EDVÂR-I ÂLEM
kaddesellâhü
sırrahu’l âlî
“EDVÂR-I
ÂLEM”
den
PARÇALAR
Hazırlayan
Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
YENİ SAVAŞ
Matbaası
1967-İZMİR
Seyyid Ahmed
Hüsâmeddin Hazretlerinin
eserlerinden iktibas edilmiştir.
ÖNSÖZ
«Edvâr-ı Alem'den parçalar« ismi altında neşrettiğim bu kitap,
asrımızın büyük âlimlerinden Seyyid Ahmed Hüsâmeddin hazretlerinin (1313 — 189/) senesinde (Trablusgarb) de yazdıkları
«Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî» namındaki eserin «El Mirsâd» mecmuasında çıkan
kısımlarından iktibas edilmiştir.
(Muavvizeteyn) sûrelerinin tevil suretiyle mânâlarını ihtiva eden
bu büyük eserin aslı (1334 — 1915) senesinde vukua gelen Fatih yangınında,
müşârünileyhin yüzden fazla olan diğer eserleri meyanında, yanmış
bulunmaktadır.
Hâlen, yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen,
kıymetinden hiç bir şey kaybetmemiş bulunan bu mühim eseri, mümkün olduğu
kadar aslına sâdık kalarak, yaşayan lisanımızla tabı' ve meraklılarının istifadesine
arz etmeği ve bu vesile ile Ahmed Hüsâmeddin hazretlerinin hâl tercemelerini
okuyucularıma hulâsaten bildirmeği vazife addettim.
***
Seyyid-i
müşarünileyh hazretleri (H. 1264 —1848) senesinin Zemherire tesâdüf eden
Rebiül- evvel ayının üçüncü haftası Dağıstan'ın Rükâîl şehrinde dünyaya
gelmişlerdir. Pederleri (Seyyid Mehmed Said-i Rükâlî) hazretleri ve valideleri
(Şerife bint-i Abdullah) dır. İsm-i şerifleri (Ahmed) künyeleri (Eb-ül Haydar)
lakabları (Sefer Hüsâmeddin, Tevfik, Hamdi ve Abdülgafûr) o lup mühr-ü siyâdetleri
(Ni’m-er-Refik Ahmed Tevfik) dir. Tecelli eden esmâ-i ilâhiyeden (Gafûr) ism-i
şerifine mazhar olmuşlardır.
Pederi
Said-i Rükâlî hazretleri Rus hükümet ve idâresini kabul etmediğinden oğlu
Hüsâmeddin hazretleri ile birlikte (1277 - 1861) senesinde Kafkasya'dan (Puti) yoluyla
İstanbul'a hicret etmişlerdir.
Zamanın
sadrâzamı Ali Paşa, sâdât olmaları hasebiyle, maaş ve arazi vermek istemiş ise
de Said-i Rükâlî hazretleri bu teklifi kabul etmeyerek oğlu ile birlikte hac maksadıyla
Mekke-i Mükerreme'ye gitmişlerdir. Pederlerinin vefatı üzerine yalnız kalan
Hüsâmeddin hazretleri yaya olarak Me dine-i Münevvere ye gitmişler; orada
hâlini kimse ye arz etmeden münzeviyâne bir havat sürerek Hazret-i peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetinden feyz almışlardır. Bilâhare mânevî
bir emir ile Medine-i Münevvere'den ayrılarak Yanbu’ da kaymakam bulunan Halil Paşanın
delâleti ile İzmir'e çıkmışlar, pederlerinin vasiyeti üzere Denizli'de Şeyh
Hacı Hasan Feyzi Efendi ile buluştuktan sonra (1286-1870) Uluburlu'da
pederlerinin dostu Şeyh Hacı Mustafa efendinin nezdine giderek zaman-ı mevudun
hulûlüne kadar tedris-i ulûm ile iştigal buyurmuşlardır. Burada bulundukları
müddet zarfında İlmî ve fennî bir çok eserler vücûda getirmişlerdir. Hacı
Mustafa efendi, Hüsâmeddin hazretlerinin ilim ve fazlını ve siyâdetini
bildiğinden baldızını vererek akrabalık şerefini kazanmıştır.
(1300-1884)
tarihinde cedd-i âlâları hazret-i Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem den
telâkki buyurdukları bir emr-i mânevi üzerine Ankara vilâyetine bağlı
Sivrihisar kazasına giderek orada halkı hak ve hakikat yolunda irşad ve Kuranın
mânâsını açıklayarak öğretmek lütfunda bulunmuşlardır. Kısa bir zamanda
memleketin bütün münevverleri müşârünileyhin etrafını alarak, hazret-i Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden gelip kendilerinden akseden feyz ve bilgileri
almağa cehd ve gayret etmişlerdir.
Kur
an-ı kerimden ahz ve iktibas ettikleri bugünkü ilim ve fen ile dinin
hakikatlerini ve insanların maddî ve mânevî terakki ve tekâmül yollarını halka
tebliğ ve irşad buyurdukları sırada etrafa şayi olan İlmî şöhretleri bâzı garaz
sahibi kimselerin nefislerini tahrike vesile olduğu cihetle. sırf İslâmiyetin
yükselmesine vücûdunu hasreden bu muhterem seyyidi saraya başka türlü jurnal
etmişlerdir. Müvesvis ve evhamlı padişah Abdülhamid keyfiyetin Ankara valisi
Âbidın paşadan sorulmasını irade etmiştir. Âbidin paşa da seyyid-i
müşarünileyhe Ankara'yı teşrifleri ricacında bulunmuştur.
Hüsâmeddin
hazretleri, iki sene kadar Ankara’da kaldıktan sonra İstanbul’a ve bir müddet
sonra da (1305—1889) tarihinde Bursa'ya giderek,. burada kalmayı tercih
etmişler ve Maksem civarında bir medrese, bir mescit ve bir de ev inşa
ettirerek, ilim tedris ve talimi ile meşgul olmuşlardır. Memleketin nadiren
yetiştirdiği Hacı Kara Yusuf, Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavî
zade Hacı Sadık efendiler gibi bir çok kıymetli âlimler sohbetlerine devamla
zahirî ilimlerini mânevî feyizle tamamlamışlardır.
Bir
takım cahiller ve garaz sahibi kimseler seyyid-i kerimi burada da rahat
bırakmayarak saraya jurnal etmişlerdir. Abdülhamid, maaşlarına 250 kuruş
ilâvesiyle Trablusgarb'de ikametlerini irade etmiş, o zaman Bursa valisi
bulunan Münir paşa Hüsâmeddin hazretlerine bu iradeyi bizzat tebliğ etmiştir. Bir
müddet İstanbul’da kaldıktann sonra da müşârünileyh Canik vapuru ile Trablusgarb’e
hareket etmişlerdir. (1313—1897).
Trablusgarb’de
bulundukları onbir sene zarfında bir çok âsar vücûda getirmişlerdir. Ezcümle
«Tefsir-i kebir» ile «Müşahhasât-ı Süver-i Kur’âniye» namındaki değerli eserler
burada yazılmaya başlanmıştır.
Trablusgarb'de,
başta Müşir Recep paşa olmak üzere, askeri ve sivil erkân muntazaman
sohbetleriyle müşerref olmuşlardır. Bu arada, bilhassa, Fransız konsolosu sık
sık ziyaretlerine gelerek kendilerinden ilim tahsil etmiş ve Recep paşaya (Bizim memleketimizde olsa bu zâtın altından heykelini
dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var ki ilim ve fazlından istifâdeyi
düşünmeyerek kendilerini buraya nefyetmiş.) diyerek hayret ve
teessüflerini gizliyememiştir.
Hürriyetin
ilânından sonra Trablusgarb'den Recep Paşa ile birlikte İstanbul'a gelerek
yirmi gün kadar kaldıktan sonra Bursa ya azimet buyurmuşlardır. (1324—1908).
Bir
buçuk sene kadar Bursa'da kaldıktan sonra İstanbul'a avdetle Topkapı caddesinde
Çapa civarında sabık Konya valisi Ârifî paşanın konağını satın alarak
(1334—1918) tarihine kadar burada ikamet buyurmuşlardır. Bu müddet zarfında,
Sivrihisar'da bulundukları zaman yazmış oldukları. «Hakayık-üt-tecrid fi
Menâzil-it-tevhid» namındaki eser ile «Müşahhasât-ı Süver-i Kur'aniye» den
bazıları tab olunmuştur.
(1331—1915)
talihinde Sivrihisar'daki dostlarının rica ve istirhamları üzerine oraya
giderek iki sene kadar ikamet ettikten sonra tekrar İstanbul’a avdet etmişlerdir.
(1334—1918)
tarihinde İzmir'e giderek yirmi gün kadar kalmışlar, avdetlerinin üçüncü günü
vukua gelen Fatih yangınında yirmi edadan ibaret hane ve müştemilâtı kamilen
yandığı gibi Seyyid-i müşârünileyhin kendi el yazısı ile tahrir buyurdukları
asar ve müellefattan yüz ciltten fazlası her tarafı kaplayan yangın ateşinden
kurtarılamayarak kül olmuştur. Ancak, kerimeleri seyyide Fâtımatüz- zehra
tarafından yangından iki gün evvel bir sandık içine konulan «Müşahhasât-ı
süver-i Kur'âniye» ile diğer bazı kitaplar ve risaleler kurtarılmıştır.
Yangından
on beş gün sonra Bursa'daki hanelerine giderek bir buçuk sene kav ar burada
kalmış, bilâhare Balıkesir'e azimetle iki ay kadar ikamet eylemişler ve her gün
ziyaretlerine gelen yüzlerce muhibbine sûre-i (Fatiha) dan başlayarak (Fil)
sûresine kadar olan süver-i kur'âniyenin müşahhasât-ı celilesini tefsir ve
takrir buvurmuşlardır. Balıkesir'den Bandırma'ya gelerek burada da iki ay
kaldıktan sonra (1337—1921) Şubatında İstanbul'u teşrif buyurmuşlardır.
Bu tarihten
sonra Cerrahpaşa hastahanesi civarında bir ev satın alarak İstanbul'da ikameti
ihtiyar etmişlerdir.
Memleketimizde
Arapçaya vâkıf kimselerin günden güne eksilmekte olduğunu dikkate alarak halkın
maddî ve manevî ihtiyaçlarını vasıtasız tatmin edebilmesi için Kur’anı kerimin
nihayetsiz olan mânâsını burada yeniden takrire başlamışlardır. (AMME),
(TEBÂREKE) cüz-ü şerifleri ile (KEHF) ve (İSRÂ) sûreleri Türkçe olarak
basılmış, ayrıca bu tefsir-i şeriften her cüzün havi olduğu huruf ve kelimât-ı
müteşâbihat ve nükte ve rumuzâta ait (Vecize-tül-hurûf alâ manâtık-ıs-süver)
namındaki külliyatdan (AMME) cüzüne ait olan (Esrâr-ı Ceberût-ül Âlâ) namındaki
eser de yazılacak basılmıştır. Bunlardan başka, evvelce (Semerat- üt-tubâ min
ağsân-ı âl-i abâ) namındaki arapca eser (Mevâlid-i Ehl-i Beyt) ismi altında
Türkçeye çevrilerek (Makasid-i Sâlikin) ve (Zübde-tül Meratib) namındaki
eserlerle birlikte tab edilmiştir.
Bütün hayat ve mesailerini hakayık-ı dinîyevi talim ve halkı
irşad ve tenvire hasreden ve insaniyetin yükselmesine çalışan bu sevvid-i
muhterem II. Nisan. 1341 — 1925 tarihinde 1343 Ramazanının 18 ine tesadüf eden
Cumartesi günü öğle vakti intikal-i dâr-ı beka eylemişlerdir.
Seyvid-i
muhteremin hal tercemeleri yukarıda kısaca dercedilmiştir. Hayatları, tedkik ve
tetebbüe [derinlemesine
araştırma, okuma, düşünme, öğrenme. ] lâyık, bıraktıkları eserle
ise, bugün İslâm âleminde misli meydana getirilemeyecek derecede, yüksek bir
ilmî kıymeti haizdir.
Ömürlerini;
mübarek cedleri Hazret-i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin tebliğ
buyurduğu Kur'ân-ı azimde gizli olan mânâ ve hakikatleri, fen ve sanayii halka
izaha ve anlatmaya vakfeden bu seyyid, tefsir ve müşahhasât ile, çeşitli İlmî
ve fennî yüzlerce cilt eser yazmışlardır. İslamların ilmen ve ahlâkan salâh ve
saadetlerine sebep olacak dinî ve İçtimaî hususatı, hayat mücadelesinde terakki
ve tekâmül yollarını göstererek medeniyet ve insaniyeti şerh ve tefsir
buyurmuşlardır.
Eserlerinde
Astronomi, Jeoloji, Biyoloji, Tabâbet ve diğer ilim ve fenlere dair mevzularda
henüz keşfedilmemiş ve malûm olmayan bir çok noktalara tesadüf edilir. Bütün bu
değerli eserlerinin yegâne me'hazi Kur'ân-ı azîm-üş-şandır. Bu eserleri tedkik
ve mütalea edenler (râtıb ve yâbis) her şeyi muhit olan Allah’ın kitabının,
insanlara dünya ve ahrette saadet ve selâmetlerini tekeffül eden ne büyük İlâhi
bir lütuf olduğuna kanaat hasıl ederler.
Kendisiyle
görüşmek şerefini kazananlar, ruhî bir inşirah içerisinde saatlerce huzurundan
ayrılmak istemezlerdi. Tefrik etmeksizin, herkese lütuf ve mülâyemetle muamele
buyururlar, fukarayı doyurmağı severlerdi. Fakir veya zengin herkese aynî
tarzda hitap ederek hatırlarını sorarlar, refah ve saadetlerine dua
buyururlardı.
Konuşmalarını
dâimâ Kur'an-ı azîm-uş-şanın sûre ve âyetlerinin izah ve tefsirine hasr buyururlar
ve lüzum olmadıkça dünya işlerinden bahsetmezlerdi. Kurtuluş ve yükselmemiz
imkânlarının ancak elimizdeki kur an-ı azîm-üş-şanda olduğunu ifade ve beyan
buyurarak, mânâlarını zamanın ihtiyacına göre şerh ve tafsil eyleyerek, bu
mukaddes kitabın ne büyük bir İlâhî mucize olduğunu, şümul ve ihâtasım beliğ ve
açık bir dil ile izah buyururlardı. Her bahsi etrafıyla tahlil ve izah ederek
itiraz ve tereddüdü mucip hiç bir karanlık nokta bırakmadıkları için
dinleyenlerde tam bir inanış ve itminân hasıl ederlerdi.
***
Seyyid
Ahmed Hüsâmeddin kaddesellâhü sırrahu’l âlî hazretleri bütün hayatlarım Türk
milletinin tahsil seviyesini yükselterek cehaletten ve bilhassa taassuptan
kurtulmasına hasretmişlerdir. Bu keyfiyet eserlerinde aşikâr olarak
görülmektedir. Bundan yarım asır evvel (yer
yüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk ve milletimiz hüsrandadır.) buyurmuşlardır.
Derin
ve çok uzak görüşlü elan mübarek seyyid, İstiklâl harbi yıllarında millî
harekâtın her safhasını yakinen takip etmişlerdir.
(1338 —
1922) tarihinde Atatürk'e yazdıkları bir mektupta «Uzun bir zamandan beri milletin felâketiyle, salâh ve
felâhiyle uğraşıyorsunuz. Metanet gösteriniz.» Sözlerinden
sonra muzafferiyetin yakın olduğunu tebşir buyurmuşlardır.
Atatürk'e
karşı duydukları büyük itimat ve muhabbeti de şu sözlerle ifade etmişlerdir.
«Çi gam divâr-ı ümmet râ ki bâşed çün tü püştibân»
«Çi bâk ez mevc-i bahrân râ ki bâşed Nuh keştibân.»
Bu
beyti kendileri şu şekilde tefsir buyurmuşlardır:
«Sizin gibi âli bir kumandan sefine-i ehl-i
beyt muhabbeti mıntakasına dahil olunca emvâc-ı me- saipten ne zahmet çeker.»
MUKADDEME
«Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî» namındaki
eser için müellifi tarafından yazılan aşağıdaki mukaddeme, kitabımıza bir başlangıç
olmak üzere buraya aynen ve teberrüken dercedilmiştir.
Hâlik-ı lemyezel hazretlerine hamd-ü sipâs ve şükr-übikıyâs ederiz ki
avâlim- kevn-ü fesadı kudret-i fatıra-i samadaniyesiyle halk ve icâd buyurup
hakayık-ı eşyâyı vahdaniyet- kibriyâ penahîsine mir at-ı ibret ve basiret
ittihaz eylemiştir.
Salevât-ı kâfiye ve teslimât-ı vâfiye ol sebeb-i hilkat-ı âlemin olan
fahr-ül-mürselîn sallallâhü teâlâ aleyh-i ve sellem efendimiz hazretlerine
sezâvâr-ı arz-ü ithâfdır ki mahbûb-u hass-ı rabb-i zül-izze olmak ile zât-ı
akdes sıfât-ı nübüvvetlerinin meâli-i mukaddese-i risâletpenâhileri merâtib-i
ikan-ı beşerden müteâlidir.
Âl ve ashâb-ı zevil ihtiramlarının kadr-i istisna ve şeref-i müstesnaları
tarziye ve tekrimât-ı mü’minin ile bir kat daha ârâyişpezir-i mevki i ibcâî ve
ifdaldir.
Furkan-ı mübîn ki câmi-i ulûm-u evvelin ve âhirindir. Her bir nokta ve
harfi lâyuad ve lâyuhsâ hakayık-ı ilmiye ve şerâir-i kevniyeye masdar-ı zuhûr
ve tecelli olmuştur. İbârât-ı lafziyesini kıraat ve imlâ nasıl bir takım
malûmat-ı evveliyeye muhtaç ise şehid-i maâni ve ledünniyatını idrâk ve
müşâhede dahi bu babdaki maârif-i mahsusanın nüket ve hafâyâsına ilim ve vukuf
peyda etmeğe mütevakkıftır. Buna binaendir ki( Men fesserel kur'âne bireyihi
fekad kefer) buyurulmuştur. Hod be hod kur’ân-ı kerimi tefsire kıyâm eden kimse
nikab-ı elfâz ve kelâm ile hakayık-ı kur'âniyeyi setir ve maâni-i şerifesinin
derk ve tefehhümünü işkâl etmiş olur. Çünkü vücûda getirdiği eser tehecci-i kur
an ilm-i mahsus ve mübecceline adem- terafukundan dolayı âdeta terceme-i
lafziye hükmünde kalır. Halbuki elfâz-ı kur’âniyenin müradif ve müşabihini idrâk ederek edilen
nakil ve terceme ile şerâit-i lâzimesini istihzar ve telâkki ile bir ilm-i
yakîn hâsıl ettikten sonra yazılacak tefsir ve verilen mânânın başka başka
olması icabeder. Bu yolda müdevven ve erbabına mahsus bir ilim olup asr-ı saâdettenberi ehli
meyanında tedavül edegelmektedir.
Şu mukaddimatı arzdan maksad tefsir-i kur'ân-ı kerim gibi bir emr-i azîmin
meksûbâta tevakkuf eden cihet-i İlmiyesinin böyle bir esas-ı mesûn-ül indirâsa
müstenit olduğunu ve asıl (Verrâsihûne fil'ilmi) mertebe-i bülend ve pür
mealisinin cehd-ü amel ile beraber mevhûbât-ı ilâhiyeye menût bulunduğunu der
hatır ettirmekten ibarettir.
Kur'ân'ı azîm-üş-şânın maâni-i lafziyesi mir'ât-ı istidatta zuhûr eden bir
lem'a ve bir akistir ki cemî-i efkârı muhittir. Şemsin tulûiyle eşyanın vücûd
ve suret gösterdiği gibi levh-i istidattan miin’akis olan cereyan dahi elfâz ve
savttan teâküs eder. Bunun için tercemelere Kur'ân denilmez. Belki müellifine
nisbetle kendisine mahsus bir tefsir denilebilir.
Kur'ân tamamiyle terceme edilemez. Yalnız tercemesine kıyâm ve bu babda dikkat ve ihtimam edenler kendi
ilim ve istidatları nisbetinde envâr-ı mukaddese-i Kur'ândan iktibas ettikleri
efkâr ve malûmat) ifade ve beyan edebilir ki bu da deryadan bir katre, şemsden
bir zerre mesabesinde kalır. Vâkıa lisan gibi şânı yalnız nâtıkiyyete
âlet olmaktan ibâdet bir mizâb-ı sağirden maddeten mahsûs ve mer'i eşyâdan mâdâ
gayri mahsûs ve gayri mer'i mevcûdâtı bile ihata eden böyle âlemî muhit bir
derva-yı-azîmin cereyan ettirilmesi haric-i imkandır. (Vallâhü min
verâihim muhit belhüve kur'ânün mecid).
Kur'ân-ı mecidm ihtiva ettiği havass-ı eşyaya ilim peyda ederek bütün
bunları bir lafz ile tefhim ve tibyan muhaldir. Bu hâl güneşin âlemi şaşaadâr
eden tekmil şuâını mecmû-u sukûp ve manâf izi sedd-ü bend ederek yalnız bir
menfez bırakmakla sırf ona maksûr ve münhasır addetmek gibi bedahete karşı son
derecede sarih bir azv-ü bühtandır.
Zamanımızda ulûm-u dinîyenin mebnasını tezelzüle uğratan bir takım
itikadât-ı sehifenin maatteessüf meydan alarak revaç bulmakta olduğunu dil-hûn
ve müteessir bir nazar ile görmekte ve şu hâlin başlıca esbabının halkımızın
itikad ve amel hususundaki kevve-i namiyelerini ciddi surette inkişaf
ettirmemekten ibaret zan eylemekte idim. Bu babdaki tetkik ve tetebbüâtım zannımı
kanâat derecesine getirdi. Mahza envâr-ı islâmiyeyi şaşaapâş-ı âfak edecek
ulviyyet-i kur’âniyenin a’yün-i iptisâr önünde irâe ve izhârı ve gitgide bir
seylâb-ı müthiş hâlini almakta olan evham ve zunûn-u bâtıla cereyanlarına
karşı ezhân-ı islâmiyânda İlmî, dinî ve itikadı esâsâtı tesbit ve istikrârı
maksadiyle yazmış olduğum (Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî) namındaki şu
eseri ahlâfa yadigâr ettim. Cenâb-ı Hak ümit ettiğim feyz ve tesiri halk
buyurursa bu suretle ben de nâil-i ecr-ü sevap olurum. Ve minallâhittevfik.
Trablusgarp 1313
Seyyid Ahmed Hüsâmeddin
(kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى
اله وصحبه وسلم اجمعين
«EÜZÛBİLLÂHİMİNEŞŞEYTÂNİRRACİM BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHİM»
«ELHAMDÜLÎLLÂHÎ RABBİL ÂLEMİM VES-SALÂTÜ VESSELÂMÜ ALA HAYRÎ HALKİHİ MUHAMMEDİN VE ÂLÎHİ VE SAHBİHİ ECMAİN»
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ 1 مَلِكِ النَّاسِ 2 إِلَهِ النَّاسِ 3 مِن
شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ 4 الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ 5
مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ
6
«KUL EÛZÜ BÎRABBİNNÂSİ MELTKİNNÂSİ İLÂHİNNÂSİ MİN ŞERRİL VESVÂSİL HANNÂS,
ELLEZİ YÜVESVİSÜ Fİ SUDÛRİNNÂSİ MİNEL CİNNETİ VENNÂS»
(Muavvizeteyn) adı ile anılan iki sûre-i şerife peygamberimiz efendimizin
müşahhasâtındandır.
Müşahhasât: Allâh ile kul arasında vârid olan münâsebât demektir. Gerek hidâyet gerek
dalâlet -hangi isme mahsus ise- atâ-yı esma[1] dan nüzûl eder. Atâ-yı
esmâdan vârid olan leyz mahlûka mevdû olan istidâda gelir; ilâhî varidatı,
istidadında gizli olan hakikat tohumu ile ibraz ve izhâr eder. Kul,
irâdesi hasebile, talip; Allah ise haliktır. Meselâ: eliyle güzel yazı
yazmayı arzu eden bir kimse kendinde gizli olan istidadın sarf ile çalışırsa
murâd ettiği şey (yâni güzel yazı yazmak) husule gelir. Murâd ettiği şeyin
husule gelmemesi ise kendisinin irâde ve çalışmasındaki noksanlıktan ileri
gelir.
Atâ-yı esmâ menzilinden zemine vârid olan füyûzatın mtivâzenesi, mahallin
istidât ve kabiliyetiyle mütenâsiptir.
Âyet-i kerimede (RABBÎNNÂS, MELÎKİNNÂS, İLÂHİNNÂS) nazm-ı çelil terindeki
(NÂS) ın zaruret ve ihtiyâcı nisbetinde kendine muzâf olan şeyler, yâni (rab,
melik, ilâh) teaddüt etmiştir. Zirâ, insanların terbiyeye, mülk ve maişete,
ilâha ve ibâdete ihtiyacı vardır. İster istemez bunlara muhtâçtır. Muzâfın
teaddüdü de muzâf-ün ileyhin ihtiyâç ve zarureti nisbetindedir.
Bir rübubiyet ismi, sıfat olduğu takdirde, merbubda istenilen sevkiyat
hâsıl olur. Diğer isim sıfat olursa mevsufun sıfatından sübût-u ru’yelini
istilzam eder. Eşyâ Allahın sıratlarının mir'atıdır. Hazreti Mûsâ'nın
Cenâb-ı Hakkı mir'âtı cebelden rü'yet buyurduğu gibi. Halbuki cebelin subut ve
istikrarı el'an mukarrer ve muhakkaktır . Bu takdirce eşyâ,
vech-i ahadiyetin sıfatının mir’âtı olup teaddüt ve isdidâdı miktarı, vech-i
ahadiyete muzâf olan esmâ sıfatından müşahede olunur. Cebelin, cebel olmak
itibârile, sükûn ve istikrarı malûmdur. Cenâb-ı Hak rü'yet-i cemâlini, sükûn
veyahut hareketi hâlinde cebelin istikrârına talik eyledi. Bu ise, cebelin
yaratılış hâli olmak hesabile Hazret-i Mûsâ eşyânın vücûdundan Hakkın vücûdunu
müşahede buyurdu. Hangi cisim olursa olsun tabiî vücûdu, istikrarında mutlaka ve dâima esirî
tesirlerle müteessirdir. Hiç bir sâkin vücud yoktur. Fakat cisimlerin
duruyor gibi görünmeleri tabiîdir. Allahın cebele olan tecellisini Mûsâ aleyhisselâm,
bilmüşahede gördü, ki cebelin bütün eczası parçalanmış fakat yerinde sâbit ve
hareketsizdi. Bu tasarruf bütün cisimlerde mevcuttur. Nazar-ı risâlet penâhilerinde
hattâ katı cisimleri dahi istikrarları hâlinde müteharrik gördü. Kendine
baktı, vücûdunda da bu İlâhî kanunu müşahede ederek kendilerini bir sa'k
hâleti istilâ etti, yâni düşüp bayıldı. Ayıldıktan sonra, eşyada Hakkın
vücûdunu görmesi üzerine, bu görüşün iman ve İslâmın ilk mertebesi olduğuna
şehâdet buyurdu.
Allah-u Teâlânın isimlerinden her bir isim için zâtî mezâhirden ona âit
muayyen bir hisse vardır. Gerek ef’al ve gerek esmâ, ihâta ve vüs'at cihetlerine
nazaran, birbirinden daha geniş ve daha şümullüdür. Bâzısı bâzısına asıl ve
kök, bâzısı bazısına tâli ve tâbi gibidir. Her ismin kemâli bir mazhardan
zuhûr ve o hakikat ile diğer isimlerden ayrılır.
Arifler eşyanın sıfatını, mutassarrıfı olan esmâdan görüp, eşyâya ilim ve
vukufu, işbu esmâ ile tahsil ederler. Memnu olan bir şey varsa o da eşyanın
hakikatlerine vukufsuzluktan ibârettir. Cebelin hareket hâlinde istikrârını
muhâl ve memnu hükmedenler, katı cisimlerin istikrârı bâletinde hareketini
göremeyen kimseler gibi, eşyâyı bilmemekle mâzurdur. Meselâ: katı cisimlerden
demirin istikrâr hâlinde hareketi his olunmaz; fakat bu demirden bir kurşun
kalemi miktarı tedârik ve bir tarafı mengeneye veyahut sabit bir mahalle tesbit
edilerek demirin öbür noktası hizasında mâkul nisbet uzaklığında bir cisim
bırakıldıktan sonra o demir ısıtıldığı zaman mukabilinde bulunan cisme temas
ettiği görülür. Mezkûr demirin karşısında bulunan cisimler eğer bir tel ile
raptedilse katı cüzülerde vâki olan câzibe kuvveti tâyin olunabilir.
Dâne, ki (buğday) katı halde tasavvur olunur. Yere ekilen buğday Allah’ın
kudret elinde türlü türlü kalıp ve şekillere giriyor. Evvelâ yerden sap hâlinde
zuhûr ve sonra yaprak ve başak hâsıl ederek tekrar buğday oluyor. Evvelki dâne
yaprak, sap ve başak oldu. Başaktaki efe neler atâ-yı esmadır. Bir buğdayda
görülen şu devir ve sükun hakikaten insanı hayrete düşürecek derecede rabbani
kudret ve azamete tam bir kemâl delilidir. Sair eşyadaki hareket ve sükûn dahi
bunun gibidir. Altı ay zarfında, ekilen buğdayın (EDVÂR-I ÂLEM) i devrederek eski vücûduna olan avdeti
hakkın tasarrufuna açık bir nümunedir, ki arifleri hayrette bırakan derin ve
ince meselelerdendir.
Gerek uzvî ve gerek gayri uzvı cisimler iki vecih üzre dâima devrederler.
Bir vechi, hayatı talep ve hayata vusûl; diğer vechi memâtı talep ve ademe
vusûldur. Birincisine küçük devir, İkincisine büyük devir denilir. Küçük
devirde vücûdun hususiyetlerile mümtâz olup müstait olduğu sıfatlarla zuhura
gelir ve mevsuf olan sıfatların hükmünü kendisinde bularak mutassarrıf olur.
Büyük devirde başkasının vücûduna bir harf olarak başkasının vücûdu ile kaim
olup zât ve sıfât âleminde tegayyürât ve tahavvülâta uğrar.
(İnsan-ı Kâmil) in yüksek ervâh âleminden, inerek bu âleme zuhûru
keyfiyeti: (HEL ETÂ ALEL İNSÂNİ HİNÜN MİNEDDEHRİ LEMYEKÜN ŞEY'EN MEZKÛRÂ)
(Ceberût) âleminden emir olarak (Melekût) âlemine nüzûl edüp (Lâhût)
(Nâsût) ve (Milk) den ibâret olan bu beş âlemden her bir âleme nüzûl eyledikçe
hemen kendisine vedia olan levh-i istidada muzâf olduğu halde diğerine nüzûl
eder. Her âlemde o âleme münâsip bir vücûd ile kaim olur. Hayâli vücûd
(Teshik-ı Unsuriyet) e [2] nâil olarak sübût âlemi,
yâni ruh nâmiyle mümtâz kılınır. Cenâb-ı Hakkın zâhir elinden alıp boğazımızdan
geçtikten sonra mânevi eline verdiğimiz erzak ve yiyecekler, ki kan vasıtasıvle
vücûdumuzu teşkil ve hayatımızı devam ettirir. Yâni zâhir bâtına tahavvül
eyler. İşte, bu keyfiyete (Teshik-ı Unsurı) itlâk olunur. Bu itâ olunan
vücûd nüfus-u külliyeyi talip olduğundan kendisine isdidâdı nisbetinde nüfus-u
külliye itâ kılındı. Bu itâ kılman nüfûs-u külliye beşerî bir vücûd istedi. Bu
istek üzere âlem-i ekberde insan bir insan-ı ekber oldu. Bu insanı ekberin her
iki tarafında vâki olan nübüvvet (Nübüvvet-i mutlaka) Melekûtiyet âleminden
Nâsûtiyet âlemine bir şuunât-ı İlmiyede mümtâziyet ile âdemiyet şerefine nâil
oldu.
(Fazl-ı Tekvini) [[3]], kendisine nübüvvet olmak
üzere tevdi kılınan nübüvvet, diğer bir nübüvveti müstelzim olmasıyle risâlete
müstenit oldu. Bu risâlete istinât ancak bir kitabın nüzulüne sebep olarak
(anâsır-ı erbaa) da [Hava, ateş, toprak, sudan ibaret olan dört unsur.] karar
kıldı. Beş âlem toprak unsurunda mündemiç kılındı. Âlem-i kevnin tasarrufu
altına girdi; Melekûtî istidat, ki medâr-ı risâlettir, onu terbiyesi ağuşuna
aldı. Atâ-yı esmâ ve atâ-yı sıfât ile unsur âleminde mündemiç olan (Hazerât-ı
Hams) i tevsi ve terbiye ederek nübüvvet-i mutlaka (misâl-i mutlak) âlemi
suretine girdi. Nübüvvette iken mezkûr olmayan bir vücûd, mezkûr eşyâ meyanında
isbât-ı vücûd eyledi.
İsbât-ı vücûd için olan takazası, baba sulbünde zuhûr eden vücud-u
nübüvvet-i tekvini, ki zuhûrunu muttalip oldu, babanın sulbünden ana rahmine
nüzul ederek vücûd-u müstaille, mu’telle hâlini aldı. Ana rahmine nüzulünde bir
alak [Kan pıhtısı.] suretinde bulundu. Etrafını muhit olan gışâ [Örtü, perde], ana menisiyle muhat olduğundan bu gışâ vâsıtasiyle tegaddiye başladı.
Annenin hayâtını bu çocuğun hayâtına rapteden rutubet tekeyyüf ve tekasüf
ile alakıyet hâlinden ceniniyet hâline tahavvül ederek kandan habil mecrâsiyle
tegaddi eden bu vücûdun istikmâlini anne üzerine aldı. Kendi vücûdundan bu
çocuğa bir beşeriyet hil'ati giydirdi.
Bu beşeriyet vücûdunun ikmâlinden sonra zuhûr âlemine gelip zâhir bir insan
oldu. Zuhûra gelen bu insanın beşeriyet âlemine ilk ayak bastığı zaman
sığınacağı yer şefkatli annesinin âguşudur.
Bu nokta, zâhire kadar niizûlde (BİRABBÎN- NÂS) vazifesini ifâ eden
(Sedene-i Seb'a) [Hayat, ilim, semi’, basar, irâdet, kudret ve
tekvindir.] dır.
İstidat ile beşerî vücûd arasında olan münâsebetlere (Tekvin-i vücûd)
denilir, ki hep istidat masdarından tecelli eylemiştir.
(VALLAHÜ YEKÛLÜLHAKK VE HÜVE YEHDİSSEBİL)
2.BÖLÜM
Cenâb-ı Rabbinâs, beşeriyette insanların ilk mürebbiyesi olan müşfik
annenin kalbine merhamet ve şefkat ilhâm ederek yeni doğan çocuğun vücûdunu
tam mânâsiyle terbiye ve hayâtını muhâfaza ve ona hizmet ettirir. Henüz teklif
dâiresine girmemiş olan o mâsûmu rübûbiyet âleminde işitme ve görme sıfatlarına mazhar eyler.
Beşeriyet âleminde evvelâ, insana, ilim hasebile işitme, kudret hasebile görme tevdi
kılınmıştır. Bir çocuk dünyaya geldiğinde evvelâ bu iki his ile bizim
hareketlerimizi tâkip eder. Hep bizi anlamak, bizi taklit etmek üzeredir. Bu
his ile bize bir alışkanlık peyda ederek şahsımızı, lisânımızı, hareketlerimizi
öğrenmeğe çalışır ve devam eder.
Çocuk, doğduğu andan tâ muayyen bir vakte kadar her şeyi hava gibi görür.
Kesif bir duman bacadan çıkarken yukarıdan ocak içerisine gelen renkli ziya
gibi ziyayı, görme cihazının ikmâlinde eşyayı, zaman ile de insanları görür.
Sonra annesini ve sâireyi bilir. Böylece işitme cihazları da kemâl buldu mu
sesleri işitir. Sabinin dimağı henüz su hâlinde olduğundan işitme ve görme âsâp
ve adalelerinin ancak intizâma yakın bir hâle girmesi için en az kırk gün
geçmesi lâzımdır.
Anneler insanın kıymetli olan bu ilim uzuvlarını ziyâ ve rüzgâra mâruz
bulundurmamalıdır. Zirâ, kulaklar rüzgâra ve gözler de ziyâya mâruz olunca çok
kıymetli olan bu uzuvlar gelen hava ve ziyâya henüz mukavemet edemeyeceğinden
esâs mevcudiyetlerinin bozulmasını mucip bir ârızanm zuhuruna meydan verilmiş
olur. Masumun vücûdunu bu gibi ârızalardan korumak lâzımdır.
Bir kadın hâmile iken kendi vücûduna yorgunluk verecek acır işlerden ve
usandırıcı meşgalelerden çekinmelidir. Ceninin vücûdu annenin vücûduna merbut
olduğundan kendisi ne kadar rahat ederse ceninin de vücûdu intizâmını o
nisbette muhafaza eder. Dar ve sakil, yahut harareti muhâfaza ve soğuğa
mukavemet edemeyecek elbise giymemelidir. Velhâsıl vücûdu yoran her şeyden
sakınmalıdır.
Çocuğun henüz kemik ve adaleleri münâsip katılıkta bulunmadığından her
vaziyette onu uygun surette tutmalıdır. Buna dikkat edilmezse eğe kemiklerinde
eğrilik peyda olarak çocuğa bir nevi kanburluk ârız olur. Yemek yemeğe
başladığı zaman yiyip içeceği, gayet çabuk hazmolunan gıdalardan hazırlanmalı
ve seçilmelidir, ki sabinin mide ve bağırsaklarında olan hazım kuvvetine hiç
bir suretle fenalık gelmesin. Zirâ, hazım cihâzı olan mide ve bağırsaklar, ilim
cihazı olan his uzuvları, kudret cihâzları olan el ve ayaklar, tefekkür cihâzı
olan hayâl, akıl ve zekâvet cihâzları olan dimağ ve âsâp, teneffüs cihâzları
olan ciğer ve göğsün muhâfazası annelerin başlıca kudsî vazifelerindendir.
Bu vazifeyi hakkile ifâ edebilmek için annelere bir doktor kadar
sağlığı koruma bilgilerini öğretmek ve ondan sonra çocuğu onun idâresine vermek
lâzımdır.
Bu hususa bilgisi olmayan annelerin dikkatsizliği yüzünden bir çok
mâsûmların, henüz beşikte iken açılmadan solmağa başlayan bir gül gibi, az bir
zaman içinde izleri silinir. Kalbinde babalık hissi besleyen babalar
bu hâle karşı lâkayt davranmamalıdır. Annenin şefkat ve merhametten teşekkül
etmiş bir muhabbet nümunesi olan kalbindeki evlât acısını hafifletmeğe çalışmalıdır.
Çocuğunun ziyânına kendi bilgisizliği sebep olduğunu lâyık ila takdir eden bir
anne, çocuk terbiyesine müteallik sıhhat kaidelerini öğrenmekten hiç bir vakit
çekinmez. Bu ciheti temin için, her şeyden evvel, anne olacak kızlarımıza çocuk
büyütmek, beslemek ve terbiye etmek hususlarında etraflı malûmat vermeliyiz.
Hakkile anne olan bir kadın, arızasız bir kaç çocuk büyütürse milletine,
vatanına hizmetini ifâ, borcunu edâ etmiş addedilerek kendisine bir ihtiram
mevkii hazırlar.
İnsanın en kıymetli olan fikrini ve hayat menbaı olan ciğerlerini serbest
bırakmak, yâni çocuğun çok ağlamasına meydan vermemek icâbeder. Çocukların her
hususta muhafazasına dikkat ederek, onları oldukça açık ve berrak havalarda teneffüs
ettirmelidir. Koku alma cihazı, dimağ için kıymetli olduğu kadar kolaylıkla
tehlike tevlit edecek bir uzuv olması itibârile gayet itinâ ile muhafaza
olunmalıdır. Çocuğun ağız ve burnu vâsıtasiyle dimağı, açık ve saf havalarda
vüs'at ve kuvvet bulduğu gibi, rüzgâra mâruz olduğu takdirde bil’akis bir
takım fenalıkların zuhûruna sebep olabilir.
Hâsılı o minimini mâsûmun hayâtını devam ettirmek için vücûdunu her
ârızadan muhafaza eden müşfik anne bu suretle ciğerpâresi olan evlâdının
sıhhat ve saadetle yaşamasına hizmet etmiş olur. Çocuğun en mühim gıdâsı
annesinin sütüdür. Süt, annenin vücûdundan bir cüzü olduğu gibi çocuğun vücûdu
da yine o unsura mensuptur. Aralarında fevkalâde bir hüsn-ü münâsebet
bulundurun* dan hüsn-ü imtizaç dahi bulunması tabiîdir.
Ârızalardan çocuğun vücûdu muhafaza olunduğu kadar annenin vücûdunu da
muhafaza lâzım ve zarurîdir. Çünkü anneye arız olan mizaç bozukluğu, gıdâsı
vâsıtasiyle aynen çocuğa sirayet eder,
Bu gibi ârızalardan anneler kendilerini ciğerpareleri o minimini vücûda
hürmeten muhâfaza ederek uzun müddet çekmiş oldukları zahmet ve meşakkati
gözönüne alarak o mâsûma merhamet etmelidirler.
Çocuklara arız olan fenalık ekseriyâ yukarıda zikrolunan cihâzın her
birinde ayrıca tesir eder. Ufak bir sebeple sonradan o arızalar meydana çıkar.
Marazî istidât denilen şey işte budur. Mâsûmların göz, kulak, el ve ayak, ciğer
ve bağırsaklarını, sütten kesme zamanına kadar olsun iyi muhâfazaya dikkat
etmek lâzımdır.
Diş çıkarırken lînet, istifrağ ve buna benzer bâzı ârızalar zuhur ederse
hemen çocuğu ilâç ile tedâvi etmemelidir. Öyle bir zamanda
çocuğun ilâcı annesinin sütüdür. Bu süt temizliğe uygun bir surette
bulunmalıdır. Anne, çocuk meme emdikten sonra ve emmezden evvel memelerini
sıcak su ile yıkamalıdır.
Sabinin dişleri tamam nizâmına girdi mi fıtâm (yâni sütten kesme) zamanı gelmiş demektir.
Fıtâmın müddeti iki senedir.
Fıtâmdan sonra altı yaşına kadar serbest bırakmalıdır, ki çocuk bir miktar
fikir genişliği ve îstiklâliyet kazanabilsin. Zirâ üç, dört yaşındaki bir sabî
hiç bir vakit terbiyeye muhâtap olamaz. Bu müddet içinde yalnız sabinin fikrini
muhafaza lâzım geleceğinden hayâlı şeyler ile çocuğu terbiye etmemelidir.
Kuruntu ve evhamlanma hassalarına tesir edecek şeylerden muhâfaza eylemelidir.
Bundan sonra oyun sırasıdır.
Mâsûm iptidâ renkleri, sonra cisimleri ve tedricen eşyayı seçmeye başlar.
Eğer bir sabî kırk adet eşyânın isimlerini muvafık surette sayabilirse
mektebe gönderilmek çağı gelmiştir.
Terbiye kabulü zamanının iptidası, çocuğun mektebe başlayacağı zamanı
gösterir, ki baba ve annesi o mâsûmu feyz alması için mürebbisi olan bir
muallime tevdi ederler.
Minimininin mâsûm kalbinde yeni yeni fikirlerin uyanmasına ve (A) yı (B)
den. (B) yi (C) den fark ederek bunları tatlı sesiyle okumasına artık muallimi
hizmet eder. Bu bilgi farkı, gitgide eşyâyı hassa ve alâmetleriyle tanımak ve
temyiz etmek suretiyle artmağa başlar. Bu arada Kur'anı kerim okutmak,
tahammülü miktarı ezberlettirmek ve dinimizin kaidelerine ait itikadî
meseleleri bildirmek, İslâm âdâbı ile peygamberimize muhabbet ve saygı
göstermeği öğretmek de lâzımdır. Zirâ, bu yaşta tahsil etmiş olduğu ilim esâs
olduğundan çocuk bir kere meleke
kesbetti mi kolay kolay bunları zihninden çıkarmaz. Ancak, muallimlerin, çocukların
bu kabiliyetini düşünerek tâlim ve terbiyesinde çok dikkatli olmaları lâzım
gelir.
Çocuklarınızın iyi terbiyeye mâlik olmasını isterseniz onları âdil bir
muamele altında yaşatınız. Bir kimseye Cenâb-ı Hakkın evlât verip onu evlâdı
olmayanlardan mümtâz etmesi ona mahsus İlâhî bir lütuftur. Buna mukabil o da
sâhip olduğu çocuk ile çocuklaşmalı yâni o mâsûmun gönlünü almalı,
ferahlandırmak ve terbiye için onun ahlâk ile ahlâklanmalı ve kendisinden büyük
adamların gösterebileceği tavır ve muameleyi beklememelidir.
Çocuklarınızı, millî fikirlerini muhâfaza edecek derecede iyice terbiye
etmeden ecnebî mekteplerine vererek milletine, memleketine karşı bigâne
vaziyette kalacak surette ecnebîleştirmeyiniz. Zirâ, bu yaşta çocuğun masûmâne fikrine giren millî fikirlere karşı
kayıtsızlık aslâ kabili islâh değildir. Bütün ömrünü perişan bir hâlde geçirmesine
sebep olur. Ana ve babasına dahi itâatı kalmaz; onların hareketlerini hakir
görür. Müslümanların bütün ahvâli ona başka surette görünür. Hiç bir kimse ile
ülfet ve ünsiyet edemez. Fen ve san'attan maada ecnebiden tahsil ettiği fikir
ve ahlâk ana ve babasıyla bütün Müslümanlara muhâlefetten ibâret olur.
Bir baba evlâdını kendine ve kendisinin mensûp olduğu devlet ve millete
hürmet ve muhabbetle bağlayarak ısındırmaksızm ecnebi terbiyesi altına
bırakırsa evlâdı ile hiç bir zaman hüsn-ü muamele üzere yaşayamaz. İkisinden
birinin ahlâkı değişmedikçe aralarında iyi geçim ve muaşeret imkânsızdır.
3. BÖLÜM
Çocuklarda ilâhiyâta müteallik olan husus ancak ana ve babanın meslek ve
itikadı üzere ilm-i hâl tahsil etmektir. Devlet ve milletine muhabbet ederek
necât ve saâdetin kendi dinine bağlılıkla mümkün olduğunu, din ve milletini hak
bilerek, diğer dinlerde necât ve
saâdetin imkânsız bulunduğuna kat'iyetie itikat etmesi lâzımdır. Böyle bir
itikadda olmayan evlâttan vatana, mensup olduğu cemiyete ciddî bir menfaat
beklemek yersizdir. Milletine muhâlif terbiye edilerek dinî umur ve millî âdâba
kayıtsızlık üzere bulunanlar kavminin ahvâlini hatâlı görür ve ahlâkını tahkir
ederler.
Ecnebiler, tertip ederek vücûda getirdikleri sanâyi ve mâkulâta rağbet
ettirmek suretiyle, kendi ahlâklarını bize tâmim eylediler. Ahlâkımıza zaaf
getirdiler. Nitekim, bundan evvel gelen Hıristiyan papazları millet ve
mezheplerini muhafaza hususunda dikkat ve salâbet sahibi oldukları halde lüzum
ve iktizâsına mebni - evlâtlarına Yunan felsefesini tâlim ettikleri için,
çocuklarında mensûp bulundukları millet itikâtına zaaf ârız oldu. Yâni,
çocukları Yunan efkârı ile değişmiş bir fikir hâsıl ettiler.
Kezâlik, Yunanlılar Tevrat'dan aldıkları mâkul hikmetleri Yunan
felsefelerine mezc ve tatbik ederek bu tatbik sebebiyle asıl kitap ve mezheplerini
tahrip ve tebdile koyuldular.
Hıristiyanlık dahi Yahudilik gibi fena bir ahlâka kapılarak büyük bir
değişikliğe uğradı. İşte bu sebeple Hıristiyanlık bütün bütün feylesofluğa
münkalip oldu. «Eflâtun-u Îsrâilî» lâkabını alan Filozof Yahudi Filon’un
mesleği Hıristiyanlarca tâkip edildi. Tâlim ve terbiye hususunda Hıristiyanlıkta
iltizâm edilen rey ve tedbirler hem Yahudilikten sızan fikirlerden ibarettir.
Yahudilikten tanassur eden İsevî Rabbânîlerinin Hıristiyanlığı böylece Yahudilik
ile karışmış bir meslek idi. Hususiyle İskenderiye’n bâzı feylesofların Hıristiyanlığı
kabul etmeleri sebebiyle Yahudilik ve Hıristiyanlık meslekleri bir dereceye
kadar birleşti. Yunan musannefâtı, Yunan hurâfâtı-ki ilâhlarını metheden masal
ve şiirler ile birbirine karışıp Yunan, Yahud ve Nasrânî rey ve müellefâtı ile
birleştirilerek Mısır ve Yunan Hıristiyanları arasında müşterek bir mezhep
şeklini aldı. Bilâhare Yunanlılar bu mezhepte Mısırlılara muhalif bir meslek
ihtiyâr ettiler.
Bir miktar belâgat ilmi, şiir, hendese, hesap gibi o zaman aralarında mâlûm
olup (Fünûn-u Seb'a) tesmiye ve tâbir ettikleri fenlerin kemâliyle tahsilini
vâcip hükmünde telâkki ederek harisâne bir şiddetle mezkûr fenlere müteallik
müellefâtı okumağa, okutmağa başladılar. Yalnız çocukları değil, büyükleri
bile tahsil ve mütâleaya son derece rağbet ve arzu ile çalışmaktan bir an hâli
kalmadılar. Gitgide Hıristiyanlık âlemi bir feylesof âlemi süsünü gösterdi.
Açıktan açığa kendi mezhep ve meslekleri aleyhinde bulunmağa ayaklananlar
çoğaldı.
Tabiîdir ki, sâfiyet âleminde terbiye edilmeyerek safveti bozulan bir din
içinde büyütülen çocuklardan vatan ve millete hizmet beklemek abestir. Meselâ,
bunu zâhirde misâl ile teyit etmek lâzım
gelirse: Bir Türk oğlunun baba ve annesine itâat ederek gösterdiği sadâkat ile
feylesof çocuğunun göstereceği itâat ve hususiyetin hiç bir vakit kıyâs kabûl
etmeyeceğini ifâde eylemek kifâyet eder. Acaba, böyle âilesine itâat ve hürmet etmeyen evlâttan vatan ve miletine ne
gibi fâide temin edilebilir.
Bu fikir, Hıristiyanlık âleminin ehemmiyetle nazarını celbettiği için, 398 milâdî
tarihinde Yunan felsefe ve ilimlerini menetmek maksadiyle, Kartaca'da bir
istişâre meclisi akdederek, uzun uzadıya tetkik ve münâkaşadan sonra, alınan karar
üzerine mezkûr ulûm ve felsefenin şiddetle muaheze edilmesi meydana konuldu.
İşte bu hüküm ve karâra mebnidir ki, İskenderiye, Suriye ve Kudüs gibi büyük
şehirlerdeki zengin kütüphaneler yakıldı.
Menettikleri ulûm ve maârif mukabilinde kendilerine mahsus bir nevi kitap
te'lif ve ayrıca bir ilim tedârik edemediklerinden, cehil ve zulûmât, bütün Hıristiyanlık
âlemini bastan başa kapladı. Yunan ilimleri aleyhinde bulunanların en şiddetlisi
olan Latin kilisesi erkânından Saint Augustin (Sen ogustin) Roma'da, Milân’da
uzun müddet tahsil etmiş olduğu halde mahzâ, okuduğu ilimleri tahkir maksadıyla
(Ben bir zaman lâf bezirgânlığı
etmiştim.) diyerek her yerde halkı ilim ve maârif tahsilinden nefret
ettirmeğe çalışıyordu.
Hâlâ bugün bile garip sayılmağa şâyândır ki, ayıplarını örtmeğe çalışan
bâzı câhiller, hemen hemen bu ağzı kullanır gibi görünüyor. Bunların, cehaleti
hüner suretinde göstererek, kendilerine bir mevcudiyet vermeleri sırf kurnazlık
eseridir. Kendi itikatlarınca gûyâ ilim Cenâb-ı Hakkın mârifetine hicâp
olurmuş. Ne bâtıl fikir, ne garip cehâlet. Mâkul olmayan fikirlerini kabul
ettirmek için bu yolu ihtiyâr ediyorlar ki, fikirleri ayniyle Hıristiyanlık
mezhebinde musahhih gibi herkesin hüsn-ü nazarını kazanmış meşhur Chateaubriand
(Şatopriyan)ın (Allaha hoş görünmek için cahil olmak lâzımdır) dediğine benzer.
Hıristiyanlık âlemini o derece cehil kaplamıştı ki, kiliselerde âyin
yaptıracak din adamları, bulunamayacak kadar azalmıştı. Bütün bütün cehil
içinde helâke doğru gitmekte olan Hıristiyan milletinin mahvolacağını idrâk
eden akıllı kimseler, bu cehil ve zulümât ile mevki ve milliyetlerini muhâfaza
edemeyeceklerini kat’î bir surette anladıklarından Endülüs, Mısır ve Bağdat
taraflarına akıl ve ahlâkı mükemmel seçkin bâzı kimseler gönderdiler.
Bunlar ise, Avrupa'ya avdetlerinde, İslâmlardan tahsil ettikleri ulûm ve
maâriften ecnebi râyihasını gidererek, kendi hüner ve mârifetleri sırasın da
göstermeğe başladılar ve Avrupa'yı yeni baştan ulûm ve fünûna mazhar eylediler.
İşte bu gün hayretle görülmekte olan Avrupa ulûm ve maârifi, İslâm ulûm ve
maârifinin Avrupa'ya duhulünden beri terakki etmektedir.
Simdi, Garb'ın ulûm, maârif ve sanayiinde fevkainde bir suretle tezâyüt ve
telakki eserleri görülmektedir. Memleketimizde de bu terakkiyâtın husulune
kadar geceyi gündüze katıp çalışarak ve icâbı hâlinde din ve itikadını
bozmayacak kimseleri daha müterakki memleketlere göndermek kat’î bir vecîbedir.
İlim, mârifet ve hikmeti bulduğumuz yerden almak, değil kitap ehlinden, hattâ
Çin mecûsilerinden bile, o hikmet ve ilmi öğrenmek borcumuzdur.
Millî terakkimizi temin için muhtaç olduğu muz hüner
ve mârifeti öğrenmek üzere hârice giden gençlerimizden kazandığı bilgilerini,
mahâret ve zekâvetlerini sarf ve tatbik ile memleketimizde de sanâyi, ticâret,
zirâat ve sâir bu gibi mühim işlerin revnak ve revâç bulması hususunda büyük
büyük hizmetler beklemek hakkımızdır. Bunlar millet ve aslî mesleklerinin
aleyhine ecnebilerin kullandıkları lisan ve efkâra tercemân olacak olurlarsa,
tabiîdir ki, edilen fedakârlığa mukabil küfrân-ı nimet etmiş olurlar. Millet
arasındaki içtimâî mevkilerini kaybederek millî şereflerini değil, belki umum
insâniyetin şerefini rencide ederler. Bir milletin görenek ve gelenekleri,
icrâsı mecburî bir kanun hükmündedir. Bunu terk etmek olamaz.
Terk edenler ise, milliyetlerini kaybederek âdet ve
mezheplerini kabul ve tâkip ettikleri millete tahavvül ve inkilâp ederler. Buna
binâendir ki, millî esasâtı tahrip etmek aslâ tecviz edilmemiştir. Zannetmem
ki, bu gibi hakikati gözü ile görenler her ne kadar zâhir hallerini muhâfaza için
inadı elden bırakmasalar bile, vicdanlarındaki kanâati devâm ettirebilsinler.
Hakikat-ı hâle vakıf oldukça -ergeç
hakka teslim olurlar.
***
Yabancıların fikir ve âdetlerine fazla inhimak hiç bir vakit sâhibine şeref
ve meziyet bahşetmez. Onların mârifet ve san'atlarını öğrenerek memleketimizde
:o marifetleri, o san'atları icrâ etmek, canlandırmağa çalışmak, işte asıl
şeref ve meziyet budur. Yoksa, onların millî âdât ile hususî muâşeretlerinden
bize bir fâide husûlü me'mûl değildir.
Yabancı memleketlere gidip de hüner ve san'at öğrenmeyerek gelenler, ecnebilerin bizi
kötülemek için uydurdukları bir kaç şeyi bellemişler ki, bu da cehilleri
dolayısile kendi millet ve aslî meslekleri aleyhinde bulunmaktan ibârettir.
Böyle birisine tesadüf ettim; efkâr ve mütalealarını iyice anladıktan sonra
kendisine dedim ki:
«Oğlum; senin bu öğrenmiş olduğun şeyler hep millet ve devletimiz aleyhindedir.
Biz senden hüner ve mârifet istiyoruz, Öyle, ecnebilerin lisanlarını öğrenerek
ve onların ağzını kullanarak itiraz etmek ve düşmanlarımızın , aleyhimizde
tertip ettikleri bu itirazları tekrar etmek için seni oraya göndermediler.
Milletin tavır ve âdetlerine dokunulmaz. Bunların icrâsı kanun hükmündedir.
Sana lâyık olan, mensup oldurun milletin tavır ve hareketlerini gözetmektir.
Elinden gelirse, milletine hizmet edeceksen, aklını başına al. Ecnebilerin
vaktiyle, Türklerden korktukları zamanlarda, iftira maksadıyla uydurdukları
(Bu millet adam olmaz.) sözünü ağzına alma. Milletin hissiyâtını rencide
edecek hareketlerde bulunma. Milletin göreneğini değiştirmek mümkün değildir.
Zorla değiştirilecek olursa birden bire bir fenalık hücum eder ki, önünü
alıncaya kadar daha bir çok fena haller zuhûra gelir. «Keykubat», «Câmisâb»
asırlarında meydana gelen vak'alara ibret gözü ile bak. Tafsilâtını tarih
kitaplarında oku ve anla ki, din, milet ve memleket değişir; fakat insanların
arzu, ahlâk ve tabiatları kat'iyyen ve kâmilen değişmez; ilim, hüner ve
mârifet terakki eder, lâkin hava ve heves ziyâdeleşir.»
4. BÖLÜM
Dinî ilimler âlî ilimlerdendir. Ekserisi ve belki hepsi nakil üzerine
kurulmuş olduğundan millî itikadı muhafaza elbette lâzımdır. Zirâ, aklî ve hissî
ilimleri muhafaza edecek ancak o milletin inandığı şeylerdir. İlâhî ilimler
milletin mensûp olduğu dinden ibarettir. Bir kavmin, bir milletin dini aslında
olmayan illet ve noksanlıklara hedef olursa, o kavim ve o millet tefrikaya
giriftâr olur. Bir milletin nüfûz ve iktidarı dininin sağlamlığı nisbetindedir.
Mensûp olduğu dini, içlerinden itiraza hedef eden olursa nefsânî olan bu itirâz
genişleyerek mutlaka o kavmin gidişâtını sarsar ve bu tefrikada helâk olup
gitmesine sebep olur. Hazreti Harun aleyhisselâm Hazreti Mûsâ aleyhisselâmın
vüruduna [Geliş.
Gelme.] kadar Benî İsrail hakkında şiddetli lisan kullanmadı. Tatlılık ve yumuşaklıkla vaaz ve nasihat buyurdu. Fakat asla tesir etmedi. Mâmâfih zecrî bir kuvvet ile de tehdit edebilirdi. Lâkin Hazreti Mûsâ’nın
avdetine kadar, Benî İsrail buzağıya tapmakta musir olacaklarını Hârûn aleyhisselâma
kat'iyetle söylediler.
Hazreti Mûsânın vürudunda biraderi Hazreti Hârûn’a (Yâ Hârûn, seni Cenâb-ı
Hak emri risâlette bana şerik buyurmadı mı, sen de benim gibi bu dini tebliğe
memur değil mi idin?) İlâhiyle hitap etti. Hazreti Hârûn cevaben (Hakikat hep
buyurduğunuz gibidir, lâkin kavmi tefrikaya düşürmüş olsaydım o zaman işin
önü alınmazdı.) dedi.
Bir millet içinde ruhanî ihtilâf varken tedbirsizlik ile bir de cismânî
ihtilâf husûle getirmekliğin adına (tefrika) denilir. Bir kavmin içerisinde ne
kadar muhtelif mezhep varsa o kadar ruhanî ihtilâf mevcut demektir. Muhtelif
kavimlerin vücûdu bir baskı kuvveti ile cem olunabilir. Fakat bu, gevşeklik ve
zaaf alâmetidir. Eğer kavimler arasında kuvvetler de müsavi bulunursa itimât
olunmaz bir suret göstermeğe başlar.
İnsanların ahlâkını bozun menfaatlerini zâyi ederek amel ve ihlâslarını
azaltan bir sebep varsa meşrebce ve mezhebce bir milletin diğer bir millete
uymasıdır. Milletin bakası iyi terbiyeye ve iyi terbiye ise sâlih amellere
bağlıdır. Bir millet üzerine vaz’olunan (Esâs-ı Diniye) ([4]) millî terakkisine
vabestedir. Millî terakki ise ancak ticâret ve sanat gibi ihtiyaçlarını temin
ve levazımını tedârik edecek her türlü maişet sebeplerini kendi milleti
içerisinde aramakla kabildir. Bu sebeple ihtiyaçlarını komşu memleketlere
muhtaç olmaksızın karşılayabilmenin o milletin terakkisinde mühim mevkii
vardır. Çünkü herkesin geçim ve idâresi kendi akıl ve re yine bağlıdır.
Ciddî ve hakikî bir insan her mahlûktan, her iş ve güçten evvel ve
elzemdir. İnsan-ı kâmili şöylece târif etmişlerdir:
Aklî ilimlerde eşvâyı tasarruf ve akla tatbik eder. Akılla idrâk edilen
hususatta menfeatlerı ve zararları fark ederek bir birleşmenin menfeat suretini
ve bir ayrılmanın mazarratı keyfiyetini tâyin ile eşyanın vücûdundan menfeatin
istihsâl suretini, selef ve halefe tabiî tatbikini bilir, küllî malûmat sâhibi,
vücûdu ender her zât insân-ı kâmildir.
Bir kimse zatî menfeati için me'muriyet eder veyahut bir san'at ihdâs
evlerse umumî olacak menfeati, şahsî menfeat düşüncesiyle olduğundan, nakıstır.
Kezâ, bir âlim kazandığı bilgilere mağrur olarak öğünürse henüz kendisini
bilgisizlikten kurtaramamış demektir. İnsanların en kötüsü kendi fena huylarına
kapılarak çirkin işleri yaptıktan başka diğerlerini de fenalığa teşvik ve tahrik
eden kimselerdir. Bunların görünüş ve konuşma tarzına bakmayınız. Mâkul ve
makbul kelimeler söyleyerek gûyâ fevkalâde bir iktidar gösterirler. Bu gibi
kimselerin fikirlerine muvafakat teşebbüsünde bulunmayınız. Zirâ, onların
bu sözleri kalbî olmadığından hançerelerinden aşağı geçmez. İnsanların
faydalısı dâimâ halkın menfeatine çalışanıdır. Cenâb-ı Hak eğer bir kavme
inayet nazariyle bakar, yâni yardım murad ederse, melek gibi sırf milletin
menfeatine vücûdunu ve mesâisini hasredecek zâtların vücûdu ile o kavmi
ziynetlendirin
(KUL EUZÜ BİRABBİNNÂS) (Ey mürebbîhim ve mürşidihim fî umûriddîni
veddünyâ). Allahı bilmek için eşyâyı tamamile bilmek lâzımdır. Eşyânın bilinmesi dahi eşyadan bir şey olan kendi nefsinin bilinmesini
icâbettirir. İnsanın ahmağı başına topladığı bir kaç kimse ile türlü türlü vaziyet
ve tavırlar göstererek hayhuy edenlerdir. «Acaba bu nedir, yoksa oyun
mudur?» diye sorulacak olursa hemen «sus kâfir olursun, bu ibâdettir, zikirdir»
diye tekdir dolu cevap alınır.
Evet, eşyânın her vaziyeti Allah
cellecelâlühûnun zikir ve tesbihidir. Hele şu eşyada zikir ve tesbih şöyle
dursun, ağzımızda telâffuz etmiş olduğumuz hâdis seslerin zât-ı bâriye ne
münâsebeti vardır, delâlet ediyor mu?
Ettiği takdirde delâleti mutâbakî midir,
iltizâmi midir?
Delâletin hangi kismındandır?
Boşuna vücûdumuzu zahmete koşmayalım. Bu
yorgunluğu hiç olmazsa dinî veya dünyevî bir menfeeat hususunda sari edelim. Ya
nefsimize ve yahut başkasına faydamız dokunsun. (Geçmişte falan şöyle yapmış,,
falan böyle demiş), sözleri bize hiç bir vakit senet olamaz. Zirâ o zâtlar
bizlere meb’us olmadı. Kendileri halkça keramet sâhibi zannedildikleri için
âleme uyarak tizler de hüsn-ü zannederiz. Aramızdan bu kadar uzun zaman
secisinden bu zâtların sözleriyle fiillerini ayniyle kendilerinden sudur etmiş
qibi telâkki etmeğe ne ile hükmedebiliriz?
Ef'âlimizi onların ef'âline tatbik edecek
elimizde ne vardır?
Âkil ve ârif olanlar kendilerine şöyle, böyle denilmesi için bir takım
garip hareketleri ihtiyâr eder mi?
En mühim bir sey varsa Allaha ve ahret gününe imanla enbiyâ-ı izâm hazerâtına
olan güzel münâsebetlerimizi muhâfaza etmektir. Öyle, halk iyi desin hülyasına
kanılarak asıl ahret sermâyesi olan dinimizi oyuncak sırasında göstermeyelim.
Bu acâvîn âdet ve hareketler, ibâdet olduğuna itikat edilmeyerek yapılırsa
yorgunluktan başka bir şey hâsıl etmeyeceği için bir beis yoktur.
Kitap ve sünnete muhâlif vaziyet ve tavırlar bir takım ilim ve irfandan
mahrum kimselerin tesis ve tertip ettikleri şeyler olup bunların geçmişteki
rabbânîlerin harekât ve gidişleri gibi olmadığını burada bir bir tatbik ederek
göstermek için sadetten çıkmak ve bir başka üslûp ile idâre-i kelâm etmek
lâzımdır.
Peygamberimizden sonra İslamların tâkip ettikleri muhtelif yolları,
bilâhare ihdâs edilen ve dinin aslından olmayan ilâveleri atarak veya tamamen
terk ederek asr-ı saâdetteki tarzına uygun ve doğru yol üzere bir noktaya
toplamak iktizâ eder. Ancak o zaman din ehli, helâk tehlikesinden kurtularak
selâmet sahiline çıkar. Her hâlde kıtan, sünnet, ilim ve hikmete muvâfık olmayan
bir takım vaziyet ve hareketler ile insanı gururlandıran câhillerin evvelâ
kendi iman ve İslâmiyetindeki noksânını ikmâl etmesi lâzımdır. Böyle câhil ve
bilgisizlerin sui-istimâlleri sebebiyle vücûda getirilen tefrikalar sanki din-i
mübîni takviye için ihtiyâr edilmiş gibi gösteriliyor. Halbuki onlarda, hayır
zımnında süm'a, yâni başkalarına ibâdetlerini duyurmak suretiyle riyâkârlık ve
riyâset sevdâsı var.
Vaktiyle Nehrevan'da o kadar kurra vardı. İmâm Ali kerremallâhü veçhe efendimiz
hazretlerine neler ettiler. Ellerine azıcık fırsat geçmekle dindaşlarına
nekadar zulüm ve haksızlıkta bulundular. Bunların asıl fikirleri, islâh
olmayıp kendilerine telkin edilen bâzı garez sâhiplerinin fikirlerini icrâ
etmekti. Eğer bunların vaziyetleri hak olmuş olsa bâtıllık kalmaz mahvolurdu.
Zira, bâtılın hakka yakin olmak ihtimâli yoktur. Bu sırada dini muhâfaza edecek
surette iktidâra mâlik olmak için dinin terakki yolunu tâyin ve takdirden
sonra ilim adamlarının ciddî bir gayretle çalışmaları her şeyden mühim ve
elzemdir. Çünkü amel ve itikad hususunda böyle bir heyetin vücûduna şiddetle
ihtiyaç vardır. Musahhihlik şartlarına tamamen uygun bir meslek tutmayan
kimselerin iddiâsı tahakkümdür. Vehim ile bu din gemisi yürümez. Amel ve
itikadı düzeltiyoruz, sevdâsında bulunacak olan bilgisizlerin kendileri
islâha muhtâç ve içleri ivicacla doludur.
(MELİKİNNÂS) denildi ki (Velmurâdü minelistiâzeti
bimelikinnâsi avnühû lienne murâdel muîzi envemlike ala nefsih biavni
hâzelmuâzi eymeliki) Her insanın kalbinde riyâset sevgisi gizlidir. Herkes
hükümdar ve kumandan olmasını arzu eder. — Velev ahmak olsa da — İnsanın ahmağı
azdığı vakit onu yola getirmek daha zor olur. Çünkü nasihat kabul etmez. Kendi
ef’âli kendisine makbul ve mergûp göründüğünden bütün hareketleri kendi
indinde hoştur. İsa Aleyhislâm buyurmuşlardır
ki (Lâ aceztü an ihyâilmevtâ velâkin aceztü an muâlecetil ahmak) (Ölüleri
kudret-i bâri ile mucize olarak dirilttim. Lâkin, ahmakları hiç bir suretle
islâh ve tedavi edemedim.) Ahmaklığı ne ile târif edebilirsiniz? Suâline
karşı cevâbında (Ahmak o kimseye denilir ki, eğer
bir defa bir şeye fikri takılırsa, gerek hak ve gerek bâtıl o şeyin icrâsına
musir olup, âlem bir tarafa o bir tarafa olur. Fikrinden vaz germesi
muhâldir.) Bu câhili hareketlerinden vazgeçiremeyen adam ise artık ona
(hayır ve şerrini bilmez, ahmaktır.) der. Melik-ül mennân olan rabbil izze,
mâlikivet sıfat-ı behiyesini bir kimseye ihsân eder, mâlikiyet mânâsını tamamen
icraya muvaffak eylerse o adamın hem kendi ve hem eli altında olanlar istirahat
eder. Meselâ: Bir arap bir deveye mâlik olur, o zayıf hayvanı işinde gücünde
kullanır, yiyecek ve içeceği ile istihdam ve istirahatine hakkıyle vukufu olmazsa
tez vakitte deveyi elinden çıkarır. Heyhat! oturur, ağlar. Bu arap mahzâ kendi tarafına olan menaatini iltizâm ettiği için
sâhibi bulunduğu deveyi göremedi. Fena halde yük altında ezmiş olduğunu deve
öldükten sonra anladı.
Din kisvesine bürünmüş bâzı kimseler kendi nefs-i
emmârelerinin günâh yükü altında ezilip fena bir hâl almış oldukları için bu
kasvetlerini görmezler. Bir ilim iddiâsında
bulunanlarına dininden ilk bilgileri sorulmuş olsa, zâhir ve mümkün olan bir
ilmi tahsil ve en mühim olan bu şeyi târiften âciz iken, her bir âkil ve âlim
için husûİü mümkün olmayacak derecede gibi bulunan mârifetullâhı nasıl tahsil
edebilmiş. Kendisini bu eğri büğrü sokaktan evrile çevrile zorlayıp geçiremeyen
bu adam acaba yüklenmiş olduğu merteği nasıl geçirecek. Kendi geçemeyeceğini
düşünmez de bir de koca merteği yüklenir. İşte, böyle ahmak adamları yola getireceğim diye boşuna
yorulmayınız. Nasihat kabul etmez, fikri merteğe saplanmıştır. Ondan vaz
geçiremezsiniz. Dokunmayın, yorulsun, yuvarlansın; ahmaktır, cezâsını çeksin.
Mâlûmdur ki, ahmak bir kimse nâil olduğu nimeti muhâfaza edemeyip, hâl ve
şânına bakmayarak hem kendini ve hem de eli altında bulunan her saâdetten
mahrum bırakır. Zîrâ ahmaklık insanı ne bir şeve mâlik eder, ne de eli altında
bulunan rahat yüzü görür.
Ahmaklık iki nevidir
Birisi,
dünvâyı görüp dünyâdan gayriye aklı ermez. Yâni, ahrete ait ne kadar nasihat
versen kâr etmez.
İşte, bu müthiş illet bir kimsenin itikadına
saplanmadan, onun (İLAHİNNÂS) melceine
sığınarak, milletinin itikadını taklit etmenin kurtuluş yolu olduğunu idrâk
etmesi lâzımdır. Güzel ahlâk ve güzel itikad sâhibi olan bir kimse her şeye
mâlik ve her şeyin muhâfazasına muvaffak olur. Dünya ve ahretine ait olan fâide
ve saadetini kazanır. Bunların hepsi o ilahi itikad ve o millî ahlâk
sâyesindedir.
İkincisi
de, bencilik ve kendini beğenmektir.
Böyle kibir ve gurur sâhibi olup kendini
beğenen ve ibâdetine güvenerek bu suretle Allah’ın rahmetine hak kazandığını
iddia eden kimseden; iyi ahlâk niyâz ve ümit ederek millete yararlı olmayı
dileyen bir fâsık fâcir, Cenâb-ı Hakka daha yakındır. Zirâ, o insanları iyi,
kendini fena görür. Âbid ise, halkı fena görerek kendi namına gurur duymasıyla
helâki koltuklamıştır.
5.BÖLÜM
(MİN ŞERRÎL VESVÂSİL HANNÂS ELLEZÎ
YÜVESVİSÜ Fî SUDÛRÎNNÂSÎ MİNELCİNNETİ VENNÂS).
Vesvâs; insan ve cin tarafından kalbe bırakılan şer sebebile hâsıl olan
vesvese yolu ile insanların kalblerinde husûle gelen sâri bir hastalıktır. Bu
da üç nevidir :
1— Hatm: Kalbin mühürlenmesi, yâni hak namına bir şey kabul etmemesi.
2— Zeyiğ: Kalbin bâtıla meyli.
3— Ekinne: Kalbde husûle gelen bir perde.
Bunların hepsi vesveseli sözlerle, gurur, veya
nefse ârız olan kötü düşüncelerle hâriçten kalbe sirâyet eden birer
hastalıktır.
İnsanlardan zuhûr eden vesveseler yukarıda zikredilmiş ve bunun ne yolda
olduğu gösterilmişti.
Cin ve dev, göze görünmeyen, iz'âc edici ve korku verici bir şeyin ismidir.
Evhâm ve hayâl bu gibi şeyleri tevlit edeceğinden tahkik erbâbı hayâlî şeyleri
cin ve vehmî şeyleri şeytan ile tevil etmişlerdir. Fakat bu tevilden hariçte cin ve şeytan yoktur mânâsı çıkarılmasın. Hattâ
âdetin ve ünsiyet olunan eşyanın gayri bile insanın fikrini meşgul edeceğinden
o kabil şeylerden dahi insanda bir infiâl ve teessür husûle geleceği muhakkaktır.
Bu hususta deliller göstermeğe lüzum yoktur.
İslâm itikatlarına muhâlif olarak yazılmış ve bir takım bâtıl aklî
delillerle tahkim edilmiş bir ecnebî kitabını mütâlea ederken insanın hayâlinde
vukubulan muhâkemelere hele bir dikkat olunsun, İşte bu zihin
muhâkemelerinde tasavvur olunan hayâlin ismine cin denilir. Zirâ bu hayâl,
insanın fikrini alışılmayan ve aklen mümkün olmayan hususlardan birine
rapteylediğinden mutlaka bir ecnebi kitabından istifâde edilen şey ancak hayâl
ve vehmin din ile müsademelerinden gayri bir şey intâc etmez.
Ecnebilerin serdetmiş oldukları bir takım alâyişli aklî deliller o masum,
günahsız gençlerin içlerini tırmalar durur. Hayâl ve vehminin mecburiyeti
altında o vâhimeleri bir bir kabul etmesiyle kendisinde milletine muhâlif
hisler zuhûr eder.
(YÜVESVİSÜ FÎ SUDÛRİNNÂSÎ MÎNEL CİNNETİ) den cin ile, yâni kitapları mütalaa
ederek fikir ve hayâlini vesvese ile doldurur. Bu umûmî kaide üzere herhangi,
bir suretle milletine muhâlif fikirlere kapılmakla o şahıs milletine zararlı
olur. Bu gibi şeylerle o kimsenin tabiat ve mizacına bir inhirâf ârız olur. Bu
kimse, hakikat erbabından birinin ilim ve reyine müracaat erip o lâtif ve sâfi ahlâkını ve o millî itikadını
bu müthiş marazdan kurtarmak için bir tedaviye muhtaçtır. Bozuk akidelerden,
manevî tabib olan ârif ve âlim zâtların hazakatiyle kurtulmak mümkündür.
Yoksa, her önüne gelen ve bir iki şev öğrenmekle kendisini olgun addeden
kimseler, dirin kemâl ve inceliklerini anlayamaz. Herhalde böyle ârif zâtların
vücûdunu buluncaya kadar araştırmak icâp eder, ki maksada ulaşmak mümkün
olsun.
(KUL EÛZÜ BİRABBİNNÂSİ MELİKİNNASİ İLÂHİNNÂS) Cenâb-ı bâri ve tekaddes
hazretlerinin nimet haziresinden nüzul eden büyük ihsanları, koruma
bakımından, burada üç kısma ayrılmıştır.
1— Görenek : Hissî olan bir nimet mukabilinde hissî bir mukavemet lâzımdır.
Bu ise sebep ve göreneğe göre
bulunmaktan ibârettir. Zaman ve mekânın hilâfına olan hareketi görenek kabul
etmez. Mukavemet edenler kederli ve tasalı otururlar. Bu ise mensûp olduğu
millet ve kavmin ef’âl, harekât ve sekenâtına kendini uydurmamak demektir.
Görenek ve kavminin âdeti üzere terbiyeli, çalışkan, gayretli ve ciddî olan
bir kimseye terbiyeli denilir. İşte böyle terbiyeli bir zâtın hassalarını elde
etmiş olan bu kimsenin hareketi âlemin gidişine de muvafıktır. Zillete tesadüf
etmez.
2— Sanayi: Aklın ihsânı, verimi ve mânevi tasarruftur.
3— İstihkak ve adem-i istihkak; ki bir nimete nail olmak veya olmamaktır.
Bu ise insanlara bahşolunan diyânet ve ilim taraflarıdır, ki tâlibini dünya ve
ahret saâdetlerine nâil eder. Bu da doğruluk, iyilik, nâmus ve kanâat gibi
zahirî alâmetlerle görünür. Eşyânın hakikatine vâkıf olanlara gizli değildir
ki, Cenâb-ı bâri ve tekaddes hazretleri bir şevi murâd ettiği takdirde evvelâ o
şevin icâdı esbâbını, beka suretini, ne suretle vücud bulacağını ve kendisini
içten ve dıştan koruyacak olan akıl, ilim, marifet ve saire gibi hususattan da
yaradılış nasibin verir ve vâsıtalarla bu vücûd âlemine gönderir. Yâni anadan dünyaya
geni gelen masum, bu sebepler âlemine uygun olarak gelir. Hiç bir şey yolundan
çıkıp başka yola gitmez. Eğer yaratılmışlar
takdire, yâni tabiata ve esbâba muvâfık olmamış olsaydı yaradılmışların
vücûdunun sebepsiz husule gelmesi icâp ederdi. Bu ise Allahın kanununa muhâlif
olduğu gibi aklen ve âdeten dahi muhaldir. Her halde insanların uzviyet ve
bünye bakımından yavaş yavaş terbiye ve kemâle ulaştırılması, sebep perdeleri
arkasından, nihayet rabların rabbi olan cenâb-ı bari ve tekaddes hazretlerine
dayanır. Bu takdirce, esma âleminden nüzûl eden eşvânın vücûdu, esbâb âlemine
iner. Bu âleme sebeb ve vâsıtalar âlemi denilir.
(RABBİNNÂS) ikinci nevi, ruhanî ve melekûtîdir. Ruhanî tarafını iltizâm
edecek kendi emsinden veyahut cinsine benzeyen şevden bir vücûdun lüzumunu
iktizâ eder ki, O ruhânî ve melekûtî vücûttan ruhânî ve melekûtî şeyleri alır.
Meselâ, fikir kuvvetinden vücûda getirilen güzel yazı veyahut bir san'atta
mehâret kazanmak gibi. Melekûtî olan şevleri melekûtî şeylerle husûle getirir.
Ruhânî ve melekûtî olan Cebrâil aleyhisselâmın vahiy ve ilham gibi şeyleri
vücûda getirip şuhutta gösterdiği gibi. İnsanın iyi ahlâk ve ilim sıfatı gibi
ruhanî ve melekûtî sıfatlarda vasıflarması (BİRABBİNNÂS) terbiyesine muhtaçtır.
İnsan aklını âlât ve ecsâma aksettirerek bir iş husûle getirir. Bu işin husûlüne
sebeb ve müessir olan kuvvet ruhânî olan akıldır. Yoksa işleyen alat ve edevat
kendi kendine bir şey yapamaz. Makine yapılan demir, ne dikiş diker, ne de iplik
büker. Bir vapuru denizde, bir treni karada, bir tayyareyi havada insanın emir
ve hükmüne râm ederek istediği surette bunlara bir hareket ve faaliyet
bahşeden, seyir, tevakkuf ve idaresini tedvir eden hep beşerin aklıdır. Bu
ruhâni olan kısımda iki nevidir:
1— Mücennede, ki hayvânî cisimlerde görülendir.
2— Mücennede olmayan, ki âlât ve edevât ile husûle gelendir.
Bunların da her biri latif-i cismânî ve latif-i zulmânî diye iki kısma
ayrılır. Latif-i cismânî, yâni bir cismin yüzünde hayat görülürse cismânî demektir.
Zira, o cismin muhafaza ve bekasına ı kendisinde o ruhun mutasarrıf olarak
istikrar bulmasıyla hükmolunur. Hayvanlar ve nebatlardaki hayat gibi. Diğer
kısmı latif-i zulmânîdir ki, bir cisimde o ruhun eseri başka bir vâsıta ile görünür.
Cisimlerdeki sıcaklık, soğukluk, câzibe, dâfia ve tutucu kuvvetler gibi. Bu
nevi ervah tabiî ve sun'î kısımlara ayrılır. Tabiî kısmı, cisimlerde olan
hassalardır. Zirâ, ruh onlara mutasarrıftır. Sun’î kısmı da, mücennede,
elektrik ve sair makinelerde görülen
beşer aklının eseri gibidir. Bunlar gelecek fasıllarda tafsilâtiyle bildirilecektir.
Alemde insan ne büyük bir makamı hâizdir. Cenabı Hakkın halifesidir. Belki
yed-i kudretidir.
Ey evlâtlar, insan olmağa çalışın. Tabiî insan bir şeye yaramaz. Sun'î ve
kemâlî insan olunuz.
Böyle bir insan olmak, öğrenmek ve öğretmek ile olur. ilim, hüner ve ahlâk,
insanlık erkânındandır. Öğrenip öğretmekle insanlık erkânını sağlamlaştırınız
ve takviye ediniz. İlimsiz, insan bir şey olamaz. Bu ilim vasıtasıyla insan
kendim vahşet vâdisinden çıkarır ve behâim sıfatından mümtaz tutar. İnsanda zuhûr
eden efalin dahi, müntehâsı vardır. Mutlaka, insan diğer bir insanın terbiyesi
altında sun'î, makbul ve mâkul bir insan olarak hazırlanır ve yetişir. Her ne kadar
akıllı ve müstait olsa da, hiç bir kimsenin terbiye görmeden gerek din
bakımından ve gerek dünya bakımından olsun olgunluğu mümkün değildir. Çünkü böyle
bir kimse insaniyet âleminde makbul bir ilim ve mâkul bir san’at gösteremez.
Evet, insana bir insanın ahlâkının sirayet ettiğini bâzı kanaat verici
deliller ile isbât ediyorlar; fena veya iyi arkadaşın, yakınlarında vâki olan tesirini gösteriyorlar.
Beşerin tabiatı her gördüğünü alır. Yakınının ahlâk, ef’al ilim ve
harekâtını dahi tamamile zapteder. Bu itibarla, çocuklarınızı terbiye ve ahlâkı
iyi olmayan kimselerle konuşturmayınız. Büluğ hâlinde dahi insan yakınından ilim,
hüner ve ahlâk öğrenir. Bu yaştaki çocukları da yine güzel ahlâk sahibi
kimselerin terbiyesine tevdi etmelidir. Zira, bunlar da marifet ve hünerinden evvel,
yakınının ahlâkını ve harekâtını taklit eder.
Düşünce ve
harekatı millî, her tabiatı edepli ve doğru muallimin vücudu ne kadar elzemdir. Kamilden
her cihetçe kemal, nakıstan noksan zuhür eder. Kâmilden noksan zuhur
etmediği gibi, nakıstan dahi kemâl me’mûlün hilafıdır. Amel ve milli itikada
muvafık olmayan kimselerden doğruluk beklemek ölünün gözünden yaş beklemek gibidir.
(Kötü ağaç kötü meyve husûle getirir.) Ahlâk ve civarı millî olmayan kimselerden
husûle gelecek gerek ittifak ve gerek ihtilâf millî olmadığından ihtilâlden
gayri bir semere vermez. Büyük bir cemiyeti ızdırâpta bırakmaktan başka bir
şey bunların elinden gelmez.
6. BÖLÜM
Ey evlât!... Mektepte ilim tahsil etmiş olduğunuza elinizdeki diploma
şahâdet ediyor. Şimdi sizin baş vuracağınız ve sığınacağınız iki durak vardır.
Biri, mukaddes olan askerlik mesleğine girerek muharebe ilmini ve askerlik
san’atını öğrenmek icâp ve iktizâ eder. Terbiye çağı, insanı yirmibeş yaşına
kadar mekteplerde ve askerlikte tahsili kemâlâta sevk ediyor. Hele askerlik
ilimleri İslâmiyette, peygamberlik makamı gibi, ne büyük ve şerefli bir mevki
işgal etmiştir. Müslümanların her sınıf ve her ferdini bu şerefle
imtiyazlandırmıştır. Her müslüman askerlik hususunda Nebi-i Kerime uymak suretiyle saâdet
mertebesine erişmiştir. İnsanlara insanlık âdaplarını öğreten askerliktir. Askerlik tabiî bir muallimdir. Her ne kadar
bir kimse zihnen gabi ve fikren durgun olsa bile, askerlik şeref ve terbiyesi
ile işe yarayacak bir surette adam olur. Gabilik [ Anlayışsızlık, ahmaklık,
kalın kafalılık, bönlük] ve cahilliği gider. Askerlik
etmeyen akıllı ve zeki bir köylüden, askerlik aleminde terbiye görmüş ve
göreneği hasebiyle hareketlerini tanzim etmiş bir gabi adam iş sırasında daha
elverişli daha insaniyetlidir. Köy halkı ve mahalle ahâlisi arasında askerlik
şeref ve meziyeti câhili akıllı ve müdebbir bir adam derecesine getirmiştir.
Köylüler arasında bile askerliğin şeref pek muteberdir. Askerlik görmüş
geçirmiş ahmak bir köylü kendi muhitinde askerlik etmeyen ve zeki olan emsalinden
pek ziyâde rağbet görür. Hem gerçekten askerlik insanları açar, her işte
elverişli bir hâle koyar. Bir de askerliğe girmiş bir ahmak adam bu şereften
mahrum olan akıllılardan her hususça iyi olabilir. Yukarıdan beri şunu
arzetmek istiyorum : Ebediyen payidâr olacak devletimiz, kur’a askerlerini
yalnız düşmanla harp için almıyor. Ancak, bu insanlık mektebinde herkesin
en büyük ihtiyaçlarından olan maişet, ahlâk ve hoş geçinmek ilmini öğretmek
için alıyor. Bu edep kazanılacak yerde umum millet efrâdına askerlikle beraber
bunları da öğretiyor. Vatan evlâdını bir yere toplayarak bir kazandan çorba
içirmek, bir kumaştan elbise giydirmek ve aynı suret ve hareket, aynı ef’al ve
ahvâl üzere bulundurup onlara bir kardeş ve aynı ananın evlâdı gibi muamele
ediyor. Askerler devletin ciğerpare evlâdı makamındadır. Askerlik âlemini ve
insana ne rütbe ve ne haysiyet vereceğini bilmiş olsanız ilelebed askerlikle
kalmayı arzu edersiniz. Zira, askerlikte yemek, içmek, harçlık, borçluluk
gibi tasaları hep babamız makamında olan devletimiz iltizâm ve der'uhde
etmiştir. Evlâtlarının, her türlü ihtiyâç ve levâzımatına karşı fedâkârâne
ve fevkâlade bir gayret sarfediyor. Evlâtlarını her nerede bulunursa bulunsun,
refah ve rahatını için ihtiyâçlarını karşılayarak her şeyi ayaklarına gönderiyor.
Sizleri böyle mesut bir hâle getiren büyük, şerefli ve muhterem bir babanın
su göstermiş olduğu fedâkârlığa karşı ne iyilik edebileceksiniz?
Vatan ve milletin büyütün terbiye ettiği bir çocuğun canından gayrı fedâ
edebilecek nesi vardır?
işte, siz de kendinize düşen vazifeyi böylece takdir ve icâbında ifâ
etmelisiniz.
Devletimizin hâlisâne niyeti size âlicenaplık dersini vermek, insâniyet,
güzel ahlâk ve muaşeret gibi şeyleri okutmak ve bizim üzerimize aklen ve
naklen öğrenilmesi farz-ı ayn olan hak ilmini öğretmektir. Hep bunun için
tâlim ediyorsunuz.
Babanız, elhamdülillâh, sizi bu dereceye mahza Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı
olarak yetiştirdi. Askerlik çağına
geldiğinizde büyük babanızın, yâni devIetini terbiyesine tevili edecektir. Size, orada
vazifenizin neden ibaret olacağını söyleyeyim; biliniz ki, askerlik hep bu
tenbihlerimden ibarettir :
Askerlik, bu yüksek meslek, vatan, din ve milletimizin muhafazası için
tertip olunmuş cihan değer kıymetteki bir cemiyetin ismidir. Dünyada terakki,
hürriyet, saâdet ve rahat bununla kaimdir. Asker olmayan adamın elbette
kendisinde vahşetten, hiç olmazsa kokusundan olsun bir eser bulunur.
Allah-ü Teâlâ hazretleri seni askerlik şerefine nail buyurmuş, çok şükür
seni bu şereften mahrum bırakmamıştır. Şimdi askersin. Bir askerin üzerine
lâzım olan ve uhdesine düşen mukaddes vazife şu bildireceğim ehemmiyetli
şeylerden ibarettir :
Birincisi; asker kendisini devletin muhterem ve gayet sevgili oğlu gibi zannetmesi
lâzımdır. Zan ile değil hakikaten kendi evlâdıdır. Devletin asker evlâdını ne
kadar sevdiğini dâimâ göstermiş olduğu fedâkârlıktan anlamak pek kolaydır.
Cenâb-ı Hak hazretleri seni, benim gibi zayıf bir babadan, bütün milletin
babası olan devlet gibi kuvvetli bir babaya tevdi buyurdu.
Devlet, dünyada hiç bir şeyi asker evlâdına değişmez. Bu alaka çok
görülmemeli. Çünkü, devlet askerin ciddî bir babasıdır. Bir evlâd babasına
nasıl muhabbet ederse devletine de öylece ve belki daha ziyâde muhabbet etmelidir
ve insaniyet dâiresinden hiç bu suretle harice çıkmayınız. Yâni gazab, hırs ve
şehvet gibi şeylerden tamamıyla çekinenler tabii, aşikâr olan bu kurtuluş
dâiresinden dışarı çıkamaz. İffet ve istikametle hareket ediniz ki, babanız
sizden razı olsun.
İkinci vazifeniz; Allah’ın ve Peygamberin ve âmirlerinizin emirlerini her halde itiraz etmeyerek
hüsn-ü kabul etmektir. Zira, büyüklerin n emrini tutmak kitap ve sünnet ile
sâbittır. Amirleriniz, kumandanlarınızdan aldıkları emri sizlere tebliğe
memurdur. Devletiniz sizleri onlar vâsıtasıvle terbiye edip son derece kemâl ve
insâniyete ulaştıracaktır.
Ücüncü vazifeniz; gerek tab'an ve gerek şer'an mekruh ve lâyık olmayan şevlerden perhiz etmek,
ahlâkınızı bozacak her türlü fena fikirlerden sakınmaktır.
Dördüncü vazifeniz; doğruluk ve saygıdır. Bulunmuş olduğunuz
mukaddes askerlik mesleğinde doğruluk ile askerliğe sayen lâzımdır. Doğruluğun
mânâsı yalnız lisâna münhasır olmayıpp belki bütün harekâtınızı ihata
etmelidir. Zira doğruluk ve yalancılık kalbin ahvalinden bulunması hasebiyle
azâlara sirayeti de şüphesizdir. Mesela bir subay erlere vazifesini tâlim ederken;
(Evlâtlar, kumandanın emriyle vazifenizi sizlere bildiriyorum.)
kumandasını er aldı mı, dört gözle emrin verilmesini bekler. Ve emir verilir
verilmez hemen vazifesini yapar. Bu suretle doğruluğunu göstermiş olur. Doğru
olanlar birbirlerini severler, hürmet ederler. Âmirlerine her zaman itâat ve
inkıyâtta bulunurlar. Subayınız; (Emir bundan ibârettir.) dedi mi, hemen bu kurtarıcı
sözlerin mânâsını düşünerek askerliğe ait vazifenizi lâyıkiyle hıfz ve
zaptetmelisiniz. Er, üzerine terettüp eden vazifeleri iktidârı dâiresinde
istekli istekli yapmalıdır. Hele mensûp olduğunuz taburu, bölüğü ve takımı bir
kere nazar-ı dikkate alınız; ne kadar mehâbet ve ne kadar azameti vardır.
Halbuki o sizden mürekkeptir. O, sizsiniz yavrularım. Vatanın itimâd ettiği ve
bunca zamandan beri iftihar gözüyle baktığı güzel görünüş sizlerin vücûdlarınızdan
terekküp etmiş bir birliktir.
Evlâtlar, baba ve analarınız hasret dolu gözlerle sizlerden ne bekliyor?
Din ve vatanın muhafazası değil mi?
Bu ne ile meydana gelir?
Ancak sizlerin iyi çalışmanız, itâat ile tutmuş oldurunuz işlerde dikkat
sarfetmenize meydana gelir.
Oğlum, milletinizin gösterdiği yolda yürüyoruz ve daîmâ milletinizden
istifâde ediniz. Fendinizi millete ve mensûp olduğunuz devlete her harekette
muvafık bulundurunuz. İçki ve zina; gibi çirkef kuyularına düşmekten çekinmek
üzerinize vâciptir. Çünkü, bunlar çok fena ve tehlikelidir. Hele münasebetsiz
yerlere gidip tedavi kabul etmez illetlere kendi elinizle kendiniz çarpmayım; Kedi
gibi sirkat denâeti, tilki gibi müzevirlik mezâleti sizin gibi şeci' ve bahâdır
olan arslanlara hiç lâyık mıdır?
Siz, arslanlar gibi yiğit ve uluvv-i himmet sâhibi olunuz. Her halde
askerliğe leke sürecek fenalıklardan nefsinizi temizleyerek yüksekliğin
zirvesine çıkınız. İyiliklerinizle insanların gözüne ince ve sun’î bir ahlâk
heykeli dikiniz. Sizleri baba ve anneleriniz görüp teşekkürler etsinler.
Hele sizin taşıdığınız o sancak; şerâfeti ne ile kazanmış, ona neden hürmet
ediyorsunuz?
Evet, o hep bizim babalarımızın ve
dedelerimizin gülgûn kanlarından renk almıştır. Bizim millî namusumuzu ve dinî
gayretimizi gösteriyor; «Ey millet ve din evlâtları!.. Vatan ve
millet namusunu muhafaza ediniz» diyor. Düşman ile muhârebede eğer büyük
şehitlik rütbesine nâil olmuş olursanız ebedî hayat ve daimî saâdeti taşıyan
bu şerefli sancağın hakkını tamamıyla vermiş olursunuz.
Şeref ve kudsiyeti pek büyük olan bu sancağın altında cesâretle çarpışanlar, dünyayı din ve
devletine fedâya hazır, Allah’ın yardım ve muzafferiyetine sığınmış gaziler; anne,
hemşire, mal, namus ve vatan muhafızlarıdır. Bir hiss-i heyecân ve hasret dolu gözlerle
ellerin] açarak Cenâb-ı Rabb ül-âleminden nusret duasında bulunan ana ve
bacılarınız, büyük bir iştiyakla sizlerden din ve millî namusun
muhâfazasına yardım bekliyor. Bunlar; haydi evlâtlarım, ileri marş ileri diye
sizi teşvik ediyor. Kendi gözyaşlarının akmasına ruhsat vererek mertliğinize,
yiğitliğinize sığmıyorlar.
Annelerin ikinci istirhâmı;
«Evlâtlarım, bizleri muhafaza için göğüslerinizi siper ediniz. Sakın firar
edip kadınların içine gelmeyiniz. Bizim gibi kadın değilsiniz. Sizden düşman
ile muharebe ederek zaferle dönmek gibi iyi netice bekliyoruz. Bizim gibi bir
takım âcizlerin içinde vatanın namusunu muhâfazadan kaçmak mahcupluğu ile
nâmussuzca yaşamaktan ise, şân ve şerefle düşmana hücum ederek ölümü karşılamak
daha hayırlıdır. Her halde insan bâki değildir. Nasıl olsa bir gün evvel, bir
gün sonra hepimiz çaresiz Öleceğiz. Haydi ırz ve namusumuzun muhafazası için,
arslan evlâtlar, marş ileri.» diye vatan uğrunda sizleri fedâ eden bu
annenin ricasıdır.
Kumandasına bakınız, acaba bu telâş ve ızdırâbı neden ileri geliyor?
Köşede oturup hiç telâş etmesin mi?
Tanrı korusun, bir kere gayretsizlik yüzünden memleketimize düşman ayak
basarsa annelerimizin, hemşirelerimizin nâmında bunun böyle olacağı
şüphesizdir. Bunun çâresi telâşesiz bir şecâat, sebat, mukavemet ve düşmanı mahv
ve helâke gayret etmekledir. Annenizin verdiği kumandayı can kulağıyle dinleyiniz.
Bir de vatanınızın verdiği kumanda vardır, ki bu kumandayı subayınızın ağzından
işitiyorsunuz.. Düşmana hücum için subayınızın emrini aldıktan sonra korku ve
telâşı bırakmalı, cesûrâne davranmalıdır. Cesâreti târif edeyim:
Evlâdım, cesaretin mânâsı soğuk kanlılıkla, tam sür'at ve fevkalâde dikkatle
silâhını kullanmaktır. Muharebede en serî' ve en çevik davranan kazanır.
Düşmanı gördünüz mü hemen acele ile işe bir netice vermelidir. Er, öyle sür'atle
silâhını kullanmalıdır ki, karşısında bulunan düşman kullanılan silâhın ne
olduğunu anlamağa vakit bulmadan yere serilsin. Bu sür'at ve bu kuvvet gözünü
korkutsun. İşte, böylece sür'at ve dikkatle silâh kullanabilmek için şimdiden
itinâ ve sür'atle silâh kullanmağı tâlim ederek meleke ve mehâret peyda
etmelidir. Bir kimse elindeki silâhı fevkalâde bir süratle kullanmağı öğrendikten
sonra artık korkmasın; kendini kurtulmuşlardan addetsin. Muharebe esnâsında
herkes kendi nefsi ile meşgul olacağından, mukabilindeki hasmından başkasına
çatmaz. Bu sözlerim hücum hâlindedir.
Muzafferiyeti şu yolda tarif etmişlerdir: Harpte sebat, hücumda sür’at,
keşifte dikkat, muhâsarada devam ve gayret göstermektir. Harpte yavaşlık,
gecikme, hücumda ağır hareket, keşifte hiyânet gösterilir ve muhâsarada bulunan
düşmanı izâç ve tazyikte ihtimâm edilmezse muzafferiyet kazanılmaz. Harp;
bütün orduyu teşkil eden her ferdin yerinde ve vazifesinde sebâtiyle kazanılır.
Sebat; yalnız düşman karşısında gösterilen metânete denilirse de bir
mevkiin muhâfazası sırasında mukavemete de denilebilir. Meselâ! hâkim
noktaları yakalamak, yakın ve uzak hatt-ı ric’atleri muhâfazada sebat göstermek
en mühim şarttır. Dâimâ bu istinat noktalarını göz önünde tutmalıdır.
Yalnız kendi bilgisine güvenmeyerek Erkân-ı Harbiye tarafından harp fennine
tatbikan yapılan keşif ve plânın tertibinden sonra, müdafaa ve taarruz
bakımından ehemmiyetli mevkilerin korunması lâzımdır. Bâzı âmirlerin hususî
hallerine garazen (Muhârebede varsın mağlup olsun, ben bunun emrini
dinlemeyeceğim.) diyerek hakikî vazifesi olan vatan ve millet muhâfazasına
lâkayıt kalmak, (Varsın düşman alırsa, alsın.) fikrinde bulunmak, askerlik
âleminde melun bir fikir olduğundan, şayet bu fikirde bulunan olursa te'dip ve
terbiyesi elzemdir. Kumandanın emri ne ise onu yapmak icâp eder. Orada emir ve
irâde onundur.
1. BÖLÜM
Cenâb-ı Hak ef’aline mazhar olan cisimlerin vücûduna Arzı mazhar kıldığı
gibi, insanı dahi mazhar etmiştir. Eşyadan zuhûr eden ef’ale, Hakkın (ilahi
san'atı) ve insandan zuhûra gelen ef'âle de (ilâhı kudreti) denilir. Meselâ;
yer yüzünde görülen ağaçlar, nebatlar, havvanlar vesâir canlılar ile Arzın
hâsılâtı olan mâdenler, katı cisimler ve sâir bu gibi şeylerin başlangıç, icât
ve ihtirât Arzın rübubiyeti ile husûle gelir. Sonra, Cenâb-ı Hakkın aşikâr olan
kudretine tevdi edilen o şey, garip, türlü türlü suret ve şekiller gösterir.
Nitekim; Cenâbı Hak (YEDULLÂHİ FEVKA EYDÎHÎM) buyurmuştur. Bizim tasarrufumuz
ile husûle gelen bu kadar icât olunmuş şeyler Bâri teâlânın zâhir olan
kudretidir. Cenâb-ı Hak için bir el vücûdu tasavvur olunursa o el bizim
elimizin gayri olamaz. Ve bu elimizin üzerinde Bâri teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin eli ve elinin kudreti ve bu elimiz onun sanatı olduğu gibi (VE İNNEL
KULÜBE BEYNE ISBİAYNİ MİN ÂSABIRRAHMAN)
bu hikmeti açık ve zahir bir surette göster ir Bu takdirde akıl, fikir ve
marifetimiz hep o Sani' teâlâ hazretlerinin iki parmağı arasında hareket eden
bir kalem gibidir. (VE ALLEMEL İNSANE MÂLEM YA’LEM), (VE YAHLÜKU LEKÜM) yâni
irâde ve ihtiyârımızın sarfiyle deride daha Keyfedilmemiş ve zuhûra gelmemiş
olan eşyâ ve sâireyi sizlerin ilim ve istidâdınız vüs'atinde sizin ile sizin için
ihtirâ ve inşâ ederim. (MALA TA'LEMÛN) hâlâ o şeyler ilmen ve aklen sizin
meçhulâtınızdandır.
Maişetimize tealluk eden umur ve hususların tamamı Arzdan husûle
geleceğinden Arz, bize nisbeten müşfik bir anne makamında demektir. Bütün
ihtiyaçlarımız Arzla alâkalıdır. Fakat, Arzın diğer kürelere olan
münâsebetlerini bilmek ve ona vukûfumuz olmakla, Arzın kendi tasarrufuna bir
şey ilâve etmek veya noksan getirmek kabil delildir. Meselâ; şuâlar ye
cisimlerin sâir hassaları gibi, ki ziyâdan gayri ve ziyanın bile bize olan
menfaat ve mazarratının bizce ancak pek cüz'î bir kısmı keşfolunmuştur. Rüzgâr,
yağmur, bulut, gök gürlemesi şimşek çakması bunların hepsi Arzdan mütevellit olduğundan bunlara olan ihtiyaçlarımızı arza
hamlederiz. Bir şey ki, insana bir nisbet ile münasebeti vardır, bu münâsebet
cihetinden o şey insanın mürebbisidir. Rübubiyet âleminde ondan istifâde etmek
için istifâdesi nisbetinde o şeye hizmet etmek lâzımdır. Meselâ; çiftçiliği
murâd eden bir kimse toprağa ettiği hizmet kadar ondan istifâde eder. Bir
çiftçi zirâat ve çiftçilik etmeksizin (Cenâb-ı Hak benim arâzimden nasibimi
verir, tevekkül lâzımdır.) diye işsiz, güçsüz, yalnız tembellik neticesi
olarak, arazisinin vereceğini beklerse Cenâb-ı Hak, diğerlerinden ayırmaksızın
sâir beceriksiz hayvanlar sırasında, o adama da mâlik olduğu arâziden bir
miktar tâze ve kuru ot gibi az bir şey yetiştirir ve verir. Arâziye hizmet,
saâdet ve refahı muciptir. Hizmet mukabilinde Cenâb-ı Hak elbette onu mahrum
etmez ve minnetsiz olarak o arâziden kudret eliyle türlü türlü nimetler ihsân
eder.
Bâzı arâzi vardır ki, sâhip ve sâkinlerinin maişet ve idâresini temin
edecek kabiliyet ve müsaadesi yoktur. Bu gibi arâzide bir kısım halk çobanlık
ile seyyar bir halde bulunurlar. Hava ve surunun vehâmeti ve gerek toprağın
kabiliyetsizlik ile ahdisinin idâre ve maişetini temin ve muhafaza edemeyecek
mahaller, eğer mümkün ise, usulü dâisinde imâr edilmeli; değil ise öyle mahal
terk edilerek başka bir yer bulunup hazırlanmalıdır.
Peygamberimiz (Ahâlisinin rızık ve maişetine kifâyet edecek derecede nebat
yetiştirme kuvveti bulunmayan arâzide yerleşmeyiniz.) buyurmuşlardır.
RABBİNNÂS sıfatının tecellisine tam mazhar olmayan arâzinin o nisbette
terakkisi için imkân çaresi olup olmadığını bilmek jeoloiye vukufu olan bir
zâtın vücûduna muhtaçtır. (VE MİNEL CİBÂLÎ CÜDEDÜN BÎDUN VE HUMRÜN MUHTELÎFÜN
ELVÂNÜHÂ VE GARABÎBÜ SÜD) Hikmet ehli indinde Arz tabakaları yirmiyi mütecâvizdir.
Bunlardan bâzısı zirâate kabiliyetli, bâzısı kabiliyetsizdir.
Bu tabakalardan satıh itibâriyle farklı bulunanlar ayrı surette zirâat olunur.
Arâzinin volkanik, çorak, feldispat ve kireçli olan yerleri çok dikkatli
terbiye ile zirâate salâhiyet peydâ eder. Volkanik arâziden hangisi olursa
olsun her kısmına sun’î bir hayat verilmedikçe zirâate elverişli olamaz. Suyun
teressübâtından teşekkül eden arâzî terbiyeye her vakit hazırdır. Arâzi uzvî
enkazdan mürekkep ise dâimâ mahsuldâr olur. Zirâatın genişlemesi her halde suya
muhtâç olduğundan böyle islâh edilecek arâzinin geçim ve refâh vâsıtası olabilmesi için, su tesviyesine münâsip tabakalarım muayene etmek lâzımdır.
Arzda, su çıkmasına veya akmasına mâni, yâni suyun girmesi kabil olan ve
olmayan iki tabakadan birine mutlaka tesadüf olunur. Eğer bir yerde suyun giremeyeceği
iki tabaka arasında girebileceği bir tabaka bulunursa kumlu olan bu tabakaya
ulaşıncaya kadar kaç metre derinliğinde Arz tabakalarının kazılıp delinmesi
icâp eder, bu tabakaların suyun girmesi kabil olan ve olmayan kavsi ne
miktardır, genişliği ve derinliği ne derecedir?
Bunu bilmek bir mühendisin bilgisine bağlıdır. Arz üstünde biri biri
üzerine biriken tabakalardan suyun girmesi kabil olmayan iki tabaka arasında
suyun girebileceği bir tabakanın vücûdu zarûridir. .Teolojide bu hâl şöyle izâh
olunabilir. Suyun giremeyeceği iki tabakanın arasında sıkışık bir halde kalmış
olan suyun girebileceği bir tabaka, Arz tabakalarının vaziyetlerine göre aşağı
yukarı mâil bir vaziyet teşkil ederek uzanmış gitmiş, bunun bir ucu bir dağ
yüzünde meydana çıkarak, buna mukabil diğer bir ucu da yer yüzü ile
birleşmiştir. İşte Arzın emerek çektiği ve bu mahallerden giren hava-yi nesimîyi
Arz suya tahvil ve istihale eder, ki havâ-yi nesimînin suya tahavvülü bir mizaç
ile mümkündür. Böylece devamlı surette havanın suya çevrilmesiyle, havanın
girmesine müsâit olan tabakaların hepsini su doldurduktan sonra, bu su bir
mecrâ bulup yer yüzüne çıkar, denize kadar gider.
Yağmur sularının bir mahalde birikip, yânına müsait bulduğu mahalden dökülüp
akması da vâki ve câizdir. Artezyen kuyuları, Arz tababakalarından suyun
girmesi kabil olan mahalle kadar delinerek vücûda getirilir ve şadırvan suyu
gibi kuyulardan fışkırır. İhtiyaçları yüzünden zirâat ve içecek sularını temin
edemeyen mevkilerde artezyen kuyuları açmak mümkün olsaydı bu yerler ahâlisi
zurûrete düşmezlerdi.
Bir yerin akar suları ve artezyen kuyuları olup da, yalnız zahmet ve
meşakkatten dolayı çalışarak bundan hakkiyle istifâde etmek istemeyen
kimseleri, mecburiyet altında, işe ve çalışmaya alıştırmalıdır. Âdi kuyular
açılması ve buna dâir tulumba icâdı, rüzgâr veyahut suyun kendi tazyik ağırlığı ile akması en âdi vâsıtalardan
sayılır.
Memleketimizde artezyen kuyuları meydana getirmeğe acaba neden ehemmiyet
verilmiyor?
Bu nevi kuyuların umumî sıhhate, zirâat ve sanayie ne kadar faydası vardır.
Acaba bununla memlekette husule gelecek ümran göz önüne getirilmiyor mu?
Yoksa, üç kıt'adan iklim nasip olan geniş memleketimizde bu tarz üzere kuyu açmağa
mahallin müsaadesi mi yoktur, yahut müsâit para mı bulunmuyor ? Memleketimizin
en birinci noksanı, para kazanmağa karşılık tembellik ederek, sarfiyata gelince
fevkalade bir cüret ve lâkaydî göstermemizdir.
Artezyen kuyularının mahallini tâyin etmek için jeoloiye fazla bir gayretle
çalışmak lâzımdır. Böyle umumî menfaatleri temin edecek işlerde ihtisas sahibi
olmak için gayret ister. O vâkit bizler de kendi arâzimizin toprak altı
teşekkülâtını öğrenmiş ve anlamış oluruz. Tabakaların cins ve terkipleri
hakkında Arzdaki değişikliklerden ne gibi değişmeler vukubulmuş olduğunu
öğrenir; Arz kabuğunun yükselme ve alçalmasını keşif ve tahkik ile yer altında
teşekkül eden mürekkep tabakaların dahi mükemmel bir haritasını elde etmiş
olurduk.
Böyle bol dağları, geniş ovaları, yüksek noktalarda birçok yaylaları olan
ve arâzinin her nevi ârizasına uygun bulunan bir memlekette yalnız mahallini
bilin delmekten niçin âciz kalıyoruz?
Bu suretle Afrika gibi mahalleri bile suya kandırmak pek kolaydır. Fakat,
bulup da suyu akıtmak hünerdir. Böyle yerleri arayıp bulmak lâzımdır. Bizim
mekteplerimizde bugün okunan ilimlerden husule gelen menfaat kısaca
gösterilmiştir. Yabancı memleketlere talebemizi göndermekten maksat, tahsil
etmiş oldukları ilmin daha yüksek tarafını arayıp, o fennin ikmalini arzu ve
heves etmelerini teminden ibaretti. Halbuki, genç mekteplilerimiz fen öğrenip
memleketin imârına, milletin terakkisine çalışmaktan ziyade, onların batıl fikir
ve itikadlarına kapılarak avdet ediyorlar. Bizim bu gençlerden beklediğimiz,
esas maişet sermayesi olan zirâat, ticâret ve san'atta üstün bir şekilde
terakkidir. Bunlar memleketimizde, lâyık iye yapılmamaktadır. İşte böyle
şeyleri öğrenip hâl ve tabiatımıza ve kendi milletimizin icâplarına uygun bu
surette değiştirerek o marifet ve o ilmi bize malı sus gibi göstermek ve
onlardan ecnebi râyihasını gidermek ciddiyetini kendilerinden beklemek hakkımızdır.
Zirâatte bir çiftçinin ciddiyeti kendisini elbette servet ve saâdete
kavuşturur. Bu heves ve çalışması yalnız zirâatte kalmayıp ağaç dikmeğe de teşmil
edilmelidir. Ağaç dikmek hakkında Peygamberimizden bir çok hadîsler vûrud
olmuştur. Ağaçların bereketinden, umûma faydasından, din ve dünyanın imârını
mucip olup hayırlı eserler ve sadakalar sırasında bulunuşundan bahisle;
ağaçların ahrete azık, evlâd ve zevcelere yardım yolunda ziyâdesiyle
münâsebeti olduğu da belirtilmiştir.
Server-i âlem Peygamberimiz efendimize ümmetinin her ferdi boyun eğmeğe ve
emrine göre hareket etmeğe mecburdur. Fahr-i âlem efendimiz bizim dünyaca
istirahatimizi, yâni malca bolluk araştırıp bulmanızı dinde dahi huzur ile
kulluğumuzu emir ve ihtar etmiş olduğundan refah ve rahat kesbedinceye kadar
uğraşmalıyız. Ağaç dikmekte bizim için iki fayda vardır. Birisi, bir ağaç
yetiştirmiş olsak, câri hayırlar gibi sene besene idâre ve geçimimizi
kolaylaştırır; diğeri yaz günü sıcaklarda bağ, bahçe ve meyva gibi, serinlik
verecek şeyleri temin eder.
2. BÖLÜM
Arzımızın insan âlemine benzeyişi iki suretledir.
1— İnsan gibi sarf ettiğini yerine koymağa muhtaçtır. O ihtiyacı, Güneşin Fahr-i
mescûr (hava denizi, yâni seyyâle-i esîriye) üzerine aksetmiş olan ziyasından
tekeyyüf eden hava gibi bir şeyle temin eder.
2— Arza ârız olan haller dahi insana ârız olan hallere benzer. Bunlar
yekdiğeri ile mukayese olunsa biri diğerinin aynı olduğu görülür. Meselâ;
yemek ve içmek hayvanlarda açlık denilen marazın ismidir. Dâimî olan bu açlık
illeti, insan ve hayvanları, (kevnin bir teabbüd nisbetine göre, yâni kevnin
insan ve hayvanlarca zapt ve teshir olunması ve itâati nisbetiyle) eşyada canlı
ve cansız bütün cisimlere musallat eder. Bu ise kevnin hayvanlarda husul-ü
tasarrufuna ait bir eserin ismidir Kevin teabbüdü ki bize tâbi olması demektir.
Bu iki nevi üzeredir.
1— Hayvanlar, yiyip
içtikleri gıdaları hazmederek bu gıdaları sarf olunana benzer bir hale
getirir. Bu suretle, vücûd tabiî bir nisbette ve ilk yaradılış hâlini muhafaza
ederek, muayyen olan eceline kadar hayatını uzatır.
Gıda dediğimiz şeyler hayvanlar için türlü türlü yollarla hâsıl olur. Bu
gıda her hayvana kendi vücûdu nisbetinde ihsân buyurulmuştur. Bâzı hayvanın
gıdası bir diğerine aslâ yaramaz. Cenâb-ı Hak dilleri ve renkleri dahi muhtelif
suret ve muhtelif nisbette halk etmiştir.
2— Gerek nesimî, gerek gıdaî ve unsurî vücûd hep bir şeydir. Teaddüt kabul
etmez. Senin, melekût-ü ebrâra taverân eden vücûdun bu günkü vücûdunun gayri
değildir. Urûcî olan bu vücûdun sana münasebeti, senin taşımakta olduğun
vücûdun benzeri ve aynıdır. Tayerân cihetiyle ayni değilse de tekarrür ve
telemmüs cihetiyle fîavri dahi değildir. Aralarında bir yükselme nisbetiyle
melekût-ü illiyyine urûc eden vücûd-u nesimînin bedeninize nüzûlü tarikiyle eşyâdan
size vârid olan vücûd-u mütemâsile ve mütelâbika münasebetiyle tevazün ederek
mekânında müstekardır. Yâni; mekânında istikrarı vardır. Eksilen vücûd gıda
ile telâfi-i mâfât ettiği gibi, tayerân eden vücûd dahi taşıdığımız bu vücûdun
sarf eylediği gıdanın eserinden hâsıl olan ruhun tayerânından tedricen vücûdunu
tamamlamaktadır. Bir nisbete varıncaya kadar ki, oradaki vücûd-u uhrevî,
kemâlâtı istihsâl ettiğinde, ecel i mev'udu ile buradaki ruhunun bakiyesi oraya
inzimâm eder. (İNNEL EBRÂRE LEFİ İLLİYYİN) Kabir hayatı ve ahret hayatı
dedikleri de kitâb-ı ebrârın Alây-ı illiyyinde olan vücûdudur. Bir vücûd-u mevhube
tamamlanıncaya kadar, sana tâbi olan bu âlem i kevinde, tekarrür ve istikrâr ve
bu ihtizâzât-ı havut ile tayerân etmektesin. Lâkin burada yine sensin. Urûç
hasebiyle senin aynın olmayıp misâl âleminde senin bir mislin olduğundan,
ihtizâzât-ı hayat hasebiyle gayrin dahi değildir. Bir mumun, ziyası ile
karanlık bir mahalli aydınlatması kabilindendir.
Bu beden makinesi fasılasız bir süratle tedricen seni husûle getiriyor.
Bir taraftan gıdaî maddeler vücûdunu tertip edip seni dâimâ bir ahret vücûduna
ilhak etmektedir. Sen yine yok olmaksızın sensin. Kezâlik âlemde her şey için
azîm bir değişme vardır. Otlar hayvan ve hayvanlar - insanların nebatları ve
hayvanları yemesi suretiyle- insan olur.
İnsanların ruhânî kısmı, yâni nurânî cisimleri, âlây-i illiyyine gider.
Enkaz ve lâzumsuz fazlalıkları da toprak olur.. Bir devir ki, devrettiren Cenâb-ı Bâri Teâlâ hazretleri bu âlem-i halkîde
manen zahirde ki misilli deveran ettiriyor. Yâni, iki eliyle yoğurmuş olduğu
topraktan bir buğday yapıp sâir gıdalarla birlikte onun vücûduna kaim olacak
bir kudret eliyle, zahirde vücûd bulan gıdaların mecmûunu, yeme yolu ile
-Allah teâlâ hazretlerinin iki elinden diğer bir eli, ki bâtın elidir-senin
irâdenle, yâni ağzına o yemeği götürmekle, o yemek, Cenâb-ı Hakkın senin
vücûdunu tahmir edecek diğer eline geçip, orada senin vücûdunu teşkil ve
tasvir eder. Ve bedel-i mâyetehallele çevirerek beka ve istikrârın senin
vücûdunu suret âleminde hayal gibi gösterir.
3. BÖLÜM
Kan, hayvanların vücûdunu besleyerek büyütmelerine hizmet eden bir madde
olduğu gibi, insana lâzım olacak şeyleri vücûdun her tarafına ulaştırmak ve
zararlı olan şeyleri münasip bir mahalden defetmek hizmetini ifâ eder. Arzın
vücûdunu beslemek ve büyütmek hizmetini kan hükmünde olan su ve hava görür. Kan
ve hava, hayvanda ne hizmet görüyorsa Arzda da su aynı hizmeti görür. İnsanda
kan iki nevi olduğu gibi, Arzda kan mesâbesinde olan su da, tatlı ve tuzlu
olmak üzere iki nevidir. Su, hava ve ateşden mürekkep olarak yer yer Arza dâima
hükmeden yarar dağlar, Arzın indifâlarından başka bir şev değildir. Deniz,
suları, havaya tebahhur ederek, hava suretinde Arza hulûl ve oradan kırmızı kan
hükmünü alan su suretine girip kaynak ve akar sular hâlinde mercii olan denize gider.
Eğer denizler tebahhur etmemiş olsaydı bir anda dünyanın helâk olması iktizâ
ederdi.
Bütün denizler takriben bir asır müddet zarfında peyderpey değişip kamilen
tazelenmektedir. Şayet denizlerdeki sular tamamen tebahhur edecek olsa, bu
sular şeffaf bir cisim olarak ecsâm-ı nûraniyeden halka gibi, muayyen bir
irtifada, arzın etrafını çepçevre kuşatır. Eşyanın hayatı olan su, yine
kürenin damar ve âsâbından çıkıp bu hayatı kendine has bir surette muhâfaza
eder.
Güneşin ziyasiyle mütekkeyyif olan esîri, hava cezbeder; Arz küresinin
duman buharlarıyla renkleşmiş bulunan hava-yi nesimîsini de arz bel'eder. Bu
nesimî hava verin içinde tatlı suya çevrilerek meydana çıkar. Nitekim hava,
akciğerin borularından geçip kanda tesir ve nüfuzunu gösterir. Havada bulunan
oksijen gaz gibi kana karışır. Kanın kürelerine yapışarak karbon gazını kendin
ayırıp teneffüs vâsıtasiyle dışarıya çıkarır. Keza, küreyvât dahi Arza bu ameli
aynen icrâ ediyor. Havanın küreyvâtı su ve suyun küreyvâtı yeryüzünde biterek
çıkan ağaçlar ve nebatlardır. Ağaçlar ve nebatlar hayvanların vücûdunu teşkil
eder. Şayet havada su buharı ile hidrojen olmamış olsaydı ne biz sâir
yıldızları görürdük ve ne de, ziyanın aksetmesinden, havada zerre kadar harâret
bulunurdu.
4. BÖLÜM
Ağaçların ve nebatların hassaları: Ağaç dikmek ve zirâat yapmanın
insanlardan başka hava ve Arzımıza dahi faydası vardır. Bu hususta geçeri
bahislerimizde uzun uzadıya tafsilât vermiştik. Ağaç dikmek ne kadar sevap ise
sebepsiz olarak ağaçları kesmek ve yok etmek dahi o derece muzır, ziyanı mûcip,
israf ve haramdır. Şayet yirmibeş kilometre karelik bir arâziye rutubeti
cezbedecek ağaçlar dikilecek olursa, yahut yüz kilometre karede rutubeti
cezbedecek bir orman bulunursa denize on saat mesafesi olan bir mahalden
yağmur celbettiği tecrübe ile sâbit olmuştur. Ağaçların ve zirâatin
çoğalması yağmur yağmasını icabettirir. Onun için bahar mevsiminde yağmurun
yağmasına ekseriya ağaç ve nebatların çokluğu sebep oluyor.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki (LEVLEL
KAMHU VEŞŞEİRU LA TUMTİRÜSSEMÂÜ ) semanın yağmurlu olmasına sebep olan
buğday ve arpadır. Eğer bunlar olmamış olaydı semâdan bir katre yağmur
düşmezdi. Vuku-u hâl bunu isbatâ kifayet eder. Görülmezmi ki, zirâatin en cazibesi
kuvvetli vakti Arzın çok yağmurlu olan vakitleridir. (Rabbinnas) olan Cenâb-ı
Hak Arzı insanâ zapt ve teshir ettirmiştir.
(Rabbilfelak) olan bu Arz insanın vücudunu terbive ve kaybettiğini telâfi,
yâni rızkını eshâb ve alât vasıtasiyle izhâr ederek Cenâb-ı Hakkın âşikâr
kudretini kalb gözü ile görenlere göstermiştir. İşte ağaç ve ekinlerin davadan
cezbedip sarfetmiş olduğu su buharını hava telâfi ederek sarfiyat nisbetinde
denizden su buharını alır diğer taraftan ekinler onu cezbeder. Böylelikle bir
cereyan hâsıl olur ki, bu cereyan yağmur yağmasına sebep olur. Nebatlar
vâsıtası ile olan cereyan mahdut bir vakit ve muavyen bir zaman
içerisinde vuku bulduğu için büyük bir mecrâya vesile olamaz.
Rutubeti cezbedici ağaçlar büyük bir arâziye dikilecek olursa tabiîdir ki,
nebâtâtın cezbettiği miktardan daha geniş surette cereyanı temin eder. Bir
mahallin ağaçları ne kadar çok bulunursa yeryüzünü kaplayan havada rutubet o
kadar ziyadeleşir. Bu rutubet, câzibe kuvvetinin eserinden hava içerisinde
peyda olan yağmur hüzmeleri olarak Ağaçların havadaki tesirlerini uzatır ve tâ
denize kadar ulaşır. Bu mecrâ ile hava cüz'î surette değişir ve böylece yağmur
yağmasına sebep olur. Ağaçları çok ziyade olan dağlar ile sahralarda sık sık
yağmur zuhura gelmesi bu hikmete delildir.
(VALLAHÜLLEZİ ERSELERRİYÂHE FETÜSÎRU
SEHÂBEN FESUKNÂHU ÎLÂ BELUDİN MEYYİTİN FEAHYEYNÂ BİHÎL'ARDA BA'DE MEVTİHÂ) Ağaçların
çokluğunun faydalarından birisi de arazinin vasıflarını değiştirmesidir. Bu
takdirde arâzinin muhtelif tabakaları haricî satıhlarına göre farklı surette
ekime elverişli olur ve az çok hâsılat alınır. Her halde çokça hâsılat elde
etmek isteyen kimse arazisinin iyi terbiyesine dikkat ye itinâ etmelidir. Arâzi
sâhipleri elinde bulunan mahallin neye muhtaç olduğunu ve ne tohum ekmek lâzım
geleceğini bilmelidir. Tarlanın nebat bitirme kuvvetine yardım edecek maddeleri
kâfi miktarda bulundurmalıdır.
Hayvanı, kimyevî gübrelerle, kireç, kömür gibi tarlaların imâr ve
terbiyesine hizmet eden ve daha buna benzer zirâat ilmi üzere, icâbeden kayıt
ve şartlara ne kadar itinâ edilirse o nisbette arâziden istifâde edilir ve
fazla mahsul alınır. Bu ağaç ve nebatların enkazı ile o arâzinin kumlu arâziden
başka arâzıye tebeddülü lâzım geleceğinden semânın dahi bulutlu olmasını iktiza
ederek o zaman mezkur yerler, ahalisini
yağmurlu bir sema altında mümbit toprak üstünde bulundurmuş olur.
Afrika çöllerinde uzvî enkazdan teşekkül eden bir toprağa tesadüf etmek,
nâdirattan değilse de, sair iklimlerde olduğu gibi çok da değildir. Havanın
tesirlerinden biri olup Samyeli dedikleri fırtına, kum dağlarını sürükleyerek
uzvî enkazı bile kum hâline getirir ve Arzın zirâate olan kabiliyetini bozar.
Bu fırtınalar toprağın sathından faydalanma imkânını da ortadan kaldırıp,
istifâde edilmeyecek bir hâle koyarak, zirâate elverişli olmaktan çıkarır. Bu
fırtınalara sebep, güneşin ziyası ile Arzın ekvator bölgesinin ısınarak ve
havanın harâret ile genişleyerek o genişliği doldurmak için soğuk
memleketlerden soğuk hava gelmesi ve geniş mahalleri doldurmasıdır.
Bu hava cereyanının şiddetle esmesine fırtına denilir. Sahrâ-yı kebir gibi
geniş kum denizlerin de Güneşin ziyasından husûle gelen harâreti de hava gibi
Arz emerek içine alır. Soğuk iklimlerde sıkışmış olan hava, sıcak mıntıkalarda
noksan kalan miktarı telâfi etmek için bu bölgeye hücum eder. Kış günleri gibi
şiddetli soğuk hüküm-fermâ olan zamanlarda, harâretsiz, buz hâlinde bulunan
Arz, kum deryâlarında fırtınalara sebep olacak derecede, havadan bir şey bel'etmez. Yaz
günlerinde devam eden bu sevkiyat, o araziyi iskân edilemez bir hâle
getirmiştir. Sahrâ-yi kebirin yalnız kum fırtınaları yüzünden dâimâ seyyar bir
hâlde bulunan arâzisini sâbit kılmak ancak Cenâb ı Hakkın İlâhî kudretine
mahsustur. Bu havâi ide çeşit çeşit değişik ve hâdiselere sebep olan bu hava cereyanlarının
hükmü, bir canlının kan dolaşımı ve hazmı gibidir.
Nitekim, insanda ciğer havayı bel'ederek beden dâhilinde hava ile olan
değişmeyi yani oksijen ve karbon gazındaki yanma ve değişme(Büyük deverân) ve
(Küçük deverân) hallerini meydana getirir. İnsanda ve hayvanlarda kan ile
bel'olunan hava ne hâl alıyorsa küremizde de su ayni hareket ve işi yapar.
Yalnız küre hava-yi nesimîyi soğuk iklime sevkeder ve Sıcak iklimlerden bol eyler
(Allâhü âlem bihakikatilhâl)
Sahrâ-yi kebir ve benzeri yerler, müteharrik arâziden olmakla beraber deniz
sathından seksen, seksenbeş metre kadar veya daha az yahut daha çok aşağıdır.
Akdenizden ve yahut Atlas Okyanusundan açılacak birer kanal vasıtasiyle su
sevk edilerek havaların itidâl kesbetmesi ve oturulabilir bir mahal olmak
derecesine gelmesi düşünülürse de ekseriya. eserek sürüklediği kumlardan dağlar
büyüklüğünde yığınlar vücûda getiren Samyeli fırtınaları men etmek için bir
mâni olmadığından bu cihet akıl sahipleri ve fen adamlarınca pek de makbûl ve mâkul görülemez.
Arz grizi hararetini bu gibi mahallerden sarfa alışmış olsaydı, zelzeleler
ile bir ihtilâl vuku bulur ve bu kumlu sathın iç ve dış tarafını arızalı bir
şekle sokarak pınar, kaynak ve nehirlerin hâzinesi olan dağların teşekkülünü
mûcip olurdu. Zirâ, dağlar hâricen ve dâhilen zelzelelerle, Arzın teşekkülâtında
husule gelen çukurlaşma ve kabuklaşma gibi, ihtilâli eserleridir. İşte bu muhtelif
suretlerle Arz su seviyesini bir muvazenede bulunduramadığından yer yer menfezler
peydâ olarak, bu hâl ırmak ve nehirlerin çıkmasına sebep olmuştur. Eğer su
seviyesi bir düz satıhta bulunursa cereyan etmek için mecrâya açık bir yer
bulamaz.
Sular, hakikatte yağmurun yağmasından Arza nüfuz ederek hâsıl olmuş gibi
görünürse de, dağların yüksek noktalarında ve külliyetli bir surette bulunan artezyen
kuyuları bu hükmü kuvvetten düşürmeğe kâfidir. Bir Arz sathında ve müteaddit
mevkilerde hem artezyen hem de âdi kuyu bulunabilir. Bu sular bâzen göl gibi
bir mevkide hem cereyan eder ve hem gâip olur. Bâzı artezyen kuyularının
fışkırmaları muvakkattir. Kâh zuhur öder ve kâh gâib olur. (VECEALNÂ FİL'ARDİ
REVÂSİYE EN TEMİDE BİHİM VECEALNÂ FÎHÂ FİCÂCEN SÜBÜLEN) Akıl terâzisi bu gibi
şeyleri ölçmeğe ve kavramaya müsait değildir. Şöyle ki, bir sene içinde yağan
yağmurun miktarını bir âlet ile ölçmüş olsak; Arzdan nehirler vasıtasıyla
denizlere dökülen ve harâretin aksetmesinden tebahhur eden, sulama suretiyle
nebatlara ve ağaçlara dağlara, Arzın rutubetine tabi ve hayvanat kaim bulunan
suları yalnız yağan yağmurların idare edemeyeceğini anlarız. Zâten bu
sayılanların ekserisini muayyen bir zaman içinde tedârik mumlum değildir. Evet,
yağan yağmurlar sarfiyata bile yetişmiyor. Eskiden bekaya kalması düşünülebilirse
de lâzım gelen sarfiyat hiç bir zaman geri kalmaz Muayyen bir müddet zarfında
yağan yağmurun yarısı havada buhar hâline geçer, az bir kısmı nebatlar ve
hayvanlar tarafından sarfedilir ve bir kısmı da Arzın mesamatından nüfuz ve bir
su geçmez tabakaya kadar iner. Orada birikerek toplu bir halde bulunur. Sonra
bir mecra ile denize dökülürken bir miktar daha tebahhur eder. Suyun, denize giden
bu kısmı pek güçlükle tamamen yerine vâsıl olur. Denize varmak imkânı olsa
bile, pek az bir şey ulaşır. Bu gibi şeyleri hakkıyle tatbik etmekte insan aklı
âcizdir. Nil nehrinin bir ay müddetle cereyanını idâre edecek kadar yağmur
yağması icâbetseydi her gün Afrika çöllerinin hep seller içerisinde kalması
lâzımgelirdi.
5. BÖLÜM
İnsanların umûr ve husûsuna müdâhale eden Güneştir. Zirâ, Güneşin, sair
kürelerin ziyası gibi, bizim fayda ve zararlarımız cihetinde hayliden hayliye
rolü olduğunu bu günkü ihtiyaçlarımız, tecrübeye lüzum göstermeyecek surette,
isbat etmektedir.
Güneşin ziyası sâir kürelerin ziyasından daha parlak görünüyor. Buna sebep
Güneş ile aramızda vuku bulan teati ve inkıyattır. Şâyet küremiz, diğer bir
güneş âlemine müteveccih olmuş olsaydı, teveccüh ettiği şeyin hassasını
birdenbire alıp kabul etmesiyle, Güneşten aldığı zıya nisbetinde, onunla aralarında
ayniyle ziya teâti olunurdu. Fakat güneş âleminden riyadan gayri bize başka bir
şeyin verildiği de düşünülebilir.
Güneşin sıcak ve kuru olduğu kendisi gaz ile buhar gibi şeylerden müteşekkil
ve son derece şiddetli bir harârete mâil ve en güçlükle eritilebilen cisimleri
bir anda buhar hâline getirmeğe muktedir, tutuşan bir cisim olduğunu tasavvur
edecek olursak bazen bu tasavvurumuza aklı muhakememiz mâni olur. Ve bizi bu
hususta hayret içindi bırakır. Rastladığımız manialardan birisi, 'Güneşten Arzın
harâret aldığı billurlar ile cisimlerin tutuşması ve Güneşin tam karşısında
bulunan cisimlerin ateş gibi harâreti
olması ve belki de hararettin (limanların yanması; tutuşması kabil olan
şeylerin bir mizaç ile gözümüzün önünde her vakit için yandığının görülmesi,
aşikâr hallerdendir. Fakat, bu müşahede ve buna dâir fikrimizi cerheden ve
müşahedelerin hepsini galat bir havâi üzere kurarak mevhum bir fikir hükmünde
gören aklî mülâhazalar. Güneşin fevkalâde bir harâret merkezi olduğunu kabulde
tereddüt eder. Güneşin, belki harâretin şevkini mucip şiddetli bir ziyaya
mâlik, kesif, oturmaya elverişli, gâyetle mûtedîl ve herseyi islâh eder, aslâ
ifsât etmez bir cisim olduğuna hüküm veririz. Zirâ, ziya denilen tesir, bir hükmün
diğerinde vukuunun yüksek bir mertebe hâsıl etmesidir.
(VELEKAD ÂTEYNÂ MÛSÂ VE HÂRÜNEL FURKANE VE DİYÂEN VE ZİKREN BİLMÜTTEKİN.) Furkan,
tefrik; ziya cem içindir. Eğer ziya olmamış olsaydı bu şey zuhur etmez ve cem
olmazdı. Güneşin, hayat menbaı lâtif bir küre olduğu bu gün isbât edilmezse de
ileride âlât ve edevât tekemmül ettikçe ve eşyâ ilminde fevkalâde tecrübelerle
hakikatlar araştırıldıkça — belki yüz neneye kadar — bu sözümüzün doğruluğu
bilmüşâhede tasdik edilir.
Fen âlimlerinin kat’î deliller hükmünde olan tahkikat ve keşifleri, eşyanın
zâtiyatı hakkında şüphe edilecek bir şey bırakmıyor. Fakat, eşyanın koku, sadâ,
sıcaklık ve soğukluk gibi ârızalarını gözle idrâk mümkün değildir. Hattâ koku
alma duygusu ile mâlûm olacak koku; dokunma, işitme ve görme gibi dış
duygularla bilinemez. Bu sayılan duygulara mahsus ilmi de koku alma duygusu ile
anlamak mümkün olamaz. Görme duygusunun gözle görülen cisimlere, nur ve ziyaya
tasarrufu vardır. O gibi şeylerin görülmesiyle hâsıl olan malumat, işitmekle
hâsıl olacak malûmattan kat kat fazladır. Çünkü, Küremizin sâir kürelerle olan
muamelât ve munasebâtı evvelâ tamamıyla tecrübe edilmeli, onlarla olunan
muamelâtın ne semere vereceği ve ne gibi bir hassaya mâlik olacağı anlaşılmalıdır.
Rastlanan mâniaları yalnız görme duygusu ile — yâni rüyetten gayri arada bir
vâsıta bulunmadığından — ortadan kaldırmak güçtür. Meselâ, ölçü olmağa
münasebeti olan sun’ı bir küre tertip olunup bu küre büyük bir kubbeye asılarak
kubbenin hava-yi nesimîsinin miktarını tahdit etmeli. Bu küre iş’al edilirse
kubbenin içerisinde bulunan oksijen ve hidrojen gibi gazlar yandıktan sonra (yanma
fiili devam eder mi, etmez mi? Velev kendine kifâyet eden ve semâda seyrek
seyrek akar sular gibi seyyar halde bulunan hidrojen gazlan güneşin yakma
kuvveti câzibesine tâbi olmuş olsa, Güneş âlemi etrafındaki mevcut kürelerin
kendine lâzım olan bir uzvunu diğerine vermiş olur ve bununla kuvvet ve intizamdan sâkıt olarak hayat ve
hareketine halel gelir. Etrafında bulunan kürelerin ekserisi bu suretle
hükümsüz kalacağından, âlemin intizamı bozulup âni bir ihtilâl vukubulur.
Fakat Güneş ihtirakına lüzum görecek yanıcı cisimler, Güneşin eczalarının
birbirine delk ve temasından hâsıl olarak ihtirak fiilini temdit eder. Güneş
ateşinin tasavvurun fevkinde derece- hararet ve böyle bir nâr-ı azîmin
kendisinde vukubulan tesirâtı sun’î olarak yapılmış bir küredeki tesirât ile
kıyâs etmek imkân dahilinde değildir.
Cirm-i şemsin küçülmüş gibi, yâni yumruların irtifâ ile Güneş yuvarlağının
küçük görünmesi ve Ayın günden güne Arzdan uzaklaşmakta ve merkezî harâretin
tedricen eksilmekte olması gibi hâdiseler taakkuIât ve taayyünât
kabilindendir. Bunlar hakikatte tevkitî olmayıp dehre müteallik olduğundan
insanların ilim ve malûmatına muvafakat eder diye hu gibi şeyleri akıl neye
istinaden kabule yanaşsın. İnsanların cisimlerinde vukubulan ihtilâf
maneviyatlarında vukubulanın tıpkısıdır. Meselâ, bu ihtirak fiili Merih
küresinde var mıdır? Mümkün olsa da Merihe bir adam gitse orada bir ateş
yakmak için lüzumlu olan havayı acaba bulabilir mi? Bulsa bile bizi ihata
etmiş bulunan bu hava gibi mi bulur? Yoksa başka türlü mü? İstiâli kabil bir
hava-yi nesimi bulunduğuna tecrübesiz ne ile hükmedebiliriz? Bakıldığı zaman su
ile ispirtonun görünüşte aralarında bir fark yoktur. Su ve ispirto ikisi de
bir görünür. Yalnız görmekle iki şişedeki su ile ispirtoyu nasıl tefrik ve ne
ile temyiz ederiz? İşte bu gibi şeylerin yalnız görülmez İlim ve vukufu tamam
bir surette temin edemez, Bu gibi şeyler ne zaman uzaktan fark ve temyiz
edilir: Ateş üzerine konulmuş şeker ile tebeşir muhtelif bir mizaç vukuu ile
eriyeceğinden uzaktan bakan kimse bunları keşif ve tahmin edebilir. Ve
bunların bu hâli görme kuvvetine müteallik olduğundan, hangisinin şeker ve
hangisinin tebeşir olduğunu anlar.
Şu vukuf ve malûmatın husulü için bu nevi cisimlerin tecrübesi iktiza eder.
Zira, bu gibi şevler yukarıda bildirildiği veçhile zâtivâta mütealliktir.
Şekerin tatlılığına ve tebeşirin ekşiliğine ne ile hükmedilir? Bunlar tatma
kuvvetine müteallik bir ilimdir. Kezalik sıcaklık ve soğukluk gibi şeyler göz
ile bilinmez. Gözde bir ârıza vukubulduğu zaman buz ve billur gibi şeyler ile
su ve ispirto gibi şeylerden; tuz billuru ile buz, seçilmeksizin ve keza su
ile ispirto fark edilmeksizin hükümde müşterektir.
Hava içerisinde oksijen ve hidrojen bulunmazsa yanmaz. Acaba, bu gibi
şeylerin vücûdu sair kürelerde nasıl tecrübe edilir? Su zannetmiş olduğumuz şeyin
ispirto olmadığını ve ispirto zannettiğimiz şeyin su olmadığını ne suretle
biliriz? İşte, zikrolunan bu gibi şeylerin tefriki, keşiflerin ikmâliyle
husule gelen ilimlerin tereddütsüz kabulünden sonra takarrür eder. Bir duygusu
noksan olanın bir ilmi noksan olur.
Peygamberimiz (MEN FAKADE HİSSEN FAKADE İLMEN) buyurmuşlardır. Hissen gizli
olan bazı şeyleri de görme duygusu ile keşif ve izâh müşkülcedir. Meselâ, bütün
denizlerin suları bedel-i mâyetehallel (sarf ve irât) kanunu mucibince ne kadar
sene zarfında buhara tahavvül edip sarf oluyor ve yine sarfettiğini ne kadar
zamanda verine koyuyor? Bir asırda denizler tamamıyla değişiyor denilse,
gözle idraki kabil olmadığından insan birdenbire bunu kabul edemez. Fakat, irâd
masraf mukabilinde olmasıyla bu sarf ve tahavvül pek his olunamıyor.
Seyyid Câfer-üs-sâdık hazretleri (VE İZEL BÎHÂRÜ SÜCCÎRET) âyet-i
kerimesini (Ey tabahharet venkalabet ilel hevâ vertefeat ve kamet bihâ) ile
tefsir buyurmuşlardır. Demek oluyor ki denizlerin su kısmı dâima devrediyor. Ve
bedel-i mâyetehallel için bu küremiz dâimâ deverân etmektedir. Eşyâya hakikat
gözü ile bak, gör ki, neler icâd edilip bir anda neler mahv ve neler isbât
ediliyor.
6. BÖLÜM
Havanın içerisine hararetin şevki hava-yi nesimînin çoğalması miktarı
genişlemesini; bil'akis, hararetin azalması miktarı da çekilip büzülmesini iktizâ
eder. Burada fikrimizi işgal eden şey, havaya ârız olan iki nevi sevkiyat;
yâni, sıcaklık ve soğukluk gibi iki şeyin havaya tesiridir. Hakikaten, havaya
giren şey; yalnız aydınlık ve karanlık ile iki nevi tekeyyüf eden ve bahr-i
mescûr ismi ile zikrolunan bir mevcûdun uzvundan ibarettir. Bölünmesi kabil
olmayan şey bir uzuv gibi mütalea edilir ki, o nevi şeyden bir miktar demektir.
Geçmiş hükemâ bu bahr-i mescûra (Felek-i atlas) tabir etmişler ve Arzdan
muayyen bir uzaklık ile ölçü tâyin eylemişlerse de, böyle hayâlî uzaklık ve
ölçüler fezâ ve bahri mescurda zâten mühendislerin ötedenberi zamana tabi olan
muhasebatından ibârettir.
İşbu bahr-i mescûr içinde bitmez tükenmez Güneşler âleminin varlığı
mülâhaza olunuyor. Bu bahr-i mescûr, Arzın yuvarlak sathına temas edip kürenin
mütemmimatına mücâvirdir. Bize mütenazır olan Şems-i âliye ile Arz küresi
arasında bu bahr-i mescûrdan gayri bir şey yoktur. Şems-i âliye ziya
vasıtasiyle bize bahr-i mescûru tekyif ederek bir felek teşkil etmiştir. Felek
dediğimiz şey Şemsin ziyasıyla mükeyyef bir kat-ı nâkıs suretinde Arz
küresinin hareket i intikaliyesinin medarı demektir.
Şemsin cisimlere ve eşyâya bu bahr-i mescûrla sevkettiği harâret, yahut ziyanın
aksetmesi ufkî olursa, ziyadan mükeyyef olduğu halde nuru olmayan havaya ârız
olarak hulûl eden şeyin ismine dahi burudet diyoruz. Gerek aydınlık, gerek
karanlık, herhangi eşyâya yakın olursa olsun hakikat, havada müessir, esirin
gayri değildir. İlk halk olunan eşyâ bahr-i mescûrdur ki. zulümattır. İşbu
zulümat içerisinde Cenâb-ı Rabb-ülmüteâl hazretleri (MÂKÂNE VE MÂ YEKÛN)
vücûdiyatın istidatlarını bu bahr-i mescura tevdi buyurdu. Bu bahr-i mescûr ümm-ül
kitâp» olun bir levhil kaderdir. Ziya onun kalemidir. Tekyifi ile bahr
mütekeyyif olur. Küllivat ve cüz’ivatm viicûdlarında tasarrufu müsâvidir.
Şayet, ziya imdad etmese vücûdiyatın varlığı kalmaz. Bir şeyi mahv-ü fenâ
etmesi tabiatıdır. Ziyanın icbârı ile eşyânın üzerine tasarruf eder. Ziya nur
değildir. Esîr mukabilindedir. Bu esîr; bir cisimden, mukabili olan diğer cisme
o cismin has sasının vusulüdür. Seyyale-i berkıye gibi bir havya müsâdif
olmazsa zuhur etmez. Havadan murad cisimdir. Cisimlere tesadüf etmesinden nur meydana
gelir.
Şemsin ziyası, Arzın hava-yi nesimîsıne iptida tesâdüf etmesiyle fecir ve
şafak gibi, sonra Arza tesâdüfü ile nur gösterir. Bu ise cisimlerin hassasıdır.
Ziyadan ayrılarak bahr-i mescûrun üzerinde bu tekevvünât zuhûra gelmektedir.
Bu esîr teşekkülâta müstait değildir. Zaman ve mekândan hâlidir. Bir şey için
uzuv olmaz. Kendisinde cuz’iyet ve küllivet tasavvur olunmaz. Kalemden başka
bîr şey onun hükmünü iptal edemez. Kendi nefsiyle kaimdir. Her şey onunla kaim
olur. Her cesamı muhittir. ihâtası hulul ve ittihat ile değildir. İttihat ve
hulul cisimlerin hassalarından olup bu ise cisim değildir. Cevher değildir.
Çeşit çeşit kürelerin hepsi onun tasarrufu dahilindedir. Ziya vâsıtasiyle
hüsn-ü idare eder. Bu, Cenâb-ı Hakkın kudret isminin sedenesiyle olan kaadir
ismidir ki, bütün esyânın kaderini ve kevnûnivetini muhittir. Her olmuş ve
olacak eşyânın zuhûr mahallidir. Rububiyet-ül eşyâ ona mevdûdur. Eşyâ onun
zillinin teâküsüdür. Kudret i ilahiyedir. Zât değildir. Şey'iyetüs sübûtun en
basitidir. Cenâb-ı Hakkın tasarrufuna en yakın efal-i ilâhiyenin masdarıdır.
Gerek ecsam-ı uzviye-i nuraniye ve gerek uzviye-i zulmaniye buna tâbidir.
Nefh-i İlâhiye denilen şey bunun gibidir. Kevn-ü fesâdm illeti gâiyesidir.
Vücûd ve ademe mütenâzırdır. Eğer, Allah Teâlâ hazretleri bir şeyi halketmek
murad ederse bu bahr-i mescûra tecelli eder. Nur ve zulümât veya şibih nur,
yahut şibih zil husûle gelir. Gittikçe tekeyyüf ve tekeyyüf ettikçe tekâsüf
ederek kabil-i müdebbir bir cisim halkeder. Esîr tâbir etmiş olduğumuz
şey'iyet-üs-sübût sulp cisimlerde bir suyun cereyanı gibi cereyan eder.
Cereyanın sebebi, bir cismin ziyasının diğer bir cisme tevârüdüdür. Câzibe ve
dâfia kuvvetleriyle birbirinden âhara naklolunan hassaya ziya tâbir olunduğu takdirde havada bir
iştial zuhûra gelip bu iştiâl-i âdiyenin ismine nur diyoruz. Nur ise bir şeyi
gösterir ecsâmın keyfiyetindendir. Bu da hava-yi nesimînin hâricinde olamaz.
İştial, ihtirak, ibtirâk hava-yi nesimînin hassalarındandır. Şemsin ziyası,
Arzın hareketinden hâsıl olan hararetini, hava-yi nesimîye tebdil ederek, hararet
ve ziva ile mükeyyef olan esiri cezb ve mezcine dahi râdife-i Arzın bir mizâcı
ilka olunarak bel' ve sarfolunan hava-yi nesimîye müşabih, gâyet hâr bir
tabaka-i havaiye teşkil eder. Bu suretle 24 saat zarfında tamamen sarf olunan
havayı telâfi-i mâfât eder. Bir taraftan da suya münkalip olur. Su da bir
taraftan tebahhur ederek hava-vi nesimi yapar. (EFELÂ YEREVNE ENNÂ NE’TİL ARDA
NEN- KUSUHÂ MİN ETRÂFÎHÂ EFEHÜMILGÂLİBÛN) Kürenin tedarucî, yâni mihveri
etrafındaki hareketinin sebebi de budur. (Allâh-ü, âlem).
Surette on iki nevi üzre olan hava tedricen Arza takarrüp ederek su ve
sâireyi teşkil etmektedir.
(VEL ARDA MEDEDNÂHÂ VE El KAYNA FÎHÂ REVÂSİYE VE ENBETNÂ FÎHA MİN KÜLLİ
ZEVCİN BEHÎC). Buna dair tafsilât Hüsameddin hazretlerinin (Zübde-tül-makâl
filkevn-i vel — hayâl) namı ile Arapca yazılmış risalelerinde beyân
olunmuştur. (FEMÂ ZANNÜKÜM BÎRABBÎL- ÂLEMİN FENAZARE NAZRATEN FİN NÜCÛMİ FEKALE
İNNÎ SAKÎMÜN FETEVELLA ANHÜM MÜDBİRÎN).
***
Bahr-i mescûrun bir mevkiini işgal eden Güneş âlemi meskûn ve kendi
mihverinde hareket ederek kendine mahsus felekini yâni mahrekini devreder
surette irâe olunmuştur. Bu Şems dahi Arz gibi mihveri etrafında hareket eder.
Arz küresi nasıl Güneşin ziyası ile mükeyyef mescûru havaya benzer bir vücud
mümasiline istihale ederek tedricen bazı cisimlerin mahlutu veya mahlûlü hâline
getirir, hava-yi nesimîye kalb ile bel' ve sonra hazım ve suya münkalip ederek
tedâfüî hâletinde bulunmaktadır. Şemse dair râdifelerin ziyasiyle mükeyyef olan
bahr-i mescûrda Arz ve diğer kürelerin bu bahirden geçerek bıraktıkları ziya
eserini dahi Sems cezb ve bel'eder.
(VEL ARDA MEDEDNÂHÂ) bu âvet-i mübinde Arza meded, yâni Arzın sarfettiğini
yerine koymasının iki surette zuhûruna işaret vardır. Biri, nefs-i Arzdan
dışarı çıkan ve yükselen dağlar; diğeri hariçten su ve nebât suretiyle imdad
olunmasıdır. Allah-ü a’lem hazmı sehil olsun için hayvanlardan bazılarının
arzında hâsıl olan luâbı ile çiğnenilen şeyi mahlut etmesi buna kıyâs
olunabilir.
***
Kamer ve Şemsin hâle peydâ etmesine Türkçemizde (ay ağıllanmış), (güneş
harmanlanmış) denilir. Bu, Arz üzerinde Kamerin ve Şemsin tesisatını gösterir
açık bir hikmet-i tabiîyedir. Eğer havada su buharı ince surette bulunursa,
Arz ile Kamer arasında teati olunan müessir hassa bu ince buharı muvazât
dâiresinden def ile bu görünen buhar sanki kamerin etrafını muhit bir hava
suretini tersim etmiş gibi görünür. Hattâ med ve cezir esnâlarında gerek
Şemsde gerek Kamerde birkaç saat devam edercesine görünür. Hava inkisârı
dediğimiz dahi bizi ihâtâ eden havanın hassasıdır. Zirâ, hep bu hava içerisinde
bulunuyoruz. Görme ve işitmemiz bu havanın tesirâtına tâbidir, Hep bunun
içindedir. Bunun ile işitip bunun ile gülüyoruz. Hayatımız bile bu havaya
tâbidir. Bunsuz bir nefes yaşanılmaz. İşte, bazı mütekaddimîn tecrübe ederek
Ayın ağıllanması ve Güneşin harmanlanması ile denizlerin med ve cezrine,
havanın yağmur ve rüzgârlı olmasına dâir haber verirlerdi.
***
İnsanlarda olan erkeklik ve dişilik gibi kürelerde de erkeklik ve dişilik
halk olunduğu henüz keşif ve tâyin edilmemiş ise de bu nevi hâdiselerin ileride
keşif ve tâyin olunacağı şüpheden vareste değildir.
Zühal ile Müşteri birbirinin aynı değildir. Zühre ile Arzın yekdiğerine
benzerliği varsa da canlıları beslemekte Merih ve Müşteriye benzemezler. Zühre
ile Kamer birbirine müteâkis bulunduğu gibi Müşteri ile Zühal her ne kadar
yaşlı olsalar da aralarındaki aşikâr muhalefetlerini asla değiştirmezler.
Zühal ile halkası arasındaki fazla harâretten yılan ve akrep gibi sıcakta
yaşayan bir nevi hayvanlar husule gelmesi caiz ve ihtimal dahilindedir, Cenabı
Hak Kuran-ı kerimde (SEB'A SEMÂVÂTIN TIBÂKA), (VEL ARDA MİSLİHÜNNE) buyurmuştur.
Bunlar her ne kadar Arza mutabık bir mânâ ifâde ederlerse de kendileri başlı
başına bir âlem olduklarından Arzda olan su ve hayat gibi şeylerin bunlarda
dahi bulunmasını düşünerek Arzla mukayese etmek noksan düşünüştür.
Arz küremiz henüz çocukluk hâlinde
bulunmaktadır. Kendisi ne kadar zeki ve bâliğ olursa üzerinde yaşayanlar dahi
o nisbette terakki eder. Aynı zamanda Arzın hâiz olduğu câzibe,
dâfia ve mümsike kuvvetleri dolayısiyle, Arzda bir nevi hayatiyet de bulunduğu
düşünülürse, kendi başına müdir ve müdebbir olmasıyla mecburiyet altından
kurtulmuş olur ki, kuyruklu yıldızın Arzımıza çarpması korkusundan da
kurtulmuş oluruz.
Arzda, şibh-i mâdenî ve şibh-i nebâtî gibi hayatı hâmil ve irâdesiyle
hareket eden, kimi ziya ve kimi havadan gıdasını almakta bulunan mahluklara
tesadüf olunuyor. Arz küresinde yaşayan her nevi mahlukun hayat âlemleri, yâni
yaşama zamanları mahdut gibidir. Hevam (hayvanat-ı zâhifeden biri) gibi Arzda
bir zaman yaşadıktan sonra sanki hiç yokmuş, olmamış gibi o nesil tükenir. Kullanılmakta
olan tarak ve sair bu gibi süs âletleri ağaç nevinden olan nebâtî şeylerden
imâl edilmiş olsa, o zamanın bize yâdigârı olan fil az vakitte münkariz olup
gitmez.
Şurası zarurî olarak insanı bir düşünceye mecbur ediyor. Bir hayvanın
hayatını teşkil eden uzuvlar gibi mâden kömürleri ve sair mâdenler, neşv-ü
nemâsı bulunan, yâni ziruh olan
küremizin birer uzvu makamındadır. Zihayat olan bu Arzdan elbette bir cismin,
bir uzvun zâyi olması ve noksanlaşması o cisimde büyük bir rahne hâsıl eder.
Mâdenlerin göze görünmeyen gerek câzibe ve gerek sair kuvvetlerle değişmesi
veya mahvı o cismin hassasına noksanlık getireceğinden mâdenlerin mahv-ı
tebdili elbette küremize bir noksanlık getirecek gibi fikirler tevlit eder.
[1]
[Atâ-yı esmâ: Sübût âleminden vücûd â’emine neşir hâlinde nüzulden hâsıl
olan eserdir ki, bununla müessiri idrâk mümkün olur. Meselâ: eşyanın zâhiren
arz eylediği şekil ve hey'ettir. Şahsın adının, şahsına delâleti gibi.]
[2]
[Vücûdun bûdiyetle görünmesidir. Meseîâ: İhtiyarlıktan sabilik zamanını görmek
ve çocukluğun ahvâlim nazar-ı itibâre almak.]
[3]
Mevcûdiyeti müşahede olunan el ve ayak, göz ve kulak gibi âzâ ve cevârihin
kendi havas ve istidâtlarını hâmil olmasıdır. Fazl-ı tekvini ile âzâ ve
cevârihin istidatları dolayısıyla sebat ve gayretle çalışmaları kendilerini bir
melekûtiyete ulaştırır ki, bu fazl-ı melekûtidir.
Fazl-ı
melekûtî:
Âzânın çalışmakla hâsıl ettiği his kuvvet ve melekedir. Meselâ, bir binâyı
herkes karşıdan bakıp görebilir, fakat bir mühendis gözü gibi o binâya ait
noksan veya fazlalığı göremez. Kezâ, yazılmış yazıdan ancak okumasını bilen
insan bir manii çıkarır. Bilmeyen, bir nakıstan tefrik edemez. Belki kendisine
bir mânâ ifhâm eder. Kezâ, herkes yazı yazar, meleke kazanmış bir hattatın eli
gibi yazamaz. Bir asker silâhıyla nişan almasını öğrenerek attığını hedefe isâbet
ettirir. Lâkin her eline silâh atan attığını vurmak şöyle dursun attığı
kurşunun nereye gittiğini tayin edemez.
[4] Esâs:
Mefruşat mânâsınadır. Burada teşbih tarikile yazılmıştır. Din. bir binaya
benzetilerek namaz, hac, zekât... gibi dînî vecibeler o binanın mefrûşatı
mâhiyetinde gösterilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar