetten bahsettikten sonra onların diğerlerinden
üstün olduğunu bildirmektedir; “Biz, İsrailoğullarına kitabı, emir ve
peygamberliği verdik; onları temiz ve hoş rızıklarla rızıklandırdık ve onları
âlemlere üstün kıldık.” (Câsiye: 45/16).
İbranice kutsal metinlerde, Kuran'da Yahudi
seçiminin bazı ifadelerini okuruz. Örneğin; "Çünkü siz Tanrınız RAB
için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB sizi yeryüzündeki bütün halklar
arasından kendi halkı, değerli mülkü olmanız için seçti." (Tesniye: 7/6). Yaratılış'ta,
Tanrı'nın İbranice'yi seçmesinin uzun anlatımlarını görürüz. Onların üstünlüğü İbrahim ve
oğlu İshak'tan geldi. Ulusal üstünlük sürecinde İbrahim'in diğer oğlu İsmail'i
görmüyoruz. "Ben Seni büyük bir millet yapacağım, seni
kutsayacağım, adını yücelteceğim, öyle ki sen bir bereket kaynağı olacaksın.
Sara gebe kaldı ve İbrahim'e Tanrı'nın kendisine söylediği zamanda,
yaşlılığında bir oğul doğurdu. İbrahim, Sara'nın doğurduğu oğluna İshak adını
verdi. İbrahim, Tanrı'nın kendisine buyurduğu gibi, oğlu İshak'ı sekiz
günlükken sünnet etti. İbrahim, oğlu İshak doğduğunda yüz yaşındaydı. Sara,
"Tanrı beni güldürdü; bunu duyan herkes benimle birlikte gülecek" dedi.
Ve dedi, "Kim İbrahim'e Sara çocuk emzirecek derdi? Oysa ben yaşlılığında
ona bir oğul doğurdum." Çocuk büyüdü ve sütten kesildi; İbrahim, İshak'ın
sütten kesildiği gün büyük bir şölen yaptı... ''(Yaratılış: 12/ 2-12).
Yaratılış'ın 27. bölümünde baştan sona İshak,
Yakup ve Esav'ı okuruz. Bunlar Rab tarafından bağışlanmış ve kutsanmıştır,
ancak İsmail'den bahsedilmemiştir (Bkz. Yaratılış: 27/1-46). İsmail’i, Hz. İbrahim’in oğlu
olmasına rağmen, İbraniler onun üstünlüğünü kabul etmezler. Öte yandan, seçilmiş
bir millet olduklarını iddia ederler. Aileden bir üyeyi dışarı atıp onu sıradan hatta köle
olarak iddia etmeleri nedeniyle iddialarında büyük bir çelişki vardır.
Aynı ailede bir oğul üstün kabul edilirken diğeri köle olarak kabul edilir.
Kutsal Kuran'da İshak ve Yakup'un tüm oğullarının kutsandığını ve aile
üyelerinin çoğunun elçi olduğunu okuruz. Bu yüzden İbranilerin bir kişi
hakkındaki fikirleri çeşitlendirilmiştir. Üstün bir millet olduklarına ve diğer
bir kısmının aynı babaya sahip olmadığına inanırlar.
İbranilerin milliyetleri ve etnik kökenleri
nedeniyle üstün oldukları varsayılsa da, genel din terminolojisi farklılıklara
işaret eder. Gerçek inancın tüm insanlar için temel kurtuluş ve kurtuluş olduğu
gibi. Tanrı'nın birliğine inanan İbrahimî dinlerde üstünlük için ana inanç
budur. Her neyse, İshak ve Yakup, Tek Tanrı'ya inandıkları için seçilmiş ve
onaylanmıştır. Bu gerçeği Yahudi kutsal metinlerinde görürüz. Örnek şudur;
"Kulum Yakup ve seçilmiş İsrail uğruna, seni adınla çağırıyorum, seni
adlandırıyorum, beni tanımasan da. Ben Rab'bim, başkası yok, benden başka Tanrı
yok; seni donatıyorum, beni tanımasan da, insanlar güneşin doğduğu yerden ve
batıdan bilsinler, Ben Rab'bim, başkası yok." (Yeşaya: 45/4-6).
Belirtildiği gibi, seçilmişleri Tek Rab'be inanmaktan ayrı değildir. Ayrıca
Gof'un Onenees'inin Yeremya, Mezmurlar ve Dünyanın Yaratılışı kitaplarında
açıklandığını görüyoruz.
Kutsal kitaplarına benzer şekilde onlar
hakkında ayetler vardır. Örneğin; “Andolsun ki, İsrailoğullarına Kitabı,
Kitabı anlama yeteneğini ve peygamberliği verdik; onları temiz şeylerle
rızıklandırdık ve onları âlemlerden (insan ve cinlerden) üstün kıldık” (Câsiye:
45/16). İbn Arabî, İsrailoğullarının bir Rabbe olan imanları sebebiyle
yüceldiklerini tekrar vurgulamıştır. Daha sonra İsrailoğullarının amelî tevhid
ile perdelendiğini, yani ilahi düzenin yüzeysel yansımalarıyla sınırlı
kaldıklarını söylemiştir. Çünkü onlar, Musa’nın mucizelerine rağmen ahitlerini
bozmuşlar, yeminlerine sadık kalmamışlar, Allah’ın gazabına uğramışlardır
[Kaval,
Musa, (2021). “Ibn Arabi’s Hebrew Symbolism”, Igdir Universitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, S 26, s. 485-505.]
Hz. Rasûlü'llâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz “Ben, iki kurbanlığın oğluyum.”
(Hâkim, Müstedrek, II, 609) Hz. İsmail
den geldiğini beyan ederken İbn Arabî kurbanlık oğulun İshak aleyhisselâm
olduğundan bahseder. Bu fikir üzerinden bazıları Efendimizinde Yahudi olabileceğini
söylemeye cesaret ederler.
Binânaleyh,
kıble değiştirilene kadar Medine Yahudileri fazla mırınkırın etmezken sonra
itirazları ayyuka çıkmıştır.
Allah Teâlâ
Bakara suresi 144. ayeti kerimede
"Şüphe yok
ki ehli kitab (Yahudiler) onun (kıble değişikliğinin) rablerinden gelen gerçek
olduğunu çok iyi bilirler."
- Fakat, Bakara
suresi 142. ayeti kerimede de şöyle buyuruyor:
"İnsanlardan
(bunların içinde Yahudiler de var) bir kısım beyinsizler onları yöneldikleri
kıbleden çeviren nedir diyecekler."
Yahudilerin
Tevrat’ta vasıflarını gördüğü Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem hak peygamberliğini, ister buradaki kıblenin
değişikliğini soruşturmuş olsunlar, her iki halde de Yahudilerin inkarları
küfrü inadidir yani hak olduğunu bildiği halde inkar etmektir. Onun için
bildikleri halde inkar etmekte beis görmezler. “Çocuklarını tanıdıkları gibi
onun hak peygamber olduğunu bilirler, fakat inkar ederler.” (Bakara, 2/146)
mealindeki ayette de onların bu inadi küfürlerine işaret edilmiştir.
Şâfiîler,
Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e salavat getirmenin vacip
olduğuna Kur'an'ın emrini delil getirmektedirler. Bu emirde: "Ey iman
edenler! Hz. Peygamber'e salavat getirip selâm verin." (Ahzab, 33/56)
ayeti ile daha önce geçen hadis, bu manada Darekutnide ve İbni Hıbban'ın Sahihi
ile Hâkim'in Müstedrek'inde zikredilen ve Müslim'in şartına bağlı olarak sahih
olduğu söylenen hadis ile Ahmed, Müslim Nesaî ve Tirmizinin rivayet ettiği ve
Tirmizinin sahih dediği hadise dayanmaktadır. Hz. Peygamber (asm)'e ve aline
salavat getirmenin asgarî ölçüsü "Allahumme salli alâ Muhammedin ve
âlihî" ifadesidir. "Mecid"e kadarki ilâveler ise sünnettir.
El-Beyan
adlı eserde el-Furu yazarından naklen "Hz. İbrahim'e salavat okumanın
farz olup olmadığı" konusunda da görüş ayrılığı nakledilmiştir.
Namazdaki
tahiyyatta salavat okumak hakkında İmam Şafii bir şiirinde şöyle demektedir.
Ey Resulullah’ın Ehlibeyti sizin sevginiz,
Allah’ın Kur’an’da indirmiş olduğu bir farzdır
Şu yüce üstünlük kâfidir ki size
Size salâvat getirmeyenin namazı yoktur (geçersizdir)
Yenebi’u’l-Mevedde
el-Kunduzi, Sayfa: 354; Sava’ıku’l-Muhrika, el-Heytemi, c:1, s: 435
Hz.
Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem efendimizin,
“Bana
eksik salâvat getirmeyin.” Sordular): Eksik salâvat nedir? Şöyle cevap verdi: Allahumme salli ala Muhammed
(Allah’ım Muhammed’e salât eyle), deyip bırakmanızdır. Bilakis şöyle
deyiniz: “Allahumme salli ala Muhammed ve ala Al-i Muhammed (Allah’ım
Muhammed’e ve ailesine salât eyle)”.
Hanefi ve Maliki mezhebine göre son
teşehhüdde “Salli-Barik” okumak sünnettir. Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise,
rükündür, farzdır. (bk. Vehbe
Zuhayli, el-Fıkhu’l-islami, 2/850-852, 906)
Şafii
ve Hanbeli mezhebine göre farz olan salavatın miktarı «اللهم صل على محمد» “Allahümme salli ala Muhammed”dir. (bk.
a.g.e, 2/855)
Bunların
delili “... Ey iman edenler! Ona salat ve tam bir selam edin.” (Ahzab, 33/56) mealindeki
ayettir.
اللهم صل على محمد وعلى آل محمد،
[Birinci
görüş]: Son oturuşta Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem' in ev
halkına salavat okumak sünnettir.
[İkinci
görüş]: [Zayıf] bir görüşe göre ise bu farzdır. Bu görüşün delili daha önce
geçen şu hadistir: ''Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed
deyin". (Buhari, Ehadisü'l-enbiya, 3370; Müslim, Salat, 906)
Emir,
[aksine bir delil bulunmadığı sürece] emredilen şeyin farz olmasın! gerektirir.
(Genel kural)
Sonuç
olarak:
Hz.
İbrahim aleyhisselâmın âlinden geldiğini kabul eden Yahudiler ve peşlerine
düşmüş Hristiyanlar Müslümanlara eziyet ediyorlar ve öldürüyorlarsa;
Ayrıca,
Hz. İsmail soyunu köle görüp kendilerini seçilmiş sayıyorlarsa bir müslüman bu
salavat okumanın farz olan kısmını alihiye kadar okuyup إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ ile bitirmelidir. Yani:
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ
مُحَمَّدٍ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ،
اللَّهُمَّ بَارِكْ عَلَى مَحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ
مَحَمَّدٍ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
Unutulmaz
bir husustur ki, Allah Teâlâ bu açıkça beyan eder. Yahudiler ve hristiyanlar biz müslümanlardan razı
olmazlar ne yaparsak yapalım. Bu konuda linke tıklamanızı tavsiye ederim. https://www.allahinrehberligi.com/medinebolum9
Bu
yazının baş kısmını burada yazalım merak edenler devamına bakarlar
Kıble
Olarak Beyt’ül Makdis’in Seçilme Nedenleri
Peygamberimiz
Mekke’de iken Kâbe merkezli bir hareket yürüttü. Kabilelerine ait putların
kıblesini / şirk eksenini bırakan müminler, Hz. Peygamberin getirdiği din ve
onun kıblesi olan Kâbe etrafında tevhit oluşturuyorlardı. Peygamberimiz tüm
Arap kabilelerini Kâbe ekseninde tevhit olmaya çağırıyor ve her kabileye özgü
tanrı ve her kabileye özgü kıble şeklindeki parçalanmış toplum modelini
reddediyordu. Bu tevhit modelinde Kâbe ve Kâbe’nin kuruluş felsefesi etrafında
toplumsal birliğin oluşturulması hedeflenmişti.
Mekke’deki
mücadele sürecinde peygamberimizi Ehli Kitap (özellikle Yahudiler)
desteklemişti. Medine’ye hicret edinceye kadar bu destekleri sürmüştü. Söz
konusu desteğin oluşturduğu birliktelik / müttefiklik ortak kıbledaşlık
ilişkisini de beraberinde getirmişti. Müminlerin hicretten önce Mekke
yaşamlarında Kabe’ye yönelirken eksenlerine Beytül Makdisi de alacak şekilde
yönelimlerinin sebebi bu idi.
Medine’ye
hicret edildiğinde ise Medine toplumunun önemli bir kısmını Yahudiler
oluşturduğu gibi Hayber, Teyma, Fedek, Vadi’l Kura vb. yerlerde Yahudi
kabileleri yaşamaktaydı.
Peygamberimiz
Medine İslam Cumhuriyetini Medine’deki Evs ve Hazreç gibi Arap kabileleri ve
Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi
kabileleri ile birlikte kurdu. Yani Yahudiler de Medine İslam Cumhuriyetinin
Kurucu unsurları idiler.
Yeni
devlette Mescidi Nebevinin / Devlet Merkezinin kıblesi de birlikteliğin /
müttefikliğin sembolü olarak Beytül Makdis olarak belirlendi. Yahudi
kabilelerle müttefikliği temin etmeyi amaçlayan bu seçim ile hedeflenen
strateji şöyle özetlenebilir;
· İslam Cumhuriyetine
Yahudilerin desteklerini ve katılımını sağlamak,
· Medine İslam
Cumhuriyetini Mekke’ye karşı korumak,
· Medine dışındaki
Yahudilerin de müttefikliklerini sağlamak ya da en azından muhtemel
saldırılarına karşı korunmak,
· Hristiyan dünyanın
(Bizans, Mısır ve Hristiyan kabilelerin) müşrik Arap kabilelerine karşı
müttefikliklerini sağlamak,
Benzerlikleri
artırarak ehli kitabın iman etmelerinin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece
İslam Cumhuriyetini güçlendirmek ve korumak.
Yahudilerin
müttefiklik ile ilgili başlangıçtaki düşünceleri ise peygamberimizi yanlarına
çekmek, kendi yasalarının yeni sistemde cari olmasını sağlamak ve böylece
mevcut düzenlerini değiştirmeksizin peygamberimizin gücünden yararlanarak
Araplara egemen olmaktı.
Fakat peygamberimiz yeni Cumhuriyetin düzenini soy, kabile, ırk veya bir
sınıfın üstünlüğü üzerine değil de adalet, sosyal paylaşım, hakkaniyet,
dürüstlük, takva vb. erdemlilikler üzerine kurmaya başlayınca, Yahudiler bu
birliktelikten hoşnut olmadılar. Dahası peygamberimiz Yahudi kabilelerin
Medinelilerle olan ilişkilerinde de bu erdemlilikler üzerine düzenlemelere
girişince Yahudiler mevcut düzenlerinin bozulduğunu gördüler.
Onlar
dinlerinin esaslarını kendi çıkarlarına göre yorumladıkları bir sistem
kurmuşlardı. Sistemi böyle kurma hususunda kendilerini Yahudi olmayanlara karşı
üstün ve sorumsuz görmeleri neden olmuştu. Yani Yahudilerin uyguladıkları
düzenlemeler (yasa, yönetmelik, mevzuat vb.) kendi çıkarlarına göre yorumlanmış
/ çarpıtılmış düzenlemelerdi ve Hz. Peygambere inzal olunan kıstaslara / esaslara
uymuyordu. İlahi esaslara / kıstaslara aykırı olan bu düzenlemeleri /
yanlışları düzeltmek isteyen peygamberimize karşı onlar direniş sergilemeye
başladılar.[3]
DEVAMI
İÇİN: https://www.allahinrehberligi.com/medinebolum9
Sünnete
aykırı bir durum var diyorsanız:
Efendimizin
adını bile Allah Teâlânın Kur’ân-ı Kerim’de nasıl anıyorsa onu tatbik eden biri
olarak hiçbir peygamberin farkını gözetmeyiz lakin Efendimizi savunmaktan geri
kalmayız. Bizim itikadımızda Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve selleme
tanrı diyemeyiz ama ona her yüce sıfatı ona layık görmekteyiz.
Bu
budur.
Onun
dört halifesi onun bir adım izinden ayrılmadılar. Ehlibeyti de öyledir.
Şimdi
efendimiz salla'llâhu aleyhi ve selleme sağlam bir bağlılıkla bağlanmak
zamanıdır. Efendimiz salla'llâhu aleyhi
ve sellemi bizden daha iyi bilenleri takip edeceğimizde malumdur.. Kimsenin
kınamasından da korkmayız. Hz. Ebu Talip Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve
sellem için küfür damgası yemeyi kendine âr edinmedi bizede ne derlerse
desinler.
Bu
yetmez dah kuvvetli delilin nedir diye sorarsanız muellefi kulub ile İlk iki
halifemiz Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallâhü anhuma dır.[4]
İkinci
Delilimiz:
Enes
ibn Malik'ten (o salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "
Sizden hiç kimse, ben kendisine çocuklarından, anne-babasından ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz ." Benzer bir
hadisi Ebû Hureyre de rivayet etmiştir.
Enes
(radiyallâhü anh)'den, Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: " Kişi kendinde üç şeyi bulursa, imanın
tadını tatmıştır. Allah ve Resulünün kendisine herkesten daha sevgili olduğu;
ve bir başkasını sevdiğini ve onu yalnızca Allah rızası için sevmediğini; Ateşe
atılmaktan tiksindiği gibi, küfre düşmekten de hoşlanmaz.”
Ömer
ibn el-Ha'b (radiyallâhü anh) Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve selleme
şöyle dediğini bildiriyor: "Sen benim için, koynumdaki candan başka her
şeyden daha sevgilisin." Rasûlullah şöyle cevap verdi: “ Hiçbiriniz,
Ben ona canından daha sevgili olmadıkça gerçek anlamda iman etmiş olmazsınız.
Ömer dedi ki: “Sana Kitabı indiren
Allah'a yemin ederim ki; artık sen benim için canımdan daha sevgilisin.” Rasûlullah
şöyle buyurdu: “ Şimdi oldu, ey Ömer .”
Sehl
dedi ki: Her kim, Resûlullah'ın hakimiyetini bütün işlerinde kendi üzerinde
görmeyen ve kendi nefsini Resûlullah'ın mülkü saymayan kimse, onun sünnetinin
tatlılığını tatmayacaktır. Çünkü o, şöyle buyurmuştur: " Sizden
hiçbiriniz." Ben ona canından daha sevgili oluncaya kadar gerçekten iman
etti. ”
Kaynak:
Kitab el-Şifa, Kadı ïyâd; Dubai Uluslararası Kur'an-ı Kerim Ödülü, Üçüncü
Baskı, Dubai, BAE, 2013
وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ
مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ
اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ
مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Ne
Yahudiler, ne Hıristiyanlar sen onların dînine uyuncaya kadar asla senden
hoşnud olmaz (lar).
De
ki: «Allahın hidâyet (yolu olan İslâm yok mu? İşte) doğru yolun ta kendisi
odur».
Eğer
(vahy ile) sana gelen (bunca) ilimden sonra (bilfarz) onların hevâ (ve heves)
lerine uyacak olursan, andolsun, senin için Allahdan (başka koruyacak) ne
hakıkî, bir dost, ne de hakıkî bir yardımcı yokdur. Bakara Suresi 120. Ayet
https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2024/10/peygamberimize-imanmz-bu-salat.html
[1] (as),
(sav) (asm) saçma sapan kısaltmaları bir türlü bırakmadılar. PC lerde yazmak
işi kolaylaşmışken…
[2] https://www.tahtapod.com/blog/said-i-nursi-nin-mueslueman-kurdugu-bueyuek-tuzaklardan-biri-mueslueman-iseviler
https://sorularlarisale.com/makale/hristiyan-islam-diyalogu
BÖLÜM 9
KIBLE DEĞİŞİMİNİN İŞARETLERİ
9.1. Kıble Olarak Beyt’ül Makdis’in Seçilme Nedenleri
Peygamberimiz Mekke’de iken Kâbe merkezli bir hareket yürüttü. Kabilelerine
ait putların kıblesini / şirk eksenini bırakan müminler, Hz. Peygamberin
getirdiği din ve onun kıblesi olan Kâbe etrafında tevhit oluşturuyorlardı.
Peygamberimiz tüm Arap kabilelerini Kâbe ekseninde tevhit olmaya çağırıyor ve
her kabileye özgü tanrı ve her kabileye özgü kıble şeklindeki parçalanmış
toplum modelini reddediyordu. Bu tevhit modelinde Kâbe ve Kâbe’nin kuruluş
felsefesi etrafında toplumsal birliğin oluşturulması hedeflenmişti.
Mekke’deki mücadele sürecinde peygamberimizi Ehli Kitap (özellikle
Yahudiler) desteklemişti. Medine’ye hicret edinceye kadar bu destekleri
sürmüştü. Söz konusu desteğin oluşturduğu birliktelik / müttefiklik ortak
kıbledaşlık ilişkisini de beraberinde getirmişti. Müminlerin hicretten önce
Mekke yaşamlarında Kabe’ye yönelirken eksenlerine Beytül Makdisi de alacak
şekilde yönelimlerinin sebebi bu idi.
Medine’ye hicret edildiğinde ise Medine toplumunun önemli bir kısmını
Yahudiler oluşturduğu gibi Hayber, Teyma, Fedek, Vadi’l Kura vb. yerlerde
Yahudi kabileleri yaşamaktaydı.
Peygamberimiz Medine İslam Cumhuriyetini Medine’deki Evs ve Hazreç gibi
Arap kabileleri ve Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından
oluşan Yahudi kabileleri ile birlikte kurdu. Yani Yahudiler Medine İslam
Cumhuriyetinin Kurucu unsurları idiler.
Yeni devlette Mescidi Nebevinin / Devlet Merkezinin kıblesi de
birlikteliğin / müttefikliğin sembolü olarak Beytül Makdis olarak belirlendi.
Yahudi kabilelerle müttefikliği temin etmeyi amaçlayan bu seçim ile hedeflenen
strateji şöyle özetlenebilir;
·
İslam Cumhuriyetine
Yahudilerin desteklerini ve katılımını sağlamak,
·
Medine İslam
Cumhuriyetini Mekke’ye karşı korumak,
·
Medine dışındaki
Yahudilerin de müttefikliklerini sağlamak ya da en azından muhtemel
saldırılarına karşı korunmak,
·
Hristiyan dünyanın
(Bizans, Mısır ve Hristiyan kabilelerin) müşrik Arap kabilelerine karşı
müttefikliklerini sağlamak,
·
Benzerlikleri artırarak
ehli kitabın iman etmelerinin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece İslam
Cumhuriyetini güçlendirmek ve korumak.
Yahudilerin müttefiklik ile ilgili başlangıçtaki düşünceleri ise
peygamberimizi yanlarına çekmek, kendi yasalarının yeni sistemde cari olmasını
sağlamak ve böylece mevcut düzenlerini değiştirmeksizin peygamberimizin
gücünden yararlanarak Araplara egemen olmaktı. Fakat peygamberimiz yeni
Cumhuriyetin düzenini soy, kabile, ırk veya bir sınıfın üstünlüğü üzerine değil
de adalet, sosyal paylaşım, hakkaniyet, dürüstlük, takva vb. erdemlilikler
üzerine kurmaya başlayınca, Yahudiler bu birliktelikten hoşnut olmadılar.
Dahası peygamberimiz Yahudi kabilelerin Medinelilerle olan ilişkilerinde de bu
erdemlilikler üzerine düzenlemelere girişince Yahudiler mevcut düzenlerinin
bozulduğunu gördüler.
Onlar dinlerinin esaslarını kendi çıkarlarına göre yorumladıkları bir
sistem kurmuşlardı. Sistemi böyle kurma hususunda kendilerini Yahudi
olmayanlara karşı üstün ve sorumsuz görmeleri neden olmuştu. Yani Yahudilerin
uyguladıkları düzenlemeler (yasa, yönetmelik, mevzuat vb.) kendi çıkarlarına
göre yorumlanmış / çarpıtılmış düzenlemelerdi ve Hz. Peygambere inzal olunan
kıstaslara / esaslara uymuyordu. İlahi esaslara / kıstaslara aykırı olan bu düzenlemeleri
/ yanlışları düzeltmek isteyen peygamberimize karşı onlar direniş sergilemeye
başladılar.
9.2. Yahudilerin Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem] İktidarını Yıpratma Girişimleri
İlerleyen zaman içerisinde Medine içindeki Yahudilerin tevhit olmaya karşı
direnişleri peygamberimizin iktidarını sarsmaya, yıpratma politikasına dönüştü.
Böylece hicretin ilk zamanlarından itibaren birliğe ve beraberliğe karşı duruş
sergileyen bir takım şeytanlaşmış önderlerin peşinden giden Yahudilerle
müttefikliğin sürdürülmesinin zorluğu ortaya çıktı.
Cenab-ı Hakk’ın Yahudilere hata yapmamaları konusundaki ikazları da işe
yaramıyordu. Onlar yine bildiklerini okuyorlardı. Bu durum onları
müttefiklikten ayrılma noktasına getiriyordu.
Diğer taraftan, yeni Cumhuriyetin kıblesinin Beytül Makdis olarak seçilmesi
Arap kabileler arasında kızgınlıkla karşılanmıştı. Hatta müminlerden
bazılarının namazlarında Kâbe’ye yönelmekten asla vazgeçmedikleri rivayet
edilir.
Mekke müşrikleri ise bu seçimi peygamberimiz aleyhine kullandılar. Onlar
peygamberimizin kendi değerlerine / milli / İbrahimi değerlere ihanet
içerisinde olduğunu çevre kabilelere yayıyorlardı. Yani Hz.Muhammed’in[salla’llâhu
aleyhi ve sellem] İslam Cumhuriyetinin
kıblesini Beytül Makdis olarak seçmekle Mekke’nin kurucu ideolojisini ve
değerlerini inkar ettiği yönünde propaganda yapıyorlardı. Bu propaganda Mekke
dışındaki kabilelerde etkisini gösteriyordu. Peygamberimiz Yahudilerin dost ve
müttefikliğini kazanmayı hedeflemişken ilerleyen zamanda onları kazanamadığı
gibi Arap kabilelerini de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bu
nedenle peygamberimiz kıble tercihini değiştirmek istedi. Her türlü reform
düzenlemesine karşı çıkan ve iktidarını yıpratmak için sürekli fitne ve fesat
üreten Yahudilere kıbleyi değiştirme önerisi getirilecek olursa onların
müttefikliklerini ve bu müttefikliğin sağladığı güvenliği de kaybetme tehlikesi
vardı. Mekke yönetimi ve müttefikleri ile mücadele ederken düşmanların arasına
Hayber, Fedek, Teyma gibi şehirlerdeki Yahudi Kabileleri de katılacaktı.
Hangi tercihi yaparsa yapsın tehlike mevcuttu. Bu nedenle peygamberimiz
bunalmıştı. Ancak kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi riskli olmakla birlikte Arap
kabilelerini kazanma hususunda Mekke müşrik yönetiminin kullandığı kozu
ellerinden almak daha avantajlı görülüyordu. Bu hususta doğru tercih yapmak
için Cenab-ı Hakk’ın kendisine yardımcı olması ve yol göstermesini niyaz
ediyordu.
Yahudi ve münafık şeytanların peygamberimizin iktidarını sarsmaya / yıkmaya
yönelik hareketleri Cenab-ı Hak tarafından Mescitlerin (hükümetin) yıkılmasına
çalışmak olarak ifade edildi. ([2])Yine Mescitlerde
/ Meclislerde / hükümet merkezlerinde “Allah’ın adının anılmasını engellenmesi”
ise toplumun ıslah edilmesi, adaletin tesis edilmesi için yapılan düzenleme (mevzuat)
ve uygulamaların engellenmesi olarak ifade edilmiştir.
Ama bunları yapanların yaptıklarının yanlarına kar kalmayacağı, sonunda
hepsinin hizaya geleceği ve bu iktidara tabi olacakları / secde edecekleri
vurgulanır. Şayet onlar tahrip etme ve yıkım eylemlerine devam edecek olurlarsa
o takdirde bu dünya hayatlarında zillet, ahirette de büyük bir azabı
yaşayacakları Cenab-ı Hak tarafından ifade edilir.
114-
Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını engelleyen ve onların yıkımı
için uğraşandan daha zalim kim olabilir? İşte böylelerin, bu mescitlere
girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik ahirette
de büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi 114)
9.3. Beytül Makdis’in Kıble Seçilmesinin Beklenen Faydayı Sağlamadığının
Anlaşılması
Yahudilerin ayrılıkçı ve kibirli hareket ve söylemlerine karşı
peygamberimizin içini ferahlatan mesajlar, Cenab-ı Hak tarafından inzal edildi.
Mescidin (hükümetin) kıblesinin Yahudilerin kıblesi olan Beytül Makdis olarak
belirlenme mecburiyetinin olmadığı bildirildi. Allah’ın ilmi sınırsızdır, O
kuşatıcıdır ve sınırsızdır.
Politik olarak amacın Allah’ın rızasına uygunluğu olduktan sonra
politikanın şekli unsurlarının öneminin olmadığı ifade edildi. Şöyle ki;
Allah’ın rızasına gidilecek yolun tek bir şekli, tek bir yönünün olmadığı,
uygulanacak usullerin nereden alındığının önemi yoktu. Doğu da batı da
Allah’ındır. Bu aynı zamanda müminlerin Yahudilerin kıblesi olan Beytül
Makdis’ten Kâbe’ye dönüleceğinin de bir işaretiydi.
Bu yola koyulurken Beytül Makdis’i seçmek tevhit olmak için ortak bir
noktaydı. Fakat onlar statükolarını bozmak istemediklerinden bu
beraberliği devam ettirmenin zemini kalmamıştı. Ortak nokta olarak seçilen
kıble, birliği kuvvetlendirmediği gibi tam aksine Yahudi şeytanlarca ayrımcılık
için kullanılmaktaydı. Buna rağmen Cenab-ı Hak, Beytül Makdis’in o günkü yıkık
ve metruk halinden yola çıkarak, Allah’ın mescitlerini yıkanlara hesap
sorulacağının vurgusu ile iyi niyetli Yahudilerin birlik ve beraberlik içinde
kalmasını sağlayıcı mesaj vermekteydi. Yakın gelecekte yapılacak kıble
değişikliğine işaretle asıl amaca dikkat çekilerek tevhidin sağlanıp, iktidarın
güçlenip Allah düşmanları ile mücadele edilerek Beytül Makdis’i yerle bir
edenlere de yaptıklarının hesabının sorulması ve yeryüzünde hakkın
hâkimiyetinin tesisi olacağı vurgulandı. Bu amacı gerçekleştirmek için
gerektiğinde usullerin, şekillerin değiştirilebileceği mesajı verildi. Bu
noktada şu anda yön / kıble olarak seçilen Beytül Makdis yönünün yakın
gelecekte amaca ulaşmaya matuf olarak değiştirileceğinin işareti verildi.
115-
Doğu da Allah’ındır, Batı da. Öyleyse hangi tarafa yönelirseniz yönelin artık
orası Allah’ın yüzüdür. Çünkü muhakkak ki Allah, her şeyi kuşatan vasi’dir ve
hakkıyla bilendir. (Bakara Suresi 115)
9.4. Yahudilerin Muhalefet Dozajını Artırmaları
Yahudilerin şeytanlaşmış ileri gelenleri kara propaganda dozajını iyice
artırdılar ve sonunda peygamberimiz için “Allah çocuk / oğul edindi” diyecek
noktaya kadar ileri gittiler.
Onlar bunu söylerken kendi kitaplarında Tanrının “oğlum” diye bahsettiği
İsrail’e (Hz.Yakub’a) verilen krallığı ve İsrail’in bütün uluslara
egemenliğine metafor yapmaktaydılar. Bu benzetme ile peygamberimize Cenab-ı
Hakk’ın büyük bir egemenlik vereceği ve çok büyük bir medeniyet yaratacağı
vaadine gönderme yaparak alay ediyorlardı. Onlar aslında bu söylemleriyle aynı
zamanda müşriklerin melekler için “Allah’ın kızları” şeklinde ifadeleriyle
Cenab-ı Hakk’ın onlarla arasında cinsel ve biyolojik bir bağ olduğuna
inanmaları gibi peygamberimizin de Cenab-ı Hak ile baba/ oğul şeklinde
biyolojik bir bağın varlığını toplumun gündemine sokmaya çalıştılar.
Böylece onlar, Medine İslam Cumhuriyetine tabi olan ve/veya tabi olacak
cahil Arap halkının peygamberimizden olağanüstü taleplerde bulunmalarını sağladılar.
Onların ürettikleri bu söylemden etkilenen cahil halk, “mademki Hz.Muhammed[salla’llâhu
aleyhi ve sellem] Allah’ın elçisidir, o
halde tıpkı Hz.Yakub gibi mecazen “Allah’ın biricik oğlu” mertebesinde
sevgilisidir. O zaman onun vaat ettiği güzel geleceği bize Allah bizzat kendisi
söylesin. Ya da oğlu olarak gördüğü bu elçisine vaat ettiği büyük medeniyeti
yaratması için düşmanlarını aciz bıraktıracak / yenecek askeri, ekonomik ve
sosyal destek göndersin” şeklinde istekte bulundular. Açıktır ki eğer bu
talepler yerine getirilemeyecek olursa halk Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi
ve sellem] peygamberliği hakkında
şüpheye düşecektir ve arkasından gitmeyecektir. Cahil halk “Allah tarafından
somut olarak desteklenmeyen bir kişi asla peygamber olamayacağı için onun
arkasına takılmak bir hayalin peşinden koşmak olacaktır” diyeceklerdir.
Şeytanlaşmış Yahudiler bu kara propaganda ile sadece cahil halkı değil
müminleri de etkilemeyi amaçlamışlardı. Şöyle ki “Allah oğul edindi” ifadesi
ile mecazi anlamdan daha ileri olarak Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem]
ile ilgili “ilahilik boyutu” düşüncesi
müminlerin zihinlerinde yaratılmış olacaktı. Böylece müminler peygamberimizden
sürekli başarı ve olağanüstülükler bekleyecekler, asla yenilgi ve başarısızlık
kabul edilmeyecekti. Yenilgi durumunda ise müminlerin imanları sarsılacaktı.
Kısaca bu söylem son derece şeytani bir söylemdi.
Cenab-ı Hak, ister mecazi anlamda olsun, isterse gerçek anlamda olsun bu
tür bir söylemi hiçbir şekilde kabul etmedi ve şiddetle reddetti. O, onlara
yerleri ve gökleri nasıl yoktan yarattı ise aynı şekilde vaadini yerine
getireceğini ve bu hususun kendisi için son derece kolay olduğunu belirtti.
Karar verdiği bir iş için “ol “demesinin yeterli olacağını bildirdi. Ama bunun
tek şartının elçisine inzal ettiği öğretiye / gerçeğe / ilme uymaları olduğunu
bildirdi. Yani aslında onların istedikleri mucizenin ilahi öğretilere uymaları
sonucunda kendi elleri ile yaratılacağına işaret edildi. Peygamberimizin ise
onları gittikleri yanlış yoldan çevirmeye çalışan bir uyarıcı ve ilahi
öğretilere uydukları takdirde kendi elleri ile yaratılacak mucizeleri
müjdeleyen bir müjdeci olduğu vurgulandı. Onda herhangi bir ilahilik
vasfı-özelliği olmadığı da ilave edildi. Böylece Hz.Muhammed’den [salla’llâhu
aleyhi ve sellem] absürt talepler
yapılmaması gerektiği, daha öncekilerin düştüğü hataya düşülmemesi gerektiği
ifade edilmiş oldu. Kısaca Hz. Hz.Muhammed’in [salla’llâhu aleyhi ve sellem] sadece ilahi yasaları, gerçekleri, sosyolojik
hakikatleri bildiren ve insanları gittikleri yanlış yoldan çevirmeye çalışan
normal bir insan olduğu belirtilmiş oldu.
116-119-
Bir de “Allah, çocuk edindi” dediler. –Haşa, O, subhandır. – Bilakis göklerde
ve yeryüzünde olanların tümü yalnızca O’nundur. Hepsi O’na gönülden boyun
eğmiştir. Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O, bir işin olmasına karar
verdiği zaman, ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir. Halktan
cahiller ise, “Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir ayet (mucize) gelmeli
değil miydi!” dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı bunlar gibi söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine ne kadarda benziyor. Gerçekte Biz, kesin bilgi ile
bilgilenmek isteyen toplum için ayetleri apaçık ortaya koyduk. Doğrusu Biz,
seni müjdeci ve uyarıcı olarak gerçeklerle gönderdik. Sen, cehennemliklerden
sorumlu da tutulmayacaksın. (Bakara Suresi 116-119)
[1] )
Literal okuma: sözcüklerin kastedilen manasını dikkate almadan yazıldığı
şekildeki anlamı ile okuma
[2] )
NOT: Eski toplumlarda tapınakların Yönetim Merkezi olduğu asla dikkate alınırsa
Mescidler de hükümet merkezidir ve bu hükümetlerin düzenlemlerine tüm
toplumun itaat ettikleri / boyun eğdikleri / secde ettikleri yerdir.
9.5. Yahudileri Kazanma Ümitlerinin Tükenmesi
Yahudilerin yaptıkları kara propagandaya cevaplar verilmesine veriliyordu
ama diğer taraftan da müminlerle Yahudiler arasındaki gerilim / tansiyon da
giderek artıyordu. Medine İslam Cumhuriyeti bu gerilimi artık kaldıramayacak
noktaya geliyordu. Bu durum peygamberimizi son derece müteessir ediyordu.
Müminlerle en çok ortak noktaların olduğu taraf Yahudiler olmasına rağmen en
fazla ve en tehlikeli darbeler de onlardan geliyordu. Peygamberimiz onlarla
çatışmak istemiyordu. Hatta ortak noktaları daha da çoğaltarak birliği
güçlendirmek istiyordu. Ancak artık toplumsal yırtılma giderek derinleşmişti.
Yahudilerle birlikte yürünemeyeceği artık anlaşılmıştı. Bu nedenle de Cenab-ı
Hak müminlere kıble değişikliğinin ilk işaretlerini vermişti. Tam bu noktada
Yahudiler de peygamberimize başvurarak kıble değişikliği düşüncesinden vazgeçmesini
talep ettiler. Zira Yahudiler kıble değişikliğinin kendilerine zarar vereceğini
anlamakta gecikmediler. Böyle bir değişikliğin ayrılığa neden olacağı ve
bu ayrılığın ise hem ticaretlerine hem de gelecekte İslam Cumhuriyetinin
kazanımlarından pay alma hususunda mahrumiyete sebep olacağını görmüşlerdi.
Ayrıca onlar kıblenin Beyt’ül Makdis olmasını, kendilerinin üstün oldukları
iddialarında kullanıyorlardı. Üstünlük vesilesi olarak kullandıkları bir
uygulamanın kaldırılmasını istemiyorlardı.
Peygamberimiz ise tevhit olma hususunda samimiyetini koruyordu. Bu nedenle,
peygamberimiz hem onların tekliflerini hem de oluşan siyasi gerilimi yumuşatmak
için onların düzenlemelerine uymayı düşündüğü sırada Cenab-ı Mevla duruma
müdahale etti. O’nun müdahalesi elçisinin asla taviz vermemesi ve kendisine
bildirilen ilme dayalı doğruluk esaslarından sapmaması şeklindeydi.
Ayrıca onların kendi kırmızıçizgilerini dayattıklarını ve onları hoşnut
etmenin biricik yolunun da onların dayattıkları bu kırmızıçizgilere uymaktan
geçtiğini kısaca onların dinine girilmesi durumunda ancak onların hoşnut
olacağını bildirdi.
Böylece Cenab-ı Hak şu mesajları vermiş oldu;
“Birliktelik / tevhit için tek bir kırmızıçizgi kabul edilebilir, o da
“Allah’ın yoludur.” Yapılacak düzenlemelerde ve uygulamalarda ana prensip
olarak birlikteliğe katılan tüm toplulukların hayrı, iyiliği ve yararı esas
alınmalı ve bu esas kırmızıçizgi olarak kabul edilmelidir. Herkesin kendi
çıkarına, kendi üstünlüğüne, kendi seçkinliğine göre çizdikleri ve dayattıkları
kırmızıçizgilerle birlik ve beraberlik oluşturmak mümkün değildir. Birlik için
herkesin hayrı aranmalı, herkes için kazan kazan olmalıdır. Bunda da en iyi
belirleyici, herkesin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’ın kırmızıçizgileridir.
Çünkü Allah adildir. Çünkü Allah kullarına karşı çok merhametlidir, çok
kerimdir. Zaten ilahi öğretiyi doğru olarak okuyan her kim olursa (bunların
hangi gruptan oldukları önemli değildir) bunu bilir ve kendisine değil Allah’a
çağırır.”
Cenab-ı Hak, elçisine eğer kendisine bildirilen bu gerçeklere rağmen
onların arzuları çerçevesinde onlara tâbi olacak olursa o takdirde kendisine
hiçbir şekilde yardımcı olunmayacağını ve korunmayacağını belirtti.
120-121-
Sen onların dinlerine / milletlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar
senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Asıl doğru yol Allah'ın hidayeti /
yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra yine de onların hevalarına /
heveslerine /arzularına uyacak olursan, Allah’tan sana ne bir veli / koruyucu,
ne de bir yardımcı bulamazsın. Kendilerine Kitab’ı verdiğimiz kimselerin bazısı
onu, hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de
onu inkâr ederse, işte onlar hüsran içindedirler. (Bakara Suresi 120-121)
9.6. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi
Hz.Muhammed[salla’llâhu aleyhi ve sellem] Medine’ye geldiğinde daha önce anlatıldığı
üzere bir takım stratejik hedefleri düşünerek kıble olarak Beytül Makdis’i
seçmişti. Ancak O şimdi bir açmaza düşmüştü. Sıkıntı içerisindeydi. Zira kıble
seçimi ile beklediği tevhit olma hedefine ulaşmanın zor olduğunu görmüştü.
Hatta bu seçimi nedeniyle tüm toplulukları tevhit etme hedefi büyük darbe
yemekteydi. Şöyle ki, Mekke müşrik Yönetimi, Peygamberimizi «İbrahimi»
değerlere sırt dönmüş kişi olarak göstermekte ve diğer Arap kabileler de bu
propagandadan hayli etkilenmekteydiler. Bu nedenle Peygamberimiz[salla’llâhu
aleyhi ve sellem] kıbleyi tekrar
Mescid-i Haram tarafına çevirerek bu propagandayı bertaraf etmeyi istedi.
Bir taraftan Yahudilerin Medine İslam Cumhuriyeti ile oluşturulan birlikten
hoşnut olmamaları, diğer taraftan Arap yarımadasındaki kabilelerin Beyt’ül
Makdis’in kıble olarak seçilmesinden duydukları hoşnutsuzluk, peygamberimizi
bir hayli bunaltmıştı. İslam Cumhuriyetinin kıblesi olarak Beyt’ül Makdis’i
seçerek Yahudilere iyi niyet göstermesine rağmen onları hoşnut edemeyen
peygamberimize Cenab-ı Hak yardımcı oldu ve kıbleyi değiştirmesini emretti.
Böylece tekrar «İbrahimi» değerlere yani Kabe’nin kurucu ruhunu sembolize eden
Mescid-i Haram’a dönülecek ve Mekke müşriklerinin elindeki koz alınmış
olacaktı. Dahası Yahudilerin Arap kabilelere karşı «biz sizden üstünüz zira
gelip bizim değerlerimize sarıldınız» tarzındaki üstünlük taslama kozları da
ellerinden alınacaktı. Fakat bu değişimin getireceği birtakım sıkıntılar da
mevcuttu. Şöyle ki; imzalanan Medine Anayasası ile Medine’deki Yahudilerle
müttefiklik yapılmıştı. Bu anlaşma /Anayasa sayesinde Medine’nin güvenliği
sağlama alınmıştı. Bu birlikteliğin göstergesi / sembolü olarak kıble Beytül
Makdis seçilmişti. Şimdi kıble değişikliğine diğer Yahudi kabileler ikna
edilmeyecek olursa müttefiklik yazılı olarak sona ermese de Yahudilerle
müminlerin yollarının yavaş yavaş ayrıldığına bir işaret olacaktı. Bu durumda
düşman hem içerde hem de dışarıda olacaktı. Diğer Arap kabilelerinin kazanılması
hesabı yapılırken onlar kazanılmadan oluşan iç düşmanlar ve dış düşmanlar
Medine İslam Cumhuriyeti’ni yok edebilirdi. İşte Peygamberimizi [salla’llâhu
aleyhi ve sellem] endişeye sevk eden
noktalardan en önemlisi de bu husustu; yani güvenlik!
Bu endişeyi gidermek ve Yahudileri bu değişiklik konusunda en azından
arafta bırakmak için onlara aslında gayet iyi bildikleri husus olan “Mescid-i
Haram’ın Hz. İbrahim tarafından hangi amaçla kurulduğu” anlatıldı. Onlar
Kâbe’nin Kurucu Ruhunun ya da felsefesinin Hz. İbrahim’e dayandığını kendi
kaynaklarına dayanarak gayet iyi biliyorlardı. Bu nedenle Mescid-i Haram
sembolü ile ifade edilen değerlerin, Beyt’ül Makdis sembollü değerlerle paralel
/ aynı olduğunu çok iyi bildiklerinden, bu değişikliğin onların değer ve
öğretilerinden uzaklaşma olmadığını hatta daha bütünleştirici olduğunu onlara
ifade etmesini Rabbimiz bildirdi. Ve yine Rabbimiz, elçisine bu hususta
gönlünün rahat olmasını, zira onların ne yaptıklarını kendisinin gayet iyi
bildiğini söyledi.
144-Doğrusu
Biz, senin yüzünü semaya çevirip aranıp durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnut
olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram yönüne
çevir! Siz de hepiniz, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin!
Kendilerine Kitap verilenler onun (bu kıble değişiminin), Rablerinden gelen bir
gerçek olduğunu bilirler. Allah, onların yapıp durduklarından gafil değildir.
(Bakara Suresi 144)
Kıblenin Beyt’ül Makdis’ten Beyt’ül Haram’a çevrilmesi Yahudilerle yolların
ayrılması demekti. Temel amaç tevhit iken müttefiklik noktasında eksen
değiştirmek, ayrılığa gitmek ve gelecekte bu müttefiklikten vaz geçmenin ilk
adımı demekti. Bu nedenle Cenab-ı Hak, birlik ve beraberliğin devamı için
Yahudilerin de eksen değiştirmelerini yani kıblelerini Kâbe yapmalarını ister.
Eğer onlar bu isteği kabul etmeyecek olurlarsa, en azından peygamberimizin
eksen kaydırmasını / kıble değiştirmesini anlayışla karşılamalarını izah eder.
Çünkü amaç, birlik ve beraberlik ise bu sadece Yahudilerle ya da Hristiyanlarla
değil bütün Arap kabilelerinin katılımı ile sağlanacaktı. Onlar katılmadığı
takdirde birliğin sağlanamayacağı açıktı. Kıblenin Beyt’ül Makdis olması, Arap
kabilelerin bu birliğe katılmamalarının bir gerekçesini oluşturuyorsa, kıblenin
Kâbe olarak değiştirilmesi zorunluluk arz etmekteydi.
Diğer taraftan Yahudilerin ve Hristiyanların Araplarla birlikte tüm
Arabistan coğrafyasında bir birlik sağlamaları ancak ortak değerler üzerinden
olabilirdi. Bu nedenle Cenab-ı Hakk’ın önerdiği ve Yahudileri de uymaya
çağırdığı yeni eksen / Kâbe’nin kıble olması oldukça makul, mantıklı ve son
derece stratejik olmasının ötesinde Yahudilerin de temel dini değerleri idi.
Yani davet edilen kıble onların en büyük peygamberleri olan İbrahim aleyhisselâmın
temel değeri idi. Fakat Kıblenin Kâbe’ye değiştirilmesi emri gelince Yahudiler
buna karşı çıktılar. Hemen peygamberimize gelerek bu değişimden vazgeçmelerini
istediler. Yahudiler, Medine İslam Cumhuriyetinin kıblesinin Beyt’ül Makdis
olarak kalacak olursa o takdirde peygamberimiz aleyhine hareket etmeyeceklerine
ve onun her emrine harfiyen uyacaklarına yemin ettiler. Yani kendisine iman
edeceklerini söylediler. Fakat peygamberimiz onların bu söz verişlerine nasıl
inanacaktı? Daha önce yaptıkları meydanda idi. O, onlarla ne kadar yakınlık,
birlik ve beraberlik kurmaya çalıştıysa onlar ayrı olmayı tercih etmişlerdi.
Hiçbir şekilde bütünlüğe yanaşmamışlardı. Dahası Medine Anayasası / Vesikası
ile yaratılan tevhidi parçalamak ve peygamberimizin iktidarını yıpratmak için
yapmadıkları tezvirat, kara propaganda ve girişim kalmamıştı. Peygamberimiz
onlara güvenemezdi. Şayet onlara güvenip Cenab-ı Hakk’ın emrine muhalefet
ederek kıbleyi Kâbe olarak değiştirmez ise yarın onların «Bu nasıl peygamber
bir gün verdiği kararı ertesi gün değiştiriyor. Kararsız bir tutumu var…» vb.
tezviratlarına muhatap olacaktı. Peygamberimiz, onların kıblenin Beyt’ül Makdis
olarak kalması hususundaki isteklerini reddetti ve onları bu kıble
değişikliğini kabul etmeye davet etti. Gerekçelerini Cenab-ı Hakk’ın aşağıdaki
ayetlerde öğrettiği şekilde izah etti;
·
“Biz müminler
sizlerin değer yargılarınıza sahip çıktık ve uymaya çalıştık. Ancak Arap
yarımadası ölçeğinde yer alan kabileler Beyt’ül Makdis’in kıble olmasına karşı
çıktılar. Onlar bizleri kendi değerlerine ihanetle suçladılar.”
·
“Tevhidi sağlamak için
bu engelin kaldırılması gerekir. Onlar iman etmeme hususunda hep bu engeli
önümüze sürecekler. O halde kıblemizi değiştirelim ve herkesin ortak değeri
olan Kâbe’ye yönelelim.”
·
“Hem zaten Kâbe /
Mescid-i Haram da biz Arapların olduğu kadar siz Yahudilerin de temel
değeridir. Gelin bu ortak değere birlikte sahip çıkalım. Siz bu değere /
Kâbe’ye yabancı değilsiniz.”
·
“Kâbe / Mescid-i Haram
ile sembolize edilen bu temel değer Allah’a teslimiyeti / İslam olmayı ifade
eder. Toplulukların / kabilelerin bir ülkü etrafında birleşerek tek millet
haline gelmesidir. Parça parça bölünmemesidir. Herkesin kendi kıblesi /
hedefleri / beklentileri vardır. Toplulukları / kabileleri tevhit edip tek
millet haline getirmek için “Allah’a teslimiyeti” esas alalım. Bu
hususta şekiller önemli değildir. Nasıl biz sizin kıblenize döndüysek siz de
bizim kıblemize dönün. Biz sizin peygamberlerinizin getirdiği kitapların
öngördüğü temel değerlerinizi kabul ediyoruz. Bu temel değerler arasında
ayrımcılık yapmıyoruz. Siz de yapmayın. Tek millet olmak için asıl kıble olan
“Allah’a teslimiyette / İslam olmakta” birleşelim. Bunun da sembolü
Mescid-i Haramdır. Bu sizin kaynaklarınızda da mevcuttur.”
·
“Bizim bu kıble
değiştirmemizi en azından anlayışla karşılayın ve destekleyin. Zira biz kötü
bir şey yapmıyoruz. Hedefimiz Allah’ı birlemek ve toplumları tevhit etmektir.”
·
“Bu yol, sizin de
yolunuzdur. Sizin peygamberleriniz sanki ‘parçalanın, bölünün kiminiz
Hristiyan, kiminiz Yahudi olun mu’ dedi. Yoksa ‘hepiniz bir olun, beraber olun
ve Allah’a teslim olun mu’ dedi?”
·
“Şayet bu konuda birlik
ve beraberlik oluşturamaz isek o zaman siz bizimle çekişmek ve düşmanlıkla
karşı koymak istiyorsunuz demektir.”
Yahudileri kıblenin Kâbe’ye doğru değişiminin gerekçeleri olarak verilen bu
mesajlar Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Yakup kıssaları metaforunda verilir.
122-141-
Ey İsrail oğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve geçmişte sizin diğer
toplumlara / âlemlere galip gelmenizi sağladığımı hatırlayın! Hiç kimsenin
hiçbir kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç
kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onlara yardım da edilmeyeceği günden
sakının / korunun. Hani Rabbi İbrahim’i, birtakım talimatlarla sınamış, O da
onları tam olarak yerine getirince, "Ben seni insanlara imam / önder
yapacağım" buyurmuştu. O (İbrahim), “Soyumdan da (önderler yap ya Rabbi!)”
demişti. Allah ise “Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler / Benim
ahdim (teahhüdüm) zalimlere ulaşmaz” buyurmuştu. İşte o sıralarda Biz Kâbe’yi /
Beyt’i insanlar için toplanma ve sığınma yeri olarak belirledik. İnsanlar da
Makam-ı İbrahim'i musalla / salat gerçekleştirilecek yer edindiler. Biz de
İbrahim ile İsmail’den “Beytimi (Kâbe’yi) ziyaret edenler, bu bölgede yerleşik
olanlar, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun” diye ahit aldık. İşte o
zaman İbrahim, “Rabbim! Burasının güvenli bir şehir olmasını sağla, halkından
Allah'a ve ahiret gününe inananları da çeşitli meyvelerle rızıklandır” demişti.
Allah ise: “Onlardan inkârcıları dahi kısa bir süre ile rızıklandırırım, sonra
da onu ateş azabına sürüklerim ki o ne kötü varılacak yerdir!” buyurdu. İbrahim
ve İsmail Kâbe’nin / Beyt'in temellerini birlikte yükselttikleri zaman
“Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur, şüphesiz Sen dualarımızı işiten ve
niyetimizi bilensin.” diyorlardı. “Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan /
müslümanlardan kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan / müslüman bir ümmet çıkar.
Bize ibadetlerimizin / itaatimizin yol ve yöntemlerini göster, tövbelerimizi de
kabul et. Çünkü Sen tövbeleri çok kabul edensin ve çok merhametli olansın.”
“Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti
(hüküm, kanun, düstur ve ilkeleri) öğretecek ve onları arındıracak bir elçi
gönder. Şüphesiz Sen, Aziz ve Hakimsin.” Kendine yazık eden sefihten
başka kim İbrahim'in milletinden /dininden / yaşam tarzından yüz çevirir?
Biz İbrahim’i dünyada seçkin kılmıştık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden
biridir. Çünkü Rabbi o'na, “Teslim ol!” dediği zaman o hiç tereddüt etmeden
“Ben alemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. Bu dini İbrahim kendi oğullarına
vasiyet ettiği gibi Yakup’a da vasiyet etti; “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu
dini size Allah seçti. Başka dinlerden uzak durun ve yalnızca müslimler olarak
can verin!” diye vasiyet etti. Yakup’a ölüm vakti gelip çattığı zaman, onun
oğullarına, “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” dediğini ve onların da;
“Biz, bir tek ilâh olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın
ilahına kulluk edeceğiz. Biz, ancak O'na teslim olanlarız” dediklerini sanki
orada bulunan şahitler gibi bilmiyor musunuz? (Elbette gayet iyi biliyorsunuz.)
O topluluklar / ümmetler geçip gittiler. Onların kazandıkları kendilerine,
sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorulacak
değilsiniz. Dediler ki “Yahudi veya Hıristiyan olun ki, hidayet / doğru yolu
bulasınız” Sen de de ki: “Hayır, Biz hanif olan İbrahim’in dinine / milletine
uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı!” Deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene,
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve esbata (torunlarına) indirilene,
Musa'ya ve İsa'ya verilene ve (diğer) Peygamberlere Rablerinden verilenlere
iman ettik; Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz ve biz ancak O'na
teslim olanlarız!” Şayet artık onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman
ederlerse o zaman doğru yolu / hidayeti bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz
çevirirlerse, onlar mutlaka size karşı isyan ve düşmanlık içindedirler. O
takdirde de onlara karşı Allah sana yeter. O, hakkıyla işiten ve en iyi
bilendir. (Deyin ki) “İşte bu Allah'ın boyası! / Yolu! / Sistemi! (biz o boyaya
boyandık! / Biz bu yolu seçtik!) Kimin boyası / yolu / sistemi Allah'ınkinden
daha güzeldir? Biz, sadece O'na ibadet / itaat ederiz.” De ki: “Allah’ın
(tercihleri / yaptıkları / seçtikleri) hakkında bizimle mücadele mi
ediyorsunuz? Halbuki O sizin Rabbiniz olduğu kadar bizim de Rabbimizdir. Bizim
amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz de sizindir. Fakat biz O'na sizden daha
samimi bağlananlarız. Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının
Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi
bilirsiniz, yoksa Allah mı? Yanında Allah'ın bildirdiği şeyi gizleyerek inkâr
edenden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz de değildir.” Onlar
bir ümmetti / topluluktu gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine,
sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız.
(Bakara Suresi 121-141)
Yukarıdaki ayetlerle Medine Yahudilerine verilmek istenen mesajlar çok
açıktır;
“Onlara Medine İslam Cumhuriyetinin kurucu topluluğu olmaları nedeniyle
sahip oldukları iktidar nimetine nankörlük etmemeleri uyarısı yapılır. Bu nimet
sayesinde üstünlüğü yakaladıkları ifade edildikten sonra eğer nankörlük
ederlerse başlarına çok kötü felaketlerin geleceği ve kimsenin de kendilerine
yardım etmeyeceği belirtilir. Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem] ortak atanız olan Hz. İbrahim’in duasının bir
sonucu olduğu belirtildikten sonra kendilerinin ilahi seçime karşı çıkmaları ve
sadece kendi kabilelerinden / soylarından bir peygamber gönderilmesini talep
etmeleri ile zalimlik yaptıkları ifade edilir. Ayrıca nasıl ki Hz. İbrahim
Kâbe’nin temellerini adalet, hukuk, temizlik, doğruluk, dürüstlük ve Allah’a
teslimiyet üzerine inşa etmişse aynı şekilde Hz.Muhammed de Medine İslam Cumhuriyetini aynı ilkeler
üzerine temellendirdiği metaforik olarak anlatılır. Bu anlatımla Yahudilere
Hz.Muhammed’in [salla’llâhu aleyhi ve sellem] yoluna destek / salat etmeleri halinde İslam Cumhuriyetinin
/ Medeniyetinin inşasında yerlerinin olabileceği ifade edilmiş olur. Hz.
İbrahim ’in Kâbe’yi kurmaktaki amacının toplumların selameti, mutluluğu,
esenliği ve huzuru olması gibi Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem] İslam Cumhuriyetini kurmaktaki amacının da
aynı olduğu ve bundan hiçbir menfaat beklemediği anlatılır. O’nun tıpkı geçmiş
peygamberler gibi Allah’ın kitabını, hak ve hukuku öğrettiği, Allah’ın yolunda
Allah’ın kulları için çalıştığı belirtilir. Zaten geçmiş peygamberlerin Yahudilerden
de Allah’ın yolunda çalışmaları ve yalnızca O’na teslim olmaları konusunda söz
aldıkları kendilerine hatırlatılarak onların geçmişte verdikleri sözlere uyup
Allah’a teslim olmaları çağrısı yapılır. Bütün bu gerçeklere ve inanç
ilkelerindeki aynılıklara rağmen yine de kıble değişikliği kabul edilmeyecek
olunursa o takdirde İslam Cumhuriyeti ile çekişme içerisine girileceği ve bunun
da parçalanma getireceği belirtilir.”
Gerek Yahudilerden gerekse Araplardan bazı ahmaklar / dar kafalılar /
kafası basmayanlar kıble değişikliğinin stratejik boyutunu kavrayamamışlardı.
Bunlar bu değişiklikle alay ediyorlardı. Yahudi şeytanlar daha da ileri
giderek; “Muhammed bir türlü nereye döneceğini belirleyemedi. Bir o yana bir bu
yana dönüyor” diye alay ediyorlardı. Bazıları ise değişikliklere kapalı
olduklarından bu yeniliği de kabul etmek istemiyorlardı. Müminlerden bile
bazılarının stratejik amaçları bilemediklerinden bu değişiklik konusunda
kafaları karışmıştı.
Cenab-ı Hak, bu beyinsizlerin söylemlerini muhatap alarak kıble
değişikliğinin sebebini açıkça ortaya koyar ki bu değişikliğin stratejik
amaçlarını bilmesine rağmen bile bile sırf şeytanlıklarından dolayı karşı
çıkanların oyunları bozulsun.
Kıble değişikliğine ilişkin Cenab-ı Hakk’ın müteakip ayetlerde bildirdiği
stratejik gerekçeler şöyle özetlenebilir;
·
“Hz.Muhammed[salla’llâhu
aleyhi ve sellem] öndeliğindeki İslam
Cumhuriyetinin diğer kabile ve topluluklara şirki / parçalı toplum yapısını
bırakıp tevhit olma konusunda örnek / şahit / önder olmasını sağlamaktır.
Aynı kıbleye yönelen diğer Arap kabileleri ile birliktelikleri çoğaltıp onların
Medine İslam Cumhuriyetine katılımını sağlamak,”
·
“Mekke Yönetimi ile
yapılacak mücadele nedeniyle yakın gelecekte çok büyük zorluklar, savaşlar,
fitneler ve kargaşalar olacağı aşikâr olduğu için o günler gelmeden tedbir alıp
topluluktan kopuşları şimdi yaşamak. Birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç olduğu o
zor zamanlarda meydana gelen kopmalar yıkım getirir ve İslami hareketi
bitirebilir. Bu nedenle bu kıble değişikliği zor zamanlar için aynı zamanda bir
ön alma hareketidir. Gerçekten iman edenlerin hak ettikleri başarıyı zayıfların
kopuşu engellememelidir. Gayretlere yazık edilmemelidir.”
·
“Kıblelerine dönüldüğü
için Yahudilerin kendilerini üstün görmeleri ve hava atmalarına bir son
verilerek hadlerinin bildirilmesi gerekmektedir.”
·
“Ayrıca müşrik Mekke
Yönetiminin diğer müşrik Arap kabileleri Medine İslam Cumhuriyeti aleyhine
kışkırtmak için kullandıkları kozu ellerinden almak gerekmektedir.”
·
“Peygamberimizin asla
kendi milletini satmadığı, kendi değerlerine sırtını dönmediğini ortaya koymak
ve O’nun isteğinin adalet, hak, hukuk, doğruluk, ölçülülük, dengelilik (VASAT)
olduğunu göstermek.”
·
“Münafıklar ile kafası
yukarıda belirtilen stratejik boyutlara basmayan müminlerin ayırt edilmesi
gerekiyordu. Bu müminler kıble olarak Kabe’ye dönmeye devam ederken onlarla
birlikte münafıklarda Kabe’ye dönüyorlardı. Münafıklar aslında Hz.Muhammed’e
doğrudan başkaldıramıyorlar fakat bu müminlerin arasına karışarak
başkaldırılarını kamufle ediyorlardı. Kıble değişikliği ile münafıklarla bu
müminlerin ayırt edilmesi gerekiyordu.”
142-143-
İnsanlardan birtakım beyinsizler, “Bunları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden
çeviren nedir?” diyecekler. Sen de de ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediği/dileyen
kimseyi dosdoğru yola yöneltir.” İşte böylece sizi dengeli, ölçülü ve doğru
yolun tam ortasından giden bir ümmet kıldık ki peygamberin sizlere şahit /
örnek / önder olduğu gibi sizlerin de insanlara şahit / örnek / önder olasınız.
Daha önce yöneldiğin kıbleyi Kâbe olarak değiştirme sebebi ise peygamberin
izinde gidecek olanları gerisin geriye döneceklerden ayırt etmek içindir.
Doğrusu bu zor bir sınavdır. Fakat bu Allah'ın hidayet ettiği kişiler için zor
değildir. Allah imanınızı kesinlikle göz ardı etmeyecektir. Çünkü Allah,
insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara Suresi 142-143)
9.7. Yahudilerin İtirazlarına Karşı Kararlı Durulması Talimatı
Kıblenin değişimi emri gelince Yahudiler bu değişikliğe itiraz etmişlerdi.
Müttefikliğin devamının kıblenin Beyt’ül Makdis olarak devam etmesine bağlı
olduğunu söylediler. Bu durum peygamberimizi bir hayli üzmüştü.
Cenab-ı Hak, elçisine bu konuda kararlı olmasını ve direnmesini emretti.
Onlara bu değişikliğin doğru olduğu konusunda hangi delil getirilirse
getirilsin onların yine de kendisine inanmayacaklarını belirtti. Onların bu
konuda inatlarının konuyu bilmediklerinden değil kibir, gurur ve kendilerini
üstün gördüklerinden kaynaklandığını bildirdi. Bu durumu ifade etmek için “bir
insanın evladını nasıl tanır ve bilir ise onların da bu konuyu aynen öyle
bildikleri” şeklinde bir benzetme kullandı.
Cenab-ı Hak, onların ikna olmayacaklarına başka bir delil olarak da onların
birbirlerinin kıblelerine de tabi olmadıklarını, onların kendi değer yargılarında
bile uzlaşmaya gitmediklerini vurguladı. Yani onların kendi aralarında bile
anlaşamadıkları, birbirleri ile müttefiklik / tevhit oluşturamadıklarını
belirtti. Onlardan her grubun ayrı kutsalı ve ayrı hedeflerinin olduğunu,
birbirleri ile bile bir araya gelemediklerini belirtti. Böylece onların
peygamberimiz ve müminlerle de birlik ve beraberlik oluşturmalarını
beklememeleri gerektiğini ifade etmiş oldu. Cenab-ı Hak, bu nedenlerle onların
Beyt’ül Makdis’in İslam Cumhuriyetinin kıblesi olarak devam etmesi isteklerini
reddetmesini ve onların değişikliğe itirazlarını kabul etmemesini elçisinden
istedi.
145-147-
Andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olanlara, hangi delili getirirsen getir, yine
de senin kıblene tabi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Zaten
onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Yine andolsun ki, sana gelen bunca
bilgiden sonra, sen onların arzu ve hevalarına uyacak olursan, o takdirde sen
de zalimlerden olursun. Şu, kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu kendi
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir kesim bile bile
gerçeği gizliyorlar. Gerçek / Hak, Rabbindendir. O halde, sakın şüpheye
düşenlerden olma! (Bakara Suresi 145-147)
9.8. Kıble Değişikliğine Müminlerin İkna Edilmeleri
Kıble değişikliği konusunda müminlerinde itirazları oldu. Onlarda
peygamberimizin taşıdığı güvenlik endişesini taşıyorlardı.
Cenab-ı Hak, müminlerin bu endişeleri karşısında aşağıdaki ikna edici
hususları bildirdi;
·
“Her topluluğun ayrı
hedef ve beklentileri ile ayrı değer yargılarının var olduğu,”
·
“Hayırlar için çalışan,
iyilikler için yarışanın sonunda kazanacağı ve birliği sağlayacağı,”
·
“Şayet müminler olarak
bir iyilik, fazilet hareketi başlatılır, hayırlarda iyi niyetle koşulursa ve
şekillere takılıp kalınmazsa diğer toplumların o iyilik hareketine katılacağı,”
·
“Kıble olarak Mekke
müşriklerinin hedeflerinin ya da yaptıklarının değil, Hz. İbrahim’in Kâbe’nin
kurucu ruhuna uygun bir hareketin herkese güven vereceği ve herkesin bu
hareketin temsilcilerine karşı teveccühünün oluşacağı, böylece birlik ve
beraberliğin sağlanacağı,”
·
“Şekillerde kalmayıp
asıl kıble ve hedef olan hayırlarda koşulması ve iyilik yapmada yarışılması
halinde bütün Arap kabilelerinin bir araya toplanacağı ve tevhidin
sağlanacağı,”
·
“Mescid-i Haram’ın
kurucu ruhuna uygun olduktan sonra seçilen şekil, yol, yöntem, yer ve usulün
«nasıl olduğunun» önemli olmadığı,”
Cenab-ı Hakk’ın bu hususları bildirdikten sonra kıblenin şeklen Kâbe yönüne
doğru çevrilmesi sonucunda Yahudi kabilelerinin birlik ve beraberlikten ayrılmalarının
güvenliklerine zarar vermeyeceği konusunda müminler ikna oldular ve yönlerini
Kâbe’ye çevirdiler.
148-149-
Her topluluğun yöneldiği bir yönü /hedefi / gayesi vardır. Fakat siz hep
birlikte hayırlı işlere koşun, birbirinizle yarışın. Her nerede olursanız olun/
hangi konumda olursanız olun sonunda Allah, hepinizi bir araya toplayacaktır.
Hiç kuşkusuz Allah’ın her şeye gücü yeter. (Bu nedenle) Her nereden çıkarsan
çık, / hangi yolu-yöntemi seçersen seç, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
(Hangi yol, yöntem ve usulü seçersen seç, hedefin Mescid-i Haram’ın kuruluş
gayesi ile paralel olsun.) Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir gerçektir / haktır.
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi 148-149)
Cenab-ı Hak, müminlere tekraren Mescidi Haram eksenli / kıbleli bir hareket
ortaya koymalarını emreder ve bu emrinin gerekçelerini şöyle bildirir;
·
“Mescid-i Haram
merkezli bir tevhit hareketi yürüttüğünüzü açık bir şekilde her hareketinizde,
her stratejinizde ve her uygulamanızda ortaya koyun ki Mekke Müşrik Yönetimi
sizin Arap kabilelerini sattığınız / ihanet ettiğiniz gibi bir propaganda
yapamasın.”
·
“Yerel / Milli /
İbrahimi değerleri hiçe saymadığınızı, onları bir kenara atmadığınızı namaz
dâhil her hareketinizde gösterin.”
·
“Onlarla beraber olduğunuzu,
hareketin bütün kabileleri kapsadığını, gösterin. Yani Kâbe / Mescid-i Haram
merkezli bir tevhit hareketi yürüttüğünüzü açık açık ortaya koyun.”
·
“Müminlerin niyetinin
iyilik, hayır, adalet, hukuk üzerine bütün kabileleri birleştirmek olduğunu
bütün hareketlerinizde ortaya koyun.”
Cenab-ı Hak, güvenlik endişeleri konusunda kalplerinin mutmain olması için
müminlere şu hususları da bildirmiştir;
·
“Kıble değişikliği
nedeniyle Yahudilerin müttefikliğini kaybetmenizin sonucu olarak savunmasız /
korunmasız kalmaktan korkmayın. Sadece Allah’tan korkun. Allah sizleri
koruyacaktır ve size vadettiği zaferi vererek nimetini tamamlayacaktır.”
·
“Yeter ki siz sabredin,
salat edin, peygamberin arkasında durun, ona destek verin.”
·
“Bu uğurda yapacağınız
mücadelede canlarınızı feda etseniz asla bir şey kaybetmiş olmazsınız. Tam
aksine bu yolda vereceğiniz canlar, sizin toplum olarak dirilişinizi
sağlayacaktır.”
·
“Bu yolda mücadele
ederken sadece canlarınızı değil mallarınızı ve ürettiklerinizi de
kaybedebilirsiniz. Ama bu uğurda kaybedeceğiniz canlarınız asla boşu boşuna
değildir. Şayet kaybedeceğiniz şeylerin korkusuna yenilmeyecek olursanız bu
mücadeleyi kazanacak ve zulüm sistemlerini ilahi sisteme dönüştürmeye muvaffak
olacaksınız. Müminler kendini Allah’a adayan ve sonunda her şeyin O’na ve O’nun
sistemine döneceğini bilen kimselerdir. Bu kimseler yılmadan mücadele ederler
ve bu uğurda başlarına gelen her türlü sıkıntı ve yoksunluğa sabrederler. Allah
da onlara desteğini ve rahmetini esirgemeyecektir.”
150-157-
Her nereden çıkarsan çık, / hangi yolu-yöntemi seçersen seç, yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir. (Hangi yol, yöntem ve usulü seçersen seç, hedefin
Mescid-i Haram’ın kuruluş gayesi ile paralel olsun.) Sizlerde her nerede
olursanız olun, / hangi konumda olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki;
insanların size karşı kullandıkları bir kozları olmasın. Ama zalimler başka.
(Buna rağmen onlar yine de aleyhinize kozlar üreteceklerdir.) Siz onlardan
korkmayın. Benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece doğru
yolu bulasınız. Nitekim içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran,
size Kitab'ı ve hikmeti / hükümleri / kanunları öğreten ve bilmediğiniz şeyleri
öğreten bir peygamber gönderdik. Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Bana
şükredin, bana nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve salatla yardım
isteyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda katledilenlere,
“(boşu boşuna öldüler) / Ölüler” demeyin. Zira tam aksine onlar, yaşıyorlar /
yaşatıyorlar / diridirler. Fakat siz bunun bilincinde değilsiniz. Muhakkak ki
Biz, sizi biraz korkuyla, açlıkla, mal, can ve ürün kaybıyla deneyeceğiz.
Sabredenleri müjdele! Ki onlar başlarına bir musibet geldiği zaman; “Biz
şüphesiz Allah'a aitiz ve sonunda O'na döneceğiz” derler! İşte Rablerinin
mağfireti, desteği ve rahmeti bunların üzerinedir. Doğru yolda olanlar da/
hidayete erenler de onlardır. (Bakara Suresi 150-157)
Medine Yahudileri kıble değişikliği yapılınca hemen Hz.Muhammed[salla’llâhu
aleyhi ve sellem] aleyhine propagandaya başladılar.
Onlar Hz.Muhammed’in[salla’llâhu aleyhi ve sellem] gerçek niyetinin açığa çıktığını ifade
ettiler. Medinelilerle yapılan ittifakın şirkten kurtulmak değil sırf kendi
iktidarını sağlamak için olduğunu ileri sürdüler. Sonunda Muhammed’in Mekke müşrik
yönetimini devirdikten sonra Mekke’ye döneceği ve şirk sistemli de olsa eski
sistemi devam ettireceğini iddia ettiler. Kıblenin ilahi kaynaklı öğretinin
merkezi olan Beyti Atik’ten şirkin merkezi olan Mescid-i Haram’a döndürülmesini
bu görüşlerinin delili olarak gösterdiler. Medine İslam Cumhuriyeti
vatandaşlarının hac ve umre zamanlarında putlarla dolu olan Kâbe’yi tavaf
etmelerinin, putların dikili olduğu Safa ve Merve’nin etrafından dolanmalarının
şirk olacağını iddia ettiler. Hatta buna müsaade etmekle peygamberimizin
Medinelileri kandırdığını, onun zamanla eski şirk sistemine döneceğini,
aralarındaki ihtilaf çözülünce Mekke’ye geri döneceğini ve Medinelileri yalnız
bırakacağını, bu nedenle Medinelilerin boşuna ittifak yaptıklarını söylediler.
Daha da ileri giderek eğer şirkin merkezi kıble olarak seçiliyorsa o takdirde
Medinelilerin de Menat putlarına sahip çıkmaları gerektiğini ifade
ettiler. Onlar bu ve buna benzer söylemleri ile müminlerin zihinlerini
bulandırdılar.
Medineli Yahudilerin şekli ön plana çıkararak esası gözden kaçırtan bu
söylemlerine karşı Cenab-ı Hak yine sembol ve şekiller üzerinden yola çıkarak,
ama sonunda sözü esasa getiren cevapları elçisine inzal etti.
Cenab-ı Hakk’ın inzal ettiği cevaplarda; Kâbe, Safa ve Merve’de putların
olmasının onların Allah’ın nişaneleri olmasını ortadan kaldırmayacağı
vurgulandı. Önemli olanın o nişane ve semboller ile verilen mesajlar, değerler
ve öğretiler olduğu ifade edildi. Onların içerisinde şirkin putları olsa da o
yöne dönüldüğünde esas amacın / niyetin putlara ve şirk inancına geri dönmek
değil o yerlerdeki nişane ve sembollerin ifade ettiği İlahi öğreti ve anlamları
idrak etmek olduğu belirtildi. Kâbe’yi tavaf etmenin tüm insanları birleştirici
/ tevhit edici bir sembol olduğunu herkesin bildiği bildirildi. Safa ve
Merve’nin Hz. Hacer’in oğlunun su ihtiyacını karşılamak için gösterdiği
çabaları ifade etmesi nedeniyle hac ve umre yapan insanların da o yerleri
dolaşmasının adalet, hak, hukuk ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı sembolize
ettiğini, bunu Yahudilerin de gayet iyi bildiğini ama bunu görmek istemedikleri
ve zihinleri bulandırmaya çalıştıkları ifade edildi. Bu hususun Yahudilerce çok
iyi bilindiği, o yerlerin Allah’ın nişaneleri olduğuna ait tarihi bilgilerin
kendi kaynaklarında yer aldığı ama bunları Medinelilerden gizlemekte oldukları
vurgulandı.
Şayet haksız bir şekilde bu tezviratlarına ve ortalığı bulandırmaya devam
edecek olurlarsa onlara çok şiddetli bir ceza verileceği ihtarında bulunuldu.
158-162-
Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın işaret ettiği sembollerdendir. Onun için kim
hac ve/veya umre amacıyla Kâbe’ye / Beyt'e gider ve bunları tavaf ederse bunda
bir günah / sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır işlerse, muhakkak ki
Allah onun karşılığını verir, O en iyi bilendir. Muhakkak ki indirdiğimiz
apaçık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz doğru yolu gizleyen
kimselere Allah da lanet eder, bütün lanet ediciler de lanet eder. ([1])
Ancak tövbe edip yanlıştan dönenler ve gerçeği (açık delilleri ve hidayeti)
açıkça ortaya koyanlar istisnadır. Ben onların tövbelerini kabul ederim. Çünkü
Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim. Fakat şu inkâr edip de
inkârcı olarak ölenler var ya; işte Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin
laneti onlaradır. Onlar o lanette ebedi olarak kalıcıdırlar. Onlardan ne azap
hafifletilir ne de göz açtırılır. (Bakara Suresi 158-162)
Yahudiler şekilci bir anlayışla kıblenin Kâbe’ye döndürülmesi müminlerin
tekrar şirke geri dönüleceği iddiası asla doğru değildir. Müminler asla şirke
dönmeyeceklerdir. Kıble değişikliğinden şirke geri dönüleceği anlamı
çıkarılmamalıdır. İş onların söyledikleri gibi hiç değildir. Tevhit
asıldır. Yönetimde merhamet, paylaşma ve verme esastır. Zira Allah yegâne
ilahtır ve O Rahmandır ve Rahimdir. Nasıl ki gökleri ve yeryüzünü O yarattıysa,
geceyi ve gündüzü O yaratıyorsa, yeryüzündeki tüm bitkileri O yaratıyorsa
insanların yaşamlarında izleyecekleri yolu / ilkeleri / nizamı da O’nun
belirlemesi elbet O’nun hakkıdır. Kullarının menfaatini en iyi O gözetir.
Yarattığı kullarını O’dan daha fazla düşünen olamaz. Kimse O’nun gibi
kullarının faydasını dikkate alamaz. Fakat buna rağmen insanlar Allah’tan başka
ilahlar / otoriteler / rahipler / yöneticiler edinirler de onları Allah’ı sever
gibi severler. Hâlbuki ilah / tanrı / otorite edindikleri şahıslar kendi
menfaatlerinden başkasını düşünmezler. Onlar halkın faydasını değil kendi
çıkarlarını düşünürler. Onlar sahip oldukları nimetleri kendi egemenliğinde
bulunan halk ile paylaşmayı istemezler. Buna rağmen şirk içerisinde olan halk
yine de ilah / tanrı / otorite edindikleri şahısları Allah’tan daha fazla
severler.
Kıble değişikliğini hazmedemeyip müminlerin hac ve umre niyetiyle Kâbe,
Safa ve Merve’ye yöneldikleri zaman içindeki putlar nedeniyle şirk içerisinde olacaklarını
iddia eden Yahudiler, kendilerine baksınlar. Kendileri hahamlarını / din
adamlarını Allah’a ortaklar yapmışlar da onların arkasından gidiyor ve onları
Allah’ı sever gibi seviyorlar. Kendilerinin şirk içerisinde olduklarını
görmüyorlar. Onlar bu yaptıkları ayrılıkçı hareketler nedeniyle
cezalandırıldıkları zaman çok pişman olacaklar. Tekrar eski hallerine dönmek
isteyecekler ancak onlar için geri dönmek imkânsız olacak. ([2])
163-167-
Sizin ilahınız, / tanrınız, bir tek ilahtır / tanrıdır. Ondan başka ilah /
tanrı yoktur. O, Rahman’dır, Rahim’dir. Muhakkak ki göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı
şeyleri taşıyarak denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden yağmur
indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, oradaki canlıları
türetip yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yeryüzü arasında
emre amade bulutları sevk etmesinde aklını kullanan bir kavim için elbette
O’nun birliğine, Rahman ve Rahim oluşuna deliller vardır. Fakat tüm bu
delillere rağmen insanların içinde Allah'ı bırakıp (yöneticilerini,
ruhbanlarını, hahamlarını, din adamlarını) O’na ortak koşanlar da vardır.
Üstelik onlar ortak koştukları bu ilahları / tanrıları, Allah'ı severcesine
severler. Fakat müminlerin, Allah'a olan sevgisi daha güçlüdür. Şirk koşarak
zulmeden kimseler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu
ve Allah'ın azabının çok şiddetli bulunduğunu keşke şimdiden idrak etselerdi.
Vaktiyle izlerini takip ettikleri önderler / tanrılar / otoriteler/ azabı
görünce peşlerinden gelenlerden uzak duracaklar ve aralarındaki bütün bağları
koparacaklardır. Bunun üzerine onlara uyanlar şöyle diyecekler; “Keşke, bizim
için dünyaya bir dönüş şansı olsa da onların bizden uzak durdukları gibi biz de
onlardan uzak dursaydık!” İşte böylece Allah onların yaptıklarını acı bir
pişmanlık olarak tattıracaktır. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir. (Bakara
Suresi 163-167)
Tıpkı Mekkeli müşriklerin yaptıkları gibi Medineli Yahudiler de aslında
şirk sisteminin getirdiği pisliği, çirkinliği ve kötülüğü devam ettirmek
istiyorlardı. Onların kıble değişikliğine karşı oluşları ilahi olanı,
güzel olanı istediklerinden dolayı değil tam aksine alıştıkları zulüm ortamının
devam etmesini istemelerinden kaynaklanıyordu. Kendi yaptıkları zulmü de
Allah’ın kendilerine indirdiği hükümlere uygun olduğunu iddia ediyorlardı. Zira
kendi kitaplarında yer alan hükümleri istedikleri gibi yorumlamış ve arzularına
uygun hale getirmişlerdi. Mevcut rejimlerinin devamını istedikleri için onlar
kıble değişikliğini bahane ederek peygamberimizin otoritesini sarsmaya yönelik
menfi propaganda yapıyorlardı. Yaptıkları menfi propagandayı bırakmaları ve
kendilerini düzeltmeleri için Cenab-ı Hak, onları kötülüğü, çirkinliği ve aşırılığı
terk etmeye, temiz, güzel ve hoş bir yaşamı seçmeye davet eder. Şeytanın yolunu
değil, Allah’ın yolunu tercih etmeleri konusunda uyarır. Ama onlar tıpkı müşrik
Arapların dediği gibi geçmiş atalarının yolunda gideceklerini söylerler.
Onların bu seçimlerine karşılık ataların ya da geleneklerin yanlış
olabileceğini, onların insanların sorunlarına çözüm üretememiş olabileceklerini
yahut akıllarının, kapasitelerinin yetmemiş olabileceği ihtimalini göz önünde
bulundurmalarını yahut yanlış tercihlerde de bulunmuş olabileceklerini dikkate
almalarını hatırlatır.
Fakat bütün bu uyarılara rağmen onların bu uyarıları hiç dikkate
almadıklarını, onların ancak zordan, bağırıp çağırmaktan anladıklarını ifade
eder.
168-171-
Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz / yararlı olan şeylerden yiyin ve
şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. O
şeytan, size sırf kötülüğü, aşırılığı / çirkinliği / hayâsızlığı ve hükmünü
bilmediğiniz şeyleri Allah’a atfederek söylemenizi emreder. Onlara, “Allah'ın
indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır biz, atalarımızdan gördüklerimize
uyarız” derler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulamayan olsalar
da mı? ([3]) İnkârcıların hali, hiçbir sese kulak vermeyen, hiçbir şeyi
anlamaya yanaşmayan ancak bağırıp çağıran kişinin haline benzer. Çünkü onlar
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar, akıl da etmezler.
(Bakara Suresi 168-171)
1 )
Ehli Kitap Yahudileri kendi kaynaklarında Safa ve Merve’nin Allah şiarlarından
olduğu bulunmasına rağmen gizliyorlardı. Zira Tekvin 21 de Hacer ve İsmail’in
Paran çölündeki su bulma kıssası anlatılır.
[2] )
Not: İleriki zamanlarda Medine’yi terk etmek zorunda kalan Yahudilerin bir
kısmı Şam’a gitmiş bir kısmı da Hayber’de kalmışlardı. Özellikle Hayber’de kalanların
pişmanlıklarını anlatan rivayetler vardır ki bu durum aynel yakin tecelli
etmiştir. Hatta öyle ki onlardan bazıları Hayber fethedilirken çeşitli
yararlılıklar bile göstermişlerdir.
[3] )NOT:
Bu ayetlerin Yahudiler hakkında indiğine dair rivayetler daha fazladır.( M.Sait
Şimşek)
[4] Sual:
Müellefe-i kuluba zekât verilmesi Kur’an-ı kerimin emri iken Hazret-i Ömer’in
bunu durdurduğu doğru mudur?
Cevap: Kur’an-ı kerimde zekâtın 8 insana verileceği beyan
buyuruluyor: Fakirler, miskinler, âmiller (zekât tahsildarları), mükâtep
köleler, borçlular, yolda kalmışlar, Allah yolunda mücahede edenler ve
müellefe-i kulûb (kalbi islama ısındıracak olanlar)
Müellefe-i kulûb, Kureyş’in
büyükleri ile Arab kabilelerinin ileri gelenlerinden bazı kimselerdir.
Resûlullah aleyhisselâm, âyet-i kerîme istikametinde bunlara zekâttan hisse
verirdi. Bunlar 3 kısımdı:
1) Resûlullah zamanında yeni
müslüman olup gönlünde İslâm nurunun iyice yerleşmesi istenenler.
2) Henüz müslüman olmayıp da kalbi İslâmiyete ısındırılmak lâzım gelenler.
3) Münâfıklardan olup şerlerinden sakınılmak istenenler.
Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra bunlara zekât verilip
verilmeyeceği meselesi, ulemâ arasında ihtilâf mevzuu olmuştur. Cumhur
(ulemanın ekserisi), verilmeyeceğine kâildir. İmam Şâfi̔î’nin iki kavlinden
birine göre lüzumu hâlinde verilebilir. Resûlullah’ın irtihalinden sonra bunlar
Halife Ebû Bekr’e gelip, ellerindeki hisselere dair yazıların tecdidini
istediler. Halife bunları maliye nâzırı Hazret-i Ömer’e havâle etti. O da
bunları geri çevirdi. Halife, onun reyini tasdik etti. Mesele sahâbe arasında
şâyi̔ olunca, hiç biri bunu red ve inkâr etmeyip icmâa hâsıl oldu.
Tecrid Şerhi’nde diyor ki: “Bir hükm-i şer’î [şer’î hüküm], bir
mânâ-i hâssa, bir sebeb-i mahsusa istinaden [hususî bir mânâ ve sebebe
dayanarak] sâbit olursa, o mânâ-i hâssın, o husûsî sebeb ve illetin zehâbı ile
[o sebeb ve illetin ortadan kalkmasiyle] hüküm de nihayete ermiş oluyor. Her
hüküm, sebebi ile deverân ediyor [dönüp dolaşıyor]. Sebebin zevâl ve
intihâsiyle [ortadan kalkması ve sona ermesiyle] hüküm de zâil ve müntehî
oluyor [kaybolup sona eriyor].” (Zeynüddîn Zebîdî/ Kâmil Miras: Sahîh-i Buhârî
Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 8.b, V/329.)
Hazret-i Ömer’in, müellefe-i kulûba, yani kalbi İslâmiyete ısındırılacak
olanlara zekât vermemesinin delillerinden en mühimi, “Zekâtı müslümanların
zenginlerinden alıp, müslümanların fakirlerine ver!” meâlindeki Muaz hadîsidir.
(Buhârî: Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Meğâzi 60, Tevhid 1; Müslim:
İman 31; Tirmizî: Zekât 6; Ebû Dâvud: Zekât 4; Nesâî: Zekât 46.) Sünnet ile
âyet hükmünün neshi Hanefî mezhebinde caizdir. Bu da ona misaldir.
Nitekim “Müellefe-i kulûb ismi verilen bu gibi kimselere zekât
verilmesi, âyet-i kerîmede emredilmiş iken, neye vermedin?” diye sorulunca,
Hazret-i Ömer “Gayrımüslimlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allah’ın va’d
ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, onların azgın olduğu zamanda idi.
Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi
bunların kalblerini mal ile kazanmağa lüzûm kalmamıştır” dedi. Ardından da
müellefe-i kulûbun gayrı-müslimlerine zekât verilmesi emrini nesh eden, yani
tatbikat zamanının bittiğini bildiren ve zekâtın ancak mü’minlerin hakkı
olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi (Bakara: 273) ve Muaz hadîsini okudu. Bunun
üzerine bu âyetin nesh edilmiş olduğu ve artık müellefe-i kulûba zekât
verilmeyeceği hususunda icmâ̔ meydana geldi. Hazret-i Ömer’in hazîne emîni
olduğu bu zamanda halife, Hazret-i Ebû Bekr idi; o da bunu kabul etti. Nitekim Kur’an-ı
kerîm ilk zamanlarda düşmandan esir almayı yasaklanmış iken, sonradan
Müslümanlar güçlenince, buna âyet-i kerîme ile izin verilmiştir.
Kaldı ki, âyet-i kerimenin bu hükmü neshedilmemiş olsa bile bile,
müellefe-i kulûb kalmayınca, zekâtın masrifinden (verileceği 8 sınıftan) bu
sınıf düşmüş demektir. Hâlihâzırda bundan başka, rikâb (köle) ve âmil (zekât
tahsildarı) sınıfı da yoktur. Âyet-i kerîmenin bu kısmı da neshedilmiştir
denebilir mi? Ayağı kesik olan kimse için abdestin farzı 4 değil, 3’tür. İmam
Muhammed’in eserlerinde: “Zekât 8 sınıfa taksim edilir. Ancak müellefe-i kulûb
artık ortadan kalkmıştır” der. (İmam Muhammed eş-Şeybânî: el-Asl, Dârü İbni
Hazm, Beyrut 1433/2012, 142; el-Câmi̔u’s-Sagîr, Beyrut 1990, 124.) Bütün Hanefî
fıkıh kitaplarında da böyledir.
Halife Ömer bin Abdilaziz’in müellefe-i kulûba tekrar zekât vermeye
başladığı iddiasına gelince: Ömer bin Abdilaziz böyle bir ödeme yapmıştır,
ancak bunu beytü’l-mâlin zekât değil, başka kısmından ödemiştir. Nitekim
ulemâdan, müellefe-i kulûbun gayrımüslim olan sınıfına, zekâttan değil,
ganîmetlerin Resûlullah’ın hissesine düşen 5’te 1’inden ödeme yapıldığını
söyleyenler de vardır.
Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması
değil, onlara zekât verilmesi yasak edilmiştir. Kaldı ki, pek çok fetihlerin
yapıldığı ve kalabalık grupların müslüman oldukları Hazret-i Ömer zamanında,
müellefe-i kulûba zekât verilmesi ihtiyacı, Ömer bin Abdilaziz’in zamanından
daha az değildi. Üstelik müellefe-i kulûbun kimler oldukları hususunda da ihtilaf
vardır. İmam Şâfi̔î gibi birçok hukukçu, bunların yalnızca İslâm’a yeni girmiş
kimseler olduğunu; ancak bugün kalmadığını söylemişlerdir.
Ayrıca zekâtın verileceği yerlerden biri de âmil, yani zekât
toplama memurudur. Kaynaklarda, zekât memurunun Hâşimî veya gayrımüslim olması
hâlinde, bunların zekâttan bir şey alamaya-caklarını tasrih edilmiştir. Çünki
Hâşimîlere ve gayrımüslimlere zekât verilmez. Sünnet, âyetin hükmünü tahsis ve
takyid etmiştir.
Yine denilebilir ki, eskiden zekâtı devlet toplar ve icab eden
yerlere sarfederdi. Devletin zekât toplamadığı zamanlarda, insanların
müellefe-i kulûbu tesbit etmesi çok zordur. Halbuki zekât, müslümanların her
şart ve zeminde yerine getirmesi lâzım gelen bir vecibedir.
Bazı müelliflere göre, bu kişiler, zekât fonundan değil, Bahreyn
haracı veya bir arazinin gelirinden kendilerine tediye yapılmasını
istemişlerdi. Bu sahih ise, o zaman mesele kökünden kalkar. Bunlar, Hazret-i
Ömer’in kestiğinin, müellefe-i kulûba verilen zekât fonundan değil, beytülmâlin
başka kaleminden yapılan ödemeler olduğunu; bunun da halifenin salâhiyeti
dairesinde bulunduğunu söyler. Nitekim bu kişilerin isteyip Hazret-i Ömer’in
men ettiği şey, zekât malı değil, iktâ edilmiş araziden ibarettir.
Bir başka müellif, halifenin, toplanan zekâtı Kur’an-ı kerîmde
sayılan 8 sınıftan birine vermek hususunda muhayyer olduğunu; Hazret-i Ömer’in,
müellefe-i kulûba verme şıkkını ihtiyar etmediğine dikkat çekerek şöyle söyler:
“Belli ki zekât vermek farzdır; ama o 8 sınıftan birini seçmek mübahtır ve mükellefin
kendi seçimine bırakılmıştır. Hz. Ömer’in ‘müellefe-i kulûb şıkkını seçmiyorum’
demesi neden âyeti değiştirmek olsun? Ortada müellefe-i kulûbdan birisi
kalmadıysa âyetin hükmü kalkmış mı olacak? Bir dönem gelse ve ‘fakir’ kalmasa,
dolayısıyla fakire zekât verilemese, âyetin hükmü sona erdirilmiş mi
sayılacak?”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar