Print Friendly and PDF

CEHENNEM SOĞUKTUR BİZE

Cehennem azabının sonsuza kadar süremeyeceğini göster­mek için Şeyh (İbn  Arâbi), Kur’an ve Hadislerden faydalanır.[1]Günahkârla­rın[2]orada sonsuza kadar kalacağını söyleyen Kur’an âyetlerini tartışma konusu yapmaz. Şeyh, bu âyetlerdeki orada zamir ifade­sinin her zaman dişil olmasına dikkatimizi çekerek, bunun “azab”a değil “Ateş”eişaret ettiğini söyler. Kur’an ve Hadiste aza­bın sonsuza kadar süreceğine dair hiçbir şey vahyedilmemişken, Cennet Bahçesinde durum böyle değildir. Ayrıca, Allah’ın rahme­tinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki, Allah günahları bağış­lar (39:53) böylece hiçbir şey azabı sonsuz yapmaz. Buna ek ola­rak, ceza sadece işlediklerine uygun (78:26) olabilir, bu yüzden sınırlı bir günah sınırsız bir cezayı gerektirmez.
Cehennemin azabının ortadan kalkması gerekir, çünkü en sonunda (bi’l-ma’âl) rahmet, herşeyi kapsadığını, üstünlük ve önceliğini gösterecektir. “Azap ilâhî gazaptan, saadet ise rızadan kaynaklanır. Rıza sonsuz rahmetin gözler önüne serilmesidir, ama gazap sona erer.” (III 382.35)
Vücudun hakim gelen rahmet sıfatları Rahman’ın Nefesi’nin ilk cevherine ait olan sıfatlardır. İnsanın “ilâhî ahlâk ile ahlâklanması”, o insana vücudla daha çok uyarlığı, yani Allah’a daha faz­la yakınlaşmayı kazandırır. Rahmet, Hakk’ın en aslî mahiyetine ait olduğu için insanların yaratıldıkları ilâhî suret rahmetin hük­mü altındadır. Gazap ise ikincil bir niteliktedir. Tüm bunların an­lamı şudur; rahmet, aşk ve merhamet olan hakikatin kendini zâ­hir etmesi gerekir, insanları hakikatten uzaklaştıran ise sadece bâtıl olan şeylerdir. Bâtıl yok olur, Hakk kalır. Cehennemin geçi­ciliğinin kaynağını açıklayan bu düşünceler aşağıdaki pasajda da­ha açık olarak görülür:
Allah kalpleri hak ve bâtıl, iman ve imansızlık, ilim ve ce­haletin yeri yapmıştır. Batılın, imansızlığın ve cehaletin nihaî so­nucu sona erme ve yok olma olacaktır, çünkü bunlar vücudda kaynağı bulunmayan özelliklerdir. Bunlar zâhir bir özelliği ve bi­linen bir sureti olan bir tür yokluktur. Bu özellik ve bu suret va­roluşlarına ait bir destek ararlar ama bulamazlar; böylece sona erip hiç olurlar. Bu yüzden nihaî akıbet saadet olur.
Bunun aksine iman, hakikat ve ilim, varlığını Hakk’ta bulan bir özden beslenirler. Hükümleri bu özde sabittir, değişmez. Baş­ka bir ifadeyle bu isimlerle isimlendirilen bu öz Hakk ile aynıdır. Yani Hakk olan, Alim olan, Mümin olan O’dur. Buna göre, iman Mümin’den, ilim Alim’den, hak ise Hakk’tan beslenir. Vücud O ol­duğu için Hakk bâtıl olarak isimlendirilemez. “Cahil” ve “kafir” olarak da isimlendirilemez. O bunlardan münezzehtir, Yücedir.
Buna göre ilâhî kitapların manası müminin, halifelerin ve mi­rasçıların kalplerine nüzul eder. Bunların faydaları her türlü iyi­liğin yeri olan kalpleredir. Ne var ki Şeriatın ilâhî emirlerinde varolmayan hâllere ahval adı verilir ve “sapma” olarak adlandı­rılır. Bunların kalıcılığı yoktur; kendileri yok olduğu için hükümleri de ortadan kalkar. Eğer bir kimse cehenneme girmişse, bu sadece onun kötülüklerinin yok olması, geriye iyiliklerinin kalması içindir. Kötülükleri kaybolup iyilikleri kaldığında, “Sa­adeti kötülükleri tarafından tüketilmiş saadet ehli” , olarak adlan­dırılır. (III, 417.35) -
Kısaca, âlem Rahman’ın Nefesi’nden çıkar ve Rahman salt ha­yırdır. Varolan herşey kendi kaynağına dönmek zorundadır bu nedenle herşey salt hayra, iyiliğe geri döner. Bir şeyin salt iyiliği o şeyin saadet içinde bulunmasını ister. Varlıkların karşılaştık­ları “şer” onların mümkün şeyler olmalarından -yani kayıtsız olan vücudun gerekliliği ile yokluğun mümkün oluşluluğu ara­sında bulunan iki anlamlı durumlarından- ya da Allah’tan gayrı herşeyin O Değil olması gerçeğinden kaynaklanır. Âleme bir şer’in girmesi ise “Allah tarafından değil, mümkün olan bir şey tarafından zâhir olur.” (III 389.25) Şer ve azaba ait olan yön en sonunda ortadan kalkar, çünkü kaynağı yokluktur. Öte yandan, varlıklar yok olmazlar, çünkü onlar vücudun niteliğindedirler: “Yokluktan gelen şeyler vücudda asla varolmazlar.” (I 312.34) Özetlersek; “Âlem, özü itibariyle rahmetin nesnesidir; sadece ikincil sebeplerden dolayı gazaba maruz kalır.” (III 207.28)[3]
İbn Arabî bazı ilâhiyatçıların ve fakihlerin kendi görüşlerine göre günahkâr gördükleri kimselerin sonsuz azapta kalacakları iddialarını kabul etmez. Böyle bir Allah anlayışını yanlış bula­rak, birçok yerde bu kimseleri eleştirir. Buna bir örnek aşağıda verilmiştir:
(Bu anlayışa ulaştığında) Allah’ın rahmetini itaatkâr olsun veya olmasın tüm kullarına dağıtmak isteyen bir kimse ile Al­lah’ın rahmetinden bazı kullarını mahrum etmek isteyen bir kim­se arasındaki farkı anlamaya başlarsın. Bu ikinci kimse Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetini yasaklarken kendini bu yasağa dahil etmez. Allah’ın rahmetinin gazabını aştığı hakikati olmasaydı, böyle bir sıfata sahip bir kimse asla Allah’ın rahmetine ulaşamaz­dı. (III 370.15)
Rahmetin en sonunda hakim olacağı hakikati, gazap sıfatının sona ereceği anlamına gelebilir. Yine de Allah’ın “iki eli” vardır ve O’nun hakikati değişmez. Kozmolojik olarak cehennemin, gaza­bın birtakım tesirlerinin olduğu alanlara, yani semalara ve arza yerleşmiş olduğu gerçeği Allah’ın gazabının bekâ bulacağını gös­terir ve cehennem asla yok olmaz. Ama insanlar gazabı azap ola­rak tecrübe ederler ve bu azabın bir sonu vardır. Ne var ki Şeyh, saadetin tanınmasının, onun zıddı olan şeyin anlaşılmasını ge­rektirdiği için azabın hayalde bulunmaya devam edeceğim söyler.
Sadece ilâhî isimlerin ahkâmlarını sürdürmeleri için Hazreti Hayale ait azabın dışında cehennemde hiçbir azap kalmaz. Bir isim sadece kendi hakikatinin gerektirdiği hükümlerin zuhurunu gerekli kılar. Bir ismin zuhuru Alim ve Mürîd isimlerinin hüküm­lerine ait bir şey olduğu için herhangi bir varlığı gerektirmez.
Buna göre, hayalî ya da cismanî bedende ya da herhangi bir şeyde Müntekim’in hükmü zâhir olduğunda bu ismin hakları, ahkâmının ve etkisinin ortaya çıkmasıyla yerine getirilir. Bu yüzden ilâhî isimler geçerliliklerini, tesirlerini sürdürürler ve her iki âlemin sakinleri isimlerin hükümlerinden ayrılamazlar. (III, 119.2)
Başka bir pasajda Şeyh, ilâhî isimlerin hükümleri meselesine farklı bir yönden yaklaşır ve Allah’ın yaratılmışlara gazaplı olma­sının sona ermesinden sonra da tesirlerini nasıl sürdüreceklerini açıklar. Bu ise, Şeyh’e göre Kur’an’da (20:4) zikredilen ve elli bin yıl sürecek olan kıyamet gününün sonunda gerçekleşir.
[Şeyh genellikle kıyamet gününü 50 bin yıl olarak ifade eder ve bunun nedenini çeşitli şekillerde açıklar. Ama bir yerde bu sürenin tam olarak uzunluğundan emin olmadığını çünkü Allah'ın bu ilme ait keşfi vermediğini söyler(III 383.10).]
 Şeyh Kur’an’da zikredilen Allah’ın bazı gazap sıfatlarına işaret etmektedir: İntikam alıcı, cezalandırıcı, geciktirici ve mani olucu.
Bu sürenin bitiminden sonra hakim hüküm, Rahman ve Rahim’e geri döner. En güzel isimler (17:110) Rahman’a aittir ve hakim hükümlerinin yöneldiği kimseye göre bunlar “en güzel” isimlerdir. Rahim Rahmeti yoluyla gazaptan intikam alır ve Ra­him cezalandırıcıdır. Rahmet yoluyla gazabı mani ederek hakika­tini geciktirir. Buna göre isimlerin karşılıklı zıtlıklarına ait hü­küm ilişkilerinde devam eder, ama yaratılmışlar rahmete boğul­muşlardır. Karşılıklı zıtlıklara ait hüküm isimlerde sonsuza dek kalır, ama bizde kalmaz. (111 346.14)
Başka bir yerde Şeyh isimlerin kendilerine değil de, acı çek­meye ve derde yol açan gazap isimlerinin tesirlerini sürdüreme­yeceği gerçeğinin pratik sonuçlarına bakar. Bu işlemde Kur’an ve Hadis’te anlatılan cehennemde görevli şiddetli meleklere ve cehennemdekilere acı veren hayvanlara değinir. Bu pasajın başlan­gıcında, “Her nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır.”(2:115) Kur’an âyetine değinen Şeyh, bunun varoluşun evrensel bir kuralı olduğunu ve cehennemin bunun dışında olmadığını söyler. Şeyh cehennemi kişileştirirken, “O gün cehenneme: Dol­dun mu? deriz. O da: Daha var mı?” der (50:30) Kur’an âyetini takip eder.
Günahkârlar Cehennem’de saadete ulaşacaklardır; ama onla­rın saadeti ile Cennet Bahçesi sakinlerinin saadeti arasındaki farklılığı sürdüren bir faktör vardır: Cehennemdekiler her zaman Allah’tan mahcup kalırken, Cennet Bahçesindeki saadet ehline Allah’ın rüyeti sunulacaktır. Buna göre Şeyh şöyle der:
“Ahiretin iki meskeni vardır: rüyet ve hicap.” (II 335.18)
Hadislerde cennetin sekiz ve cehennemin yedi kapısından söz edilmiştir. Şeyh’e göre, cehennemin yedi kapısı en sonunda açılacaktır. “Ama Cehennemin sekizinci kapısı olup bu kapı ki­litlidir ve asla açılmayacaktır: Bu kapı Allah’ın rüyetine perdeli olma kapısıdır.” (I 299.5) Allah’ın rüyetini görmeleri azaplarını artırmasın diye cehennemdekiler azabı tattıkları sürece bu perde orada kalır. Allah’ı görmüş olsalardı mahrumiyetleri hakkında daha derin bir fikre sahip olurlardı ve azapları artardı. Ve azap sona erdiğinde, onların saadeti tatmaları için bu perde yerinde kalır.
Eğer Allah cehennemdekilere kendini gösterseydi, onların önceki kötü işlerinden ve cezayı hak etmelerinden dolayı bu gü­zel tecelli, önceden yaptıkları şeylerden Allah’ın karşısında utan­madan başka bir şey getirmezdi ve bu utanma azaptır. Ama azap sona ermiştir. Bu nedenle onlar müşahede etmenin ve rüyetin zevkinden habersiz kalırlar. Perdeli olmaları sayesinde saadete sahiptirler. Amaç saadettir ve bu perde yoluyla sağlanmıştır. Ama kimler için? Allah’ın rüyetinin saadeti ile perdenin saadeti nasıl karşılaştırılabilir ki! O gün onlar Rablerinden perdelenmişlerdir. (83:15) (III 119.7)
En son analizde, saadet, bir kimsenin mizacı ile uyum sağla­ması gereken bir şeydir. Bu, cehennem sakinlerinin huzur içinde bulunmalarını açıklar. Şeyh bu hususu, “Nihayet onların arasına kapısının içinde rahmet, dışında azap olan bir duvar çekilir” (57:13) Kur’an âyetinde zikredilen cennet ile cehennem atasın­daki duvarın mahiyetini anlattığı uzunca bir pasajda açıklar. Şeyh, aslında duvarın kendisinin özellikle bir rahmet olduğunu, çünkü duvarın bâtın boyutunda azap olsaydı cehennemdeki aza­bın da cennetteki saadet gibi sonsuz olması gerektiğini söyler. Şeyh Cennet ehlinin istedikleri vakit bu duvara tırmanıp Cehennemdeki insanların görünüşlerini seyretmekten hoşlanacağını söyler. Duvarın üzerinde rahmete gark olmuş bir şekilde Cehen­nem ehlini seyrederken, Cennet Bahçesi’nde bulamadıkları fark­lı bir saadeti bulurlar, çünkü korku içindeyken aniden gelen gü­vende olma hissi, her zaman güvende olmaktan daha fazla zevk verir. Cehennem ehli de rahmete dahil edilmelerinden sonra, duvardan Cennet ehlini seyrederler.
Rahmet, Cehennem ehlini de kucakladıktan sonra, Cehen­nemde olmaktan zevk duymaya başlarlar ve Cennet’te olmadık­ları için Allah’a hamd ederler. Bunun nedeni ise bu hâldeki miaçlarının böyle olmasını gerekli kılmasıdır: Bu mizaçla birlikte Cennet’e girmiş olsalardı, acıya gark olup elem içinde olurlardı. Bu nedenle- eğer anladıysan- ne olursa olsun saadet uygun olan­dan, azap da uygun olmayandan başka bir şey değil. Buna göre, nerede olursan ol, mizacına uygun olan şey seni bulduysa saadet içinde olursun, mizacına uygun olmayan şey seni bulduysa azap­ta olursun.
Bulunulan yerler oraların sakinleri için sevimli kılınmıştır. Ateş cehennem ehlinin bulunduğu yerdir ve onlar bu yerin sa­kinleridir. Ondan yaratılmışlardır ve oraya geri dönerler. Cenne­tin sakinleri olan cennet ehli ise cennetten yaratılmışlardır ve oraya geri dönerler.                                                               .
Bulunulan yerden zevk almak o yerin sakinlerine ait bir sıfat­tır. işlerinde aşırıya gitmelerinden veya hiç yapmamaktan dolayı perdeli olabilirler. Bu, durumlarının değişmesine neden olur. Be­raberinde getirdikleri illet bulundukları yerin zevkinden perdeli olmalarını doğurur.
Örneğin cehennem ehli elemi ve acıyı gerektiren işler yapma­mış olsalardı ve mizaçlarına uyan yerde mezarlarından yeniden diriltildiklerinde cennet ile cehennem arasında bir seçim yapma­ları istenilseydi, aynen bir balığın yeryüzü sakinlerinin hayat bul­duğu havadan kaçarak suyu seçmesi gibi, onlar da cehennemi se­çerdi. (IV 14.34)[4]
İbn Arabi’nin ölümden sonrasına ait öğretilerinin kısa bir özetinin sonunda, konuya başladığım noktayı hatırlatmama izin verin: Şeyh’in görüşünde ölümden sonraki yaşama dair gelenek­sel tanımların tamamı, akla ne kadar tuhaf gelirse gelsin, vücu­dun sahip olduğu tahayyül gücüne dayanılarak açıklanabilir.
Kur’an ve Hadis, insanların büyük bir çoğunluğunun ya imanla kabul ettiği ya da akıl ve mantığın kurallarına uygun yorumladı­ğı, Allah ile ahiret hakkında çeşitli ifadelerle doludur. Ancak Şeyh, özellikle Müslüman olan bir kimsenin yaptığı, açık anlam­dan uzaklaşan her türlü yoruma karşı çıkar. Böyle bir kimse, “vahyedilmiş Kitaplara değil de kendi yorumuna imanı olduğu­nu”(I 218.26) gösterir.[5]
Allah’ın bir kimsede yarattığı o kimse gibi geçici bir hayata sahip kuvveler olan kendi düşüncelerinin ve zanlarının hüküm­lerine uyulması, bizim gözümüzde en şaşılacak şeydir. Allah bu kuvveleri aklın kulları olarak yaratmıştır. Ne var ki akıl onların hükmüne uyar. Akıl aynı zamanda bu kuvvelerin kendi seviyele­rinin ötesine geçemeyeceğini ve hafıza, suret verme, hayal ya da dokunma, tatma, koklama, duyma, görme gibi hissî kuvvelere ait özelliklerden yoksun olduğunu da bilir. Yine de tüm bu yetersiz­likleriyle birlikte, akıl Rabb’ine ait bilgide bu kuvveleri takip eder. Öte yandan, Peygamber’in diliyle Rabb’inin kendisi hakkın­da bildirdiklerini takip etmez. Bu ise âlemde olan en şaşılacak ha­talardan biridir. (1 228.27)
Şeyh’in eleştirilerine maruz kalan aklî yorumlama gerçek bil­giye götüren yaklaşımı göz ardı eder. Yani, akla en olmadık gelen şey, aslında aynen Kitap’ta anlatıldığı şekliyle hayal gücü sayesin­de gerçekleşir.
Sh: 138-154

Kaynak: William C. Chittick, Hayal Alemleri, Tercüme: Mehmet Demirkaya  Orijinal Adı: İmaginal Worlds: İbn Al-'İrabi And The Problem Of Religious Diversity ,2. Basım: Ekim 2003, İstanbul



[1]  Zaten Kelam Otoritelerinin çoğu aynı sonuca söylemek zorunda kalmış­lardır. (Smith ve Haddad, Islamic Understanding of Death and Resurrection, s.95).
[2] İbn Arabî günahkârları (mücrimleri) “Cehennem’in Sakinleri” olarak ifa­de eder. Böylece cehenneme bir süre girdikten sonra oradan çıkacakları bunlardan ayrı tutar. Mücrimleri bilinen dört gruba ayırır: Kibirliler, eş-ortak koşanlar, ateistler ve münafıklar. Bkz. Fütuhat, Bölüm 61.

[3]   Bkz. II 486.2; III 328.27, 433.5.
[4]    Saadetin “Bir şeye uygun olması” anlamında kullanımı için bkz. II 327.34, 486.4; III 387.23.
[5]   Bkz. SPK, Bölüm 12.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar