Print Friendly and PDF

ÜÇ İSA...Aytunç Altındal

Bunlarada Bakarsınız

Not: İngilizceden çevrilen bu metin orijinaline çok uygun değil. Fazlalıklar konmuş Daha muğlak. Translate yaptığım daha sade ve anlaşılır, onada bakmanızı tavsiye ederim. TIKLA


ÜÇ İSA

Three Faces of Jesus

Aytunç Altındal

İngilizce Aslından Çeviren Sibel Özbudun

1-5. Basım : 2002 (Yeni Avrasya)

6.    Basım : Eylül 2004

7.    Basım : Aralık 2004
İÇİNDEKİLER

Üçüncü Baskıya Önsöz............................................. ix

Türkçe Baskı İçin Önsöz......................................... xiii

Giriş............................................................................ 1

Birinci Bölüm
İSA: SEKÜLER MUSEVİ

1.1.    İnsancıl Olan Biziz, Çünkü Biz Romalıyız............ 11

1.2.     Seçkin ve Kutsal Olan Biziz, Çünkü Biz Museviyiz   15

1.3.     'Ve Onun Adını Immanuel Koyacaklar' ................ 26

1.4.     Benzerlik Yasası Gereğince................................... 31

İkinci Bölüm
İSA: "TANRI BİZİMLE" Mİ?

2.1.     İsa'nın Öne Sürdüğü Dışsal, Seküler İddialar........ 43

2.2.     Günahın Organik Siyasası....................................   48

2.3.     Siraç'ın Oğlu İsa'dan Nasıralı İsa'ya ...................... 58

2.4.     Yasa İnsanlar İçindir ............................................   62

Üçüncü Bölüm
İSA: "BEN NE OLACAKSAM O'YUM"

3.1.     'Günaha Giren Ruh, Ölecek Olan Ruhtur'.............. 71

3.2.     İman Siyaseti ......................................................... 84

3.3.     İsa'ya Ne Oldu?                 ...................................... 92

3.4.     Bireyin Kimliğini Olumlayan, Onun Farklılığıdır 107

Sonsöz.................................................................... 119

Notlar .................................................................... 125

Dizin ...................................................................... 137

Kitabın İngilizce orijinalindeki/Deuterokanonik* Kitap­lar/Apokrifa dışında Kutsal Kitap'tan yapılan bütün aktarma­lar, Holy Bible, New International Version, (On ikinci basım, Ey­lül 1988, Hodder and Stoughton, Londra)'dan alınmıştır. Apok­rifa, Sriach (ecclesiasticus), 1. Makabeler, 2. Makabeler'den yapı­lan aktarmalar ise, Good News Bible, (The Bible Society/Collins, Katolik baskı, B. Britanya, 1979)'dan yapılmıştır. Ayrıca Nouve-, au Commentaire Biblique, publie sous la direction de D. Guthrie, J.A. Motyer, A.M. Stibbs, D.J. Wiseman; Editions Emmaüs (Sa- int-Legier, 1987)'le karşılaştırılmıştır.

Türkçe çevirideki Kutsal Kitap aktarmaları, Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahid (Tevrat ve İncil), (Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İs­tanbul, 1958)'den yapılmıştır.

Deuterokanonik: Kilisece sonradan veya ikinci dereceden muteber sayılan mukaddes kitaplara ait.

Hıristiyan ilahiyatını kavrayabilmek çok güç bir eğitim­dir. Hele başka bir dinin verileriyle yetiştirilmiş kişiler için bu zorluk daha da fazladır. Örneğin Türkiye'de ilahiyat diye tanımlanan eğitimin Batı'daki karşılığı gerçekle 'Divinity'dir. Batı'da 'Theology' diye tanımlanan disiplin ise, kanımca 'Tanrı-Bilim' olarak Türkçeleştirilmelidir. Batı'nm klasik eği­timinde Theology ve Divinity arasında önemli farklılıklar vardır, bunlar birbirlerine tam olarak tekabül etmezler. Üç İsa işte 'Tann-Bilim' eğitimi ve perspektifiyle hazırlanmış bir tezin anahatlarım içermektedir. Tezimin tamamını ortaya ko­yabilmek için hazırladığım diğer iki kitap önümüzdeki yıl­larda yayınlanacaklardır.

Üç Isa yayınlandığı zaman benim de tahmin etmediğim bir ilgi gördü. 1993'te Makedonca'ya da çevrildi ve yayınlan­dı. Ortodoks İlahiyat Fakültesi öğrencileri için yardımcı ders kitabı oldu. Exeter Üniversitesi'nden Sandy Martin, Doktora Tezi'nde (Phd) bu kitapta açıklanan bakış açısını değerlen­dirdi. Amerikalı ünlü sosyal bilimci Prof. Bernard Morris be­ni çok yüreklendiren bir mektup yazarak kitabın teziyle ilgi­li olumlu görüşler taşıdığını belirtti. Benzer şekilde Ameri­ka'nın en ünlü şair ve düşünürü Prof. Robert Pinsky de çok cesaretlendirici bir mektup yazdı. Bunları kitabın EK bölü­münde bulacaksınız. Başkaları gibi 'kendini pazarlamaktan' hoşlanmadığım için kısa kesiyorum. Kitabın Tezi (İsa'nın Se­küler Yaşamının Diyalektiği) Boston Üniversitesi Theology Bölümü'nde Teoloji öğrencileri için kodekslenmiştir. Kitap Ingiltere'de yayınlanmış olmasına rağmen halen sadece Amerika'da Daniel Liebert ve Alibris yayınevlerinin aracılı­ğıyla ve üst fiyatından çok daha fazla bir fiyatla temin edile­bilmektedir.

Böylelikle ilk kez bir Müslüman araştırmacı tarafından Hıristiyanlık üzerine yazılmış fakat Islami bakış açısını değil doğrudan doğruya Hıristiyan Teolojisi'ni içinden irdeleyen bir kitap literatüre girmiş oldu. Bu zor İLKİ başarmış olmak benim için bir mutluluktur ve evlatlarıma ve yurduma bıra­kabilecek tek mirastır.

* * *

Üç İsa'nın Türkçe çevirisini okurken çok zorlanacaksınız. Pes etmeyin. Konu zaten alışılmadık tarzda 'YENİ'dir. Her yeni gibi kabulü zor, reddi kolaydır. Bu kitapta yeni fikirler var. Yeni bir İsa değerlendirmesi var. Katolik Kilisesi'nin de­ğil, Kutsal Metinler'in (Scriptures) betimlediği bir İsa'nın 'Misyonuna' Dışsal/Seküler/Dünyevi bir bakış var. Söz ko­nusu Kutsal Metinler'deki Teolojik İsa ile Katolik Kilise'nin Teleolojik (Mekân ve Zaman'a uyarlamak) İsa'sı hiçbir suret­te bağdaşmaz - bazı temel olguların dışında. Bugünkü Kato- lisizm'de yer alan başta Easter (Yortu) olmak üzere, Noel (Christmas), Pazar Tatili, Ali Souls Day, Epiphany, Babtism of Our Lord Fest, Mother of God, Octave of Christmas, So- lemnity of Mary, Mark Evangelist Fest, Day of Immaculate Conception vd. birçok 'Kutsal Gün' bu kutsal metinlerde yer almamıştır ve yoktur. Bunların tamamı Teolojik değil Tele­olojik bakış açısıyla sonradan uydurulmuşlardır. İsa'nın bunların hiçbirinden haberi ve bilgisi yoktu. Hatta Katolik Kilisesi'nin başlattığı PAZAR TATİLİ'ni duysaydı belki de, "Ben böyle bir Tanrı-Buyruğundan söz etmemiştim, bu sah­tekârlığı kim yaptı?" diye sorardı. Çünkü İsa, kendisinin Oğ­lu olduğunu öne sürdüğü Tanrı-Babası'nm Kutsal Metinler- 'de tatil olarak haftanın 1. Gününü (Pazar) değil 7. Gününü (Cumartesi) tatil yaptığını biliyordu. Pazar SUN-DAY, Pa­ganların Güneş'e Tapınma günüydü. Bunun Tek-Tanrıcılıkla hiçbir ilgisi ve kutsiyet itibariyle de bağlantısı yoktu. Benzer şekilde İsa, Kutsal Metinler'e göre Babası Tanrı tarafından kendisine verilmiş olan Takvim'in de 360 günden oluştuğu­nu biliyordu. Baba-Tanrı'nın bu Takvimi'ni değiştirerek onu kendi isteğine göre 365 güne çıkartan Katolik Kilisesi olmuş­tu. Diğer bir anlatımla Katolik Kilisesi Baba Tanrı'nm buyruklarını ve Tanrı'dan geldiğine İMAN edilen metinleri, ken­di egemenliğini pekiştirebilmek ve sürdürebilmek uğruna dilediği gibi değiştirmiştir.

* * *

Isa'nın bu üçüncü baskısını bu bakış açısıyla okursa­nız bu zor okuma parçasını daha bir kolaylarsınız sanıyo­rum. Kitabı bu yeni baskısına hazırlayan Yeni Avrasya Yayınları'nın yöneticisine teşekkür ediyorum. "Tele-Yozlaşma"nın doruk noktasında olduğu şu günlerde Türkiye'de “Kirletilen Kültüre" değil, bilimsel çalışmalara destek olduk­ları için de kendilerini ayrıca kutluyorum.

Aytunç Altindal

İspilandit /10 Haziran 2001

TÜRKÇE BASKI İÇİN ÖNSÖZ

Önsöz'de şu hususları vurgulamak istiyorum: Üç Isa y1 okurken özel bir çaba gösterilmesi gerekiyor; araştırıcı ve sorgulayıcı olmak gerekiyor.

Bunun gerekçelerini açıklayayım.

Birincisi bu kitabın teziyle ilgilidir. Tezi itibariyle Üç Isa, Seküler değerler sistematiğini yansıtıyor. Bu-Dünyalılığı, yeryüzüne ait oluşu, cismaniliği işliyor. Türkçe'ye eksik ve yetersiz olarak Laiklik ya da Çağdaşlaşma diye çevrilen Sekülerleşme olgusunu anlatıyor. Seküler anlayışın, Ateizm'den, Laiklik'ten ve Çağdaşlaşmacılık'tan farklı olan bo­yutlarını gösteriyor. Üç İsa'da ele alınan İsa, Musevi olması­na rağmen bu kapalı-devre işleyen ve bir din olmaktan çok, bir "Varoluş-Tarzı" sayılabilecek olan yapıya getirdiği Sekü­ler yeniliklerle tanımlanıyor. Bu nedenledir ki, belirli Musevi ve Hıristiyan çevrelerinde bu kitabın tezi özgün bir bakış açı­sı olarak değerlendirilmiştir. Kitapta, kendi cemaatinin dog­matikleşmiş değerlerinin dışına çıkarak Sekülerleşmiş bir Musevi olan İsa anlatılıyor. Musevi Şeriatı'nın öngördüğü kul değil, Tanrı'nm isteğine uygun birey olabilmek hakkını kendinde toplamış ve bu uğurda canını vermekten kaçınma­mış bir İsa bu kitabın öznesidir.

İkincisi bu kitapta kullanılan Dil'le ilgilidir.

Hıristiyanlığı kendi diliyle anlatmak gerekiyor. Ve ne ya­zık ki bu Dil'i tam Türkçe karşılıklarıyla verebilmek olası de­ğildir. Hatta bazı durumlarda Türkçe karşılıklar kullanılsalar bile anlam kaymaları oluyor. Bir örneğini kitabın hemen ba­şında bulacaksınız. İnsancıl Olan Biziz, Çünkü Biz Romalıyız denilen bölümde Romalı olmak, kültürel bağlamda, Roma kentinde oturuyor olmak değil, doğrudan doğruya Helen ol­mamak anlamına geliyor. Kısacası biz Helen uygarlığından değil, Roma İmparatorluğu'nun uygarlığındanız denmek is­teniyor. İnsancıl-olmak deyimi de öyle. Sadece İnsan-sever ya da beşeri olmalığı değil, İnsan'ı ve onunla ilgili tüm olay­ları duyuş, düşünüş ve davranış alanlarının kaynağı, odak noktası olarak görmek ve algılamak demektir. Diğer bir de­yişle hayata İnsan'ın prizmasından bakmak demektir. Haya­ta doğrudan doğruya "Kent"in penceresinden bakan ve Ön­ce Kent Sonra İnsan diyen Helen'den ayrı olarak Önce İnsan diyen Romalı olabilmektir.

iki örnek daha yazayım: Hıristiyanlığın temel kavramla­rından olan Ekümenik kavramının Arapça karşılığı Darü'l İs­lam olmuştur. Doğaldır ki, Hıristiyanların yaşadıkları top­raklarda onları ilgilendiren hizmetler, işler anlamına gelen Ekümenik kavramıyla, Müslümanların yaşadıkları topraklar anlamına gelen Darü'l İslam birbirlerinin inkârı durumunda olan kavramlar olmalarına rağmen toplumsal, cemaatsel fonksiyonları itibariyle anlamdaştırlar. Eklesiastik ile Türkçe Diyanet de böyledir. Biri Kilise'yi ilgilendiren işler vb. anla­mına gelirken, diğeri Cami'yi ilgilendiren işler vb. anlamına gelir. Kavramlar-arası bir correlation vardır.

Üçüncüsü bizzat Din olgusuyla ilgilidir.

Eleştirel ilahiyat açısından değerlendirildiğinde Hıristi­yanlık -başta da Katoliklik- tanımsal olarak bir DİN değil bir KÜLT'tür. Üç İsa'da işte bu yapısal farklılık çıkış noktası ola­rak benimsenmiştir.

Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'i karşılaştırmalı İla­hiyat açısından incelersek, sadece Hıristiyanlık'ta var olan bir olgu bu sistematiğin diğer ikisinden özde ayrıldığını ka­nıtlar. Bu temel ayrılık noktası şudur: Hıristiyanlık'ta birey, Tanrı karşısında kendi yetkisini kullanarak KARAR VER­MEK zorunda bırakılmıştır. Çünkü bu sistematikte, İsa'nın Tanrı'nm Oğlu mu, değil mi sorusuna muhatap olan birey'dir. Neye inanacağına KARAR VERMESİ gereken de odur. Diğer bir deyişle, Birey, İsa'nın Tanrı olduğuna İNAN­MAK isterse İsa'yı Tanrı yapar ve böylece aldığı KARAR ge­reğince kabul eder. İstemese de durum değişmez. Bu kez de İsa'nın İnsan olduğuna KARAR verir. Karar'm niteliği değiş­se de, KARART alan değişmez. Çünkü İsa'yı Tanrı ya da O'nun Oğlu ya da İnsan yapıp yapmamak Birey'in alacağı KARAR'la gerçekleşir -ve tabiidir ki- sadece neye inanmak ihtiyacını duyuyorsa ona inanmaya KARAR vermiş olan Bi­rey için bir Gerçeklik taşır bu KARAR, o kadar. Hıristiyan­lık'ta İMAN etmeye karar vermek de, İMAN'dan KUŞKU (şüphe) duymak da İNSAN'a ait bir haktır.

Bu ne demektir?

En kısa deyişle eğer Birey, İsa'nın İnsan olduğuna, Tanrı olmadığına KARAR vermişse, belki de gerçekten Tanrı olan İsa'yı insanlaştırmış olmaktadır. Yani Birey, Tanrı'yı İnsan­laştırma hakkını ve yetkisini kendisinde toplayabilmiş de­mektir. Hayır, eğer Birey İsa'yı Tanrı olarak kabul etmeye KARAR vermişse, bu kez de belki de gerçekten İnsan olan İsa'yı Tanrılaştırmış olmaktadır. Yani İnsan'ı Tanrısallaştırmak hakkını ve yetkisini kendisinde toplayabilmiş demektir. Kısacası, Hıristiyanlık'ta İsa'nın, Tanrı mı, İnsan mı,Tanrı'nın Oğlu mu ya da tümü mü değil mi olduğu konusunda KARARI VEREN DE KUŞKU DUYAN DA BİZZAT BİREY­DİR/İNSANDIR. Musevilik'te ve İslamiyet'te İnsan'ı Tanrı yapmak, ya da Tanrı'yı İnsan yapmak diye bir olgudan ve kuşkudan söz edilmez. Bu iki sistematikte insanın böylesi bir KARARI alabilmeye ya da kuşku duyabilmeye yetkisi yok­tur. Çünkü bu iki sistematikte insanoğlu kendisini ve tüm evreni Yoktan Var Ettiğine inandığı Yaratıcısını, yani Tanrı'sını bizzat kendi kararıyla kendisi Yaratamaz. En kısa söy­leyişle Hıristiyanlığı benimsemek isteyen Birey, kendisi için önce bir Tanrı (İsa) yaratmak zorundadır. Bu tür yaratım fa­aliyeti sadece Kültler için geçerlidir. Ancak bir Kült'te Birey kendisi için bir İnanç ve onu temsilen bir Tanrı yaratabilir. Musevilik'te ve İslamiyet'te birey'e böyle bir otorite verilme­miştir. Bu Otorite-tipi, Tek-Tanrıhlığa İsa ile girmiştir.

İsa ve Hıristiyanlık alanında yabancı bir dilde ve yabancı bir terminolojiyi kullanarak inceleme yazan ilk Türk olmanın bütün güçlüklerini yaşadım. Bunların üstesinden gelebilmek için çok çalıştım. Amacıma nereye kadar ulaşabildim, henüz bilemiyorum, zaman gösterecektir. Batı'yı Batı yapan değer­lerin başında gelen Hıristiyanlık olgusunu "içinden" tanıta­bilmek istedim. Özellikle de, Islami çevreler bu dünyada bir­likte yaşamak ve var olmak zorunda oldukları Hıristiyanlığı tanımak mecburiyetindedirler. Günümüze kadar gelmiş olan basmakalıp eleştirilerle yetinmemelidirler kanısındayım. Çünkü üstün Batı teknolojisini ortaya çıkaran Dinsel-Kültürel Öğeler vardır. Üç İsa, kendi alanında bir Türk yazarı tara­fından yazılmış ilk kitaptır. Umarım başkaları da konuyla il­gilenirler.

Terzi kendi söküğünü dikemezmiş derler, doğru. Ben de kendi yazdığım kitabı Türkçe'ye çeviremedim! Bu zor ve zahmetli görevi Sibel Özbudun yüklendi. Kendisine ne ka­dar teşekkür etsem azdır.

Sonsöz: Bu kitabın İngilizce orijinali "Medeni Cesaret" kavramına ithaf edilmiştir. Türkçe baskısı için hazırladığım bu önsözü kaleme alırken o meşum haber ulaştı. Dost Uğur Mumcu kalleşçe planlanmış bir suikastta, adını ve düşünce­lerini değil, ama fiziksel varlığını yitirmişti... Benim tanıdı­ğım Uğur Mumcu dürüst ve haksever bir insandı. Türki­ye'de yıllarca sadece kalemiyle bir "Medeni Cesaret" timsali olarak doğru bildiği görüşleri savundu. Bu nedenle Uç İsa'nın Türkçe baskısını O onurlu, O yürekli, O güler yüzlü Kuvay-ı Milliyeci'ye adamaktan onur duyuyorum.

Aytunç Altındal

Zürih / 24 Ocak 1993

GİRİŞ

Dünyevi, dünyevilik ve dünyevileştirme (secular, secularism, secularization) birbirine bağlı terimler olmasına karşın, her birinin anlamında kuşkular vardır. Onyıllar boyunca sosyoloji ve ilgili bilim dallarının değişik ekol ve eğilimlerine ait çeşitli yazarlar, dünyeviliğin değişik ta­nımlarını yapmışlardır. Medhurst ve Moyser'in çalışmala­rında işaret ettikleri gibi "dünyevileştirme" yoğun tartış­ma yaratmıştır ve terimin anlamı hakkında kuşkular bu­lunmaktadır.1

Dünyevileştirme: Çok Boyutlu Kavram'da Karel Dobbelaere, dünyevileştirme ve/veya laikleştirme2 ile ilgili çe­şitli tanım ve teorileri incelemiştir. David Martin, Genel Dünyevileştirme Teorisi'nde, Avrupa'daki endüstri ülke­lerinde dünyevileşmenin gelişimini irdelemiştir.3

G. J. Holyoake, İngiltere'de ilk radikal dünyevi eğitim programını önerdi; E. Renan ve E. Durkheim, Fransa'daki dünyevileştirme sürecine önemli katkılarda bulundular. Weber, Parson ve Bellah, Tonnies, Troetsch, Pflautz, Berger, Yinger, Shiner, Luckman ve diğerleri gibi seçkin aka­demisyenler ve sosyologlar, teorileri farklı olmasına kar­şın, dünyevi amaçtan yana olmuşlardır. Öte yandan kilise ve bazı teologlar ise, Dünyevi'yi anlama ve yorumlamala­rını bir oranda düzelterek geliştirmişlerdir.

Böylece iki ayrı eğilim ortaya çıktı. Bunlardan bir tane­si Nijk/Dobbelaere tarafından özetlenen, dünyeviyi din­sel olandan ayıran bilimsel-rt kademik yaklaşımdır. 'Dün­yevilik' düşüncesi yüzyıllardan beri yalnızca dünyeviyi kutsal olandan ayırmak için değil, fakat özellikle ilkinin İkincisine göre daha geride, ona bağımlı olduğunu göster­mek için kullanılmıştır. "'Dünyevilik' kipinin 'kutsal'a zıt olarak kullanıldığı ve türevlerinin inanca az çok açık fakat genellikle kapalı olduğu kilise ve dinsel kültürel özgürleş­meyi akla getirdiği açıktır."4 İkinci eğilim böyle bir çelişki görmeyen teologların görüşlerini içerir: "...(bu) dünyevi­leştirme öncelikle 'Hıristiyan' bir fenomendir. Bazı teolog­lar Hıristiyanlık ve dünyevilik arasındaki belirli uyum üzerinde durarak, dünyevileştirmeyi dinin bir gereği ola­rak açıklamakta kullanmışlardır. Buna yönelik bir şeyler yapılmış ancak hepsi açıklanmamıştır."5 Martin E. Marty'ye göre, " 'dünyevileşme' 'inancı kapalı' anlamına gelir ve 'inanca açık' olan 'dünyevilik'ten ayırt edilir, an­cak 'kazanmalara bakıncaya dek' sonuçları kendine sakla­yan bir dikkatle özeleştirel (bütünsel olmayan) tarafsızlığı destekler."6

William A. Christian'ın Vatikan İkinci Konseyi'nin (1962-1965) belgelerini inceledikten sonra gösterdiği gibi, "... dünyevi gerçekler kilisenin öğretileriyle çelişmez."7 Ve ekler: "Gerçekte, teorik ve pratik dünyevi araştırmalar­la ilgilenmek yalnız doğru değil, zorunludur da. Dünyevi bilim dallarındaki rekabet, Hıristiyanlığın gerçek ve Tanrı'nın krallığının yayılmasına, şimdiki düzenin yenilen­mesine (773) ve yaratma eyleminin mükemmelleştirilme­sine katkıda bulunur (961). O halde, böylesi iyi sonuçlara ulaşmak için bulunabilir araçlar kullanmak gerekiyorsa, dünyevi araştırmalara girmek zorunlu görünmektedir."8 Kilise Hakkında Dogmatik Anayasa'da Vatikan II, insan­ların dünyevi bilim dallarında yer almalarını teşvik etme­yi önüne koyuyor. "O halde, dünyevi bilim dallarındaki rekabetleri ve çalışmalarıyla, iyiliğin içlerinden yükselme­siyle, içtenlikle çalışarak insan emeğiyle iyilikler yaratma­larına izin verin; teknik ustalık ve bireysel kültür, yaratıcı­nın planına göre ve onun sözünün ışığında, tüm insanla­rın yararına hizmet edebilir (Par. 36, s. 393)."’ Papalık Kral­lığı adlı kitabında Paolo Prodi, Papalık sisteminin doğası­na yeni bir ışık tutar. Prodi'ye göre, Papalık 'ikili bağlılığı' dile getirir. Papalar kutsal pederlerdir ve aynı zamanda Papalığa ait devletlerin dünyevi krallarıdır. Prodi'ye göre, Reformasyon sırasında ve sonrasında, "Papalık daha faz­la dünyevileşti, devlet daha dinselleşti ve yalnızca güç ve ideolojiyi değil, önceden kiliseye ait olan birçok işlevi de kendi bünyesine aldı."10 Ve Peter L. Berger'in belirttiğine göre; Yahudi-Hıristiyan geleneğinde, "Burada din ile dünyevileştirme arasındaki ilişkide büyük bir tarihsel iro­ninin bulunduğunu öne sürebiliriz. Bu ironi en açık olarak şöyle söylenerek ortaya konabilir; tarihsel olarak Hıristi­yanlık kendi kendisinin mezar kazıcısıdır."”

Harvey Cox, "Dünyevi Kentteki Din" adlı araştırma­sında, geleneksel dinin yeniden ortaya çıkışını incelemiş ve postmodern bir teoloji öne sürmüştür.’2 David L. Mil­ler, Tek - Tanrıcılık yerine, yeni Çok - Tanrıcılığı öne sür­müştür (tanrıların ve tanrıçaların yeniden doğuşu).13 Ate­izm ve inanç sahibi olmak, Alasdair Macintyre ve Paul Ricoeur tarafından Ateizmin Dinsel Anlamı'4 adlı kitapta inandırıcı bir şekilde tartışılmıştır. Kısacası, her yıl dünye­vilikle ilgili daha fazla çalışma yapılmaktadır ve katalog­lara girmektedir.

Dünyeviliğin bugün çoğunlukla kilise ve devlet arasın­daki ayrımı gösterdiği kabul edilir. Eğer dünyevilik kilise ile devletin ayrılmasıysa, o halde laiklik de bence, dinin politikadan farklılaştırılması (ayrılması zorunlu olmasa da) sürecidir.

Bununla birlikte, bu kitapta 'dünyevi', sözgelişi 'bu dünyaya ait' ve 'ne din tarafından açıklanan kutsallık (Holy), ne de dini işlerden ayrı olandır (Profane). 'Dün­yevi' burada, kutsal karşıtını değil15 fakat daha ziyade toplumsal ve kültürel olanı anlatmaktadır. Öte yandan 'kutsal' ise, bana, kendisini doğrulayan her kanıttan ve gösteren her düşünceden daha geniş ve büyük olan, idealize edilmiş kurallara bağlı bir kavram gibi görünmek­tedir.16

Dünyevi, bu dünyaya ait olarak anlaşıldığında, dünye­vi değişimlerden ve kıtaların hareketinden veya piyasa fi­yatlarından veya esas olarak teknolojiyi ve endüstriyle il­gili dünyevi bilimsel çalışmalardan veya dünyevi şiirden vb. söz edebilmemiz mümkün olur. 'Dünyevi hümanizm' ve katı bütünsel 'devlet destekli dünyevilik' denilen bi­çimler de keza modern dünyeviliğin çağdaş şekilleridir. Ancak, bu kitabın kapsamı nedeniyle yazar, Aziz Paul sonrası ortaya çıkan bu gelişmeleri dikkate almamıştır.

Dünyeviliğin tarihsel ve sosyal-ahlaki kökleri, 13. yüz­yılda Gerçekçilerle Adcılar (Nominalist) arasındaki tartış­malarda yatar. Kilise tarafından bugün 'Adcı Hıristiyan­lık' olarak adlandırılan, aslında Dünyevi Hıristiyanlık'tır. 1920'lerden başlayarak dünyevilik, politik-ideolojik he­saplaşmaların kurbanı olmuş ve bazen Ateizm'le birleşti­rilmiştir. Dünyevilik ana kilisenin en büyük düşmanların­dan birisi olarak görülmüş, sosyalistler ve diğer sözde 'yı­kıcı' grupların açık bir fesat planı olarak gösterilmiştir. Ki­lise liderleri suçlamalarında ve güç politikalarında, kilise­deki 'dünyevilik' izlerinden söz etmekten dikkatlice ka­çınmışlardır.17 Onlar örneğin 'Hıristiyan sosyalizmi' ola­rak görülen dünyeviliğin İngiliz Kilisesi'ne ait biçimini18 ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa'daki politik ortamı sü­rükleyen ve Latin Amerika'daki 'kurtuluş teolojisi'nde ha­len etkili olan Katolik Sosyalizmi'ni tamamen görmezden gelmişlerdir.

Yves Congar'ın 1976'da yayınlanan Kilisede Krzz'inde19 olan, geçmişte Kilise'ye ait bunalımlar, Mgr. Duchesne'nin Toplu Yapıtla/ında20 zaman sırasıyla izlenebilir. Bu gibi 'krizleri' sırasında Kilise, dünyeviliğin, gerçek dışın­dan gerçeğin ayrılmasını gözleyen boşluk olduğunu söy­lemekten geri durmamıştır. Kilise'de ne zaman kriz olur­sa, önderler inananların dikkatini derhal dünyevilik tara­fından yaratılmış zararlar diye adlandırdıklarına çekerler. Eğer dünyevi sistem Kilise hiyerarşisi tarafından kararlaş­tırılmış standartlara göre çalışıyorsa onu takdir ederler, yoksa dünyeviliği lanetlerler.

Dünyeviliğin yaygın olan biçimlerine karşı Kilise, 1980'lerde 'Hıristiyanlık yönetimi'ni21 yeniden kurdu ve Birleşik Avrupa'ya tek seçenek olarak önerdi. Nostalji ve ütopya nicedir federatif bir birlik anlayışındaki Avrupa uluslarının gündemine yeniden girdi. 1990'larda Sürgün Kiliseleri22 olarak adlandırılanlar, Roma'daki Papa 2. Jean Paul tarafından gündeme getirilen Katoliklik amacını kuvvetle desteklediler. Vatikan tarafından yönetilen In­cil'i yeniden öğrenme programı, dünyevi Birleşik Avru­pa'ya karşı ilerlemektedir. Birleşik Avrupa'yı yeniden Hıristiyanlaştırmakta (yeniden Katolikleştirme olmazsa), ki­lise yönetimi, amaçlarına ulaşmak için, kendisi de dünye­vi bir belge olan İnsan Hakları Deklarasyonu'nu sıkça kul­lanmaktadır.23 Bu köktenci radikalizmin Katoliklikle sınır­lı olmadığını ve Musevilikle, dikkate değer oranda İs­lam'da da bulunduğunu belirtelim.

20. yüzyılın son on yılında 'ruhani âlem'de gerçekleşen bu köktenci değişimler, gerçekte saçmalık ve sıkıcı konuş­maların ötesine geçmekte ve bireyin dünyevi özel yaşamı için tehlike işaretleri vermektedir. 19. yüzyıl softacılığınm modern 'maskesi' olan bu yeni dini tutuculuk, Kilise-devlet ayrılığının temel destekleyicisi olan muhafazakâr poli­tikanın yerini almaya adaydır.

Bu tehlikeli durum, bu kitabın yazılmasının ardındaki itici güçtür. Temel fikrini, "Tarih, insan denetimindeki güçlerle, olmayanların çatıştığı ve işbirliği yaptığı bir sah­nedir,"24 diyen R. H. Tavvney'den almıştır.

Hıristiyan değilim ve hiç olmadım. Yetişmem ve öğre­nimimi tamamlamam dünyevi bir sistemde olmasına kar­şın, köklerim İslami gelenektedir. Birçok kez misyoner 'cihat'çılar tarafından, Avrupa'da veya başka yerde yaşa­makta olan Hıristiyan olmayan entelektüellere yöneltilen soruyla karşılaştım: "İsa size neyi ifade ediyor?" Bu kita­bın üçlü adı, benim İsa'yı gözümde canlandırmamın ve öğretisi karşısında edindiğim izlenimlerin tanığıdır. Alın­tı yapılan yazarlar ve onların kullanılan değerli malzeme­si, belirtmek bile gerekmez ki, kişisel yorumlarımın so­rumlusu değildir.

Bu kitapta sözü edilen veya alıntı yapılan çalışmalar, hiçbir şekilde bu kitabın içeriğine paralel bir düşünceyi göstermez, ima etmez veya içermezler. Eğer çalışmam ku­raldışı bulunursa, bu, bilginin sınırlılığından dolayıdır,

ama Isa'yı, Hıristiyanların Tanrı'smı anlayabilmek husu­sundaki çabamın yetersizliğinden değildir.

Aytunç Altındal

Zürih, 1992

İSA: SEKÜLER MÜSEVİ

Açılmayacak örtü ve bilinmeyecek gizli şey yoktur.

İsa, Matta 10:26

1.1.  İnsancıl[*] Olan Biziz, Çünkü Biz Romalıyız[†]

Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altındaki toprak­larda kırsal ve kentsel hayatı yönlendirenler Onlar'dı. Toprak sahipleri, köle-sahipleri, idareci, asker, subay ve buyurucu olan, Onlar'dı. Kararları Onlar verirler; Seküler/dünyevi ilahileri Onlar bestelerdi; spor yarışmaları düzenler, şampiyonlar yaratırlardı. Kentlerini tiyatrolarla, geniş meydanlarla, yüksek sütunlarla ve bahçelerle güzel­leştirmiş olanlar Onlar'dı. Üzerleri kemerli yollar ve geçit­ler yapmayı, kentlerde kişiye özel ya da kamuya açık ha­mamlar inşa etmeyi ilk kez tasarlamış ve gerçekleştirmiş olanlar Onlar'dı. Roma İmparatorluğu'nda yaşayan civilian (barbar olmayan) ve Yerleşik Düzen'i benimsemiş yurt­taşlar Onlar’dı.

Gündelik hayatlarında, gerekli gördükçe, bağlılık duy­dukları inanç sistemlerine özgü vecibeleri, Roma İmpara-

Üf İsa torluğu'nun koyduğu ve özenle gözetim ve güvence altın­da tuttuğu religio* diye tanımlanmış olan bir usule uygun olarak yerine getirirlerdi. Bu nedenledir ki, Roma İmparatorluğu'nun yurttaşları gerçekte 'kült vecibelerine’ bağlıydı­lar; günümüzde kullanılan sözcük anlamıyla tam 'dindar' değillerdi. Dileyen dilediği kadar külte bağlı olabiliyor ve onların öngördüğü vecibeleri uyguluyordu. Dolayısıyla­dır ki, aralarında Panteistler, Polyteistler, Henoteistler ve Kathenoteistler** çoğunluktaydı. Buna rağmen uçsal (marjinal) kabul edilen bazı cemaatlerde Tek-Tanrıcılığa yakın syncretism'e*** dayalı inanç-vecibeleri de uygulan­maktaydı.

Gündelik hayatı yapan yazılı ve sözlü iletişimde inanç sapkını, Heretik kavramını karşılayan bir deyim yoktu; çünkü, dümdüz ve yekpare (teksesli) olmayan manevi de­ğerleri arasında ortodoks (tek gerçeklilik) varsayımlara an­cak asgari düzeyde yer verilmişti. Ne oldukları bilinme­yen olaylar karşısında duyulan ilkel korku anlamına gelen supertitio kavramı, toplumun alt tabakalarında etkili bir rol oynasa da gerçekte, İmparatorluğun religio'su toplum­sal katmanlar ve sınıflar arasında daha güçlü bir düzenle­yici ve birleştiriciydi.

Yurttaşların benimsemiş oldukları düzinelerle tanrı, tanrıça ve onlara ilişkin kültler vardı. Tanrıları hizmet görmek için onlara hizmet veriyorlardı. Yine de günün bi­rinde bir tanrıyı yetersiz bularak kaidesinden alaşağı edivermek ya da bereketsiz bir tanrıçayı daha etkili olacağı

varsayılan bir başkasıyla değiştirmek, rastlanılmayacak olaylardan değildi. Seküler ve Manevi/Ruhban taraflar arasındaki Roma modus vivendi’si[‡] olası çatışkı ve gerilim­ler! önlemek üzere kurulmuştu ve 'Tek-Tanrı-merkeziyetçiliği’nden kaynaklanan hoşgörüsüzlüğü dışlamaktaydı. İn­sanlar düzenlenen festivallerde, sirklerde ve eğlencelerde kehanetler dinlemeye ve yorumlar yapmaya çok düşkün­düler ama bugünkü anlamıyla bağlılık-yeminleri (Credo) ve yakarış duaları Onlar’a uygun değildi. Genel anlamda tanrılarını, tanrıçalarını ve tapmaklarını seviyor, onlarla yaşamaktan mutluluk duyuyor, hatta belki de onlara tapı­nıyorlardı, ama hiçbir Romalı kendi yazgısını sonsuza dek Tek-Tanrı'ya bağlamayı düşünmüyordu. İnsan'm mı tan­rıları yoksa Tanrı(lar)'ın mı İnsan'ı yarattığı şeklindeki so­ru, küçük bir azınlığı oluşturan bazı dediğim-dedikçi ay­dınların meselesiydi: İmparatorluğu oluşturan tüm res publica’nm (kamu) böyle bir sorunsalı yoktu. Böylesi spe­külatif konular Onlar'm ünlü düsturunu da değiştirmiyor­du: însancd Olan Biziz; Çünkü Biz Romalıyız.

Felsefede Gnostiklerin, Skeptiklerin (kuşkuculuk), Epikürcülerin (doyumculuk) ve Platocuların izleyicileriydi­ler. Görüşlerini açıklarken doktriner ya da dediğim-de­dikçi olmamaya özen gösterirler, daima akli olan çözüme ulaşmayı yeğlerlerdi. Kurtuluş/Selamet (Salvation) kav­ramının muhtemeldi ki, bireysel ve maddi bir anlamı var­dı ama kesinlikle dinsel değildi. Bir Kurtarıcı’ya gereksi­nimleri yoktu; zaten varsayımsal Kurtarıcı(lar) olarak ka­bul edilenler Onlar1 dı.

Siyaset alanında sınıfsal bilince ulaşmış insanlardı. Uçsuz-bucaksız, yaygın ve güçlü bir imparatorluğun önde gelenleri ve soyları-tescilli mirasçılarıydılar. Kendileri ve egemenlikleri altındaki halklar için yasa-yapıcılık görevi­ni üstlenmiş olanlar Onlar'dı. Hayattan ne istediklerini bi­len, yurttaşlık bilincine ulaşabilmiş insanlardı. İster Sekü­ler olsun ister manevi, tüm konularda yönetimi ellerinde tutanlar ve son sözü söyleyenler Onlar'dı. Sonraki yüzyıl­larda Onlar’a Pagani (paganlar)' denildi ve günümüze dek kendilerine takılmış olan bu adla tanındılar. Çağdaş Av­rupa uygarlığının temellerini atanlar, Onlar’dı.

Paganlar birçok ülkeyi ve ulusu yönetiyorlardı. Sömür­geleştirdikleri ülke ve uluslara kendi yaşam tarzlarını ve standartlarını dayatıyorlardı. Bir yandan yeni alışkanlık­ları, görenek ve uygulamaları, diğer yandan da yeni dü­zenlemeleri, yasaları ve yasakları yerleştiriyorlardı. Pa­ganlara özgü yaşama ve yönetme tarzının tüm ulusları ve cemaatleri hoşnut ettiği söylenemezdi. Nitekim, hoşnut olmayan topluluklar arasında Kudüs'ün ve Filistin'in Mu­sevileri başı çekiyorlardı.

Romalıların Kudüs'ü işgallerinden sonra Filistin, Roma tarafından atanmış krallarca yönetilir olmuştu. Filistin'in ‘Büyük Kralı’ diye tanınan Herod, işte bu ‘atanmış’ krallar­dan biriydi. Doğuş-hakkı itibariyle Semit (Ebonit) ve W.H.C. Frend'in tanımıyla2 Nominal olarak Musevi olma­sına rağmen, Museviler İsrail'in Tanrısı'nm Yasası'na (Musevi Şeriatı) uygun olarak 'Onaylanmış' bir kral değil de, işbirlikçi bir kral olduğu için, Filistin'in gerçek yöneti­cileri olan Romalı Paganlardan çok Herod'dan nefret edi­yorlardı. Museviler için Herod, 'peygamberce yöneticilik' (uhrevi) geleneğine tümüyle yabancı, Musevilik-dışı Se­küler (cismani) bir gücün Musevilerin başına yerleştirdiği bir kraldı. Bir diğer deyişle Herod, Museviler için ’Tanrı- tarafından-gönderilmiş' değil, 'insan tarafından-yaratılmış' kral'ı simgeliyordu. Buna rağmen, Romalılarla işbirliği yaptığı için Herod'a düşmanlık gösterseler de onun gün­delik siyasete getirdiği yöntemlere ve pragmatizmine hayranlık duymadan da edemiyorlardı!

1.2.  Seçkin ve Kutsal Olan Biziz, Çünkü Biz
Museviyiz

İsrail Tanrısı, Kadir-i Mutlak; her zaman ve her yerde var olan, tüm-güçlerin-sahibi, eril Tanrı'ydı. Yaratan ve ulaşılamaz olan Tanrı'ydı. Gökleri ve yeryüzünü ve me­kân içinde yer tutan her şeyi Kutsal Kitap Incil'in Eski Ahit bölümünde anlamını bulan 'Altı İncil Günü' içinde yaratmıştı. (Halk inancasında bir İncil günü 144.000 dün­ya yılma denktir, ama hiç kuşkusuz, ölümlü olan insanoğ­lu, Kutsal Kitap İncil'in bir gününün gerçekte ne kadar ol­duğunu, tam süresini kesin olarak hesaplayamaz.) Tabi­idir ki, Tanrı'nm Kendisi kendi yarattığı 'Başlangıç'ta yer almamıştı. Yarattığı her şey gibi Sonlu (Ölümlü) değildi. Tanrı yaratılmamıştı, dolayısıyla da kendine özgü Zaman'ı ve Mekân'ı vardı.

Kutsal Kitap'm yedinci tekvin (doğuş) gününde Tanrı, planı uyarınca Kendisini Yaratılış'tan ayrıştırdı ve gör­kemli yaratıcı faaliyetini noktaladı. Yedinci günü (Sebt) kutsayıp dinlenmeye çekildi. Tanrı'nm suretinden yaratı­lan İnsan (Adem) ilk mübarek kılman ve Sebt de ilk takdis edilen idi.

Ancak kendi tasarımına göre Tanrı'nm yeryüzündeki görevi devam ediyordu. Çünkü O'nun yarattığı her şey iyiydi, ama mükemmel değildi.3 Yaratılış ve insanlığın mükemmelliğe ulaşma çabası O'nun 'eserleri' arasınday­dı, ama misyonerlik hizmetleri ve Tanrı'nm 'uluslar'a ait olan görevleri çoğunlukla O'nun Ruh'u ve melekleri tara-

fından yürütülmekteydi. Tanrı'nm tasarımına göre insan­lığın kötü işleri -ki insanların tasavvurları gençliklerinden başlayarak kötülüğe eğilimliydi (Tekvin, 8:21)- O'nun Ruh'u ve melekleri tarafından arındırılacaktı. Sonradan Şeytan'a dönüşen Lüsifer bile, başlangıçta Tanrı'nm bir meleğiydi. Lüsifer Tanrı'ya başkaldırısından dolayı O'nun İnayeti'nden uzaklaşmıştı.

İsrail'in Rab'binin kararlı ve buyurgan bir doğası vardı. Yahudiler için Tanrı, (İbranice El) Kendini Elohim/Elaah, el Shaddai, Yahve/Sabaoth (Yehova/RAB), Adonoi ve Kabbalistik anlamında da Şekina gibi kimi adlarla ortaya koyuyordu. Ad'ını oluşturan dört İbranice harf'in (ya da ses) Tetragrammaton'u[§], dile getirilmez, telaffuz edile­mezdi. Bu harfler tümüyle gizli bir adın işaretleriydiler. Yasa-Yapıcı Musa Tanrı'ya Ad'ını sormaya cesaret ettiğin­de şu yanıtı almıştı: "BEN BEN OLANIM. İsrailoğulları'na böyle diyeceksin: Beni size BEN'im gönderdi. Ebedi­yen adım bu ve devirden devire anılmam budur." (Çıkış 3:12-15) Gerçekten de böylesi mütevazı ama o denli de açıklanamaz bir ad ve bağlamsal işlevleri olan Bir ve Tek Tanrı O'ydu! Bir Olan, Tek BEN'im olan ve Bir ve Tek BEN OLACAĞIM olan. Hepsi bu! İbranilere On Emri'nde Tanrı Adı'nın kötülenmesini (Levililer, 19:12 ve 22:31) ve boş yere ağza alınmasını (Çıkış, 20:7) kesinlikle yasakla­mıştı. İsrailoğullarının sadece O'nun Adı'nı okuyup sonra da isteyerek unutmalarına izin vardı. (Tanrı'nm Adı'nı ce­maat önünde anan Musevi kendini kâfir konumuna düşü­rüp doğuştan gelme haklarını yitirir ve sonunda da kendi­ni Tanrı'nm Tekvin'inden ve Museviler'in Çıkış'mdan[**]

dıştalar. Bu nedenle gizli adı güvenlikte tutulmalıdır.) Musa'nın söylediği gibi Israiloğulları kendilerini bildiği günden beri Tanrı'ya karşı asi olmalarına rağmen (Tesniye, 9:24), Israiloğulları arasında bir tek Başrahip'in Tanrı'nın onaylanmış sözcüsü olarak, telaffuz edilemez ve 'Esrarengiz' Ad'ının 'Batıni anlamını' öğrenmeye hakkı vardı. Diğer Yahudilere 'pek çok harikayı ve gizi'4 barın­dıran bu adı hecelemesi dahi öğretilemezdi.

İsrail'in Tanrısı tüm kulları İsrailoğullarına (Levililer, 25:42) ve özel kulları Peygamberleri'ne bildirdiği gibi, son derece kıskanç (Tekvin, 34:14) ve dehşet veren (Levililer, 26:16) bir Tanrı'dır. Bertrand Russell'm tanımıyla, "Tanrı kavrayışının tümü kadim Doğu despotluğundan türetil­miş bir kavrayıştır."5 İsrail'in Tanrısı başka ilahlara (Çıkış, 20:23) ve kendininkilerden başka gelenek ve âdetlere ta­hammül edemiyordu. Birçok kez 'bütün uluslar'ın Bir ve Tek Tanrısı olduğunu açıkça belirtmişti. Pagan tanrılarını ve tanrıçalarını, sunaklarını ve tapınaklarını aşağılıyor ve görmezden geliyordu. Komşu ülkelerde soykırımlar ya­pılmasını isteyip İsrailoğullarmı bu kirli işi görmeye zor­lardı. Pagan ilahlarını 'Tanrı-Olmayan Tanrılar' olarak ni­teliyordu. Bu da İsrail Tanrısı'na göre bu tanrıların sadece ilahlar olarak var olduğuna işaret etmekteydi.6 Ve onların lanetlenmesi gerekiyordu: Putları ve simgeleri 'sapkın yolların' nişanlarıydı. İlahi olana değil, 'Kötülükler ülke­si'ne aittiler.

İsrailoğulları, kendi tanrıları tarafından seçilmişlerdi. Tanrı'nm Kendisi kutsal olduğu için onlar da kutsaldılar (Levililer, 20:7-8); Tanrı, İbranileri birçok kavim arasından seçmişti (Levililer, 20:26); kutsal bir kavim olmak için çok küçük ve güçsüz olmalarına karşın (Çıkış, 19:16)... İsrail'in Tanrısı .tümüyle ayrıştırıcı -başlangıçta ışığı karanlıktan, suyu karadan ve gündüzü geceden ayırmıştı- ve farklılaş-

tırıcı bir Tanrı'dır. Ve Mircea Eliade'm da belirttiği gibi, Yahve, diğer tanrılardan farklı olarak kendini kozmik za­man çevrimi içinde değil, mutlak bir başlangıcı ve sonu olan tarihsel zaman süreci içinde ifade etmiştir.7

Bu nedenle Yahudi'nin gündelik yaşamı Tanrı tarafın­dan kesin olarak iki alana ayrılmıştır: İlahi alan ve haram alan. İsrail'in Tanrısı, Musevi yaşamının, tarihinin ve siya­setinin tek yapımcısı ve tasarımcısıydı. Bunlara ilişkin her türlü insan-yapısı karar ve hüküm, Tanrı'nm Yasası'yla çelişmese dahi, bazen kaçınılmaz olarak O'na ters düşebi­lirdi. Bunlar dışsal ve Seküler görüşler sayılırlardı. Bu Se­küler görüşler Kültür,8 Uygarlık, Felsefe ve Sanat gibi toplumsal-tarihsel kategorileri içeriyorlardı. Örneğin Kültür Musevi'ye Bilgi Ağacı'nı anımsatmaktaydı. İsaiah Peygamber'in de söylediği gibi. "Ve ondan artakalanı bir ilah, kendine oyma bir put yapar; ve önünde yere kapanır ve tapınır" (İsaiah, 44:17). Musevi zorunlu olarak Tanrısı'na Tapmma'ya değil, O'na sadık kalmaya alışkındı. Öte yan­dan Kültür, doğası itibariyle insanı 'güzel'e Tapmma'ya çağırıyordu. İsrail Evi'nin çatısı altında teolojik ve pratik anlamıyla Kültür'e ve başka ilişkin kavramlara yer yoktu. İsrailoğulları kendi Ahit(ler)ince kutsanmışlardı, Seküler, insan yapısı fikir ve idealleştirmelere gereksinimleri yok­tu. Çünkü Musevilerin Yasası'na göre, "Var olan eskiden­dir; ve olacak olan eskiden olmuştur; ve Allah geçmiş ola­nı yine arıyor" (Vaiz, 3:15) denmekteydi. Geleceği araştır­maya ve şimdiki zamana boyun eğmeye ya da geçmişe hayıflanmaya gerek yoktu. Her şey gibi, bunlar da anlam­sızdı! Çünkü Tanrı'nm yaptıklarına herhangi bir şey ekle­nemez ve ondan bir şey eksiltilemezdi (Vaiz, 3.T4). Musevilere göre insanın yeryüzündeki görevi Kudüslü Kral Davud'un oğlu Vaiz'in sözlerinde özetlenmişti. "İşin sonu şudur; her şey işitildi: Allah'tan kork ve O'nun emirlerini

tut; çünkü insanın bütün vazifesi budur" (Vaiz, 12:13). İsrailoğulları'ndan sadece "her şeyi yapan Allah'ın işini bil­meleri" (Vaiz, 12:13) isteniyordu, O'nun işlerini yorumla­maları değil. Tanrı'nm işlerini yorumlamak, "Tabir Al­lah'a mahsus olduğundan" (Tekvin, 40:8) fesat sayılmak­taydı. Ve böylesi fesatlar Musevilerle Tanrı arasına nifak sokardı (Isaiah, 59:2). Çünkü Tanrı, Peygamber Mika'ya "Yatakları üzerinde fesat düzenlerin (...) vay başına!" (Mi­ka, 2:1) demişti. Yorumcu denenlerden çoğu Musevilerce sahte peygamber ya da kâhin sayılıyorlardı, çünkü yo­rumları mecazi olarak gerçekleşiyor ve Tanrı'nm İnayeti'ni içermiyordu.9 Geleneğe göre, her 'yeni' Tanrı'nm bir sunusu olmalıydı, insanlığın kültürünün ya da putların değil. Çünkü 'her şeyin bir zamanı vardı' ve bizzat Tanrı, "Sana şimdiden yeni şeyler, bilmediğin, gizli şeyler işittir­dim," (İsaiah, 48:6) diyordu.

Oysa Pagan yaşam tarzı aşikârdır ki, sınırları kesin ola­rak belirlenmiş bölümlemeler, sonsuza dek bağlayıcı ke­hanetler, buyrultular ve sözde göksel düzenlemelerin bo­yunduruğu altında sürdürülmüyordu. Örneğin Anado­lu'daki Helenistik geleneğe göre, ilahilik insanlara değil, özel yerlere ve hakkaniyet sembolü bir ilaha10 yakıştırılan bir özellikti. Greko-Romenlerin Theios emer, Kutsal İnsan11 kavramı, fikir, ideal ve düşüncelerinde 'karizmatik olgun­luğa' erişmiş insana özgüydü. Böylesi bir kişi Evrensel/Tümel İnsan, Bütün(sel), (Kâmil)-İnsan olarak tanım­lanıyordu. Ama böylesi bir kişi bir Kadir-i Mutlak Tanrı tarafından kutsanmış değildi; kendi aşılmaz nitelikleri, er­demleri ve zekâsıyla kendi karizmasını 'insanlar arasında ve insanlarla birlikte' yaratıyordu. Onların gözlerinde ya­şayan bir ilah olarak kültürel statüsüne kendi erişmişti. Theios uner Tanrı-yapısı ya da Tann-tarafından-gönderilmiş-irtibat-insanı değil, içgörü ve vargıları, resmen tanın-

mış filozoflarınkinden daha derin olan bilgileriyle kendini yetiştirmiş bir bilge kişiydi. Theios aner bir bakıma Empe­docles ya da "Ruhun ölümsüzlüğünün ölümsüzlere ben­zerliğinden kaynaklandığını ve bu benzerliğin güneş, ay, yıldızlar ve tüm gök-kubbe hiçbir zaman devinimsiz ola­rak algılanmadığı için, tanrılarla ortak olarak sergilendiği kesintisiz hareketten oluştuğunu"12 öğreten Crotonlu Alkmeon gibiydi. Ancak popüler kültür onlara kehanetler ve mucizeli eylemler yakıştırıyordu. Olasılıkla 'kehanetleri' gerçekte 'verili vahiylere' değil, bilgi ve bilgeliğe dayalı teşhis ve öngörülerdi. Greko-Romen gelenekte Theios aner Gizemler'e tabi değildi; aksine Gizem denilen olgular, Theios aner'e tabiydi ve ancak Noolojik[††] birimler olarak geçerliydi.

Paganların düşünce tarzına göre her yurttaşın yaşamı Musevilikte olduğu gibi göze görülmeyen ve adı anılma­yan bir Deus Absconditus (gizli Tanrı) tarafından yönlendi­rilmiş değildi. Pagan, tanrıların tam ortasında, onlarla iç içe yaşıyordu, oysa Musevi sadece kendi tek Tanrısı'yla birlikte yaşamak üzere seçilmişti. Devlet tarafından seçil­miş ayrıcalıklı bir kişiliği olan Paganın tersine, Musevi kendi topraklarında sıradan bir insan olmaya mahkûmdu. Yurttaşların manevi istemlerine hizmet eden Pagan tanrı­ların tersine, İsrail'in Tek Tanrısı dilediği an Musevilerin yaşamının en mahrem alanlarına bile, hükmedebiliyor ve nüfuz edebiliyordu.

Pagan tanrıları insan-yapısı imge ve idoller, Musevile­rin taktığı adla, 'kötülük simgeleri'ydiler. İsrailliler için Tanrı, insan yapısı değil, kendini yaratmış Yaşayan Hü­kümran Tanrı'ydı. Musevi kendini (kişisel) yaşayan Tan- rı'yla bağlantılandırırken, Pagan kendini sahip olduğu Se-

küler güçle özdeşleştirmekteydi. Pagan, her şeyin üzerin­de, Roma İmparatorluğu'nun sivil yurttaşıydı. Kült inan­cıyla değil, Devletine ve İmparatorluğa olan bağlılığıyla tanımlanmaktaydı. Pagan, yalnızca İmparator'a tabiydi. Musevi ise adını ve cemaat kimliğini Tanrı'yla bağlaşıklı­ğı içinde edinebilmekteydi. Kimliği -yani atavistik ve do­ğuş alanına göre biçimlendirilmiş tapmak- Devlet-ulusal- cılığı-İmparator'u Pontifex Maximus olarak hiyerarşinin doruğuna yerleştirmiş olan insan-yapısı Seküler mekaniz­ma tarafından değil, Tanrı tarafından verilmişti.

Musevi her nasılsa Tanrı RAB tarafından kıskıvrak ya­kalanmıştı. Bu nedenle kendisinden O'na inanç ya da iman değil, Ad'ına bağlılık ve Yasası'na sadakat beklen­mekteydi. Pagan, tanrılarla ilişkilerinde kendini özgür ve serbest hissederdi; bir Tanrı tarafından bağlanmış ya da tutsak kılınmış değildi. Musevi RAB'binin hizmetkârıydı; Pagan ise dünyanın efendisi olmak üzere doğmuştu. Pa­ganlar uluslarını uygarlık dünyasına iletmekle yüküm­lüydüler; göklerin ötesinde bir yerlerde tahtında oturan görünmez bir Tanrı'nm dizlerinin hizasına değil.

Paganlar, büyük-toprak-sahipleriydi. Oysa toprak, İs­rail'in Yasası'na göre RAB'be aitti (Levililer, 25:23). Atala­rının kabul ettiği Ahit nedeniyle Musevi, 'Vaadedilmış' Topraklar'da Rab bin sözleşmeli işçisi gibiydi. İsrail Tan- rısı'nm Yasası'na göre Eski Ahit'in on iki kabilesi bizzat Rab tarafından bir araya getirilmişti. 'Birlikte ama yalnız' ilkesiyle bir araya getirilmiş olmalarına karşın, bu birlikte­lik, paganların birliğinden farklıydı. Pagan birliğinin te­melleri Tanrı-tarafmdan-yapılmış yeryüzündeki değil, ik­tisadi, siyasal, tarihsel ve toplumsal bağıntılarla kurul­muştu. Paganlar yeryüzündeki servetleri ve buna denk düşen seküler iktidarlarıyla birleşmişlerdi. Bu nedenle de önyargısızdılar ve tüm zenginlik ve kudret sahiplerine,

inanç ve geleneklerine bakmaksızın kucak açıyorlardı (I. Mac. 8:1-32).

Paganlar yabancı ülkeleri, ulusları ve tanrılarını bazen savaşarak, bazen de diplomatik tavizler yoluyla egemen­likleri altına alıp sömürgeleştirirken, Museviler Tanrıla­rından bir parça toprak edinebilmek için 'Doğru Yol'a, yani Teşuva'ya dönüp O'nunla daha ağır hükümler içe­ren yeni akitler yapmak zorundaydılar. Ve Tanrı toprağı elinden çıkarttığında, bu her zaman için daha ağır yaptı­rımları öngörür -örneğin Tanrı bakire İsrail'in kocası ola­rak tanınmayı şart koşmuştu- ve baskı altında gerçekle- şirdi.

İsrail'in Tanrısı'nm Yasası'nda Musevi'nin religio ile değil, Tanrı'yla bağlantılı olması istenirdi. Musevi'nin Ruh'a ya da genelde herhangi bir şeye inanması gerekmi­yordu, çünkü o, ‘kendisi inançtı'.13 Musevi'nin RAB'la bağlaşıklığı hiçbir zaman tapınmaya göre düzenlenmiş bir özdeşleşme sorunu sayılmıyordu.14 Musevi'nin kendini RAB'biyle özdeşleştirmesine izin yoktu. Bu da ona tüm yeteneklerini ve zekâsını kendini RAB Tanrı'ya karşı sa­vunmada harekete geçirme olanağını veriyordu. Gerçekte sıradan Musevi'yle RAB arasındaki ilişki, keskin bir ni­şancıyla hareket halindeki hedefi arasındaki ilişkiyi andır­maktaydı. Musevi bir anadan doğmuş olmakla Musevi, çok kolay öfkelenen ve anında yıkıcı olabilen RAB'bin hu­zurunda ve tapmağında tüm insanlığın keskin zekâlı avu­katı rolünü oynamakla onurlandırılmıştı. Dolayısıyla sa­dık Musevi, salt insan aklı ve standartlarının tasavvur edemeyeceği kadar yüce bir güçle mücadele ettiği için, -Yakub gibi- Paganların Hercules'inden daha güçlü bir kahraman olmak zorundaydı. Görevi her insanınkinden daha seçkin ve derinlikliydi. RAB'be karşı önce direnecek ve bunda başarılı olmadığı takdirde, derhal uzlaşıp

O'nunla pazarlığa oturabilecek konumda olan, yalnızca oydu. Çünkü bu dünyada barışı sağlamak uğruna bu son­suz tartışmayı sürdürebilsin diye olağanüstü kurnazlık ve bilgelik ile donatılmış olan tek varlık oydu! Zaten İbrani- ce Israel adı, 'Tanrı'yla mücadele eden' anlamına gelmek­teydi. (Bu lakap, Kadir-i Mutlak Tanrı'yla gece boyunca tartışan Yakub Peygamber'e bizzat Tanrı tarafından veril­mişti.)

Musevi, ruhani önderlerince itaatiyle (teslimiyetiyle değil) ve Hikmet'iyle, yani Logos'la RAB'bini hoşnut edip O'ndan bağışlanma elde etmeye ikna edilmişti. İsrail'in Yasası'na göre ancak Tanrı 'haksızlık, ihlal ve günahları' bağışlayabilirdi (Çıkış, 34:7/Yerema, 31:34/ Daniel 9:9). İnsan bunu yapamazdı. Bu nedenle RAB'bin kudret yeti­sini ve potansiyel yüceliğini kavrayabilmesi için Muse­vi'nin yüreğinin korkuyla dolu olması gerekiyordu. Onu Tanrı'nm huzuruna yaklaştıracak olan bir tek BU KORKU ve BU KAVRAYIŞ'tı. Musevi kitabını ibadet etmek için değil, kavrayabilmek ve inceleyebilmek için okuyordu. Oysa Paganlar için Zeitgeist’ı, yani zamanın ruhunu ve ze­kâsını kavrayabilmek, özel bir önem taşımaktaydı. Ne ki, İsrailoğulları için RAB, her-yerde-mevcut'tu, her şey O'na aitti ve kendileri yalnızca Hikmet anlamında Logos'la do­natılmışlardı. Dolayısıyla Musevi'nin kültürel, felsefi, sa­natsal ya da kültik bilgiye gereksinimi yoktu. Çünkü Tan- rı'nm kudreti/gücü, insanlığın Sophia'sının (Bilgi) çok ötesinde, onun ulaşabilirliğinin çok uzağmdaydı.

Ne ki, İsrail'in Tanrısı aynı zamanda iyicildi ve seçtiği cemaatiyle ilgilenirdi de. Musevi anlayışına göre, tüm ulusların atası sayılan İbrahim Peygamber'den bu yana, İnsanoğlu'yla Tanrı RAB arasında bir diyalog sürmektey­di. İbrahim zaman zaman RAB'bi kendi görüşlerine ikna edebilmişti. Musa bundan da fazlasını yapmış ve Tanrı'ya

Ü( İsa rakiplerinin kendisi hakkında söylediklerini 'kabul etme­mesini' telkine cesaret edebilmişti (Sayılar, 16:15). Pagan­lar için böylesi bir diyalog anlaşılmaz bir bağdı. Tanrılara talimat vermek, ya da Tek Tanrı tarafından dayatılmış bir 'Ahit işareti' (Sünnet) temelinde sürekli bir diyalogu sür­dürmek, kendi hayat tarzları içinde onlar için bildik bir konu değildi.

Musevi, yeryüzünde hayatta kalabilmek için Modus Operandi’sinin (çalışma tarzı) denetimini Tanrı'ya sunuyor ve karşılığında O'ndan bir anlaşmanın kazançlarını, bir toprak ve korunma vaadini alıyordu. O andan itibaren Musevi'nin hayat tarzı, Yüce Efendi'ye ait bir hanenin bir hizmetkârı ya da mensubu gibi Tanrı'ya ait olmaktaydı. Çünkü İsrail Evi'ndeki tarzlar Devlet ya da büyük mey- danlı, her yurttaşın fikrini söyleyebildiği site ya da polis'le- rin Seküler kültürlerince değil, Tanrı/RAB'bin 'başlangıç­ta' yarattığı 'aile ilişkileri'yle biçimlenmekteydi.

Pagan yaşam tarzı ve onlara bağlı Musevi yaşam tarzı­nın ortak paydaları yoktu. Musevi'nin pagan yönetiminin Zeitgeist'ı karşısındaki direnişi genelde Musevi tarikatları ve özelde radikal reformcu Zealotlarla, pasifik-kaçkmcı Esseneler[‡‡] gibi kesimler arasında geleneksel (ancak mutla­ka Kabbalistik olması gerekmeyen) Peygamber Yöneticili­ğini canlandırmanın gerekliliğini bir kez daha vurgula­maktaydı. Essenelere göre, Zeitgeist gerçekte Zeit-Ohne- Geist, yani Adalet/Hakkaniyet Ruhu'ndan Yoksun Za- manlar'dan başka bir şeyi simgelemiyordu. Essenelerin eleştirel hükümleri yalnızca Paganları mahkûm etmekle kalmıyor, aynı zamanda Ferisiler, Kâtipler ve Saddukiler gibi yerleşik Musevi tarikatları arasında egemen olan son

derece yozlaşmış uygulamalara da yöneliyordu. Essene- lerin Dini Bütünlük'e ve Hakkaniyet'e yönelişi Musevi ta­rikatları arasında iç çatışmaları kışkırtarak siyasal radikal Yahudilik'in (Judaism) Peygamberce Yönetimcilik'i (Hü­kümet Etme) üzerinde belirli bir ağırlık kazandığı bir fela­ketle sonuçlandı. Yenilen, Peygamberlere bağlı yöneticilik oldu, bunun yerine Rabbilere (Öğretmen) bağlı yöneticilik ortaya çıktı.

Pagan ve Musevi tartışmalarında, genelde karşıtlıklar iki farklı kimliğin kesin düsturları arasında saflaşmıştı: İn­sancıl Olan Biziz; Çünkü Biz Romalıyız ve Seçkin ve Kut­sal Olan Biziz; Çünkü Biz Musevi'yiz. Bu çatışkı, düşman­lık ve kıskançlıklar sır olmamakla birlikte, her iki tarafça da diplomatça bir anlayışla görmezden gelinip gizleniyor­du. Ne ki, her iki 'ulus' da yeni taraftarlar kazanmak için var güçleriyle uğraşmaktaydılar. Ve Ortadoğu'da Pagan­lar ve Gentileler* ile Museviler arasındaki bu diplomatlık­la gizlenmiş düşmanlık ve şiddet süregiderken, sonradan Bakire Doğumu olarak adlandırılacak olay gerçekleşti. Bu, Büyük Kral Herod'un otuz üç yıllık yönetiminin 'sondan ikinci' yılında oldu. Isaac Newton'un da gözlemlediği gi­bi, matematikçiler, gelenekte hiçbir temele dayanmaksızın 'Bakire Doğumu'nu İ.Ö. 6 ya da 4 yılının 25 Aralık'ına15 ta- rihlendirdiler. Ve tarihçilerle Kilise Babaları sonradan bu olayı Noel olarak belirlediler. A. Povvell Davies'in belirtti­ği gibi, "... Hıristiyanlık Pagan dünyaya Kurtarıcı Tanrı olarak İsa'nın çıkageldiği fikrini yaydığında, bu fikir daha önceden var olanlara, özellikle de Mithra Dini'ne dayan­maktaydı. Pagan Hıristiyanlar, İsa'nın doğum günü ola­rak Mithra'nm doğum günü olan 25 Aralık'ı (kış gündö- nümü) devralmışlardı."16

Oluşundan onlarca yıl sonra çeşitli kaynaklardan der­lenerek anılaştırılan bu olay, gelecek kuşaklara şöyle akta­rılacaktı:

1.3.  'Ve Onun Adını Immanuel Koyacaklar'

Yoahim ve Hanna'nın17 kızı Meryem, Nasıra Kasaba- sı'nda18 bir marangoz olan Yakub'un oğlu Yusuf'la” nişan­lıydı. Ancak birleşmelerinden önce 'gebe olduğu anlaşıldı' (Matta, 1:18). Yusuf "salih bir adam olup onu âleme rüsva etmek istemeyerek, gizlice boşanmak niyetinde idi" (Mat­ta, 1:19). RAB müdahale ederek meleklerinden birine dü­şünde Yusuf'a görünmesini buyurdu. Melek dedi ki: "Sen Davud oğlu Yusuf, Meryem'i kendine karı olarak almak­tan korkma; çünkü kendisine doğmuş olan Ruhülku- düs'dendir. Ve bir oğul doğuracaktır; ve onun adını İsa koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur" (Matta, 1:20-21). Yusuf itaatkâr bir adamdı, kendine söyleneni yaptı: Meryem'i karı olarak evine aldı ama bir oğul doğurana dek onunla cinsel ilişkiden sakın­dı. 'Ve çocuğun adını İsa koydu' (Matta, 1:25). Böylelikle Isaiah Peygamber'in kehaneti yerine gelmiş oluyordu (Matta, 1:23). Ve Meryem'in oğlu gelecek yüzyıllarda da bu adla tanınacaktı.

Ancak, kehanetin yalnızca yarısının gerçekleştiği anla­şılmaktadır, çünkü Isaiah Peygamber'in Tanrısı, bakire­den doğacak çocuğa başka bir ad vaat etmişti. Bu ad, Im- manuel'di. Okuyalım: "Bunun için Rab kendisi size bir alamet verecek; işte kız gebe kalacak ve bir oğul doğura­cak, ve onun adını Immanuel koyacak" (İsaiah, 7:14). Tan- rı'nın başlangıçtaki tasarımını neden değiştirip bebeğe ye­ni bir adı, İsa'yı20 vaat ettiği Yeni Ahit'te yazılı değildir. Garip görülebilir ya da görülmeyebilir, ancak sonuçta

Meryem'den doğan çocuğun adı 'Tanrı-Bizimle' (yani, Immanuel) değil, 'YHVH Selamettir' (yani, İsa) oldu.

Sekizinci gün, Anne Meryem'le üvey baba Yusuf, Şeri- at'a göre bebeği sünnet ettirmek için Tapmağa götürdüler. İsa Tapınak'ta sünnet edildi. Böylelikle Tanrı'nm Babil Talmudu'na göre ilk muhtedi olan İbrahim'le yaptığı 'ah­din işaretini' (Tekvin, 17:11) edinmiş oldu.21 Sekiz günlük bebek İsa, böylelikle adanmış da oluyordu: "Ve Rab Mu­sa'ya söyleyip dedi: Bütün ilk doğanları, İsrailoğulları ara­sında, insanda ve hayvanda bütün rahmi açanları benim için takdis et, o benimdir" (Çıkış, 13:1). Böylelikle Mer­yem'in oğlu, İsrailoğulları'nın RAB'bine ait olmuştu.

Meryem'in kız kardeşi ya da kız kardeşlerinin ve dola­yısıyla da altı ya da yedi yeğeninin olup olmadığı Yeni Ahit'te yazılı değildir. (Klopas'm karısı Meryem'in -Yu­hanna 19:25- Meryem'in gerçek kardeşi olup olmadığı be­lirlenememiştir.) Yusuf'un daha önceki evliliğinden en az altı ya da yedi evlat sahibi olmuş yaşlı bir adam olup ol­madığı da kayıtlı değildir. Bu iki olasılık Yeni Ahit'te be­lirtilmez, ama İsa'nın dört erkek kardeşinin adı verilir. İsa'nın ayrıca en az iki ya da üç de kız kardeşi bulunmak­taydı. İncil-derleyicisi Markos'dan okuyalım: "Meryem'in oğlu ve Yakub'un, Yosef'in, Yahuda'nm ve Simun'un kar­deşi, dülger, bu değil mi? Kız kardeşleri burada bizimle değil mi?" (Markos, 6:3) Dört İncil yazarından İkincisi, Markos'a göre bunlar, İsa'nın gerçek erkek ve kız kardeş­leriydi, dördüncüsü Yuhanna'ya göreyse İsa'nın kuzenle­riydiler (Yuhanna, 19:25). Eğer Yuhanna'nm öne sürdüğü gibi İsa'nın kuzenleriyseler, o zaman Meryem yaşamının sonuna dek bakire ve Tanrı'nm bakire gelini olarak kalmış demektir.

Muhtemeldir ki, Meryem'in kız ya da erkek kardeşi yoktu, ama Elisabeth adında bir kuzeni olduğu kesiııdıı

Meryem'in özellikle gebelik döneminde onunla çok yakın olduğu bize bildirilmektedir. Elisabeth'in bakire Mer­yem'in gebeliğini kendi ailesinden ilk öğrenen kişi olduğu da yazılıdır.

Elisabeth kırk yaşlarında olmalıydı ve Zekeriya adlı bir kâhinle evliydi (Luka, 1:5). Elisabeth 'kısır idi' (Luka, 1:7). Sara, Raşel, Rebeka ve Hanna'dan sonra Kutsal Kitap'ta adı geçen beşinci, Yeni Ahit'teki ilk kısır kadın Elisa- beth'dir. Daha önceki bütün kısır kadınlar ve kocaları gibi Elisabeth ve kocası da 'Allah indinde salih' idiler (Luka, 1:6). Bu nedenle, Zekeriya bir gün Rab'bin tapma ğmday- ken Melek Cebrail ona göründü ve dedi ki: "Korkma Ze­keriya; çünkü duan işitildi, karın Elisabeth sana bir oğul doğuracak, onun adını Yahya koyacaksın. (...) Çünkü Rabbin gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek ve daha anasının karnından Ruhülkudüs'le dolu olacak. İsra- iloğullarından birçoğunu onların Allah'ı Rabbe döndüre­cek. Babaların yüreklerini oğullara, asileri salihlerin hik­metine çevirmek ve Rabbe amade bir kavim hazırlamak üzere İlya'nın ruhu ve kudretiyle onun önünde yürüye­cektir (Luka, 1:13-17)."

İsrail'in Tanrısı daima Meleği Cebrail aracılığıyla ko­nuşurdu. Tanrı her zaman önce kocalara 'korkmamaları­nı' söyler, ardından onlara her birinin ayrıcalıklı anlamı olan bir 'ad' ve bir 'oğul' müjdelerdi. Buradaki tek ilginç husus, Melek Cebrail'in Zekeriya'ya, düşünde değil, tapı­nağın loş ışıkları arasında tütsü yaktığı sırada konuşmuş olmasıdır. Yeni Ahit'te anlatılanlara göre altı ay sonra Meryem'i de ziyaret eden işte yine bu Melek Cebrail'di. Bu Cebrail'in bir bakireye yaptığı varsayılan kayıtlara geç­miş ilk ve son ziyaretidir. İnsanlara Tanrı'nm sözünü ilet­mek Melek Cebrail için olağan bir olaydı. Ama Cebrail, ta­bii RAB'bin talimatları üzerine, önce sıkıntılı kocalara gö-

rünmeye alışkındı. Ne ki, bakireye görünüp 'müjdeyi ver­mek', Melek Cebrail için alışılmadık bir durumdu. Belki Melek Cebrail bu nedenle 'müjdeyi' vermeden önce 'Baki­re Meryem'e korkmamasını söylemiştir!

Elisabeth'e dönelim! Zekeriya'ya bildirilen tarihte, oğ­lu doğdu. Ona Zekeriya'nın akrabaları arasında bu adı ta­şıyan kimse olmamasına karşın (Luka, 1:61) Yahya adını verdiler, çünkü Zekeriya Abiya ruhban soyunun mensu­buydu ve Elisabeth de, Meryem'in tersine, Harun'un so- yundandı (Luka, 1:5). Yahya büyüdü, ruhça kuvvetlendi; ve İsrail'e görüneceği güne kadar çöllerde kaldı (Luka, 1:80). Doğru, Markos'a göre Yahya kehanet uyarınca hiç mayalı içki içmedi. Yalnızca bitki ve yaban balı yedi. Hiç tıraş olmadı ve devetüyünden bir harmani giyip beline bir deri kuşak taktı (Markos, 1:6). Yahya atalarının geleneği nedeniyle Peygamber ya da Mesih (Christ) olmaya layık değildi, ama aynı gelenek uyarınca bir Rahip-Yönetici ola­bilirdi... Yahya bunları denemedi; onların yerine yaşamı­nı bir başka seçeneğe adadı.

Gerçekte kendisinden altı ay küçük kuzeni olan ve da­ha sonra Tanrı'nm Oğlu diye anılan İsa'nın gelişini bildi­ren ilk Vaftizci oldu. Yeni bir İstiğfar ahdinin yeni işareti olarak suyla Vaftiz'i başlattı. Kendinden sonra Kehanet'e göre, insanları selametleri için suyla değil, Ruhülkudüs ve ateşle vaftiz edecek olan İsa'nın gerçek vaftizci olacağını bildirdi. Kilise, sonraları 24 Haziran gününü Vaftizci Yah­ya Günü ilan etti. Vaftizci Yahya Günü'nün arifesinde tüm dünya Hıristiyanlarının kentlerden çıkıp evlerindeki kötü ruhları kovalayacak şifalı sarı kantaron otunu (St. John's wort) toplamaları istendi. (Anlamlı bir Pagan uy­gulamasıdır bu.)

Böyl&likle, Yeni Ahit'in başlarında, bizlere iki oğul su­nulmuştur. Biri Yahya (İbranice biçimiyle Johanna 'JAH-

VEH esirgeyicidir' anlamına gelir), diğeri de İsa, 'JAH- VEH selamet'dir. Jahveh Esirgeyicidir, Jahveh Selamet- tir'in yolunu açmıştır. Her iki oğul da ilk doğan Yahudi bebeklerdir ve dolayısıyla, Yasa'ya göre her ikisi de ebe­veynlerinin Tanrısı'na adanmışlardır.

Isa'nın annesi Meryem, imana göre ya bakiredir, ya da bir parthenos, yani yine bakire, ancak 'tertip edilmiş bir evliliğe rıza göstermeyip kendi eşini seçen kadın'dır. (Ba­kire) kötü ya da hafifmeşrep bir kadın olduğundan değil, 'kendi hakkının bilincinde bir kişi' olduğu için 'evlenme­den anne olmuştur'.22 İsa'nın Platoncu Celsus'un İ.S. 170'te ileri sürdüğü gibi,23 büyüsünü Mısır'da öğrenmiş küstah bir şarlatan olup olmadığı çok önemli değildir. Di­ğer bir anlatımla Meryem'in Bakire olup olmadığı, ya da İsa'nın göz boyayıcı olup olmadığı konumuz itibariyle bu incelemede üzerinde durulmayacak hususlardır. Çünkü; en kestirme deyişle 'Bakire Annelik' yakıştırması Hıristi­yanlık'tan çok önce, tüm Hindistan, Mezopotamya ve Or­tadoğu'da bilinen bir olguydu. Örneğin; Buda, Sokrates, Eflatun ve Büyük İskender de halk söylencesine göre 'Ba­kire Anne'den doğmuşlardı!

Benzer şekilde, tarihsel İsa denilen de fazla önemli de­ğildir. Tarihsel İsa ilahiyatçı ve tarihçiler için bir çeşit 'in­celenecek vak'a' iken mitolojik İsa, kendine inananlar için nihai gerçeklik olarak kalmıştır. Nesnel bir inceleme için, tanımlarımıza perspektif kazandırabilecek tek İsa portresi, Yeni Ahit'teki Mesih'tir. Bu portrenin tarihi ger­çekliğinin olup olmaması bizi ilgilendirmemektedir. Çünkü, Hıristiyan dünyası sadece ve sadece Yeni Ahit'te okuduğu Mesih'e bağlılık duymaktadır. Tarihsel Me­sih'e değil.

Geleceğin Mesih ve Tanrısı'nın yeryüzündeki yaşamı işte böyle başladı. Ve diğer iki İncil yazarının, İncillerinde

bu büyüleyici 'bakire doğumu'24 olayına neden değinme gereksinimi duymadıkları da daima bir sır olarak kaldı.

1.4.  Benzerlik Yasası Gereğince

Matta, kendi Incil'inde, İsa'nın soy kütüğünü İbrahim Peygamberde başlatıp 'Mesih denilen' İsa'yla bitirir (Mat­ta, 1:16). Matta İbrahim'den İsa'ya kırk iki kuşak saymak­tadır. Onun soyağacmda üvey baba Yusuf 'Meryem'in ko­cası' olarak verilip İsa babasının soy hattıyla değil, anası­nın adıyla kaydedilmiştir. Bu, geleneksel İbrani soyağacı kurgusunu bozduğu için alışılmadık bir işlemdir. Her iki ebeveynin, Meryem ve Yusuf'un Matta yorumunda birer kuşak işgal etmeleri de alışılagelmiş bir uygulama değil­dir. Matta bu kırk iki kuşağı, her biri on dörder kuşak içe­ren üç başlık halinde toplamıştır. Matta, Meryem ve Yu­suf'u dahil etmekle on dördüncü kuşağı İsa'ya yakıştır­mıştı. Öte yandan, Luka İsa'nın soyağacım Adem'e ve O'ndan da tabii Tanrı'ya iletmişti. Luka İncili'nde Tanrı'dan İsa'ya yetmiş yedi kuşak sayılmıştı (gerçekte bu birkaç bin yıldan fazla tutmamaktadır).

Matta İbrahim Peygamber'den Davut Peygamber'e on dört kuşak saymıştı. Ve Luka, Tanrı'dan İsa'ya yetmiş ye­di kuşak saymaktaydı. Cemaatin başındaki yöneticilere iletilen mesaj, Davut Peygamber'in adının sayısal değeri­nin İsa'nın kuşak değeriyle özdeşleştirilmesiydi. Matta ve Luka, İsa'yı on dördüncü kuşağa yerleştirmekle, bilgelere ve söz sahibi diğer cemaat yöneticilerine sıradan bilginin ötesinde malzeme sağlamaktaydılar. Yetmiş yedi, yedi ar­tı yediye bölündüğünde, on dörde eşitlenir ve kırk iki ku­şak üç kez on dört başlık altında (3x14) toplandığında Da­vut Peygamber'in adının sayısal değerine gönderme yap-

Üç İsa maktadır, böylelikle Mesih denen İsa'yı gizlice onun soyu­na bağlar. Bu soyağacı aktarımı, geleceğin tanrısını aynı zamanda Yahudi Peygamberi İsaiah'nm kehanetine de bağlamaktaydı. Her iki İncil yazarının attığı ilk adımlar, bu kehanetin gerçekleştirilmesi bağlamında zorunluydu. Üvey baba Yusuf'un Luka yorumunda bağımsız bir kuşak sayılmayıp dıştalanması da kayda değer. Matta yorumun­da bu kuşak boşluğunu, inanca göre İsa üzerinde hiçbir 'emeği' olmayan Yusuf'u ayrı bir kuşak olarak saptarken, elinde yeterli sayıda kuşak bulunan Luka'mn ona hiç ge­reksinimi olmamıştı.

Sayısal değerlere ilişkin konular, sonraki yüzyıllarda Gnostik tarikatlar, gizli ya da Rafızi denen dernekler, Okültistler ve Ezoteristlerce Operasyonel ve Spekülatif olarak kullanılagelecektir. Bu değerler karmaşık cin kov­ma dualarının çeşitli biçimlerini ifadelendirmenin yanı sı­ra, simgeciliğin tılsım gizemlerine ve karmaşıklığına içkin bir sayısal nitelik kazandırmada da temel kabul edilecek­ti. Şu ünlü 'kutsal' on dört sayısı için bu kadar yeter sanı­rım!

İsa Mesih'in çocukluğuna dair ayrıntılı bilgi yoktur. Ancak ilginç bir olay aktarılmıştır (Luka, 2:41-51):

İsa on iki yaşındayken, ailesiyle birlikte her yıl Yeruşa- lim'de (Kudüs) kutlanan Fısıh bayramından eve dönüşte üç gün kaybolmuştu. Yusuf'la Meryem onu her yerde ara­mışlar, ama bulamamışlardı. Üç gün sonra, Tapmağın av­lusunda, yaşlılarla konuşurken gördüler onu. Luka bu yaşlı Yahudi muallimlerin (Hahamlar) on iki yaşındaki çocuk Isa'nın sorduğu sorular ve verdiği yanıtlardan çok etkilendiklerini belirtmektedir. Bu muallimlerin gerçekten etkilendikleri mi, yoksa tedirgin mi oldukları, İsa ile anne­si Meryem arasındaki şu konuşmadan izlenebilir. Luka şöyle yazıyor: "Onu gördükleri zaman, şaştılar ve anası ona dedi: Ey oğul, neden bize böyle ettin? İşte babanla ben yüreğimiz çok sıkılarak seni aradık. Onlara dedi: Neden beni aradınız? Bilmiyor mu idiniz ki, benim için Babamın evinde bulunmak gerekti? Onlar ise kendilerine söylediği sözü anlamadılar." (Luka, 2:48-50)

Eğer, İsa bu öğretmenlerle annesiyle konuştuğu tarzda konuştuysa, bu anlatım tarzı hazır bulunanları etkilemek­ten çok tedirgin etmiştir. Çünkü Tanrı'nm tekil olarak 'Ba­bam' biçiminde nitelendirilmesi Museviler arasında alışıl­madık bir uygulama idi; Baba figürü olarak tanrı gelenek­sel olarak 'Babam' biçiminde değil, 'Babamız' olarak ta­nımlanırdı. Yine geleneksel olarak Tapınak RAB'bin ika­met ettiği yerdi. RAB, 'Babamın evinde' oturmuyordu. Eğer bu olay Luka'nm uydurduğu bir ekleme değilse, o zaman taşıdığı anlam, önemlidir. Böylesi bir niteleme da­ha on iki yaşındayken "Hepimizin babası bir değil mi? Bi­zi bir Allah yaratmadı mı?" (Mal. 2:10) diyen gelenekten açıkça kopmuş bir İsa'ya işaret etmektedir. Daha sonrala­rı, bilindiği gibi, İsa otuz yaşlarına geldiğinde de, Yahudi­lerin 'Tanrımız' nitelemesi geleneğini yadsıyarak Tanrı'yı 'Tanrım' olarak adlandıracaktır. Kimi durumlarda bazı peygamberlerin Habakkuk'ta yapıldığı üzere (3:18-19) Tanrı'yı 'Kurtarıcım' ya da 'Yehova, Rab, benim kuvve- timdir' şeklinde nitelemelerine cevaz olsa da, 'Tanrımız'm 'Tanrım' biçiminde tekilleştirilmesi, Tanrı'nm İnsan-Ben- liği'nde özelleştirilmesi sayılmaktaydı ve kesin olarak ya­saklanmıştı. Çünkü Musevi peygamberi Mika'nm da be­lirttiği gibi, "Çünkü bütün kavimler, her biri kendi ilahı­nın ismiyle yürüyor; biz de daima ve ebediyen Allahımız RABBIN ismiyle yürürüz" (Mika, 4:5) denmişti. Tanrılar ve Ruhlar arasında yaşayan ve bazen onlar tarafından yar­dıma ç'ağrılan Paganın tersine, Yargıç Tanrı RAB, Musevi­lerin arasında yaşayan İlahi Güçtü. ("Çünkü ben Allahım ve insan değilim; senin ortanda olan Kuddüsüm") (Hoşea, 11:9). Yaşayan Yargıç-Tanrı, İsrail'in RAB'bi bütün Muse­vilerin arasındaydı, hiçbir Musevi'nin özel mülkiyeti al­tında ya da evinde değildi.

Tanrı, Yeni Ahit boyunca, Eski Ahit'in tersine yalnızca bir kez konuşur. Bu da İsa'nın kuzeni Yahya tarafından vaftiz edilişi sırasında gerçekleşir. İncil yazarı Yuhan- na'nın söylediği gibi Vaftizci Yahya'nın mı onu herkes gi­bi vaftiz olmaya çağırdığı, yoksa Matta, Luka ve Mar- kos'ta gösterdiği üzere İsa'nın mı kendini Yahya tarafın­dan vaftiz edilmeye davet ettiği açık değildir. Matta, İsa'nın vaftizini şöyle betimler: "Ve İsa vaftiz olup hemen sudan çıktı; ve işte, gökler açıldı, ve Allahın ruhunun gü­vercin gibi inip üzerine geldiğini gördü; ve işte, göklerden bir ses dedi: Sevgili Oğlum budur, ondan razıyım" (Mat­ta, 3:16-17). Tanrı bundan sonra İsa dahil kimseyle konuş­madı ve İsa ve havarileri ibadet etmek üzere dağa çıktık­larında bir buluttan gelen 'ses'in aynı mesajı tekrar etme­si dışında hiç emir ya da talimat vermedi. İsa bu nedenle "Allah Ruhtur ve ona tapmanlarm ruhta ve hakikatte ta­pınmaları gerekir" demiştir (Yuhanna, 4:24).

Anlaşıldığı kadarıyla İsa sıradan bir Musevi gibi gelip vaftiz olmuştur. Yahya: "Ben onu bilmezdim" der (Yu­hanna, 1:31). Ve İsa, vaftiz edildiği sahilden, sonradan Yahya'nın doğrulayacağı üzere mecazi anlamda tüm in­sanlar ve özelde tüm Museviler için kullanılan bir unvan olan Tanrı'nm Oğlu olmak sıfatını alarak ayrılmıştır (Yu­hanna, 1:34). Tekvin'de şöyle denilir: "Ve vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmaya başladı ve onların kızları doğduğu zaman Allah'ın oğulları insanın kızlarının güzel olduklarını gördüler ve seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar" (Tekvin, 6:1-3). Dolayısıyla bir Musevi erkeği olarak İsa da bir Tanrı Oğlu'ydu ama bu onu Mesih yapmaya yetmiyordu. Bu nedenledir ki sonra­dan, başı kesilmek üzere Herod tarafından kapatıldığı ha­pishaneden Yahya kendini beklenen Mesih olarak görüp görmediğini anlamak üzere ona haberciler gönderecektir. İsa bu hayati soruyu son derece belirsizce yanıtlar. Ger­çekte İsa, Musevi cemaatini yöneten ve yönlendiren söz sahibi kişiler tarafından çağrılmış ve onaylanmış değildi (hatta-ç.) onlar tarafından yetersiz bulunmuştu!

İsa'nın nasıl doğduğu ya da Tanrı'nm beklenen Mesih'i olarak nasıl onaylandığının üzerinde çok fazla durmaya değmez. Kuşkusuz Nasırah İsa, Musevilerin beklediği bir ve tek Mesih değildi. Çünkü Mesih ideali İsa'dan onlarca yıl önce Essene Kümran tarikatının biçimlendirdiği esra­rengiz bir Hak Belleticisi'ne (imgesi-ç.) daha fazla uymak­tadır.25

İsa'nın yaptığı söylenen mucizeler de fazla önemli de­ğildir. Yeni Ahit derleyicilerinin kendisine yakıştırdığı tüm o mucize ve işaretleri gerçekten yarattığı konusunda kesinleşmiş hiçbir kanıt yoktur. Doğru olduklarına inanıl- salar bile, bu olaylar Eklesiastikus kitabında insana kalan tek önemli şeyin 'Bütünsel Görev'i olduğunu açıkça belir­ten ruhani önderin terminolojisiyle söylersek, önemsiz ve 'anlamsız'dır. İsa'nın 'Bütünsel Görev' karşısındaki tefsiri konumu İsa'nın misyonunun somut doğasını belirlemek­tedir. İsa, cemaate açıkça ilan ettiği içindir ki, 'Bütünsel Görevi'nin ne olduğu bilinmektedir. İsa görevi itibariyle Yasa ve peygamberleri ilga etmek için değil, tamamlamak için geldiğini söylemiştir (Matta, 5:17). Ama İsa'nın konu­mu nedir? İsa'nın tefsiri konumu parametrik olarak İncil yazarlarının nihai gerçeklik kabul edip sonraki kuşaklara aktardıklarından değil, tersine Musevilerin düşmanca sa­yıp ret ve inkâr ettiklerinden çıkarsanabilir.

Bu yaklaşım İsa'nın çabalarmdaki entelektüel konumu­nu aydınlatmaktadır. Başvurduğu yöntem, yetke ve öğre­tisi entelektüel konumunu saptamanın ilk üç parametresi­ni verirken kuşağının tutumundan da dördüncüyü sapta­mak, olasıdır.

Kuşkusuz ki Musevi yaşlıları meclisi Sanhedrin, yöne­timini ve yetkesini reddetmiş ve sınama sonucunda öğre­tisini zararlı bulmuştur. Ve kendi kuşağının yaptığı çağrı karşısındaki tutumu da olumsuzdur. Dolayısıyla, dört te­mel değişmez üzerinde kendi halkı tarafından hemen tü­müyle reddedilen bir İsa/Mesih, kendisini reddedenlerin Yasası'nı icaplarını yerine getirmek iddiasıyla ortaya çık­maktaydı. Ve İncil yazarlarının sözünü ettiği sözümona binlerce izleyici, son anlarında yanında değillerdi. Ve mahkûmiyetinin arifesinde yalnızca Yahuda değil, kendi­sinin Mesih olduğunu ilk söyleyen Şimun Petrus da onu inkâr etmiştir. İsa'nın başına gelen, "Peygamberler ne ka­dar onları çağırdılarsa onlardan o kadar uzağa gittiler" (Hoşea, 11:2) diyen Tanrı'nm da başına gelendir.

Isa'nın iddialarının ne olduğu da iyi bilinmektedir:

a)    İsa onaylanmış Mesih'tir.

b)   Isa Tanrı'nm bir ve tek Oğludur ve bununla bağlan­tılı olarak da, Tanrı'dır.

c)     Tanrı Ruh'tur.

Bu alışılmadık iddialar bir araya getirildiklerinde, aynı anda Mesih İsa, Tanrı ve Ruh'u vermektedir. Bu durum­dan kaynaklanan sorun yalnızca onun gerçekten Tanrı olup olmadığı değildir; sorun İsa'nın insanın suretinde yaratılmış olmasıdır (Pavlus'un Filipinlere Mektubu, 2:2- 11.) Bu, Tanrı'nm Kendi'ni insanın suretinde yarattığı an­lamına gelir. Oysa Yasa'ya göre 'İnsan Tanrı'nm suretinde yaratılmıştır'. İsa'nın sürekli-kılınmış konumu bu ikilem­de yatar. İnsan olarak İsa 'Tanrı'nm suretinde yaratılmış­tır' (soyağacı hatırlanmalıdır); ama Tanrı ve Ruh olarak İsa Mesih 'İnsanın suretinde yaratılmıştır'. Her iki durum­da da İsa'nın yaratılışı Benzerlik Yasası'na tabi kılınmıştır. Bu, bir gizden çok, mantıksal yanılgıdır.

Ölümlü ve Musevilere göre sıradan bir insanın Yaratı- cı'yla böylesine bağlantılandırılması, Pagan-Helenistik 'İnsan-benzerliğinde yaratılmış Ruh' idealizasyonunu tam bir biçimde yansıtmaktadır. Bu paradigma Pagan re- ligio'suna ve tanrıların Modus Operandi'sine (işleyiş tar­zı) gayet iyi uymakla birlikte, Musevi Şeriatı'na yabancı, seküler bir iddiadır. Konumu, İsa'yı doğal olarak Pagan­lar ve Gentileler için (Koloselilere Mektup, 2:9'da betim­lendiği üzere) çok kabul edilebilir bir 'insan bedeninde ya­şayan İlah', yapmıştır. Ancak, konumsal iddiaları onu Musevilerin gözünde bir Sebt-bozguncusu[§§] ve bir kâfir haline getirmiştir.

'Tanrı suretinde yaratılmış' İnsan olarak İsa, (kendi da­hil) birey olarak Musevi'yi İsrail Hanesi'nden farklılaştır­makla, konumunu Sekülerleştirmiştir. Ve 'İnsan suretinde yaratılmış' Tanrı olarak İsa, yetkeyi (otoriteyi) Yasa'dan ayırarak Bütünsel Görev'ini (Misyon) kutsal kılmıştır.

İsa'nın tefsiri konumu Bütünsel Görevi'ni belirlemek­tedir. İncil'de anlatılan konumu (Position) Benzerlik Yasa­sı uyarınca onu Sekülerleşmiş bir Musevi haline getirmiş­tir. Bir Musevi olarak İsa, İncil'e göre ilahi ve kutsanmış­tır. İlahiliği sonradaîtgamanı değiştirilerek görevine (mis­yon) eklemlenmiş ve 'İnsan suretinde yaratılmış' Ruhülkudüs olarak onu idealize ettirmiştir.

İsa'nın görevi karşısındaki konumu, Tanrı'nm kendi görevi yaratıcılık karşısındaki konumuna fazlasıyla ben­zer. Zaten insanlar Yaratıcılık (görevi) sayesinde Tanrı'nm

farkına varmışlardır. Ve Tanrı dahi, insan tarafından red­dedilmiştir. Adem'in Tanrı'nm ilk buyruğuna boyun eğ­meyi reddettiği ve kendisini kutsamasına karşın ona şük­ran sunmadığı anımsanmalıdır. İsrail'in Tanrısı da, seçtiği halk tarafından birkaç kez reddedilmiştir.

İsa 'Bab/Kapı' olduğunu söylemişti. Evet, bir 'birim' olarak tekilleşmiş-Tanrı birimindeki çağdaş (Seküler) Pa­gan ideoloji kavramı dine bu Kapı'dan girmiştir. Ve Mu­sevi 'Tek Tanrı altında Tek sınıflı toplum' ütopyası da ay­nı kapıdan dışarı çıkmış ve öbür çok-smıflı devlet toplum- larının tarihine karışarak, felsefi Hıristiyanlık Tanrısı kav­ramının yapılanışında işte bu 'yeni gelen'le (ideoloji) bağ- lantılanmıştır.26 Museviliğe böylece giren bu ideolojik un­sur, sonradan Hahamların yöneticiliğini yaptığı Musevi­lik olarak adlandırılacaktır.27 İdeolojinin sınıflandırma te­melinde ve Devletçe temsil edilerek içselleştirilmesi, ya­bancı bir unsur olmakla birlikte peygamberlerin egemen­liğini köktenci bir biçimde sona erdirmiş ve politik şahsi­yetlere ve Hahamlara yolu açmıştır. Adlarıyla belgelenen ilk hahamların Yahudilerin gündelik hayatına girişlerinin İsa'nın çarmıha gerilişini izleyen onyıllara denk düşmesi, bir rastlantı değildir.28

Isa ne yazık ki Yahveh tarafından ölümsüzleştirilmiş değildir; ama sonraki kuşakların belleğinde 'İnsan benze­rinde yaratılmış Ruh' olarak kendi kendini ölümsüzleştir- miştir. Özsaygısı ve özelleştiriciliği olan dürüst ve titiz bir genç adam olan İsa, kuşkusuz takdire değer bir bireycilik öncüsü ve bir medeni cesaret simgesidir. Bir Musevi Soc- ratesi'nden çok daha fazladır. Bütünsel Görevi'ni (mis­yon) yerine getirmek için çarmıha gerilişi ve unutulmaz ıstırapları insanları fazlasıyla etkilemiştir ve onu her za­man var olan kurumsallaşmış Zeitgeist'm örnek bir simge­si mertebesine yükseltmiştir. Daha sonra, Tanrı'dan kor-

kan Pagan ve Gentileler kendilerini bu paradigmatik 'İn­san benzerinde yaratılmış Ruh'ta yeniden yaratabilmişler- dir. Zamanla İsa'nın adı Acı-Çeken İnsan'la anlamdaş ha­le gelmiş ve giderek sınıfsal ve ulusal ayrım ve engelleri aşarak nihai bağışlanma ve bireysel selametle özdeşleşme zeminini oluşturmuştur.

Musevilik gibi, son derece kendine-yeterli ve kendine- işleyen, içe-kapanık bir ulusa çağdaş ve evrensel unsurla­rı, standartları ve değerleri kabul ettirme yolundaki art ni­yetsiz, adanmış çabalan günübirlik yaşayan İnsan'a karşı İdeal İnsan tipi olarak ortaya çıkarmış ve bu simgeyi Za­manın Ruhu olarak tescil ettirerek anısını o günden bugü­ne taşımıştır.

İsa yaratıcı düşünebilen bir insandı, güncel siyasayı ve ona ilişkin fikirleri biliyordu. 'Entelektüel yanıyla Seküler- leşmiş' Musevi olarak Tek-Tanrıcılıkta liberal bakışın ön­cüsü olmuştu. Ve görevi sırasında ve sağlığında şakirtleri tarafından kutsal kabul edilen ilk Musevi'ydi. Seküler kutsallık çağının onunla başlamasına şaşmamak gerek. Haham Ignaz Maybaum'un işaret ettiği gibi: "Antikite se­küler bir yaşamı tanıma'zdı. Onu yaratan Hıristiyan inan­cı oldu."29 Evet, Seküler yaşam Hıristiyanlık'la değil, biz­zat İsa'yla birlikte başlamıştır. İsa ilk Sekülerleşmiş Muse­vi'dir. Spinoza'dan önce, İsa vardır. Batı uygarlığını sekü- lere açan kapının anahtarı budur. HollandalI ilahiyatçı Arend T. Van Leeuwen, seküler hayatı 'tebdil-kıyafet Hı­ristiyanlık'30 olarak nitelendirmişti. Simgesel söylemde, eğer İsa'nın sağ elinde 'Kutsal' var idiyse, 'Seküler' de sol elindeydi, denilebilir.

Roland ve Pury, Kierkegaard, Kari Barth, Emil Brunner vd.31 ünlü ilahiyatçılarca eleştirilen Sekülerleştirme süreci­nin kökleri, on sekizinci yüzyılın Devlet-destekli ve Kilise- onaylı sekülerizminde yatmaktadır. Yine de, tuhaftır ki, Hıristiyanlık alanındaki, dinsel ya da Kilise kutsallık yaratıcılarının çoğu, gerçekte seküler dindarlardı. Bu uzun liste Havariler, Kilise Babaları ve öğretmenlerle baş­layarak "Les rares points lumineux du Moyen Age ema­nant de laics* (Pierre Waldo, François d'Assisi.. .)"32 ile Or- taçağ'a ulaşır. Calvin, Farel, Th. De Beze, Zinzendorf, Ge- orge Fox, William Booth, George Williams, C. Finney, D.L. Moody, Hudson Taylor, William Carey, A. Judson, Sad- hou Sundar Sigh, Dr. P. De Benöit, Rees HavelP3 ve Opus Dei gibi 'Seküler/Laik' örgütler bir yana, yüzlerce papaz, papa ve azizle son bulur. Aziz Ignatius Loyola'nın (ö. 1556) bir İspanyol askeri olduğunu ve Cizvit tarikatını kurduğunu belirtelim. Laik-seküler 'kutsayıcılar' ve Evan- jelistler hep vardır ve halen de vardırlar. Seküler unsurla­rın kutsal'a (alanına-ç.) katkıları olmasaydı, Hıristiyanlı­ğın Ekümenik** perspektifleri ve misyonları çökerdi.34 Gü­nümüzde Katolik Kilisesi'nin çift yönlü Bütünsel Göre- vi'nin (Misyon) Hıristiyan olmayan halkların İncil'e kaza­nılması ile bir zamanlar Hıristiyanlaştırılmış ama günü­müzde yeniden Paganlaşmış olan Avrupa'nın bu, 'soy­suzlaşmadan' kurtarılması için yeniden İncil'e döndürül­mesi faaliyetleriyle özdeşleştirilmiş olması rastlantı değil­dir.

’ Ortaçağ'ın laiklerden kaynaklanan ender aydınlık noktaları (ç n.).

” Ekiiıııeııik: Evrensel anlama gelen Katolik kavramından farklı olarak, Hıris­tiyanların Evrenselliği demektir. Hıristiyanların yaşadıkları her yer anlamı­na da gelir (y.n.).

İkinci Bölüm

İSA: "TANRI - BİZİMLE" Mİ?

İSA: "TANRI BİZİMLE" Mİ?

"Sana söyleyen ben, oyum".

İsa-Yuhanna, 4:26

2.1.   İsa'nın Öne Sürdüğü Dışsal, Seküler İddialar

İyi ama, dışsal, Seküler iddia ne demektir? William A. Christian, Doctrines ofReligious Communities'de (A Philosop- hical Study) 'Seküler iddianın, başarının herhangi bir din­sel cemaatin ayırt edici standartlarına göre ölçümlenmedi- ği bir soruşturma sırasında gündeme gelen bir iddia1 ol­duğunu gözlemlemiştir. Dışsal iddia konusundaysa, 'her­hangi bir dinsel cemaatin ayırt edici öğretilerine dayan­mayan, yabancı bir iddia, bu durumda Seküler, dışsal bir iddia sayılır'2 demekteydi.

Bunun sonucu olarak, burada ve bu kitap boyunca 'se­küler iddia' deyimini şöyle yorumluyorum: Seküler bir id­dia, doğası itibariyle dışsal olup, herhangi bir verili dine göre kendini örgütlemiş bir Cemaatin 'Ruhani Yönetiminin dogma­tikleşmiş veçhelerini ortadan kaldırmak amacıyla konulmuş bi­reysel şerh(-ler)dir.

Bu tanıma uygun olarak, İsa'nın sıra dışı tarzda seçilip yeniden düzenlenmiş (4x6) başlık halinde gruplandırılan yabancı Seküler iddiaları aşağıda sıralanmıştır. Bu örnek­ler bir önceki kesimde (1.4) betimlendiği şekliyle İsa'yı kavramsallaştıran göstergeler olarak sunulmaktadırlar. Sayıları çok daha fazla olmakla birlikte, bu seçme iddialar

Yahudi Cemaati'nin ayırt edici standartlarına göre kabul edilmesi mümkün olmayan 'dışsal şerh' ve 'yollar'dan ba­zılarıdır.

I.    İsa'nın kullandığı yöntem'e dair

a)   İsa dedi: Yol ve hakikat ve hayat benim; ben vasıta olmadıkça Baha'ya kimse gelmez. (Yuhanna, 14:6)

b)   Isa dedi: Siz beni seçmediniz, ben sizi seçtim, (Yu­hanna, 15:16)

c)   Filipus dedi: Ya Rab, Baba'yı bize göster ve bize o yeter. İsa ona dedi: Bu kadar zaman sizin ile berabe­rim de beni tanımadın mı ey Filipus? Beni görmüş olan Baba'yı görmüş olur; sen nasıl Baba'yı bize gös­ter diyorsun? İman etmiyor musun ki, ben Baha'da­yım, Baba da bendedir? (Yuhanna, 14:8-10)

d)   Isa cevap verip ona dedi: Kim beni severse sözümü tutar. (Yuhanna, 14:23)

e)   Isa dedi: Çünkü dünyaya hükmetmeye gelmedim, ama dünyayı kurtarmaya geldim. (Yuhanna, 12:47)

f)    İsa dedi: Allah'tan olan, Allah'ın sözlerini dinler; onun için siz dinlemiyorsunuz, çünkü Allah'tan de­ğilsiniz.

Yahudiler cevap verip ona dediler: Sen Samiriyelisin ve sende cin var, dediğimiz doğru değil mi?

İsa cevap verdi: Bende cin yoktur; fakat Baha'ma hür­met ederim ve siz beni tahkir ediyorsunuz. Fakat ben ken­di izzetimi aramıyorum; arayan ve hükmeden biri vardır. Doğrusu ve doğrusu size derim: Eğer bir kimse benim sö­zümü tutarsa ebediyen ölüm görmeyecektir.

Yahudiler ona dediler: Şimdi bildik ki sende cin vardır; İbrahim öldü, peygamberler de ve sen: Eğer bir kimse be-

nim sözümü tutarsa, ebediyen ölümü tatmayacaktır, di­yorsun. Yoksa sen babamız İbrahim'den büyük müsün? O öldü; peygamberler de öldüler; sen kendini kim sayıyor­sun?

İsa cevap verdi: Eğer ben kendimi taziz edersem, be­nim izzetim hiçtir; beni taziz eden Babam'dır; siz O Al­lah'imizdir dersiniz ve onu bilmezsiniz; fakat ben onu. bi­lirim ve sözünü tutarım. Babanız İbrahim benim günümü göreceği için mesrur oldu; gördü ve sevindi.

Bunun için Yahudiler ona dediler: Henüz elli yaşında değilsin, İbrahim'i de gördün mü?

İsa onlara dedi: Doğrusu ve doğrusu size derim; İbra­him olmadan önce ben varım.

O zaman üzerine atmak için taşlar kaldırdılar, fakat İsa gizlendi ve mabetten çıktı. (Yuhanna, 8:47-59)

II.     Uyguladığı yetkeye dair

a)   İsa bu şeyleri söyledi ve gözlerini göğe kaldırıp de­di: Ey Baba, saat geldi; Oğlunu taziz eyle ki, Oğul se­ni taziz etsin; nitekim ona bütün beşer üzerine hâki­miyet verdin, ta ki, ona verdiğin kimselerin hepsine ebedi hayat versin. Ebedi hayat da şu ki, seni, yalnız gerçek Allah'ı ve gönderdiğin İsa Mesih'i bilsinler. Yapmak üzere bana verdiğin işi başarıp seni yer üzerinde taziz ettim. Ve ey Baba, dünya olmadan önce senin nezdinde bende olan izzetle beni nezdin- de taziz eyle (Yuhanna, 17:1-5).

b)   İsa dedi: Ey adil Baba, dünya seni bilmedi, ben ise seni bildim; bunlar da beni sen gönderdiğini bildi ler. Bana olan sevgin onlarda olsun, ben de onlardan olayım diye senin ismini onlara bildirdim ve bildi re ceğim (Yuhanna, 17:25-26).

c)   Isa ona dedi: Kıymet ve hayat benim; bana iman eden ölmüş olsa da, yaşar; ve kim yaşar ve bana iman ederse, ebediyen ölmez (Yuhanna, 11:25-26).

d)   İsa dedi: Bunun için Baba beni sever; çünkü ben ca­nımı veririm, ta ki, onu tekrar alayım. Onu benden kimse almaz; fakat onu kendiliğimden veririm. Onu vermeye kudretim var; ve onu yine almaya kudre­tim vardır (Yuhanna, 10:17-18).

e)   Fakat İsa onlara cevap verdi: Babam şimdiye kadar işlemektedir; ben de işliyorum, imdi bundan dolayı Yahudiler onu öldürmeye daha ziyade çalışıyorlar­dı, çünkü yalnız Sebt gününü bozmakla kalmadı, fa­kat Allah kendi Babası idiğini söyleyerek kendisini Allah'a müsavi kıldı (Yuhanna, 5:17-18).

f)    Onların imanını görerek İsa: Ey adam, günahların sana bağışlandı, dedi. Yazıcılar ve Ferisiler: Küfür söyleyen bu adam kimdir? Allah'tan başka kim gü­nahları bağışlayabilir, diye düşünmeye başladılar (İsa Ferisilere:) Fakat İnsanoğlu'nun yeryüzünde günahları bağışlamaya yetkili olduğunu bilesiniz (Luka, 5:20-24).

III.     Öğretilerine dair

a)   Isa dedi: Ve size diyorum: Kim beni insanların önünde ikrar ederse, İnsanoğlu da onu Allah'ın me­lekleri önünde ikrar edecektir (Luka, 12:8).

b)   İsa dedi: Dünyaya selamet getirmeye mi geldim sa­nıyorsunuz? Size derim ki: Hayır! Fakat daha doğ­rusu ayrılık getirmeye geldim; çünkü bundan son­ra bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi üçe kar­şı ayrılacaklar. Baba oğula karşı, oğul babaya karşı; ana kıza karşı, kız anasına karşı; kaynana geline karşı, gelin kaynanasına karşı olacaklar (Luka, 12:51-53).

c)   Kıyamet yoktur diyen Sadukiler o gün İsa'ya gelip bir soru sordular. Fakat İsa cevap verip onlara de­di: Siz kitapları ve Allah'ın kudretini bilmediğiniz­den saptırıyorsunuz; zira kıyamette onlar ne evle­nirler ne de kocaya verilirler, ancak gökte olan me­lekler gibidirler. Fakat ölülerden kıyam hakkında Allah tarafından size: 'Ben İbrahim'in Allah'ı, İs- hak'm Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım' diye söyle­nen sözü okumadınız mı? Allah ölülerin Allah'ı de­ğil, ancak yaşayanların Allah'ıdır. Ve halk bunu işi­tince, onun öğretişine çok şaştılar (Matta, 22:23-33).

d)   İsa onlara dedi: Doğrusu size derim; Vergi mülte­zimleri ve fahişeler Allah'ın melekûtuna sizden ön­ce giriyorlar (Matta, 21:31).

e)   İsa dedi: Bundan dolayı size derim, Allah'ın mele- kûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştire­cek bir millete verilecektir (Matta, 21:43).

f)    O zaman İsa halka ve şakirtlerine söyleyip dedi: Ya­zıcılar ve Ferisiler Musa'nın kürsüsünde otururlar; bundan dolayı size söyledikleri bütün şeyleri yapın ve tutun; fakat onların işlerine göre yapmayın; çün­kü söylerler ve yapmazlar... Bunun için işte, size peygamberler, hikmetli adamlar ve yazıcılar gönde­riyorum (Matta 23:1-3, 34).

IV.     Kuşağa (Nesil) dair:

a)   İsa dedi ki: Ki salih olan Habil'in kanından, mabetle mezbah arasında öldürdüğünüz Barahiya oğlu Ze- keriya'nm kanma kadar, yeryüzünde dökülen her salih kan, üzerinize gelsin. Doğrusu size derim: Bü-

tün bu şeyler bu neslin üzerine gelecektir (Matta, 23:35-36).

b)   O vakit İsa onlara: Öyle ise Kayser'in şeylerini Kay- ser'e ve Allah'ın şeylerini Allah'a ödeyin, dedi. Ve bunu işittikleri zaman, şaştılar ve İsa'yı bırakıp gitti­ler (Matta, 22:21).

c)    İsa onlara dedi: Yüreklerinizin katılığından ötürü karılarınızı boşamanıza Musa müsaade etti; fakat başlangıçta böyle olmamıştır. Ve ben size derim: Ki­mi zinadan ötürü olmayıp karısını boşar ve başkası ile evlenirse zina eder (Matta, 19:8-9).

d)   İsa dedi: Doğrusu size derim; bütün bu şeyler yeri­ne gelinceye kadar, bu nesil geçmeyecektir. Gök ve yer geçecek; fakat benim sözlerim geçmeyecektir (Luka, 21:32-33).

e)   Ve onlara dedi: İnsan Sebt günü için değil, Sebt gü­nü insan için oldu. Böylece İnsanoğlu Sebt gününün de rabbidir (Markos, 2:27-28).

f)    Ve onlara dedi: Bütün dünyaya gidin Incil'i* bütün hilkate vazedin. İman edip vaftiz olunan kurtula­caktır; fakat iman etmeyen mahkûm olacaktır... Zi­ra bize karşı olmayan bizim tarafımızdandır (Mar­kos, 16:15, 9:40).

2.2.  Günahın Organik Siyasası

Tabii Seküler iddialarda bulunmak kişiyi bir anda Se­küler ya da Sekülerist yapmaz3. Tıpkı bazı insan grupla­rınca mutlak ve tek öğreti ya da kutsal sayılan yazılardan çıkarsanan İman'ı savunmanın kişiyi bir anda 'ilahi' ya da kutlu kılamayacağı gibi. Bunun yetkin bir örneği, Aziz

'Incil', iyi haber, müjde anlamına gelmektedir (ç.n.).

Ambrose'dur. Latin Hıristiyanlığının en önemli dört Din Doktorundan biriydi, Ambrose. Hıristiyanlığı saran ve Heretik sayılan Arianizm'in zorlu günlerinde Ambrose Hıristiyan değil, Pagan bir vali olmasına karşın alelacele piskopos yapılmıştı. Kendi iradesine karşın göreve çağrıl­mıştı ve vaftiz olması için de kendisine yalvarmışlardı. Ambrose, Kilise'de piskoposluğa atanan Sekülerlerin ne ilki ne de sonuncusudur. Bir başka temsilci, çağdaş kano- nistleri tarafından geleneksel olarak İbrahim Peygamber'e eşdeğerde bulunan ve Militan Kilise'nin Tanrısı sayılan Avignonlu Papa VI. Clement'dır. Bu papa da ilahiyatçı ve tarihçilerce 'savurgan bir Seküler prens gibi yaşayan'4 tüm papaların en hümanisti addedilirdi. VI. Clement, Kilise- 'deki yaptırımlarını doğrudan Tanrı'yla dengelemiş ve 'in media' (araya) İsa'yı yerleştirmiştir. Kiliseye ilişkin konu­larda Tanrı kadar güçlü sayılmasına karşın adı Azizler Ki­tabı' na alınmamıştır. Musevilerin kovuşturulması sırasın­da işlenen suçlara ilişkin olarak kayırmacılığı ve çifte stan­dartlılığıyla tanınmıştır. Museviler 1348/49'da Strasburg ve başka yerlerde tüm Hıristiyan dünyasını yok etmek amacıyla Kara Veba salgını başlatmak ve Müslüman Sul­tanlara casusluk yapmakla suçlanmışlardı.5

Seküler iddialarda bulunmak kişinin fikir ve düşünce­lerini bir anda Sekülerleştirebilir ya da Sekülerleştirmeye- bilir, ne ki, gerçekleşme sürecinde böylesi iddiaları ileri sürenlere Seküler konum kazandırmada yardımcı olduğu, açıktır.

Isa konumu itibariyle Seküler (dünyevi) idi; yani hiçbir mezhep, tarikat ya da kültün üyesi değildi. Eğitim görmüş bir insandı, ama 'yarı-gizli' bir Musevi Tarikatı'na men­sup değildi. Musevilik'in içsel, gizli öğretisi kendisine öğ­retilmiş değildi. Bu nedenle de Dışsal'dı. Karanlık bir Es- sene Cemaati'ne üye olduğu yolundaki iddiaların ise ka­nıtı yoktur. (Bu cemaatin mensubu olsa dahi, Esseneler toplumdışı sayıldığından, bu onun konumunda bir deği­şiklik yaratmayacaktı.) İsa bu dünyada (saeculum) yaşa­mıştı (ya da İnanca göre yaşamak için gönderilmişti). Tan­rı -ya da Tanrı'nm oğlu- olarak İsa'nın yeryüzündeki im­ge ve konumu tümüyle Seküler (dünyevi) idi.

Seküler konumunda İsa dörtlü bir değişim başlatmıştı. İlkin 'Tek Ulusun Tek Tanrısı'nın yetkesini (otoritesini) adem-i merkezileştirmiş ve ulusu, ırkı, statüsü ya da kö­keni ne olursa olsun, her bireye ölümden sonra dirilme vaat ederek, bu Yüce Güç'e katılma olanağı sağlamıştı. İkinci olarak, vaadin doğasını değişikliğe uğratmıştı. İbra­him Peygamber'e Özgür kadın Sara'dan bir oğul vaat edilmişti. Kutsal olan, akit(-ler) değil, bu vaadin kendisiy- di. Gerçekte, Yahudiler bu vaatten dolayı Tanrıları tarafın­dan seçilip kutsanmışlardı. Havari Pavlus'un haklı olarak belirttiği gibi, Yahudiler köle kadın Hacer'in oğlu İsma­il'in değil, özgür kadının oğlu olan İshak'm soyundan gel­mekteydiler. (Haceriler muhtemelen İslam'ın öncüleri ola­rak 7. yüzyılda bir kez daha su yüzüne çıkmışlardır.)6 Do­layısıyla, Benzerlik Yasası'na göre İsrail'in Tanrısı gibi İsa da misyonu sırasında kutsal bir vaatte bulunmuştu. Bir ulusa bir Yurt yerine, İsa 'çağrılan'(-lar)a 'bireysel diri- liş/kıyam' vaat etmekteydi.

İsa'nın gündeme getirdiği üçüncü değişiklik, İsrail Tanrısı'nın Ruh olarak tümelleştirilmesiydi. Böylelikle Tanrı'nm Ruhu bizzat Tanrı'yla özdeşleştirilmiş oluyor­du. Ve bu özdeşliği (Identification) mantıksal sonucuna kadar götürecek dördüncü değişikliği oluşturmuş ve bu Ruh'daki (Tanrı) selameti bireyde tekilleştirmişti.

Sekülerlerle din görevlileri/papazlar (regulars: Niza­miler) arasındaki din-içi ilişkiler Kilise tarihi boyunca sü­rekli bir çelişki ve gerilim kaynağı olagelmiştir. Hıristi-

yanlık'ta göreli yeni unsurlar sayılan nizamiler tarihsel olarak Çöl Babalarından ve özellikle de Karanisli Aziz Antony'den (Mısır) esinlenmişlerdi. Sekülerler ise Tarikat mensubiyetine daha az ilgi göstermekle, Kilise'deki Ko- numcular (Positionist) sayılabilirler. Onlar için genelde Kilise ve onun sürekliliğinin önceliği vardır. Nizamiler Misyon kavramını (Bütünsel Görev) savunmaya daha yat­kındılar. Nizamiler arasında en bağlayıcı olan Cizvitlerdi ve halen de öyledir; en ünlenmiş sekülerlerse Apellant- lar'dı (17. yüzyıl İngiltere'si).7

1990'larda Opus Dei, Roma Katolik Kilisesi'nde seküler konumu temsil etmektedir. Sekülerler geleneksel olarak piskoposları (papaları) eleştirmede daha gönüllü davra­nırken, Nizamiler sıkı Papacı ve her zaman mutlaka şahıs olarak Papa'nm olmasa bile, Papalığın ateşli savunucula­rıdır.

Fleuryli Aziz Abbo'ya göre, 'Sekülerin konumu iyi, pa- pazınki daha iyi, ama keşişinki en iyisidir'.8 Ama Domini- ken keşişi Hugo von Flavingny'ye (ö. 1153) göre, liste bi­raz daha uzundur: 'Petrus, Pavlus, Havariler, Münzeviler, Keşişler, Piskoposlar, Sekülerler ve Kadınlar'9. Aziz Abbo (d. 945) Dominiken Tarikatı'nm reformcusu ve Cluny pra­tiği diye tanınan yeni bir uygulamayı gündeme getiren ki­şiydi. Keşişlerin savunucusu olmasına karşın Kilise'de birlikte reform yapmaya çalıştığı keşişler tarafından vah­şice öldürülmüştü (1004). Aziz Abbo döneminin en büyük alimlerinden biriydi ve Seküler konularda Fransa Kr.ı h'yla Papa arasında aracılık yapardı. Genel anlamda Sr külerler, Kilise içinde kurumsallaşmalarından bu y.ııı.ı, inatçı doktrinerler olan Nizamilerden çok daha liberal ve hoşgörülüydüler. Seküler için esas olan Katolik Kilise si'nin manevi bağımsızlığıydı; Papalığın dünyevi ege menliği ikincil, kimi zaman da üçüncül önem taşıyordu

Paganlar için ise merkezdeki fikir, kahramanlaşmaya göre biçimlendirilmiş İnsanlık idi. Paganlar kahraman- merkezcilik anlamında hümanist idiler. İsrail Tanrısı'nın da belirttiği gibi Pagan tanrıları kadim kahramanlar, yani insanlardı. Gentileler (Helenist kökenliler) için merkezde­ki fikir, Ruhlarının koruduğu Kent'ti. Kent/Polis yaşamı Ruhlarca yönlendirilmekteydi. Museviler içinse merkez­deki tema, toprak vaadinde bulunan Tanrı'ydı; İnsan ve Polis'i daha az önemliydi. İsa'nın kehanetine göre her kö­şesi ruhlarla dolu olan kentin Nominal insanı Tek Tan­rı'nm Krallığı'na ulaşabilmek için ölümden kurtarılacak yeni doğmuş birey haline gelmişti. Vaat fikri Musevi- lerden çıkarsanmıştı, otoritenin adem-i merkezileştirilme­si fikri pagan kökenliydi ve Ruh'un Tanrı'yla özdeşleşti­rilmesi fikri de dışsal biçimiyle Helenistik, içsel/Batıni olarak da Zerdüşt'çeydi.

Siyaset hiç kuşkusuz Seküler bir olgudur ve sivil kültür alanına dahildir. Siyaset hiçbir zaman per se (tıpatıp) din değildir, olamaz da. Ancak Durham Piskoposu David Jen- kins'in haklı olarak belirttiği gibi 'Siyaset dinden, Hıristi­yanlık'tan ayrılamaz'.10 Gerçekten de bu seküler unsuru dinden soyutlamak mümkün değildir. Siyaset örgütlü di­nin kurucularından biri ve sine qua non'udur.* Musa bir Ulus-ve-Yasa-Yapıcı sayılan siyasal bir kişilikti, yalnızca Tanrı'yla birlikte yürüyen bir İbrani değildi. Hıristiyanlık dışındaki her öğretiyi ve dini Tanrı'nm İnayeti'nden dışta- layan öğreti İsa'nın 'Tanrı-bizimle' olduğunu vazeder. Bu önermenin kendisi siyasetin bir görünümüdür; doktriner 'Tanrı-bizimle' önermesi Hıristiyan geleneğine değil, Ya­hudi kehanetler veresesine, özellikle de İsaiah Peygam- ber'e aittir. Kendisi de bu anlayışa karşı mücadele eden

(Lat.) Olmazsa olmaz (ç n.). bir Yahudi olmasına rağmen İsa hiçbir zaman 'Tanrı-bi- zimle' dememiştir. Kuşkusuz İsa, kendi çerçevesinde bi­reyciydi. Bireyci seçeneği savunuyordu. İsa'nın öğretisi­nin erim ve kapsamı ‘Tanrı nın Selametine Bana İman Aracı­lığıyla Ulaşacaksınız'dı. 'Bize ve biz' adılları İsa'nın sıkça kullandığı nitelikler değildiler. 'Tanrı-bizimle' demek ve 'biz'i 'ben'de tekilleştirmek birbirine taban tabana zıt iddi­alardır. Toparlayacak olursak, Musevice kullanımıyla 'Tanrı-bizimle' (İbranice İmmanuel, bakireden doğacak ço­cuğa verilecek ad) 'İçimdeki/Bendeki Tanrı' özdeşleştir­mesini dıştalar. Museviler için 'Tanrı-bizimle' önermesi kuşkusuz 'Aramızdaki Tanrı' anlamına gelmektedir. 'Tek İnsandaki Tanrı' değil. 'İçimdeki/Bendeki (İnsan) Ruh' İs­rail'in kıskanç Tanrısı tarafından kabul edilebilir bir duy­guydu ve kentlerde, 'ruhların arasında' yaşayan Gentile­lerin de bildikleri bir deyişti. Bir ideoloji olarak Katoliklik 'Tanrı-bizimle' kavramını Eski Ahit'ten devraldı ve onu İsevi İncillerle karıştırarak kendi amaçlarına uygun bir dogma haline getirdi. Böylesi bir eylem, gerçekte bir şa­şırtma ve siyasal-kültiirel aşınmadır ve ulvi amaçlara yö­nelik kutsiyetle hiçbir ilişkisi yoktur.

David Jenkins bir de şunları yazmıştır: 'İlkin Hıristi­yanlık bu-dünyayla ilgili bir din değildir. Öte-dünyayla il­gili dinler arasında en bu-dünyaya-değgin olanıdır,11 İsa'nın öğretileri daha yakından incelendiğinde, en bu- dünyayla ilgililiğin karakteristik gerçekliği gerçekten de ortaya çıkar. Alan W. VVatts'ın bir yazısında belirttiği gibi, Resmi Hıristiyan öğretisi şiddetle kınadığı Sekülerlik ol­gusunun ve içi boş rölativizmin bizatihi nedenidir.12

Gerçekten de birer 'izm' olarak siyasal partilerin siya­sal kaldıracı sayılan Sekülerizm, Roma Kilisesi'nin örgüt­lediği rpsmi Hıristiyanlık'tan kaynaklanır. Ancak hem Se­küler, yani dünyevi olma hali, hem de Sekülerlik, yani di­ne açık olma hali, resmi Devlet-destekli Sekülerizmi önce­ler. Resmi biçimlenişi içindeki Sekülerizm sivil değil, kon- vansiyonel siyasal örgütlenmenin radikalleşmesinin bir unsurudur, o kadar.

Isa, Cemaatine yabancılaşmış bir Yahudi, bir aydın ve bir önderdi. Siyaset alanında bilinçli ve kararlı bir özerklik- çiydi (otonomist). Bu tabii onu hiçbir biçimde devrimci yapmaz fakat bir radikal reformcu olarak ortaya koyar. İsa o yıllardaki mevcut siyasal örgütlerden hiçbirine mensup değildi. Pragmatik ya da demokratik bir siyasete bağlılığı olmayan kendi geliştirdiği bir çeşit organik siyaseti savun­maktaydı. Ve kesin olarak ideolojik siyasanın uzağındaydı.

'Günah ve Sonsuz Hayat' gibi asli kavramlar İsa'nın or­ganik siyasasında önemli bir rol oynamaktaydılar. İsa'nın öğretisinde bu dünyadaki günahın kökeni, ikna edici bir biçimde sadece kötü davranışlara bağlanmıştı. İsa'nın esas olarak eleştirdiği yaygın ve günaha neden olan cema- at-içi sorunlardı. Hiçbir şekilde, rejimin Seküler kimliğini değiştirmek niyetinde değildi. Tersine, sistemi birçok alanda destekliyordu. Haram olanla Seküler olanı birbi­rinden ayırıyordu (örneğin bkz. Matta 5-6-7). İsa'nın yoru­munda Sekülerlik, kendisine imanın başlıca rolü oynadığı ve Yasa-kurbanı Musevi'nin kurtuluşa ulaşabileceği ilahi bir sığınak olarak bir üçüncü olan haline gelmişti. İsa in­sanlığın bu 'dünyalılığı'nı değil, 'ten'in günahlarını suçla­maktaydı (Matta, 6:32). Yoksa, kendisi gereksizleşecek, bir uon sequitor* haline gelecekti. İsa'nın düşünce sisteminde, insanlığın bu-dünyahlığı kendisi aracılığıyla Tanrı'nm Sevgi ve İnayeti'ne erişebilmenin zorunlu bir evresiydi. Şöyle ki, eğer bu-dünyalılığı suretiyle insan mevcut olma­sa, günah da olmayacaktı; dolayısıyla Tanrı'nm onları se-

ııou sequitor: Dışta kalması gereken, gerekliliği kabul edilmeyen. lamete eriştirmek için bir ve tek Oğlu'nu onların arasına göndermesine gerek de kalmayacaktı.

İsa seküler düzenin bu-dünyalılığım anlatmak husu­sunda hiçbir fırsatı harcamamıştı. Tek örnek yeterli olur sanırım. İsa'nın öne sürdüğü tipik bir bu-dünya iddiası İsa'nın şakirtlerini öğretisini yaymak üzere kentlere gön­dermeden önce verdiği, Luka 22:36'da aktarılan şu öğütte ifadesini bulmaktadır: "Fakat şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın; ve olmayan esvabını satsın, ve kı­lıç satın alsın."

Bence organik siyaset parça ile bütün arasındaki cema- at-içi ilişkilerle biçimlenen siyasetin tarzıdır. Organik si­yaset parti siyaseti değil, genelde kutsal otorite (bütün) ile onun altındaki bireysel Ruh'un (parça) işlevsel ve örgütsel özerkliğini öngören özerk ve entelektüel hareketlerin ta­mamıdır. Bu entelektüel akımın içinde organik siyaset öy­le görünse bile 'yıkıcı' değil, 'hoşgörülü'dür.

Konvansiyonel (mevcut, yerleşik) siyasal örgütlenme­nin aksine, organik siyaset rasyonel açıklamalara gereksi­nim duymaz. Dinamikleri pragmatik olmaktan çok, duy­gusaldı. Çağdaş sorunların keskin çelişkilerini gözler önü­ne serecek fikirler sunmayabilir. Organik siyaset mevcut toplumsal ve bireysel sorunları ülküselleştirebilir ya da bunlara duygusal çözümler önerebilir. Aşağıda aktarılan önermeleriyle İsa organik siyasetinin insanlığın dünyevi işleriyle çalıştığını açıkça ortaya koymuştur.

İsa demişti ki: "Eğer elin sürçmene sebep oluyorsa onu kes; senin için hayata çolak olarak girmek iki elin olarak cehenneme, sönmez ateşe atılmaktan iyidir... Eğer gözün sürçmene sebep oluyorsa onu çıkar." (Markos 9:43-47)

İsa kendisine 'İyi Muallim' diyen genç zenginle şöyle konuşmuştu: "Niçin bana iyi diyorsun? Birden başka kim­se iyi değildir, o da Allah'tır... Bir şeyin eksik; git nen var­sa satıp fakirlere ver, gökte hâzinen olacaktır; ve gel be­nim ardımca yürü." (Markos, 10:17-23) (Tabii bu zengin genç adam kendisine söyleneni yapamadı. Markos onun sahip olduğu her şeyi satamayacak kadar zengin olduğu­nu söyler.)

"Adama karısını boşamak caiz mi?" sorusuyla kendini sınamaya gelen Ferisilere şu yanıtı vermişti:

"Musa size ne emretti? Onlar da dediler: Musa boş bir kâğıdı yazmaya ve kadını boşamaya müsaade etmiştir. Fakat İsa onlara dedi: Yüreklerinizin katılığından dolayı size bu emri yazdı. Fakat hilkatin başlangıcından Allah onları erkek ve dişi yarattı... Şöyle ki onlar artık iki değil, fakat bir bedendirler. İmdi, Allah'ın birleştirdiğini insan ayırmasın." (Markos, 10:2-9)

İsa'nın havarilerini ataması da organik siyasanın bir ör­neğidir, çünkü Yahudiler arasında daha önce böylesi bir 'görev' yoktu ve gerekli de değildi. Kendi cemaatini ör­gütleyip kendi öğretisini yaygınlaştırabilmek için böylesi bir kurumu öngörmüş değillerdi. Dolayısıyla Museviler açısından Havarilik insan-yapısı bir kurumdu ve bu ne­denle de geçiciydi. Havarilik Tanrı-yapışı değildi, çünkü Tanrı Museviler arasından Harun soyunu rahipler, Levili- leri de hizmetkârlar olarak tescil etmişti. Bunu uzun za­man önce gerçekleştirmişti. Havariliğin kendisi, İsa'nın öğretilerinin Seküler siyasal yönünü temsil eder. İsa zo­runlu olarak doğası itibariyle dışsal olan bir şerh ve bir yo­rum yaratmış ve bunu Musevi cemaatindeki alışılagelmiş peygamberce yöneticiliğin dogmatize olmuş kalıplarını kırmak üzere öne sürmüştü.

İsa'nın havari yaptığı on iki şakirdi şunlardı: '(Petrus adını verdiği) Simun ve kardeşi Andreas, Yakub ve Yu­hanna, Filipus ve Bartolomeus, Matta ve Tomas, Alfe- us'un oğlu Yakub ve Gayur denilen Simun, Yakub'un oğ­lu Yahuda ve hain olan Yahuda İskaryot' (Luka, 6:14-16). Bunların çoğu eğitimsiz ve yoksul, bu dünyadan insanlar idi. İsa Havarilerini kutsadıktan sonra onlara dedi ki: "Ne mutlu size, fakirler; çünkü Allah'ın melekûtu sizindir... Fakat vay size, ey zenginler! Çünkü siz tesellinizi almışsı­nız." (Luka, 7:20-24) İsa'nın düşünceleri, kutsamaları ve vaatleri çoğu zaman insanlığı bu dünyadaki koşulları dik­kate alınarak başlayıp öte-dünyadaki (Tanrı'nm Melekû­tu/Krallığı) ödüle doğru uzanmaktaydı.

İsa'nın Pagan yüzbaşıyla konuşması da organik siyase­tinin bir başka yönünü vermektedir. İsa'ya göre yüzbaşı, Seküler otorite altında Yahudi-olmayan bir yönetici olma­sına karşın, İsrailoğullarmdan daha imanlıydı. Çünkü İsa kendisini izleyen kalabalığa yüzbaşıyı göstererek şöyle demişti: "Size diyorum; İsrail'den bile bu kadar büyük iman bulmadım." (Luka, 7:9)

İsa'nın Ferisi NikodimusTa karşılaşması da 'bildiği ko­nuda konuşan' bir entelektüelin konumuna işaret etmek­tedir. İsa, Nikodimus'a demişti ki: "Doğrusu ve doğrusu sana derim: Bildiğimizi söylüyoruz, gördüğümüze şaha­det ediyoruz; ve bizim şahadetimizi kabul etmiyorsunuz. Eğer size dünya işleri söylediğim zaman iman etmezseniz, gök işleri söylersem nasıl iman edeceksiniz?" (Yuhanna, 3:10-12) Kuşkusuz İsa'nın yola çıktığı ve konakladığı du­rak insanlığın en 'bu dünyadan' işleriydi. Samarityalı ka­dınla da öyle olmuştu. İsa demişti ki: "Siz bilmediğinize tapmıyorsunuz, biz bildiğimize tapmıyoruz; zira kurtuluş Yahudilerdendir..." (Yuhanna, 4:21-22)

Ten'e ilişkin 'günahkârlık' sorunu İsa'nın kuşağı için yeni bir olgu değildi. Bunlar Musa'nın On Emri'nden bu yana vardılar. Toplumsal yozlaşma da Öyle. Eski Ahit ki­tapları "ve Apokrifa'nın (İncil-Dışı Kutsal sayılmayan ki­taplar) merkezi temasını 'yozlaşmış İsrailoğulları', onların

Üç İsa başlarına gelen kötülükler ve onların dünyada neden ol­dukları kötülükler oluşturur. İsa tüm bunları biliyordu. Ancak muallimler (hahamlar) gibi bunları tekrar etmekle yetinmedi, daha ileri giderek bu kötü alışkanlıkları değiş­tirmeye çalıştı. Yasa ve Peygamberler'in (buyruklarını) ye­rine getirecek yerde değiştirmeye kalkıştığı için, ister iste­mez (Şeriat'ta) Yasa'da bir boşluk yarattı. İsa ne inançsız (cansız) ne de ilahi (seçilmiş) olan yeni bir boyutu, ancak organik siyasetin terim ve kavramları çerçevesinde tanım­lanabilecek bir yaşam alanını vazediyordu. Bu nedenledir ki İsa'yla birlikte ilk kez İnsan Hakları Din alanına dahil oldu. Onunla birlikte Bireyselleşmiş insanın hakları, Ya- sa'nın (şeriat) öngördüğü haklarla değil ama Tanrı'nm haklarıyla dengelendi.

İsa kendi yarattığı boşluğu, eklektik biçimde kendi elinde topladığı öz-otoriteyle yine kendi doldurdu. İsa bu girişimiyle İnsan olarak Musevi'nin 'hakları'nı güvenceye ve selamete çağırıyordu. İsa'yla birlikte Musevi yaşamına ilk kez Seküler, bu-dünyayla ilgili siyaset dahil oldu. Se­küler iktisat, Seküler siyaset ve Seküler kültür İsa'nın or­ganik siyaseti aracılığıyla kanallar bularak ve onun aracı­lığıyla tek tanrıcılığa sızdılar. Nasıralı İsa'yla birlikte Mu­sevi Tek-Tanrıcılığı, Seküler cismaniyet üzerine temelle­nen ve manevi olanla taçlandırılan yeni bir dine dönüşme­ye başladı. Siyaset böylelikle dinin ayrılmaz bir sabiti (de- ğer-ç.) haline geldi. Bir başka deyişle, İsa'yla birlikte bu dünyadaki organik günahın siyasası, 'öte-dünya'daki se­lamet 'yolu'nu belirleyen, onu oluşturan öğe haline geldi.

2.3.  Siraç'ın Oğlu İsa'dan Nasıralı İsa'ya

Isa (Jahveh Selamettir) Museviler için bir bakıma Sama- rityahlara benziyordu, ama Gentile ya da Pagan gibi de­ğildi. Öğretisinin kimi ilkeleri analitik felsefe ya da Roma religio'sunun standartlarına göre Paganca ya da Helenis- tik-Stoacı olsalar dahi, onlarla bir tutulmamıştı. Örneğin Sebt gününe uymamak bir Gentile uygulamasıydı ve 137 yılında (İÖ 175) Pagan (vali) Antiochus tarafından konul­muştu. Ve Tanrı'nmkilerin yanı sıra Sezar'm 'haklarını' kabul etmek de kesinlikle Seküler ve özde Pagan bir iddi­aydı ve Roma'daki Yasal ve Nizami kavrayışa uygundu.

İsrael'in eski kitaplarından I. ve II. Makabe'de Yahudi­lerin kimi zaman kendi istekleri, kimi zaman da zorla akit- lerinden ayrılıp Pagan ve Gentilelerin 'yollarına' döndük­leri anlatılır, I. Makabe'de şöyle yazar: "O zamanlar (İÖ 175) İsrail ülkesinde Yasa'ya hiç kulak asmayan ve kavmi- mizin bir bölümünü kötü biçimde etkileyen bir grup hain Yahudi ortaya çıktı. 'Gentilelerle uzlaşalım' dediler, 'şim­diye kadarki uzlaşmazlıklarımız bize dertten başka şey getirmedi.' Bu teklif pek çok kişiye çekici geldi, ve hatta bazıları o kadar heyecanlandılar ki işi kralın huzuruna çı­kıp ondan Gentile âdetlerini benimseme izni almaya ka­dar vardırdılar. Yeruşalim'de Grek sitelerindeki gibi bir stadyum inşa ettiler. Sünnetlerini gizlemek için ameliyat oldular, kutsal ahitten ayrıldılar, Gentilelerle iş yapmaya başladılar ve daha birçok kötü iş yaptılar." (Mak. 1:11-15) Bunlar 'ülkeye yabancı âdetlerdi' (I. Mak. 1:44), ama bazı Yahudiler bunları uygulamaya başlamışlardı bile. Dahası, II. Makabe'de Yahudilerin nasıl 'Grek yaşam tarzını be­nimsemeye' zorlandıkları anlatılır (II. Mak. 6). Yahudiler için bunlar, Tanrı'nm kendilerini cezalandırmasıydı. "Bu­nun RAB'bin halkını imha etmek değil, cezalandırmak için yaptığını düşün." (II. Mak. 6:12) Gerçekte bu tip dö­neklikler Tanrı'nm Yahudilere bir uyarısı ve lütfuydu. (II. Mak. 6:13) Musevi bunlara bakıp asıl yolundan sapmaya- caktı.

İsa'nın Gentile ya da Pagan damgasını yemeyişinin ne­deni muhtemeldir ki etik ve ahlaki şerhleriyle kendisin­den önceki İsa'nın bilgeliği arasında oluşturduğu koşut­luktur. Siraç'm oğlu ve Ecclesiasticus kitabının yazarı önce­ki İsa, selamet ve Tanrı'nm düşlenemez kudreti (Sir. 39:18); ikiyüzlülüğün kötü sonuçları (Sir. 28:22); tövbe (Sir. 40 ve 40:18) ve Yahudi yaşamında anlamı ve yeri olan hemen her şey hakkında fazlasıyla yazmıştı. Sonraki İsa'nın öncekinin bilgeliğini kendi retoriğine başlarıyla uydurduğu anlaşılmaktadır. İki İsa'nın bilgelikleri arasın­daki benzerlikler ilk bakışta son derece senkronik gözük­mektedir. Ne ki, İsa Mesih'in benzerliklerden kendine öz­gü yeni bir sentaks (bileşke) kurduğu anlaşılmaktadır. Ör­neğin Yahudiliğin üç kutsal direği (Vaat, Peygamber, Ke­hanet), İsa'nın 'Yol'unda Musevi Yasası'nın kurumsallaş­mış yorumundan radikal olarak farklı çağdaş bir yorum edinmiştir. Jahveh'nin tersine İsa yeryüzünde toprak vaat etmeyip Tanrı'nm gökyüzündeki Krallığı'nda sonsuz ya­şam ya da ölümden sonra yaşam vaat etmiştir. İsa, içine doğduğu kehaneti tekrarlamamış ama, kendini kehanetle özdeşleştirmiştir. (Bir bakımdan insan bilimleri ve ilişkin toplumbilimleri alanında belgelenmiş ilk kurban, ilk insan demektir İsa.) İsa, peygamberleri izlememiş, ama onları, kendini izleyecekleri düzeylere indirmiştir.

Ecclesiasticus Kitabı'nın yazarı İsa'nın, ibadet anlayışı (mantic) esas olarak Helenistik diyalektiğin Eristik[***] biçim­leriyle temellenmekteydi. Ve . .Her insan, tıpkı Adem gi­bi topraktan yapılmıştır. Ancak Rab bilgeliği içinde onları birbirinden farklı kılıp her birine farklı görevler yükledi... İyi kötünün zıddı, hayat ölümün zıddı ve günah Rab'be adanmışlığm zıddıdır. Şunu düşün: Ey Yüce her şeyi çift olarak yarattı, her şey ötekinin tersidir" (Sir. 33:10-11 ve 14-15) gibi önermeler İsa Mesih tarafından da kullanılmış­lardır. Yeminler ve karar verme konusunda iyi bilinen sa­vında İsa; "Ancak sözümüz: Evet, Evet; Hayır, Hayır ol­sun; bundan ziyadesi şerirdendir", (Matta 5:37) diyordu. Aristocu kıyas-'kategorileştirme' erken Musevi-Hıristiyan yaşam tarzına böylelikle dahil olmuştur. 'Evet' ve 'Hayır' İsa için zıtlardı, ancak Baba'nm Lütuf ve İnayeti'yle birleş­mişlerdi. Siraç'da yazıldığı ve mesel ve vaazlarında İsa ta­rafından da ortaya konulduğu gibi, "Kimse şeylerin ne­den öyle olduklarını merak etmemeli, yaratılan her şeyin bir amacı vardır." (Sir. 39:21) İsa da Siraç'm oğlu İsa gibi bu düsturla hareket etmişti.

Şeriat'ta (Yasa) bu anlayışla yapılan metodolojik yakla­şım Museviler için yeni değildi. Mısır Museviliği Helenis­tik ibadet anlayışını Yahudi Tevrat'ıyla (yol, öğreti, yön; Yasa olarak da çevrilir) kaynaştırmak için bu yönde kimi adımlar atmıştı. İsa için Tekvin'deki temel amaç, imandı. Ve bunu kazanmanın tek ölçütü de vazettiği imana kesin bir evet ya da hayır'la yanıt verebilmekti. Çünkü Evet ya da Hayır diyen dil, Baba'nm yarattığı aynı kişiye aitti.

Ancak İsa'nın entelektüel konumuyla I. Makabeler'de sözü edilen 'hain Yahudiler'inki arasında esas benzerlik, İsa'nın Kilisesi'ni Kaya* üzerine inşa etmeye karar verme­siyle başlar. İsa'nın inşa etmeyi tasarladığı kilise, öncelik­le konumu nedeniyle Yahudi Tapmağı'nın inkârıydı. İlk Hıristiyanların ev-kiliseleri kuşkusuz İsrail'in Tanrısı'nm ikametten hoşlanabileceği kutsal yerler değildiler. Öte yandan Musevi inanç sisteminde Tapmağın yaratıcısı biz­zat Tanrı'ydı. Kilise'nin işareti (Kaya) Tanrı'nm-gönderdi- ği-Mesih ve 'insan-suretinde-yaratılmış' Tanrı'nm bir ve tek Oğlu olan İsa'ya imandı. İlk Hıristiyanların kurdukla­rı bu ev-kiliseler Yahudilerin gözünde Gentile stadyumla­rı ya da pagan gymnasiumları'ndan daha değerli değiller­di.

İsa sonunda hunhar bir biçimde öldürüldü. Ancak Mu­sevi Haggadah'sında (folklor) RAB Tanrı bile kendini bir kez çok güçlü bir rakip karşısında güçsüz hissetmişti. Mu­sevi kadın Peygamber Deborah'm şarkısında dediği gibi: "RABBİN meleği dedi: Meroz'a lanet edin, Onun halkına ağır lanetle lanet edin, çünkü RABBİN yardımına, yiğitle­re karşı RABBİN yardımına gelmediler" (Hâkimler, 5:23).

İnanca göre Tanrı (Rab) kabul edilen İsa da güçlü Yaş­lılar Meclisi Sanhedrin karşısında kendini bir kez güçsüz hissetti. Ve İsa'nın yardımına da kimse gelmedi ama Se­küler Hane'nin en güçlü temsilcisi Pilatus onun yanında saf tuttu!

Incil yazarı Yuhanna'nın Musevilerin ağzına yerleştir­diği sözlerden anlaşıldığı kadarıyla o güne dek hiç kimse Isa kadar cesaretle ve duyulmadık sözlerle konuşmamıştı (Yuhanna, 7:46).

2.4.  Yasa İnsanlar İçindir

İsa kuşkusuz bireye Yasa ve kurumlardan daha fazla üstünlük ve öncelik tanıyordu. Musevilerin öne sürdüğü ve suçladığı üzere bir Sebt-bozucusu değildi. İsrail Tanrı- sı'nın kutsal günü Sebt'i ilga etmiş değildi, yalnızca onu bireyselleşmiş insana tabi kılmıştı. Onun yaptığı, son tah­lilde John Devvey'in Reconstructions in Philosophy'de açık­ladığı sisteme benzemektedir. "Toplumsal düzenlemele­rin, yasa ve kuramların insan için olduğu doğrudur, insan bunlar için değildir; bunlar insanların refah ve ilerlemesi­nin araç ve gereçleridirler. Ancak bireyler için bir şeyler -hatta mutluluk- elde etmenin araçları değildirler. Bunlar bireyleri yaratmanın araçlarıdırlar." Ve bireysellik "inisi­yatif, yaratıcılık, çeşitlilik, inanç ve davranış tarzını seçme­de sorumluluk alabilme" anlamına gelmektedir. "Bunlar yetenek değil, başarıdır. Ve birer başarı olarak mutlak de­ğil, kullanımlarına bağımlıdırlar. Ve bu kullanım, çevrey­le birlikte değişkenlik gösterir.13

Oysa Museviler 'ahit için' yaratıldıklarına inanıyorlar­dı; çünkü Yeremya'nm söylediği gibi Rab Yasası'm onla­rın yüreklerine yazmıştı (Yeremya, 31:33-34), dolayısıyla ahdin kendileri için yapıldığını kabul etmiyorlardı. Çün­kü Tanrı ilkin Kendisi'yle Nuh arasında bir ahit yapmıştı. Ardından Kendisi'yle İbrahim Peygamber arasında bir ahit oluşturmuştu. Tanrı demişti ki: "Ve sana ve senden sonra zürriyetine Allah olmak için seninle ve senden son­ra zürriyetin benim aramda ahdimi, nesillerince ebedi ahit olarak sabit kılacağım." (Tekvin, 17:7-10)

Besbelli ki ahdin yaratıcısı Tanrı'ydı, ama ahit İbrahim tarafından tutulmak üzere yapılmıştı. Tanrı İbrahim'e 'tu­tacağınız' ahit bu, demişti. İbrahim ahit için 'yaratılmış' değildi. Öyle olsaydı, Tanrı'nm bir ahit oluşturmasına ge­rek kalmazdı. Yoksa Tanrı neden sadece kendi tutacağı bir ahit yapsın ki? Ahit Tanrı ile İbrahim arasında bir tanıktan ibaretti (ya da Tekvin 31:44'te betimlendiği üzere Laban ve Yakub arasındaki tanık gibi). İbrahim'in ahde gereksi­nimi vardı, ancak Tanrı'nm tanığa gereksinimi yoktu. Tanrı Ahdi'yle insan için bir tanık oluşturmuştu -o ve ge­lecek kuşaklar için Bir ve Tek Tanrı olduğuna dair tanık­lık bu ahitle mebde bağlanmıştı. Çünkü 'başlangıçta' ahit yoktu, yalnızca Tanrı'nm Planı[†††] ve Tanrı'nm emirleri var- di. İnsan Tanrı'nm planı uyarınca yaratılmıştı, tanık ola­rak ahdin maddeleri uyarınca değil.

Dolayısıyla ahit kuruluşu itibariyle açıklayıcıydı ve kapsayacağı anlamının alanı değişime açıktı. Girişimini geliştirebilmek için İsa'nın bu kapsayıcı alanı değiştirmesi gerekiyordu. Bunu Yahudilerin gündelik yaşamına yeni bir terminoloji sokarak gerçekleşirdi. Eski Ahit'te pey­gamber ve muallimlerin yaptığı gibi onlara çoğul olarak seslenecek yerde, bunu tekilleşmiş, bireyselleşmiş 'sen' adıyla gerçekleştirdi. Alfred Kuen, Je batirai mon Eglise'de bu sesleniş tarzının İncillerde 200, Yeni Ahit'in geri kalan bölümlerindeyse 500 kez olmak üzere toplam 700 kez kul­lanıldığını saptamıştır.14 Bireyselleşmiş, tekil 'sen', 'O'ki, ya da 'Ben...im' biçimleri pek çok ilahiyatçının doğru ola­rak gözlemlediği gibi, Yeni Ahit'in Eski Ahit'ten farklı dü­şünüş tarzını sergileyen en belirgin kelimelerdir.

'Yasa insan içindir' ile 'insan yasa içindir' önermeleri karşısında takınılacak tutum İsa Mesih'e inanacaklar ara­sında temel bir tercih sorunuydu. Çünkü İsa, kişinin ken­dini zorlayarak 'Yasa'ya göre hakkaniyetli' davranması gerektiği fikrini açıkça reddediyordu. İsa'ya göre bu fikir, Yahudiler arasında bir yozlaşma ve sapma kaynağıydı. Bi­rey'in bu tür bir Doğruluğa zorlanması, İsa için Ferisi ya- salcılığmdan başka bir şey değildi ve düpedüz ikiyüzlü­lüktü.

İsa bir çift yeni 'alan' vazetmişti: Kutsal ve cismani ara­sındaki geleneksel (klasik değil) Yahudi ayrımı İsa'nın yo­rumunda beklenmedik bir yansıma bulmuştu. Bireye ön­celik vermekle İsa, Yahudi'yi Seçilmiş-İnsan-Olmak özel­liğinden kopartmış ve onu İsrail Hanesi'nden ayırmıştır. Yahudi bu şekilde Nominalleşerek İsa'nın öğretisinde ye­ni bir Varlık Alanı edinmiştir. Ve Tanrı Baba'ya birey kar­şısında üstünlük tanıyarak -İsa Baha'nın Oğul'dan üstün olduğunu söylüyordu- 'İman Alam'nı kurmuş ve özellik­lerinden soyutlanmış Yahudi'yi yeni bir kimlik kazanmak üzere buraya çağırmıştır. Dolayısıyla İsa kutsal ve cisma- ni alanlara o güne dek bilinmeyen iki mekânsal boyut da­ha eklemişti: Nominal bireyin yaşadığı Varlık Alanı ve Ba­ha'nın hüküm sürdüğü İman Alanı. Ve tüm varlıklar için iki alan arasında bir kapı olarak kendisini koymuştur. Sonsuza dek bağlayıcı olan bir Şeriat'ın boyunduruğu (böylelikle-ç.) nihayet bireyin omuzlarından kaldırılmış­tır. Birey geleneksel olarak belirlenmiş, tanımlanmış ve sı­nırlandırılmış olan konumundan kurtulmuş ve iki alan arasında seçimini yapmakta özgür kılınmıştır. Varlık Ala­nı 'hayatın Sekülerliğini' temsil ederken, İman Alanı 'ha­yatın manevi yanma' tekabül etmektedir. İki alan da insa­nın seçimlerine tabi kılınmıştır. Ama İsa tercihinin İkinci­si yönünde yapılmasının yararlı olduğunu vurgulamıştır. Sonuç olarak İsa için Yasa insan, insansa Tanrı Baba için yaratılmıştır denilebilir.

Museviler bir Cemaatin eşit haklara sahip mensupla­rıydılar. Eşitlik fikri, atalarının Tanrı'yla yaptıkları ahde eşit katılımları üzerinde temellenmekteydi. Bir başka de­yişle, Patriyarkların İsrail Tanrısı'yla yaptıkları ahde göre eşitlenmişlerdi. İsa'nın öğretisinde ise, herkes Tanrı'nm Krallığı'na girişte eşitlenmişti. Havari Pavlus ise birey(- ler)i ilk günahta eşitlemişti. Pavlus'a göre insanlar ilk gü­nahtan doğma eşitlerdi. Pavlus'a göre insanlar hep o aynı günahı işleyerek dünyaya geliyorlardı. İsa'ya göre, özel­liklerinden soyutlanmış Yahudi kurulu bir ahdin eşit bir üyesi ya da katılımcısı değil, Tanrı'nm Krallığı'na aday eşit bir mümindir.

Gentileler, özellikle de Atinahlar için teori (bilme) ve praksis (yapma) toplumsal rol paylaşımında kesin olarak farklılaşmış alanlardı. Tıpkı insan ve görevinin ayrıldığı

gibi. Eylemler (yapma) mülksüz sınıf ve grupların edimle­riyken 'bilme' efendilere ait sayılmaktaydı. Paganlar için bu ikisi bir aradaydılar ve respublica (kamu) ile Devlet'in refahının hizmetindeydiler. İsa bu iki temel eğilimi tek sü­reçte toplamıştır. İsa için Teori (öğreti) tüm insanlar içindi ve insanın faaliyetlerinin (praksis) tümü de Tanrı için ola­caktı.

İsa Musevi seçkinciliğinden kaçınmış -ya da ondan muhtemeldir ki vazgeçmiş- ama Bireyselliğe sarılmıştır. Museviler için seçkinlik (ilahilik, seçilmişlik vd.) genel du­rumlardan her zaman üstün değilseler de, öncelikliydiler. İsa için birey/tekil özel karşısında öncelikliydi. Ve tümel (evrensel) koşulsuz olarak Birey'in imanının içindeydi. Tekil insan imanı aracılığıyla Sevgi'ye ve Tanrı'nm İnaye­ti'ne ulaşabilirdi. İsa tüm insanlığın günahları için acı çek­miş ve gerçek İman'ın 'bedensel biçimi'ydi. Museviler için tüm insanların günahları için bir kez acı çeken tek insan, Tevrat'ın özünün tümden inkârı anlamına gelmektedir.

Helenleşmiş Musevi ve bir zamanların koyu Ferisi sof­tası, Hıristiyanların Celladı Pavlus[‡‡‡] 'eğitim görmemiş, sı­radan insanlar' olan Mesih - yapıcı Simun Petrus ve Ha­vari Yuhanna'nın (Resullerin İşleri 4:13) tersine ayrıcalıklı bir Yahudi ailesinin eğitim görmüş bir üyesiydi; Pavlus (Saul) doğumu itibariyle Yahudi, yasal yurttaşlık statüsü itibariyle de Roma yurttaşıydı.

Pavlus, İsa'nın tebliğ ettiği mesajdaki özgün yanı kav­ramıştı. Apokaliptik[§§§] eğilimleri15 ile, bu mesajı yalnızca Yahudilere bir çağrı olarak değil, her şeyi kapsayan Yara­tılış (Tekvin) olgusunun bir katalizörü olarak görüyordu.

Çünkü Yuhanna'mn dediği gibi, İsa, Tanrı'ya imam tam temsil etmekteydi. Bu nedenle 'in principio' ilkesel olarak İsa, Logos olarak tam imandı (Yuhanna, 1:1). Pavlus kısa bir tereddütten sonra kendi 'yol'unu kendini 'İsa'da' çar­mıha gererek kurmaya karar verdi. Mademki İbrahim Peygamber Tanrı'yla yola çıkmıştı, Tanrı'nm arkadaşı ol­muştu, mademki İsa Mesih kendisini Baba Tanrı'nm 'için­de' bulmuş ve Onun Oğlu olmuştu, öyleyse Pavlus da İsa'yla birlikte yola çıkacaktı. Pavlus kehanetin Benzerliği Yasası'nı izleyerek, hiç görmemiş, şakirtlik etmemiş, çar­mıha gerilişine tanık olmamış olmasına rağmen kendini İsa'nın 'içine' sokmakta tereddüt etmedi.

Pavlus, Kudüs'teki Musevilerin Tanrı tarafından daya­tılmış 'alanları'ndan hoşnut olduklarını gayet iyi biliyor­du: Onların başka bir alana kesinlikle gereksinimleri yok­tu. Ancak Tanrı'dan-korkan Paganlarla muhtedi Gentile-' ler kendi bağlamlarında özelliklerinden soyutlanmış bi­reylerdi. 'İman Alanı'nm İncil'ine yeryüzündeki bütün ce­maatlerden daha fazla gereksinim duyacaklardı - ya da Pavlus böyle düşünüyordu. Bu düşünceyle yola çıkan Ha­vari Pavlus kendini 'İman Alanı'nm en yüksek yetkili elçi­si olarak donatıp yeni yaşamında yeni bir dava edindi ve tüm Genetile günahkârlarım Kurtuluş'a çağırmak amacıy­la onların yaşadıkları Polis'e doğru yola çıktı.

Pavlus, Tek - Tanrıcı bir dinin ilk otantik siyaseti olan Pavlus Hıristiyanlığını Kudüs'ün kırsal kökenli köylerin­de değil sivil kentli Gentilelerin kozmopolit vicdanlarında oluşturmaya koyuldu.

W.H.C. Frend'in anıtsal yapıtı The Rise ofChristianity'de yazdığı gibi, Pavlus "enerjik, doğrudan, kendine güvenli, kimi zaman da kibirli ve ben merkezci bir adamdı. Tarih­te 'dinsel dâhi' nitelemesini hak eden birkaç bireyden bi­riydi. Yine de güvenilir bir insan değildi. Apansız ihtidası

başlangıçta pek anlaşılamadı; sonraları Gentileleri kaza­nabilmek için Musevi mirasından fazlasıyla taviz verdi­ğinden kuşkulanıldı."16 Ve Frend'in belirttiği gibi Pav­lus'un ellerinde "Rab Mesih, imanla tanınacak Tanrı-in- san, şakirtlerinin tanıdığı ve anımsadığı Nasırah Peygam- ber'in yerini aldı."17

Pavlus gerçekten de İsa'nın mesajını kendi istediği tarzda anlayıp yorumlamıştır. Pavlus'un Teori ve Prati- ği'nde iman, günah, acı, kıyam, çarmıh ve selamet anahtar terimler haline gelmişlerdir. 'Bilme' (Teori) İsa'yla anlam­daşlık kazanan İman Alanı'm bilme anlamına gelmekte­dir. 'Yapma' (Pratik) ise İsa'nın Bedeni'ni 'günahkârları' kendilerini bekleyen Kıyamet'ten kurtaracak olan Kilise biçiminde yeniden yaratmak olarak yorumlamıştı.18 Pav­lus amaçlarına erişebilmek için Ahit işareti Yahudi sünne­tini, Hezekiel Peygamber'in 'Kanınızda yaşayın' buyru­ğunu terk etmekte ya da Yasa'yı eskimiş ve yararsızlaşmış olarak reddedip yeni Tekvin için yeni bir ahit öne sürmek­te de tereddüt göstermemiştir. İncilci Yahya gibi Pavlus da Çarmıh'taki Isa'yı Tanrı'nm Logos'üna yerleştirmiş ve19 sonradan O'nu her şeyin yaratılışındaki bir ve tek Aracı ilan etmiştir.

Pavlus'un 'günah' kavramından ne anladığı açıklana- bilirse onun kendi kavrayışı çerçevesinde oluşturduğu bir siyaseti aracı yaparak 'yeni' bir dünya dini kurma yolun­da sergilediği sonsuz hırsı daha iyi anlaşılabilir sanıyo­rum.

Üçüncü Bölüm

İSA: "BEN NE OLACAKSAM
O'YUM"

İSA: BEN NE OLACAKSAM O'YUM

Çünkü ben resullerin en küçüğüyüm, Ben ki resul çağrılmaya layık değilim, çünkü Allah'ın kilisesine eza ettim.

(Pavlus'tan Korintoslulara 1,15:9)

3.1. 'Günaha Giren Ruh, Ölecek Olan Ruhtur'

İsa dünyayı kurtarmaya geldiğini söylüyordu. Yuhan- na, "Babanın oğlunu Dünya'nın Kurtarıcısı olarak gön­derdiğine" tanıklık ediyordu (Yuhanna 1:29). Matta diyor­du ki: "Ve onun adını İsa koyacaksın; çünkü kavmini gü­nahlarından kurtaracak olan odur" (Matta, 1:21). Luka ise: "Çünkü İnsanoğlu kaybolmuş olanı aramaya ve kurtar­maya geldi" demekteydi (Luka, 19:10). Pavlus, I. Timote- os'ta "Mesih İsa günahkârları kurtarmak için dünyaya geldi, sözü sadıktır ve her veçhile kabule layıktır" (I. Ti- moteos 1:15) diyordu.

İsa Yuhanna'nm tanıklık ettiği gibi dünyayı kurtaracak bir Kurtarıcı olarak mı gelmişti, Matta'nm yazdığı gibi kavmini günahlardan kurtarmaya mı, Luka'nm öne sür­düğü gibi kaybolanları arayıp kurtarmaya mı, yoksa Pav­lus'un inandığı gibi 'tüm' günahkârları kurtarmaya mı? Bu sorular Pavlus'un özelliklerinden soyutlanmış (mutla­ka yabancılaşmış sayılmasa da) Yahudice düşünüş tavrının nasıl işlediğini anlamaya yardımcı olabilir.

Kuşkusuz 'başlangıçta' günah yoktu. Tanrı'nm yaratı­cılığının. bir parçası olarak günah altı Kutsal Kitap gü­nünde ortaya çıkmamıştı. İlahiyat açısından bakıldığında Tanrı o günlerde günahı yaratmamıştı, çünkü ilkin Tanrı günah işleyemezdi; ikinci olarak Tanrı dini yaratmamış­tı. Dolayısıyla Tanrı yaratmamış olduğu bir işlevi devir edemezdi. Adem (Zeker) ve Havva (Negebhah) 'iyi ile kötü'yü bilip, bilgelik kazanarak 'Tanrı gibi olmak' (Tek­vin, 3:4-8) amacıyla meyveyi yediler. Tanrı hiçbir zaman onlara günah işlediklerini söylemedi ya da onları günah­kâr olarak nitelendirmedi. Aksine RAB dedi ki: "İşte adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu" (Tekvin, 3:22). Dolayısıyla Tanrı'nm ilk buyruğuna itaat etmemek Adem'i günahkâr değil, 'iyi ile kötü'nün bilici­si' yapmıştır.

Kurumsallaşmış ve kabul edilmiş tefsirlerin tersine, Eleştirel Ilahiyatçılık açısından Adem ve Havva Tanrı'nm huzurundan işledikleri bir günah nedeniyle değil, üreme­yi öğrendikleri için kovulmuşlardır. Mecazi olarak yılan, hayvanlar âlemini, meyve ise sevgiyi değil, üremeyi tem­sil eder. Yaptıkları Tanrı sevgisi olmaksızın üremedir. Çünkü Tanrı onları yarattıktan sonra kutsamış, ama hiçbir zaman birbirlerini sevmelerini emretmemiştir. Eski Ahit'te tüm âlemlerin kurulduğu o ilk altı günde Tanrı in­sanlara birbirlerini sevmek zorunda olduklarını söyleme­miştir. Şurası kesindir ki Havva fiziksel/cinsel içgüdüsel olarak tüm yaratıklar gibi bir çocuk doğurmaya yönelmiş­tir. Kutsal Kitap'ta yer aldığı şekliyle Tanrı'nm planı bu de­ğildi. Kuşkusuz Adem ve Havva çocuk sahibi olacaklardı, ama hayvanlar gibi içgüdüsel dürtülerle değil. Çünkü Tanrı onlara verimli olmalarını söylemişti. Belli ki, Tan- rı'nın planına göre Adem ile Havva'nın üremesinin doğal yolu (Tanrı'nm Oğlu İsa'da tezahür ettiği gibi), bakire do­ğumuydu. Fiziksel birleşme yoluyla değil, Havva'nın Ruhsal-bakire gebeliği aracılığıyla üreme. Dolayısıyla

Adem ve Havva Kutsal Kitap'a göre Tanrı'nm planında olmayan bir iş yapmışlardı. Havva dinsel klişe ya da dog­ma yapıldığı şekliyle günahkâr değil, bir kişilik-verici ve kimlik alıcısıydı. (Havva, Adem gibi topraktan değil, Adem'den -insan- yaratılmıştır. Adem'in oluşmuş kimli­ğinden yaratılmıştır. Şahsiyet -Persona- İnsan'ın oynaya­cağı rolü simgeleyen maske demektir.)

Tekvin'de günahın temelde bir kimlik sorunu olarak de­ğil, bir kişilik (persona) sorunu olarak biçimlendiği vurgu­lanmalıdır.

Tanrı'nm planına göre İnsan 'cinslerine göre canlı mah­lûklar' (Tekvin, 1:24) gibi yaratılmış değildi. İnsan 'tekil' olarak ve "denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, ve sı­ğırlarına, bütün yeryüzüne, ve yerde sürünen her şeye hâ­kim olsun" (Tekvin, 1:26) diye yaratılmıştı. Ve Tanrı ona "Semereli olun ve çoğalın, ve yeryüzünü doldurun, ve onu tabi kılın" (Tekvin, 1:28) demişti. Ve yedinci gün, Tanrı'nm "yaptığı işi bitirdiği" (Tekvin, 2:2) Sebt günü gelmişti. Ve "toprağı işlemek için adam yoktu" (Tekvin, 2:6), "Ve RAB Allah yerin toprağından adamı yaptı, ve onun burnuna hayat nefesi üfledi; ve adam yaşayan can oldu" (Tekvin, 2:7). Adem kimliğini, yani bireyselliğini 'seçim' yaptığı an edinmişti. Yaptığı seçim ona bireyselli­ğini kazandırmıştı. Adem yalnızdı ve Tanrı "kendisine uygun bir yardımcı yapacağım" dedi. RAB Tanrı tıpkı Adam gibi hayvanları da topraktan yarattı ve her birine ad vermesi için onları adama getirdi ve "ve adam her biri­nin adını ne koydu ise canlı mahlûkun adı o oldu". Ve adam bütün sığırlara ve göklerin kuşlarına ve her kır hay­vanına ad koydu". "Eski Ahit'ten anlaşıldığı kadarıyla Havva ve Bilgi Meyvesi'nin ortaya çıkışından önce Adam (Adem) dilediği, gibi ad verebiliyordu. Adlar vererek Adam kendi tekil -yapayalnızdı- kimliğini yaratmıştı.

Adem'in kimliği kendisiyle hayvanlar arasındaki farklılık üzerine temelleniyordu. Çünkü onların arasında 'kendisi­ne uygun bir yardımcı' da yoktu. Ama Adam'm bireysel kimliğini kendine hayvanlardan (şahsiyeti) farklılaştıra­rak oluşturmuştu. Bu fark onun kimliğiydi. RAB Tanrı bundan sonra Adam'ı derin bir uykuya daldırıp ondan kadını yarattı ve 'onu adama getirdi'.

Havva (Negebhah) ile birlikte Adem kişiliği (şahsiye­ti) olarak 'rol eylemi'ni edindi. Adam'm kişiliği ve oyna­maya yazılı olduğu rol, hayatta kalabilmek için Hav­va'yla giriştiği birbirini tamamlayıcı birliğe uygun olarak biçimlenmişti. Dolayısıyla, adamın/insanın kişiliği kim­liğin 'fark'ı üzerine değil, 'ayrışma/çelişki' üzerine te­mellenmişti. Çünkü Havva, Adam'm kendini farklılaştır­dığı hayvanlar gibi topraktan değil, ama Adam'dan yara­tılmıştı. Adam Kadm'ı gördüğünde dedi ki: "Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, etimden ettir." Bu nedenle­dir ki "Adam anasını ve babasını bırakacak ve karısına yapışacaktır ve bir beden olacaktır." Bu asli 'çelişki' Adam'ı bir alandan ayırıp sonra onu bir başkasıyla bir­leştirmektedir. Kimlik Adam'ı hayvanlardan farklılaştır­mış ve Adem şahsiyetini kendi karşıtı olan Kadın'da bul­muştur. Diğer bir anlatımla, Eski Ahit yorumlanınca Er- kek'in Kimliği'nin (Identity) Tanrı'dan aldığı ve/fakat şahsiyetini (Personality) Kadın sayesinde edindiği anla­şılmaktadır.

Kişilik varoluşun içerik ve biçimi arasındaki çelişkiyle şekillenirken, kimlik, özü (toprak) görünüşten (Tanrı Benzeri olarak yaratılmış İnsan) ayrıştıran farkın tezahü­rüdür. İnsanın kimliği onun 'yoldan çıkmasına' izin verir, yani kimliği sonsal fark olarak 'seçim'e gerçeklik kazan­dırır. İnsan yoldan çıkabilir, onun Tanrı indinde hatalı addedilme hakkı vardır.1 Ama insan günahı kişiliğinde işler. İnsan 'bir beden' olduğunda, 'bilme'ye başlar. (Ya­hudi geleneğinde de 'bilme'nin cinsel ilişki ve rollerle ilintili oluşu rastlantı değildir.) Kimlik algılar ve duyum­sar, ama kişilik akıl yürütür ve algılananı bilir. İnsan gü­nah işlediğinde, ne yaptığını bilmektedir. Kutsal Kitap'ta- ki İnsanlık tarihi, Yahudi alimlerce haklı olarak gözlem­lendiği gibi, İnsan'ın utancı bilmesiyle başlar.2 Adam ve karısı başlangıçta bir utanç hissetmezken, iyiyle kötüyü öğrendikten sonra onu 'bildiler'. İnsan bilmeden günah işleyemez, yalnızca yoldan çıkar. Yolunu şaşıran İnsan her zaman Doğru Yol'a ve daha önceki günahsız duru­muna yeniden dönebilir. (Buna İbranice'de Teshuva de­nir. Doğru olana geri dönüş, rucû demektir.) Ama günah­tan kurtulma Tanrı'nm bağışlamasını gerektirmektedir. Adem günah işlememiş, yalnızca yoldan çıkmıştır; oysa Kabil günah işlemiştir. Öfkesi kimliğine değil, kişiliğine ilişkindir, çünkü her iki kardeş de Havva'nın söylediği gibi, 'RAB'bin yardımıyla' doğmuşlardır (Tekvin, 4:1). Kabil Tanrı'nm kardeşinin sunusunu seçtiğini gördüğün­de suratını asmıştır. RAB Kabil'e sormuştu: "Niçin öfke­lendin? Ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan o yükseltilmeyecek mi? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol" (Tekvin, 4:6-7).

Kabil günaha üstün olamadı. Kardeşi Habil'i öldürdü. Sinsi planını kurdu, kardeşini kandırdı ve onu soğukkan­lıca katletti. Bu, yoldan çıkma değil, günahtı. Bu yoldan çıkma hakkını kullanma değildi. Çünkü İnsan yoldan çık­ma durum ya da sürecinde ilkel masumiyetini yitirmeye­bilir. Günah bilinçli olarak gerçekleştirilen bir eylemdir. Masumiyetle bir ilgisi yoktur. Kişi Tanrı'nm Yasası önün­de aynı anda hem masum hem günahkâr olamaz!

Adem kendi-bilincindeliği, kimliğinin parçası olan se-

çimden aldı; Havva'yla birleşmesinden sonra iyi ile kötü­yü bildi, dolayısıyla kişiliğini kavrayarak bu noktadan iti­baren kendini gerçekleştirebildi. Kimlik bir kendi-bilin- cinde olma sürecidir, kişilikse kendini-gerçekleştirme sü­recinde gelişir. Kabil'in günahından sonra "Adem karısını tekrar bildi; ve bir oğul doğurdu ve onun ismini Şit koy­du." Kabil sonsal günahkârı temsil ediyordu. Çünkü "Şit'in de bir oğlu doğdu ve onun adını Enoş koydu. RAB- BİN ismini o zaman çağırmaya başladılar" (Tekvin, 4:25- 26). İnsan aynı zamanda hem Tanrı'nın adını çağırıp hem de günah işleyemez. Yoksa bu "Ya RAB'bim, bana sana karşı günah işlememde yardımcı ol!" demeye denktir.

Şit-Enoş'un ardından iyi ve iyilik ilahi ve kutsal olanın kaynağı ve onlara giden yol olurken kötü ve kötülük, mutlaka dinsizin değil ama, günahın kaynağı haline geldi. Yahudilik'te İnançsızlık ya da Haram kavrayışı Tapınağın Kapısı önünde yatan,3 'Ruhsuz ve Cansız'ı temsil eder. İnançsızlık mutlaka günahkârlık ya da kötülük değildir. Günah insan-yapısıyken inançsızlık insanda bağımsız, RAB tarafından henüz kutsanmamış olandır.

İnsan hatası Musevilerin gündelik yaşamında genel olarak inanılandan daha önemsiz bir rol oynamış ve daha az etkili olmuştur. Amittay'm oğlu Yunus'un öyküsü bu­nu sergiler. Yunus RAB'bin "Kalk Nineve'ye, o büyük şehre git, ve ona karşı çağır; çünkü onların kötülüğü be­nim önüme kadar çıktı" (Yunus, 1:1-2) sözlerini işittiğinde RAB'dan kaçmaya yeltenmiş ve Tarşiş'e yönelmiştir (Yu­nus, 1:4). RAB emre itaat etmeyen Yunus'u 'günahkâr' olarak nitelememiştir. Eyüp'le de aynı durum söz konusu­dur. Bu 'en büyük adam' (Eyüp, 1:3) Tanrı'yı hata işle­mekle suçlamıştı, ama Kutsal Kitap'ta yazıldığı gibi, "bu işin hepsinde Eyüp suç işlemedi ve Allah'a uygunsuzluk yüklemedi" (Eyüp, 1:22).

Musevi Yasası ve Haggadah'da günah özel bir olgu­dur. Daima günah işleyen özel bir ülke (Hezekiel, 14:12- 13), günahkâr bir krallık (Amos, 9:8), Sodom ve Gomore gibi özel kentler (Tekvin, 18:20), İsrail'de olduğu gibi gü­nahkâr bir ulus (Amos, 3:2) ya da 'günaha giren' özel bir ruh (Hezekiel, 18:3) vardır. Çünkü İsrail Tanrısı'nın emir­leri özde İbraniler için olan özel düzenlemelerdir. RAB in­san ruhu için düzenlemeler getirmemiştir. Dolayısıyla gü­nah Yahudiler için özel, yapısal ve yasal bir konudur, ma­nevi değil. Polis'te yaşayan Yahudi Hıristiyan gibi bir bi­rey değil, özel konumu, ahit ve bir anayasayla (On Emir) kesin olarak belirlenmiş özel bir insan tipidir. Ahde göre Musevi'nin hatasını doğrudan RABTe tartışma hakkı var­dır. Tanrı'ya ulaşmak için aracıya ya da papaza gereksini­mi yoktur. Ve kimse kendi yaşamını başkalarının günahı­nın bedeli olarak teklif edemez. İbrahim Peygamber Tan- rı'nın dostuydu (Tekvin, 18:22-23). Dolayısıyla Tanrı tara­fından görüşlerini ifadelendirmesine izin verilmişti, bu durum, İbrani için de geçerlidir. Adem'e seçme özgürlüğü tanınmıştı; Musevi bunu kullanır. Kutsal Kitap'taki Tek- vin'in tarihin başı olarak kurulmasından bu yana, Yahudi Tanrı önünde haklarını -ve olası hatalarını- bilmektedir. Musevi tarihsel olarak 'hatalarının bilincinde', 'günahının bilincinde' olmaya koşullanmıştır. Çünkü yukarıda da be­lirtildiği gibi, Tanrı bu Yasa'yı onun yüreğine yazmıştır ve "herkes(-in) kendi komşusuna ve herkes(-in) kendi karde­şine RABBİ bilin diye öğretmesine" (Yeremya, 31:34) artık gerek kalmamıştır. Musevi'nin gündelik hayatında gü­nahtan çok Korku ve Anlayış rol oynar. Günah Muse­vi'nin bireyselliğine ve kimliğine eklemlenmiş değildir. Musevi'nin özel statüsü kendi Tanrısı tarafından seçilmiş olmasındadır, kimliğiyle aynı Tanrı tarafından ilahi kılın­mıştır.

Pavlus Hıristiyanlığı'nda durum böyle değildir. Tü- mel/evrensel Kurtuluş her Hıristiyan'ın kendisinde Birey­selleştirilmiştir. Günahın tümelliği de bireyselleştirilmiştir. Bireyin günahı olmaksızın bireyin selameti de olamaz. Gü­nahın tekil doğası ve anlamları Hıristiyanlık'ta (Yahudi günlük yaşamında olduğu üzere) daha az cemaate ve din adamlarına ilişkin, ama daha kentsel ve sivildir. Yahudi geleneğinde günah işleyen ruh, kendi cezasını kendi çeker, tüm insanlığın adına ceza çekemez. Hıristiyan Dogması'na göre İsa kendi Bireyselliğinde, günahsızdır. Tanrı olarak İsa günahı yaratamazdı; tüm insanların işlediği günahları toplayarak bu günahlar için acı çekmişti ve bedelini yaşa­mıyla ödemişti. İsa için günah bir kimlik değil, bir kişilik konusuydu. Ancak Pavlus bu noktayı gözden kaçırarak günahı kimliğin bir alamet-i farikası ilan etti. Pavlus'a gö­re insanlar başlangıçta Adem ile Havva'nın işledikleri var­sayılan günahtan ötürü, doğuştan günahkâr oldukları için eşit ve özdeştiler. Bu ilk günah, ister Yahudi, ister Gentile, ister Pagan olsun, fark etmiyordu. Dolayısıyla Pavlus, tüm Gentileleri günahkâr ilan etmekte duraksamamıştı. Pavlus günahı insanlığın benliğinde, hatta doğmamış kuşaklarda başlatıyordu. Ancak orada kalmıyordu. Pavlus'a göre İsa Meryem'in rahminde bedenselleşmiş olmakla kalmamıştı, aynı zamanda Golgotha'daki çarmıhta günahlaştırılmıştı.4 Pavlus Korintoslulara şöyle yazıyordu: "Günahı bilmeyeni bizim için günah yaptı, ta ki biz kendinde Allah'ın salâhı olalım" (II. Korintoslulara, 5:21).

İsa'nın misyonu sırasında Gentile vicdan yasası kent­lerdeki egemen ahlak yasasıydı. Nedir ki bu yasa Yahudi- ler arasında geçerli değildi. Kentsel-sivil değerlerce prag- matik olarak şekillenmiş olan Gentile vicdan yasası kim­seyi günahkâr olarak damgalamamaktaydı. Hıristiyanlık PavlusTa başlayarak tümel günahın Bireye indirgenmiş

şeklini sivil/kentli Gentile'in vicdanına yerleştirdi. Dola­yısıyla günah insanın tüm eylem, duygulanım ve düşün­cesini belirleyen ortak 'birim' haline geldi. Gentile Pav­lus'un belirlediği standartlar uyarınca kendini 'doğuştan günahkâr' görmeye başladı. Vicdanın temizliği Pavlus için yeterli değildi: 'Bu insanı masum kılmıyordu' (I. Kor, 4:4). Pavlus diyordu ki: "Niçin benim hürriyetime başka vicdanla hükmolunuyor?" (I. Kor, 10:29) Dolayısıyla Pa­gan ve Gentilelerin selamete ulaşmak için günaha ihtiyaç­ları vardı. Bu nedenledir ki Pavlus'un öğretisinde Genti- le'den yeni bir hayata vaftiz olması ve Çarmıh'taki İsa gi­bi acı çekmesi isteniyordu.

Musevi için günahın yalnızca iki sonucu vardı. Ya RAB tarafından cezalandırılıyor ya da bağışlanıyordu. Üçüncü bir yol yoktu. Pavlus, Musevi geleneğinin dışında, üçüncü bir seçeneği açıklayıp sistemleştirdi: Istırap çekmek. Mu­sevi, yaşam ve geleneğinde hayatta kalma isteği ile varlı­ğını sürdürebilme güdüsü, ıstırabı ve kişinin başkalarının günahlarından ötürü suçlu olmasını dıştalamaktaydı. Baş­kalarının günahları için acı çekme Museviler için bir lüks­tü ve halen de öyledir. Hezekiel bunu açıkça ortaya koy­maktadır: "Suç işleyen can, ölecek olan odur; babanın fe­sadını oğul taşımaz ve oğlun fesadını baba taşımaz." (He­zekiel, 18:20) Günahkâr bir babanın oğlu, babasının gü­nahları yüzünden acı çekmez. Tabiidir ki öldürülemez de.

Musevilikteki günah ve kutsanmışlığın yapısı, Gentile Hıristiyanlığı'nın yayılışıyla birlikte dramatik bir değişi­me uğradı. Pavlus'un İbranilere Mektubu'nda belirtildiği gibi: "Çünkü kehanet değişince, şeriatın da değişilmesi icap eder" (İbranilere, 7:12). Artık Melkisedek[****] tarikatının

yeni Yüce Rabbi Isa Mesih idi ve bu yüzden, "Çünkü za­yıflığı ve faidesizliği sebebi ile evvelce olan bu emrin ipta­li (çünkü şeriat hiçbir şeyi kemale erdirmedi), ve onun ye­rine vasıtası ile Allah'a yaklaştığımız daha iyi bir ümidin ithali oluyor"du (İbranilere, 7-18,19). Ve İsa'nın "her gün başkâhinler gibi önce kendi günahları için ve ondan sonra kavminin günahları için kurbanlar takdim etmeye mecbu­riyeti yoktur; çünkü kendi kendini takdim ettiği zaman bunu bir kerede yaptı" deniliyordu (İbranilere, 7:27). Do­layısıyla İsa, Musa'dan daha büyüktü (İbranilere, 3) ve "insan tarafından değil, Rab tarafından kurulan hakiki ça­dırın[††††] hizmetçisi (İbranilere, 8:2) idi. "Ve bu sebepten ye­ni ahdin yayancısıdır, ta ki, birinci ahdin altında olan suç­ların fidyesi için ölüm vuku bulmuş olarak, davet edilen­ler ebedi miras vaadini alsınlar" (İbranilere, 9:15). İsa "İkinciyi sabit kılmak için birinciyi kaldırıyor. İsa Mesih'in bedeninin bir kerede takdim olunması ile o irade de tak­dis" (İbranilere, 10:9-10) olunuyordu.

İsa, besbelli ki, Matta'nın haklı olarak gösterdiği gibi, 'kavmini günahlarından kurtarmak için' yeryüzüne gel­mişti. İsa'nın yaşam-boyu yoldaşı ve kan kardeşi Yakub şöyle yazıyordu: "Eğer günahlar işlemişse, kendisine ba­ğışlanacaktır" (Yakub'un Mektubu, 5:15). İsa ancak birin­ci ahitle bağlı olup 'günah' işleyenleri kurtaracaktı, Pav­lus'un belirttiği gibi tüm kaybolmuş olanları ya da bütün 'günahkârları' değil. Çünkü günah işleyebilmek için, önce Ahit'e taraf olmak gerekiyordu. Gentileler Ahit'e bağlı ol­madığı için vaat edilen mirası alabilmek için günaha gir­meye hakları yoktu. Çünkü Yakub'un dediği gibi günah 'Eğer' işlenmişse bağışlanacaktı.

Yani Ahit'te günah 'Yasa'yı çiğnemek' (Yuhanna), 'oto- riyete başkaldırmak' (Yahuda) ve 'otoriteyi küçümsemek' (Peter) olarak betimlenmiştir. Pagan ve Gentilelerin yasa­yı ve otoriteyi belirleyen kendi ahlaki ve manevi yönetme­likleri vardı. 'Ahit işaretini' taşımıyorlardı ve yürekleri sünnet[‡‡‡‡] edilmemişti. 'Bu-dünyah' bir vicdan yasasıyla yö­netiliyorlardı.

Bu sorun Pavlus'un aklını fazlasıyla meşgul etmiştir. Bunu Muhtedilerle ve dostlarıyla birçok kez tartışmıştır. Kullandığı tartışma yöntemi hiçbir şekilde Musevi gelene­ğine uygun değildi, ama Helen diyalektiğe uygundu. So­nunda Siraç'm kitabında olduğu gibi 'günah'ı Havva'ya dek taşıyıp tümelleştirmeye karar vermiştir. Burada da bir çıkış yolu bulmuştur. Ancak küçük bir sorun çıkmıştı kar­şısına: İyi de, Tanrı kimlerin Tanrısı olacaktı? Pavlus O'nun yalnızca Yahudilerin değil, Gentilelerin de Tanrısı olduğuna hükmetti. Kaba bir senkretizmle sorunu çözüm­leyiverdi. Kimse tam doğrucu değildi ve insanın bu ilk günah karşısında mazur görülebilir bir yanı yoktu. Bu gü­nah geçmişte ve gelecekte tüm insanlığın tek ortak payda­sı haline geliyordu. Günah'ı tümelleştirdikten (Pavlus'un Galatyalılara Mektubu, 3:22) sonraki adım bunu her Gen- tilenin vicdanının derinliklerine yerleştirebilmekti. Pavlus çapında biri için bunun sorun olmaması gerekiyordu ama sorun haline geldi.

Paganlar gibi Gentile de sınıf-bilinci olan insanlardı. Zenginlerin yoksul ve sıradan insanlarla aynı ilk günahı paylaşmaları, Yazgı (Fortuna) kavramına ters düştüğü için rahatsızlık yaratıyordu. Aristoteles bile kimilerinin köle, kimilerinin de efendi olarak doğduklarına inanıyor­du. Gentileler ve Paganlar için tanrılar değil, mitolojik bo-

yutları içindeki Yaratılış Efsanesi büyük önem taşıyordu. Ve supertitio (Batıl) gibi iman da bilginin alt bir derecesi sayılıp eğitimsiz sınıflara terk edilmişti. Gentileler arasın­da geçerli inanca göre tanrılar dahi Yazgı'ya tabiydiler. Tüm varlıkların ortak paydası günah değil, Yazgı'ydı.

Pavlus Yazgı'nm gücünü kırabilmek ya da zayıflatabil­mek için, geçmişte edindiği bilgilerine döndü. Tartışmala­rında araç olarak hileli mantık oyunlarını kullanmaya baş­ladı. İsa'nın Ferisilerin sahtekârlığını nasıl eleştirdiğinin Pavlus için hiçbir önemi yoktu. Tıpkı İsa'nın nasıl doğdu­ğunun ya da nasıl vaftiz edildiğinin de bir önemi olmadı­ğı gibi. (Pavlus "bu iki mucizevi olaydan hiç söz etmemiş­tir. Onları görmezden gelmiştir yalnızca.) Pavlus hileli mantık yardımıyla Tek-Tanrıcılık tarihindeki ilk kayıtlı çifte standartçılığın yaratıcısı oldu.

Örneğin Pavlus için insanın masum sayılabilmesi için vicdanen temiz olması yeterli değildi, ama gerektiğinde, masumiyetini gösterebilmek için kendini vicdanen ger­çekten temiz dindar bir adam olarak göstermekten utanç duymuyordu. Peter, Barabbas ya da Silas'ı suçlarken, ken­dini hileli konuşmalardan tenzih etmekte de duraksamı­yordu. Korintoslulara Mektubu onun çifte standartlarını etkili bir biçimde sergiler. Pavlus şöyle yazıyordu: "Ve Ya- hudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davran­dım; kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altın­da gibi davrandım. Allah'a karşı şeriatı olmayanlardan değil, ancak Mesih'in şeriatı altında olarak şeriat altında olmayanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım... her suretle bazılarını kurtara­yım diye herkese her şey oldum" (I. Korintoslulara, 9:20- 22). Anakronik bir çağrışımla Pavlus günümüzün bukale- mıınvari ilkesiz politikacılarına benzetilebilir. Makya-

vel'den önce Pavlus vardı! Tek ve Mutlak gerçeklik saydı­ğı görüşlerini kabul ettirebilmek için bir Gentile'nin kendi yoluna ihtida etmesini kolaylaştırabilecek her sözcük, her davranış ve her eylemi gayet dikkatlice kullanmıştı. Üst sınıfın hanımları ve hizmetçileri arasında, Yazgı'ya inanan Gentile erkeklerinden daha fazla başarı kazanmış olması­na şaşmamalı!

Pavlus kendi kuşağı karşısında muhtemeldir ki İsa'dan daha yaratıcı ve daha hoşgörülüydü. Pavlus şunları yaz­mıştı: "Şöyle ki biz bundan böyle bedene göre kimseyi ta­nımayız; ve Mesih'i bedene göre tanıdıksa da, artık şimdi öylece tanımıyoruz. Şöyle ki eğer bir kimse Mesih'te ise, yeni hilkattir; eski şeyler geçtiler; işte, yeni oldular" (II. Korintoslulara, 5:16-17). Pavlus inanmak istediğine niçin inandığını da şöyle açıklamıştı: "Yazılıdır ki: İman ettim, bunun için söyleyeceğim" (Mezmurlar, 116:10). Ve ekli­yordu: "Çünkü göze görünen geçici, ama göze görünme­yen ebedidir." Dolayısıyla gözleri görülenler üzerinde sa­bitleşmiş değildi. Pavlus gizli ve utanç verici yollardan vazgeçtiğini bildiriyordu. Şöyle diyordu: "Fakat kurnaz­lık ile yürümeyerek, Allah'ın kelamını tağşiş etmeyerek, ancak hakikatin izharı ile kendimizi Allah'ın huzurunda her insanın vicdanına tavsiye ederek, utancın gizli şeyleri­ni reddettik" (II. Korintoslulara, 4:2).

Pavlus için İsa'nın, sözünü ettiği Patriarkların Tanrısı gibi sadece canlıların Tanrısı olması yeterli değildi; önce­den değişimsiz olan Tanrı kelamını çarpıtmamakla birlik­te, gözden geçirmiş ve İsa'yı hem 'Dirilerin hem de tüm Ölülerin Tanrısı' (Romalılara Mektup, 14:7-9) yapıvermiş­ti. Ve Timoteos'un kitabında da Pavlus İsa'yı Tanrı ile İn­san arasındaki 'Bir ve Tek aracı' ilan etmekteydi (Timote- os, 1:2-5).

İsa'nın sözlerinin tersine 'insan-benzerinde yaratılmış'

Tanrı Oğlu imgesi, Pavlus'un ellerinde bir 'Aracı-Tanrı' ve kozmopolit bir 'İnsan benzerinde yaratılmış Ruh'a dönüş­müştü'.

3.2. îman Siyaseti

Pavlus, misyonunda pragmatik ve gerçekçiydi. Hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamaya çalışıyordu. Usta bir örgüt­çüydü. Tüm Roma yurttaşları gibi o da kendisine intikal etmiş olan Seküler kudretin gayet iyi bilincindeydi. Tehli­keye düştüğünde, kendini koruyabilmek için miras aldığı Seküler unvan ve standartları öne sürüyor ve esas ilgi ve inançlarını dikkatlice gizliyordu. Yaşamındaki böylesi kri­tik anlarda karşımdakileri Ruhsal beyin-yıkamalarla hu­zursuz etmemeye özen gösteriyordu.

Pavlus'un kendisini tutuklamaya gelen komutanın, Roma yurttaşı olup olmadığını sorması üzerine, "Evet. Ben Romalı doğdum" (Resullerin İşleri, 22:22-29) deyişi, ya da yolunu kesen askerlere "Ben Kilikya'dan Tarsuslu bir Yahudi, ehemmiyetsiz olmayan bir şehrin ahalisinde- nim" (Resullerin İşleri, 21:37-39) deyişiyle olduğu gibi. 'Ehemmiyetsiz olmayan bir şehrin ahalisinden olmak' Pavlus için çoğu zaman İsa'nın havarisi olmaktan daha önemliydi.

Pavlus'un misyonunu anlamak, onun siyasete bakışını anlamaktır. Diğer havarilerle karşılaştırıldığında Pavlus bir havariden çok bir ideolog olarak ortaya çıkmaktadır. Teleolojisi ve kendini gerçekleştirmesi (kendi-pratiği) ge­nellikle imanını aşıyordu. Pavlus bir Fideist, bir görev ve işlevlerin adamıydı. Kuşkusuz kimi yazarların öne sür­dükleri gibi, bir Roma ajanı ya da muhbir değildi.5

* Sen kendi yolunda git, âlem ne derse desin (ç.n.).

Siyasal kariyerindeki iki ilginç manevra, Pavlus'u ra­hatlıkla döneminin en ünlü taktikçi ve stratejistlerinin sı­ralandıkları sütunların üzerine yerleştirmektedir.

İlk olarak Rab'bi Mesih İsa'nın peşi sıra, Pavlus da oto­riteyi Musa Yasası'ndakinden farklılaştırmıştır. Ancak İsa'nın tersine, Pavlus bunu yapmasına rağmen canını uzunca bir süre korumayı başarabilmiştir.

Pavlus'un Musevilerle arasındaki tartışma Seküler de­ğil, dinsel bir konuydu. Bir Yahudi ve bir Ferisiler Ferisi'si olarak Sanhedrinlerin Yasa'ya uygun çözüm kararında ıs­rarlı olması gerekirdi. Oysa, bunun kendisi için yarataca­ğı sonuçları bildiğinden, bunu reddetmiştir. Roma yurt­taşlığı kisvesine bürünerek ve tüm suçlayıcılarını şaşırta­rak adil bir karar için Seküler merciye, bizzat Sezar'a baş­vurmuştur (Resullerin İşleri, 25:8). Ve Seküler otorite tara­fından masumiyetinin onaylanmış olması, şaşırtıcı değil­dir. Seküler merci, kökeninde tam anlamıyla Yahudice olan dinsel bir konu için Pavlus'u ölüme mahkûm etmeyi gerekli bulmamıştır.

İkinci olarak, otoriteyi, ilginçtir ki, yoldaşı havarilerin savundukları Musevi Yasası'yla değil, Kilise'yle özdeşleş­tirmiştir. Ve onları ikna etmeyi, ve dahası Gentilelere iliş­kin tüm konularda ipleri ele geçirmeyi başarmıştır.

Pavlus, Musevi-Hıristiyanlarla* arasında sünnet ve he- lal/murdar meselesiyle ilgili çatışma patlak verdiğinde, İsa'nın kan kardeşi ve Kudüs Kilisesi'nin saygıdeğer başı Yakub'a başvurup onu kendi safına çekmeyi başarmıştı. Pavlus Gentilelerin sünnet olmasının zorunlu olmadığını ve bu nedenle de Musa Yasası'nın kimi maddelerine uy­maları gerekmediğini öne sürüyordu. Kilise tam zıddı te-

Musevi Hıristiyanlar: 1. yüzyılda başlayan ve İsa'nın beklenen Musevi Me- sih'i'olduğuna iman eden Museviler. Bunlar hâlâ Musevi geleneğine bağlı ancak Hıristiyanlaşmış Yahudilerdir. zi savunmasına rağmen kendi başına yetkin bir gövde gösterisi düzenleyen Pavlus, Yakub'un onayını alıvermiş­ti. Başlangıçta yanında hiç kimse yokken, sonunda kaza­nan tek kişi o olmuştur.

Artık eline geçirdiği yetkiyle günah ve acı kavramları­nı tasarlayıp Gentile adına karar verecek olan bir başına oydu. Isa'nın kendi canı pahasına yarattığı orijinal girişi­mi Pavlus'un ellerinde önemli bir siyasal araca dönüş­müştü. Pavlus zorda kalınca, konumunu derhal Seküler- leştiriyor, ancak 'bütünsel görevi'ni kutsallaştırıyordu. Örneğin, Saddukiler kıyama, meleklere ve ruhlara inan­mamaktaydılar (Resullerin İşleri, 23). Saddukiler, Musevi­ler arasında 'bu-dünyahlık' ilkesine bağlı bir kesimdi. Pavlus Saddukilerin 'bu dünyalılığı'na karşı çıkan Ferisi görüşü savunarak iki grup arasında, Seküler mahkemenin huzurunda son bulacak şiddetli bir tartışmaya yol açtı. Pavlus'un provokasyonu Musevileri gafil avladı ve so­nunda kendilerini, kendi yasa ve geleneklerine ilişkin bir sorun hakkında çok nefret ettikleri seküler mercilere baş­vurmuş olarak buldular!

Pavlus mevcut Gentile siyasasına göre; oluşturduğu hem Seküler hem de ruhani bileşenleri olan bir dinin ku­rucusu ve temellendiricisi olmuştur denilebilir. Pavlus'un misyonu şöylece özetlenebilir: "Bu dünyaya ait siyasi konu­larda Seküler, öte-dünyaya ait iş ve çabalarınızda ruhani olun." Pavlus için bu dünyaya ait konularda son otorite, ayrıntı­larıyla açıklandığı üzere, Seküler iktidardı, Musa Yasası ya da onun yorumları değil. Gerçekte Pavlus bu yasa ve bağlayıcı yükümlülüklerini Musevileri Tanrı'ya yaklaş­maktan alıkoyan engeller olarak görmekteydi. David

t

’ Pavlus ilk Kiliseleri, Musevi Sinagogları'nda başlatmış, sonra onları evlere taşıtmıştı (y.n.).

’* lif İsa, 1989-1990'da yazılmıştır (ç.n.).

Christie Murray'in belirttiği gibi, "İsa'nın içine doğduğu Yahudilik'te tüm yorum ayrıntılarıyla Yasa, mümin Yahu­di'yi tıpkı örümcek ağına yakalanmış sinek gibi hareketsiz kılmaktaydı. Pavlus'un tanıdığı haliyle Hıristiyan Ruh'un Özgürlüğü öğretisi, bunun antiteziydi."6 Pavlus'un bu tu­tumu özde Helenistik idi ve Kralcı yönetim tarzlarını çağ­rıştıran özellikleriyle bir bakıma Herod'un konumuna ya­kındı. Yine de Pavlus'un bu tutumuna dindarlık, seçkinci- lik ve Tanrı buyruklarının yabancı, seküler iktidar üzerin­de üstünlüğünü inatla savunan kendi cemaati, varlığı iti­bariyle gerçekte 'Dünyevi' olan Ferisiler grubu itiraz et­miştir en çok.

Pavlus Romalılara mektubunda nasıl bir Devlet anlayı­şı taşıdığını çok açık bir biçimde ortaya koymuştur. "Her­kes üzerinde olan hükümetlere tabi olsun; çünkü Allah ta­rafından olmayan hükümet yoktur. Bunun için yalnız ga­zaptan ötürü değil, fakat vicdandan ötürü de tabi olmak lazımdır. Çünkü hükümetler Allah'ın hizmetçisidirler. Vergi hakkı olana vergiyi, gümrük hakkı olana gümrüğü, korku hakkı olana korkuyu, hürmet hakkı olana hürmeti, cümleye haklarını eda edin." (Romalılara, 13) (Ayrıca bkz. Petrus'un I. Mektubu, 13-17)

Pavlus'un siyaset alanında uyguladığı manevralar son­radan, özellikle ilk 200 yıl içinde kilise yöneticileri tarafın­dan taklit edilmiştir. Kilise yöneticileri Seküler iktidarla çelişiyor olmalarına karşın dinsel anlaşmazlıklarını Sekü­ler yöneticilerin mahkemelerine götürmekten kaçınma­mışlardır. Hıristiyan adının ilk kullanıldığı kent olan An­takya Piskoposu, bunlardan biridir. Muhtemelen o sıralar (IS 272) İtalya ve Roma'daki egemen Sekülerist akımların etkisi altında olan Piskopos Pavlus, İsa'nın Tanrı değil, İn san olduğunu ilan etti. Muarızları onu derhal aforoz etti ler, ancak boyun eğmedi. Ardından da adil bir hüküm için imparator Aurelius'a başvurdu. Fox'un belirttiği gibi, Se­küler imparator için "bu talep kendisine ulaşan birçok ta­lepten sadece biriydi."7 Bu din-içi sorunu Antakya Pisko­posu Pavlus lehine çözümleyen, Seküler iktidarın son ka­rarı oldu.

Havari Pavlus, Mesih ve Rab olarak İsa'ya imanını ken­dine sermaye yaparak onu bir Tanrı olarak Gentilelere sundu. Frend'in söylediği gibi, "Davut Mesihçiliği ve Tan­rı Kelamı ya da Bilgeliği'nde (Hikmet) kişiselleşen ilahi yaratıcı kudret, bir yüzyılı aşkın bir süredir Musevilerde koşut bir akım izlemişti. Musevi Tek-Tanrıcılığım ihlal et­meden bir araya gelmeleri mümkün değildi, gelememiş­lerdir de. Pavlus'un 'Tanrı'nm Oğlu' kavrayışı Musevi Mesihçiliği'nin sınırlarını aşar... Anlaşmazlığın tohumları atılmıştı. Sonraki kuşaklarda Hıristiyanlar Mesih'e 'bir Tanrı' olarak tapınacaklardı."8

Sıradan insanlar olan diğer havari ve şakirtlerin elinde Isa'nın öğretileri tutarlı, kendine yeterli bir siyasetten yok­sundu. Pavlus dâhiyane bir biçimde bunu keşfedip yeni dinin kirişlerini çattı. Bunu sadece bu hırslı politicon ve Helenistik polemik sanatı ustası gerçekleştirebilirdi ve ye­ni dinin siyasal gövdesini (Eklesiyoloji) ifadelendirme yo­lundaki bitmez tükenmez çabalarıyla, bunu başardı. Ga- latyalılara seslenen ünlü mahkûm-edici mektubu, Pav­lus'un kendi İncil yorumunu ve Kilise-kurma siyasasını tekelleştirme yolundaki kararlılığını açıkça sergilemekte­dir. İbranilerin Yasa-Yapıcısı Musa gibi, Pavlus, polis'in toplumsal-tarihsel, iktisadi ve kültür standartları uyarınca Yahudilik'in Yasa-Bozucusu ve Gentilelerin İman-Yapıcı- sı oldu.

Pavlus Yazgı'ya ilişkin mevcut fikirleri de değiştirdi.

* Henüz 3. yüzyılda yaklaşık 4600 elyazması İncil vardı. Bunlardan hiçbiri ke­limesi kelimesine diğerinin aynı değildi (y.n.).

Pagan-Helenistik Yazgı kavrayışının yerine mutlak arın­ma anlamında İsa'ya imanı yerleştirmeye çalıştı. Tan- rı'dan korkan, Muhtedi kimi cemaatlerin dışında, Gentile- ler arasında Yazgı'nm kudret ve hükmü öylesine kaçınıl­mazdı ki, verili anlayışa göre tanrılar dahi Yazgı'nm gücü­ne tabiydiler. Gentilelerin Yazgısı'nm mutlak iman ve Rab olarak İsa adlı yeni bir Tanrı'yı gösteren Pavlus tarafından kurtarılmak olması, belki de tarihin garip bir cilvesidir!

Pavlus religiocrat, yani din bürokratları diye adlandıra­bileceğimiz sacerdotalistler'in, Gentile Kilisesindeki bu ta­viz vermeyen bürokratik koruyucuların ve bekçilerinin kurucusuydu. Pavlus'un geleceğin kilisesi ve sacerdota- lism (Kilise Bürokrasisi) konusunda formülasyonu, tek gövde/çoğul parçalar ilkesi üzerinde temellenmekteydi. Bu, öncelikle ve özellikle İsa'nın organik siyasetinden Pavlus'un cemaat için siyasal iktidar tezine geçişi belirler. Pavlus demişti ki: "İmdi, siz Mesih'in bedeni, ve ayrı ayrı azasısınız. Ve Allah kilisede bazıları, önce resuller; ikinci peygamberler; üçüncü muallimler, sonra kudretli işler, sonra şifa mevhibeleri, yardımlar, idareler, dillerin cinsle­rini koydu" (I. Korintoslulara, 12:27-28).

İsa için Kilise kendine inananlar topluluğuydu. Diyor­du ki: "İki veya üç kişi nerede benim ismimle toplanmış olurlarsa, ben orada, onların ortasındayım" (Matta, 18:20). Dolayısıyla iki ya da üç kişinin olduğu yerde, Kilise de vardı. Pavlus'un yorumunda Kilise, mezhep ve otorite bö­lüşümü gereğince Hıristiyanların yaşam koşullarını yön­lendiren ve giderek taahhüt eden nihai otorite merciine dönüştü.

Yeni Ahit'te Mesih'ten sonra Pavlus, baş oyuncudur. Yeni Ahit'te herkesten fazla yer tutar. Fikirleri ve işleri İn cilcilerinkinden daha fazla sayfa kapsamaktadır. Pavlus hizmetlerini ve 'kentlerde kurduğu kiliseleri'ni anlatırken ne denli gayret sarf ettiğini övünerek anlatmıştır: "Onların hepsinden ziyade çalıştım" (I. Korintoslulara, 15:10).

Pavlus'un ektiği tohum, Normatif değerlere sahip bir siyaset ve günahta ve ıstırapta tasarruf kuramıdır. Kendi yazdığı gibi Pavlus altı-yedi kişiden fazlasını vaftiz etmiş değildir. Yine de, Gentile cemaatlerde yeni dinin kural ve düzenlemelerini kendi toplumsal-siyasal anlayış ve stan­dartları uyarınca kurmuştur. Dolayısıyla Gentile Hıristi- yanlarından Pavluslaştırılmış Hıristiyanlar olarak söz et­mek, yanıltıcı olmayacaktır.

Kurucu babaları Pavlus'tan aldıkları derslerin yönlen­diriciliğinde religocrat'lar, tarih boyunca uzun, ince, ihti­yatlı bir yolda yürüyerek Musevilerin Muallim dedikleri İsa'yı Gentile-tarzı kurulmuş Kilise'de Tanrı yaparak te­kellerine almışlardır. Öğretmen İsa'yı kendi tekeline alan Pavlus Kilisesi, bundan sonra onu inanılmaz tanımlar la­birentine sokarak sonsuza dek sürecek bir sürgüne gön­dermişlerdir.

Religiocrat’larm eline düşen İsa, iman ve günahtan kur­tuluşun Bir ve Tek kaynağı ve güvencesi İsa olmaktan çık­tı. Bu misyonu Kilise yüklendi. 'Yahveh Selamettir' başa­rılı bir biçimde, 'Kilise Selamettir'e dönüştürüldü. 'Gerçek Isa, zamanla yerini Din Bürokratlarının istediği İsa'ya bı­raktı.

Şurası kesindir ki, Pavlus da bu kadarını herhalde bek­lememiştir. Ama oldu! Pavlus'un tartışmalarında izlediği siyasal strateji, İsa'nın 'bize karşı olmayan, bizimledir' gi­bi Seküler iddialarının arrivistçe* ve bu nedenle de esnek­çe uygulamaları üzerine zekice oturtulmuştu. Bu durum­da dahi, izleyicileri Kilise tarihi boyunca zaman zaman İsa'nın bir başka deyişini istismar hakkını kendilerinde

Arrivızm: İkbal avcılığı, fırsatçılık, (y.n.) buldular: "Benimle beraber olmayan, bana karşıdır, ve be­nimle beraber devşirmeyen, dağıtır. Bunun için size diyo­rum: Her günah ve küfür insanlara bağışlanacaktır; fakat Ruh'a karşı küfür bağışlanmayacaktır" (Matta, 12:30-31).

Fox, K.T. VVare'e dayanarak şunları yazmaktan kendini alamamıştı: "Zulüm Hıristiyan tarihinin kalıcı bir gerçeği olagelmiştir; 1918-1948 arasındaki otuz yılda,'İsa'nın Çar­mıha Gerilişi'nden sonraki ilk 300 yıldakinden fazla Hıris­tiyan'ın ölmüş olması, rastlantı değildir. Hıristiyanh'ğın ilk dönemlerinde, Konstantin devrinde de (zulmün) sonu gelmedi: Hıristiyanlar hemen kendi dindaşlarını zulme uğratmaya koyuldular."’ Ve Bertrand Russell'ın dikkati çektiği gibi: "İspanyollar Meksika ve Peru'daki bebekleri önce vaftiz edip, hemen ardından beyinlerini dağıtıyorlar­dı: Böylelikle bu bebeklerin Cennet'e gitmesini güvenceye almış oluyorlardı... Konstantin çağından 17. yüzyıl sonu­na kadar Hıristiyanlar her zaman Hıristiyanları Roma im­paratorlarından daha şiddetli bir zulme uğrattılar. Hıristi­yanlığın doğuşundan önce, bu mezalim, Yahudiler dışın­daki kadim dünya tarafından bilinmemekteydi."10 Pav- lusçu religiocrat'ların yükselişiyle, Gentile iyimserliği gi­derek daha yoğun saldırılara uğradı. Yerine Kültürel- Dinsel Karamsarlık Çağı yerleşti.

Kendine inananların varsayılan Tanrısı, imana göre Tanrı'nm dünyayı ve 'kavmini' günahlarından kurtarmak üzere yeryüzüne gönderilmiş oğlu İsa Mesih, Pavlus'un izleyicilerinin elinde Çarmıh üzerinde vahşice öldürül­müş yakışıklı bir genç adama indirgenmişti. Bundan son­raysa mucizeli bir şekilde diriltilip geride tazmin edilme­miş acılar bırakarak Babası'nın yanında yaşamak üzere göklere çekilmişti.

Günahkârların selamete erdirilmesinin sorumluluğu­nu, bundan böyle iman bekçileri devralıyordu. Bu, bir ke­resinde İsa'ya da olmuştu; on iki yıldır kanama çeken bir kadın kendisine yanaşıp iznini almadan harmanisine do­kunmuştu. Markos'un aktardığına göre kanama o an ke­silmiş, ancak İsa 'nefsinde olan kuvvetin kendisinden çık­tığını bilmişti' (Markos, 5:25-30). Belki de rastlantı eseri, bu kadın geleceğin bir religiocrat'mm, geleceğin Kilise- si'nin kudret-tacirleri arasında ünlenmeyi ümit eden Pav- lus'un müstakbel bir şakirdinin anasıydı.

Şu sözler kime aitse, ortaçağda religiocrat'larm İsa adı­na nasıl bir güç gösterisinde bulunduklarının daha iyi an­laşılmasına katkısı olur sanırım.

'Timeo non Petrum, sed secretarium cius.'

(Petrus'tan korkmuyorum, beni korkutan, sekreteri.)11 Diğer bir deyişle, "Havari'den korkmuyorum, beni korku­tan onun vekili olan Papa'dır."

3.3.  İsa'ya Ne Oldu?

Musevi görevliler tarafından tutuklandıktan sonra (Yu- hanna, 18:21), kısa bir sorgulamanın ardından İsa, Musevi cemaatinin otokrat ihtiyarlarından oluşan bir kurul, San- hedrin tarafından ölüme mahkûm edilip, ertesi gün Vali Pilatus'a teslim edildi (Matta, 27:2). İsa, Tanrı'nm adını le­kelemekle Küfr'e Delalet'le suçlanıyordu. Böylesi temel ve din-içi bir konuda, Sanhedrin'in İsa'yı Yasa'ya göre Sekü­ler otoriteye teslim etmesi gerekmiyordu: Sonradan İste- pan'a yaptıkları gibi taşlayarak yaşamına son verebilirler­di. Bir Musevi'nin cezalandırılması için Seküler otoriteye başvurma girişimi, dinselden çok siyasal nedenlere daya­nıyordu. Kendisinin de belirttiği gibi İsa, Devlet'e ya da Sezar'a karşı bir başkaldırının önderi değildi. Frend'in de belirttiği gibi, mevcut toplumsal düzeni ve dünyayı (sa- eculum) yıkıp değerlerini baştan aşağı değiştirmeyi açıkça hedefleyen ilk Hıristiyan grup, İS 340'ta aşırı bir Donatist fraksiyonu olan Circumcellionlardı. Ve Circumcellionlar, İsa'dan değil, İS 66'daki Gayur ayaklanmasından esinlen­mişlerdi.12 Ancak Barrabas bir ayaklanmaya katılan ünlü bir asiydi (Markos, 15:7). Sanhedrin, Vali Pilatus'un tutuk­lattığı Barrabas'm hayatını kurtarmaya kararlıydı. San- hedrin'in Barrabas'ı İsa'ya tercih edişi muhtemeldir ki, si­yasal kaygılar nedeniyle onun kendileri için, yanlış an­lamlar temelinde kopuk bir diyalog sürdürebildikleri ya­bancılaşmış Musevi İsa'dan daha fazla önem taşıması ne­deniyledir. (Öz. Bkz. Yuhanna, 7 ve 8:12-47) Zaten Barra­bas 'Babalarının Oğlu'ydu. (Barrabas: Aramice Bar-abba [Baha'nın oğlu] demektir.)

Sanhedrin tarafından Küfr'e Delalet'le suçlanmasına karşın -özü itibariyle büyük bir dinsel suçtu- İsa, Vali Pi­latus'un huzuruna bir cani gibi çıkartıldı: "Eğer bu adam kötülük eden olmasaydı, onu sana vermezdik" (Yuhanna, 18:303). Ancak Pilatus kestirme bir tepkiden sakınarak Ya- hudilere İsa'yı kendi yasalarına göre yargılamalarını söy­ledi: "Onu siz alın ve şeriatınıza göre ona hükmedin." Ya- hudiler Pilatus'a dediler: "Bize kimseyi öldürmek caiz de­ğildir" (Yuhanna, 18:31). Pilatus kendi görüşünü açıkladı: "Onu siz alıp haça gerin" (Yuhanna, 19:6). Böylelikle Mu- sevilere İsa'yı çarmıha çektirme izni verilmiş ya da böyle buyrulmuştu, ama Museviler infazı gerçekleştirmeyi red­dettiler. Çünkü bunu yapacak olurlarsa Barrabas'm yaşa­mını Pilatus'un elinden kurtaramayacaklardı. Bunun yeri­ne, dinsel bir sorunu siyasal bir gövde gösterisine dönüş­türdüler. Böylelikle Pilatus kararını geri almak zorunda kaldı. Pilatus ve Museviler arasında söyleşi, bu siyasal mi şiflemenin doğasını açıkça ortaya koymaktadır:

"Yahudiler ona cevap verdiler: Bizim bir şeriatımız vardır, o şeriata göre onun ölmesi gerektir; çünkü kendisi­ni Allah'ın oğlu ilan etti. İmdi, Pilatus bu sözü işittiği za­man, daha çok korktu; ve yine hükümet konağına girip Isa'ya dedi: Sen neredensin? Fakat İsa ona cevap vermedi. Pilatus da ona dedi: Bana söylemez misin? Biliyor musun ki seni salıvermeye kudretim var, ve seni haça germeye de kudretim vardır? İsa ona cevap verdi: Eğer sana yukarı­dan verilmemiş olsaydı, benim üzerime senin hiç kudretin olmazdı. Bunun için beni eline verenin günahı daha bü­yüktür. Bunun için Pilatus onu salıvermeye çalışıyordu, fakat- Yahudiler bağırıp dediler: Eğer bunu salıverirsen Kayser'in dostu değilsin; kim kendini kral ederse, Kay- ser'e karşı kor... Ve (Pilatus) Yahudilere dedi: İşte Kralı­nız! Fakat onlar: Kaldır, kaldır, onu haça ger; diye bağırdı­lar. Pilatus onlara dedi: Kralınızı haça gereyim mi? Başkâ- hinler cevap verdiler: Kayser'den başka kralımız yoktur" (Yuhanna, 19:7-15).

Isa'nın Seküler yetki organı tarafından masum bulun­masında şaşılacak bir şey yoktu. Pilatus 'başkâhinlerin kıskançlıktan dolayı (İsa'yı) ele vermiş olduklarını' (Mar- kos, 15:10) biliyordu. Gerek Pilatus, gerekse karısı, İsa'nın hayatını kurtarmak için ellerinden geleni yaptılar.

Pilatus'un Musevilere yönelttiği ısrarlı sorular, ikilemi­ni ve vicdani hesaplaşmalarını göstermektedir: "Pilatus onlara: Öyleyse Mesih denilen İsa'yı ne yapayım, dedi. Onların hepsi: Haça gerilsin, dediler. Ve Pilatus: Ya ne kö­tülük yaptı, dedi. Fakat onlar: Haça gerilsin, diye çok ba­ğırdılar" (Matta, 27:22-23)

Bu sıra dışı ve alışılmadık davanın tuhaf doğası, sonra­dan-tarihe son derece önemli bir katkı yapacaktır.

Seküler iktidarın temsilcisi Pilatus kuşkusuz İsa'nın Tanrı'nm Oğlu, hatta ilahi olduğuna dahi inanmıyordu. Yine de misyonunun (bütünsel görev) kutsal olduğunu onayladığı ve kabul ettiği, belliydi. Sonunda İsa'yı, arala­rında bir tartışma geçmiş olan Atanmış-Kral Herod'a tes­lim etti. Herod, İsa'dan hoşnuttu. O da İsa'yı suçlamak için bir neden görmüyordu; kendinden menkul kralı ala­ya almak için renkli bir tunik giydirip Pilatus'a geri gön­derdi.' Dolayısıyla İsa ilkin Seküler otorite, ardından da Yahudilerin atanmış kralı tarafından suçsuz bulunmuş oluyordu. Tutuklama ve ölüme mahkûmiyet, Paganların Seküler iktidarının ya da Musevilerin kararıydı. Pilatus çaresizlik içinde son sözlerini söyleyip bir çanak suyla ka­labalığın önünde ellerini yıkadı: "Ben bu salih adamın ka­nından biriyim, bunu siz düşünün." Bütün kavim cevap verdi: "Onun kanı bizim üzerimize ve çocuklarımızın üze­rine olsun!" (Matta, 27:24-25)

Ama sarsıcı sondan önce Pilatus beklenmedik bir ham­leyle Musevilere bir oldubitti yaptı. Museviler dinsel suç­lamayı siyasal bir sorun halinde çarpılmışlardı. Sivil ve dünyevi fikirleri olan Pagan Vali Pilatus onu geriye, ait ol­duğu alana gönderdi. İsa'nın Musevilerin kralı olma iddi­asını sözcüğün gerçek anlamıyla onaylayarak askerlerine bir duyuru yazıp çarmıhın üzerine asmalarını söyledi. 'MUSEVİLERİN KRALI, NASIRALI İSA' denmekteydi duyuruda. İsa'nın Çarmıha gerildiği yer kentin yakınla­rında olduğundan ve duyuru Aramice, Latince ve Grekçe olarak yazıldığı için pek çok Musevi bunu okudu. Muse­vilerin önde gelen rahipleri Pilatus'a karşı çıktılar: "Yahu­dilerin Kralı değil, fakat bu adam: Ben Yahudilerin Kralı­yım dedi, diye yaz. Pilatus cevap verdi: Ne yazdımsa yaz­dım" (Yuhanna, 19.T9-22).

Pilatus'un bu dava boyunca sergilediği siyasal deha sonradan Musevilerin karşısına çok yönlü sorunlar çıkaı dı. İlkin, Musevilerin hükmü uyarınca çarmıha gerilen Nasıralı İsa, Pagan yöneticisi tarafından Musevilerin Kra lı ilan edilmekteydi. Pilatus'un oldubittisi, İsa'ya iman edenler için prima facie* bir delil oluşturuyor ve Sanhedrin üyelerini ilk elden Şeriat'ın (Musa'nın Yasası) ihlalcileri durumuna düşürüyordu. Çünkü kâfirlere uygulanacak ceza, Musa Yasası'nda açıkça belirtilmişti: "Ona uymaya­caksın, ve onu dinlemeyeceksin; ve gözün ona acımaya­cak, ve esirgemeyeceksin, ve onu gizlemeyeceksin; fakat onu mutlaka öldüreceksin; onu öldürmek için önce senin elin, ve sonra bütün kavmin eli onun üzerine olacak. Ve ölsün diye onu taşla taşlayacaksın, çünkü seni Mısır diya­rından, kölelik evinden çıkaran Allah'ın RAB'den seni çekmeye çalışmıştır. Ve bütün İsrail işitip korkacaklar, ve bir daha aranızda bunun gibi kötü bir şey yapmayacaklar­dır" (Tensiye, 13:8-11). İsa'yı Yasa uyarınca taşlayarak öl­dürme yerine, Museviler Yasa'dan ayrılarak onu bir cani gibi Çarmıh'a gerdiler. Eğer sanık İsa, yasaları çiğneyen biriyse, o zaman -Pilatus'a göre- Museviler ve Sanhedrin de öyle olmalıydı.

Pilatus İsa'nın Misyonu'nu meşrulaştırmıştı. Herod'un yapacağı hamleyi gözledikten sonra, İsa'nın itirafını dik­kate alarak onu tanımsal olarak Musevilerin Kralı ve Me­sih ilan etti. Böylelikle halka Seküler iktidarın İsa'nın ilahi misyonuna (görev) karşı bir itirazı olmadığını göstermeyi hedefliyordu. Musevi-olmayan nüfusun gözünde, böyle­likle Seküler iktidarın suçsuz, ya da kutsal ya da hoş gör­düğü bir davranış tarzı (Misyonerlik) seçkin Museviler ve Sanhedrin tarafından canice, dehri ve kabul edilmez bu­lunmaktaydı. Eğer bir ruhban-olmayan (layman) olarak İsa Sekülerleşmiş Musevilerin ilkiyse, o zaman besbelli ki Pilatus bu kutsanmış görev modelinin kırsal (Musevi) ve kentsel (Gentile) gündelik yaşamına yön veren dine-daya-

Prinııı Facie (Laf.): Karşıtı kanıtlanana dek geçerli olan delil ve iddia (ç.n.). lı-siyaset sisteminde yarı-yasal bir uygulama haline gel­mesini sağlayan ilk Pagandır.

Belli ki İsa, bölgede belli başlı siyasal fraksiyonlar ara­sındaki siyasal güç gösterilerinin kurbanı olmuştur. Ken­disini ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir komploya kurban gitmediği açıktır. Zaten tüm olaylar İsa'nın kendi­sini özdeşleştirdiği kehanete uygun olarak gerçekleşmiş­tir: "Ve günahkârlarla sayıldı" (İsaiah, 53:12). İsa Çar- mıh'ta şöyle seslenmişti: "Eloi, Eloi lama sabachthani?" (Al­lahım, Allahım niçin beni bıraktın?) (Markos, 15:34) Çar­mıha gerilen İsa, kendi sözleriyle, bir zamanlar Peygam­ber Yeşu aracılığıyla İsrailoğulları'na şu vaatte bulunan Tanrı tarafından terk edilmişti: "Nasıl Musa ile beraber ol- dumsa, seninle de öyle beraber olacağım; seni boşa çıkar­mam ve seni bırakmam. Kuvvetli ol ve yürekli ol. Kulum Musa'nın sana emrettiği bütün şeriata göre yapmaya dik­kat etmek için kuvvetli ol, ve çok yürekli ol; yürüyeceğin her yerde muvaffak olasın diye, ondan sağa yahut sola sapma" (Yeşu, 1:5-7).

Eğer Tanrı'nm kelamına inanmak gerekiyorsa, İsa ne­den terk edilmiştir? Düz ve Doğru 'Yol'dan sapıp Sağa ve Sola döndüğü için mi? İsa'ya göre tüm İsrail'den daha imanlı olan (soldaki) yüzbaşıyla (centurion) sağdaki Sa- marityahlarla görüştüğü akılda tutulmalıdır.[§§§§]

Musevi Krah Gideon bir keresinde Rab'be bir sunak in­şa etmiş ve adına 'Yehova-Şalom' (Yehova Barıştır) de­mişti (Hâkimler, 6:24). Oysa İsa barış değil ayrılık ve ça­tışma getirmek için geldiğini söylüyordu. İsa gerçekten de kendi getirdiği ayrılığın kurbanı olmuştu, bir Musevi komplosunun değil. Çünkü komplo kuramı Hıristiyan yorumcuların 'kendini-gerçekleştiren kehanet' diye tor müle ettikleri tezlerine de ters düşmekte ve onları çarpıt­maktadır.

Yeni Ahi t'teki kurguya göre İsa her şeyi biliyordu ve kendi sonunu öngörmüştü. Komplo kuramı dokuya ek­lemlenmiş başka bir yabancı Seküler-kültürel unsurdur, çünkü komplo kuramları üzerine temellenmiş kehanetler­de bulunmak, büyük Musevi peygamberlerinin âdeti de­ğildi. Sanhedrin başından beri İsa'yı dinliyor ve gözlüyor­du. Yahüda sadece bir muhbirdi, o kadar. Musevilere İsa'nın bulunduğu yeri ihbar etmişti. Öte yandan Başra­hip Kiyafas'ın Musevilerin bir kurban vermesi gerektiği şeklindeki öğüdü, 'bir kişinin ölümü'ne ilişkin olup özel olarak İsa'yı işaret etmemekteydi.

İsa ne yaptığını biliyordu. Sonuçlarını da. Kehanetleri­nin gerçekleşmesi için komploya gereksinimi yoktu. Ken­di kaçınılmaz Sonu kehanete içkindi. Sonuç olarak İsa kendi kendisinin karar-merciiydi. Gaipten haber veren şa­hısların öngörüleri bir komployu önceden bildirebilir, ama Büyük Musevi* peygamberlerinin kutsal kehanetleri komplo üzerine kurulmazlar. Yeni Ahit derleyicileri İsa'nın ne denli masum olduğunu göstermek için komplo kuramını eklemişlerdir. Her durumda, Tanrı'nm Bir ve Tek Oğlu'na, dolayısıyla da bizzat Tanrı'nm kendisine karşı insan-yapısı bir komplo hazırlaması düşünülemeye­ceği için, bu kuram kendilerinin İsa'yı kavrayış tarzlarıyla da çelişmektedir.

Bunun tersi daha da olanaksızdır: Tanrı'nm Bir ve Tek Oğlu'na karşı Tanrı-yapısı bir komplo düzenlemesi, Pe- ter'in ikinci mektubunda belirttiği üzere, "Önce bunu bil­melisiniz ki, kitabın hiçbir peygamberliği hususi tefsirden değildir. Çünkü peygamberlik asla insanın iradesiyle gel­memiştir, fakat insanlar Ruhülkudüs tarafından sevk olu narak Allah'tan söylediler" (I. Petrus, 1:20-21). Kendine ya da bizzat kendi oğluna karşı bir komploya ilişkin bir ke­haneti açıklayan Tanrı kelamını bir tez olarak kurgusallaş­tırmak şizofrenik değilse eğer, kesinlikle Sciolastik* bir ya­kıştırmadır.

Eğer İsa Musevilerin dedikleri gibi beklenen Mesih de­ğil de, sıradan bir İnsan'sa, o zaman 'sıradan bir insan' misyonunda bölgenin en yüksek Pagan Seküler iktidarı tarafından onaylanmış kral ve Musevilerin Mesih'i olarak tanınmış ve kabul edilmiş oluyordu; ama eğer İncil yazar­larının inandığı üzere, Tanrı'ysa, o zaman, insan yapısı bir 'Komploya' kurban olması olası değildi. Ortada bir Muse­vi komplosunun bulunamayacağı açıktır. Çünkü, İsa gö­revine başladığı andan itibaren insanlara ne vazettiğini açıkça söylemiştir. En iyi bildiği şeyi vazetmek İsa'nın hakkıysa, öğretilerini reddetmek de Musevilerin yasal hakkıydı. Musevilerin İsa'yı söylemediği sözlerle iftiraya kurban etmeye gereksinimleri yoktu. İsa kendisine hiçbir yetki verilmediği halde tam yetkili olduğunu, beklenen Mesih olduğunu söylemişti, olanaksız olmasına karşın Tanrı'nın Bir ve Tek Oğlu olduğunu iddia etmişti, yapma­ması gerekirken İsrail'in Tanrısı'nı özelleştirmişti... Muse- viler açısından, sıradan bir Musevi olarak İsa tıpkı tüm İs- railoğulları gibi Tanrı tarafından kutsanmıştı, ama 'bütün­sel görevi' (Misyonu) kâfirce ve dehrice bulunmuştu. Se­küler açıdansa, İsa kutsal değildi, ama 'bütünsel görevi' kutsal bulunmuştu.          

Tanımsal anlamıyla, İsa yaşamındaki 'benzerlikler'in kurbanı olmuştu denilebilir. Kehanet'te sözü edilen ben zerliğe uygun olarak doğduğu söylenmişti. İsrail Yasa tan on ikisi, yaklaşık yirmi bin Hıristiyan'la birlikte şehit edilmişlerdi.

Azizler Kitabı'nda on binden fazla ad vardır. Adları anı­lanlar birkaç yüz aziz, şehit edilmiştir. Ve Azizler Kita- bı'nda anılan azizlerin büyük bölümü, aristokratik ya da varlıklı ailelerden gelmektedir. Pek çok kral, birkaç krali­çe ve akrabaları putperestlere, kâfirlere, sapkınlara ve Ateistlere karşı Katolik İmanı'nı savundukları gerekçesiy­le aziz(e) ilan edilmişlerdir. Constantin'in sözde ihtida&a dan sonra -gerçekten ihtida ettiği tartışmalıdır- Ateizm bu kez papalar ve sacerdotalistler tarafından kendilerinden olmayanlara karşı kullanılır olmuştur. Ve bu azizlerden bazıları, gerçekte kimi cinayetlerin sorumlusudur. Bunun canlı bir örneği, İspanya Kraliçesi Isabel'dir. 1991'de Papa II. Jean Paul, Kraliçe'yi müstakbel azize ilan etmiştir. (1992'ye göre sırada yaklaşık iki bin azizlik adayı vardır.) Katolik iman ve dogmasını savunmadaki adanmışlığı ne­deniyle azizeliğe layık görülmüştür bu kraliçe. Oysa 15. yüzyılda ülkesindeki sayısız cinayet ve işkenceden ve ni­hayet on binlerce Yahudi'nin sürgün edilmesinden kişisel olarak sorumlu olan oydu. Kendi Mutlak Tanrı fikrini da­yatma uğruna kullanılan balta, tarih boyunca hiç körelme- miştir; geçen her yüzyıl, yeni bir dramın tanığı olmuştur.

Isa'nın Misyonu döneminde tam olarak örgütlenmiş, Sinagog'dan tam ayrılmış bir Kilise mevcut değildi. Pav- lus'un günlerindeyse gevşek biçimde örgütlenmiş* yedi kilise bulunuyordu. Galup Kamuoyu Araştırması'na (AI- PO) göre 1980 yılında -yalnızca ABD'de- %55'i Protestan, %30'u Katolik olmak üzere 225 milyon Hıristiyan yaşa­maktaydı. Lamant'a göre, Protestan mezheplerinin en ge­nişi, Güney Baptist Konferansı 14.6 milyon kişiyi, 36 bin kiliseyi, 3 bin misyonu ve 11 bin Bağımsız Baptist Cema­ati temsil ediyordu.18

21. yüzyıla yaklaşırken[*****] 810.464.000 Katolik, dünya nü­fusunun %18.4'ünü oluşturmaktadır. Bu insanlar 359 bin kilise mıntıkası ve 2.456 diyaseste toplanmışlardır ve yak­laşık bir milyon rahibe ile 154.148 papazları vardır.19 Christian Buckley, yeryüzündeki Ateist sayısını iki yüz milyon olarak hesaplamıştır.20 Yeryüzünde Tek-Tanrıcılığı kabul etmeyen üç milyar insan vardır. Ve ellerindekinden son derece hoşnut görünmektedirler. Muhtemeldir ki Tek-Tanrı'ya gereksinimleri yoktur. Örneğin Hint Klasik kültürünün mistik boyutunda her yerde milyonlarca -ge­leneksel olarak 330 milyon- tanrı vardır.21

Peter Hebblethwaite, bir uzman, gazeteci ve sırdaş bir gözlemci olarak Vatikan hakkında şunları yazmaktadır: "Kilise Kıyamet'i bekleyerek şurada yatan eski kemikler üzerinde yükselmektedir. Sonradan bu temel üzerinde devasa bir kuram ve ilahiyat ve kurgu ve iman ve boş inan ve devlet siyasası üstyapısı yükseltilmiştir."22

İsa vaat ettiği üzere bu dünyaya dönecek olsa, bu gün­lerde bir kez daha çileden çıkacak ve olasılıkla yeni 'ben­zerlik' suçlamalarına muhatap olacaktır. El çabukluğuyla çağımızın delilerine ya da sapkınlarına benzerliği öne çı­karılacak ve religiocratlar kilisesi ya da TV Dindarları tara­fından aşağılanacak, belki de aforoz edilecektir. Günü­müzde kurumsallaşmış dinsel doğmayı yönlendirenlerin artık kişi olarak İsa'ya gereksinimleri kalmamıştır.

Evet, doğumundan iki bin yıl sonra, İsa'ya ne oldu? Bugün her mümin, bu soruya kendi imanını canlı tutabi lecek bir yanıtı taşımaktadır. İnancı-bütün Hıristiyanl.ır dan bazıları İsa'nın (Tanrı) Kilise'den sürüldüğünü, kimi

Ü( İsa teriyse günahkârlar tarafından suiistimal edildiğini söyle­mektedirler. Durum ne olursa olsun, şurası açıktır: İsa kendi adına dikilmiş kiliselerden hiçbirine kişi olarak gir­miş değildir. Kimi kilise, tarikat, mezhep ve kültler onun sadece adını ve yeryüzündeki yaşamını devralıp tekelleş- tirmişlerdir. İsa'nın yeryüzündeki adı ve imgesi gerçek imanın kaleleri olduğunu öne süren partiler için değerli bir sermaye olmuştur. Onlar da bu addan kendi amaçları için yararlanmazlık etmemişlerdir. Kiliseler gibi siyasal partiler de hamlelerini 'Tanrı adına' gerçekleştirip23 tıpkı bir zamanlar İsrail'in Tanrısı'na yapıldığı gibi, İsa'yı sö­mürüp kendilerini İsa'ya ilişkin kendinden-menkul haki­katlerle yeniden vaftiz ederek suçlarını ve banka cüzdan­larını şişirmişlerdir.

Gerçekte İsa'nın aleyhinde olduğu varsayılan 'komplo' halkın içinde yaşadığı dönemlerde değil, sonradan, kendi adına hareket edenlerce tasarlanmıştır, denilebilir. Din bürokratları, İsa'yı, eğer evinde (Kilise) gözaltına almadı­larsa, mutlaka sonsuz bir suskunluğa mahkûm etmişler­dir. Çileci Abelard gibi, gerçek İsa da terk edilmiş ve sade­ce adıyla ve Kilise'nin kendisine yaptığı gündelik atıflarla anımsanmaya yazgılı kılınmıştır.

Kendisine iman edilen İsa eğer McDowell ve Larson'un önerdiği üzere, geçmişte ve günümüzde İsrail'in yaşayan Tanrısı Yahveh ise,24 o zaman, halkının arasında yaşama­sına izin verilmeyen bir Tanrı olduğu kesindir!

Isa bundan iki bin yıl önce doğdu. Dünya üzerindeki misyonuna başlamasının üzerinden yaklaşık 1970 yıl geç­ti. Kaçınılmaz soru, hâlâ ortadadır: "İsa'ya ve öğretisine ne oldu?" Herhangi bir mümin, sui generis İsa'yı şu yüz bin Kilise'de ya da sayısız sahte kilisede, sahte İnciklerde[†††††] veya papalık tebliğlerinde vd.'den hangisinde bulabile­cektir?

İsa örneğin:

Kendisini Mesih ilan edip öğretileri üzerinde tek yetki­li olmak iddiasında bulunan Havarisi Petrus'u;

Kendisini siyasete tabi kılan Havari Pavlus'u;

"Kadınların kiliseye girerken başlarını örtmelerini"25 buyuran ikinci Papa Linus'u;

'Dinsel görevlere ayrılan nesnelere ancak din görevlile­rinin dokunabileceğini' buyuran sekizinci Papa Xystus'u;26

İmparator Constantine'i İsa adına vaftiz ettikten sonra 'din adamı olmayanların, din görevlilerini herhangi bir suçlu suçlayamayacağını'27 ilan eden otuz dördüncü Papa Silvester'i;

'Geleneğe aykırı olarak Roma Kilisesi'nin arcarius'u olup hâzinenin işleriyle bizzat ilgilenen, nomenclator'dan kendi adıyla makbuz kesen'28 seksen birinci Papa Agat- ho'yu;

Sadaka vermeyi bir çeşit ticari işlem, 'bu güvenliksiz dünyadan öbürünün güvenliğine sermaye aktarımı'29 ola­rak gören ve 'hoşgörü kenti'ni, 'Şeytan'm kenti' olarak mahkûm eden Aziz Augustine'i (ö. 430);

Siyasal düşmanını (Malatesta) iman düşmanı ilan edip ondan kurtulmak için elindeki tüm olanakları seferber eden,30 ve dinsel görevleri İsa adına satışa çıkartan geçmiş papaların en seküleri II. Pius'u;

1302 tarihli bull'u (Ferman) unam sanctum'da 'Seküler kılıcın Petrus'un ihdasında olduğunu inkâr edenler, Rab'bin kelamını anlamayanlardır,'31 diye ilan eden Papa VIII. Boniface'yi;

1614'te kendisinin Tanrı Kelamı'nın bedenleşmiş hiçi mi, Yüce Prens Mikael olduğunu öne süren Ezekiel Meth'i;32

Papaları, yapılan sahtekârlıkları ortaya çıkartanlara ve diğer sözümona yıkıcı unsurlara karşı koruyan Papaların Yanılmazlığı (1870) dogmasını;

Isa'nın vazettiği Kurtuluş'a erişebilmek için eski Muse­vi Yasası'nı kesinlikle izlemek gerektiğini öne süren Ye­dinci Gün Kilisesi'ni, ya da iman adına serbest aşkı uygu­layan Oneida Cemaati'ni ya da Yehova Şehitleri'ni veya Ahir Zaman Azizleri'ni ya da Moony Cemiyeti'ni; onayla­yabilir miydi?

Sezar'a ait olanın Sezar'a, Tanrı'ya ait olanınsa Tanrı'ya verilmesini vazeden İsa, piskoposlarının Pontifex Maxi­mus unvanıyla praeceptum imperetoris (İmparatorluk Yöne­timi) üzerinde mandatum dei (Tanrı Yasası) uyguladıkları­nı görseydi kuşkusuz yine çileden çıkardı. Yine papalık el­çisi (nuncio), dinsel mahkeme (rota), propaganda, araf, Curia (Din Bürokratları'nm toplandıkları meclis) gibi hiç duymadığı ya da düşünemeyeceği sözcükler, aklını karış­tırırdı. Kendi saf Misyonu'nun çağlar boyunca birileri ta­rafından Teokrasi ve Caesaro-papism gibi, ideolojik bi­çimlere büründürüldüğünü görse, kuşkusuz yine şaşkın­lıktan şaşkınlığa sürüklenirdi.

Kendine sevebileceği bir baba arayan Nasırah, düş kı­rıklıklarıyla yoğrulmuş bu hüzünlü genç adam, Vati­kan'daki yeryüzü tahtına dönecek olsa, şunları söyleyece­ğini görür gibiyim: "Çünkü ben, RAB, ben değişmem... Bana dönün, ben de size dönerim... Ve siz: Ne ile dönelim, diyorsunuz. İnsan Allah'ı soyar mı? Siz beni soymaktası­nız. Ve: Neden seni soyduk, diyorsunuz." (Malaki, 3:6-7)

Eğer İsrail Tanrısı'nm adı gerçekten de BEN BEN OLA­NIM ise, Nasırah İsa için de benzeri bir ad düşlüyorum: "BEN NE OLACAKSAM O'YUM."

Nasırah İsa bu dünyada, varlığına inandığı Öteki Dün- ya'da olmak istediğini olabilmek için yaşadı ve ıstırap çekti.

3.4.  Bireyin Kimliğini Olumlayan Onun
Farklılığıdır

Deutzlu Rupert'e göre (12. yüzyıl, geleneksel manastır zühdünün temsilcisi), Tanrı Baha'nın özel görevi 'nesnele­rin doğasını' kurmaktı.33 Tanrı bunu altı Kutsal Kitap Gü- nü'nde gerçekleştirip özel görevini tamamlamıştı. Dolayı­sıyla Tanrı Yaratımı'yla (Tekvin) her şeyin Başlangıcı'nı belirleyen doğaüstü unsur (Kişi) olarak görülmektedir. İnanca göre bundan sonra Kutsal Ruh'un özel görevi baş­lamıştır. Kutsal Ruh'un özel görevi, doğayı Tanrı'nm ön­gördüğü mükemmelliğe ulaştırmaktır. Hıristiyanlığın Ki- liseleri'nin bağlı olduğu doğmaya göre, Kutsal Ruh'un özel görevi bitmemiştir ve hâlâ işlemektedir. Eğer Tanrı Baha'nın Özel Görev'i, var olan her nesne için, kendi do­ğasına uygun olan bir başlangıç oluşturmaksa, o zaman Kutsal Ruh'un özel görevi de her nesne için, kendi doğa­sına uygun olan Uygun bir Son oluşturmak idi ve halen de öyledir. Çünkü Başlangıcı olan hçr nesnenin kaçınılmaz olarak bir de sonu vardır. Tanrı ile Kutsal Ruh arasında Aracı olarak İsa bulunmaktadır. Yalnızca İnsan ya da İn­sanlık değil, 'bütün yaradılış' Başlangıç'tan Son'a, zorun­lu olarak onunla birlikte yaşar. Dolayısıyla İsa Göksel an­lamıyla Başlangıç'ı ya da Son'u değil, gökyüzünün altın­daki Hayat'ı başlangıçtan sona doğru yönlendiren ara- cı/aradaki YENİ'yi (Vahiy, 21:5-6) temsil etmektedir. İsa dünyanın Alfa ve Omega'sıydı. İsa'nın kendisinin Ezeli ve Ebedi oluşunun nedeni budur: Logos olarak Baha'yla bir­likte Yaratıhş'm bizatihi içinde değil, Tanrı'ya ait olan Mutlak Mekân'da yer almaktadır. Dolayısıyla da, 'Bütün sel Görev'i Tanrı'ya imanı sağlamak ve Uygun Son'a gö türen uygun yolu öğretmektir.

Başlangıç ile Son arasında yer alan zaman süresi, Tarih

Ü( İsa sel zaman olan saeculum (çağ) değil, dinamik, her an mev­cut Yeni'nin sürecidir. Dolayısıyla İsa'nın temsil ettiği yer­yüzü Hayat'ı kavrayışında mutlak, saptanmış bir geçmiş ya da mutlak, tespit edilmiş bir şimdiki zaman yoktur. Bu nedenledir ki İsa'yı alegorik olarak değil, sözcüğün gerçek anlamıyla 'BEN NE OLACAKSAM O'YUM' diye tanımla­dım. Başlangıç'tan Son'a dek yaratılmış olan her nesne be­lirli bir ‘OLACAK'bk sürecindedir. Hiçbir nesne 'OLA­CAK' halinden kurtulamaz. Hiçbir nesne bu 'OLA- CAK'lık halinin dışında değildir. OLACAK'lık hali temsi­li olarak dünyevi yaşamın rastlantılarını yönlendiren sü­rekliliği ve değişimin her yerde mevcudiyetini belirlemek­tedir. Tanrı -ya da Tanrı'nm oğlu- olarak İsa aşkın (trans- cendental) değil, Yaradılış'tan ve Son'dan kaçınabilen tri- ad quid'<hr[‡‡‡‡‡]

İsa, Iman'a göre, Tanrı'nm Logos'u ve mutlak zaman içinde Yaradılış'ın aktif-başlangıcıdır. 'Ölümlü Olan Her Musevi'nin Kendi İçinde Ezeli ve Ebedi Olduğu'nu doğ­rulayan substance premiere[§§§§§] olmak üzere gönderilmiştir. (Vahiy, 22:12 "İşte tez geliyorum; ve herkese kendi işinin olduğuna göre mükâfatım elimdedir.")

Hıristiyanlık inancına göre İsa, Tanrı'nm uygun gördü­ğü Son'a açılan Bir ve Tek Doğru, Adil, Yasal, Tanrı tara­fından görevlendirilmiş Geçit, Yapı'dır (Çıkış). Birey bu kapıdan yalnız başına geçer. Birey bu uygun kapıyı seç­mesi halinde uygun Son'a ulaşır. Kutsal Ruh'un temsil et­tiği bu uygun son bireyi Tanrı'ya ulaştırır; çünkü Kutsal Ruh bireyin selamete erişmesi için vardır. Kutsal Ruh, bi­reyi yakıp tüketen Hades değildir. Aksine, Tanrı'nm ödü­lünü, Sonsuz Hayat'ı elde eder. Ve böylelikle birey (İnsan) Eski Ahit'te izi bulunamadan ortadan kaybolup Tanrı ta-

rafından yanma alınan Enoş gibi geldiği yere dönmüş olur.

Tanrı'nm Hıristiyan Gnosis'indeki teslis işlevselliği te­melde Helenistik diyalektiğin bir yansımasıdır. Mutlak te­kil olan Tanrı ve Tümel olan Kutsal Ruh vardır. İkisinin arasında ikili doğasıyla İsa yer alır. İsa hem özeli hem de geneli simgeler. İçerik ve Biçim'dir (genel). Mekân ve Za­man içinde Başlangıç ve Son'un özel İçeriği'yle genel Bi- çim'in temsil eder; Kutsal Ruh ise Tekil Tanrı'nm tümel te- zahürü'dür (görünüşü). Hıristiyanlığın TekTanrıcı ilahi­yatında Tanrı tekil, onun tezahürü olan Kutsal Ruh ise tü­meldir.

İsa Tanrı'nm 'insan benzerinde yaratılmış' Bir ve Tek Oğlu olarak kavranıldığı takdirde özel içeriği, 'Tanrı ben­zerinde yaratılmış' İnsan olarak ise genel biçimi vermek­tedir. Hıristiyan dogmasında mekân ve zaman birliği ale­gorik olarak ikili doğasıyla İsa tarafından temsil edilir. Mekânın (içerik) ve zamanın (biçim) kişileştirilmesi olarak kavranıldığında İsa çelişkiyi bir anlamsızlık ya da düşü­nülmez (bir olgu -ç.) olarak dıştalar. Hem Tanrı hem İn­san olma çelişkisi İsa mekân ve zaman içinde Tekil Tan­rı'nm içerik ve biçimi, 'BEN' ve 'İM' (olmak) olarak algı­landığında, silinmektedir. (İnsanın Tanrısallaştırılması ve­ya Tanrı'nm İnsanlaştırılması Antik Mısır'da, Greklerde ve Roma'da bilinen bir uygulamaydı.)

Mekân ve Zaman kişileştirilmesinde İsa, Tanrı tarafın­dan diğer bütün insanlar gibi yaratılmış değildir. Tanrı kendini Kendi Benzerinde -yani İnsan (İsa) olarak- yarat­mıştır. Dolayısıyla, Tanrı tarafından Kader'i çizilmiş değil ama, Logos'un kendisi olan İsa, İnsan'm 'içinde' olmak üzere gönderilmiştir. Çünkü İsa 'Tanrı' içindeki Tanrı'dır. Ve Tek bir insan kavminin değil, tüm saeculum'a göre ya­şayan herkesin içinde olmak üzere gönderilmiştir.

Kutsal Kitap metinlerindeki kairos (genellikle Zaman olarak anlaşılan Grekçe sözcük) kavramı, kutsal yazılar­daki khronos'dan (genelde zaman için kullanılan Grekçe sözcük) ayırt edilmelidir.34 John Austin Baker, kairos'n 'Doğru Zaman' olarak okumaktadır. Bence kairos’n Tanrı planına göre 'Olacak Zaman'mda olduğu şekliyle, yani 'gerçekleşmesi umulan zaman' olarak anlamak daha doğ­ru olacaktır. Vahiy, l:17-19'daki "Korkma, birinci ve son, ve Diri olan benim; ve ölü idim, ve işte, ebetler ebedince diriyim, ve ölümün ve ölüler diyarının anahtarları bende­dir. İmdi gördüğüm şeyleri, ve olan şeyleri ve bundan sonra vaki olacak şeyleri... yaz," bölümü, önerime güçlü bir örnek sağlamaktadır. Kairos 'şimdi olan'ı gösterirken, kendi içinde 'sonra olacak olan'ı da taşır. Kairos salt Doğ­ru Zaman'a değil, belirsiz bir sürece işaret etmektedir. Va- hiy'in üç buçuk günü Danyal'in anlattığı 'zaman, zaman­lar ve yarı-zamam'dır (7:25). Ve ilk Musevi-Hıristiyan bel­gelerinden biri olan Tibertine Sibyl'inde de sözü edilmek­tedir.35 'Zaman, zamanlar ve yarı-zaman' Olacak-Za- man'dır ve ölçülebilir Zaman (vakit) khronos'dan ayırt edilmelidir. Ölüm ve Hades'in anahtarını elinde tutan, Olacak-Zaman'la (birlikte) oradadır ve Olacak-Zaman'ı temsil eden bu şahıs tüm Yaradılış'm ortak sorumlusudur. 'Diğer Kral' 'zaman ve yasaların kuruluşunu değiştirme­ye kalkışacak olan' tek kişidir. 'Zamanın ve yasaların ku­ruluşu' Tanrı aleyhine söz söyleyen ve azizlerine acı çek­tiren Kral'ın elinde değişime tabi olacaktır. Değiştirilebile­cek olan, 'zaman kuruluşu' ölçülebilir zaman/vakit'tir (khronos), ama 'Diğer Kral' kairos'n tezahür ettiren Tan- rı'nın katalizörü ya da aracı olarak bulunmaktadır. Tan- rı'nın planı uyarınca Kral'da kişileşmiş kairos (Olacak Za­man), khronos'da var olan 'zaman ve yasaların kuruluşu­nu' değiştirir. İngilizce Church (Kilise) ve Almanca eşan­lamlısı Kirche sözcüklerinin khronos'un türevleri olması rastlantı değildir. Church/Kirche, değişime tabi dünyevi kurum olan khronos’u 'zaman ve yasaların kuruluşu'nu temsil eder. Fransızca Eglise sözcüğü ise Ecclesia'den36 gel­mektedir ve Papa VI. Clement'a göre Kilise, (Ecclesia) iman konusunda değiştirilmez ve yanılmazdı.37

Öte yandan saeculum hem kairos hem de khronos’u ba­rındırmaktadır. Yani eğer kairos Alfa ise, o zaman khronos Omega'dır - ama her ikisi de saeculum'a göre tanımlanmış olmak kaydıyla. Kairos açıkça, 'Benzerliğe' koşuttur. İN- SAN'a değil. Khronos Yaradılış'tâki İNSAN'dan yola çıkar, İnsan'ın Tanrısal benzerliğinden değil. İNSAN'm Tanrısal Benzerliği değil bizzat kendisi ölümlülüğe, bir başka de­yişle ölüm ve Hades'e tabi kılınmıştır. 'Doğru Zaman' ola­rak kavranan kairos'dan kaynaklanan fikir pırıltıları ka­nımca geçersizdir; kairos insanlar için belirli değil, belirsiz bir datum'dur. İlahiyat açısından kendi kairos'unu yalnızca Tanrı bilir. İnsanlar tarihleri ancak khronos'un alanında tespit edebilirler, kairos'un alanında değil. Bunun sonucu olarak da, hiçbir ölümlü kairos'un tarih ya da doğasını doğru olarak öne süremez. Tanımsal anlamıyla, khro­nos'un bilgisi Bilgi Ağacı alanına aittir, ama kairos'un bil­gisi, Tanrı'nm kairos'un bulunduğu Hayat Ağacı'nm önü­ne sapladığı kılıçla korunmaktadır.

Kanımca Kutsal Kitap bağlamında kairos zamanın içeri­ğine, khronos ise biçimine denk düşmektedir. İsa, Tanrı-ya- pısı-İnsan'm khronos'a göre biçimlendirilmiş kairos'unu yansıtmaktadır.

Ezeli-Ebedi Hayat'ın temsilcisi olarak İsa, Tanrı'nm Bi- çim'ine (Zaman), ezeli-ebedi hayatın bir ve tek Çıkış'ı (Bab) olarak kavranılan İsa ise İçerik'ine (Mekân) tekabül eder. Ancak ezeli-ebedi hayata sahip insan fikri, Yahudi­lik arasında yabancı ve dışsal bir iddiadır. Oysa Greko-

Romen kuram anlayışı açısından bu, tümüyle olasıdır. Bu Greko-Romen kuram, daha sonra Hıristiyanlık'ta dogma halini almıştır.

Bağlamsal olarak İsa, 'Değişim daimidir'38 ilkesine tabi olan saeculum’u temsil eder. İsa'nın Musevi gündelik yaşa­mına getirdiği yenilik budur. Ferisiler, Musevi fraksiyon­ları arasında yasacı olanlardı. Yasalara göre eksiksiz ve le­kesiz olduklarını öne sürmekteydiler. Oysa kendi içinde her bakımdan yasal ve eksiksiz olan sadece Tekil Tanrı Ba­ha'ydı. İsa'nın Ferisilerle tartışmaları bu karmaşık sorun çevresinde dönmektedir. İsa için tek doğru, eksiksiz, bü­tün olan yasa, Tanrı Yasası'ydı; Ferisilerin dokunulmaz olduğunu öne sürdükleri kendi anlayışlarına göre biçim­lenmiş olan yasa değil. Dolayısıyla Ferisilerin meşruiyetçi iddia ve düzenlemelerine göre yeryüzünde Nizamilik id­diasında bulunmak, olası değildi. Bu yasa, insan-yapısıy- dı. Musa tarafından vazedilmişti ve tıpkı Büyük Tapı- nak'm insanlar tarafından yapıldığı gibi, Tanrı Yasası uya­rınca değişime tabiydi. İsa gözü pekçe bu büyük Tapmağı bozup birkaç gün içinde yeniden inşa edebileceğini söyle­mişti.

İsa düzenleyici değil, kurucuydu. Ebedi hayatı yapan esaslardan söz ediyordu. Bu dünyada her şeyin geçici ol­duğunu, ama kendi sözlerinin sonsuza dek yaşayacağını söylemişti. Saeculum’un esas ilkesi de her şeyin değişimin her yerde mevcudiyetine tabi olduğudur - yaratılmış şey­ler kendi içlerinde eksiksiz değildirler. Bu dünyada (saecu­lum) hiçbir şey düzenli (tam) olamaz. İsa Tanrı'dan başka, kendisi dahil hiç kimsenin iyi olmadığını söylüyordu.

Dogmaya göre İsa bu nedenle yeryüzüne gönderilmiş­ti. Bireylere Doğru Yol'u göstermek için. Onlara eksiklik­lerini gidererek, Tanrı indinde uygun kılma olanağını ver­mek için. Bu nasıl olacaktı? Eğer her şey saeculum'da deği-

şimin kalıcılığı ve sürekliliği ilkesine tabiyse, o zaman bi­reyler 'yeniden doğmuşluk'a kavuşabilmek için vaftiz ol­mak durumundaydılar. İsa gözü pekçe çağdaş dinsel oto­ritenin kurduğu düzenleri, standartlaştırmaları (Musa Ya­sası) Sekülerleştirdi. (Özellikle temiz/murdar yiyecekler ve el yıkama konularında; İsa tüm yiyecekleri helal ilan et­ti.) Gündelik yaşama, seküler yaşamda olagelen toplum­sal ve siyasal değişimlere uygun değişimler dahil etti.

İsa kendini aşkmlaştırmış değildir, onu aşkmlaştıran kehanetti. Saeculum’da Eskatolojik bir konumu yok, ama etten, kemikten bir varoluşu (mekân) vardı. Vazettiği sela­met, Musevi kralın boyunduruğundan kurtuluşa sınırlan­dıran selamete benzemiyordu. İsa'ya göre selamet, Tanrı indinde nizami, tam ve eksiksiz olabilmek için saecu­lum'un yozlaştırıcı bağlarından kurtuluştu. Musevi saecu- lum'undan kurtulmayı değil, saeculum’da Tanrı tarafından ayrıcalıklı kılınıp korunmayı istiyordu. Musevi gerçekçiliği ve varlığını sürdürebilme mücadelesi saeculum’dan kur­tulma fikrini dışlamaktaydı. Böylesi bir fikir Musevi'ye verilmiş olan bilgelikle çelişmekteydi. Musevi yeryüzün­de yaşamaya yazgılı olduğunun bilincinde olmak zorun­daydı. Onun esas kaygısı, saeculum'un dışında değil, tam tersine yeryüzünün neresinde ve nasıl yaşayacağıdır. Mu­sevi'nin bu dünyada 'öbür dünyadaki' gibi yaşamak diye bir kaygısı ve boş hayali yoktur.

İsa Babası tarafından saeculum'un nihai ve ideal temsil­cisi olmak üzere ete kemiğe bürünmüş olarak gönderildi­ği için saeculum’dan selameti vazetmekteydi. Dolayısıyla Nihai ve Doğru Çıkış 'Yol'unu bir tek o biliyordu. Değişi­min her yerde mevcudiyetine tabi yaratıklara, Uygun'a 'Çıkış' yolunu bir tek o gösterebilirdi.

Kutsal Ruh'un temsil ettiği Uygun Son, ruhun ölüp da­ğılması değil, Diriliş'tir (Kıyam). Doğru Kapı'dan (İsa) iç-

tenlikle ve içinde hiçbir ukde olmaksızın geçen birey, öl­düğü an, bir çocuk masumiyetiyle yeniden doğacaktır. Isa olmaksızın Diriliş olamaz, ve diriliş olmaksızın ezeli ebe­di yaşam olmaz. Diriliş Tanrı tarafından belirlenmiş Ka- pı'dan (İsa) geçenler İçin, konulmuştur. Bu nedenledir ki, Hıristiyan dogmasına göre bireyin seçme özgürlüğü İsa'y­la sınırlandırılmıştır. Dogma açısından Ölüm, mutlak son değildir; önünde Diriliş uzanmaktadır. Ve İsa'ya iman eden herkes için'dir (geçerli -ç.). Zaten, Tanrı kendini yal­nızca İbrahim'e bildirmiştir, ama köle-kadın (cariye) Ha- cer, onu gören ilk insan olmuştur: "Ve Hacer kendisine söyleyen RABBİN ismini, Sen, ya Allah, beni görüyorsun diye çağırdı; çünkü dedi: Burada da mı beni göreni gör­dün?" (Tekvin, 16:13) Ve Tanrıları Yakub tarafından çalı­nan İbrani-olmayan Laban (Tekvin, 31:30), ibadet aracılı­ğıyla eğitilen ilk şahıstır (Tekvin, 31:29).

Isa'nın Tanrısı (Elohim) tüm insanların sevecen ve mer­hametli Babası'ydı. Tümelliği içinde BIR'dir. Ama İsrail'in Tanrısı (Yahveh) 'Bizim Tanrımız'dı. Tikelliği (özel) içinde BİR'di. "Dinle, ey İsrail: Allahımız olan RAB bir olan RAB- DİR." (Tesniye, 6:4) İsa kuşkusuz Tanrı olarak Elohim'i (Theos) kastediyordu; İsrail'in kıskanç yönetici ve yargıcı Yahveh'i (kyrios) değil.39 Hakkaniyet kavramı da, İsa'nın Tanrısı'yla Musevilerin RAB'bi arasındaki kavramsallaş­tırma farklılıklarını anlamada önemli bir rol oynar. RAB'bin başka ulusların topraklarına el koyup Yahudile- re vermesinin nedeni İsrail'in hakkaniyeti değildir. Dola­yısıyla RAB toprakları İsrail'deki hakkaniyetten ötürü bir ödül olarak vermemiştir. RAB İsrailoğullarma toprağı İb­rahim, Ishak ve Yakub'a verdiği sözü yerine getirmek amacıyla vermiştir. Ve RAB karşılığında kuşkusuz İsra­il'den hakkaniyet beklemiyordu. İsrail'in RAB'bi seçtiği halkını gayet iyi tanımaktaydı. Çünkü yazılıdır ki: "Adam

kendini yaratandan daha tahir olur mu?" (Eyüp, 4:17)

Oysa hakkaniyet İsa için anahtar kavramdı. Gerçekte mevcut yasalar uyarınca Tanrı'nın ödülüne mazhar olmak için bir zorunluluk olarak hakkaniyete bağlı kalmaları is­tenmemiş olan Musevileri İsa, selamete ulaşabilmeleri için hakkaniyetli olmaya çağırmıştı. Muhtemeldir ki çağrısına olumlu yanıt vermek istemediklerinden değil, ama gelenekleri çiğnenemeyecek kadar güçlü olduğu için olumlu yanıt verememişlerdir. Çünkü İsa'nın vaat ettiği selamete erişmek için hakkaniyetli olmanın onlar için bir anlamı yoktu. İsa'nın vazettiği selamet onların tasarımla­rına uyan ya da beklentileri olan selamet değildi, ikinci olarak ise, selamete erişmek için mutlaka İsa'nın öngördü­ğü hakkaniyete dayalı bir yasaya tabi değillerdi.40 Musevi- ler zaten kendi Tanrıları tarafından özgürleştirilmişlerdi. Museviler Romalıların özgür tebasıydı, köle değillerdi. Musevilerin hakkaniyet sorunu karşısındaki tutumları iki farklı selamet kavrayışının varlığını doğrulamaktadır. Maddileşmiş selamet, kurtuluş kavrayışı ve idealleştiril­miş selamet kavrayışı. Museviler yalnızca Tanrıları tara­fından seçilip ilahileştirilmiş değillerdi, ayrıca O'nun tara­fından kurtarılıp özgürleştirilmişlerdi de. Museviler için selamet dünyevi koşullara ilişkin maddi bir konuydu. İsa içinse selamet idealize bir formdu ve gökseldi ve gelecek­te bekliyordu. İsa hayatını bu selamet tanımı için bir bedel olarak ödedi. Titus'un kitabında belirtildiği gibi, "Hepimi­zi tüm kötülüklerden kurtarmak ve kendisi için kendisi­nin olan, iyiyi yapmaya istekli bir halkı arındırmak için kendini verdi" (Titus, 2:14).

Bu nedenledir ki, Museviler ve İsa için selamet kavra­mı iki zıt anlama işaret etmektedir. Museviler selametten özgürlüğü -herhangi yabancı bir gücün kölesi olmama­yı-, İsa ise kendisinin olacak bir halkı günahlarından arın-

Üç İsa dırmayı anlıyordu. Kutsal Kitap'ta yazıldığı gibi RAB'bin yaptığını İsa da yapmıştı. RAB bir ulusu seçmiş, onu arın­dırıp yalnızca kendisi için kutsamıştı. İsa ise, bir halkı kur­tarıp selamete erdirmek, 'kendisinin kılmak' için kendi hayatını ortaya koymuştu. Böylesi bir iddia kuşkusuz Mu­sa'nın Şeriatı'na ve Musevi anlayış tarzına Seküler, dışsal bir iddiaydı. Gerçekte iddianın da ötesinde, RAB'bin Kud­ret ve Hâkimiyet'ine doğrudan bir meydan okumaydı.

Musevilerin gözünde sıradan bir insan olan İsa, Tan- rı'nın kudretinden korkmuyor ve O'na özenerek, O'na, RAB'be meydan okuyordu. İsa, Musevi yaşam tarzına 'Fark'ı getirmişti. Ve yarattığı bu 'Fark' onun Kimliği'nin olumlanması oldu.

SONSÖZ,

NOTLAR,
DİZİN

SONSOZ

İsa kendisini yeryüzüne gönderen (Yuhanna, 17:18) ve adını açıkladığı (Yuhanna, 17:6) Tanrı'nın selamete erişti­ren tek yol olduğunu kanıtlamak için öldü. Mesih İsa'ya olanlar dinsel yorumlara konulmuş 'Öbür Dünya'da de­ğil, bu maddi dünyada, İsrail'in hâlâ sorunlu toprakların­da gerçekleşti.

Seküler iddialarıyla İsa, kendisini reddedenlerce kıs­kançlıkla korunan Yasa'ya ters düşmüştü. Ancak Cemaat Yöneticileri'nin bildiklerini altüst ettiği ve Tanrı gibi, dün­yadaki budalaca şeylerle bilgileri mahcup ettiği, güçlüle- rin karşısına zayıfları koyduğu (I. Kor. 1:19-27) kesindir. Alime, bilgeye ya da filozofa aptalca ya da kabul edilmez gelen şeyler, Pavlus'a göre müminle mümin-olmayanı ayırt etmeyi sağlayan, Uhrevi Akhn tezahürleriydi.

Günümüzde, yirmi birinci yüzyılın eşiğinde, İsa Sekü- , ler Zeitgeist'm vazgeçilmez bir temsilcisi olarak bizimle birlikte varlığını sürdürmektedir. Kilise-dışı(lay) mümin hâlâ Kutsal Yazılar'daki talimatlara inanmaktadır. Ve mü­mini olmayan hâlâ Kutsal Kitap'ta peri masalı ya da kıssa olarak gördüğüyle eğlenmektedir. Ancak doğa-üstü varo­luşunu inkâr etmek için İsa'ya (Tanrı) en fazla gereksinim duyan, Ateisttir. Ateistlerin İsa'yı inkâr etmek için İsa'yı inkârı, merkezin nerede olduğunu bilmeyen ama merkez­ci olduğunu savlayanlara benzetilebilir. İsa elinden alındı­ğında Ateist, çözülür. Tıpkı Şeytan'm Kilise'nin elinden alındığında dogmanın buharlaşıp yok olacağı gibi. Ate- ist'in Tanrı'mn varlığını reddedebileceğini kendine kanıt­lamak için İsa'ya gereksinimi vardır. Ve Kilise de dogma­sını sürdürebilmek için Şeytan'a diğer tüm toplumsal ku- rumlardan daha fazla gereksinim duymaktadır. Günü­müzde Kilise'nin deccal, Şeytan rolünü oynamak üzere Ateiste her zamankinden fazla ihtiyacı vardır; Ateist de inkârını koruyabilmek üzere Kilise'nin varlığına gereksi­nim duyar.

Kilise ile Ateistin arasında gerçekte ne Tanrı ne de Şey­tan’a değil sadece 'Belgelere ve Kayıtlara' gereksinim du­yan bilim adamları yer almaktadır. Bilim adamı günü­müzde neredeyse bir metinler jandarması rolünü üstlen­miştir ve kutsal yazmalar ve rulolar konusundaki otorite­sini sürdürebilmek için parşömenler dolusu kanıtı gerek­sinir. İncelemelerinde İsa, Tanrı olarak ya da İnsan olarak ya da her ikisi olarak bilim adamının dışında kimsenin erişemeyeceği, zor seçilebilir bir Kara Delik'e dönüşmüş­tür. Bu nedenledir ki Göklere çıkartılan bol satışlı kitapla­rında Aziz Pavlus'un Roma istihbarat servislerinin Kim Philby'si ve ilk Hıristiyan cemaatlerinin de bir çeşit LSD Çılgınları Çetesi oluşturmak üzere bir araya gelmiş kendi kendisinin gözünü boyayan uyuşturucu satıcıları olarak sunulmalarına şaşılmamahdır.

Günümüz Seküleristi, Ateist ya da şöhret kazanmak için her an rezalet ve sansasyon peşinde koşan başarısız bilgiçlerden değildir. Bilinçli Sekülerist, kuşkusuz religi- oacrat'ların icat ettikleri sahte dini verileri sacerdotalismi ve bağnazlığı sürekli sorgular ve insan yaşamını etkileyen seküler değişimleri dogmatize etmeye, doktrinleştirmeye, yasakçılığa ya da standartlaştırmaya kalkışanların önün­de bir engel oluşturur. Sekülarist Değişim'in her yerde- mevcut, 'Fark'mı her nesne üzerinde etkin olduğunu ga­yet iyi bilmektedir. Dolayısıyla değişimin her yerde var olan mevcudiyetinden kaçabilecek herhangi bir dogma, farklılıkların her nesneye içkinliğini dıştalayabilecek bir öğreti yoktur. Seküleristin 'bütünsel görevi'ni yönlendi­ren, korku değil, bilinçtir. Ve çağımız Seküleristini bireyin seçim özgürlüğü hakkının uzlaşmaz savunucusu kılan da bu anlayıştır.

Nasırah İsa kuşkusuz İsrail Tanrısı'nm Onaylanmış el­çisi değildi. İsa Havari ve Şakirtleri tarafından onaylanmış olan Mesih'ti. Bu, geleceğin Tanrısı için daha farklı bir kavramsallaştırma gerektirdiğinden, ilginçtir. Yani: A pri­ori İsa, kurulu bir TekTanrıh dinin Tanrısı (ya da peygam­beri) değil, saeculum’un görevlendirilmiş/atanmış (insan- yapısı) Mesih'iydi. İsa'nın öğretisinde 'yeni' olan 'Otorite- Yetki'ydi. Musevi geleneğinde Tanrı Mutlak Egemenliğin sahibiydi ve dünyevi otorite Tanrı tarafından Musevilere verilmişti. Ve İsa'nın zamanında Sanhedrin tarafından temsil edilmekteydi. Tanrı'nın Egemenliği mutlak, ama Sanhedrin'in yetkisi göreliydi. Yetki, kolektif bir sorumlu­luk ve edinimdir, ve İsrail'in Yargıç Tanrısı'nm koyduğu kural ve standartlar uyarınca kullanılmaktaydı. İsa tüm İbrani-Musevi tarih içinde kendi yaşamı ve faaliyetleri üzerinde bireysel otorite iddiasında bulunmuş ilk insan­dır. İsa'yla birlikte birey yaşamına ilişkin konularda -tıp- kı Isa gibi- kendi otoritesini ele geçirmiştir. Birey, Musevi geleneğinde ilk kez kendini yönetebileceği yasal bir temel bulmuştur. Bu anlamda 'Birey', 'yeni doğmuş' kuşaktır. Bu dünyevi bir Diriliş, kendini-yöneten bir otoriteyi elin­de tutabilen bireyin uyanışıdır.

Isa aradaki Sanhedrin'in temsil ettiği örgütlenmiş oto­riteyi ustaca devre dışı bırakarak Tanrı'nm Egemenliği'yle uyumlu İnsan'ın kişisel otoritesini gündeme getirmiştir. Bu İnsanTa kişisel Tanrısı arasında yapılmış 'yeni' bir Ahit'ti. İnsana verilen otorite, Tanrı'nın Egemenliği'nin üzerinde olamazdı, ama Yaşlılar Heyeti'nin temsil ettiği, kimi zaman da saptırdığı Yerleşik Şeriat uyarınca düzen­lenmiş de değildi.

Tabii insanın (sivil) özgürlükler(in)den yoksun bir oto­rite tam bir otorite sayılmazdı. İsa, bunu bildiğinden, be­şeri özgürlüklerin önünü açabilmek için haram/helal yi­yecekler ve vergilendirme sorunlarına ilişkin yerleşik ya­sal kural ve düzenlemeleri geçersiz saymakta duraksama- mıştır. İsa'nın halkı için va'zettiği Kurtuluş'a, Ferisi, Sad- duki ve Kâtibi fraksiyonlarının dayattığı tüm dünyevi sı­nır, kurumsallaştırılmış âdet, alışkanlık ve kuralların bo­yunduruğundan da selameti içeriyordu. Bu yeni selamet kavramı, tekil insanın, hemcinsleriyle birlikte ya da yalnız başına, bulunduğu yerde özgür ve özerk olabilmesinin rasyonellerinin temellerini atmış oluyordu.

Bunun sonucunda, organik siyaseti uyarınca İsa bir ye­nileştiriciydi. Tek-Tanrıcılığa üç yeni kavram getirmişti: Birey özgürdü, kendi iman ve inancına ilişkin konularda kendi otoritesini kullanma hakkına sahipti; birey kendi toplumunda özerkti; ve bireyin kendi seçimini yapma hakkı vardı.

Bu 'yeni' unsurlar (ve özellikle birey lehine hoşgörü so­runu) İsa'nın öğretileri arasında görünüşte en zayıf, ve kuşkusuz en kabul edilmez önerilerdi. Kilise Babaları'nın, özellikle de Aziz Augustinus'un kurumsallaştırdığı Kato­lik Doktrini zamanla bu zayıf hususları silerek İsa'nın öğ­retilerini Evrensel Kilise'nin iradesine uydurdu. Kilise'nin Otoritesini kurumsallaştırabilmek için Aziz Augusti­nus'un ifadesi kullanılmıştı: "Deus homo factus es, et homo deus fieret" (Tanrı insanı ilahileştirmek için kendini in- san(i)leştirdi). Geleceğin relıgıocrat'lan ordusu ellerindeki bu yorumla ilahi konularda En Yüce Otorite makamı kis­vesine bürünerek ve yeryüzünde Kendini-Kutsamış Kent'te (ya da Kentler) Egemen Tanrı'nın Bir ve Tek Kut­sal (yarı-tanrı) Vekilleri olarak hareket etmemek için bir neden görmemişlerdi. İsa'nın oluşturmaya çalıştığı hoşgö- rüye-mazhar bireyinin Kilise içinde yeni özgürlükleriyle çok kısa bir ömrü oldu; ve kısa zamanda unutuluverdi. Bunun yerine, religiocraf lar İsa'yı esas alan bilim üzerine değil, kendi tasarladıkları Mesih'i esas alan bilim üzerine temellenen, efsane ve sırlarla dolu yeni bir İsa imgesi oluş­turdular. Sekülerleşmiş Musevi, hoşgörüye-mazhar bire­yin Seküler ve doğal haklarını arayıp savunan Nasıralı İn­san İsa'yı gözlerden saklayan, Kilise-Yapısı-İsa'nın bu ha­yalet imgesi oldu...

Eski Ahit'te Tanrı, insanlar arasında kayırmacılığı ya­saklamaktaydı. Korumacılığı ve Kayırmacılığı sadece ken­disine saklamıştı. Örneğin Nuh (ve ondan sonra başkala­rı) dürüstlüklerinden ötürü Tanrı tarafından kayrılmalar­dı. Eski Ahit'in Tanrı tarafından gözetilen Musevi'si, özde İsa'nın hoşgörüye mazhar bireyini önceler. Yine de çağdaş Hıristiyanlaşmış sınıflı ulus-devletleri ve toplumlarına yön veren Sekülerleşmiş yurttaşın öncüsü, İsa'nın hoşgö­rüye-mazhar bireyi olmuştur. Burada önerildiği üzere, eğer İsa kendi zamanında özgürleşmiş bireyin haklarının peşinde idiyse o zaman günümüzdeki mümin Hıristiyan

da İsa'nın hoşgörüye-mazharşahi yönetici kültün kurum- sallaştırdığı yasa ve düzenlemelerin boyunduruğundan ve köleliğinden özgürleşmiş özerk 'BEN'İM'dir.

Kilise-Yapısı-Tanrı yorumuyla Nasıralı İsa, kurumsal­laştırılmış bir Tanrı'dır ve gerçek anlamıyla, bir zamanla­rın güçlü Kent-Devleti, Papalık Devleti'nin Tanrısı olarak Bir ve Tek 'Sözel İmge'yi temsil eder. Ve yirminci yüzyılın başından beri bu 'sözel imge' on dokuzuncu yüzyıl pa- paz-aleyhtarlığmm şu Tanrı-karşıtı vaazını izleyen çağdaş kiniklerin* ve Ateistlerin şu meş'um reddiyesiyle karşı karşıya kalmıştır: Homo homini deus est (İnsan insanın Tan­rısı'dır).

İşte bu bakış açısıyla Ateistlerin eleştirdikleri İsa ger­çekte religiocrat'ların denetimindeki Kilise'nin onların önüne koyduğu, Kilise'nin kendi çıkarlarına uygun olarak kurgusal planda yeniden inşa ettiği, bir gölge-oyununun baş aktörü yapılmış olan İsa'dan başkası değildir.

Cynics: Tüm değerlerin önemsiz ve geçersiz olduğunu, bunları umursama­mak gerektiğini öne süren doktrin, (y.n.)

NOTLAR

Giriş

1)      Kenneth N. Medhurst ve George H. Moyse,

Church and Politics in a Secular Age

(Oxford: Clarendon Pres, 1988), s. 18.

2)      Karel Dobbelaere,

Secularization: A Multi-Dimensional Concepi,

Current Sociology, Cilt 29, Sayı: 2, Yaz 81.

Sage Yay. 'Kavram (Sekülerleşme/dünyevileşme) ilk olarak 1648'de Westphalia Barışı'na yol açan görüşmeler sırasında Fransız Longueville tarafından kullanılmıştır, (s. 8)

3)      David Martin,

A General Theory of Secularization,

Explorations in interpretative Sociology, (Oxford: Basil Blackwell, 1978).

4)      Alıntılar Dobbelaere'den, a.g.y., s. 9,

Marty'nin, Varıeties of Unbellef inden,

(New York, Holt Rinehart, 1964), s. 145

5)      Martin, a.g.y. s. 9.

6)      Dobbelaere, aynı cilt, s. 9.

7)      William A. Christian, Sr.,

Doctrines of Religious Communities

(A Philosophical Study,

New Haven: Yale University Press, 1987), s. 211.

8)      Christian Sr., a.g.y., s. 212.

9)      Christian Sr., a.g.y., s. 210.

10)      Paolo Prodi,

The Papal Prince,

(Cambridge: Cambridge University Pres, 1987

Çeviren: Susan Haskins), s. 162.

11)      Dobbelaere, a.g.y., s. 25.

12)      Harvey Cox,

Religion in the Secular City

(New York: Simon and Schuster, 1984).

13)     David L. Miller

The New Polytheisnı

(dal aş, Texas: Spring Publications, 1981).

Ayrıca bkz. Henry Cörbin’in önsöz mektubu ve James Hill- man'ın eki.

14)     Alasdair Mac: Ntyre ve Paul Ricoeur,

The Religious Significance of Atheism,

(Colombia University Pres, 1969)

15)     Andrew M. Greeley,

Religion/A. Secular Theory,

(New York: Free Pres, 1982)

Greeley Seküler'i Kutsal'ın değil, Dinsel'in karşısına koymakta­dır. "Teorim, 'Seküler' bir teoridir. Bundan bir 'Sekülerleştirme' kuramını - dinin geçmişte genellikle belirsiz bırakılan bir za­manda olduğundan daha önemsiz olduğunu öne süren bir ku- ramı-kast etmiyorum. Teorim, ayrıca ilahi ve dünyevi birbirin­den kesin hatlarla ayrılmış iki alanmış gibi, 'Seküler'i 'Kutsal'ın karşısına da koymamaktadır. Tersine, Seküler ile Kutsal'ın bir biçimde ayrı olmakla birlikte, ikisi arasındaki sınırın belirsiz ve geçirgen olduğu kanısındayım. Seküler her gün Kutsal'a müda­hale ederken, Kutsal da Seküler'e müdahale eder. Ben, Seküler'i Eklesiyastik'in karşısına koymayı yeğliyorum" (s. 1).

16)     Bkz. Eugen Biser’in Argumente Für Gott'daki Tanrı tanımı. (Al­manya, Herderbücherel, 1987): 'Gott İst nicht nur grosser als je- der Begriff von ihm, er ist auch grosser als jeder Beweis'. (Tanrı yalnızca onunla ilgili her düşünceden değil, her kanıttan da da­ha büyüktür.)

(G. Kraus'un makalesi, s. 71).

17)     Bunu göstermek için iki örnek yetecektir. Papa XII. Pius, 'Provi­da Mater Ecclesia'yı 2 Şubat 1947 tarihinde yayınladı. Kilise ka- nonisti Bernhard Puschmann'a göre bu Anayasa Seküler bir bel­geydi. Almanya 1948'de kendi 'erstes deutsches Sekülarinsti- tut'u, Marien Kardeşler Birliği/Enstitüsü'nü kurdu. Aynı yıl, 20 Mayıs günü Trier Piskoposu kanonik Marienschwestern kuru- mundan resmen Seküler Enstitü olarak söz etti. Bkz. Hubert Mohr'un Das Katholische Apostolat/Zur Strategle und Taktik des po- litischen Katholizismus,

(Berlin: Rutten und Loening, 1962), s. 138-139.

18)     İngiltere'deki 'Hıristiyan Sosyalizmi' için bkz. Fabian Bildirileri, özellikle no. 42. Christian Socialism, Rev. Stewart D. Headlam'in bir konuşması, bir Fabian Derneği yayını (Londra, 1894).

Rev. Headlam'a göre Mesih. 'O sektiler, sosyalist görevleri küçük ölçekte Filistin'de gerçekleştirmiştir" (s. 6-7).

ABD'de The Christian Socialist, Chicago'da ayda iki kez yayınla­nan sekiz sayfalık gazete.

Özellikle bkz. The Socialism of Jesus,

Rufus W. Weeks, grubun yayınladığı bir kitapçık. Almanya için özellikle bkz. Der rote Pfarrer Georg Fritze (1874-1939), Hans Prolingheuer (Köln: Pahl-Rugenstein 1989), 'Religiöser Sozialis- mus und Katholizismus' konusunda ilginç belgeler sunmakta­dır (s. 204-210). İsviçre için örneğin bkz. Rev. Hermann Kut- ter'in kitabı They must or God and Social Democracy, Chicago 1908. Kilise'nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD'deki anti-sosyalist faaliyetleri için Bkz. Paul Blanshard'ın American Freedom and Catholic Power (Boston: The Beacon Pres, 1949).

19)     Yves Congar, La Crise dans l'Egltse et Mgr Levebvre (Paris: Oerf; 1976).

20)     Çekişme, buhran ve gerilimden ari bir Kilise, Pavlus'suz bir Ye­ni Ahit'e benzer! Roma ve Bizans Kiliseleri içindeki ve bunlar arasındaki çekişmeler halen sürmektedir. Özellikle bkz. L. Duc- hesne'in L'Eglise au VI eme Siecle (Paris: Ancienne Librairie Fontemoing, 1925) ve Les Premiers temps de TEtat Pontifical (Pa­ris: Fontemoing, 1911).

21)     Judith Herrion, The Formation of Christendom'da

(Londra: Fontana Pres, 1989),

'Hıristiyanlık âlemi' terimini inceler. Herrion'un işaret ettiği gi­bi, bu terim ilkin Anglo-Sakson İngiltere'de kayıtlara geçmiştir ve önceleri Hıristiyan bağlılığını belirlemede kullanılan Latince Grekçe Christianitas ya da oikumene sözcükleriyle arasında tam bir koşutluk yoktur (s. 8).

22)     'Sürgün kiliseleri' eski-sosyalist ülkelerde bir zamanlar yasaklı olan kiliseleri tanımlamak için kullanılır. Hildesheim Piskoposu Josef Homeyer'e göre pek çok kilise, kendi topraklarında tutsak durumdaydı. Bkz. 24-27 Ekim 1991 tarihlerinde HannoverTie toplanan 'Avrupa'yı Düşlemek-Birleşik Avrupa'da Hıristiyanlı­ğın Geleceği' başlıklı Uluslararası Konferans'ın yayınlanmamış zabıtları. Özellikle bkz: Janusz Nagorny'nin (Lyubliyana) ko­nuşması. (Bu metinler Forschunginstitut für Philosophie, Han- nover'den sağlanabilir.) Tüm Avrupa'dan 137 Katolik rahip, Avrupa'nın Yeniden Incil'e Dönmesi çağrısını yinelemek için Roma'da toplandı (25 Kasım - 14 Aralık 1991). Bir İsviçre gaze­tesinin bildirdiğine göre, Avrupa'nın yeniden İncil'e Döndürül­mesi yalnızca eski-komünist ülkelerle sınırlı olmayıp, '(sondern auch) Sakularisierte Westeuropa'yı (özellikle) dünyevi/Seküler Batı Avrupa'yı da kapsıyordu.

(Tages Anzeiger/Michael Meier, 18.12.1991), s. 8.

23)     Kilise'nin İnsan Hakları'na ilişkin tutumu için bkz. Die Kirche und die Menshenrechte (Dokumente 5, herausgegeben von der Papstlichen Kommission (Justitia e Pax, 1976) Papa XXIII. Jean Paul'un konuya ilişkin, Pacem in terris, s. 7'deki yorumu.

24)      R.H. Tawney,

Religion and the Rise of Capitalism, (Pelican Book, 1975), s. 274.

Birinci Bölüm

1)     Robin Lane Fox,

Pagans and Christians,

(Penguin Books, 1988), s. 30.

'Adlarını ilkin Hıristiyanlar vermiştir, Pagani.'

Sapkınlık, Ortodoksluk ve homodoxy için bkz. s. 31.

Religio ve supertitio için, bkz. s. 32.

2)     W.H.C. Frend,

The Rise of Christianity,

(Darton, Longman and Todd, 1984), s. 21.

3)     Benzeri bir önerme için bkz. Thomas Merton,

No Man is an Island,

(New York: Dell Pub. Co., 1957), s. 39.

'Her şey aynı anda hem iyi hem de kusurludur.'

4)      Adin Steinsaltz,

The Essential Talmud,

(Bantam Books, 1977, ss. 214-215; İbranice'den çeviren: Chaya Galai).

5)      Bertrand Russell,

Why I am not a Christian,

(Londra: Unwin Human Ltd., 1989), s. 26.

6)      Rolf Rendtorff,

Israels Glaube in der Geschichte,

(Die Juden, Güter Stemberger Hrsg.)

(Münih: Verlag C. H. Beck, 1990), s. 28.

7)      Mircea Eliade,

Das Heilige und das Profane,

(Suhrkamp, 1990), s. 97.

(Bu sonraki bir gelişmedir. Nominal olarak Hint ve Grek mistik felsefe unsurlarının Musevi öğretisine dahil olmasıyla başlamış­tır.)

8)      Ignaz Maybaum,

Trialogue Between Jew, Christian and Müslim, (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1973), s. 143.

"Kutsal Kitap İbranice'sinde böyle bir sözcük (kültür) yoktur. İsrail ibranice'sinde kültür'ü karşılayan sözcük ise elektrik'i karşılayan sözcük kadar yenidir."

9)      Peygamberlerin mecazi dili ve bunların yorumu Sir Isaac New- ton'un Observations Upon the Prophecies of Daniel, and Apocalypse of St. John'unda tartışılmıştır. (Londra: J. Darby and T. Browne, 1733. Tıpkı basım, Zürih, A. Altındal & Co., 'Modus Vivendi', 1985). Peygamber (-si) dil (-i) için bkz. ikinci Bölüm.

Sir Isaac Newton, a.g.y., s. 145 (diğer tartışmalar için bkz. bölü­mün bütünü).

10)     Fox, a.g.y., s. 33.

'Anadolu'da halk Kutsal ve Adil bir İlah'a şeref sunardı...' Kut­sal ateş için bkz. Lewis Mumford, The City in History,

(Penguin, 1979), ss. 150,182; Kutsal Yollar için bkz. s. 161.

11)     Theios aner kavramının farklı bir yorumu için bkz. Morton Smith'in makalesi: On the History of the 'Divine Man', (Paganis­me, Judaisme, Christianisme/Influences et Affrontements dans le Monde Antique/Melanges offerts a Marces Simon.

Paris: Editions E. De Boccard, 1978), ss. 335-345.

12)     Theodor Gomperz,

The Greek Thinkers,

(Londra: John Murray, 8. basım, 1969).

Cilt I, s. 150.

13)     Franz Rosenzweig,

The Star of Redemption,

Aktaran Maybaum, a.g.y., s. 59.

'Musevi herhangi bir şeye inanmaz, o, inancın kendisidir.' (s. 342)

14)     Franz Rosenzweig,

"Tanrı'yla birlikte, ama 'din'siz yürüyoruz."

Aktaran Maybaum, a.g.y., ss. 81 ve 168.

15)     Sir Isaac Newton, a.g.y., s. 145.

(Diğer tartışmalar için bkz. Bölümün bütünü).

16)     A Powell Da vies,

The Meaning of the Dead Sea Scrolls, (Signet Key Book, 1956), s. 90

17)     Onları Yoahim ve Hannah olarak tanımlayan İnciller değil, 'ge- lenek'tir (Hannah lütuf anlamına gelir). Aziz Hannah cultus'u 14. yüzyılda kabul edilmiştir. Bkz. Book of Saints.

18)     Böylesi bir kentin var olup olmadığı çağdaş tarihçiler ve ilahi- yatçılarca tartışılmaktadır. Alan VVatts'a göre, 'Nasıra' dal anla­mına gelirken Aziz Bernard bunu 'çiçek' olarak yorumlamakta­dır. Alan Watts.

Myth and Ritual in Christianity,

(Londra: Thames and Hudson, 1983), s. 116.

19)     Papa IX. Pius Yusuf'u resmen evrensel kilisenin koruyucu azizi ilan etmiştir. Ayrıca çalışanların koruyucu azizi sayılır ve 1 Ma­yıs günü ona hasredilmiştir. Bkz. Book of Saints, a.g.y., s. 320. Matta'ya göre Yusuf Yakub'un oğlu, (Matta, 1:16) Luka'ya göreyse (Luka 3:23).

20)     "Bu, İbranice Jehoshuah, Joshus ya da Jeshua'nın Grekçe biçimi­dir. Orijinal Grekçe IHCOYC olarak yazılır ve Hıristiyan simge­ciliğinde IC.IHC. ya da IHS olarak kısaltılır."

21)     Sukka 49 b.

Der Babylonische Talmud,

(Münih: Wilhelm Goldmann Verlag. Ausgewahit, übersetzt und erklart von reinhold Mayer, 1965), s. 101.

22)     Alan Watts,

Nature, Man and Woman,

(New York: Vintage Books, 1970), s. 168.

23)     Frend, a.g.y., s. 177.

24)     'Bakire Doğumu' genellikle Meryem'in El Değmemiş Gebeli- ği'yle karıştırılır. Bu İkincisi, 19. yüzyılda bir İman İlkesi haline getirilmişti. Bu fikir, Katolik dogmanın savunucularından Aziz Jerome'a (yakl. 341-420) dayanmaktadır. Aziz Jerome'a göre, Meryem'in annesi Hannah kısırdı ve kocasıyla gebe kalmadan yirmi yıl yaşamıştı.

25)     Esseneler ve Hakkaniyet Belleticisi iç in bkz. İskenderiyeli Phi­lo.

Quod Omnis Probus Liber,

Yaşlı Plinius,

Historica Naturalis,

V. Kitap, Bölüm 17 ve

Josephus, Wars of the Jews

Kitap XVIII, i. 5 ve Kitap XV, x, 5. çeviriler Davies'den, a.g.y., Ek.

26)     "Hıristiyan felsefi tarihi bir Hıristiyan'la değil, ama bir Muse­vi'yle, İskenderiyeli Philo'yla başlamaktadır", 'Philo', s. 137, H. Chadwick'den aktaran Frend, a.g.y., s. 50.

27)     Haham Maybaum'un da belirttiği gibi, 'Kutsal Kitap peygam­berlerine her zaman yakın olan Museviliğin kuramsallaşmış bir din haline gelmesine gerek yoktu... Musevilik kurumsallaşmış bir dinden çok, peygambersi bir harekettir.' a.g.y., s. 168.

28)      Bkz. Steinsaltz, a.g.y., ss. 24-25-26.

29)      Maybaum, a.g.y., s. 167.

30)      Maybaum, a.g.y., a.y.

31)      Alfred Kuen

]e Batirai Mon Eglise,

(Vevey: Editions Emmaüs, 1967), ss. 296-297.

32)      Kuen, a.g.y., s. 273.

33)      Kuen, a.g.y., s. 274.

34)     Çeşitli yazarlar Hıristiyan Maneviyatçılığı'ndaki huzursuzluk ve belirsizlikleri irdeleyip belgelendirmişlerdir. Bunlardan üçü­nü anacağım:

Hubertus Mynarek,

Religiös ohne Gott,

(Goldman Verlag, 1987);

Les Sects et l'Eglise Catholique,

Le Document Romain/Introduction de Jean Vernette delegue de l'Episcopat/Presentation de 200 groupes religieux (Paris, Cerf, 1986);

Max Bouderlique,

Sectes

Les manipulations mentales,

(Lyon: Chronique, 1990).

İkinci Bölüm

1)     VVilliam A. Christian Sr., a.g.y., s. 73.

2)     Christian Sr., a.g.y., s. 80.

3)    Sekiilerist deyimi George Jacob Holyoake tarafından icat edil­miştir. Holyoake kendini ateist denen kişilerden ayırt edebil­mek için, 1892'de Avam Kamarası'na kabul edildiğinde Kutsal Kitap üzerine yemin etmiştir. Holyoake İngiltere'de Ateizm ve küfür suçlamasıyla hapse mahkûm edilen son kişiydi. Bkz. Mic- hael J. Buckley.

At the Origins öf Modern Atheism,

(Yale University Pres, 1987), ss. 10-11.

4)     Bkz. Diana Wood,

Clement Vl/Pontificate and Ideas of an Avignon Pope, (Cambridge: Cambridge University Press, 1989), s. 1 ve 204.

5)    Christoph Güntert, Ludwig Schmugge, Aytunç Altindal (Hrsg) Strassburg und die Judenverfolgung 1348/49,

(Zürih: A. Altindal & Co., 'Modus Vivendi', 1991). İlk kez bu ki­tabın yazarı tarafından Avrupa'nın gündemine getirilen bu "Unutturulmuş" katliam, ABD'li Yahudi eğitimci Sonia Levitin tarafından romanlaştırılmıştır. Bkz: The Cure, NY. 1999.

6)     Patricia Crone-Michael Cook,

Hagarism/The Making of the Islamic World, (Cambridge: Cambridge University Press, 1977).

7)    'Appelantlar' 1600 yılında Roma'da ortaya çıkan bir grup sekü- ler din görevlisidir. Bkz. Edward Norman,

Roman Catholicism in Englandfrom the Elizabethan Settlement to the Second Vatican Council,

(Oxford: Oxford University Press, 1985), s. 43 ve s. 55.

8)     August M. Knoll,

Katholische Kirche und seholastisehes Naturrecht, (Neuwied: Luchterhand, 1968), s. 34.

9)     Knoll, a.g.y., aynı yerde.

10)     David E. Jenkins, Durham Piskoposu,

God, Politics and Future,

(Londra: SCM Pres Ltd., 1988), XII-XIII.

11)     Jenkins, a.g.y., s. 46.

12)     Watts,

Nature, Man and Woman a.g.y., ss. 161-162.

13)     John Dewey,

Reconstruction in Philosophy,

(New York: Mentor, 1950), ss. 152-153.

14)     Kuen, a.g.y., s. 57.

15)     Frend, a.g.y., ss. 97-98.

16)     Frend, a.g.y., ss. 91-97.

17)     Frend a.g.y., s. 93.

18)     Lewis Mumford The City in History'de şöyle yazar:

"Ne ki hayat bir kez, tanrıların benzeri olarak, böylesine kutsal­ca kavranıldığmda, kadim kentin kendisi bir cennet-benzeri ha­line gelip Roma dönemine dek böyle kaldı.", a.g.y., s. 86.

Pavlus olasılıkla bu benzerlikten (simulacrum) kendi Gentile Kilisesi'ni biçimlendirmede yararlanmıştır.

19)    Kadim Grek Logos kavramı, gerçekte dışsal, Seküler bir 'Keli­me' ve/veya 'Ilke'ydi ve Musevi 'Yol' ve diline kesin bir ihtiyat kaydıyla, sonraları dahledilmişti. Olasılıkla Philo'nun Logos'u kavrayış tarzı nedeniyle ilkin (Aracı olarak) İsa'da kişileştiril- miş, sonra Kutsal Ruh'la özdeşleştirilmiş ve en sonunda Tes- lis'in ikinci kişisi kılınmıştı. Ve usul uyarınca, Logos sonunda (İsa olarak) Kilise'ye hasredilmişti. Gizemli ve/veya sapkın (Heretical) biçimlerinde Logos 'var olan' (insanların gözlemle­yebileceği) ile 'var olan-üstü' (Tanrı) arasında nihai düzenleyici kuvvetin nişanesine indirgenebilir. Logos-İsa-Kilise ve 'var o- lan-üstü' için bkz. Rudolf Steiner,

Le Christianisme et les Mysteres Antiques,

(Cenevre: Editions Anthroposophiques Romandes, 1985), ss. 149-151 ve 154.

Üçüncü Bölüm

1)     Viktor Frankl,

The Will to Meaning, aktaran, Moshe Kohn, 'Man: Partner in Cre- tion' başlıklı makalesinde.

2)     Bkz. Moshe Kohn'un makalesi

'Shame proves us human, keeps us humble', (The Jerusalem Post, 14 Eylül 1991).

3)     Maybaum, a.g.y., s. 167.

4)     Jqhn R. W. Scott,

Basic Christianity,

(İngiltere: Inter-Varsity Pres, 1983), s. 92.

5)      Michael Baigent, Richard Leigh,

Verschluss-Sache /esus,

(Münih: Droemer Knaur, 1991),

Paulus, römescher Agent öder Informant?,

ss. 275-279. Ölü Deniz Yazmaları'na ilişkin daha eski bir tartış­ma için bkz. Philip E. Ross'un makalesi.

OverView: Dead Sea Scrolls,

(Scientific American, Kasım 1990).

Polemikler için bkz.

Edmun Wilson'un

The Dead Sea Scrools 1947-1969,

(New York: Oxford University Press, 1989), ss. 16.

6)      David-Christie Murray,

A Hıstory of Heresy, (Oxford: Oxford University Press, 1989), s. 16.

7)      Fox, a.g.y., s. 513.

8)      Frend, a.g.y., s. 102.

9)      Fox, a.g.y., s. 419.

10)     Russell, a.g.y., ss. 34-35. Luther dahi, 'Kimse dünyanın kansız yönetilebileceğini sanmasın. Sivil kılıç kızıl ve kanlı olmalıdır,' demekten kendini alamamıştı.

Bkz. Tawney, a.g.y., s. 110.

11)      Peter Hebblethwaite,

In the Vatican,

(Londra: Sidgwick and Jackson, 1986), s. 53.

12)      Frend, a.g.y., ss. 573-574.

13)      Buckley, a.g.y., ss. 38-39.

14)      Buckley, a.g.y., s. 363.

15)      Buckley, a.g.y., s. 2.

16)      Buckley, a.g.y., aynı yerde.

17)      The Book of Pon tiffs,

(Liber Pontificalis) Çeviren ve önsöz: Raymond Davis (Transla- ted Texts for Historian/Latin Series V. Liverpool University Press, 1989), ss. 1-3.

18)      Stewart Lamont,

Church and State/Uneasy Alliances,

(Londra: The Bodley Head, 1989), s. 71.

19)     Osservatore Romano, İngilizce, 29 Ekim 1984, aktarın Hebbletth- waite, a.g.y., s. 54

20)      Buckley, a.g.y., s. 27.

21)      NinianSmart,

The World Religions,

(Cambridge: University Press, 1989), s. 47.

22)      Hebblethwaite, a.g.y., s. 10.

23)      Bkz. Özellikle David Yallop'un,

Jn God's Name/An Investigation into the murder of Pope John Paul I, (Corgi Books, 1989).

24)      Joseph McDowell-Bart Larson,

Jesus, A Biblical Defense of his Delty,

(California: Campus Crusade for Christ, 1983), ss. 21-24.

25)      Liber Pontificalis, a.g.y., s. 2

26)      Liber Pontificalis, a.g.y., s. 4.

27)      Liber Pontificalis, a.g.y., s. 14.

28)      Liber Pontificalis, a.g.y., s. 74.

29)      Frend, a.g.y., s. 596.

30)      Paolo Prodi,

The Papal Prince, a.g.y., s. 121.

31)      Lamont, a.g.y., s. 18.

32)      H.C. Erik Midelfort,

Tnsanity and Culture/Understanding Popular Culture,

Steven L. Kaplan (Yay.)

(Mouton Publishers, 1984), s. 138.

33)      Giles Constable,

Renewal and Reform in Religious Life.

Renaissance and Renewal in the Twelfth Century'de,

Benson L. Robert-Constable Giles (Yay.), (Oxford; Clarendon Press, 1985), s. 47.

Deutzlu Rupert için ayrıca bkz. Jean Leclercq'in The Renewal of

Theology başlıklı makalesi, a.g.y., ss. 69, 77.

34)      Bkz. John Austin Baker'in makalesi

The Right Time, Feminine in the Church'de,

Yayınlayan: Monica Furlong,

(Londra: SPCK; 1984), ss. 163-177.

35)      David Flusser,

An Early Jewish-Christian Document in the Tiburtine Sybil,

Paganisme, Judaisme, Christianisme'de, a.g.y., ss. 153-183 ve ayrıca

Flusser'in Jesus’u (Hamburg, Rowohlt, 1968).

36)      Kuen, a.g.y., s. 42.

37)      Wood, a.g.y., s. 35.

38)      Dewey, a.g.y., s. 67.

39)      Yahveh (Kyrios) ve Elohim (Theos) için bkz. Frend, a.g.y., s. 214.

40)     "İbraniler arasında her yeni tarihsel felaket, seçilmiş halkın ken­dini kaptırıp koyverdiği günah âlemlerinden öfkeye kapılan Yahveh'in bir cezası olarak görülürdü... Onların gözlerini haki­ki 'Tanrı'ya çevirerek doğru yola döndüren tek etken, tarihsel felaketlerdi." Bkz. M. Eliade'nin The Myth of Eternal Return'ü, (Büyük Britanya: ARKANA, 1989), ss. 102-103.

Ayrıca bkz.,

I. Samuel 12:10,15.

DİZİN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A

Adcılar, 4

Apellantlar, 51 arcarius, 105

B

Birleşik Avrupa, 5

Bütünsel Görev, 35, 37, 38, 40, 51

c

Cebrail, 28

Circumcellionlar, 93

Cizvitler, 51

ç

çifte standartçılık, 49, 82

D

Deus-Absconditus, 20, dışsal iddia, 43

Doğu despotluğu, 17

E

eklesioloji, 88

El, 16

esirgeyici, 30

F

federatif birlik, 5 fideist, 84

G

gerçekçiler, 4

H

Haggadah, 62, 77

Hıristiyanlık, 2, 5, 25, 30, 32, 40, 50, 52, 53, 78,108,112, 127

i

ideal insan tipi, 39 in principo, 67 insan hakları, 6, 58

iyimserlik, 91

K

kairos, 110-111 karşıtlık, 25 kategorileştirme, 61 Kathenoteistler, 12 kayırmacılık, 49,123

kehanet, 13, 19-20, 26, 29, 32, 52, 60, 79, 97-100,113

khronos, 110, 111 köktencilik, 6, 38 kyrios, 114

L

laikleştirme, 1

Liber Pontificalis, 111

M

mandatum dei, 106

militan kilise, 49

N

nomenclator, 105

non sequitor, 54

O

otorite (adem-i merkezi), 52

P

Papalık Devleti, 124

papaz aleyhtarlığı, 124

Praeceptum imperetoris, 106

R

religiocrat, 89-92, 103, 123-124

S

sacerdotalist, 89, 102

seküler iddia, 43, 48-49, 90, 119

soyağacı, 31-32, 37

soyutlanma, 65, 67, 71

sözel imge, 124

substa nce premiere, 108

sürgün kiliseleri, 5

T

Tann'nın inayeti, 19

tapınma, 18, 22, 34, 101

tefsir-i konum, 35, 37

Tek-Tanrıcılık, 13


teleoloji, 84 teşuva, 22 Tevrat, 61 theios aner, 120 theos, 114 triad quid, 108

Y

Yahudi-Hıristiyan geleneği, 3 yazgı, 82

yeniden Katolikleştirme, 6

z

u

Zeitgeist, 23-24

unam sanctum, 105

zeit-onhe-geistk, 24

 

BOSTON COLLEGE

CHESTNUT HILL, MASSACHUSETTS 02167-3006

DEPARTMENT OF THEOLOGY

(617)552-3880

October 9,1992

Dr. Aytunç Altmdal

Modus Vivendi

Limmatquai 80

CH-8001 Zürich

Switzerland

Dear Aytun,

Thanks so much for the book, which I have found quite stimulating. I have enclosed a copy of the MLA style sheet for you, but your paper is already in that form. If you want expand your paper at ali or make any other changes, please have everything to me by November 15, 1992. The paper can be 10 pages, including footnotes, double-spaced.

Looking forward to meeting you again, perhaps in Graz.

Sincerely,

Donald J. Dietrich

Chair, Department of Theology

USA

September 24,1992

Dear Aytun,

Thank you immensely for your book, which delights me, as well as instructing me, as I know it will go on doing. You have a great gift for clarity, for presenting without reducing, and in this are give me many formulations to ponder, in a strange way, your conception of Jesus as secular Jew reminds me of John Michael Cuddihy's writing about nineteenth century Europe, in his chapter on Freud (The Ordeal of Civility).

Yours is a book I will be pleased to read över and över.

(I'm going to enclose, as further evidence of my devotion to certain kinds of cultural mixing, a poem called "Ginza Samba", which comes partly out of my experiences as a saxophone player.)

I am very pleased to know you, and hope we can meet again.

Best wishes,

Robert Pinsky

March 4,1993

O. Aytun Altindal

MODUS VIVENDI

8000, Zürich, Limmatquai 80

Dear Aytun Altindal,

This is to convey my belated thanks for your THREE FACES OF JESUS which I read while recuperating from a her­nia operation. I am pleased to report that I have survived both without ili effect. Seriously, I was intrigued by the thesis and often found myself smiling at some of the jabs. Scholarly, but not the conventional style.

With best wishes, sincerely,

Bernard S. Morris

** Romalı: Buradaki kullanımı itibariyle 'Roman'. Sadece Roma şehirlerinde ya­şayan anlamında değil; Roma İmparatorluğu'nun özgür yurttaşı olabilmek onuruna ulaşılmışhğı ve Helen-olmamayı simgeler. Dünyanın neresinde olursa olsun Romalıhğı ve ona özgü davranış, duyuş ve düşünüş bütünlü­ğünü ifade eder (y.n.).

• Esseneler. Çölde yaşayan, aralarına kadın almayan çok bağnaz bir Yahudi ta­rikatı (ç.n.J.



[*] İnsancıl: Buradaki kullanımı itibariyle 'Humane'. Beşeri olmak; insani olmak;

İnsanlığı esas kabul etmek; İnsan'ı hayatın merkezinde görmek anlamında­dır. Daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan 'Hümanizm' akımı Roma'daki bu düşünceden kaynaklanmıştır (y.n.)

Religio: Roma İmparatorluğu'nda religio kavramı, bireylerle tanrılar arasında var olan ve resmen kabul edilmiş, yerleşik düşünce sistematiği çerçevesinde rasyonel (akli temelleri) olan ‘Bağlar/İlişkiler’ manzumesi (bütünü) demektir.

Panteist: Canlılık-merkezli Tanrıcılık; Politeist: Çok-Tanncıhk; Heteroteist: Bir grup Tanrı'ya bağlılık, Katenoteist: Bir donem için belirli bir Tanrı'ya, başka dönemde başka Tanrı'ya bağlılık, (y.n.)

Syncretisın: Eş zamanlı bağlılık, eş-uyum bağlılığı, (y.n.)

[‡] Modiis Vivendi: Yaşam tarzı. Diplomaside yaşam tarzına müdahale edilme­yeceğini gösteren belge, (y.n.)

[§] Tetragranıınaton: Dört harften oluşan sözcük; özellikle İbranice'dekl. telaffuz edilemez sayılan ve Tanrı'nm Adı'nın gizemli simgesi addedilen YHWH ya da JHVII harfleri.

Türkçe'ye "Çıkış" diye çevrilen "Exodus” Yahudiler'in Mısır'dan çıkarak Ke­nan iline gelişleri demektir, (y.n.)

[††] Noolojik: Sadece akıl yoluyla bulunmuş, akılda var olan bilgi, (y.n.)

Gentile: Romalı ve/veya Anadolu'da yaşayan Helen kökenli kişiler (ç.n )

[§§] Sebt: Yahudiler için kutsal gün. Yahudi Şeriatı'nın en önemli yasaklar günü.

(y.n.)

[***] Eristik: Yüzeysel, görüntüyü gerçekten ayırmadan yapılan tartışma tarzı (y.n.).

‘ Kaya-, Rock. Hıristiyanlıkta iman demektir. Pier/Petro/Petrus/Peter, Kaya= iman demektir (y.n ).

[†††] Tanrı'nm Planı: Hıristiyan ilahiyatında 'plan' Tanrı'nm tasarımları demektir (y.n.).

[‡‡‡] Havari Pavlus: Gerçekte Anadolulu (Tarsuslu) bir Musevi'ydi. Asıl adı Saul idi. Grekçe biliyordu ve Helenist kültür içinde yetişmişti. Havari olmadan önce ilk Hıristiyanlara işkence etmişti (y.n.).

♦* Apokaliptik: Kıyamet'e inanmak; yakın Kıyamet belirtilerine inanmak (y.n.).

[****] Melkışedek: Eski Ahit'te söz edilen kral. İbrahim Peygamber'in yardımcı ol duğu kral. Melkisedek, İbrahim Peygamber'i 1 utsamıştır. Eski Ahit'te kim olduğu anlaşılamayan esrarengiz bir kraldır bu (y.n.).

[††††] Tabanıakl: Çadır. Musevilik'te Tanrı'nm kurduğu ve bulunmaktan hoşlandı­ğı yer (y.n.).

[‡‡‡‡] Yüreğin Sünnet Edilmesi, Musevilik'ten geçme bir deyiştir. Birey'in T.ını i nin Mutlak Tebliği'ne kesin inanç duyması keyfiyetidir (y.n.).

[§§§§] Musevilerin kendilerinden olmayanlarla dini konulan görüşmeleri, koıne.ı malan, yemek yemeleri vb. yasaktı.

Büyük Musevi Peygamberler ayrımı Musevilik'te önemli rol oynar. İsa'nın Kendi'ni özdeşleştirdiği kehanet Büyük Peygamber Kehaneti'dir (y.n.).

Sciolastic: Kelime ve kavramları kendi istemleri yönünde kullannıacılık l’avlus ilk Kiliseleri, Musevi Sinagoglarında başlatmış, sonra onları evlere taşıtmıştı (y.n.).

[*****] Uç İsa, 1989-1990'cla yazılmıştır (ç.n.).

[†††††] Henüz 3. yüzyılda yaklaşık 4600 elyazması İncil vardı. Bunlardan hiçbiri ke­limesi kelimesine diğerinin aynı değildi (y.n.).

[‡‡‡‡‡] Triad quid-. Bir mebde bağlı kalmak zorunluluğu olmayan üçüncü terim.

[§§§§§] Substance premiere (Fr.): İlk töz (ç.n.).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar