Print Friendly and PDF

EDVÂR-I ÂLEM

Bunlarada Bakarsınız


SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN

kaddesellâhü sırrahu’l âlî

 

  

“EDVÂR-I ÂLEM”
den
PARÇALAR


 

Hazırlayan
Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

YENİ SAVAŞ Matbaası
1967-İZMİR

Seyyid Ahmed Hüsâmeddin Hazretlerinin
eserlerinden iktibas edilmiştir.


ÖNSÖZ

«Edvâr-ı Alem'den parçalar« ismi altında neş­rettiğim bu kitap, asrımızın büyük âlimlerinden Seyyid Ahmed Hüsâmeddin hazretlerinin (1313 — 189/) senesinde (Trablusgarb) de yazdıkları «Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî» namındaki eserin «El Mirsâd» mecmuasında çıkan kısımlarından iktibas edilmiştir.

(Muavvizeteyn) sûrelerinin tevil suretiyle mâ­nâlarını ihtiva eden bu büyük eserin aslı (1334 — 1915) senesinde vukua gelen Fatih yangınında, müşârünileyhin yüzden fazla olan diğer eserleri meyanında, yanmış bulunmaktadır.

Hâlen, yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, kıymetinden hiç bir şey kay­betmemiş bulunan bu mühim eseri, mümkün oldu­ğu kadar aslına sâdık kalarak, yaşayan lisanımız­la tabı' ve meraklılarının istifadesine arz etmeği ve bu vesile ile Ahmed Hüsâmeddin hazretlerinin hâl tercemelerini okuyucularıma hulâsaten bildirmeği vazife addettim.

 ***

Seyyid-i müşarünileyh hazretleri (H. 1264 —1848) senesinin Zemherire tesâdüf eden Rebiül- evvel ayının üçüncü haftası Dağıstan'ın Rükâîl şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Pederleri (Seyyid Mehmed Said-i Rükâlî) hazretleri ve valideleri (Şerife bint-i Abdullah) dır. İsm-i şerifleri (Ahmed) künyeleri (Eb-ül Haydar) lakabları (Sefer Hüsâmeddin, Tevfik, Hamdi ve Abdülgafûr) o lup mühr-ü siyâdetleri (Ni’m-er-Refik Ahmed Tevfik) dir. Tecelli eden esmâ-i ilâhiyeden (Gafûr) ism-i şerifine mazhar olmuşlardır.

Pederi Said-i Rükâlî hazretleri Rus hükümet ve idâresini kabul etmediğinden oğlu Hüsâmeddin hazretleri ile birlikte (1277 - 1861) senesinde Kafkasya'dan (Puti) yoluyla İstanbul'a hicret etmişlerdir.

Zamanın sadrâzamı Ali Paşa, sâdât olmaları hasebiyle, maaş ve arazi vermek istemiş ise de Said-i Rükâlî hazretleri bu teklifi kabul etmeyerek oğlu ile birlikte hac maksadıyla Mekke-i Mükerreme'ye gitmişlerdir. Pederlerinin vefatı üzerine yalnız kalan Hüsâmeddin hazretleri yaya olarak Me dine-i Münevvere ye gitmişler; orada hâlini kimse ye arz etmeden münzeviyâne bir havat sürerek Hazret-i peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetinden feyz almışlardır. Bilâhare mânevî bir emir ile Medine-i Münevvere'den ayrılarak Yanbu’ da kaymakam bulunan Halil Paşanın delâleti ile İzmir'e çıkmışlar, pederlerinin vasiyeti üzere Denizli'de Şeyh Hacı Hasan Feyzi Efendi ile buluştuktan sonra (1286-1870) Uluburlu'da pederlerinin dostu Şeyh Hacı Mustafa efendinin nezdine giderek zaman-ı mevudun hulûlüne kadar tedris-i ulûm ile iştigal buyurmuşlardır. Burada bulundukları müddet zarfında İlmî ve fennî bir çok eserler vücûda getirmişlerdir. Hacı Mustafa efendi, Hüsâmeddin hazretlerinin ilim ve fazlını ve siyâdetini bildiğinden baldızını vererek akrabalık şerefini kazanmıştır.

(1300-1884) tarihinde cedd-i âlâları hazret-i Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem den telâkki buyurdukları bir emr-i mânevi üzerine Ankara vilâyetine bağlı Sivrihisar kazasına giderek orada halkı hak ve hakikat yolunda irşad ve Kuranın mânâsını açıklayarak öğretmek lütfunda bulunmuşlardır. Kısa bir zamanda memleketin bütün münevverleri müşârünileyhin etrafını alarak, hazret-i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelip kendilerinden akseden feyz ve bilgileri almağa cehd ve gayret etmişlerdir.

Kur an-ı kerimden ahz ve iktibas ettikleri bugünkü ilim ve fen ile dinin hakikatlerini ve insanların maddî ve mânevî terakki ve tekâmül yollarını halka tebliğ ve irşad buyurdukları sırada etrafa şayi olan İlmî şöhretleri bâzı garaz sahibi kimselerin nefislerini tahrike vesile olduğu cihetle. sırf İslâmiyetin yükselmesine vücûdunu hasreden bu muhterem seyyidi saraya başka türlü jurnal etmişlerdir. Müvesvis ve evhamlı padişah Abdülhamid keyfiyetin Ankara valisi Âbidın paşadan sorulmasını irade etmiştir. Âbidin paşa da seyyid-i müşarünileyhe Ankara'yı teşrifleri ricacında bulunmuştur.

Hüsâmeddin hazretleri, iki sene kadar Ankara’da kaldıktan sonra İstanbul’a ve bir müddet sonra da (1305—1889) tarihinde Bursa'ya giderek,. burada kalmayı tercih etmişler ve Maksem civarında bir medrese, bir mescit ve bir de ev inşa ettirerek, ilim tedris ve talimi ile meşgul olmuşlardır. Memleketin nadiren yetiştirdiği Hacı Kara Yusuf, Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavî zade Hacı Sadık efendiler gibi bir çok kıymetli âlimler sohbetlerine devamla zahirî ilimlerini mânevî feyizle tamamlamışlardır.

Bir takım cahiller ve garaz sahibi kimseler seyyid-i kerimi burada da rahat bırakmayarak saraya jurnal etmişlerdir. Abdülhamid, maaşlarına 250 kuruş ilâvesiyle Trablusgarb'de ikametlerini irade etmiş, o zaman Bursa valisi bulunan Münir paşa Hüsâmeddin hazretlerine bu iradeyi bizzat tebliğ etmiştir. Bir müddet İstanbul’da kaldıktann sonra da müşârünileyh Canik vapuru ile Trablusgarb’e hareket etmişlerdir. (1313—1897).

Trablusgarb’de bulundukları onbir sene zarfında bir çok âsar vücûda getirmişlerdir. Ezcümle «Tefsir-i kebir» ile «Müşahhasât-ı Süver-i Kur’âniye» namındaki değerli eserler burada yazılmaya başlanmıştır.

Trablusgarb'de, başta Müşir Recep paşa olmak üzere, askeri ve sivil erkân muntazaman sohbetleriyle müşerref olmuşlardır. Bu arada, bilhassa, Fransız konsolosu sık sık ziyaretlerine gelerek kendilerinden ilim tahsil etmiş ve Recep paşaya (Bizim memleketimizde olsa bu zâtın altından heykelini dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var ki ilim ve fazlından istifâdeyi düşünmeyerek kendilerini buraya nefyetmiş.) diyerek hayret ve teessüflerini gizliyememiştir.

Hürriyetin ilânından sonra Trablusgarb'den Recep Paşa ile birlikte İstanbul'a gelerek yirmi gün kadar kaldıktan sonra Bursa ya azimet buyurmuşlardır. (1324—1908).

Bir buçuk sene kadar Bursa'da kaldıktan sonra İstanbul'a avdetle Topkapı caddesinde Çapa civarında sabık Konya valisi Ârifî paşanın konağını satın alarak (1334—1918) tarihine kadar burada ikamet buyurmuşlardır. Bu müddet zarfında, Sivrihisar'da bulundukları zaman yazmış oldukları. «Hakayık-üt-tecrid fi Menâzil-it-tevhid» namındaki eser ile «Müşahhasât-ı Süver-i Kur'aniye» den bazıları tab olunmuştur.

(1331—1915) talihinde Sivrihisar'daki dostlarının rica ve istirhamları üzerine oraya giderek iki sene kadar ikamet ettikten sonra tekrar İstanbul’a avdet etmişlerdir.

(1334—1918) tarihinde İzmir'e giderek yirmi gün kadar kalmışlar, avdetlerinin üçüncü günü vukua gelen Fatih yangınında yirmi edadan ibaret hane ve müştemilâtı kamilen yandığı gibi Seyyid-i müşârünileyhin kendi el yazısı ile tahrir buyurdukları asar ve müellefattan yüz ciltten fazlası her tarafı kaplayan yangın ateşinden kurtarılamayarak kül olmuştur. Ancak, kerimeleri seyyide Fâtımatüz- zehra tarafından yangından iki gün evvel bir sandık içine konulan «Müşahhasât-ı süver-i Kur'âniye» ile diğer bazı kitaplar ve risaleler kurtarılmıştır.

Yangından on beş gün sonra Bursa'daki hanelerine giderek bir buçuk sene kav ar burada kalmış, bilâhare Balıkesir'e azimetle iki ay kadar ikamet eylemişler ve her gün ziyaretlerine gelen yüzlerce muhibbine sûre-i (Fatiha) dan başlayarak (Fil) sûresine kadar olan süver-i kur'âniyenin müşahhasât-ı celilesini tefsir ve takrir buvurmuşlardır. Balıkesir'den Bandırma'ya gelerek burada da iki ay kaldıktan sonra (1337—1921) Şubatında İstanbul'u teşrif buyurmuşlardır.

Bu tarihten sonra Cerrahpaşa hastahanesi civarında bir ev satın alarak İstanbul'da ikameti ihtiyar etmişlerdir.

Memleketimizde Arapçaya vâkıf kimselerin günden güne eksilmekte olduğunu dikkate alarak halkın maddî ve manevî ihtiyaçlarını vasıtasız tatmin edebilmesi için Kur’anı kerimin nihayetsiz olan mânâsını burada yeniden takrire başlamışlardır. (AMME), (TEBÂREKE) cüz-ü şerifleri ile (KEHF) ve (İSRÂ) sûreleri Türkçe olarak basılmış, ayrıca bu tefsir-i şeriften her cüzün havi olduğu huruf ve kelimât-ı müteşâbihat ve nükte ve rumuzâta ait (Vecize-tül-hurûf alâ manâtık-ıs-süver) namındaki külliyatdan (AMME) cüzüne ait olan (Esrâr-ı Ceberût-ül Âlâ) namındaki eser de yazılacak basılmıştır. Bunlardan başka, evvelce (Semerat- üt-tubâ min ağsân-ı âl-i abâ) namındaki arapca eser (Mevâlid-i Ehl-i Beyt) ismi altında Türkçeye çevrilerek (Makasid-i Sâlikin) ve (Zübde-tül Meratib) namındaki eserlerle birlikte tab edilmiştir.

Bütün hayat ve mesailerini hakayık-ı dinîyevi talim ve halkı irşad ve tenvire hasreden ve insaniyetin yükselmesine çalışan bu sevvid-i muhterem II. Nisan. 1341 — 1925 tarihinde 1343 Ramazanının 18 ine tesadüf eden Cumartesi günü öğle vakti intikal-i dâr-ı beka eylemişlerdir.

Seyvid-i muhteremin hal tercemeleri yukarıda kısaca dercedilmiştir. Hayatları, tedkik ve tetebbüe [derinlemesine araştırma, okuma, düşünme, öğrenme. ] lâyık, bıraktıkları eserle ise, bugün İslâm âleminde misli meydana getirilemeyecek derecede, yüksek bir ilmî kıymeti haizdir.

Ömürlerini; mübarek cedleri Hazret-i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin tebliğ buyurduğu Kur'ân-ı azimde gizli olan mânâ ve hakikatleri, fen ve sanayii halka izaha ve anlatmaya vakfeden bu seyyid, tefsir ve müşahhasât ile, çeşitli İlmî ve fennî yüzlerce cilt eser yazmışlardır. İslamların ilmen ve ahlâkan salâh ve saadetlerine sebep olacak dinî ve İçtimaî hususatı, hayat mücadelesinde terakki ve tekâmül yollarını göstererek medeniyet ve insaniyeti şerh ve tefsir buyurmuşlardır.

Eserlerinde Astronomi, Jeoloji, Biyoloji, Tabâbet ve diğer ilim ve fenlere dair mevzularda henüz keşfedilmemiş ve malûm olmayan bir çok noktalara tesadüf edilir. Bütün bu değerli eserlerinin yegâne me'hazi Kur'ân-ı azîm-üş-şandır. Bu eserleri tedkik ve mütalea edenler (râtıb ve yâbis) her şeyi muhit olan Allah’ın kitabının, insanlara dünya ve ahrette saadet ve selâmetlerini tekeffül eden ne büyük İlâhi bir lütuf olduğuna kanaat hasıl ederler.

Kendisiyle görüşmek şerefini kazananlar, ruhî bir inşirah içerisinde saatlerce huzurundan ayrılmak istemezlerdi. Tefrik etmeksizin, herkese lütuf ve mülâyemetle muamele buyururlar, fukarayı doyurmağı severlerdi. Fakir veya zengin herkese aynî tarzda hitap ederek hatırlarını sorarlar, refah ve saadetlerine dua buyururlardı.

Konuşmalarını dâimâ Kur'an-ı azîm-uş-şanın sûre ve âyetlerinin izah ve tefsirine hasr buyururlar ve lüzum olmadıkça dünya işlerinden bahsetmezlerdi. Kurtuluş ve yükselmemiz imkânlarının ancak elimizdeki kur an-ı azîm-üş-şanda olduğunu ifade ve beyan buyurarak, mânâlarını zamanın ihtiyacına göre şerh ve tafsil eyleyerek, bu mukaddes kitabın ne büyük bir İlâhî mucize olduğunu, şümul ve ihâtasım beliğ ve açık bir dil ile izah buyururlardı. Her bahsi etrafıyla tahlil ve izah ederek itiraz ve tereddüdü mucip hiç bir karanlık nokta bırakmadıkları için dinleyenlerde tam bir inanış ve itminân hasıl ederlerdi.

***

Seyyid Ahmed Hüsâmeddin kaddesellâhü sırrahu’l âlî hazretleri bütün hayatlarım Türk milletinin tahsil seviyesini yükselterek cehaletten ve bilhassa taassuptan kurtulmasına hasretmişlerdir. Bu keyfiyet eserlerinde aşikâr olarak görülmektedir. Bundan yarım asır evvel (yer yüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk ve milletimiz hüsrandadır.) buyurmuşlardır.

Derin ve çok uzak görüşlü elan mübarek seyyid, İstiklâl harbi yıllarında millî harekâtın her safhasını yakinen takip etmişlerdir.

(1338 — 1922) tarihinde Atatürk'e yazdıkları bir mektupta «Uzun bir zamandan beri milletin felâketiyle, salâh ve felâhiyle uğraşıyorsunuz. Metanet gösteriniz.» Sözlerinden sonra muzafferiyetin yakın olduğunu tebşir buyurmuşlardır.

Atatürk'e karşı duydukları büyük itimat ve muhabbeti de şu sözlerle ifade etmişlerdir.

«Çi gam divâr-ı ümmet râ ki bâşed çün tü püştibân»
«Çi bâk ez mevc-i bahrân râ ki bâşed Nuh keştibân.»

Bu beyti kendileri şu şekilde tefsir buyurmuşlardır:

«Sizin gibi âli bir kumandan sefine-i ehl-i beyt muhabbeti mıntakasına dahil olunca emvâc-ı me- saipten ne zahmet çeker.»

Yeşilköy: 1 Mart 1953
Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK



MUKADDEME

«Edvâr-ı Âlem Maaz-ı  Cismânî» na­mındaki eser için müellifi tarafın­dan yazılan aşağıdaki mukadde­me, kitabımıza bir başlangıç ol­mak üzere buraya aynen ve teberrüken dercedilmiştir.

Hâlik-ı lemyezel hazretlerine hamd-ü sipâs ve şükr-übikıyâs ederiz ki avâlim- kevn-ü fesadı kudret-i fatıra-i samadaniyesiyle halk ve icâd buyurup hakayık-ı eşyâyı vahdaniyet- kibriyâ penahîsine mir at-ı ibret ve basiret ittihaz eylemiştir.

Salevât-ı kâfiye ve teslimât-ı vâfiye ol sebeb-i hilkat-ı âlemin olan fahr-ül-mürselîn sallallâhü teâlâ aleyh-i ve sellem efendimiz hazretlerine sezâvâr-ı arz-ü ithâfdır ki mahbûb-u hass-ı rabb-i zül-izze olmak ile zât-ı akdes sıfât-ı nübüvvetlerinin meâli-i mukaddese-i risâletpenâhileri merâtib-i ikan-ı beşerden müteâlidir.

Âl ve ashâb-ı zevil ihtiramlarının kadr-i istisna ve şeref-i müstesnaları tarziye ve tekrimât-ı mü’minin ile bir kat daha ârâyişpezir-i mevki i ibcâî ve ifdaldir.

Furkan-ı mübîn ki câmi-i ulûm-u evvelin ve âhirin­dir. Her bir nokta ve harfi lâyuad ve lâyuhsâ hakayık-ı ilmiye ve şerâir-i kevniyeye masdar-ı zuhûr ve tecelli olmuştur. İbârât-ı lafziyesini kıraat ve imlâ nasıl bir takım malûmat-ı evveliyeye muhtaç ise şehid-i maâni ve ledünniyatını idrâk ve müşâhede dahi bu babdaki maârif-i mahsusanın nüket ve hafâyâsına ilim ve vukuf peyda etmeğe mütevakkıf­tır. Buna binaendir ki( Men fesserel kur'âne bireyihi fekad kefer) buyurulmuştur. Hod be hod kur’ân-ı kerimi tefsire kıyâm eden kimse nikab-ı elfâz ve kelâm ile hakayık-ı kur'âniyeyi setir ve maâni-i şerifesinin derk ve tefehhümünü işkâl etmiş olur. Çünkü vücûda getirdiği eser tehecci-i kur an ilm-i mahsus ve mübecceline adem- terafukundan do­layı âdeta terceme-i lafziye hükmünde kalır. Halbuki elfâz-ı kur’âniyenin müradif ve müşabihini id­râk ederek edilen nakil ve terceme ile şerâit-i lâzimesini istihzar ve telâkki ile bir ilm-i yakîn hâsıl et­tikten sonra yazılacak tefsir ve verilen mânânın başka başka olması icabeder. Bu yolda müdevven ve erbabına mahsus bir ilim olup asr-ı saâdettenberi ehli meyanında tedavül edegelmektedir.

Şu mukaddimatı arzdan maksad tefsir-i kur'ân-ı kerim gibi bir emr-i azîmin meksûbâta te­vakkuf eden cihet-i İlmiyesinin böyle bir esas-ı mesûn-ül indirâsa müstenit olduğunu ve asıl (Verrâsihûne fil'ilmi) mertebe-i bülend ve pür mealisinin cehd-ü amel ile beraber mevhûbât-ı ilâhiyeye menût bulunduğunu der hatır ettirmekten ibaret­tir.

Kur'ân'ı azîm-üş-şânın maâni-i lafziyesi mir'ât-ı istidatta zuhûr eden bir lem'a ve bir akistir ki cemî-i efkârı muhittir. Şemsin tulûiyle eşyanın vücûd ve suret gösterdiği gibi levh-i istidattan miin’akis olan cereyan dahi elfâz ve savttan teâküs eder. Bunun için tercemelere Kur'ân denilmez. Belki mü­ellifine nisbetle kendisine mahsus bir tefsir denile­bilir.

Kur'ân tamamiyle terceme edilemez. Yalnız tercemesine kıyâm ve bu babda dikkat ve ihtimam edenler kendi ilim ve istidatları nisbetinde envâr-ı mukaddese-i Kur'ândan iktibas ettikleri efkâr ve malûmat) ifade ve beyan edebilir ki bu da derya­dan bir katre, şemsden bir zerre mesabesinde ka­lır. Vâkıa lisan gibi şânı yalnız nâtıkiyyete âlet ol­maktan ibâdet bir mizâb-ı sağirden maddeten mah­sûs ve mer'i eşyâdan mâdâ gayri mahsûs ve gayri mer'i mevcûdâtı bile ihata eden böyle âlemî muhit bir derva-yı-azîmin cereyan ettirilmesi haric-i imkandır. (Vallâhü min verâihim muhit belhüve kur'ânün mecid).

Kur'ân-ı mecidm ihtiva ettiği havass-ı eşyaya ilim peyda ederek bütün bunları bir lafz ile tefhim ve tibyan muhaldir. Bu hâl güneşin âlemi şaşaadâr eden tekmil şuâını mecmû-u sukûp ve manâf izi sedd-ü bend ederek yalnız bir menfez bırakmakla sırf ona maksûr ve münhasır addetmek gibi bedahete karşı son derecede sarih bir azv-ü bühtandır.

Zamanımızda ulûm-u dinîyenin mebnasını te­zelzüle uğratan bir takım itikadât-ı sehifenin ma­atteessüf meydan alarak revaç bulmakta olduğu­nu dil-hûn ve müteessir bir nazar ile görmekte ve şu hâlin başlıca esbabının halkımızın itikad ve amel hususundaki kevve-i namiyelerini ciddi surette inkişaf ettirmemekten ibaret zan eylemekte idim. Bu babdaki tetkik ve tetebbüâtım zannımı kanâat derecesine getirdi. Mahza envâr-ı islâmiyeyi şaşaapâş-ı âfak edecek ulviyyet-i kur’âniyenin a’yün-i iptisâr önünde irâe ve izhârı ve gitgide bir seylâb-ı müthiş hâlini almakta olan evham ve zunûn-u bâ­tıla cereyanlarına karşı ezhân-ı islâmiyânda İlmî, dinî ve itikadı esâsâtı tesbit ve istikrârı maksadiyle yazmış olduğum (Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî) namındaki şu eseri ahlâfa yadigâr ettim. Cenâb-ı Hak ümit ettiğim feyz ve tesiri halk buyurursa bu suretle ben de nâil-i ecr-ü sevap olurum. Ve minallâhittevfik.

Trablusgarp 1313
Seyyid Ahmed Hüsâmeddin
(kaddesellâhü sırrahu’l âlî)


بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد

وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

 

«EÜZÛBİLLÂHİMİNEŞŞEYTÂNİRRACİM BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHİM»

«ELHAMDÜLÎLLÂHÎ RABBİL ÂLEMİM VES-SALÂTÜ VESSELÂMÜ ALA HAYRÎ HALKİHİ MUHAMMEDİN VE ÂLÎHİ VE SAHBİHİ ECMAİN»

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ 1    مَلِكِ النَّاسِ 2    إِلَهِ النَّاسِ 3    مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ 4    الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ 5    مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ 6

«KUL EÛZÜ BÎRABBİNNÂSİ MELTKİNNÂSİ İLÂHİNNÂSİ MİN ŞERRİL VESVÂSİL HANNÂS, ELLEZİ YÜVESVİSÜ Fİ SUDÛRİNNÂSİ MİNEL CİNNETİ VENNÂS»

(Muavvizeteyn) adı ile anılan iki sûre-i şerife peygamberimiz efendimizin müşahhasâtındandır.

Müşahhasât: Allâh ile kul arasında vârid olan münâsebât demektir. Gerek hidâyet gerek dalâ­let -hangi isme mahsus ise- atâ-yı esma[1] dan nüzûl eder. Atâ-yı esmâdan vârid olan leyz mah­lûka mevdû olan istidâda gelir; ilâhî varidatı, isti­dadında gizli olan hakikat tohumu ile ibraz ve iz­hâr eder. Kul, irâdesi hasebile, talip; Allah ise haliktır. Meselâ: eliyle güzel yazı yazmayı arzu eden bir kimse kendinde gizli olan istidadın sarf ile çalışırsa murâd ettiği şey (yâni güzel yazı yaz­mak) husule gelir. Murâd ettiği şeyin husule gel­memesi ise kendisinin irâde ve çalışmasındaki nok­sanlıktan ileri gelir.

Atâ-yı esmâ menzilinden zemine vârid olan füyûzatın mtivâzenesi, mahallin istidât ve kabiliye­tiyle mütenâsiptir.

Âyet-i kerimede (RABBÎNNÂS, MELÎKİNNÂS, İLÂHİNNÂS) nazm-ı çelil terindeki (NÂS) ın zaru­ret ve ihtiyâcı nisbetinde kendine muzâf olan şey­ler, yâni (rab, melik, ilâh) teaddüt etmiştir. Zirâ, insanların terbiyeye, mülk ve maişete, ilâha ve ibâ­dete ihtiyacı vardır. İster istemez bunlara muhtâçtır. Muzâfın teaddüdü de muzâf-ün ileyhin ihti­yâç ve zarureti nisbetindedir.

Bir rübubiyet ismi, sıfat olduğu takdirde, merbubda istenilen sevkiyat hâsıl olur. Diğer isim sıfat olursa mevsufun sıfatından sübût-u ru’yelini istilzam eder. Eşyâ Allahın sıratlarının mir'atıdır. Hazreti Mûsâ'nın Cenâb-ı Hakkı mir'âtı ce­belden rü'yet buyurduğu gibi. Halbuki cebelin subut ve istikrarı el'an mukarrer ve muhakkaktır . Bu takdirce eşyâ, vech-i ahadiyetin sıfatının mir’âtı olup teaddüt ve isdidâdı miktarı, vech-i ahadiyete muzâf olan esmâ sıfatından müşahede olunur. Cebe­lin, cebel olmak itibârile, sükûn ve istikrarı ma­lûmdur. Cenâb-ı Hak rü'yet-i cemâlini, sükûn ve­yahut hareketi hâlinde cebelin istikrârına talik ey­ledi. Bu ise, cebelin yaratılış hâli olmak hesabile Hazret-i Mûsâ eşyânın vücûdundan Hakkın vücû­dunu müşahede buyurdu. Hangi cisim olursa olsun tabiî vücûdu, istikrarında mutlaka ve dâima esirî tesirlerle müteessirdir. Hiç bir sâkin vücud yok­tur. Fakat cisimlerin duruyor gibi görünmeleri ta­biîdir. Allahın cebele olan tecellisini Mûsâ aleyhisselâm, bilmüşahede gördü, ki cebelin bütün eczası parça­lanmış fakat yerinde sâbit ve hareketsizdi. Bu ta­sarruf bütün cisimlerde mevcuttur. Nazar-ı risâlet penâhilerinde hattâ katı cisimleri dahi istikrar­ları hâlinde müteharrik gördü. Kendine baktı, vü­cûdunda da bu İlâhî kanunu müşahede ederek ken­dilerini bir sa'k hâleti istilâ etti, yâni düşüp ba­yıldı. Ayıldıktan sonra, eşyada Hakkın vücûdunu görmesi üzerine, bu görüşün iman ve İslâmın ilk mertebesi olduğuna şehâdet buyurdu.

Allah-u Teâlânın isimlerinden her bir isim için zâtî mezâhirden ona âit muayyen bir hisse vardır. Gerek ef’al ve gerek esmâ, ihâta ve vüs'at cihetle­rine nazaran, birbirinden daha geniş ve daha şü­mullüdür. Bâzısı bâzısına asıl ve kök, bâzısı bazı­sına tâli ve tâbi gibidir. Her ismin kemâli bir mazhardan zuhûr ve o hakikat ile diğer isimlerden ay­rılır.

Arifler eşyanın sıfatını, mutassarrıfı olan esmâdan görüp, eşyâya ilim ve vukufu, işbu esmâ ile tahsil ederler. Memnu olan bir şey varsa o da eş­yanın hakikatlerine vukufsuzluktan ibârettir. Ce­belin hareket hâlinde istikrârını muhâl ve memnu hükmedenler, katı cisimlerin istikrârı bâletinde ha­reketini göremeyen kimseler gibi, eşyâyı bilmemekle mâzurdur. Meselâ: katı cisimlerden demirin istikrâr hâlinde hareketi his olunmaz; fakat bu demir­den bir kurşun kalemi miktarı tedârik ve bir tarafı mengeneye veyahut sabit bir mahalle tesbit edile­rek demirin öbür noktası hizasında mâkul nisbet uzaklığında bir cisim bırakıldıktan sonra o demir ısıtıldığı zaman mukabilinde bulunan cisme temas ettiği görülür. Mezkûr demirin karşısında bulunan cisimler eğer bir tel ile raptedilse katı cüzülerde vâki olan câzibe kuvveti tâyin olunabilir.

Dâne, ki (buğday) katı halde tasavvur olunur. Yere ekilen buğday Allah’ın kudret elinde türlü türlü kalıp ve şekillere giriyor. Evvelâ yerden sap hâlinde zuhûr ve sonra yaprak ve başak hâsıl ede­rek tekrar buğday oluyor. Evvelki dâne yaprak, sap ve başak oldu. Başaktaki efe neler atâ-yı esma­dır. Bir buğdayda görülen şu devir ve sükun haki­katen insanı hayrete düşürecek derecede rabbani kudret ve azamete tam bir kemâl delilidir. Sair eş­yadaki hareket ve sükûn dahi bunun gibidir. Altı ay zarfında, ekilen buğdayın (EDVÂR-I ÂLEM) i devrederek eski vücûduna olan avdeti hakkın tasar­rufuna açık bir nümunedir, ki arifleri hayrette bırakan derin ve ince meselelerdendir.

Gerek uzvî ve gerek gayri uzvı cisimler iki ve­cih üzre dâima devrederler. Bir vechi, hayatı talep ve hayata vusûl; diğer vechi memâtı talep ve ademe vusûldur. Birincisine küçük devir, İkin­cisine büyük devir denilir. Küçük devirde vücûdun hususiyetlerile mümtâz olup müstait olduğu sıfat­larla zuhura gelir ve mevsuf olan sıfatların hük­münü kendisinde bularak mutassarrıf olur. Büyük devirde başkasının vücûduna bir harf olarak başkasının vücûdu ile kaim olup zât ve sıfât âleminde tegayyürât ve tahavvülâta uğrar.

(İnsan-ı Kâmil) in yüksek ervâh âleminden, inerek bu âleme zuhûru keyfiyeti: (HEL ETÂ ALEL İNSÂNİ HİNÜN MİNEDDEHRİ LEMYEKÜN ŞEY'EN MEZKÛRÂ)

(Ceberût) âleminden emir olarak (Melekût) âlemine nüzûl edüp (Lâhût) (Nâsût) ve (Milk) den ibâret olan bu beş âlemden her bir âleme nüzûl eyledikçe hemen kendisine vedia olan levh-i isti­dada muzâf olduğu halde diğerine nüzûl eder. Her âlemde o âleme münâsip bir vücûd ile kaim olur. Hayâli vücûd (Teshik-ı Unsuriyet) e [2] nâil olarak sübût âlemi, yâni ruh nâmiyle mümtâz kılınır. Cenâb-ı Hakkın zâhir elinden alıp boğazımızdan geçtikten sonra mânevi eline verdiğimiz erzak ve yiyecekler, ki kan vasıtasıvle vücûdumuzu teşkil ve hayatımızı devam ettirir. Yâni zâhir bâtına tahavvül eyler. İşte, bu keyfiyete (Teshik-ı Unsurı) itlâk olu­nur. Bu itâ olunan vücûd nüfus-u külliyeyi talip ol­duğundan kendisine isdidâdı nisbetinde nüfus-u külliye itâ kılındı. Bu itâ kılman nüfûs-u külliye be­şerî bir vücûd istedi. Bu istek üzere âlem-i ekberde insan bir insan-ı ekber oldu. Bu insanı ekberin her iki tarafında vâki olan nübüvvet (Nübüvvet-i mutlaka) Melekûtiyet âleminden Nâsûtiyet âlemi­ne bir şuunât-ı İlmiyede mümtâziyet ile âdemiyet şerefine nâil oldu.

(Fazl-ı Tekvini) [[3]], kendisine nübüvvet olmak üzere tevdi kılınan nübüvvet, diğer bir nübüvveti müstelzim olmasıyle risâlete müstenit oldu. Bu risâlete istinât ancak bir kitabın nüzulüne sebep olarak (anâsır-ı erbaa) da [Hava, ateş, toprak, sudan ibaret olan dört unsur.] karar kıldı. Beş âlem toprak unsurunda mündemiç kılındı. Âlem-i kevnin tasarrufu altına girdi; Melekûtî istidat, ki medâr-ı risâlettir, onu terbiyesi ağuşuna aldı. Atâ-yı esmâ ve atâ-yı sıfât ile unsur âleminde mündemiç olan (Hazerât-ı Hams) i tevsi ve terbiye ederek nübüvvet-i mutlaka (misâl-i mutlak) âlemi suretine girdi. Nübüvvette iken mezkûr olmayan bir vücûd, mezkûr eşyâ meyanında isbât-ı vücûd eyledi.

İsbât-ı vücûd için olan takazası, baba sulbün­de zuhûr eden vücud-u nübüvvet-i tekvini, ki zuhûrunu muttalip oldu, babanın sulbünden ana rahmi­ne nüzul ederek vücûd-u müstaille, mu’telle hâlini aldı. Ana rahmine nüzulünde bir alak [Kan pıhtısı.] suretin­de bulundu. Etrafını muhit olan gışâ [Örtü, perde], ana menisiyle muhat olduğundan bu gışâ vâsıtasiyle tegaddiye başladı.

Annenin hayâtını bu çocuğun hayâtına rapte­den rutubet tekeyyüf ve tekasüf ile alakıyet hâlin­den ceniniyet hâline tahavvül ederek kandan habil mecrâsiyle tegaddi eden bu vücûdun istikmâlini anne üzerine aldı. Kendi vücûdundan bu çocuğa bir beşeriyet hil'ati giydirdi.

Bu beşeriyet vücûdunun ikmâlinden sonra zuhûr âlemine gelip zâhir bir insan oldu. Zuhûra gelen bu insanın beşeriyet âlemine ilk ayak bastığı zaman sığınacağı yer şefkatli annesinin âguşudur.

Bu nokta, zâhire kadar niizûlde (BİRABBÎN- NÂS) vazifesini ifâ eden (Sedene-i Seb'a) [Hayat, ilim, semi’, basar, irâdet, kudret ve tek­vindir.] dır.

İstidat ile beşerî vücûd arasında olan münâsebet­lere (Tekvin-i vücûd) denilir, ki hep istidat masdarından tecelli eylemiştir.

(VALLAHÜ YEKÛLÜLHAKK VE HÜVE YEHDİSSEBİL)



2.BÖLÜM

Cenâb-ı Rabbinâs, beşeriyette insanların ilk mürebbiyesi olan müşfik annenin kalbine merha­met ve şefkat ilhâm ederek yeni doğan çocuğun vücûdunu tam mânâsiyle terbiye ve hayâtını muhâfaza ve ona hizmet ettirir. Henüz teklif dâiresine girmemiş olan o mâsûmu rübûbiyet âleminde işitme ve görme sıfatlarına mazhar eyler.

Beşeriyet âleminde evvelâ, insana, ilim hasebile işitme, kudret hasebile görme tevdi kılınmış­tır. Bir çocuk dünyaya geldiğinde evvelâ bu iki his ile bizim hareketlerimizi tâkip eder. Hep bizi an­lamak, bizi taklit etmek üzeredir. Bu his ile bize bir alışkanlık peyda ederek şahsımızı, lisânımızı, hareketlerimizi öğrenmeğe çalışır ve devam eder.

Çocuk, doğduğu andan tâ muayyen bir vakte kadar her şeyi hava gibi görür. Kesif bir duman bacadan çıkarken yukarıdan ocak içerisine gelen renkli ziya gibi ziyayı, görme cihazının ikmâlinde eşyayı, zaman ile de insanları görür. Sonra anne­sini ve sâireyi bilir. Böylece işitme cihazları da ke­mâl buldu mu sesleri işitir. Sabinin dimağı henüz su hâlinde olduğundan işitme ve görme âsâp ve adalelerinin ancak intizâma yakın bir hâle girme­si için en az kırk gün geçmesi lâzımdır.

Anneler insanın kıymetli olan bu ilim uzuv­larını ziyâ ve rüzgâra mâruz bulundurmamalıdır. Zirâ, kulaklar rüzgâra ve gözler de ziyâya mâruz olunca çok kıymetli olan bu uzuvlar gelen hava ve ziyâya henüz mukavemet edemeyeceğinden esâs mevcudiyetlerinin bozulmasını mucip bir ârızanm zuhuruna meydan verilmiş olur. Masumun vücû­dunu bu gibi ârızalardan korumak lâzımdır.

Bir kadın hâmile iken kendi vücûduna yorgunluk verecek acır işlerden ve usandırıcı meşga­lelerden çekinmelidir. Ceninin vücûdu annenin vücûduna merbut olduğundan kendisi ne kadar rahat ederse ceninin de vücûdu intizâmını o nisbette muhafaza eder. Dar ve sakil, yahut harareti muhâfaza ve soğuğa mukavemet edemeyecek elbise giymemelidir. Velhâsıl vücûdu yoran her şeyden sakınmalıdır.

Çocuğun henüz kemik ve adaleleri münâsip ka­tılıkta bulunmadığından her vaziyette onu uygun surette tutmalıdır. Buna dikkat edilmezse eğe kemiklerinde eğrilik peyda olarak çocuğa bir nevi kanburluk ârız olur. Yemek yemeğe başladığı zaman yiyip içeceği, gayet çabuk hazmolunan gıda­lardan hazırlanmalı ve seçilmelidir, ki sabinin mide ve bağırsaklarında olan hazım kuvvetine hiç bir suretle fenalık gelmesin. Zirâ, hazım cihâzı olan mide ve bağırsaklar, ilim cihazı olan his uzuvları, kudret cihâzları olan el ve ayaklar, tefekkür cihâzı olan hayâl, akıl ve zekâvet cihâzları olan dimağ ve âsâp, teneffüs cihâzları olan ciğer ve göğsün muhâfazası annelerin başlıca kudsî vazifelerindendir.

Bu vazifeyi hakkile ifâ edebilmek için annelere bir doktor kadar sağlığı koruma bilgilerini öğretmek ve ondan sonra çocuğu onun idâresine vermek lâ­zımdır.

Bu hususa bilgisi olmayan annelerin dikkatsizliği yüzünden bir çok mâsûmların, henüz beşik­te iken açılmadan solmağa başlayan bir gül gibi, az bir zaman içinde izleri silinir. Kalbinde babalık hissi besleyen babalar bu hâle karşı lâkayt davran­mamalıdır. Annenin şefkat ve merhametten teşek­kül etmiş bir muhabbet nümunesi olan kalbindeki evlât acısını hafifletmeğe çalışmalıdır. Çocuğunun ziyânına kendi bilgisizliği sebep olduğunu lâyık ila takdir eden bir anne, çocuk terbiyesine müteallik sıhhat kaidelerini öğrenmekten hiç bir vakit çekinmez. Bu ciheti temin için, her şeyden evvel, anne olacak kızlarımıza çocuk büyütmek, beslemek ve terbiye etmek hususlarında etraflı malûmat verme­liyiz. Hakkile anne olan bir kadın, arızasız bir kaç çocuk büyütürse milletine, vatanına hizmetini ifâ, borcunu edâ etmiş addedilerek kendisine bir ihtiram mevkii hazırlar.

İnsanın en kıymetli olan fikrini ve hayat menbaı olan ciğerlerini serbest bırakmak, yâni çocu­ğun çok ağlamasına meydan vermemek icâbeder. Çocukların her hususta muhafazasına dikkat ede­rek, onları oldukça açık ve berrak havalarda te­neffüs ettirmelidir. Koku alma cihazı, dimağ için kıymetli olduğu kadar kolaylıkla tehlike tevlit ede­cek bir uzuv olması itibârile gayet itinâ ile muha­faza olunmalıdır. Çocuğun ağız ve burnu vâsıtasiyle dimağı, açık ve saf havalarda vüs'at ve kuvvet bul­duğu gibi, rüzgâra mâruz olduğu takdirde bil’akis bir takım fenalıkların zuhûruna sebep olabilir.

Hâsılı o minimini mâsûmun hayâtını devam ettirmek için vücûdunu her ârızadan muhafaza eden müşfik anne bu suretle ciğerpâresi olan evlâ­dının sıhhat ve saadetle yaşamasına hizmet etmiş olur. Çocuğun en mühim gıdâsı annesinin sütüdür. Süt, annenin vücûdundan bir cüzü olduğu gibi ço­cuğun vücûdu da yine o unsura mensuptur. Aralarında fevkalâde bir hüsn-ü münâsebet bulundurun* dan hüsn-ü imtizaç dahi bulunması tabiîdir.

Ârızalardan çocuğun vücûdu muhafaza olunduğu kadar annenin vücûdunu da muhafaza lâzım ve zarurîdir. Çünkü anneye arız olan mizaç bozukluğu, gıdâsı vâsıtasiyle aynen çocuğa sirayet eder,  Bu gibi ârızalardan anneler kendilerini ciğerpareleri o minimini vücûda hürmeten muhâfaza ederek uzun müddet çekmiş oldukları zahmet ve meşakkati gözönüne alarak o mâsûma merhamet etmelidirler.

Çocuklara arız olan fenalık ekseriyâ yukarıda zikrolunan cihâzın her birinde ayrıca tesir eder. Ufak bir sebeple sonradan o arızalar meydana çıkar. Marazî istidât denilen şey işte budur. Mâsûmların göz, kulak, el ve ayak, ciğer ve bağırsaklarını, sütten kesme zamanına kadar olsun iyi muhâfazaya dikkat etmek lâzımdır.

Diş çıkarırken lînet, istifrağ ve buna benzer bâzı ârızalar zuhur ederse hemen çocuğu ilâç ile tedâvi etmemelidir. Öyle bir zamanda çocuğun ilâcı annesinin sütüdür. Bu süt temizliğe uygun bir surette bulunmalıdır. Anne, çocuk meme em­dikten sonra ve emmezden evvel memelerini sıcak su ile yıkamalıdır.

Sabinin dişleri tamam nizâmına girdi mi fıtâm  (yâni sütten kesme) zamanı gelmiş demektir. Fıtâmın müddeti iki senedir.

Fıtâmdan sonra altı yaşına kadar serbest bırakmalıdır, ki çocuk bir miktar fikir genişliği ve îstiklâliyet kazanabilsin. Zirâ üç, dört yaşındaki bir sabî hiç bir vakit terbiyeye muhâtap olamaz. Bu müddet içinde yalnız sabinin fikrini muhafaza lâzım geleceğinden hayâlı şeyler ile çocuğu terbiye etmemelidir. Kuruntu ve evhamlanma hassalarına tesir edecek şeylerden muhâfaza eylemelidir. Bun­dan sonra oyun sırasıdır.

Mâsûm iptidâ renkleri, sonra cisimleri ve ted­ricen eşyayı seçmeye başlar. Eğer bir sabî kırk adet eşyânın isimlerini muvafık surette sayabilirse mek­tebe gönderilmek çağı gelmiştir.

Terbiye kabulü zamanının iptidası, çocuğun mektebe başlayacağı zamanı gösterir, ki baba ve annesi o mâsûmu feyz alması için mürebbisi olan bir muallime tevdi ederler.

Minimininin mâsûm kalbinde yeni yeni fikir­lerin uyanmasına ve (A) yı (B) den. (B) yi (C) den fark ederek bunları tatlı sesiyle okumasına artık muallimi hizmet eder. Bu bilgi farkı, gitgide eşyâyı hassa ve alâmetleriyle tanımak ve temyiz etmek suretiyle artmağa başlar. Bu arada Kur'anı kerim okutmak, tahammülü miktarı ezberlettirmek ve dinimizin kaidelerine ait itikadî meseleleri bildirmek, İslâm âdâbı ile peygamberimize muhabbet ve saygı göstermeği öğretmek de lâzımdır. Zirâ, bu yaşta tahsil etmiş olduğu ilim esâs olduğundan  çocuk bir kere meleke kesbetti mi kolay kolay bun­ları zihninden çıkarmaz. Ancak, muallimlerin, ço­cukların bu kabiliyetini düşünerek tâlim ve terbi­yesinde çok dikkatli olmaları lâzım gelir.

Çocuklarınızın iyi terbiyeye mâlik olmasını isterseniz onları âdil bir muamele altında yaşatınız. Bir kimseye Cenâb-ı Hakkın evlât verip onu evlâdı olmayanlardan mümtâz etmesi ona mahsus İlâhî bir lütuftur. Buna mukabil o da sâhip olduğu ço­cuk ile çocuklaşmalı yâni o mâsûmun gönlünü almalı, ferahlandırmak ve terbiye için onun ahlâk ile ahlâklanmalı ve kendisinden büyük adamların gös­terebileceği tavır ve muameleyi beklememelidir.

Çocuklarınızı, millî fikirlerini muhâfaza ede­cek derecede iyice terbiye etmeden ecnebî mektep­lerine vererek milletine, memleketine karşı bigâne vaziyette kalacak surette ecnebîleştirmeyiniz. Zirâ, bu yaşta çocuğun masûmâne fikrine giren millî fi­kirlere karşı kayıtsızlık aslâ kabili islâh değildir. Bütün ömrünü perişan bir hâlde geçirmesine sebep olur. Ana ve babasına dahi itâatı kalmaz; onların hareketlerini hakir görür. Müslümanların bütün ahvâli ona başka surette görünür. Hiç bir kimse ile ülfet ve ünsiyet edemez. Fen ve san'attan maada ecnebiden tahsil ettiği fikir ve ahlâk ana ve babasıyla bütün Müslümanlara muhâlefetten ibâret olur.

Bir baba evlâdını kendine ve kendisinin mensûp olduğu devlet ve millete hürmet ve muhabbet­le bağlayarak ısındırmaksızm ecnebi terbiyesi altı­na bırakırsa evlâdı ile hiç bir zaman hüsn-ü mua­mele üzere yaşayamaz. İkisinden birinin ahlâkı de­ğişmedikçe aralarında iyi geçim ve muaşeret imkân­sızdır.



3. BÖLÜM

Çocuklarda ilâhiyâta müteallik olan husus ancak ana ve babanın meslek ve itikadı üzere ilm-i hâl tahsil etmektir. Devlet ve milletine muhabbet ederek necât ve saâdetin kendi dinine bağlılıkla mümkün olduğunu, din ve milletini hak bilerek,  diğer dinlerde necât ve saâdetin imkânsız bulunduğuna kat'iyetie itikat etmesi lâzımdır. Böyle bir itikadda olmayan evlâttan vatana, mensup olduğu cemiyete ciddî bir menfaat beklemek yersizdir. Milletine muhâlif terbiye edilerek dinî umur ve millî âdâba kayıtsızlık üzere bulunanlar kavminin ah­vâlini hatâlı görür ve ahlâkını tahkir ederler.

Ecnebiler, tertip ederek vücûda getirdikleri sanâyi ve mâkulâta rağbet ettirmek suretiyle, ken­di ahlâklarını bize tâmim eylediler. Ahlâkımıza zaaf getirdiler. Nitekim, bundan evvel gelen Hıristiyan papazları millet ve mezheplerini muhafaza husu­sunda dikkat ve salâbet sahibi oldukları halde lüzum ve iktizâsına mebni - evlâtlarına Yunan fel­sefesini tâlim ettikleri için, çocuklarında mensûp bulundukları millet itikâtına zaaf ârız oldu. Yâ­ni, çocukları Yunan efkârı ile değişmiş bir fikir hâsıl ettiler.

Kezâlik, Yunanlılar Tevrat'dan aldıkları mâkul hikmetleri Yunan felsefelerine mezc ve tatbik ederek bu tatbik sebebiyle asıl kitap ve mezheple­rini tahrip ve tebdile koyuldular.

Hıristiyanlık dahi Yahudilik gibi fena bir ahlâka kapılarak büyük bir değişikliğe uğradı. İşte bu sebeple Hıristiyanlık bütün bütün feylesofluğa münkalip oldu. «Eflâtun-u Îsrâilî» lâkabını alan Filozof Yahudi Filon’un mesleği Hıristiyanlarca tâkip edildi. Tâlim ve terbiye hususunda Hıristiyanlıkta iltizâm edilen rey ve tedbirler hem Yahudilikten sızan fikirlerden ibarettir. Yahudilikten tanassur eden İsevî Rabbânîlerinin Hıristiyanlığı böylece Yahudilik ile karışmış bir meslek idi. Hususiyle İskenderiye’n bâzı feylesofların Hıristiyanlığı kabul etmeleri sebebiyle Yahudilik ve Hıristiyanlık mes­lekleri bir dereceye kadar birleşti. Yunan musannefâtı, Yunan hurâfâtı-ki ilâhlarını metheden ma­sal ve şiirler ile birbirine karışıp Yunan, Yahud ve Nasrânî rey ve müellefâtı ile birleştirilerek Mı­sır ve Yunan Hıristiyanları arasında müşterek bir mezhep şeklini aldı. Bilâhare Yunanlılar bu mez­hepte Mısırlılara muhalif bir meslek ihtiyâr ettiler.

Bir miktar belâgat ilmi, şiir, hendese, hesap gibi o zaman aralarında mâlûm olup (Fünûn-u Seb'a) tesmiye ve tâbir ettikleri fenlerin kemâliyle tah­silini vâcip hükmünde telâkki ederek harisâne bir şiddetle mezkûr fenlere müteallik müellefâtı oku­mağa, okutmağa başladılar. Yalnız çocukları değil, büyükleri bile tahsil ve mütâleaya son derece rağ­bet ve arzu ile çalışmaktan bir an hâli kalmadılar. Gitgide Hıristiyanlık âlemi bir feylesof âlemi süsü­nü gösterdi. Açıktan açığa kendi mezhep ve meslek­leri aleyhinde bulunmağa ayaklananlar çoğaldı.

Tabiîdir ki, sâfiyet âleminde terbiye edilmeyerek safveti bozulan bir din içinde büyütülen çocuklardan vatan ve millete hizmet beklemek abestir. Meselâ, bunu zâhirde misâl ile  teyit etmek lâzım gelirse: Bir Türk oğlunun baba ve annesine itâat ederek gösterdiği sadâkat ile feylesof çocuğunun göstereceği itâat ve hususiyetin hiç bir vakit kıyâs kabûl etmeyeceğini ifâde eyle­mek kifâyet eder. Acaba, böyle âilesine itâat ve  hürmet etmeyen evlâttan vatan ve miletine ne gibi fâide temin edilebilir.

Bu fikir, Hıristiyanlık âleminin ehemmiyetle  nazarını celbettiği için, 398 milâdî tarihinde Yunan felsefe ve ilimlerini menetmek maksadiyle, Kartaca'da bir istişâre meclisi akdederek, uzun uzadıya tetkik ve münâkaşadan sonra, alınan karar üzeri­ne mezkûr ulûm ve felsefenin şiddetle muaheze edilmesi meydana konuldu. İşte bu hüküm ve ka­râra mebnidir ki, İskenderiye, Suriye ve Kudüs gibi büyük şehirlerdeki zengin kütüphaneler yakıldı.

Menettikleri ulûm ve maârif mukabilinde kendilerine mahsus bir nevi kitap te'lif ve ayrıca bir ilim tedârik edemediklerinden, cehil ve zulûmât, bütün Hıristiyanlık âlemini bastan başa kapladı. Yunan ilimleri aleyhinde bulunanların en şiddetli­si olan Latin kilisesi erkânından Saint Augustin (Sen ogustin) Roma'da, Milân’da uzun müddet tahsil etmiş olduğu halde mahzâ, okuduğu ilimleri tahkir maksadıyla  (Ben bir zaman lâf bezirgânlığı etmiştim.) diyerek her yerde halkı ilim ve maârif tahsilinden nefret ettirmeğe çalışıyordu.

Hâlâ bugün bile garip sayılmağa şâyândır ki, ayıplarını örtmeğe çalışan bâzı câhiller, hemen he­men bu ağzı kullanır gibi görünüyor. Bunların, ce­haleti hüner suretinde göstererek, kendilerine bir mevcudiyet vermeleri sırf kurnazlık eseridir. Kendi itikatlarınca gûyâ ilim Cenâb-ı Hakkın mârifetine hicâp olurmuş. Ne bâtıl fikir, ne garip cehâlet. Mâkul olmayan fikirlerini kabul ettirmek için bu yolu ihtiyâr ediyorlar ki, fikirleri ayniyle Hıristiyanlık mezhebinde musahhih gibi herkesin hüsn-ü nazarını kazanmış meşhur Chateaubriand (Şatopriyan)ın (Allaha hoş görünmek için cahil olmak  lâzımdır) dediğine benzer.

Hıristiyanlık âlemini o derece cehil kaplamıştı ki, kiliselerde âyin yaptıracak din adamları, bulunamayacak kadar azalmıştı. Bütün bütün cehil içinde helâke doğru gitmekte olan Hıristiyan mille­tinin mahvolacağını idrâk eden akıllı kimseler, bu cehil ve zulümât ile mevki ve milliyetlerini muhâfaza edemeyeceklerini kat’î bir surette anladıkla­rından Endülüs, Mısır ve Bağdat taraflarına akıl ve ahlâkı mükemmel seçkin bâzı kimseler gönderdiler.

Bunlar ise, Avrupa'ya avdetlerinde, İslâmlardan tahsil ettikleri ulûm ve maâriften ecnebi râyiha­sını gidererek, kendi hüner ve mârifetleri sırasın da göstermeğe başladılar ve Avrupa'yı yeni baştan ulûm ve fünûna mazhar eylediler. İşte bu gün hay­retle görülmekte olan Avrupa ulûm ve maârifi, İslâm ulûm ve maârifinin Avrupa'ya duhulünden beri terakki etmektedir.

Simdi, Garb'ın ulûm, maârif ve sanayiinde fevkainde bir suretle tezâyüt ve telakki eserleri görülmektedir. Memleketimizde de bu terakkiyâtın husulune kadar geceyi gündüze katıp çalışarak ve icâbı hâlinde din ve itikadını bozmayacak kimseleri daha müterakki memleketlere göndermek kat’î bir vecîbedir. İlim, mârifet ve hikmeti bulduğumuz yerden almak, değil kitap ehlinden, hattâ Çin mecûsilerinden bile, o hikmet ve ilmi öğrenmek borcumuzdur.

Millî terakkimizi temin için muhtaç olduğu muz hüner ve mârifeti öğrenmek üzere hârice gi­den gençlerimizden kazandığı bilgilerini, mahâret ve zekâvetlerini sarf ve tatbik ile memleketimiz­de de sanâyi, ticâret, zirâat ve sâir bu gibi mühim işlerin revnak ve revâç bulması hususunda büyük büyük hizmetler beklemek hakkımızdır. Bunlar mil­let ve aslî mesleklerinin aleyhine ecnebilerin kullan­dıkları lisan ve efkâra tercemân olacak olurlarsa, tabiîdir ki, edilen fedakârlığa mukabil küfrân-ı ni­met etmiş olurlar. Millet arasındaki içtimâî mevki­lerini kaybederek millî şereflerini değil, belki umum insâniyetin şerefini rencide ederler. Bir milletin görenek ve gelenekleri, icrâsı mecburî bir kanun hükmündedir. Bunu terk etmek olamaz.

Terk edenler ise, milliyetlerini kaybederek âdet ve mezheplerini kabul ve tâkip ettikleri millete tahavvül ve inkilâp ederler. Buna binâendir ki, millî esasâtı tahrip etmek aslâ tecviz edilmemiştir. Zannetmem ki, bu gibi hakikati gözü ile görenler her ne kadar zâhir hallerini muhâfaza için inadı el­den bırakmasalar bile, vicdanlarındaki kanâati devâm ettirebilsinler. Hakikat-ı hâle vakıf oldukça  -ergeç hakka teslim olurlar.

***

Yabancıların fikir ve âdetlerine fazla inhimak hiç bir vakit sâhibine şeref ve meziyet bahşetmez. Onların mârifet ve san'atlarını öğrenerek memle­ketimizde :o marifetleri, o san'atları icrâ etmek, canlandırmağa çalışmak, işte asıl şeref ve meziyet budur. Yoksa, onların millî âdât ile hususî muâşeretlerinden bize bir fâide husûlü me'mûl değil­dir.

Yabancı memleketlere gidip de hüner ve san'at  öğrenmeyerek gelenler, ecnebilerin bizi kötülemek için uydurdukları bir kaç şeyi bellemişler ki, bu da cehilleri dolayısile kendi millet ve aslî meslekleri aleyhinde bulunmaktan ibârettir. Böyle birisine tesadüf ettim; efkâr ve mütalealarını iyice anladıktan sonra kendisine dedim ki:

«Oğlum; senin bu öğ­renmiş olduğun şeyler hep millet ve devletimiz aley­hindedir. Biz senden hüner ve mârifet istiyoruz, Öyle, ecnebilerin lisanlarını öğrenerek ve onların ağzını kullanarak itiraz etmek ve düşmanlarımızın , aleyhimizde tertip ettikleri bu itirazları tekrar et­mek için seni oraya göndermediler. Milletin tavır ve âdetlerine dokunulmaz. Bunların icrâsı kanun hükmündedir. Sana lâyık olan, mensup oldurun milletin tavır ve hareketlerini gözetmektir. Elinden gelirse, milletine hizmet edeceksen, aklını başına al. Ecnebilerin vaktiyle, Türklerden korktukları za­manlarda, iftira maksadıyla uydurdukları (Bu mil­let adam olmaz.) sözünü ağzına alma. Milletin hissiyâtını rencide edecek hareketlerde bulunma. Mil­letin göreneğini değiştirmek mümkün değildir. Zorla değiştirilecek olursa birden bire bir fenalık hücum eder ki, önünü alıncaya kadar daha bir çok fena haller zuhûra gelir. «Keykubat», «Câmisâb» asırlarında meydana gelen vak'alara ibret gözü ile bak. Tafsilâtını tarih kitaplarında oku ve anla ki, din, milet ve memleket değişir; fakat insanların arzu, ahlâk ve tabiatları kat'iyyen ve kâmilen de­ğişmez; ilim, hüner ve mârifet terakki eder, lâkin hava ve heves ziyâdeleşir.»


 


4. BÖLÜM

Dinî ilimler âlî ilimlerdendir. Ekserisi ve bel­ki hepsi nakil üzerine kurulmuş olduğundan millî itikadı muhafaza elbette lâzımdır. Zirâ, aklî ve hissî ilimleri muhafaza edecek ancak o milletin inandığı şeylerdir. İlâhî ilimler milletin mensûp olduğu dinden ibarettir. Bir kavmin, bir milletin dini aslında olmayan illet ve noksanlıklara hedef olursa, o kavim ve o millet tefrikaya giriftâr olur. Bir milletin nüfûz ve iktidarı dininin sağlamlığı nisbetindedir. Mensûp olduğu dini, içlerinden itiraza hedef eden olursa nefsânî olan bu itirâz genişleye­rek mutlaka o kavmin gidişâtını sarsar ve bu tef­rikada helâk olup gitmesine sebep olur. Hazreti Harun aleyhisselâm Hazreti Mûsâ aleyhisselâmın vüruduna [Geliş. Gelme.] kadar Benî İsrail hakkında şiddetli li­san kullanmadı. Tatlılık ve yumuşaklıkla vaaz ve nasihat buyurdu. Fakat asla tesir etmedi. Mâmâfih zecrî bir kuvvet ile de tehdit edebilirdi. Lâkin Hazreti Mûsâ’nın avdetine kadar, Benî İsrail buzağıya tapmakta musir olacaklarını Hârûn aleyhisselâma kat'iyetle söylediler.

Hazreti Mûsânın vürudunda biraderi Hazreti Hârûn’a (Yâ Hârûn, seni Cenâb-ı Hak emri risâlette bana şerik buyurmadı mı, sen de benim gibi bu dini tebliğe memur değil mi idin?) İlâhiyle hi­tap etti. Hazreti Hârûn cevaben (Hakikat hep bu­yurduğunuz gibidir, lâkin kavmi tefrikaya düşür­müş olsaydım o zaman işin önü alınmazdı.) dedi.

Bir millet içinde ruhanî ihtilâf varken tedbir­sizlik ile bir de cismânî ihtilâf husûle getirmekliğin adına (tefrika) denilir. Bir kavmin içerisinde ne kadar muhtelif mezhep varsa o kadar ruhanî ihtilâf mevcut demektir. Muhtelif kavimlerin vücûdu bir baskı kuvveti ile cem olunabilir. Fakat bu, gevşek­lik ve zaaf alâmetidir. Eğer kavimler arasında kuvvetler de müsavi bulunursa itimât olunmaz bir suret göstermeğe başlar.

İnsanların ahlâkını bozun menfaatlerini zâyi ederek amel ve ihlâslarını azaltan bir sebep varsa meşrebce ve mezhebce bir milletin diğer bir mille­te uymasıdır. Milletin bakası iyi terbiyeye ve iyi terbiye ise sâlih amellere bağlıdır. Bir millet üze­rine vaz’olunan (Esâs-ı Diniye) ([4]) millî terakki­sine vabestedir. Millî terakki ise ancak ticâret ve sanat gibi ihtiyaçlarını temin ve levazımını tedâ­rik edecek her türlü maişet sebeplerini kendi milleti içerisinde aramakla kabildir. Bu sebeple ihtiyaçla­rını komşu memleketlere muhtaç olmaksızın kar­şılayabilmenin o milletin terakkisinde mühim mev­kii vardır. Çünkü herkesin geçim ve idâresi kendi akıl ve re yine bağlıdır.

Ciddî ve hakikî bir insan her mahlûktan, her iş ve güçten evvel ve elzemdir. İnsan-ı kâmili şöylece târif etmişlerdir:

Aklî ilimlerde eşvâyı tasarruf ve akla tatbik eder. Akılla idrâk edilen hususatta menfeatlerı ve zararları fark ederek bir birleşmenin menfeat suretini ve bir ayrılmanın mazarratı keyfiyetini tâyin ile eşyanın vücûdundan menfeatin istihsâl suretini, selef ve halefe tabiî tatbikini bilir, küllî malûmat sâhibi, vücûdu ender her zât insân-ı kâ­mildir.

Bir kimse zatî menfeati için me'muriyet eder veyahut bir san'at ihdâs evlerse umumî olacak menfeati, şahsî menfeat düşüncesiyle olduğundan, nakıstır. Kezâ, bir âlim kazandığı bilgilere mağ­rur olarak öğünürse henüz kendisini bilgisizlikten kurtaramamış demektir. İnsanların en kötüsü kendi fena huylarına kapılarak çirkin işleri yap­tıktan başka diğerlerini de fenalığa teşvik ve tah­rik eden kimselerdir. Bunların görünüş ve konuş­ma tarzına bakmayınız. Mâkul ve makbul kelimeler söyleyerek gûyâ fevkalâde bir iktidar gösterirler. Bu gibi kimselerin fikirlerine muvafakat teşebbü­sünde bulunmayınız. Zirâ, onların bu sözleri kalbî olmadığından hançerelerinden aşağı geçmez. İnsan­ların faydalısı dâimâ halkın menfeatine çalışanı­dır. Cenâb-ı Hak eğer bir kavme inayet nazariyle bakar, yâni yardım murad ederse, melek gibi sırf milletin menfeatine vücûdunu ve mesâisini hasre­decek zâtların vücûdu ile o kavmi ziynetlendirin

(KUL EUZÜ BİRABBİNNÂS) (Ey mürebbîhim ve mürşidihim fî umûriddîni veddünyâ). Alla­hı bilmek için eşyâyı tamamile bilmek lâzımdır. Eşyânın bilinmesi dahi eşyadan bir şey olan kendi nefsinin bilinmesini icâbettirir. İnsanın ahmağı başına topladığı bir kaç kimse ile türlü türlü vazi­yet ve tavırlar göstererek hayhuy edenlerdir. «Aca­ba bu nedir, yoksa oyun mudur?» diye sorulacak olursa hemen «sus kâfir olursun, bu ibâdettir, zi­kirdir» diye tekdir dolu cevap alınır.

Evet, eşyânın her vaziyeti Allah cellecelâlühûnun zikir ve tesbihidir. Hele şu eşyada zikir ve tesbih şöyle dursun, ağzımızda telâffuz etmiş ol­duğumuz hâdis seslerin zât-ı bâriye ne münâsebeti vardır, delâlet ediyor mu?

Ettiği takdirde delâleti mutâbakî midir, iltizâmi midir?

Delâletin hangi kismındandır?

Boşuna vücûdumuzu zahmete koşmayalım. Bu yorgunluğu hiç olmazsa dinî veya dünyevî bir menfeeat hususunda sari edelim. Ya nefsimize ve yahut başkasına faydamız dokunsun. (Geçmişte falan şöyle yapmış,, falan böyle demiş), sözleri bize hiç bir vakit senet olamaz. Zirâ o zâtlar bizlere meb’us olmadı. Kendileri halkça keramet sâhibi zannedildikleri için âleme uyarak tizler de hüsn-ü zannederiz. Aramızdan bu kadar uzun za­man secisinden bu zâtların sözleriyle fiillerini ayniy­le kendilerinden sudur etmiş qibi telâkki etmeğe ne ile hükmedebiliriz?

Ef'âlimizi onların ef'âline tatbik edecek elimizde ne vardır?

Âkil ve ârif olanlar kendilerine şöyle, böyle denilmesi için bir takım garip hareketleri ihtiyâr eder mi?

En mühim bir sey varsa Allaha ve ahret gününe imanla enbiyâ-ı izâm hazerâtına olan güzel münâsebetlerimizi muhâfaza etmektir. Öyle, halk iyi desin hülyasına kanılarak asıl ahret ser­mâyesi olan dinimizi oyuncak sırasında gösterme­yelim. Bu acâvîn âdet ve hareketler, ibâdet oldu­ğuna itikat edilmeyerek yapılırsa yorgunluktan başka bir şey hâsıl etmeyeceği için bir beis yok­tur.

Kitap ve sünnete muhâlif vaziyet ve tavırlar bir takım ilim ve irfandan mahrum kimselerin tesis ve tertip ettikleri şeyler olup bunların geç­mişteki rabbânîlerin harekât ve gidişleri gibi ol­madığını burada bir bir tatbik ederek göstermek için sadetten çıkmak ve bir başka üslûp ile idâre-i kelâm etmek lâzımdır.

Peygamberimizden sonra İslamların tâkip et­tikleri muhtelif yolları, bilâhare ihdâs edilen ve dinin aslından olmayan ilâveleri atarak veya ta­mamen terk ederek asr-ı saâdetteki tarzına uygun ve doğru yol üzere bir noktaya toplamak iktizâ eder. Ancak o zaman din ehli, helâk tehlikesinden kurtularak selâmet sahiline çıkar. Her hâlde kı­tan, sünnet, ilim ve hikmete muvâfık olmayan bir takım vaziyet ve hareketler ile insanı gururlandı­ran câhillerin evvelâ kendi iman ve İslâmiyetindeki noksânını ikmâl etmesi lâzımdır. Böyle câhil ve bilgisizlerin sui-istimâlleri sebebiyle vücûda getirilen tefrikalar sanki din-i mübîni takviye için ihtiyâr edilmiş gibi gösteriliyor. Halbuki onlarda, hayır zımnında süm'a, yâni başkalarına ibâdetleri­ni duyurmak suretiyle riyâkârlık ve riyâset sevdâsı var.

Vaktiyle Nehrevan'da o kadar kurra vardı. İmâm Ali kerremallâhü veçhe efendimiz hazretlerine neler ettiler. Ellerine azıcık fırsat geçmekle dindaşlarına nekadar zulüm ve haksızlıkta bulundular. Bunların asıl fi­kirleri, islâh olmayıp kendilerine telkin edilen bâzı garez sâhiplerinin fikirlerini icrâ etmekti. Eğer bunların vaziyetleri hak olmuş olsa bâtıllık kalmaz mahvolurdu. Zira, bâtılın hakka yakin ol­mak ihtimâli yoktur. Bu sırada dini muhâfaza ede­cek surette iktidâra mâlik olmak için dinin terak­ki yolunu tâyin ve takdirden sonra ilim adamları­nın ciddî bir gayretle çalışmaları her şeyden mü­him ve elzemdir. Çünkü amel ve itikad hususunda böyle bir heyetin vücûduna şiddetle ihtiyaç vardır. Musahhihlik şartlarına tamamen uygun bir meslek tutmayan kimselerin iddiâsı tahakkümdür. Vehim ile bu din gemisi yürümez. Amel ve itikadı düzelti­yoruz, sevdâsında bulunacak olan bilgisizlerin ken­dileri islâha muhtâç ve içleri ivicacla doludur.

(MELİKİNNÂS) denildi ki (Velmurâdü minelistiâzeti bimelikinnâsi avnühû lienne murâdel muîzi envemlike ala nefsih biavni hâzelmuâzi eymeliki) Her insanın kalbinde riyâset sevgisi gizli­dir. Herkes hükümdar ve kumandan olmasını arzu eder. — Velev ahmak olsa da — İnsanın ahmağı azdığı vakit onu yola getirmek daha zor olur. Çünkü nasihat kabul etmez. Kendi ef’âli kendi­sine makbul ve mergûp göründüğünden bütün hareketleri kendi indinde hoştur. İsa Aleyhislâm buyurmuşlardır ki (Lâ aceztü an ihyâilmevtâ velâkin aceztü an muâlecetil ahmak) (Ölüleri kudret-i bâri ile mucize olarak dirilttim. Lâkin, ahmakları hiç bir suretle islâh ve tedavi edemedim.) Ahmaklığı ne ile târif edebilirsiniz? Suâ­line karşı cevâbında (Ahmak o kimseye denilir ki, eğer bir defa bir şeye fikri takılırsa, gerek hak ve gerek bâtıl o şeyin icrâsına musir olup, âlem bir tarafa o bir tarafa olur. Fikrinden vaz ger­mesi muhâldir.) Bu câhili hareketlerinden vazgeçiremeyen adam ise artık ona (hayır ve şerrini bilmez, ahmaktır.) der. Melik-ül mennân olan rabbil izze, mâlikivet sıfat-ı behiyesini bir kimseye ihsân eder, mâlikiyet mânâsını tamamen icraya muvaffak eylerse o adamın hem kendi ve hem eli altında olanlar istirahat eder. Meselâ: Bir arap bir deveye mâlik olur, o zayıf hayvanı işinde gü­cünde kullanır, yiyecek ve içeceği ile istihdam ve istirahatine hakkıyle vukufu olmazsa tez vakitte deveyi elinden çıkarır. Heyhat! oturur, ağlar. Bu arap mahzâ kendi  tarafına olan menaatini ilti­zâm ettiği için sâhibi bulunduğu deveyi göreme­di. Fena halde yük altında ezmiş olduğunu deve öldükten sonra anladı.

Din kisvesine bürünmüş bâzı kimseler kendi nefs-i emmârelerinin günâh yükü altında ezilip fena bir hâl almış oldukları için bu kasvetlerini görmezler. Bir ilim iddiâsında bulunanlarına dininden ilk bilgileri sorulmuş olsa, zâhir ve müm­kün olan bir ilmi tahsil ve en mühim olan bu şeyi târiften âciz iken, her bir âkil ve âlim için husûİü mümkün olmayacak derecede gibi bulunan mârifetullâhı nasıl tahsil edebilmiş. Kendisini bu eğri büğrü sokaktan evrile çevrile zorlayıp geçire­meyen bu adam acaba yüklenmiş olduğu merteği nasıl geçirecek. Kendi geçemeyeceğini düşünmez de bir de koca merteği yüklenir. İşte, böyle ahmak adamları yola getireceğim diye boşuna yorulma­yınız. Nasihat kabul etmez, fikri merteğe sap­lanmıştır. Ondan vaz geçiremezsiniz. Dokunmayın, yorulsun, yuvarlansın; ahmaktır, cezâsını çek­sin.

Mâlûmdur ki, ahmak bir kimse nâil olduğu nimeti muhâfaza edemeyip, hâl ve şânına bakma­yarak hem kendini ve hem de eli altında bulunan her saâdetten mahrum bırakır. Zîrâ ahmaklık insanı ne bir şeve mâlik eder, ne de eli altında bulunan rahat yüzü görür.

Ahmaklık iki nevidir

Birisi, dünvâyı görüp dünyâdan gayriye aklı ermez. Yâni, ahrete ait ne kadar nasihat versen kâr etmez.
İşte, bu müthiş illet bir kimsenin iti­kadına saplanmadan, onun (İLAHİNNÂS) melceine sığınarak, milletinin itikadını taklit etmenin kurtuluş yolu olduğunu idrâk etmesi lâzımdır. Güzel ahlâk ve güzel itikad sâhibi olan bir kim­se her şeye mâlik ve her şeyin muhâfazasına muvaffak olur. Dünya ve ahretine ait olan fâide ve saadetini kazanır. Bunların hepsi o ilahi itikad ve o millî ahlâk sâyesindedir.
İkincisi de, bencilik ve kendini beğenmektir.
Böyle kibir ve gurur sâhibi olup kendini beğe­nen ve ibâdetine güvenerek bu suretle Allah’ın rahmetine hak kazandığını iddia eden kimseden; iyi ahlâk niyâz ve ümit ederek millete yararlı ol­mayı dileyen bir fâsık fâcir, Cenâb-ı Hakka daha yakındır. Zirâ, o insanları iyi, kendini fena görür. Âbid ise, halkı fena görerek kendi namına gurur duymasıyla helâki koltuklamıştır.

5.BÖLÜM

 (MİN ŞERRÎL VESVÂSİL HANNÂS ELLEZÎ YÜVESVİSÜ Fî SUDÛRÎNNÂSÎ MİNELCİNNETİ VENNÂS).

Vesvâs; insan ve cin tarafından kalbe bırakı­lan şer sebebile hâsıl olan vesvese yolu ile insan­ların kalblerinde husûle gelen sâri bir hastalık­tır. Bu da üç nevidir :

1— Hatm: Kalbin mühürlenmesi, yâni hak namına bir şey kabul etmemesi.

2— Zeyiğ: Kalbin bâtıla meyli.

3— Ekinne: Kalbde husûle gelen bir perde.

Bunların hepsi vesveseli sözlerle, gurur, veya

nefse ârız olan kötü düşüncelerle hâriçten kalbe sirâyet eden birer hastalıktır.

İnsanlardan zuhûr eden vesveseler yukarıda zikredilmiş ve bunun ne yolda olduğu gösterilmişti.


Cin ve dev, göze görünmeyen, iz'âc edici ve korku verici bir şeyin ismidir. Evhâm ve hayâl bu gibi şeyleri tevlit edeceğinden tahkik erbâbı hayâlî şeyleri cin ve vehmî şeyleri şeytan ile tevil etmişlerdir. Fakat bu tevilden hariçte cin ve şey­tan yoktur mânâsı çıkarılmasın. Hattâ âdetin ve ünsiyet olunan eşyanın gayri bile insanın fikrini meşgul edeceğinden o kabil şeylerden dahi insanda bir infiâl ve teessür husûle geleceği mu­hakkaktır. Bu hususta deliller göstermeğe lüzum yoktur.

İslâm itikatlarına muhâlif olarak yazılmış ve bir takım bâtıl aklî delillerle tahkim edilmiş bir ecnebî kitabını mütâlea ederken insanın hayâlinde vukubulan muhâkemelere hele bir dikkat olunsun, İşte bu zihin muhâkemelerinde tasavvur olunan hayâlin ismine cin denilir. Zirâ bu hayâl, insanın fikrini alışılmayan ve aklen mümkün olmayan hususlardan birine rapteylediğinden mutlaka bir ecnebi kitabından istifâde edilen şey ancak ha­yâl ve vehmin din ile müsademelerinden gayri bir şey intâc etmez.

Ecnebilerin serdetmiş oldukları bir takım alâyişli aklî deliller o masum, günahsız gençlerin içlerini tırmalar durur. Hayâl ve vehminin mec­buriyeti altında o vâhimeleri bir bir kabul etmesiyle kendisinde milletine muhâlif hisler zuhûr eder.

(YÜVESVİSÜ FÎ SUDÛRİNNÂSÎ MÎNEL CİNNETİ) den cin ile, yâni kitapları mütalaa ederek fikir ve hayâlini vesvese ile doldurur. Bu umûmî kaide üzere herhangi, bir suretle milletine muhâlif fikirlere kapılmakla o şahıs milletine za­rarlı olur. Bu gibi şeylerle o kimsenin tabiat ve mizacına bir inhirâf ârız olur. Bu kimse, hakikat erbabından birinin ilim ve reyine müracaat erip o          lâtif ve sâfi ahlâkını ve o millî itikadını bu müthiş marazdan kurtarmak için bir tedaviye muhtaçtır. Bozuk akidelerden, manevî tabib olan ârif ve âlim zâtların hazakatiyle kurtulmak müm­kündür. Yoksa, her önüne gelen ve bir iki şev öğ­renmekle kendisini olgun addeden kimseler, dirin kemâl ve inceliklerini anlayamaz. Herhalde böy­le ârif zâtların vücûdunu buluncaya kadar araş­tırmak icâp eder, ki maksada ulaşmak mümkün olsun.

(KUL EÛZÜ BİRABBİNNÂSİ MELİKİNNASİ İLÂHİNNÂS) Cenâb-ı bâri ve tekaddes hazret­lerinin nimet haziresinden nüzul eden büyük ih­sanları, koruma bakımından, burada üç kısma ay­rılmıştır.

1— Görenek : Hissî olan bir nimet mukabi­linde hissî bir mukavemet lâzımdır. Bu ise  sebep ve göreneğe göre bulunmaktan ibârettir. Zaman ve mekânın hilâfına olan hareketi görenek kabul etmez. Mukavemet edenler kederli ve tasalı otu­rurlar. Bu ise mensûp olduğu millet ve kavmin ef’âl, harekât ve sekenâtına kendini uydurmamak demektir. Görenek ve kavminin âdeti üzere terbi­yeli, çalışkan, gayretli ve ciddî olan bir kimse­ye terbiyeli denilir. İşte böyle terbiyeli bir zâtın hassalarını elde etmiş olan bu kimsenin hareketi âlemin gidişine de muvafıktır. Zillete tesadüf et­mez.

2— Sanayi: Aklın ihsânı, verimi ve mânevi tasarruftur.

3— İstihkak ve adem-i istihkak; ki bir ni­mete nail olmak veya olmamaktır. Bu ise insan­lara bahşolunan diyânet ve ilim taraflarıdır, ki tâlibini dünya ve ahret saâdetlerine nâil eder. Bu da doğruluk, iyilik, nâmus ve kanâat gibi zahirî alâmetlerle görünür. Eşyânın hakikatine vâkıf olanlara gizli değildir ki, Cenâb-ı bâri ve tekaddes hazretleri bir şevi murâd ettiği takdirde evvelâ o şevin icâdı esbâbını, beka suretini, ne suretle vücud bulacağını ve kendisini içten ve dış­tan koruyacak olan akıl, ilim, marifet ve saire gibi hususattan da yaradılış nasibin verir ve vâ­sıtalarla bu vücûd âlemine gönderir. Yâni anadan dünyaya geni gelen masum, bu sebepler âlemine uygun olarak gelir. Hiç bir şey yolundan çıkıp başka yola  gitmez. Eğer yaratılmışlar takdire, yâni tabiata ve esbâba muvâfık olmamış olsaydı yaradılmışların vücûdunun sebepsiz husule gelmesi icâp ederdi. Bu ise Allahın kanununa muhâlif olduğu gibi aklen ve âdeten dahi muhaldir. Her halde insanların uzviyet ve bünye bakımın­dan yavaş yavaş terbiye ve kemâle ulaştırılması, sebep perdeleri arkasından, nihayet rabların rab­bi olan cenâb-ı bari ve tekaddes hazretlerine dayanır. Bu takdirce, esma âleminden nüzûl eden eşvânın vücûdu, esbâb âlemine iner. Bu âleme sebeb ve vâsıtalar âlemi denilir.

(RABBİNNÂS) ikinci nevi, ruhanî ve melekûtîdir. Ruhanî tarafını iltizâm edecek kendi em­sinden veyahut cinsine benzeyen şevden bir vü­cûdun lüzumunu iktizâ eder ki, O ruhânî ve melekûtî vücûttan ruhânî ve melekûtî şeyleri alır. Meselâ, fikir kuvvetinden vücûda getirilen güzel yazı veyahut bir san'atta mehâret kazanmak gibi. Melekûtî olan şevleri melekûtî şeylerle husûle getirir. Ruhânî ve melekûtî olan Cebrâil aleyhisselâmın vahiy ve ilham gibi şeyleri vücûda getirip şuhutta gösterdiği gibi. İnsanın iyi ahlâk ve ilim sıfatı gibi ru­hanî ve melekûtî sıfatlarda vasıflarması (BİRABBİNNÂS) terbiyesine muhtaçtır. İnsan aklını âlât ve ecsâma aksettirerek bir iş husûle getirir. Bu işin husûlüne sebeb ve müessir olan kuvvet ru­hânî olan akıldır. Yoksa işleyen alat ve edevat kendi kendine bir şey yapamaz. Makine yapılan demir, ne dikiş diker, ne de iplik büker. Bir vapuru denizde, bir treni karada, bir tayyareyi ha­vada insanın emir ve hükmüne râm ederek istediği surette bunlara bir hareket ve faaliyet bahşeden, seyir, tevakkuf ve idaresini tedvir eden hep beşerin aklıdır. Bu ruhâni olan kısımda iki nevidir:

1— Mücennede, ki hayvânî cisimlerde görü­lendir.

2— Mücennede olmayan, ki âlât ve edevât ile husûle gelendir.

Bunların da her biri latif-i cismânî ve latif-i zulmânî diye iki kısma ayrılır. Latif-i cismânî, yâni bir cismin yüzünde hayat görülürse cismânî demektir. Zira, o cismin muhafaza ve bekasına ı kendisinde o ruhun mutasarrıf olarak istikrar bulmasıyla hükmolunur. Hayvanlar ve nebatlar­daki hayat gibi. Diğer kısmı latif-i zulmânîdir ki, bir cisimde o ruhun eseri başka bir vâsıta ile gö­rünür. Cisimlerdeki sıcaklık, soğukluk, câzibe, dâfia ve tutucu kuvvetler gibi. Bu nevi ervah tabiî ve sun'î kısımlara ayrılır. Tabiî kısmı, ci­simlerde olan hassalardır. Zirâ, ruh onlara mutasarrıftır. Sun’î kısmı da, mücennede, elektrik  ve sair makinelerde görülen beşer aklının eseri gibidir. Bunlar gelecek fasıllarda tafsilâtiyle bil­dirilecektir.

Alemde insan ne büyük bir makamı hâizdir. Cenabı Hakkın halifesidir. Belki yed-i kudretidir.

Ey evlâtlar, insan olmağa çalışın. Tabiî insan bir şeye yaramaz. Sun'î ve kemâlî insan olunuz.

Böyle bir insan olmak, öğrenmek ve öğretmek ile olur. ilim, hüner ve ahlâk, insanlık erkânındandır. Öğrenip öğretmekle insanlık erkânını sağlamlaştırınız ve takviye ediniz. İlimsiz, insan bir şey olamaz. Bu ilim vasıtasıyla insan kendim vahşet vâdisinden çıkarır ve behâim sıfatından mümtaz tutar. İnsanda zuhûr eden efalin dahi, müntehâsı vardır. Mutlaka, insan diğer bir insanın terbiyesi altında sun'î, makbul ve mâkul bir insan olarak hazırlanır ve yetişir. Her ne kadar akıllı ve müstait olsa da, hiç bir kimsenin terbiye görmeden gerek din bakımından ve gerek dünya bakımından olsun olgunluğu mümkün değildir. Çünkü böyle bir kimse insaniyet âleminde makbul bir ilim ve mâkul bir san’at gösteremez.

Evet, insana bir insanın ahlâkının sirayet ettiğini bâzı kanaat verici deliller ile isbât ediyorlar; fena veya iyi arkadaşın, yakınlarında vâki  olan tesirini gösteriyorlar.

Beşerin tabiatı her gördüğünü alır. Yakınının ahlâk, ef’al ilim ve harekâtını dahi tamamile zapteder. Bu itibarla, çocuklarınızı terbiye ve ahlâkı iyi olmayan kimselerle konuşturmayınız. Büluğ hâlinde dahi insan yakınından ilim, hüner ve ahlâk öğrenir. Bu yaştaki çocukları da yine güzel ahlâk sahibi kimselerin terbiyesine tevdi etmelidir. Zira, bunlar da marifet ve hünerinden evvel, yakınının ahlâkını ve harekâtını taklit eder.

Düşünce ve harekatı millî, her tabiatı edepli ve doğru muallimin vücudu ne kadar elzemdir. Kamilden her cihetçe kemal, nakıstan noksan zuhür eder. Kâmilden noksan zuhur etmediği gibi, nakıstan dahi kemâl me’mûlün hilafıdır. Amel ve milli itikada muvafık olmayan kimselerden doğru­luk beklemek ölünün gözünden yaş beklemek gi­bidir. (Kötü ağaç kötü meyve husûle getirir.) Ahlâk ve civarı millî olmayan kimselerden husûle gelecek gerek ittifak ve gerek ihtilâf millî olmadığından ihtilâlden gayri bir semere vermez. Bü­yük bir cemiyeti ızdırâpta bırakmaktan başka bir şey bunların elinden gelmez.


 


6. BÖLÜM

Ey evlât!... Mektepte ilim tahsil etmiş olduğunuza elinizdeki diploma şahâdet ediyor. Şimdi sizin baş vuracağınız ve sığınacağınız iki durak vardır.

Biri, mukaddes olan askerlik mesleğine girerek muharebe ilmini ve askerlik san’atını öğren­mek icâp ve iktizâ eder. Terbiye çağı, insanı yirmibeş yaşına kadar mekteplerde ve askerlikte tahsili kemâlâta sevk ediyor. Hele askerlik ilimleri İslâmiyette, peygamberlik makamı gibi, ne büyük ve şerefli bir mevki işgal etmiştir. Müslümanların her sınıf ve her ferdini bu şerefle imtiyazlandırmıştır. Her müslüman askerlik hususunda  Nebi-i Kerime uymak suretiyle saâdet mertebesine erişmiştir. İnsanlara insanlık âdaplarını öğreten askerliktir.  Askerlik tabiî bir muallimdir. Her ne kadar bir kimse zihnen gabi ve fikren durgun olsa bile, askerlik şeref ve terbiyesi ile işe yarayacak bir surette adam olur. Gabilik [  Anlayışsızlık, ahmaklık, kalın kafalılık, bönlük] ve cahil­liği gider. Askerlik etmeyen akıllı ve zeki bir köylüden, askerlik aleminde terbiye görmüş ve göreneği hasebiyle hareketlerini tanzim etmiş bir gabi adam iş sırasında daha elverişli daha insani­yetlidir. Köy halkı ve mahalle ahâlisi arasında as­kerlik şeref ve meziyeti câhili akıllı ve müdeb­bir bir adam derecesine getirmiştir. Köylüler ara­sında bile askerliğin şeref pek muteberdir. Asker­lik görmüş geçirmiş ahmak bir köylü kendi muhitinde askerlik etmeyen ve zeki olan emsalinden pek ziyâde rağbet görür. Hem gerçekten askerlik insanları açar, her işte elverişli bir hâle koyar. Bir de askerliğe girmiş bir ahmak adam bu şeref­ten mahrum olan akıllılardan her hususça iyi ola­bilir. Yukarıdan beri şunu arzetmek istiyorum : Ebediyen payidâr olacak devletimiz, kur’a asker­lerini yalnız düşmanla harp için almıyor. Ancak, bu insanlık mektebinde herkesin en büyük ihtiyaç­larından olan maişet, ahlâk ve hoş geçinmek il­mini öğretmek için alıyor. Bu edep kazanılacak yerde umum millet efrâdına askerlikle beraber bunları da öğretiyor. Vatan evlâdını bir yere top­layarak bir kazandan çorba içirmek, bir kumaştan elbise giydirmek ve aynı suret ve hareket, aynı ef’al ve ahvâl üzere bulundurup onlara bir kar­deş ve aynı ananın evlâdı gibi muamele ediyor. Askerler devletin ciğerpare evlâdı makamındadır. Askerlik âlemini ve insana ne rütbe ve ne haysiyet vereceğini bilmiş olsanız ilelebed askerlikle kalmayı arzu edersiniz. Zira, askerlikte yemek, içmek, harçlık, borçluluk gibi tasaları hep babamız makamında olan devletimiz iltizâm ve der'uhde etmiştir. Evlâtlarının, her türlü ihtiyâç ve levâzımatına karşı fedâkârâne ve fevkâlade bir gayret sarfediyor. Evlâtlarını her nerede bu­lunursa bulunsun, refah ve rahatını için ihti­yâçlarını karşılayarak her şeyi ayaklarına gön­deriyor.

Sizleri böyle mesut bir hâle getiren büyük, şerefli ve muhterem bir babanın su göstermiş olduğu fedâkârlığa karşı ne iyilik edebileceksiniz?

Vatan ve milletin büyütün terbiye ettiği bir ço­cuğun canından gayrı fedâ edebilecek nesi var­dır?

işte, siz de kendinize düşen vazifeyi böylece takdir ve icâbında ifâ etmelisiniz.

Devletimizin hâlisâne niyeti size âlicenaplık dersini vermek, insâniyet, güzel ahlâk ve muaşe­ret gibi şeyleri okutmak ve bizim üzerimize ak­len ve naklen öğrenilmesi farz-ı ayn olan hak il­mini öğretmektir. Hep bunun için tâlim ediyor­sunuz.

Babanız, elhamdülillâh, sizi bu dereceye mahza Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı olarak yetiştirdi. Askerlik çağına geldiğinizde büyük babanızın, yâni dev­Ietini terbiyesine tevili edecektir. Size, orada vazi­fenizin neden ibaret olacağını söyleyeyim; biliniz ki, askerlik hep bu tenbihlerimden ibarettir :

Askerlik, bu yüksek meslek, vatan, din ve milletimizin muhafazası için tertip olunmuş cihan değer kıymetteki bir cemiyetin ismidir. Dünyada terakki, hürriyet, saâdet ve rahat bununla kaim­dir. Asker olmayan adamın elbette kendisinde vah­şetten, hiç olmazsa kokusundan olsun bir eser bulunur.

Allah-ü Teâlâ hazretleri seni askerlik şerefine nail buyurmuş, çok şükür seni bu şereften mah­rum bırakmamıştır. Şimdi askersin. Bir askerin üzerine lâzım olan ve uhdesine düşen mukaddes vazife şu bildireceğim ehemmiyetli şeylerden iba­rettir :

Birincisi; asker kendisini devletin muhterem ve gayet sevgili oğlu gibi zannetmesi lâzımdır. Zan ile değil hakikaten kendi evlâdıdır. Devletin asker evlâdını ne kadar sevdiğini dâimâ göster­miş olduğu fedâkârlıktan anlamak pek kolaydır. Cenâb-ı Hak hazretleri seni, benim gibi zayıf bir babadan, bütün milletin babası olan devlet gibi kuvvetli bir babaya tevdi buyurdu.

Devlet, dünyada hiç bir şeyi asker evlâdına değişmez. Bu alaka çok görülmemeli. Çünkü, dev­let askerin ciddî bir babasıdır. Bir evlâd babasına nasıl muhabbet ederse devletine de öylece ve belki daha ziyâde muhabbet etmelidir ve insaniyet dâiresinden hiç bu suretle harice çıkmayınız. Yâni gazab, hırs ve şehvet gibi şeylerden tamamıyla çekinenler tabii, aşikâr olan bu kurtuluş dâiresinden dışarı çıkamaz. İffet ve istikametle hareket ediniz ki, babanız sizden razı olsun.

İkinci vazifeniz; Allah’ın ve Peygamberin ve âmirlerinizin emirlerini her halde itiraz etmeyerek hüsn-ü kabul etmektir. Zira, büyüklerin n em­rini tutmak kitap ve sünnet ile sâbittır. Amirleri­niz, kumandanlarınızdan aldıkları emri sizlere teb­liğe memurdur. Devletiniz sizleri onlar vâsıtasıvle terbiye edip son derece kemâl ve insâniyete ulaş­tıracaktır.

Ücüncü vazifeniz; gerek tab'an ve gerek şer'an mekruh ve lâyık olmayan şevlerden perhiz et­mek, ahlâkınızı bozacak her türlü fena fikirlerden sakınmaktır.

Dördüncü vazifeniz; doğruluk ve saygıdır. Bulunmuş olduğunuz mukaddes askerlik mesle­ğinde doğruluk ile askerliğe sayen lâzımdır. Doğruluğun mânâsı yalnız lisâna münhasır olmayıpp belki bütün harekâtınızı ihata etmelidir. Zira doğruluk ve yalancılık kalbin ahvalinden bulun­ması hasebiyle azâlara sirayeti de şüphe­sizdir. Mesela bir subay erlere vazifesini tâlim ederken; (Evlâtlar, kumandanın emriyle vazife­nizi sizlere bildiriyorum.) kumandasını er aldı mı, dört gözle emrin verilmesini bekler. Ve emir ve­rilir verilmez hemen vazifesini yapar. Bu suretle doğruluğunu göstermiş olur. Doğru olanlar bir­birlerini severler, hürmet ederler. Âmirlerine her zaman itâat ve inkıyâtta bulunurlar. Subayınız; (Emir bundan ibârettir.) dedi mi, hemen bu kur­tarıcı sözlerin mânâsını düşünerek askerliğe ait vazifenizi lâyıkiyle hıfz ve zaptetmelisiniz. Er, üze­rine terettüp eden vazifeleri iktidârı dâiresinde istekli istekli yapmalıdır. Hele mensûp olduğunuz taburu, bölüğü ve takımı bir kere nazar-ı dikkate alınız; ne kadar mehâbet ve ne kadar azameti vardır. Halbuki o sizden mürekkeptir. O, sizsi­niz yavrularım. Vatanın itimâd ettiği ve bunca zamandan beri iftihar gözüyle baktığı güzel görü­nüş sizlerin vücûdlarınızdan terekküp etmiş bir birliktir.

Evlâtlar, baba ve analarınız hasret dolu gözlerle sizlerden ne bekliyor?

Din ve vatanın muhafazası değil mi?

Bu ne ile meydana gelir?

Ancak sizlerin iyi çalışmanız, itâat ile tutmuş ol­durunuz işlerde dikkat sarfetmenize meydana gelir.

Oğlum, milletinizin gösterdiği yolda yürüyoruz ve daîmâ milletinizden istifâde ediniz. Fen­dinizi millete ve mensûp olduğunuz devlete her harekette muvafık bulundurunuz. İçki ve zina; gibi çirkef kuyularına düşmekten çekinmek üze­rinize vâciptir. Çünkü, bunlar çok fena ve tehlike­lidir. Hele münasebetsiz yerlere gidip tedavi kabul etmez illetlere kendi elinizle kendiniz çarpmayım; Kedi gibi sirkat denâeti, tilki gibi müzevirlik mezâleti sizin gibi şeci' ve bahâdır olan arslanlara hiç lâyık mıdır?

Siz, arslanlar gibi yiğit ve uluvv-i himmet sâhibi olunuz. Her halde askerliğe leke sürecek fenalıklardan nefsinizi temizleyerek yüksekli­ğin zirvesine çıkınız. İyiliklerinizle insanların gözüne ince ve sun’î bir ahlâk heykeli dikiniz. Sizleri baba ve anneleriniz görüp teşekkürler etsin­ler.

Hele sizin taşıdığınız o sancak; şerâfeti ne ile kazanmış, ona neden hürmet ediyorsunuz?

Evet, o hep bizim babalarımızın ve dedelerimizin gülgûn kanlarından renk almıştır. Bizim millî namu­sumuzu ve dinî gayretimizi gösteriyor; «Ey millet ve din evlâtları!.. Vatan ve millet namusunu muha­faza ediniz» diyor. Düşman ile muhârebede eğer büyük şehitlik rütbesine nâil olmuş olursanız ebe­dî hayat ve daimî saâdeti taşıyan bu şerefli sanca­ğın hakkını tamamıyla vermiş olursunuz.

Şeref ve kudsiyeti pek büyük olan bu sancağın  altında cesâretle çarpışanlar, dünyayı din ve devle­tine fedâya hazır, Allah’ın yardım ve muzafferiyetine sığınmış gaziler; anne, hemşire, mal, namus ve vatan muhafızlarıdır. Bir  hiss-i heyecân ve hasret dolu gözlerle ellerin] açarak Cenâb-ı Rabb ül-âleminden nusret duasında bulunan ana ve bacılarınız, büyük bir iştiyakla sizlerden din ve millî na­musun muhâfazasına yardım bekliyor. Bunlar; haydi evlâtlarım, ileri marş ileri diye sizi teşvik ediyor. Kendi gözyaşlarının akmasına ruhsat vere­rek mertliğinize, yiğitliğinize sığmıyorlar.

Annelerin ikinci istirhâmı;

«Evlâtlarım, bizleri muhafaza için göğüslerinizi siper ediniz. Sakın firar edip kadınların içine gelmeyiniz. Bizim gibi kadın değilsiniz. Sizden düşman ile muharebe ederek zaferle dönmek gibi iyi netice bekliyoruz. Bizim gibi bir takım âcizlerin içinde vatanın namusunu muhâfazadan kaçmak mahcupluğu ile nâmussuzca yaşamaktan ise, şân ve şerefle düşmana hücum ederek ölümü karşılamak daha hayırlıdır. Her hal­de insan bâki değildir. Nasıl olsa bir gün evvel, bir gün sonra hepimiz çaresiz Öleceğiz. Haydi ırz ve namusumuzun muhafazası için, arslan evlâtlar, marş ileri.» diye vatan uğrunda sizleri fedâ eden bu annenin ricasıdır.

Kumandasına bakınız, acaba bu telâş ve ızdırâbı neden ileri geliyor?

Köşede otu­rup hiç telâş etmesin mi?

Tanrı korusun, bir kere gayretsizlik yüzünden memleketimize düşman ayak basarsa annelerimizin, hemşirelerimizin nâmında bunun böyle olacağı şüphesizdir. Bunun çâresi telâşesiz bir şecâat, sebat, mukavemet ve düşmanı mahv ve helâke gayret etmekledir. Anne­nizin verdiği kumandayı can kulağıyle dinleyiniz. Bir de vatanınızın verdiği kumanda vardır, ki bu kumandayı subayınızın ağzından işitiyorsunuz.. Düşmana hücum için subayınızın emrini aldıktan sonra korku ve telâşı bırakmalı, cesûrâne davranmalıdır. Cesâreti târif edeyim:

Evlâdım, cesaretin mâ­nâsı soğuk kanlılıkla, tam sür'at ve fevkalâde dik­katle silâhını kullanmaktır. Muharebede en serî' ve en çevik davranan kazanır. Düşmanı gördünüz mü hemen acele ile işe bir netice vermelidir. Er, öyle sür'atle silâhını kullanmalıdır ki, karşısında bulunan düşman kullanılan silâhın ne olduğunu anlamağa vakit bulmadan yere serilsin. Bu sür'at ve bu kuvvet gözünü korkutsun. İşte, böylece sür'at ve dikkatle silâh kullanabilmek için şimdiden itinâ ve sür'atle silâh kullanmağı tâlim ederek meleke ve mehâret peyda etmelidir. Bir kimse elindeki silâhı fevkalâde bir süratle kullanmağı öğrendik­ten sonra artık korkmasın; kendini kurtulmuşlar­dan addetsin. Muharebe esnâsında herkes kendi nefsi ile meşgul olacağından, mukabilindeki hasmından başkasına çatmaz. Bu sözlerim hücum hâlindedir.

Muzafferiyeti şu yolda tarif etmişlerdir: Harpte sebat, hücumda sür’at, keşifte dikkat, muhâsarada devam ve gayret göstermektir. Harpte yavaş­lık, gecikme, hücumda ağır hareket, keşifte hiyânet gösterilir ve muhâsarada bulunan düşmanı izâç ve tazyikte ihtimâm edilmezse muzafferiyet kaza­nılmaz. Harp; bütün orduyu teşkil eden her ferdin yerinde ve vazifesinde sebâtiyle kazanılır.

Sebat; yalnız düşman karşısında gösterilen metânete denilirse de bir mevkiin muhâfazası sıra­sında mukavemete de denilebilir. Meselâ! hâkim noktaları yakalamak, yakın ve uzak hatt-ı ric’atleri muhâfazada sebat göstermek en mühim şarttır. Dâimâ bu istinat noktalarını göz önünde tutmalı­dır. Yalnız kendi bilgisine güvenmeyerek Erkân-ı Harbiye tarafından harp fennine tatbikan yapılan keşif ve plânın tertibinden sonra, müdafaa ve taar­ruz bakımından ehemmiyetli mevkilerin korunma­sı lâzımdır. Bâzı âmirlerin hususî hallerine garazen (Muhârebede varsın mağlup olsun, ben bunun em­rini dinlemeyeceğim.) diyerek hakikî vazifesi olan vatan ve millet muhâfazasına lâkayıt kalmak, (Varsın düşman alırsa, alsın.) fikrinde bulunmak, askerlik âleminde melun bir fikir olduğundan, şayet bu fikirde bulunan olursa te'dip ve terbiyesi elzemdir. Kumandanın emri ne ise onu yapmak icâp eder. Orada emir ve irâde onundur.




 

1. BÖLÜM

Cenâb-ı Hak ef’aline mazhar olan cisimlerin vücûduna Arzı mazhar kıldığı gibi, insanı dahi maz­har etmiştir. Eşyadan zuhûr eden ef’ale, Hakkın (ilahi san'atı) ve insandan zuhûra gelen ef'âle de (ilâhı kudreti) denilir. Meselâ; yer yüzünde görü­len ağaçlar, nebatlar, havvanlar vesâir canlı­lar ile Arzın hâsılâtı olan mâdenler, katı cisimler ve sâir bu gibi şeylerin başlangıç, icât ve ihtirât Arzın rübubiyeti ile husûle gelir. Sonra, Cenâb-ı Hakkın aşikâr olan kudretine tevdi edilen o şey, garip, türlü türlü suret ve şekiller gösterir. Nite­kim; Cenâbı Hak (YEDULLÂHİ FEVKA EYDÎHÎM) buyurmuştur. Bizim tasarrufumuz ile hu­sûle gelen bu kadar icât olunmuş şeyler Bâri teâlânın zâhir olan kudretidir. Cenâb-ı Hak için bir el vücûdu tasavvur olunursa o el bizim elimizin gayri olamaz. Ve bu elimizin üzerinde Bâri teâlâ ve tekaddes hazretlerinin eli ve elinin kudreti ve bu elimiz onun sanatı olduğu gibi (VE İNNEL KULÜBE BEYNE ISBİAYNİ MİN ÂSABIRRAHMAN) bu hikmeti açık ve zahir bir surette göster ir Bu takdirde akıl, fikir ve marifetimiz hep o Sani' teâlâ hazretlerinin iki parmağı arasında hareket eden bir kalem gibidir. (VE ALLEMEL İNSANE MÂLEM YA’LEM), (VE YAHLÜKU LEKÜM) yâni irâde ve ihtiyârımızın sarfiyle deride daha Key­fedilmemiş ve zuhûra gelmemiş olan eşyâ ve sâireyi sizlerin ilim ve istidâdınız vüs'atinde sizin ile sizin için ihtirâ ve inşâ ederim. (MALA TA'LEMÛN) hâlâ o şeyler ilmen ve aklen sizin meçhulâtınızdandır.

Maişetimize tealluk eden umur ve hususların tamamı Arzdan husûle geleceğinden Arz, bize nisbeten müşfik bir anne makamında demektir. Bütün ihtiyaçlarımız Arzla alâkalıdır. Fakat, Arzın diğer kürelere olan münâsebetlerini bilmek ve ona vukûfumuz olmakla, Arzın kendi tasarrufuna bir şey ilâve etmek veya noksan getirmek kabil delil­dir. Meselâ; şuâlar ye cisimlerin sâir hassaları gibi, ki ziyâdan gayri ve ziyanın bile bize olan menfaat ve mazarratının bizce ancak pek cüz'î bir kısmı keşfolunmuştur. Rüzgâr, yağmur, bulut, gök gürlemesi şimşek çakması bunların hepsi Arzdan mütevellit  olduğundan bunlara olan ihtiyaçlarımızı arza hamlederiz. Bir şey ki, insana bir nisbet ile münasebeti vardır, bu münâsebet cihetinden o şey insanın mürebbisidir. Rübubiyet âleminde ondan istifâde etmek için istifâdesi nisbetinde o şeye hiz­met etmek lâzımdır. Meselâ; çiftçiliği murâd eden bir kimse toprağa ettiği hizmet kadar ondan isti­fâde eder. Bir çiftçi zirâat ve çiftçilik etmeksizin (Cenâb-ı Hak benim arâzimden nasibimi verir, tevekkül lâzımdır.) diye işsiz, güçsüz, yalnız tembellik neticesi olarak, arazisinin vereceğini bekler­se Cenâb-ı Hak, diğerlerinden ayırmaksızın sâir be­ceriksiz hayvanlar sırasında, o adama da mâlik ol­duğu arâziden bir miktar tâze ve kuru ot gibi az bir şey yetiştirir ve verir. Arâziye hizmet, saâdet ve refahı muciptir. Hizmet mukabilinde Cenâb-ı Hak elbette onu mahrum etmez ve minnetsiz olarak o arâziden kudret eliyle türlü türlü nimetler ihsân eder.

Bâzı arâzi vardır ki, sâhip ve sâkinlerinin mai­şet ve idâresini temin edecek kabiliyet ve müsaa­desi yoktur. Bu gibi arâzide bir kısım halk çoban­lık ile seyyar bir halde bulunurlar. Hava ve suru­nun vehâmeti ve gerek toprağın kabiliyetsizlik ile ahdisinin idâre ve maişetini temin ve muhafaza edemeyecek mahaller, eğer mümkün ise, usulü dâisinde imâr edilmeli; değil ise öyle mahal terk edi­lerek başka bir yer bulunup hazırlanmalıdır.

Peygamberimiz (Ahâlisinin rızık ve maişetine kifâyet edecek derecede nebat yetiştirme kuvveti bulunmayan arâzide yerleşmeyiniz.) buyurmuşlardır.

RABBİNNÂS sıfatının tecellisine tam mazhar olmayan arâzinin o nisbette terakkisi için imkân çaresi olup olmadığını bilmek jeoloiye vukufu olan bir zâtın vücûduna muhtaçtır. (VE MİNEL CİBÂLÎ CÜDEDÜN BÎDUN VE HUMRÜN MUHTELÎFÜN ELVÂNÜHÂ VE GARABÎBÜ SÜD) Hik­met ehli indinde Arz tabakaları yirmiyi mütecâvizdir. Bunlardan bâzısı zirâate kabiliyetli, bâzısı ka­biliyetsizdir.

Bu tabakalardan satıh itibâriyle farklı bulu­nanlar ayrı surette zirâat olunur. Arâzinin volka­nik, çorak, feldispat ve kireçli olan yerleri çok dik­katli terbiye ile zirâate salâhiyet peydâ eder. Vol­kanik arâziden hangisi olursa olsun her kısmına sun’î bir hayat verilmedikçe zirâate elverişli olamaz. Suyun teressübâtından teşekkül eden arâzî terbiyeye her vakit hazırdır. Arâzi uzvî enkazdan mürekkep ise dâimâ mahsuldâr olur. Zirâatın genişlemesi her halde suya muhtâç olduğundan böy­le islâh edilecek arâzinin geçim ve refâh vâsıtası olabilmesi için, su tesviyesine münâsip tabakala­rım muayene etmek lâzımdır.

Arzda, su çıkmasına veya akmasına mâni, yâni suyun girmesi kabil olan ve olmayan iki taba­kadan birine mutlaka tesadüf olunur. Eğer bir yerde suyun giremeyeceği iki tabaka arasında gire­bileceği bir tabaka bulunursa kumlu olan bu taba­kaya ulaşıncaya kadar kaç metre derinliğinde Arz tabakalarının kazılıp delinmesi icâp eder, bu taba­kaların suyun girmesi kabil olan ve olmayan kavsi ne miktardır, genişliği ve derinliği ne derecedir?

Bunu bilmek bir mühendisin bilgisine bağlıdır. Arz üstünde biri biri üzerine biriken tabakalardan suyun girmesi kabil olmayan iki tabaka arasında suyun girebileceği bir tabakanın vücûdu zarûridir. .Teolojide bu hâl şöyle izâh olunabilir. Suyun giremeyeceği iki tabakanın arasında sıkışık bir halde kal­mış olan suyun girebileceği bir tabaka, Arz taba­kalarının vaziyetlerine göre aşağı yukarı mâil bir vaziyet teşkil ederek uzanmış gitmiş, bunun bir ucu bir dağ yüzünde meydana çıkarak, buna mu­kabil diğer bir ucu da yer yüzü ile birleşmiştir. İşte Arzın emerek çektiği ve bu mahallerden giren hava-yi nesimîyi Arz suya tahvil ve istihale eder, ki havâ-yi nesimînin suya tahavvülü bir mizaç ile mümkündür. Böylece devamlı surette havanın su­ya çevrilmesiyle, havanın girmesine müsâit olan tabakaların hepsini su doldurduktan sonra, bu su bir mecrâ bulup yer yüzüne çıkar, denize kadar gider.

Yağmur sularının bir mahalde birikip, yânına müsait bulduğu mahalden dökülüp akması da vâki ve câizdir. Artezyen kuyuları, Arz tababakalarından suyun girmesi kabil olan mahalle kadar delinerek vücûda getirilir ve şadırvan suyu gibi kuyulardan fışkırır. İhtiyaçları yüzünden zirâat ve içecek sularını temin edemeyen mevkilerde artezyen kuyuları açmak mümkün olsaydı bu yerler ahâlisi zurûrete düşmezlerdi.

Bir yerin akar suları ve artezyen kuyuları olup da, yalnız zahmet ve meşakkatten dolayı çalışarak bundan hakkiyle istifâde etmek istemeyen kimseleri, mecburiyet altında, işe ve çalışmaya alıştırmalıdır. Âdi kuyular açılması ve buna dâir tulumba icâdı, rüzgâr veyahut suyun kendi  tazyik ağırlığı ile akması en âdi vâsıtalardan sayılır.

Memleketimizde artezyen kuyuları meydana getirmeğe acaba neden ehemmiyet verilmiyor?

Bu nevi kuyuların umumî sıhhate, zirâat ve sanayie ne kadar faydası vardır. Acaba bununla memleket­te husule gelecek ümran göz önüne getirilmiyor mu? Yoksa, üç kıt'adan iklim nasip olan geniş memleketimizde bu tarz üzere kuyu açmağa ma­hallin müsaadesi mi yoktur, yahut müsâit para mı bulunmuyor ? Memleketimizin en birinci noksanı, para kazanmağa karşılık tembellik ederek, sarfiya­ta gelince fevkalade bir cüret ve lâkaydî göstermemizdir.

Artezyen kuyularının mahallini tâyin etmek için jeoloiye fazla bir gayretle çalışmak lâzımdır. Böyle umumî menfaatleri temin edecek işlerde ih­tisas sahibi olmak için gayret ister. O vâkit bizler de kendi arâzimizin toprak altı teşekkülâtını öğ­renmiş ve anlamış oluruz. Tabakaların cins ve ter­kipleri hakkında Arzdaki değişikliklerden ne gibi değişmeler vukubulmuş olduğunu öğrenir; Arz ka­buğunun yükselme ve alçalmasını keşif ve tahkik ile yer altında teşekkül eden mürekkep tabakala­rın dahi mükemmel bir haritasını elde etmiş olur­duk.

Böyle bol dağları, geniş ovaları, yüksek nok­talarda birçok yaylaları olan ve arâzinin her nevi ârizasına uygun bulunan bir memlekette yalnız mahallini bilin delmekten niçin âciz kalıyoruz?

Bu suretle Afrika gibi mahalleri bile suya kandırmak pek kolaydır. Fakat, bulup da suyu akıtmak hünerdir. Böyle yerleri arayıp bulmak lâzımdır. Bizim mekteplerimizde bugün okunan ilimlerden husule gelen menfaat kısaca gösterilmiştir. Yaban­cı memleketlere talebemizi göndermekten mak­sat, tahsil etmiş oldukları ilmin daha yüksek tarafını arayıp, o fennin ikmalini arzu ve heves etme­lerini teminden ibaretti. Halbuki, genç mekteplilerimiz fen öğrenip memleketin imârına, milletin terakkisine çalışmaktan ziyade, onların batıl fikir ve itikadlarına kapılarak avdet ediyorlar. Bizim bu gençlerden beklediğimiz, esas maişet sermayesi olan zirâat, ticâret ve san'atta üstün bir şekilde terakkidir. Bunlar memleketimizde, lâyık iye yapılmamaktadır. İşte böyle şeyleri öğrenip hâl ve tabiatımıza ve kendi milletimizin icâplarına uygun bu surette değiştirerek o marifet ve o ilmi bize malı sus gibi göstermek ve onlardan ecnebi râyihasını gidermek ciddiyetini kendilerinden beklemek hak­kımızdır.

Zirâatte bir çiftçinin ciddiyeti kendisini elbet­te servet ve saâdete kavuşturur. Bu heves ve çalış­ması yalnız zirâatte kalmayıp ağaç dikmeğe de teş­mil edilmelidir. Ağaç dikmek hakkında Peygambe­rimizden bir çok hadîsler vûrud olmuştur. Ağaçla­rın bereketinden, umûma faydasından, din ve dün­yanın imârını mucip olup hayırlı eserler ve sada­kalar sırasında bulunuşundan bahisle; ağaçların ahrete azık, evlâd ve zevcelere yardım yolunda zi­yâdesiyle münâsebeti olduğu da belirtilmiştir.

Server-i âlem Peygamberimiz efendimize üm­metinin her ferdi boyun eğmeğe ve emrine göre ha­reket etmeğe mecburdur. Fahr-i âlem efendimiz bizim dünyaca istirahatimizi, yâni malca bolluk araştırıp bulmanızı dinde dahi huzur ile kulluğumuzu emir ve ihtar etmiş olduğundan refah ve rahat kesbedinceye kadar uğraşmalıyız. Ağaç dik­mekte bizim için iki fayda vardır. Birisi, bir ağaç yetiştirmiş olsak, câri hayırlar gibi sene besene idâre ve geçimimizi kolaylaştırır; diğeri yaz günü sıcaklarda bağ, bahçe ve meyva gibi, serinlik vere­cek şeyleri temin eder.


 



2. BÖLÜM

Arzımızın insan âlemine benzeyişi iki suret­ledir.

1— İnsan gibi sarf ettiğini yerine koymağa muhtaçtır. O ihtiyacı, Güneşin Fahr-i mescûr (ha­va denizi, yâni seyyâle-i esîriye) üzerine aksetmiş olan ziyasından tekeyyüf eden hava gibi bir şeyle temin eder.

2— Arza ârız olan haller dahi insana ârız olan hallere benzer. Bunlar yekdiğeri ile mukaye­se olunsa biri diğerinin aynı olduğu görülür. Mese­lâ; yemek ve içmek hayvanlarda açlık denilen ma­razın ismidir. Dâimî olan bu açlık illeti, insan ve hayvanları, (kevnin bir teabbüd nisbetine göre, yâni kevnin insan ve hayvanlarca zapt ve teshir olunması ve itâati nisbetiyle) eşyada canlı ve cansız bütün cisimlere musallat eder. Bu ise kevnin hayvanlarda husul-ü tasarrufuna ait bir eserin ismidir Kevin teabbüdü ki bize tâbi olması de­mektir. Bu iki nevi üzeredir.

1— Hayvanlar, yiyip içtikleri gıdaları haz­mederek bu gıdaları sarf olunana benzer bir hale getirir. Bu suretle, vücûd tabiî bir nisbette ve ilk yaradılış hâlini muhafaza ederek, muayyen olan eceline kadar hayatını uzatır.

Gıda dediğimiz şeyler hayvanlar için türlü türlü yollarla hâsıl olur. Bu gıda her hayvana ken­di vücûdu nisbetinde ihsân buyurulmuştur. Bâzı hayvanın gıdası bir diğerine aslâ yaramaz. Cenâb-ı Hak dilleri ve renkleri dahi muhtelif suret ve muhtelif nisbette halk etmiştir.

2— Gerek nesimî, gerek gıdaî ve unsurî vü­cûd hep bir şeydir. Teaddüt kabul etmez. Senin, melekût-ü ebrâra taverân eden vücûdun bu günkü vücûdunun gayri değildir. Urûcî olan bu vü­cûdun sana münasebeti, senin taşımakta oldu­ğun vücûdun benzeri ve aynıdır. Tayerân cihetiyle ayni değilse de tekarrür ve telemmüs cihetiyle fîavri dahi değildir. Aralarında bir yükselme nisbetiyle melekût-ü illiyyine urûc eden vücûd-u nesimînin bedeninize nüzûlü tarikiyle eşyâdan size vârid olan vücûd-u mütemâsile ve mütelâbika mü­nasebetiyle tevazün ederek mekânında müstekardır. Yâni; mekânında istikrarı vardır. Eksilen vü­cûd gıda ile telâfi-i mâfât ettiği gibi, tayerân eden vücûd dahi taşıdığımız bu vücûdun sarf eylediği gıdanın eserinden hâsıl olan ruhun tayerânından tedricen vücûdunu tamamlamaktadır. Bir nisbete varıncaya kadar ki, oradaki vücûd-u uhrevî, kemâlâtı istihsâl ettiğinde, ecel i mev'udu ile buradaki ruhunun bakiyesi oraya inzimâm eder. (İNNEL EBRÂRE LEFİ İLLİYYİN) Kabir hayatı ve ahret hayatı dedikleri de kitâb-ı ebrârın Alây-ı illiyyinde olan vücûdudur. Bir vücûd-u mevhube tamamlanıncaya kadar, sana tâbi olan bu âlem i kevinde, tekarrür ve istikrâr ve bu ihtizâzât-ı havut ile tayerân etmektesin. Lâkin burada yine sensin. Urûç hasebiyle senin aynın olmayıp misâl âlemin­de senin bir mislin olduğundan, ihtizâzât-ı hayat hasebiyle gayrin dahi değildir. Bir mumun, ziyası ile karanlık bir mahalli aydınlatması kabilindendir.

Bu beden makinesi fasılasız bir süratle ted­ricen seni husûle getiriyor. Bir taraftan gıdaî maddeler vücûdunu tertip edip seni dâimâ bir ahret vücûduna ilhak etmektedir. Sen yine yok olmak­sızın sensin. Kezâlik âlemde her şey için azîm bir değişme vardır. Otlar hayvan ve hayvanlar - insan­ların nebatları ve hayvanları yemesi suretiyle- in­san olur.

İnsanların ruhânî kısmı, yâni nurânî cisimle­ri, âlây-i illiyyine gider. Enkaz ve lâzumsuz fazlalık­ları da toprak olur.. Bir devir ki, devrettiren Cenâb-ı Bâri Teâlâ hazretleri bu âlem-i halkîde ma­nen zahirde ki misilli deveran ettiriyor. Yâni, iki eliyle yoğurmuş olduğu topraktan bir buğday ya­pıp sâir gıdalarla birlikte onun vücûduna kaim olacak bir kudret eliyle, zahirde vücûd bulan gı­daların mecmûunu, yeme yolu ile -Allah teâlâ haz­retlerinin iki elinden diğer bir eli, ki bâtın elidir-senin irâdenle, yâni ağzına o yemeği götürmekle, o yemek, Cenâb-ı Hakkın senin vücûdunu tahmir edecek diğer eline geçip, orada senin vücûdunu teş­kil ve tasvir eder. Ve bedel-i mâyetehallele çevire­rek beka ve istikrârın senin vücûdunu suret âle­minde hayal gibi gösterir.



3. BÖLÜM

Kan, hayvanların vücûdunu besleyerek büyüt­melerine hizmet eden bir madde olduğu gibi, insa­na lâzım olacak şeyleri vücûdun her tarafına ulaş­tırmak ve zararlı olan şeyleri münasip bir mahal­den defetmek hizmetini ifâ eder. Arzın vücûdunu beslemek ve büyütmek hizmetini kan hükmünde olan su ve hava görür. Kan ve hava, hayvanda ne hizmet görüyorsa Arzda da su aynı hizmeti görür. İnsanda kan iki nevi olduğu gibi, Arzda kan mesâbesinde olan su da, tatlı ve tuzlu olmak üzere iki nevidir. Su, hava ve ateşden mürekkep olarak yer yer Arza dâima hükmeden yarar dağlar, Arzın indifâlarından başka bir şev değildir. Deniz, suları, havaya tebahhur ederek, hava suretinde Arza hulûl ve oradan kırmızı kan hükmünü alan su suretine girip kaynak ve akar sular hâlinde mercii olan denize gider. Eğer denizler tebahhur etmemiş olsaydı bir anda dünyanın helâk olması iktizâ ederdi.

Bütün denizler takriben bir asır müddet zar­fında peyderpey değişip kamilen tazelenmektedir. Şayet denizlerdeki sular tamamen tebahhur ede­cek olsa, bu sular şeffaf bir cisim olarak ecsâm-ı nûraniyeden halka gibi, muayyen bir irtifada, arzın etrafını çepçevre kuşatır. Eşyanın ha­yatı olan su, yine kürenin damar ve âsâbından çı­kıp bu hayatı kendine has bir surette muhâfaza eder.

Güneşin ziyasiyle mütekkeyyif olan esîri, hava cezbeder; Arz küresinin duman buharlarıyla renkleşmiş bulunan hava-yi nesimîsini de arz bel'eder. Bu nesimî hava verin içinde tatlı suya çevrilerek meydana çıkar. Nitekim hava, akciğerin boruların­dan geçip kanda tesir ve nüfuzunu gösterir. Hava­da bulunan oksijen gaz gibi kana karışır. Kanın kürelerine yapışarak karbon gazını kendin ayırıp teneffüs vâsıtasiyle dışarıya çıkarır. Keza, küreyvât dahi Arza bu ameli aynen icrâ ediyor. Havanın küreyvâtı su ve suyun küreyvâtı yeryüzünde bite­rek çıkan ağaçlar ve nebatlardır. Ağaçlar ve nebat­lar hayvanların vücûdunu teşkil eder. Şayet hava­da su buharı ile hidrojen olmamış olsaydı ne biz sâir yıldızları görürdük ve ne de, ziyanın aksetme­sinden, havada zerre kadar harâret bulunurdu.


4. BÖLÜM

Ağaçların ve nebatların hassaları: Ağaç dikmek ve zirâat yapmanın insanlardan başka hava ve Arzımıza dahi faydası vardır. Bu hususta geçeri bahislerimizde uzun uzadıya tafsilât vermiştik. Ağaç dikmek ne kadar sevap ise sebepsiz olarak ağaçları kesmek ve yok etmek dahi o derece muzır, ziyanı mûcip, israf ve haramdır. Şayet yirmibeş kilometre karelik bir arâziye rutubeti cezbedecek ağaçlar dikilecek olursa, yahut yüz kilometre ka­rede rutubeti cezbedecek bir orman bulunursa de­nize on saat mesafesi olan bir mahalden yağmur celbettiği tecrübe ile sâbit olmuştur. Ağaçların ve zirâatin çoğalması yağmur yağmasını icabettirir. Onun için bahar mevsiminde yağmurun yağmasına ekseriya ağaç ve nebatların çokluğu sebep oluyor.


Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki (LEVLEL KAMHU VEŞŞEİRU LA TUMTİRÜSSEMÂÜ ) semanın yağmurlu olmasına sebep olan buğday ve arpadır. Eğer bunlar olmamış olaydı semâdan bir katre yağmur düşmezdi. Vuku-u hâl bunu isbatâ kifayet eder. Görülmezmi ki, zirâatin en cazibesi kuvvetli vakti Arzın çok yağmurlu olan vakitleri­dir. (Rabbinnas) olan Cenâb-ı Hak Arzı insanâ zapt ve teshir ettirmiştir.

(Rabbilfelak) olan bu Arz insanın vücudunu terbive ve kaybettiğini telâfi, yâni rızkını eshâb ve alât vasıtasiyle izhâr ederek Cenâb-ı Hakkın âşikâr kudretini kalb gözü ile görenlere göstermiş­tir. İşte ağaç ve ekinlerin davadan cezbedip sarfetmiş olduğu su buharını hava telâfi ederek sar­fiyat nisbetinde denizden su buharını alır diğer taraftan ekinler onu cezbeder. Böylelikle bir cere­yan hâsıl olur ki, bu cereyan yağmur yağmasına sebep olur. Nebatlar vâsıtası ile olan cereyan mah­dut bir vakit ve muavyen bir zaman içerisinde vu­ku bulduğu için büyük bir mecrâya vesile olamaz.

Rutubeti cezbedici ağaçlar büyük bir arâziye dikilecek olursa tabiîdir ki, nebâtâtın cezbettiği miktardan daha geniş surette cereyanı temin eder. Bir mahallin ağaçları ne kadar çok bulunursa yer­yüzünü kaplayan havada rutubet o kadar ziyadele­şir. Bu rutubet, câzibe kuvvetinin eserinden hava içerisinde peyda olan yağmur hüzmeleri olarak Ağaçların havadaki tesirlerini uzatır ve tâ denize kadar ulaşır. Bu mecrâ ile hava cüz'î surette deği­şir ve böylece yağmur yağmasına sebep olur. Ağaçları çok ziyade olan dağlar ile sahralarda sık sık yağmur zuhura gelmesi bu hikmete delildir.

 (VALLAHÜLLEZİ ERSELERRİYÂHE FETÜSÎRU SEHÂBEN FESUKNÂHU ÎLÂ BELUDİN MEYYİTİN FEAHYEYNÂ BİHÎL'ARDA BA'DE MEVTİHÂ) Ağaçların çokluğunun faydalarından birisi de arazinin vasıflarını değiştirmesidir. Bu takdirde arâzinin muhtelif tabakaları haricî satıh­larına göre farklı surette ekime elverişli olur ve az çok hâsılat alınır. Her halde çokça hâsılat elde etmek isteyen kimse arazisinin iyi terbiyesine dikkat ye itinâ etmelidir. Arâzi sâhipleri elinde bulunan mahallin neye muhtaç olduğunu ve ne tohum ekmek lâzım geleceğini bilmelidir. Tarlanın nebat bitirme kuvvetine yardım edecek maddeleri kâfi miktarda bulundurmalıdır.                                                           

Hayvanı, kimyevî gübrelerle, kireç, kömür gibi tarlaların imâr ve terbiyesine hizmet eden ve daha buna benzer zirâat ilmi üzere, icâbeden ka­yıt ve şartlara ne kadar itinâ edilirse o nisbette arâziden istifâde edilir ve fazla mahsul alınır. Bu ağaç ve nebatların enkazı ile o arâzinin kumlu arâziden başka arâzıye tebeddülü lâzım geleceğinden semânın dahi bulutlu olmasını iktiza ederek o zaman  mezkur yerler, ahalisini yağmurlu bir sema altında mümbit toprak üstünde bulundur­muş olur.

Afrika çöllerinde uzvî enkazdan teşekkül eden bir toprağa tesadüf etmek, nâdirattan değilse de, sair iklimlerde olduğu gibi çok da değildir. Hava­nın tesirlerinden biri olup Samyeli dedikleri fırtı­na, kum dağlarını sürükleyerek uzvî enkazı bile kum hâline getirir ve Arzın zirâate olan kabiliye­tini bozar. Bu fırtınalar toprağın sathından fayda­lanma imkânını da ortadan kaldırıp, istifâde edil­meyecek bir hâle koyarak, zirâate elverişli olmak­tan çıkarır. Bu fırtınalara sebep, güneşin ziyası ile Arzın ekvator bölgesinin ısınarak ve havanın harâret ile genişleyerek o genişliği doldurmak için so­ğuk memleketlerden soğuk hava gelmesi ve geniş mahalleri doldurmasıdır.

Bu hava cereyanının şiddetle esmesine fırtına denilir. Sahrâ-yı kebir gibi geniş kum denizlerin de Güneşin ziyasından husûle gelen harâreti de hava gibi Arz emerek içine alır. Soğuk iklimlerde sıkışmış olan hava, sıcak mıntıkalarda noksan ka­lan miktarı telâfi etmek için bu bölgeye hücum eder. Kış günleri gibi şiddetli soğuk hüküm-fermâ olan zamanlarda, harâretsiz, buz hâlinde bulunan Arz, kum deryâlarında fırtınalara sebep olacak de­recede, havadan bir şey bel'etmez. Yaz günlerinde devam eden bu sevkiyat, o araziyi iskân edilemez bir hâle getirmiştir. Sahrâ-yi kebirin yalnız kum fırtınaları yüzünden dâimâ seyyar bir hâlde bulu­nan arâzisini sâbit kılmak ancak Cenâb ı Hakkın İlâhî kudretine mahsustur. Bu havâi ide çeşit çeşit değişik ve hâdiselere sebep olan bu hava cereyanlarının hükmü, bir canlının kan dolaşımı ve hazmı gibidir.

Nitekim, insanda ciğer havayı bel'ederek beden dâhilinde hava ile olan değişmeyi yani oksijen ve karbon gazındaki yanma ve değişme(Büyük deverân) ve (Küçük deverân) hallerini meydana getirir. İnsanda ve hayvanlarda kan ile bel'olunan hava ne hâl alıyorsa küremizde de su ayni hareket ve işi yapar. Yalnız küre hava-yi nesimîyi soğuk iklime sevkeder ve Sıcak iklimlerden bol eyler (Allâhü âlem bihakikatilhâl)

Sahrâ-yi kebir ve benzeri yerler, müteharrik arâziden olmakla beraber deniz sathından seksen, seksenbeş metre kadar veya daha az yahut daha çok aşağıdır. Akdenizden ve yahut Atlas Okyanu­sundan açılacak birer kanal vasıtasiyle su sevk edi­lerek havaların itidâl kesbetmesi ve oturulabilir bir mahal olmak derecesine gelmesi düşünülürse de ekseriya. eserek sürüklediği kumlardan dağlar büyüklüğünde yığınlar vücûda getiren Samyeli fırtınaları men etmek için bir mâni olmadığından bu cihet akıl sahipleri ve fen  adamlarınca pek de makbûl ve mâkul görülemez.

Arz grizi hararetini bu gibi mahallerden sar­fa alışmış olsaydı, zelzeleler ile bir ihtilâl vuku bulur ve bu kumlu sathın iç ve dış tarafını arızalı bir şekle sokarak pınar, kaynak ve nehir­lerin hâzinesi olan dağların teşekkülünü mûcip olurdu. Zirâ, dağlar hâricen ve dâhilen zelzelelerle, Arzın teşekkülâtında husule gelen çukurlaşma ve kabuklaşma gibi, ihtilâli eserleridir. İşte bu muhte­lif suretlerle Arz su seviyesini bir muvazenede bulunduramadığından yer yer menfezler peydâ olarak, bu hâl ırmak ve nehirlerin çıkmasına sebep olmuş­tur. Eğer su seviyesi bir düz satıhta bulunursa ce­reyan etmek için mecrâya açık bir yer bulamaz.

Sular, hakikatte yağmurun yağmasından Arza nüfuz ederek hâsıl olmuş gibi görünürse de, dağ­ların yüksek noktalarında ve külliyetli bir surette bulunan artezyen kuyuları bu hükmü kuvvetten dü­şürmeğe kâfidir. Bir Arz sathında ve müteaddit mevkilerde hem artezyen hem de âdi kuyu buluna­bilir. Bu sular bâzen göl gibi bir mevkide hem cereyan eder ve hem gâip olur. Bâzı artezyen kuyularının fışkırmaları muvakkattir. Kâh zuhur öder ve kâh gâib olur. (VECEALNÂ FİL'ARDİ REVÂSİYE EN TEMİDE BİHİM VECEALNÂ FÎHÂ FİCÂCEN SÜBÜLEN) Akıl terâzisi bu gibi şeyleri ölçmeğe ve kavramaya müsait değildir. Şöyle ki, bir sene içinde yağan yağmurun miktarını bir âlet ile ölçmüş olsak; Arzdan nehirler vasıtasıyla denizlere dökülen ve harâretin aksetmesinden tebahhur eden, sulama suretiyle nebatlara ve ağaçlara dağlara, Arzın rutubetine tabi ve hayvanat kaim bulunan suları yalnız yağan yağmurların idare edemeyeceğini anlarız. Zâten bu sayılanların ekserisini muayyen bir zaman içinde tedârik mumlum değildir. Evet, yağan yağmurlar sarfiyata bile yetişmiyor. Eskiden bekaya kalması düşünülebilirse de lâzım gelen sarfiyat hiç bir zaman geri kalmaz Muayyen bir müddet zarfında yağan yağmurun yarısı havada buhar hâline geçer, az bir kısmı nebatlar ve hayvanlar tarafından sarfedilir ve bir kısmı da Arzın mesamatından nüfuz ve bir su geçmez taba­kaya kadar iner. Orada birikerek toplu bir halde bulunur. Sonra bir mecra ile denize dökülürken bir miktar daha tebahhur eder. Suyun, denize gi­den bu kısmı pek güçlükle tamamen yerine vâsıl olur. Denize varmak imkânı olsa bile, pek az bir şey ulaşır. Bu gibi şeyleri hakkıyle tatbik etmekte insan aklı âcizdir. Nil nehrinin bir ay müddetle ce­reyanını idâre edecek kadar yağmur yağması icâbetseydi her gün Afrika çöllerinin hep seller içeri­sinde kalması lâzımgelirdi.



5. BÖLÜM

İnsanların umûr ve husûsuna müdâhale eden Güneştir. Zirâ, Güneşin, sair kürelerin ziyası gibi, bizim fayda ve zararlarımız cihetinde hayliden hayliye rolü olduğunu bu günkü ihtiyaçlarımız, tecrübeye lüzum göstermeyecek surette, isbat et­mektedir.

Güneşin ziyası sâir kürelerin ziyasından daha parlak görünüyor. Buna sebep Güneş ile aramızda vuku bulan teati ve inkıyattır. Şâyet küremiz, diğer bir güneş âlemine müteveccih olmuş olsaydı, teveccüh ettiği şeyin hassasını birdenbire alıp kabul etmesiyle, Güneşten aldığı zıya nisbetinde, onunla aralarında ayniyle ziya teâti olunurdu. Fakat güneş âleminden riyadan gayri bize başka bir şeyin verildiği de düşünülebilir.

Güneşin sıcak ve kuru olduğu kendisi gaz ile buhar gibi şeylerden müteşekkil ve son derece şiddetli bir harârete mâil ve en güçlükle eritilebilen cisimleri bir anda buhar hâline getirmeğe muktedir, tutuşan bir cisim olduğunu tasavvur ede­cek olursak bazen bu tasavvurumuza aklı muhakememiz mâni olur. Ve bizi bu hususta hayret içindi bırakır. Rastladığımız manialardan birisi, 'Güneşten Arzın harâret aldığı billurlar ile cisimlerin tutuşması ve Güneşin tam karşısında bulunan cisimlerin  ateş gibi harâreti olması ve belki de hararettin (li­manların yanması; tutuşması kabil olan şeylerin bir mizaç ile gözümüzün önünde her vakit için yandığı­nın görülmesi, aşikâr hallerdendir. Fakat, bu mü­şahede ve buna dâir fikrimizi cerheden ve müşahe­delerin hepsini galat bir havâi üzere kurarak mev­hum bir fikir hükmünde gören aklî mülâhazalar. Güneşin fevkalâde bir harâret merkezi olduğunu kabulde tereddüt eder. Güneşin, belki harâretin şevkini mucip şiddetli bir ziyaya mâlik, kesif, otur­maya elverişli, gâyetle mûtedîl ve herseyi islâh eder, aslâ ifsât etmez bir cisim olduğuna hüküm veririz. Zirâ, ziya denilen tesir, bir hükmün diğerinde vukuunun yüksek bir mertebe hâsıl etmesidir.

(VELEKAD ÂTEYNÂ MÛSÂ VE HÂRÜNEL FURKANE VE DİYÂEN VE ZİKREN BİLMÜTTEKİN.) Furkan, tefrik; ziya cem içindir. Eğer ziya olmamış olsaydı bu şey zuhur etmez ve cem olmaz­dı. Güneşin, hayat menbaı lâtif bir küre olduğu bu gün isbât edilmezse de ileride âlât ve edevât tekemmül ettikçe ve eşyâ ilminde fevkalâde tecrü­belerle hakikatlar araştırıldıkça — belki yüz nene­ye kadar — bu sözümüzün doğruluğu bilmüşâhede tasdik edilir.

Fen âlimlerinin kat’î deliller hükmünde olan tahkikat ve keşifleri, eşyanın zâtiyatı hakkında şüphe edilecek bir şey bırakmıyor. Fakat, eşyanın koku, sadâ, sıcaklık ve soğukluk gibi ârızalarını gözle idrâk mümkün değildir. Hattâ koku alma duygusu ile mâlûm olacak koku; dokunma, işitme ve görme gibi dış duygularla bilinemez. Bu sayılan duygulara mahsus ilmi de koku alma duygusu ile anlamak mümkün olamaz. Görme duygusunun gözle görülen cisimlere, nur ve ziyaya tasarrufu vardır. O gibi şeylerin görülmesiyle hâsıl olan ma­lumat, işitmekle hâsıl olacak malûmattan kat kat fazladır. Çünkü, Küremizin sâir kürelerle olan mua­melât ve munasebâtı evvelâ tamamıyla tecrübe edilmeli, onlarla olunan muamelâtın ne semere ve­receği ve ne gibi bir hassaya mâlik olacağı anlaşılmalıdır. Rastlanan mâniaları yalnız görme duygu­su ile — yâni rüyetten gayri arada bir vâsıta bulunmadığından — ortadan kaldırmak güçtür. Meselâ, ölçü olmağa münasebeti olan sun’ı bir küre tertip olunup bu küre büyük bir kubbeye asılarak kubbe­nin hava-yi nesimîsinin miktarını tahdit etmeli. Bu küre iş’al edilirse kubbenin içerisinde bulunan oksijen ve hidrojen gibi gazlar yandıktan sonra (yanma fiili devam eder mi, etmez mi? Velev kendine kifâyet eden ve semâda seyrek seyrek akar sular gibi seyyar halde bulunan hidrojen gazlan güneşin yakma kuvveti câzibesine tâbi olmuş olsa, Güneş âlemi etrafındaki mevcut kürelerin kendine lâzım olan bir uzvunu diğerine vermiş olur ve bununla  kuvvet ve intizamdan sâkıt olarak hayat ve hareke­tine halel gelir. Etrafında bulunan kürelerin ekse­risi bu suretle hükümsüz kalacağından, âlemin in­tizamı bozulup âni bir ihtilâl vukubulur. Fakat Gü­neş ihtirakına lüzum görecek yanıcı cisimler, Güne­şin eczalarının birbirine delk ve temasından hâsıl olarak ihtirak fiilini temdit eder. Güneş ateşinin tasavvurun fevkinde derece- hararet ve böyle bir nâr-ı azîmin kendisinde vukubulan tesirâtı sun’î olarak yapılmış bir küredeki tesirât ile kıyâs etmek imkân dahilinde değildir.

Cirm-i şemsin küçülmüş gibi, yâni yumruların irtifâ ile Güneş yuvarlağının küçük görünmesi ve Ayın günden güne Arzdan uzaklaşmakta ve merke­zî harâretin tedricen eksilmekte olması gibi hâdise­ler taakkuIât ve taayyünât kabilindendir. Bunlar hakikatte tevkitî olmayıp dehre müteallik olduğundan insanların ilim ve malûmatına muvafakat eder diye hu gibi şeyleri akıl neye istinaden kabu­le yanaşsın. İnsanların cisimlerinde vukubulan ih­tilâf maneviyatlarında vukubulanın tıpkısıdır. Me­selâ, bu ihtirak fiili Merih küresinde var mıdır? Mümkün olsa da Merihe bir adam gitse orada bir ateş yakmak için lüzumlu olan havayı acaba bula­bilir mi? Bulsa bile bizi ihata etmiş bulunan bu hava gibi mi bulur? Yoksa başka türlü mü? İstiâli kabil bir hava-yi nesimi bulunduğuna tecrübesiz ne ile hükmedebiliriz? Bakıldığı zaman su ile is­pirtonun görünüşte aralarında bir fark yoktur. Su ve ispirto ikisi de bir görünür. Yalnız görmekle iki şişedeki su ile ispirtoyu nasıl tefrik ve ne ile tem­yiz ederiz? İşte bu gibi şeylerin yalnız görülmez İlim ve vukufu tamam bir surette temin edemez, Bu gibi şeyler ne zaman uzaktan fark ve temyiz edilir: Ateş üzerine konulmuş şeker ile tebeşir muh­telif bir mizaç vukuu ile eriyeceğinden uzaktan ba­kan kimse bunları keşif ve tahmin edebilir. Ve bunların bu hâli görme kuvvetine müteallik oldu­ğundan, hangisinin şeker ve hangisinin tebeşir ol­duğunu anlar.

Şu vukuf ve malûmatın husulü için bu nevi cisimlerin tecrübesi iktiza eder. Zira, bu gibi şevler yukarıda bildirildiği veçhile zâtivâta mütealliktir.

Şekerin tatlılığına ve tebeşirin ekşiliğine ne ile hükmedilir? Bunlar tatma kuvvetine müteallik bir ilimdir. Kezalik sıcaklık ve soğukluk gibi şey­ler göz ile bilinmez. Gözde bir ârıza vukubulduğu zaman buz ve billur gibi şeyler ile su ve ispirto gibi şeylerden; tuz billuru ile buz, seçilmeksizin ve ke­za su ile ispirto fark edilmeksizin hükümde müş­terektir.

Hava içerisinde oksijen ve hidrojen bulunmaz­sa yanmaz. Acaba, bu gibi şeylerin vücûdu sair kü­relerde nasıl tecrübe edilir? Su zannetmiş olduğu­muz şeyin ispirto olmadığını ve ispirto zannettiği­miz şeyin su olmadığını ne suretle biliriz? İşte, zikrolunan bu gibi şeylerin tefriki, keşiflerin ikmâliy­le husule gelen ilimlerin tereddütsüz kabulünden sonra takarrür eder. Bir duygusu noksan olanın bir ilmi noksan olur.

Peygamberimiz (MEN FAKADE HİSSEN FAKADE İLMEN) buyurmuşlardır. Hissen gizli olan bazı şeyleri de görme duygusu ile keşif ve izâh müşkülcedir. Meselâ, bütün denizlerin suları bedel-i mâyetehallel (sarf ve irât) kanunu mucibince ne kadar sene zarfında buhara tahavvül edip sarf oluyor ve yine sarfettiğini ne kadar zamanda veri­ne koyuyor? Bir asırda denizler tamamıyla değişi­yor denilse, gözle idraki kabil olmadığından insan birdenbire bunu kabul edemez. Fakat, irâd masraf mukabilinde olmasıyla bu sarf ve tahavvül pek his olunamıyor.

Seyyid Câfer-üs-sâdık hazretleri (VE İZEL BÎHÂRÜ SÜCCÎRET) âyet-i kerimesini (Ey tabahharet venkalabet ilel hevâ vertefeat ve kamet bihâ) ile tefsir buyurmuşlardır. Demek oluyor ki denizlerin su kısmı dâima devrediyor. Ve bedel-i mâyetehallel için bu küremiz dâimâ deverân et­mektedir. Eşyâya hakikat gözü ile bak, gör ki, ne­ler icâd edilip bir anda neler mahv ve neler isbât ediliyor.


6. BÖLÜM

Havanın içerisine hararetin şevki hava-yi nesi­mînin çoğalması miktarı genişlemesini; bil'akis, ha­raretin azalması miktarı da çekilip büzülmesini ik­tizâ eder. Burada fikrimizi işgal eden şey, havaya ârız olan iki nevi sevkiyat; yâni, sıcaklık ve soğuk­luk gibi iki şeyin havaya tesiridir. Hakikaten, hava­ya giren şey; yalnız aydınlık ve karanlık ile iki nevi tekeyyüf eden ve bahr-i mescûr ismi ile zikrolunan bir mevcûdun uzvundan ibarettir. Bölünmesi kabil olmayan şey bir uzuv gibi mütalea edilir ki, o nevi şeyden bir miktar demektir. Geçmiş hükemâ bu bahr-i mescûra (Felek-i atlas) tabir etmiş­ler ve Arzdan muayyen bir uzaklık ile ölçü tâyin ey­lemişlerse de, böyle hayâlî uzaklık ve ölçüler fezâ ve bahri mescurda zâten mühendislerin ötedenberi zamana tabi olan muhasebatından ibârettir.

İşbu bahr-i mescûr içinde bitmez tükenmez Güneşler âleminin varlığı mülâhaza olunuyor. Bu bahr-i mescûr, Arzın yuvarlak sathına temas edip kürenin mütemmimatına mücâvirdir. Bize mütena­zır olan Şems-i âliye ile Arz küresi arasında bu bahr-i mescûrdan gayri bir şey yoktur. Şems-i âli­ye ziya vasıtasiyle bize bahr-i mescûru tekyif ede­rek bir felek teşkil etmiştir. Felek dediğimiz şey Şemsin ziyasıyla mükeyyef bir kat-ı nâkıs suretin­de Arz küresinin hareket i intikaliyesinin medarı demektir.

Şemsin cisimlere ve eşyâya bu bahr-i mescûrla sevkettiği harâret, yahut ziyanın aksetmesi ufkî olursa, ziyadan mükeyyef olduğu halde nuru olma­yan havaya ârız olarak hulûl eden şeyin ismine da­hi burudet diyoruz. Gerek aydınlık, gerek karanlık, herhangi eşyâya yakın olursa olsun hakikat, havada müessir, esirin gayri değildir. İlk halk olunan eşyâ bahr-i mescûrdur ki. zulümattır. İşbu zulümat içerisinde Cenâb-ı Rabb-ülmüteâl hazretleri (MÂKÂNE VE MÂ YEKÛN) vücûdiyatın istidatlarını bu bahr-i mescura tevdi buyurdu. Bu bahr-i mescûr ümm-ül kitâp» olun bir levhil kaderdir. Ziya onun kalemidir. Tekyifi ile bahr mütekeyyif olur. Küllivat ve cüz’ivatm viicûdlarında tasarrufu müsâvidir. Şayet, ziya imdad etmese vücûdiyatın var­lığı kalmaz. Bir şeyi mahv-ü fenâ etmesi tabiatıdır. Ziyanın icbârı ile eşyânın üzerine tasarruf eder. Zi­ya nur değildir. Esîr mukabilindedir. Bu esîr; bir cisimden, mukabili olan diğer cisme o cismin has sasının vusulüdür. Seyyale-i berkıye gibi bir havya müsâdif olmazsa zuhur etmez. Havadan murad cisimdir. Cisimlere tesadüf etmesinden nur meydana gelir.

Şemsin ziyası, Arzın hava-yi nesimîsıne iptida tesâdüf etmesiyle fecir ve şafak gibi, sonra Arza tesâdüfü ile nur gösterir. Bu ise cisimlerin hassasıdır. Ziyadan ayrılarak bahr-i mescûrun üzerin­de bu tekevvünât zuhûra gelmektedir. Bu esîr teşekkülâta müstait değildir. Zaman ve mekândan hâlidir. Bir şey için uzuv olmaz. Kendisinde cuz’iyet ve küllivet tasavvur olunmaz. Kalemden başka bîr şey onun hükmünü iptal edemez. Kendi nefsiyle kaimdir. Her şey onunla kaim olur. Her cesamı muhittir. ihâtası hulul ve ittihat ile değildir. İttihat ve hulul cisimlerin hassalarından olup bu ise cisim değildir. Cevher değildir. Çeşit çeşit kürelerin hep­si onun tasarrufu dahilindedir. Ziya vâsıtasiyle hüsn-ü idare eder. Bu, Cenâb-ı Hakkın kudret is­minin sedenesiyle olan kaadir ismidir ki, bütün esyânın kaderini ve kevnûnivetini muhittir. Her ol­muş ve olacak eşyânın zuhûr mahallidir. Rububiyet-ül eşyâ ona mevdûdur. Eşyâ onun zillinin teâküsüdür. Kudret i ilahiyedir. Zât değildir. Şey'iyetüs sübûtun en basitidir. Cenâb-ı Hakkın tasarru­funa en yakın efal-i ilâhiyenin masdarıdır. Gerek ecsam-ı uzviye-i nuraniye ve gerek uzviye-i zulmaniye buna tâbidir. Nefh-i İlâhiye denilen şey bunun gibidir. Kevn-ü fesâdm illeti gâiyesidir. Vücûd ve ademe mütenâzırdır. Eğer, Allah Teâlâ hazretleri bir şeyi halketmek murad ederse bu bahr-i mescûra tecelli eder. Nur ve zulümât veya şibih nur, yahut şibih zil husûle gelir. Gittikçe tekeyyüf ve tekeyyüf ettikçe tekâsüf ederek kabil-i müdebbir bir cisim halkeder. Esîr tâbir etmiş olduğumuz şey'iyet-üs-sübût sulp cisimlerde bir suyun cereyanı gi­bi cereyan eder. Cereyanın sebebi, bir cismin ziya­sının diğer bir cisme tevârüdüdür. Câzibe ve dâfia kuvvetleriyle birbirinden âhara naklolunan has­saya ziya tâbir olunduğu takdirde havada bir iştial zuhûra gelip bu iştiâl-i âdiyenin ismine nur diyo­ruz. Nur ise bir şeyi gösterir ecsâmın keyfiyetindendir. Bu da hava-yi nesimînin hâricinde olamaz. İştial, ihtirak, ibtirâk hava-yi nesimînin hassalarındandır. Şemsin ziyası, Arzın hareketinden hâsıl o­lan hararetini, hava-yi nesimîye tebdil ederek, hara­ret ve ziva ile mükeyyef olan esiri cezb ve mezcine dahi râdife-i Arzın bir mizâcı ilka olunarak bel' ve sarfolunan hava-yi nesimîye müşabih, gâyet hâr bir tabaka-i havaiye teşkil eder. Bu suretle 24 saat zarfında tamamen sarf olunan havayı telâfi-i mâfât eder. Bir taraftan da suya münkalip olur. Su da bir taraftan tebahhur ederek hava-vi nesimi yapar. (EFELÂ YEREVNE ENNÂ NE’TİL ARDA NEN- KUSUHÂ MİN ETRÂFÎHÂ EFEHÜMILGÂLİBÛN) Kürenin tedarucî, yâni mihveri etrafındaki hareke­tinin sebebi de budur. (Allâh-ü, âlem).

Surette on iki nevi üzre olan hava tedricen Arza takarrüp ederek su ve sâireyi teşkil etmekte­dir.

(VEL ARDA MEDEDNÂHÂ VE El KAYNA FÎHÂ REVÂSİYE VE ENBETNÂ FÎHA MİN KÜL­Lİ ZEVCİN BEHÎC). Buna dair tafsilât Hüsameddin hazretlerinin (Zübde-tül-makâl filkevn-i vel — hayâl) namı ile Arapca yazılmış risalelerinde be­yân olunmuştur. (FEMÂ ZANNÜKÜM BÎRABBÎL- ÂLEMİN FENAZARE NAZRATEN FİN NÜCÛMİ FEKALE İNNÎ SAKÎMÜN FETEVELLA ANHÜM MÜDBİRÎN).

***

Bahr-i mescûrun bir mevkiini işgal eden Güneş âlemi meskûn ve kendi mihverinde hareket ede­rek kendine mahsus felekini yâni mahrekini devreder surette irâe olunmuştur. Bu Şems dahi Arz gibi mihveri etrafında hareket eder. Arz küresi nasıl Güneşin ziyası ile mükeyyef mescûru hava­ya benzer bir vücud mümasiline istihale ederek tedricen bazı cisimlerin mahlutu veya mahlûlü hâline getirir, hava-yi nesimîye kalb ile bel' ve sonra hazım ve suya münkalip ederek tedâfüî hâletinde bulunmaktadır. Şemse dair râdifelerin ziyasiyle mükeyyef olan bahr-i mescûrda Arz ve diğer kürelerin bu bahirden geçerek bıraktıkları ziya eserini dahi Sems cezb ve bel'eder.

(VEL ARDA MEDEDNÂHÂ) bu âvet-i mübinde Arza meded, yâni Arzın sarfettiğini yerine koymasının iki surette zuhûruna işaret vardır. Biri, nefs-i Arzdan dışarı çıkan ve yükselen dağlar; diğe­ri hariçten su ve nebât suretiyle imdad olunmasıdır. Allah-ü a’lem hazmı sehil olsun için hayvanlar­dan bazılarının arzında hâsıl olan luâbı ile çiğne­nilen şeyi mahlut etmesi buna kıyâs olunabilir.

***

Kamer ve Şemsin hâle peydâ etmesine Türkçemizde (ay ağıllanmış), (güneş harmanlanmış) de­nilir. Bu, Arz üzerinde Kamerin ve Şemsin tesisatı­nı gösterir açık bir hikmet-i tabiîyedir. Eğer ha­vada su buharı ince surette bulunursa, Arz ile Ka­mer arasında teati olunan müessir hassa bu ince buharı muvazât dâiresinden def ile bu görünen bu­har sanki kamerin etrafını muhit bir hava sure­tini tersim etmiş gibi görünür. Hattâ med ve ce­zir esnâlarında gerek Şemsde gerek Kamerde bir­kaç saat devam edercesine görünür. Hava inkisârı dediğimiz dahi bizi ihâtâ eden havanın hassasıdır. Zirâ, hep bu hava içerisinde bulunuyoruz. Görme ve işitmemiz bu havanın tesirâtına tâbidir, Hep bu­nun içindedir. Bunun ile işitip bunun ile gülüyoruz. Hayatımız bile bu havaya tâbidir. Bunsuz bir ne­fes yaşanılmaz. İşte, bazı mütekaddimîn tecrübe ederek Ayın ağıllanması ve Güneşin harmanlanma­sı ile denizlerin med ve cezrine, havanın yağmur ve rüzgârlı olmasına dâir haber verirlerdi.

***

İnsanlarda olan erkeklik ve dişilik gibi küre­lerde de erkeklik ve dişilik halk olunduğu henüz keşif ve tâyin edilmemiş ise de bu nevi hâdiselerin ileride keşif ve tâyin olunacağı şüpheden vareste değildir.

Zühal ile Müşteri birbirinin aynı değildir. Zühre ile Arzın yekdiğerine benzerliği varsa da canlıları beslemekte Merih ve Müşteriye benzemez­ler. Zühre ile Kamer birbirine müteâkis bulunduğu gibi Müşteri ile Zühal her ne kadar yaşlı olsalar da aralarındaki aşikâr muhalefetlerini asla değiştir­mezler.

Zühal ile halkası arasındaki fazla harâretten yılan ve akrep gibi sıcakta yaşayan bir nevi hayvanlar husule gelmesi caiz ve ihtimal dahilindedir, Cenabı Hak Kuran-ı kerimde (SEB'A SEMÂVÂTIN TIBÂKA), (VEL ARDA MİSLİHÜNNE) bu­yurmuştur. Bunlar her ne kadar Arza mutabık bir mânâ ifâde ederlerse de kendileri başlı başına bir âlem olduklarından Arzda olan su ve hayat gibi şeylerin bunlarda dahi bulunmasını düşünerek Arz­la mukayese etmek noksan düşünüştür.

Arz küremiz henüz çocukluk hâlinde bulun­maktadır. Kendisi ne kadar zeki ve bâliğ olursa üze­rinde yaşayanlar dahi o nisbette terakki eder. Ay­nı zamanda Arzın hâiz olduğu câzibe, dâfia ve mümsike kuvvetleri dolayısiyle, Arzda bir nevi ha­yatiyet de bulunduğu düşünülürse, kendi başına müdir ve müdebbir olmasıyla mecburiyet altından kurtulmuş olur ki, kuyruklu yıldızın Arzımıza çarp­ması korkusundan da kurtulmuş oluruz.

Arzda, şibh-i mâdenî ve şibh-i nebâtî gibi ha­yatı hâmil ve irâdesiyle hareket eden, kimi ziya ve kimi havadan gıdasını almakta bulunan mah­luklara tesadüf olunuyor. Arz küresinde yaşayan her nevi mahlukun hayat âlemleri, yâni yaşama za­manları mahdut gibidir. Hevam (hayvanat-ı zâhifeden biri) gibi Arzda bir zaman yaşadıktan sonra sanki hiç yokmuş, olmamış gibi o nesil tükenir. Kullanılmakta olan tarak ve sair bu gibi süs âletleri ağaç nevinden olan nebâtî şeylerden imâl edilmiş olsa, o zamanın bize yâdigârı olan fil az vakitte münkariz olup gitmez.

Şurası zarurî olarak insanı bir düşünceye mec­bur ediyor. Bir hayvanın hayatını teşkil eden uzuvlar gibi mâden kömürleri ve sair mâdenler, neşv-ü nemâsı bulunan, yâni  ziruh olan küremizin birer uzvu makamındadır. Zihayat olan bu Arzdan elbette bir cismin, bir uzvun zâyi olması ve nok­sanlaşması o cisimde büyük bir rahne hâsıl eder.

Mâdenlerin göze görünmeyen gerek câzibe ve gerek sair kuvvetlerle değişmesi veya mahvı o cismin hassasına noksanlık getireceğinden mâden­lerin mahv-ı tebdili elbette küremize bir noksanlık getirecek gibi fikirler tevlit eder.



[1] [Atâ-yı esmâ: Sübût âleminden vücûd â’emine neşir hâlinde nüzulden hâsıl olan eserdir ki, bununla müessiri idrâk mümkün olur. Meselâ: eşyanın zâhiren arz eylediği şekil ve hey'ettir. Şahsın adının, şahsına delâleti gibi.]

 

[2] [Vücûdun bûdiyetle görünmesidir. Meseîâ: İhtiyarlıktan sabilik zamanını görmek ve çocukluğun ahvâlim nazar-ı itibâre almak.]

[3] Mevcûdiyeti müşahede olunan el ve ayak, göz ve kulak gibi âzâ ve cevârihin kendi havas ve istidâtlarını hâmil olmasıdır. Fazl-ı tekvini ile âzâ ve cevârihin istidatları dolayısıyla sebat ve gayretle çalışmaları kendilerini bir melekûtiyete ulaştırır ki, bu fazl-ı melekûtidir.

Fazl-ı melekûtî: Âzânın çalışmakla hâsıl ettiği his kuvvet ve melekedir. Meselâ, bir binâyı herkes karşıdan bakıp görebilir, fakat bir mühendis gözü gibi o binâya ait noksan veya fazlalığı göremez. Kezâ, yazılmış yazıdan ancak okumasını bilen insan bir manii çıkarır. Bilmeyen, bir nakıstan tefrik edemez. Belki kendisine bir mânâ ifhâm eder. Kezâ, herkes yazı yazar, meleke kazanmış bir hattatın eli gibi yazamaz. Bir asker silâhıyla nişan  almasını öğrenerek attığını hedefe isâbet ettirir. Lâkin her eline silâh atan attığını vurmak şöyle dursun attığı kurşunun nereye gittiğini tayin  edemez.

[4] Esâs: Mefruşat mânâsınadır. Burada teşbih tarikile yazılmıştır. Din. bir binaya benzetilerek namaz, hac, zekât... gibi dînî vecibeler o binanın mefrûşatı mâhiyetinde gösterilmiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar