Print Friendly and PDF

HULÂSAT-UL -EKVÂN VE TABÎB-İ A’ZÂM SALLALLÂHU ALEYHİ VE SELLEM HAZRETLERİ’NİN MEKKE-İ MÜKERREME’DEN MEDİNE-İ MÜNEVVERE’YE HİCRETLERİ ESNÂSINDA ZUHÛR EDEN BİR HÂDİSEYİ BEYÂN EDEN MENÂKIBTIR

Bunlarada Bakarsınız

 

Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm, emr-i Hakk üzere Risâletmeâb Aleyhisselâm Hazretlerine nâzil olup, Mekke-i Mükerreme'den ayrılmak ve Medine’ye gitmek için emr-i İlâhî sâdır olduğunu ve tebliğ için geldiğini Resûlullah’a arzetti. Ve bu hicret dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, gerek Risâletmeâb Hazretlerine ve gerekse ilâ yevm-ül kıyam (kı­yamete kadar) gelecek bilumum efrâd-ı ümmetine ihsân edecek olduğu fezâil ve atâyây-ı ilâhiyye’nin kâffesini ve hatta her bir fert için hâsıl olacak fazileti dahi beyân buyurdu. Hicretle memur olduğu gecede Resûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretlerine Cibrîl-i Emîn tekrar tekrar nâzil oldu. Resûlü Ekrem Aleyhisselâm da, Cibrîl Aleyhisselâm’ın böyle tekrar tekrar nâzil olmasından mutlaka bir Emr-i Hakk olacağını idrak etti.

O gecede Mekke'de, cin tâifeleri Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a zarar ve ziyan vermek için toplandılar. Maksatları, fırsat bulurlarsa Resû­lü Ekrem Aleyhisselâm’ı helâk etmek idi. Bu cin tâifeleri de Harka’z -Zenâdil denilen tâifeden olup, dokuz yüz bin kişi vardı. Ve yedi yüz bin kişi de Mâridler’den vardı. Beş yüz bin kişi de Gaffâriyetler’den vardı. Bu cinlerin ekabirleri insan şekline girip Kureyşilerin müşrikleriyle ve kâfirleriyle sık sık görüşüyor ve Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’ı Mek­ke'den tard-u ihraç (atmak, çıkarmak) için türlü türlü hile­leri öğretiyorlardı. Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’ın idamı veyahut nefyi (sürgün edilmesi), veyahut ölünceye kadar hapse atılması; bu üç fikir üzere Kureyşiler’in ileri gelen takımlarını Daru’n -Nedve denilen şûrrethâneye "şirret evi"  topla­mak tedbiri de cin taifelerinin telkini ve ilhâmı ileydi. Cenâb-ı Hakk Teâlâ, Cibrîl Aleyhisselâm vasıtasıyla Kurey­şiler’in kararını ve cin tâifelerinin içtimâlarını bildirdi. Sey­yid-i Kâinât Aleyhisselâm Hazretlerinin kalbine biraz hüzün ve keder ârız oldu. Bu, kendi vatanını terk ederek diyâr-ı gurbete gitmek icap ettiğinden veya kendi vücûd-u saâdetlerine o küffâr-ı Kureyş’ten bir zarar dokunacak diye düşündüğünden de değil; ancak ümmet-i merhûmenin (müslümanların) halini düşünmekten ârız oldu. Ol ge­ce Mekke'ye gelip toplanan cin tâifelerinin adâveti, ilâ yevm-ül kıyam gelecek ümmetine karşı da dâim ve bâki olduğundan, bu muzur ve kuvvetli mahlûkların şerrinden ümmetimi nasıl muhafaza edeceğim ve bunlara karşı ümmetimin hali ne olacak diye tefekküre daldı. Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm, Seyyid-i Kâinât’ın hüzün ve teessü­füne muttalî olunca dedi ki:

-“Yâ Muhammed! Cenâb-ı Hakk sana, Ebu’l -Be­şer Âdem Aleyhisselâm’a, Neciyyullah Nuh Aleyhisse­lâm’a, Halîlullah İbrahim Âleyhisselâm’a, Kelîmullah Musa Aleyhisselâm’a, Rûhullah İsâ Aleyhisselâm’a ihsân buyu­rulmamış olan husûsî inâyet ve meskeniyyeti ihsân bu­yurdu. Neden mahsûn ve mükedder oluyorsun?” Resulü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:

-“Yâ Sefîr-ül A’zam! Benim düşüncem ve kederim şudur ki, ben dâr-ı dünyadan intikal ettikten sonraki asır­larda dünyaya gelecek olan efrâd-ı ümmetin halini düşü­nüyorum. Bu tâife-i cin ve bu düşmanlar, onlara tasallut ederse, bunların şerrinden nasıl kurtulurlar. Efrâd-ı üm­metimden çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar gibi mahvolur ve helâk olur diye düşünü­yorum. Yalnız kalan ümmetim bunların şerrinden ne su­retle halâs yolunu bulacaklar diye tefekkür ediyorum. Bu düşmanlar ümmetimin üzerine saldırıp, efrâd-ı ümmetimi dâr-ül kerâmetten mahrum edecek fitne ve fesâda sevkedecekler diye korkuyorum.”

O halde Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın üzerinde bulunan hüzün ve teessüf haline Cibril Aleyhisselâm da mahzun oldu. Hatta bilcümle melekler de aynı hale mâruz oldular. O hüzün ve teessüfle Cibril Aleyhisselâm, evâmir-i ilâhiyyeyi telakkî etmek için durulacak olan makâm üzerinde Hakk Teâlâ Hazretlerine Habib-i Ekrem Aley­hisselâm Hazretlerinin halini arzetti. Biraz sonra Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve dedi ki:

-“Yâ Resûlullah! Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri sana ve senin refîk-i hâsın olan Sıddîk-ı Ekber'e selâm etti. İlâ yevm-il kıyâm ümmetinizden olup, hücre-i suğrâ ve hücre-i kübrâ ile müşerref olacak olan ricâlullah ve ekâbir ümmetinize de selâm etti. Sonra bana emretti. İlâ yevm-ül kıyâm bi’set ve risâletinizi tasdik edip, ümmetliğe kabul edeceğiniz bilcümle efrâd-ı ümmetinizi huzûrunuza davet etmek için, bu ümmet-i merhûmenin içinden en za­yıf olan ümmetinizi de, ve ümmetinize hâdim olacak ricâl ümmetini de göstermek için emretti. Emr-i Hakk üzere Cibrîl Aleyhisselâm, bilcümle efrâd-ı ümmetin zerrelerini davet ederek huzûr-u Resûlullah’a dizdi. Ve her tâifeyi kendine mahsus makâm ve fazilet itibâriyle, derece de­rece olmak üzere Resûlullah’a takdim ve arz etti. Resûlü Ekrem Aleyhisselâm, Sıddîk-ı Ekber ile kalkıp beraberce, bir koyun sürüsünden, zayıf olan koyunlarını seçer gibi en zayıf ümmetlerini tefrîk ettiler (ayırdılar). Sonra ekâbir ricâlullâh hazerâtından bir kaç zâtı davet ederek, birer taife olarak taksim ve tevzî etti. Herkese, “Bu sana gös­terdiğim ümmetin haline ve işlerine bakacaksın” diye emir ve tavzîf buyurdu. Sonra Cibrîl Aleyhisselâm, o ricâlullâh ve havâs ümmetten doksan dokuz zâtı, Resûlullah Aley­hisselâm Hazretlerine takdim etti. Ve dedi ki:

-“Yâ Muhammed! Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kırk bin enbiyâ ve mürselîn-i kirâm hazerâtına bağışlamış olduğu rahmet ve inâyet (lütuf), kendilerine ihsân edilmiş olan  ricâlullah’tır. Ve havâs ümmetinizdir. Ulu’l Azm hazerâtına muhsûs olan inâyetin faziletine de müşterek olan ricâlullahtır. Bu inâyet, dâr-ı dünyaya gelip, orada ifâ edilecek cihad ve vezâif-i ubûdiyyet üzere değildi. Sırf Mevhîbe-i İlâhiyye (Allah vergisi) olarak vücutlarına ruh nefh olu­nurken, beraberinde bu inâyet de bunlara ihsân edilmiş­tir. Yâ Muhammed, bu sana gösterdiğim doksan dokuz ricâlullahtan birisinin bir nefesi sayesinde, efrâd-ı ümme­tiniz, o düşmanların şerrinden yedi sene emîn olurlar. Ve onların şerrinden yedi sene emîn olacak gâyret-i ilâhiyyeye (Allah uğrunda çaba gösterme kabiliyetine) mazhâr olurlar. Bu kuvve-i kudsiyyeye mâlik olan ricâlullâh, ümmetinizin içinde bulunduğu için, o kadar mahzun ve mükedder olmamanız gerekir. Cenâb-ı Hakk böylece sa­na arzetti."

Resulü Ekrem Aleyhisselâm’a, Cibrîl Aleyhisselâm’ın tebşîrâtı üzerine teselli ve itmi’nân-ı kalb hâsıl oldu. Ümmetini, o düşmanlarından kurtaracak hâdimlerin, üm­metin içinde bulunduğuna kanâat hâsıl oldu. Cibrîl Aley­hisselâm dedi ki:

-“Yâ Muhammed! O ricâlullaha mahsus olan yedi fazîlet vardır ki, başka evliyâ ve ricâlullaha nasip olma­mıştır.”

BİRİNCİ FAZÎLET : Cenâb-ı Hakk onlara, kendilerini vücûde getirmezden mukaddem (önce), velâyet-i ulyâ (yüce evliyalık) makâmını tevcîh ve ihsân buyurmuştur. Halbuki başka evliyâlarına velâyet, hilkatten (yaratıldık­tan) sonra ihsân buyurulmuştur.

İKİNCİ FAZÎLET : Cenâb-ı Hakk onların zerreLrini halk ve icâd buyurduğu lâhzadan itibaren, Resûlü Ekrem aleyhisselâm ile içtimâ ve mülâkât-ı beriyye (toplanıp karşılıklı konuşma) hâsıl oluncaya kadar, Resûlullah aleyhisselâmın ümmetini hatmederek duâ ve münâcaat ediyorlardı. Bu ricâlin zerre-i şeriflerinden sâdır olan bir münâcaat üzere efrâd-ı ümmetten kırk bin kişi ehli saâdete ilhâk ediliyordu.

ÜÇÜNCÜ FAZÎLET: Cenâb-ı Hakk zerrelerini halk ve icâd ettiği zamandan itibaren her gece yedi bin kere Kur- ân-ı Kerîm’i hatmederlerdi. Hatm-i şeriflerini dinlemek Meleü’l -A’lâ nâm makâm-ı mübârekde bulunan melâike-i kirâma kuvvet ve gıda idi.

DÖRDÜNCÜ FAZÎLET: Kendileri dâr-ı dünyaya teş­riften itibâren her yirmi dört saatte semâdan nazil olacak yirmi dört bin belâ ve mesâibe ve arzdan hâsıl olacak yirmi dört bin musîbetten dahi ümmet-i Muhammed’in se­lâmeti için münâcaat ederler. Ve o münâcaat sayesinde, o kadar belâlardan ümmeti-i Muhammed selâmet bulur­lar. Husûsen Haremeyn-i Şerifin (Mekke ve Medine) ahâlisine bundan başka hizmette bulunurlar.

BEŞİNCİ FAZÎLET: Kendilerine karşı zerre miktarın­da olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun kendilerine hizmet eden efrâd-ı ümmete Resûlü Ekrem Hazretlerinin maiyyetinde Bedir ve Uhud ve Hendek muhârebelerinde bulunan mücâhidin-i kirâma olan sevabı ve fazîletini temine selâhiyettar olmaktır. Ve o fazîleti de, dâimî kalacak fazîlet nevinden kılarlar.

ALTINCI FAZÎLET: Yüz yirmi dört bin enbiyâ-ı mürselîn-i kirâm hazerâtından, müddet-i ömür ve hayatlarında, gerek kendi zâtlarına ait olsun, ve gerekse ümmet ve kavimleri hakkında olsun, ne kadar münâcaat sâdır olmuşsa kâffesine (tümüne) vâkıf olurlar. Ve icâbında, Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine onların yaptıkları şekilde münâ­caat eder ve o yüz yirmi dört bin enbiyânın münâcaatını bir lâhzada hatmetmeğe muvaffak olurlar. Halka nasîhata başladıkları zaman, bilcümle enbiyâların üzerine nazil olan gayret, birden bire onlara nâzil olur.

YEDİNCİ FAZÎLET: Her vakt-ül imsakta ümmetin, bi­rinci neferden başlayıp kâffesini zikreder. Ve her şahsın ismini zikrederek, münâsip hidâyet ve saâdeti Cenâb-ı Hakk’tan niyâz ederler. Bu ümmet-i merhumeyi bir saat zarfında hatmedip ikmâl ederler. Bu ekâbir evliyâullah, münâcaata başladıkları zaman Cenâb-ı Hakk, kâfir ve müşriklerden bile gadabı ref (kaldırır) ve tahfîf eder (ha­fifletir). Ve o münâcaat üzere efrâd-ı ümmete Asr-ı Saâdeti’nde bulunup Resûl aleyhisselâma imân ve itbâ etmiş kadar fazîlet hâsıl olur. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm diyor ki.

“Yâ Muhammed! Bu gece gibi, Harem-i Şerîf, Harka’z -Zenâdil ve diğer tâife-i cinnin hücumlarına mâ­ruz kaldığı zamanda bu zikrettiğim ricâlullah, Medine-i Münevvere’de tesis edilecek olan Mescid-ül Kubâ’da içti­mâ ederler. Ve bilumum ümmet-i Muhammed ve ehl-i imânın saâdet ve selâmeti için pek mukaddes hidamât (hizmetler) ifâ ederler. Bu ricâlullahın asrında bulunup, bunlara itbâ ve muhabbete muvaffak olan efrâd-ı ümme­tinize, TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ (güzellik, iyilik, hoşluk; sonra iyilik, hoşluk; sonra…) ve müjdeler olsun.”

Bu ‘TÛBÂ’ kelimesini, Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm yüz yirmi dört bin kere tekrar buyurdu. Bu kadar çok tek­rar edilmesinin hikmet ve sebebini de zamanımızın ricâlullahından birisi beyân buyuruyor:

“Bu ricâlullâh-ül kerâmeye, itbâ etmeğe, emir­lerine devam etmeğe ve hizmetine muvaffak olan kim­seye, yüz yirmi dört bin kere Cihâd-ı Ekber fazîletine mu­âdil (eşit) fazilet verilir.

Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm Hazretleri, bu ricâ­lullah hazerâtından kendi ümmetlerine ve husûsan zuafâlarına (zayıflarına) hidemât-ı mukaddeseyi (mukaddes hizmetleri) müşâhede buyurunca müsterih oldu. Ve Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâlar etti.

O ricâllullahın zerre-i şerifleri Resûl-ü Ekrem aleyhisselâma dediler ki:

“Yâ Resûlallah, yâ Rahmeten li’l -Âlemîn-i Ersel- allah! Cenâb-ı Hakk bizi Âdem’den vücûda ibrâz (mey­dana çıkardığı) ve ihraç buyurduğu lâhzadan itibâren ge­rek zerrelerimizden ve ervâhımızdan (ruhlarımızdan), ve gerekse ecsâdımızla (vücudumuzla) beraber ruhlarımızdan sâdır olacak bilcümle hidemâtın (hizmetlerin) fazile­tini ümmetinize bağışladık. Kabul buyurunuz.”

Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm son derece memnûn oldu ve memnûniyyetini izhâr buyurdu ve bu hediyeyi de kabul buyurdu. Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm dedi ki:

-“Yâ Resûlullah! Bu meclisin sonu, Hendek muhârebesinin zuhûr ettiği günde olacaktır. Cibrîl-i Emîn Aley­hisselâm, Hendek muhârebesinin hakîkat ve keyfiyet ve neticesini beyân ve arz buyurdu. Ve o gün nâzil olacak inâyet-i ilâhîyyenin de hâkîkatını arz buyurdu. Hendek muharebesinden 3500 sene evvelinden beri her gece ve gündüz elli bin melâike Hendek mevkini ziyâret ediyor­lardı. Bu ziyâret, o mevkîde Resûl-ü Ekrem Aleyhisse­lâm’a ve Sahâbe-i Kirâm’a nâzil olacak inâyet-i ilâhiyenin hürmetine idi. Tâ ki o gün gelip eshâb-ı kirâm üzerinde bulunan meşakkat son dereceye vardığı zaman sahâbe-i kirâm dediler ki:

-"Ya Resûlullah! Cenâb-ı Hakk’ın bize vaad buyur­duğu nusret ve inayet, ne zaman olacak? Vakti zamanı gelmedi mi?” Ol saat Hendek mevkiine o kadar seneden beri ziyârete gelen bilcümle melekler nâzil oldular. Sonra nusret ve inâyete tahsis edilmiş olan beş bin melâike-i kirâm da nâzil oldular. Sonra “er-ricâl-ul Müdebbirûn” nâmındaki, ricâl ümmetin zerre-i şerifleri geldiler. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm hendek kazarken, yed-i saâdetleri (mübarek elleri) ile kazmayı bir kaya parçasına vurunca kıvılcım çıktı. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Selmân-ı Fârisi Hazretlerine buyurdu ki:

-“Yâ Selmân! Bak, benim kazma vurduğum yerde ne göreceksin?” Selmân-ı Fârisî baktı ki, San’â şehrinin kapılarını gördü. Selmân dedi ki:

-"Yâ Resûlullah! San’a’nın kapılarını gördüm.” Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:

-“Yâ Selmân! Şu gördüğün kapıları ben açacağım. Ve onların ihtiyâr ve mülkü benim olacak.” Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, ikinci defa vurduğunda yine Selmân-ı Fâ­risî baktı ve dedi ki:

-“Yâ Resûlullah! Şam şehrinin Dürbü’l -Meâlî deni­len kapılarını gördüm.”

-“Onlar da benim olacak, yâ Selmân” buyurdu. Üçüncü kere Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm kazmayı Selmân-ı Fârisî’ye verdi ve:

-“Vur sen de yâ Selmân! Vurduğun yere bak ne göreceksin?” buyurdu. Selmân bakınca:

-“Sekiz cennet ile kapılarını gördüm” dedi. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:

-“Yâ Selmân! Gördüğün sekiz cennetin ihtiyârını sana verip, yedi sene zarfında benim ümmetimden iste­diğiniz kimseleri cennete idhâl için Cenâb-ı Hakk sana izin verecektir. Bu sır sana mahsustur. İstersen Sıddık-ı Ekber’e söylemeğe me’zunsun.”

Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, Selmân-ı Fârisî ile görüşürken “er-ricâl-ül Müdebbirûn”, huzûr-u Resûlullah'a geldi. Sahâbe-i kirâm’dan birinci mertebede bulunan ve Resûlullah Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbeti cihetin­den en büyük nasip Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine ihsân edilen Selman (r.a.), bu ricâlullahı görünce taham­mül edemiyerek üzerine bir hal geldi. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:

-“Yâ Selmân! Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm, bu ricâl-i ümmetin buraya geleceğini bana söylemişti. Senin kurbiyyet (yakınlığın) ve bana karşı olan muhabbetin için bunları sana gösterdim.”

Selmân hz. ile, o ricâlullah hazerâtının aralarında teâruf (tanışma) ve sohbet oldu. Cibrîl Aleyhisselâm, o ricâ! ümmetin hidemât-ı mukaddeselerini (mukaddes hizmetlerini) zikir ve beyân etti. Ve dedi ki:

-“Yâ Resûlullah! Bu ricâlullahın senin ümmetine olacak hizmet ve muâveneti (yardımları) Selmân-ı Fâri­sî’nin hizmetinden büyüktür." Resûl-ü Ekrem Aleyhisse­lâm taaccüp etti (şaşırdı). Zirâ, Selmân-ı Fârisî ileride zikredildiği veçhile yedi sene zarfında istediği kadar üm­met-i Muhammed’in cennetten mahrum olanlarını, cenne­te idhal etmek için selâhiyeti (yetkisi) olan bir zâttır. Bu çok büyük bir hizmettir. “Bundan büyük hizmetler, bu ricâlullahtan sâdır olacaktır” diye Cibrîl söylediğinde Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, çok sevinerek taaccüp ve tahayyür (hayret) etti. Cibrîl Aleyhisselâm dedi ki:

-“Yâ Muhammed! Biraz daha acîb ve garip bir şey söyleyeceğim. Bu sana makâmını gösterdiğim Mescidü’l Kubâ’da, bu ricâllullah içtimâ ettikleri zaman, bir lâhzada onlara itbâ ve hizmet nasip olan kimselere, “eyyühe’l -cihad” nâzil olduğu lâhzadan itibaren, bütün gaza ve mücâhedelerinize iştirâk eden sahâbelerinize olan fazilet veri­lecektir.”

Sıddîk-ı Ekber (r.a.), makâm-ı hilâfete geldiği za­man Selmân-ı Fârisî’yi huzura davet ederek:

-“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri, sana sekiz cen­netin emir ve iradesini teslim edecektir. Ve yedi sene mütemâdiyen; istediğin kadar efrâdı-ı ümmeti, darü’l -ke­râmete sevk edeceksin. O zaman bu cemaâtı unutma!” diyerek çok kimsenin ismini yazıp kendisine verdi. Selman dedi ki:

-“Yâ Halîfe-i Resûlullah! Bu sırrı sana kim beyân etti ?” Sıddîk-ı Ekber buyurdu ki:

-“Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, Hendek gününde sana söylerken ben de dinledim.” Sonra, Selmân-ı Fârisî, Sıddîk-ı Ekber’den telkin ve inâbe talep etti. Sıddîk (radiyallâhü anh), Resûl Aleyhisselâmın kendisine telkin buyurduğu veçhile telkin ve inâbe buyurdu. Radiyallâhuanhumâ ve rızkunallâhi Teâlâ rü’yetihuma ve sohbetihumâ ve darü’l -kerâme. Âmin.

cilt. I, s. 166-177

Kaynak: MENÂKIB-I ŞEREFİYYE, Şerâfeddin Hazretleri’nin Lisanından Yayına Hazırlayan- Hasan BURKAY, ANKARA-1995

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar