İMÂM-I GAZALÎ VE MUHYİDDÎN İBN’ÜL ARABÎ [kaddesellâhü sırrahuma’l azîz] HAZRETLERİNİN SIRLARI
Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
İmâm-ı
Gazalî Hazretleri, Hakk Teâlâ Hazretleri'nin yerde bulunan âyet-i İlâhiyye’yi
nâtıka(sın)dan (biri) idi. Kendi zamanında güneş gibi nûr ve rahmeti her tarafa
âm ve şâmil (umûmî ve kaplayıcı) olan bir zât idi. Rasûlü Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri Muhyiddîn-i Arabî’ye buyurdu ki:
—“YÂ
MAÂRİCE’D-DENUR” Yani; Hakk Teâlâ Hazretleri’ne vuslat ve kurbiyyet için
merdivenlere benzer bir kimse demektir.
“Cenâb-ı
Hakk Teâlâ’nın ulûm-u evvelîn ve âhirîn için merkez kıldığı ve ilmi her şeyi
ihâta eden ve lisânullâhi’l-ezel ile tekellüm eden kimseye müracaat et.”
Bu emir
Rasûlü Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizden 7000 (Yedi bin) kere
tekrar vâki oldu.
Muhyiddîn-i
Arabî dedi ki:
—“Ey
benim delîlim, rehberim, bana onun makamının büyüklüğünü bildirdiğiniz gibi,
onun makam ve makarrını da bildir. Ben onu nasıl arayıp bulacağım.”
Seyyidü’l-Kâinât
Aleyhisselâm buyurdu ki:
—“Yâ
Muhyiddîn... O kimse beldetü zâhirde kendi etbâ ve avâmına Ramazân-ı Şerîf’in
fezâilinden ders okutuyor, orada ararsın, gitmek arzu edersen, sana sebebleri
ve vâsıtaları Hakk Teâlâ teshîl (kolay) eder. ”
Muhyiddîn-i
Arabî, o zaman 3 bin ilim kendisine feth olunmuş ve onların muktezâsı ile âmil
(biri) idi. Muhyiddînü’l-Arabî tefekkür ediyordu:
"Nasıl
yol bulup bu zâtı arayacağım. Cenâb-ı Hakk bana ne gibi vasıtalar ihsân
edecektir. ” (diye).
O saatte
Muhyiddîn-i Arabî’ye iki kurt geldi. Bu kurtlar başka cins idi. Ve pek nâdir
bulunan cinsden idiler. Bunların enselerinden kuyruğuna kadar bir karıştan
fazla, uzun tüyler var idi. Muhyiddîn-i Arabî biraz havf (korku) ve telaşa
düştü.
Kurtlar
dediler ki:
—“Biz
Hakk Teâlâ Hazretleri’nin emri üzere sana hizmet için geldik. Bizden korkmak ve
ürkmek ahlâk-ı zemîmeden hangi hulkun şum’undan ve şerrindendir?”
Muhyiddîn
buyurdu ki:
—“Tefvîz,
teslîm, temkîn bu üç ahlâk-ı hamîdenin verâseti, bende tekâmül etmediğinden
ileri gelmiştir.”
Kurtlar
dediler ki:
—"Zamanımızda
bulunan Kutbu’l-Aktâb’dan da haberiniz yoktur. Onu bilmiş olsa idiniz, sizde
vahşet ve nefret hâsıl olmaz idi. ’’
Muhyiddîn-i
Arabî Hazretleri’nin kalbinde telaş ve havf var idi ise de, kelâmlarını
dinlemek istidâdına mâlik idi.
Kurtlar
dediler ki:
—“Haydi
üzerimize bin, biz seni mahall-i maksûduna götüreceğiz. Emr-i Hakk ve emr-i
Rasûlüllâh böyledir. Biz mahsûsan seni oraya götürmek için Hindistan’ın
şimâlinden geldik.”
—“Siz
niçin iki olarak geldiniz? Bana lâzım olan birdir. ” Kurdun birisi dedi ki:
—“Sen
Kur’ân-ı Kerîm okumadın mı?”
Muhuddin-i
Arabî:
—“Evet,
okudum. ” (dedi)
Kurt
dedi ki:
“Mâdem
Kur’ân-ı Kerîm okudun. (... ve min külli şey'in hâlaknâ zevceyni lealleküm
tezekkerûn... )[1] Âyet-i Kerîmesini niçin bilmiyorsun? Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı
Kerîm’de buyurmuştur ki (Hünne libâsün leküm ve entüm libâsün lehünne ). [2]Bu âyet-i kerîme’nin bize de şumûlü vardır. Bana hâsıl olan
fa- zîlet arkadaşıma da hâsıl olsun arzu ettim. Onun için beraber getirdim.”
Kurt dedi
ki:
—“Zevç ve zevciyet (işi) bizim de, benî beşer (yani insanoğlu) gibi
nizâm ve intizâm üzeredir. Başka hayvanât gibi değiliz. Benî beşer gibi izdivâc
ederiz. Ve o zevceye başkası tecavüz etmez.”
İmâm Muhyiddîn-i
Arabî bunların birisine binip mahall-i maksûda gitti. Ve yedi kerre atlayıp,
sekizincide mahall-i maksûda vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin hânesinin önüne
bıraktılar. Kurtları gören ahâli kaçtı. Vahşi hayvanât insanlara hücûm ediyor
zannettiler. İmâm-ı Gazâlî teferruç ve seyâhate çıkmış idi.
Kurtlar
dediler ki:
-“İmâm-ı
Gazâlî’ye selâmımızı tebliğ et. Yarın Rûz-u Mahşer’de kısas lâzım gelen
tecâvüzden muhâfaza için Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nden bizi niyâz etsin.”
Bu
tavsiye üzere gittiler. İmâm-ı Gazâlî hazretlerine Muhyiddîn-i Arabî’nin
geldiğinden haber verdiler. İmâm-ı Gazâlî hazretleri ol zaman
Müctehidü'l-Mezheb makâmına nâil olmuş idi. Arkadaşları Müctehidü’l-Fetvâ
makâmına nâil olmuşlardı. Mâhiyetinde bulunan etbâ ise Ebû Süleymân el-Kerhî,
Abdü’l-Celîl el-Eyyûbî, Ebû Türâb el-Mahvî, Abdü’l-Hakîm el- Esmaî, Nizâmüddîn
el-Mehlevî, Ebû Abbâs el-Avânî, Abdü’l- Hakîm el-Esm, Mağziddin Selâmî, Ahmed
el-Gazâlî, (bu zât Gazâlî hazretlerinin mahdûm-u âlîleridir).
İmâm-ı
Gazâlî Muhyiddîn el-Arabî’ye dedi ki:
—"Beni
tanıyor musun?”
Muhyiddîn-i
Arabî:
—“Evet
tanıyorum dedi.”
İmâm-ı
Gazâlî buyurdu ki:
—“Sen
beni nasıl ve ne vâsıta ile tanıdın?”
Muhyiddîn-i
Arabî cevâben:
—“Evet
zaman-ı tahsilimde biraz hicâp vâki oldu.”
İmâm-ı
Gazâlî dedi ki:
—"Sen
ilmini kimlerden öğrendin ve kimlerden icâzet aldın?"
Muhyiddîn-i
Arabî cevâben dedi ki
—“Ben
şimdiye kadar 700 kimsenin meclis ve sohbetlerinde bulundum ve bunlardan ders
aldım.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri dedi ki:
—“Ders okuduğunuz ve
icâzet aldığınız kimselerden 500 kimse ehliyet sahibi değil ve onlardan tahsîl
etmeniz lehinize değil, aleyhinizedir. Onlardan tahsîl etmeniz sana cenâb-ı
hakk teâlâ hazretleri’nin pek çok atâyâsından mahrum kalmanıza sebep
olmuştur."
Oğlum
dinle.
—“Men
takemmele bi sohbeti’l muarrizine an rabbiküm, fekat nâdâ alâ nefsihî. Ennehû
min men ehânehullâhe ve men yuhînullâhu, femâ lehu min mukrimîn... Cenâb-ı Hakk
Teâlâ Hazretleri’nin hududundan tecâvüz eden ve Hakk yolundan sapan kimselerin
sohbetleri ile kendini iyi bilen ve onlarla sohbet etmek güzel ve iyi olduğuna
(hüsn-ü niyetli olan) îtikat eden kimse, kendi nefsine ilân etmiş ki (Ey nefs
sen Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın zelîl ettiği kimseden oldun) diye ilân etmiş olur.
Ve böyle olan kimse bu âyet-i kerîme’nin sırrına mazhar olur. » buyurdu. Bu
âyet-i kerîme’yi okuduktan sonra 500 adet ulemânın isimlerini birer birer zikr
ve tâdât buyurdu (saydı).
“İşte bu kimselerden ilim
tahsîl etmek, senin için çok hidâyetten mahrum olmana sebep oldu.”
—"Oğlum
bizden ilim ve feyz almak isteyen kimse «Esteîzübillah... fe ağrız an men
tevellâ an zikrinâ ... » [3] âyet-i kerîmesi’nin muktezâsı ile amel etmek lâzımdır. Bir
kimse için sû-i hâtime’nin eshâbından birisi de bizi tasdîk etmeyen ve bizden
i’râz eden kimselerle serbest olarak oturup sohbet etmek ve sözlerini
dinlemektir. Ricâl-i ümmet ve ehlullâhi’l-kirâm’ı inkâr eden cahil kimselerle
muânese (ünsiyet) ve mukâlete (karışma) «Esteîzübillâh... ve men yuhinullâhü
femâ lehû min mükrim » [4] âyet-i kerîmesi'ne mazhar olmağa sebeb-i uzmâ- dır.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri Ramazân-ı Şerîf’in onuncu gecesinden itibâren sonuna kadar bu
mesele üzere vaaz ve nasihat buyurdu ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine dedi ki:
“Muârizîn ve münkirîn olan kimselerle muânese (yani yakınlık, ünsiyyet)
ve mücâlese etmek (yani aynı mecliste oturup sohbet etmek) senin için hakîkî
ilmin husulüne mâni olmuştur. Oğlum, memleketinizden seni buraya getiren
kurtların kuvvetini gördün mü? Onların icâbında ne kadar iftiraz kuvvetine
mâlik olduklarını anladın. Bu kurtların kuvve-i iftirasiyesinden, o muârızların
kuvve-i iftiraziyesi fazladır. Ve bir saat zarfında binlerce insanı iftiraz
ederler. Ve Tarîk-i Hakk’tan ayırırlar. Onlarla beraber oturmaktan hâsıl
olan hastalığa ve o kimseler tarafından katlolunan kimseyi ihyâ edecek ilaç
yoktur. Valiahi’l-azîm kelâmım hak ve doğrudur. Sen bana bak ve bana itbâ
et, o zaman ben seni bir ilm-i hakîkîye delâlet ederim. Seni buraya gönderen
kişiden Allah râzı olsun. Eğer o muârizîn kimselerle oturmazdan mukaddem
(önce) bana gelmiş olsa idin, size öyle bir necâbet ve fıtrat olacaktı ki,
benim gibi kimseleri yüz sene zarfında irşâd etmeğe mukdedir olan bir kimse
olacaktınız ve yani yüz sene zarfında beni irşâdla meşgul olursanız, yine ilim
ve kemâlâtına ben vâsıl olamam. Fakat ehliyetin harab olduktan sonra tesâdüf
ettiniz.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri âyet-i kerîme'yi o saatte Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine
hitâb eder gibi kıraat buyurdu. Bu suretle yirmi gün bu âyet-i kerîme’den bahis
buyurdu. Her gün bir sohbet cemâati, bir sohbette Muhyiddîn-i Arabî için husûsî
surette yaptı. Mezkûr âyet-i kerîme Kureyşiler’den 14 kişi hakkında nâzil
olmuştur.
Birinci
sohbetin nihâyetinde İBNÜ’L-FERRÂZ nâmında bir
kimse İmâm-ı Gazâlî, Muhyiddîn-i Arabî ve bir kaç zevât-ı kirâmı iftara dâvet
etti. İbnü’l-Ferrâz’ın bu dâveti kendi bahçesinde tertîb edilmişti. Bahçe 700
dönüm kadar vardı. Dünya’da bulunan her cins meyvadan mevcut idi. Hatta
Hindistan’dan da meyva kalemleri getirtiyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem rüyâda kendisine:
“kalemleri
bal mumunun içine koyup getiriniz" diye târif buyurmuş idi. Rasûlü Ekrem aleyhisselâm
kendisine:
“Yâ
İbnü’l-Ferrâz” diye
hitâb buyurmuş idi.
İftar
dâvetinde İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Biz
orucu tutarız ve iftar da ederiz, sen oğlum orucunu tutuyor musun?”
Muhyiddîn-i
Arabî cevâben:
—“Vallâhi,
Yâ Hüccetü’l-İslâm, ben annemin karnında iken Ramazân-ı Şerîf’in 17’nci günü
vücûduma ruh nefh olundu. O gecede ben oruca niyetlendim ve gıda almadım. Ve o
saatten itibâren oruç tutarım.”
Dinleyen
cemâat bu cevâba taaccüp ettiler. Ebû Abbâs el-Evvâlî İmâm-ı Gazâlî
hazretleri(ne) dedi ki:
—“Yâ
Hazret-i üstâz şimdiye kadar senden böyle bir şey işitmedik.”
İmâm-ı
Gazâlî buyurdu ki:
—“Bunu
işitmek için vakt-i merhûn bu zaman imiş oğlum.” İmâm-ı Gazâlî devamla:
“Evet oğlum sen o zamandan itibâren oruç tutuyorsun.
Fakat sen rehber ve delîlinin izini kaybetmişsin ve babasız evlad gibi
kalmışsın.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretlerinin bu kelâmı üzere, kendisi delile muhtaç olduğuna delil
olmadığı takdirde yetim ve ehl-i fıtrat’tan olacağına idrâk hâsıl oldu.
Sonra
İmâm-ı Gazâlî buyurdu:
—“Oğlum,
iftar için seni delil ve imam yapsak olmaz mı?” Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ
seyyidî, ben size delil olamam. Yalnız size değil, arkanızda çok cemaat vardır
zannederim, onlara da delil olamam."
Sonra
İmâm-ı Gazâlî hazretleri orucun hikmetinden bahsetti ve buyurdu ki:
—“Ey
evladlarım ve ihvanlarım!
Siz
zannetmeyiniz ki bu oruç bize Âdem Aleyhisselâm babamızın şecerey-i menhiye’den
eklettiği zaman hâsıl olan zulmet dolayısıyla farz olunmuştur. Ve o zulmetin
izâlesi için teşrî edilmiştir. Orucun farz edilmesi için ondan da evvel sebkat
eden bir esbâb ve hikmetler vardır. Biz işte o sebebi düşünüp oruç tutarız ve o
zamandan itibâren inâyet-i İlâhiyye’ye mazhar olmamıza vesîle olan iftarı
ederiz. Babamız Âdem Aleyhisselâm Hazretleri'nin bu şecerey-i menhiyesi’nden ekl
etmek hata değildir. Hatta şecerey-i menhiye’nin yaprak ve dallarından eki etse
idi, daha iyi olurdu. Cenâb-ı Hak kendisini halîfe olarak halk buyurmuş ve dârü’l-kerâmete
koymuş, dârü'l-kerâmet’te teklîf olur mu?”
Bu
mesele hakkında İmâm-ı Gazâlî hazretleri izah buyurdu ve siyamın (yani orucun)
hikmetlerini de beyân buyurdu. Âdem Aleyhisselâm Hazretleri'nin
dârü’l-kerâmet’ten çıktığında âlem-i beşer’e ne gibi saâdet ve fazîlet nasip
olduğunu da beyân buyurdu.
Sonra
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Muhyiddîn-i Arabî’ye bir nar ağacının üzerindeki
meyveyi gösterdi ve buyurdu ki:
—“Oğlum,
bu meyvanın üzerinde bulunan yenmez ve bundan bir istifâde yoktur. Lâkin içinde
olan meyveye, bu kabuk (olmadan) kemâlât olmaz."
İmâm-ı
Âzam radiyallâhu anh bir gün bir arkadaşı ile seyâhate giderken, arkadaşı
bostanın kabuğuna basmış, İmâm- ı Âzam buyurmuş ki:
—“Sen,
bu Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin bu nîmetine ayak bastın. Bostanı kemâle
eriştiren kabuğa ayak bastın. Seninle arkadaşlık etmek, zâlimlerle arkadaşlık
etmektir. Ben seninle arkadaş olmam. Ya sen ileri git, yahut ben giderim.”
O saatte orada bulunan taam ve meyvenin
üzerine hizmet için ve kemâle eriştirmek için tâyin olunan Melâikey-i kirâm
nâzil oldular.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Oğlum
Muhyiddîn, ben senin fıtrat ve necâbetine şükrederek kelâm ediyorum. Bu
söylediğim sözleri fıtratın itibâriyle, benden sen daha iyi bilirsin.”
İftara
başlarken İmâm-ı Gazâlî hazretleri münâcaat buyurdu, kendi ikliminde bulunan
bilcümle ehl-i imân’ın, oruç tutamıyan ve orucun farz olduğuna imân etmeyenlerden
maâda orucuna noksâniyet vâki olan kimseler için hakîkî orucun fazîleti ihsân
oluncaya kadar duâ buyurdu. O kimselerin isimlerini de birer birer zikretti.
Muhyiddîn-i
Arabî dedi ki:
—“Yâ
Tabîbe’z-Zaman, senin gibi bu kadar cemâata hizmet edemeyeceğimden, ben imam
olamadım ve orucun farz olmasındaki hikmetine de vâkıf olamadığımdan delil
olamadım."
İmâm-ı
Gazâlî buyurdu ki:
—“Annenin
karnında iken böyle oruç tutabilir mi idin?”
Muhyiddîn-i
Arabî dedi ki:
—“Orasını
sen bilirsin.”
Bu sefer
de İmâm-ı Gazâlî böyle oruca muvaffak olmasına ve Cenâb-ı Hakk kendisine
hazırlanan pek çok âtâyây-ı İlâhiyye'ye nâil olmasına sebeb ve buna yegâne
vâsıta olan muârızların sohbetinde bulunmak ve ehli olmayan kimselerin kelâm ve
derslerini dinlemek olduğunu beyân buyurdu. İftar ederken cümle itbâ ve ihvâna
buyurdu ki:
—“Evladlarım
bu bizim misâfirle beraber iftar etmek, bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kirâm
hazerâtının meclisinde iftar eder gibidir. Ben size İbnü’l-Ferrâz’ın dâvetinde
bunun kim olduğunu anlatırım. Bana bunun ile içtimâ ve mülâkât nasip olduğuna
şükran olarak 1000 rekât namaz kılarım. Siz de kılınız. Siz zannetmeyiniz ki,
bu bana muhtaçtır. Bunun bana olan ihtiyâcı pek cüz’îdir ve muvakkattir. Biraz
sonra bu bir denize dalacaktır, ben ve siz o denizin sâhiline bile varamayız.”
Bu
suretle Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin pek büyük makâm sâhibi bir zât olduğunu
beyân buyurdu. İmâm-ı Gazâlî “Tehâfü- tü’l-Felâsife” nâm kitabı telif
ederken, İbnü’l-Ferrâz etbâ ve müridân ile beraber bahçeye dâvet etti. Bu
dâvette Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de beraber idi. İbnü’l-Ferrâz’ın
bahçesinde 155 nar ağacı var idi.
İmâm-ı
Gazâlî dedi ki:
—“Evlatlarım
bu bahçede bulunan âyât-ı İlâhiyye’yi siz okuyup ben diliyecek miyim? Yoksa ben
okuyup siz mi dinleyeceksiniz. ?”
Muhyiddîn-i
Arabî dedi ki:
—“Yâ
Seyyidî, o meseleyi sen daha iyi bilirsin. Arzunuz nasıl ise öyle yaparsınız.”
Rasûlü
Ekrem Hazretleri’nden işaret geldi ki:
“Muhyiddîn-i
Arabî okusun siz dinleyin.”
İmâm-ı
Gazâlî muhtasar bir kelâmdan sonra, Muhyiddîn-i Arabî’ye işâret buyurdu.
Muhyiddîn-i Arabî oturduğu yerde kelâm etmeye başladı. İmâm-ı Gazâlî de kürsüde
oturmuştu.
O gün
Receb-i Şerîf'in ibdidâsı idi. İmâm-ı Gazâlî Abdül- hakîmü’l-Esmaî’ye emretti:
-“Muhyiddîn-i
Arabî’nin kelâm ve hikmetlerini yazınız.” Muhyiddîn-i Arabî hazretleri başladı ve buyurdu ki:
—“Bakınız
bu bahçede 155 adet nar ağacı vardır. Bu ağaçların üzerinde bu kadar nar vardır
ve her narın içinde bu kadar habbeler vardır. Bu habbeler kemâle gelinceye
kadar, bu melâikeler hizmet etmişlerdir. Bu melâikelerin isimleri de bu
habbelerden kimlere nasip olacak ve bundan hâsıl olan kuvvet nereye sarf olunacağı,
hangi habbelerin kuvveti “Mâhal akul[5] leh” sarf olunacağı ve hangisinin kuvveti isyâna sarf
olunacağını beyân ederek kelâm edeceğim siz dinleyiniz.” dedi. Ve beş dakika zarfında bu 155 ağacın üzerinde bulunan
narların habbeleri üzerindeki terbiye ve tasarrufât-ı İlâhiyye'nin kâffesini
zikir ve beyân buyurdu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri
de dinliyordu. Fakat kendisine bu kadar hakâyika vukûfiyet ve itlâ olmak makâmı
hâsıl olmamıştır.[6] Dinleyen cemâat son derece hayret ettiler. Muhyiddîn-i
Arabî hazretlerinin kemâlâtı(nı) ale’l-icmâl bilir idiler. Fakat bu kelâm üzere
bilfiil gördüler ve anladılar.
Sonra
Muhyiddîn-i Arabî, Gagziddînü’l-Selâmî ve Ebü’l- Abbâsü’l-Evâni’ye hitâben
buyurdu ki:
—“Siz
sol tarafınızda bulunan nar ağacından bir nar alınız.”
Müşârünileyh
alıp geldiler. Onların üzerinde tekrar hakâyıkın izhârına başladı ve habbelerin
adetleri ile her habbenin hâdimi olan melâikenin esâmîlerini beyân buyurduktan
sonra:
“Ben
bundan ziyâdesini de söylerdim. Siz tahammül edebilirseniz. Ve o habbelerin
esâmîlerini de beyân buyurdu. Zira her cüz’ü lâ yetecezzâ’nın kendisine mahsus
bir ismi vardır.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu kelâmından çok istifâde ve
istifâze etti.'İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn” nâm kitabı için dedi ki:
—“Hakâyık
ve ulûm bu meclis-i âlînin füyûzâtının eserindendir. (İhyâu Ulûmi’d-Din) İmâm-ı
Gazâlî hazretlerinin telifidir.”
İmâm-ı
Gazâlî kürsüden inip kendi etbâı gibi dinlemeye başladı.
—“Oğlum
bu suretle bütün kâinatın âyâtını okuyabilir misin?” Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Evet,
Cenâb-ı Hakk bana o ilmi ihsân etti. Kevn ve kâinâtın âyâtını okumadıkça onlara
bakmak haram ve israftır. Basara verilmiş olan kuvveti nâhak yere sarf etmek
israftır ve belki de öyle okumadan bakmak yarın ruz-u mahşerde âmâ olarak sevk
olunmaya sebeb olur. Bahçede bulunan meyvalardan nar intihap etmeğe sebeb ve
münâsebet ise, narın hilkâtinden bidâatinden ve içindeki habbelerin
çokluğundandır.”
Muhyiddîn-i Arabî nihâyetinde buyurdu ki:
“Melâikey-i
kirâm ile içtimâ ve sohbetten mahrum edecek olan cahâlet ve gafletin izâlesi
bizce farzdır. Biz Allah ve Rasûlullah’tan böyle ahd ve mîsak aldık."
Muhyiddîn-i
Arabî kelâm ediyordu. Fakat sâmiînden (dinleyenlerden) çok kimseler tahammül edemeyecek
hale gelmişlerdi. Hatta İmâm-ı Gazâlî hazretlerine bile tesir etmişti.
Muhyiddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—“Bir
nar ağacının üzerinde bulunan bir meyvanın hakâyıkını dinliyemiyorsunuz ve
tahammülünüz yoktur. Kâinatın âyâtını dinliyebilir misiniz?”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri dedi ki:
—“Evlatlarım
ben size bunu bildireceğim dedim. Bildiniz mi? Öğrendiniz mi?”
Mecliste
bulunan zevâttan birisi dedi ki (bu da Ebû Eyyûb el-Ensârî radiyallâhu anh
hazretlerinin evlâd ve ahvâdından Abdülcelîl el-Eyyûbî hazretleri idi:
—“Ey dipi
ve sahili olmayan deniz gibi âlim ve hâbir. Bunun gibi hakîkat ve sohbet vâki
olmuş mudur? Enbiyâ ve Mürselîn-i Kirâm hazerâtının şerâifinde ve onların
zamanında böyle zuhûrât vâki oldu mu?”
Muhyiddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—“Evet,
şimdiye kadar böyle zuhûrât vâki olmamıştır. Fakat bir zamanda burada bir
sohbet ve zuhûrât olacaktır ki, bu zuhûrât ona nisbeten denizden bir katre gibi
kalacaktır. Kelâm çok uzar. Yoksa ben size söyleyecektim.”
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri ricâ ve istirhâm etti. Bir miktar söylemesini arzu etti.
Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ İmâm-ı Gazâlî birtakım Ricâlullâhi’i-Kirâm (Allah
adamları) geleceklerdir ki, Cenâb-ı Hakk (LÂİLÂHE İLLALLÂH) kelimesine
(MUHAMMEDÜN RASÛLULLAH) kelimesini tâlik buyurduğu zaman idrak ederler ve o
zamanı bilirler ve o zamandan itibaren me’mur olurlar.
Yâ
Huccetü’l-İslâm. Ben bu denizden içmedim ve ben bu ricâlden değilim, ikinci bir
ricâlullâh geleceklerdir. (1353/1934) Dârü’l-Gadap ve’l-intikâm (Kafkasya) olan
cehennemin kahrına ve dibine ineceklerdir ve orada bulunan Ümmet-i Muhammedi
tahlîs ve şefâatine koşarlar. Hâlbuki Cehennem’in dibi o kadar uzak ve
müzellimdir (karanlıktır) ki, yedi tabakasından birinci tabakasının dibine bir
taş bırakılsa 70.000 sene zarfında varamaz.
Üçüncü
(1353/1934’de) bir ricâlullâh geleceklerdir ki, şekâvet-i ebediyye ve sehâvet-i
ezeliye’yi tedâvi edebilirler ve istedikleri kimselerin şekâvetini saâdete
tebdîl için selâhiyattar olurlar.
Yâ
Hüccetü’l-İslâm ben onlardan değilim. Ve zamanımda da böyle kimseler yoktur.
1353(1934)
senesinde dördüncü bir ricâlullâh geleceklerdir ki, bu ümmet-i merhûme’nin
fıtrat ve necâbeti Cenâb-ı Hakk kendi ihtiyarlarına vermiş, huddu’l-kemâle
bâliğ olmadan, zerre iken veyahut nutfe iken yahut benî beşer olduktan sonra
dünyaya gelmeden, velhâsıl insan zâyi olmamak için ne kadar esbâb var ise, her
esbâba mebnî kemâle gelmiyen efrâd-ı ümmeti ihyâ ve kemâle eriştirmek için
Cenâb-ı Hakk kendilerine kuvvey-i kudsiyye’yi ihsân eden ricâlullâh’dır.”
İmâm-ı
Gazâlî bu hakîkatın ulviyyetinden taaccüp ederek ah çekti.
Muhyiddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—"Ben
bu ricâlullâh hazerâtı ile içtimâ ettim. Fakat hakîki muârefe (bilişme) vâki
olmadı.”
Muhyiddîn-i
Arabî bir miktar sükût ve tavakkuf etti.(bekledi)
İmâm-ı
Gazâlî dedi ki:
—"Zidnî
yâ veledî (bana daha fazla anlat, onların kemâlât ve evsâfından beyân buyurunuz
ve ziyâde ediniz)."
Muhyıddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—“Yâ
Hüccetü’l-İslâm, o ricâl öyle ricâlullâhtır ki, müddeti ömürlerinde lisân-ı
şerîf ile ne kadar ümmet zikr ederlerse, Cenâb-ı Hakk onları elsiney-i şerîf
ile zikrolunan efrâd-ı ümmeti hakîki süedâlarından[7] kılar ve saâdet-i mübirremeye nâil eder.”
İmâm-ı
Gazâlî bir daha sual buyurdu. Fakat Rasûlü Ekrem aleyhisselâm işâret buyurdu
ki:
—“BU SUALİNİN
CEVÂBI ESRÂR-I NÜBÜVVETTENDİR. SÜKÛT EDİNİZ.”
—“Yâ
Muhyiddîn, unutmuş (olduğunuz) ve kaybettiğiniz ruhunuzun babasını arayınız ve
bulunuz. Artık benden geçtin."
MUHYİDDÎN-İ
ARABÎ ONDAN SONRA EBÛ MEDYEN-İ MAĞRİBÎ HAZRETLERİ İLE MÜLÂKÎ OLDU VE KEMÂLÂTI
ONDAN ALDI.
Gazâlî
dedi ki:
—“Çok
arzu ettiğim bir meseleyi bırakıp ayrılıyoruz. Fakat Rasûlü Ekrem
Aleyhisselâm'dan hayâ ediyorum ve onun için söyleyemiyorum.”
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri dedi ki:
—“Yâ
Hüccetü’l-İslâm, nedir arzunuz?”
İmâm-ı
Gazâlî dedi ki:
—“Buyurduğunuz
evsâf ve kemâlât sahibi olan zevât ile içtimâ ve mülâkât talep etmek istedim.”
Muhyiddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—“Kelîmullâh
Musâ Aleyhisselâm ile mükâleme için Leyl-i Miraç’ta seni semâya dâvet eden kim
ise, ona havâle ediniz.”
O saatte
Rasûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nden cevap geldi.
“O
ricâlullâh hazerâtının birisi ile içtimâ ve mülâkâtınız için müsâade ettim.”
Derhal
Müşârün ileyh hazerâtından ve 1353(1934) senesinde hayatta bulunan (DERSAN)
nâmında bir zâtın zerresi geldi. Bu isim İbrânî bir isimdir. Bu zât şimdiye
kadar Melâike-i kirâm ile beraber idi ve kırk velâyet-i kübrâ makâmına kâim
olan ricâluliâhın kuvve-i kudsiyelerine mâlik ve onlar kadar ibâdet ediyordu.
Şimdi Melekûtiyyet sıfatından nâsûtiyyet sıfatına intikâl edecektir ve
mezkûru’l-evsâf ve kemâlât olan ricâluilâh hazerâtındandır.
Dersan
hazretleri buyurdu ki:
—"Arkadaşlarımla
beraber vâki olan içtimâ 1353(1934) senesi receb-i şerifinin ilk gecesinde bu
mecliste bulunanların kâffesini zikretmek için vâdediyorum.”
-
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—"O
zamana kadar tehirin esbâbı nedir?”
Dersan:
—“Ümmetin
üzerinde olan fıtrat ve zulmet çoğaldıkça, hizmet daha akdes olur. Bizin ümmete
yapılacak hizmetin en mukaddesi olan hizmet o gecede olacaktır. Zira o zaman
efrad-ı ümmetin hazerâtü'l-hâmse (beş hazret) yahut eltâfü'l-hamse (beş lütuf) fıtrat ve zulmetin orduları tarafından esir
edilecektir. Ümmet bu hale mahkûm olan zamandan daha (çok) hizmete muhtaç olan
bir zaman tasavvur olunamaz. 24 saatin içinden her saat zarfında 700. 000
kimsenin eltâfı, zamanınızda, bu eltâf-ı hamse’den birisi bile nâdir olarak
esir olur.”
İmâm-ı
Gazâlî bu mecliste münâcaat etti ki:
—“Yâ
Rab, asıl ve hakîkat itibâriyle 1353 (1934) senesinde selefiniz olan Ahyâr-ı
halefizinize ihsân buyurduğunuz el- tâftan bizi de mahrûm etme.” diye niyâz etti.
İbnü’l-Ferrâz
o mecliste zühd etti ve 700 dönüm kadar dünyada ne kadar meyva var ise, içinde
bulunan bahçeyi bir daha bakmamak üzere terk etti.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Yâ
Ebe’i-Ferrâz, bunu kime veriyorsun ve kime terk edeceksin?”
İbnü’l-Ferrâz
dedi ki:
—“Yâ
Seyyidî, ben ondan îrâz ettim, bir daha ona bakmak bana haramdır. Zamanımızın
en âkil olan kimselerine hediye ettim. Onların olsun” dedi.
Muhyiddîn-i
Arabî 48 saat zarfında mezkûr bahçeyi satıp, müstahak olan yerlere sarf etti.
Muhyiddîn-i Arabî meclisten ayrılırken, mecliste bulunan zevât dediler ki:
—“Yâ
Seyyidinâ, bize bir vasiyyet et.”
Muhyiddîn-i
Arabî buyurdu ki:
—“Gazap ettiğiniz zaman abdest tazelemeden namaz kılmayınız.
Abdest suyu ve abdest nuru ile gazabın ateşini söndürmeden namaza durmayınız.”
Cenâb-ı
Hakk Teâlâ mezkûr evsâf ve fezâilin sahibi olan ricâluliâhi’l-kirâm hazerâtının
berekât ve nazarâtı sayesinde Leyle-i mezkûrede mevdû ve emânet olan fezâilinden
hâsıl olacak hayât-ı hakîkiyye’ye tâlip olan zümreye cümlemizi idhâl buyursun.
Âmin... 1353 (1934).
(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. -
Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. III, s. 7-24)
[1] Zâriyât, 49. “İbret alasınız diye her şeyi çift çift
yaratmışızdır."
[2] Bakara, 187. “Oruç
tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar
sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah, nefsinize
güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti;
artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah’ın sizin için takdir ettiğini dileyin.
Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin
için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde
kadınlarınıza yaklaşmayın; bunlar Allah’ın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın.
Allah insanlara yasaklardan sakınsınlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir.”
[3] Necm,29. “Ey Muhammed! Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya
hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.”
[4] Hacc,18. “Göklerde ve
yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve
insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların
birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın
alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar.”
[5] Akul, diye okursak ilaç, akl: meleke, akıl; Buradaki mana “menfaatli
bir şekilde nerede kullanılacağı”
[6] İmâm-ı Gazâlî dahi anlatılanların çoğuna vakıf olmamıştı.
[7] Sueda: (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler.
Mes'ud olanlar.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder