ESRÂR-I CEBERÛT’İL-A’LÂ
kaddesellâhü
sırrahu’l âlî
ESRÂR-I
CEBERÛT’İL-A’LÂ
(TE’VÎL)
Hazırlayan
Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Cumaovası – İzmir
- 1987
SEYYİD AHMED
HÜSAMEDDÎN HAZRETLERİNİN KUR'ÂN'IN TEVİLİNDE KULLANDIĞI ESASLAR
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin
bu mühim eseri, şânı yüce Kur’ân’ın hâvi olduğu ilmî hakikatlerden ve İçtimaî
kurallardan birçok mühim incelikleri özel tâbirlerle halkımızın yararına arz
eden «Mezâhir-ül vücûd
alâ Menâbir-iş-şühûd»
adındaki eserde geçen ıstılahlar, tâbirler ve bilhassa tevil ilminin dayanağı
olan ilm-i hurûf hakkında mükemmel bilgileri ihtiva etmektedir.
Evlâtlarım,
Şânı
yüce Kur’ân, bu gün bilinen ve kıyamete kadar zamanı her geldiğinde insanlığın
istifadesine tevdi edilecek olan, hâlen keşfedilmemiş bütün ilimleri kapsayan
Allah’ın son inâyetidir.
Kur’ân’ın
tevil suretiyle bâzı hakikatlerine varmaya imkân veren ilim de ledün ilmidir.
Babam,
Seyyid Ahmed Hüsameddin hazretlerinin ledün ilmini açıklayan tevil ilmine ait
esasları ihtiva eden bu eserini ben, konunun müsaade ettiği nisbette bugünkü
dilimize nakletmeye çalıştım. Onu sizlere, yarın ve daha nice asırlar boyunca
gelecek ve Kur’ân’ın derin mânâsı üzerinde çalışıp açıklama yapmaları nasip
olacak çocuklarınıza ithaf ediyorum.
Seyyid
Mûsâ Kâzım Öztürk
Cumaovası
- İzmir 1987
ÖNSÖZ
«Mezâhir-ül-vücûd
alâ Menâbir-iş-şühûd» adı ile yazdığım Türkçe tevilin incelenmesinden açıkça
anlaşılacağı üzere, tek sığınağımız olan şânı yüce Kur’ân, iki âlemde
Kurtuluşumuzun sebebi ve mutluluğumuzun sermayesidir.
Bu
hakikatlerin hâzinesinde gizli olan inceliklere erilip unları elde etmek için
ilmî ve amelî ne derecelerde gayret sar i etmek lâzımdır ki, hakikatlerin
kasdedilen çehresi beklediğimiz gibi görünsün.
İslâmiyetin
parlak güneşinin göründüğü günden itibaren feyz ve hidayet nuru ile
aydınlanarak irtibat ve bağını takviye edenler arasında bağı daha zayıf kalanların
da varlığını kabul etmek zorundayız.
İslâmiyet
ki, bütün dinlerin hakikatlerinin özü ve inceliklerinin tamamıdır; bu dini
başında iftihar tacı olarak taşıyabilmek için insanın son derece itina
göstermesi ve ahlâkını tezyin etmesi lâzımdır. Bin üçyüz küsur senedir âlemi
nura gark eden İslâmın parlak güneşinin bu günkü günde her tarafta harikalar
yaratan inkişafı karsısında, gece kuşu misali, gözleri kamaşanların
düşmanlığının artık tesir ve ehemmiyeti kalmamıştır.
Kâinatın
medâr-ı iftiharı Peygamberimiz efendimizin risaletlerinin öncesinde göstermiş
oldukları güzel ahlâk ve yücelikler, halkı doğru yola ve selâmet dairesine
ithal etmiş ve İslâmiyetin doğruluk yolunu bütün âleme göstermiş idi.
İnsaniyetin kemal derecesine ulaşanlar iman nuru ile kalblerini aydınlatmışlar,
maddî manevî büyük bir nimete nâil olmuşlardır.
Peygamberimiz
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yükselen nurundan kalb ve vicdanları
parlayanların ümmetin bahtiyar kişilerinden oldukları şüphe götürmez bir
gerçektir. Karanlığın girdabından ve cehaletin uçurumundan kendini kurtararak
hidayet ve hakikat yolunda olgunluk merhalelerini katetmek ne derece büyük ve
güzel bir mazhariyettir !
İşte bu
saadeti idrâk edenlerdir ki, İslâmiyetin İlk dönemlerinde yetişen ümmetin
büyükleri sırasına dahil olmuşlardır. Peygamberimizi görmüş olanları görüp
kendilerinden hadis dinlemiş olanlar ve daha sonra bu zatların birinden yâni
ikinci derecede olarak hadis nakledenlerden hadis dinleyerek derece derece
zamanımıza kadar gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan din büyükleri,
selâmet yolunu bulmuş olan kimselerin başında gelirler.
Geçmişteki
din büyükleri bizlere her yolda ilerleme ve olgunlaşma esaslarını göstermişler,
hak ve hakikati takdir ederek, Kur’ân’da 53/39: «İnsan ancak çalıştığına erişir.»
şerefli âyetine uymamızı kendi fiilleri ile göstermişlerdir.
Bu gibi
zatların eserleri böylece takip edileceği yerde kin ve fesat sahibi kimselerin
aldatmaları yüzünden ayrılık ve uyuşmazlık hüküm sürmüş, günden güne ilerleneceğine,
korkunç şekilde düşme ve gerileme meydana gelmiştir.
Kur’ân’da 6/59: «Yaşı ve kuruyu -ki apaçık
kitaptadır, ancak o bilir.» kerim âyetinin ifade ettiği açık mânâyı belli
etmek şöyle dursun, bunu imâ suretiyle bile istifadeye arz etmek imkânı
bulunamamıştır.
Din ve
dünyamıza ait hükümleri ihtiva etmekle beraber âhiretimiz için yüce bir rehber
olan büyük ve mühim eserler gözümüzün önünde durmaktadırlar. Bunları gücünün
üstünde bir çalışına ile meydana getiren fazilet ve kemal sahibi kimselere
nasıl şükran borçlu isek, onların bıraktıkları noktadan başlayarak çalışmak
dahi birim vazifemiz olduğunu idrâk etmemiz icap eder.
İlim,
fen ve diğer konularla ilgili mevcut kitaplar lirasında aslı itibariyle
diğerlerinden farklı olan fıkıh, hadis ve Kur’ân tefsirleri gibi ciltlerle
kıymetli eser okuyanları aydınlatmaktadır.
Her
ilmin, her fennin ihtisas sahibi ehlini aramak, karşılaşılan müşkilleri bu
zatlar vasıtasıyla halletmek gereği riyazi kesinlik şeklinde tahakkuk etmiştir.
Yazılmış ve yazılan eserler bizlere yol göstererek hakikate ulaşmamız için bir
vasıtadır.
Şâm
yüce Kur’ân’ın kâinatın bir aynası olduğunu her gören göz görebilir. Nasıl ki,
bir ayna kendisine akseden suret ve eşyayı bulunduğu şekil ve tarzda
gösterirce, mir’ât-ı Kur’ân dahi aksettirdiği mevcudâtı bütün şümul ve
ihatasıyla göstermektedir. Yalnız bu aynaya halamlarda görüş kuvveti lâzımdır.
Söylenenler gerçek olarak gösteriyor ki. Kur’ân âyetleri hükümlerinin kıyamete
kadar devamı şüphe götürmez bir hakikattir. Çünkü hal, zaman ve aklın kabul
etmediği şeyi Kur’ân kabul etmez. Her zaman için Kur’ân, gereği uygulanacak
İlâhî bir kitaptır.
İşte bu
incelikten dolayıdır ki, Kur’ân’dan maddî ve manevî sonsuz feyz almak arzu ve
kararı yegâne maksadımızdır.
Kur’ân’ın
mânâ ve hakikatine bilgili olmayı kolaylaştırmak için zamanımıza göre kudret ve
iktidarım dahilinde çalışarak yazdığım iki yüz cildi aşkın eserden mühim bir
kısmı Fatih yangınında kül olmuş ise de altmış senelik hayatımı anlayıp
anlatmağa hasrettiğim bu hususun unutulmuş kalmasını caiz görmediğimden Amme
cüzünün Türkçe teviline ait işbu vecizeyi yazdım.
Bu
eserde, Kur’ân ile ilgili tevillere dair açıklamalarla İlmî ifade ve
ıstılahlara mümkün olduğu kadar tafsilât verilmiştir.
Okuyan
ve inceleyen kimselerin malûmu olduğu üzere, insan bilmediğini öğrenmek ve
bildiğini öğretmekle kendini mükellef tuttuğu içindir ki, ilim ve irfana talip
olanlar, bir çok eseri hazır bulmakta ve eser sahipleri ise yaptıkları bu
hizmetle iftihar duymaktadırlar.
İslâmiyetteki
güzellik ve yüceliği dost ve düşman nazarında göstermek için himmet ve iktidar
sahiplerinin vücûda getirdikleri eserler arasında kaleme alınmış bu âcizane
eserimin de bulunmasını arzu ettim, iyi niyetime bir delil olarak kabul
edilmelidir.
Allah’ın
tükenmeyen bir hâzinesi olan Kur’ân-ı Kerîm’den fevkalâde surette istifade
temin etmek, önde gelen din büyüklerinin ve ilim adamlarının eserlerini
derinliğine inceleyerek tahkik derecesine ulaşmağa ve bilhassa özel bilgiye
dayanan bu husustaki çalışmalara bağlıdır.
Gerçeği
değiştirmekle kötü ve fenayı güzel ve güzeli kötü göstererek taklidi tahkike
üstün tutanların cüret ve cesaretleri göz önüne getirilirse bundan doğan
zararın irfan bünyemizde ne kadar elim yaralar açtığı görülür.
Müslümanları
selâmet sahiline ulaştırmaya çalışanlar, gevşeklik ve tembellik göstermemişler,
öyle müşkilâta göğüs germişlerdir ki, bunun derecesini tayin etmek mümkün
değildir.
Medine-i
ilm-i nebî olan Hz. Ali kerremallâhü vecheye muhabbet ve nisbet iddiası ile bir
takım akılsızların dalâlet ve sefalet vâdisinde koşmaları asıl ve hakikatin
zuhuruna engel olmuş ve bunlar tarafından tahrif ve taklit suretiyle vücûda
getirilen eserler dahi hâlen mevcut bulunmaktadır.
Doğruyu
yanlıştan ayırmak için büyük ve tam bir İlmî bilgiye ihtiyaç baş göstermiştir.
Bâtına dayanarak zâhiri inkâr etmeyi âdet edinen batiniler ile doğru yoldan
ayrılmış diğer din fırkalarının dayanağı hakikatten yoksundur. Şeriat
ile ilgili hükümlerin dayandığı AYÂT-I MUHKEMÂT tevile muhtaç olmayıp zâhir
mânâları delaleti veçhile hükmolunur.
Şer’î hiç
bir hükmü ifade etmeyen ÂYÂT-I MÜTEŞABÎHAT’a gelince. İslâmiyetin sahih düşünce
ve inanışlarını kendi görüşlerine göre beyanlarla karma kancık eden MÜCESSİME
ve MUTEZİLE’den korumak için bu âyetler âlimler ve ehl-i sünnet tarafından
tevil edilerek herkesin yararlanmasına sunulmuştur. Yazdığım tevil-i şerîf,
yüce Peygamberimiz tarafından yasaklanan, kendi görüşüne göre yorumlamak
kabilinden olmayıp muhtelif ihtimallerden bâzan bir ve bâzan da birkaç vecih
üzere tertip edilmiştir. CEBERÛT-İL
A’LÂ adlı
bu eser, tevillerden daha ziyade feyz alınması ve yararlanılması maksadıyla
Amme cüzüne ek olarak yazılmıştır.
Ulemamızın
arzu ve ısrarları üzerine, Cenâb-ı Halik’ın yardım ve inayetine dayanarak bu
eseri yazmaya başladım. Yaşlılığım dolayısıyla iktidarımı göz önüne alarak, bu
mühim işi yaparken vaki olacak hatalarımın hoş görüleceğini ve ifadesinde âciz
kaldığım noktalardaki kusurumu fazilet ve kemâl sahibi kimselerin tashih ederek
yazdıklarıma kuvvet vereceklerini ümit ederim.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin
(kaddesellâhü
sırrahu’l âlî)
AÇIKLAMA
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mevcut eserlerinden mühim bir kısmını
sadeleştirerek neşretmek imkânını bulabilmiştim. Ancak, Kur’ân’ın Amme cüzünü
ihtiva eden MEZÂHÎR-ÜL-VÜCÛD A’LÂ MENÂBÎR-ÎŞ-ŞÜHÜD adlı eserinde sözü geçen
tabir ve ıstılahları açıklayan ve halen mevcudu tükenmiş bulunan ESRÂR-I
CEBERÜT-İL A’LÂ adındaki eser üzerinde çalışma cesaretini bulamamıştım. Eserin
önemini takdir eden dostlarımın ısrarlı talepleri karşısında haddimin ve
iktidarımın çok üstünde bir iş olduğunu müdrik olarak işe başladım. Vaki kusur
ve hatalarımdan dolayı okurlarımın müsamahasına sığınırım.
Eserin
müellifi Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin önsözünü sadeleştirerek
dercetmeyi uygun buldum. Zira, bu konuda söylenmesi gerekenleri daha veciz
şekilde ifade etmek mümkün değildir.
Okuyucularıma
kolaylık sağlaması bakımından bâzı açıklamalarda bulunmayı da zarurî gördüm.
Kur’ân
28 harften meydana gelmiştir. Bu harfler, eserde riyazi değerlerine göre üç
basamak halinde gösterilmiştir.
1 — İnsan ve insanla ilgili mânâları
taşıyan ve 1’den 9 sayıya kadar, birler basamağım teşkil eden ilk bölüm HURÜF-U
NÂSÜTİYE adını almıştır.
2 — Ruh ve melekler âlemi ile ilgili
mânâları taşıyan ve 10’dan 90 sayıya kadar, onlar basamağını teşkil eden ikinci
bölüm HURÜF-U MELEKÛTİYE adım almıştır.
3 — Ulûhiyet âlemi ile ilgili mânâları
taşıyan ve 100 den 900’e kadar yüzler basamağım teşkil eden bölüm ise HURÜF-U
LÂHÜTİYE veya HURÜF-U TESHIKIY adını almıştır.
Binler
basamağında bulunan 28 inci GAYIN harfi ise MÜNTEHÂ-YI MENÂZİL olup bölümün
sonunda gösterilmiştir.
Bu
açıklamaya göre hazırlanan cetvel, eserde zikredilen URÜC (yükseliş) veya NÜZÜL
(iniş) tabirlerinin kolaylıkla takibi için kitaba ayrıca ilâve edilmiştir.
Eser
başlıca üç bölümden ibarettir :
1— Vecizet-ül hurûf alâ
menâtık-us-süver
2— Mevârid-ü husûl alâ
mezâhir-ül hazerât
3— Netîcet-ül-kader alâ
menâzil-üs süver
Bu üç
ana bölüm kendi içinde ayrıca fasıllara ayrılmıştır.
Tevil
ilminin anahtarı mesabesinde olan bu kıymetli eseri okuyucularımın istifadesine
sunmakla bahtiyarım.
Seyyid
Mûsâ Kâzım Öztürk
(kaddesellâhü
sırrahu’l âlî)
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى
اله وصحبه وسلم اجمعين
VECİZET-ÜL HURÜF ALA MENATIK-US SÜVER
ELİF : Bu harf iki türlüdür. Birisi,
insan vücudunu teşkil eden mücessem bir görünüştür ki, buna MEZÂHÎR-ÜL-VÜCÜD
denir, «îkra» sözünün başındaki elif harfi gibi. Diğeri, MEZÂHÎR-ÜL-VÜCÜD’un
hakikatini MENÂBİR-İŞ-ŞÜHÜD’da gösteren ve meydana çıkaran manevî bir
görünüştür. «İkra» yüce sözündeki ikinci elif gibi ki, bu kısım mezâhir-i
vücûd; isimler, sıfatlar ve fiiller ile ilerleyerek şuûnât-ı hayat ve şuûnât-ı
ilmiye ile tekeyyüf eden kazanılmış bir vücut ve şuûnât-ı zât’tır.
«ELİF»
harfi bâzan «VAV» harfinin okunması için bir vasıtadır. Bu da iki kısımdır.
1 — Şuûnât-ı zâtiye: İnsandan vasıtasız
olarak zuhur eden eserlerdir. Beş duyunun vasıtasız görevini yapması gibi.
2 — Şuûnât-ı ilmiye: İnsandan vasıtalı
olarak zuhur eden yâni ilimden hâsıl olan bir eserdir. Açlığın ve susuzluğun
yemek ve içmekle giderildiği gibi.
BE : Bu harf
iki vechi havidir.
1— Ubûdiyet: Feyz ve terbiye kabul etmiş bir
vücuttur.
2— Rübûbiyet: Bu, eşyada değer ve olgunluğunu
göstermiş olan mânâdır. «BE» harfi urûc ederse «ATAYI SIFÂT» olan «KEF» harfine
vâsıl olur.
CİM : Bu
harf, insanlarla ilgili zarurî ihtiyaçları gösterir ki, bunlar: Yemek ve içmek,
mesken ve elbise, neslin muhafaza ve devamı için nisâ olmak üzere üçtür.
«CİM»
harfi urûc ederse «LÂM-ÜL-İSTİDÂD» veya MELEKÜT-ÜL-HAVÂYİC olan LAM harfine
vâsıl olur.
DAL : İnsanın vücudunu teşkil eden
dört unsuru gösterir ki, bunlar: Toprak, su, hava ve hararetten ibarettir.
Topraktan gıda, sudan hayat, hararetten vücudun normal ısısı alınarak ve hava
ile teneffüs edilerek vücut teşekkül eder.
Mânâ
cihetiyle DAL harfi LÂM harfine, LÂM harfi de MİM harfine dayanır.
DAL
harfi urûc ederse MİM harfine vâsıl olur ki, bu da RİSALET’i gösterir.
HE : Hazerât-ı
hamse’nin muhiti olan harftir ki, bu da: Milk, melekût, nâsût, lâhut ve
ceberût’tan ibaret olmak üzere beştir.
Milk :
Hayatı tasarruf eden kuvvetin sarfı ile meydana gelen bir şeydir.
Melekût
: Bir şeye tesir ve o şeyi tesviye etmektir ki, bir taneyi ektiğin vakit bir
taneden bir çok tanenin belirip ortaya çıkması ve ağaçta bir çekirdeğin hâsıl
olmasıyla bir çok meyvanın vücuda gelmesi gibi. Bu, melekûtî ve ulvîdir.
Tasarrufsuz husûle gelmez, her halde iktidarlı ve becerikli bir elin talim ve
terbiyesi o şeyin husûlüne sebep olur. Bu terbiye edene FAZL-I MELEKETÎ denir.
Nâsût :
İnsaniyete lâzım gelecek tavır ve hareketleri yapmaya muktedir olan kuvvete
KUVVE-İ NÂSÛTİYET-ÜL-İNSÂNİYE denilir.
Lâhût :
Akim ilim ve başka şeyde tasarruf ve hükmünü yerine getirmesine LÂHÛT denilir.
Ceberût
: Lâhût, nâsût, melekût ve milk’i tasarrufu altında bulunduran mevcudiyete
CEBERÛT denir. Cemâl ve Celâl mazharlarmm mezahirine şümûlü yâni KAB-E
KAVSEYN’in MEVÂKI-İN-NÜCÛM’da resmedilişi bâzı kişilerce caiz görülür. Yâni,
Cenâb-ı Hakk’ın Celâl ve Cemâl’inde tasarrufu birbirine eş değerde cereyan
eder, hayır ve şerde gerçek fail Allah’tır.
Hazerât-ı
Hamse, isimlerin tecellisine göre tezahür eder. Bu tezahür ya doğruluk veya
dalâlet olmak üzere iki yolda vuku bulur.
İnsanlar
milk âleminde, tavır ve hareketlerde, iş ve ahvalde yekdiğeriyle birlikte
oldukları gibi cenneti elde etme ve cehennemin idrâkinde de bu alâka ile
birliktedirler. İnsan doğruluk yolunda diyanet, ibadet, itikat ve iman cihetine
yönelir.
Dalâlet
yolunda ise, küfür, taşkınlık ve isyan tarafına yönelir. Her ikisinde milkin
nisbeti kesilmiş değildir. Akıl, anlayış, görüş, işitip görme, bunlar mümin ve
kâfirde müşterektir.
Nâsûtiyet;
insanlarda müşterek olup, doğru ve yanlışta bir inanışa bağlılıktan ibarettir.
Olayların cereyanında lâhûtiyet ve ceberûtiyet-i a’lâ cihetleri vardır ki, her
ikisi de mümin ve kâfire erişmiş olabilir. Zira, bunlar akim tezahürleridir. HE
harfi urûc ederse NÜBÜVVET-İ MUTLAKA VE MUKAYYEDE olan NUN harfine vâsıl olur.
VAV : Mevâkı-in-nücûm’da
velayet harfidir. İki nevidir. Birisi VAV-I MÜSTA’LE, diğeri VAV-I MU’TELE dir.
Vav-ı
müsta’le : Bir şeyin vücut bulmazdan evvelki hakikatidir.
Vav-ı
Mu’tele : Bir şeyin vücut bulduktan sonraki hakikatidir. Nitekim, ŞEY’ÎYET-İS-SÜBÜT
a VAV-I MÜSTA’LE, ŞEY’İYET-İL-VÜCÜD a VAV-I MU’TELE denilir.
Velayet
: Sırât-ı müstakıyme sâlik olmaktır ki, bu hal velayetin en mühim bir nokta ve
hareketidir. Bir velî Sırât-ı Müstakıyme sâlik olarak mertebeleri aşabilir. VAV
harfinin medarı ELİF harfidir. VAV harfi urûc ederse İNSÂN-I KEBÎR, KEMÂLÂT-I
İNSÂNÎYE olan SÎN harfine vâsıl olur.
ZE : NÜFÛS-U CÜZİYE dir. Bu da yedi
mertebedir. Nefsin bu mertebeleri sırasıyla: Emmâre, levvâme, mülhime,
mutmaine, râdiye, mardiye ve sâfiye’den ibarettir. Bunların her biri
makamlarına göre münasip kisvelere bürünürler. Meselâ: Emmâre bir kisvedir ki,
gayetle zülmânidir. Levvâme biraz parlakça, mülhime daha parlakça, mutmaine ise
seher vakti gibidir. Zira, itminan da zandır. Lâkin zanların sonudur. ZE harfi
urûc ederse NÜFÛS-U KÜLLİYE olan AYIN harfine vâsıl olur.
HA : FAZL-I
TEKVÎNÎ dir. Yâni varlığı gözle görülen el, ayak, göz, kulak gibi organların
kendi hassalarını ve istidatlarını hâmil olmalarıdır. HA harfi urûc ederse
FAZL-I MELEKÜTÎ olan FE harfine vâsıl olur.
Tl : ÜMMET-İ
CÜZİYE-İ MÜŞAHHASA’dır ki, İlâhî teklifleri yapmayı kabul eden tam bir istidat ile
mücehhez şahıs demektir. Tl harfi urûc ederse ÜMMET-1 KÜLLÎYE-İ MÜŞAHHASA olan
SAD harfine vâsıl olur.
YE : Onlar basamağının ilk harfini
teşkil eder ki, bu ATÂ-YI ESMÂ’dır. ATÂ-YI ESMÂ, sübût âleminden vücut âlemine
neşren nüzulde hâsıl olan eserdir ki, bununla, tesir edeni anlamak mümkün olur.
Meselâ: Eşyanın görünüşüne göre arzettiği şekil ve heyettir. Şahsın ilminin, o
şahsa delâlet ettiği gibi. YE harfi urûc ederse SEDENE-İ SEB’A, SEDENET-ÜL-ESMÂ
olan KAF harfine vâsıl olur.
KEF : ATÂ-YI SIFÂT’tır. Bu, haricin
tesiriyle şühut minberlerinde teşekkül edip haşre dayanan şeydir.
Bir
şeyin istidadı nisbetinde tecelliye mazhar olarak meydana gelmesi ATÂ-YI
SIFÂT’ın eserlerindendir. Meselâ: Bir tohumun ekilmesine uygun yerde büyüyüp
yetişerek ürününü vermesi gibi. Yaratılmış olan bu şey, hakikatini kendi
nefsinde gösterir. KEF harfi urûc ederse, KEVN, MÜKEVVEN-I MÜSTEVHİBE olan RI
harfine vâsıl olur.
LÂM : Harfi,
ELVÂH-I SEB’A ’yı gösterir. Bunlar, lâm-ül akıl, lâm-ül vesiyle, lâm-ül kitâb,
lâm-ür- risâle, lâm-ül ilim, lâm-ül mahv ves-sebât, lâm-ül-mârifet olmak üzere
yedi levhden ibarettir.
LÂM
harfi, insanın akla, aklın ilme, ilmin hayır ve şerre nisbet ve onu idrâki
gibidir. Lâm-ül istidâd bir mirattır ki, mukabilinde olan eşyayı aks ve talim
ile gösterir.
LÂM
harfi urûc ederse, TESHİK-I-HAVÂYİC olan ŞIN harfine vâsıl olur.
MİM : MEVÂKI-IN-NÜCÛM’un
risâlet harfidir. Bunun iki cenahı vardır. Birisi CENÂH-I
MELEKÜTİYET-ÜL-KÎTÂB’dır ki, LÂM harfine istinat eder. Diğer cenahı insanın vücududur.
Bedene ait zorunlu ihtiyaçları kapsayan CİM harfine nüzûl eder ve beşerle
ilgili emir ve hükümleri üzerine almış olur. Kur’ân’da 18/ 110 : «...İnnemâ ene
beşerün mislüküm...» (Ben de ancak sizin gibi bir insanım.» buyurulduğu gibi.
Cenâh-ı
ulvîsi LÂM harfine aksetmiş olan MİM, Cenâh-ı nüzûlîsi CİM harfine aksetmiş
olan MİM’dir. Her iki tarafı da risaletle kaimdir. Nitekim LÂM-ÜL- KİTÂB resule
mahsus nüzûlî bir kitap olduğu gibi.
Nebilerin
ve resullerin akıllarına KİTÂB denilir. Zira, enbiyalarm akılları kitabın,
vahyin ve hitabın ineceği yerdir. Keza, nebiler ve resuller, CÎM’in zarurî
ihtiyaçları üzerine risaletini sabit olarak muhafaza ederler. Zira, beşeriyetin
muhafazası CİM’e dayanır. Risalet ve vahyin muhafazası için AKL-I
KÜLLİ-İ-MUHAMMEDİYE olan LÂM harfi de MİM harfine aksetmiş olarak
görünmektedir. MİM harfi urûc ederse TESHİK-I UNSURÎ olan TE harfine vâsıl
olur.
NUN : MEVÂK-I-İN-NÜCÜM’un nübüvvet
harfidir. Nübüvvet, ya mutlaka (kayıtsız, şartsız) veya mukayyetle (kayıtlı,
bağlı) olur. NUN harfinin medarı VAV harfidir.
NUN
harfinin insana olan münasebeti, medarı nisbetindedir. Nübüvvetin medarı olan
VAV-I VELÂYET, NÜN-U NÜBÜVVET ile NÜN-U-ÜMMET arasmda bir vasıtadır. Zira,
velâyetsiz ne nebî ve ne de ümmetle münasebet peyda olamaz. Milkin, melekûtun,
nâsûtun, lâhûtun ve ceberûtun üstünde olan İlâhî âlemler, peygamberlerle
gizlenmiştir. KELÎMÂT-I RÜSÜL hucübât-ı nübüvvettir, bunun üstüne çıkamaz.
Risalet ve nü-büvvet, ÂLEM-İ CEBERÜT-ÜL-ESMÂ’nın manevî tesirinde birbirlerine
dengeli bir vaziyet almışlardır. Nübüvvetin üstünde risalet vardır. AYIN,
GAYIN, SİN, ŞIN harfleri NUN harfinin müşahhasatıdır. Zira bu dört harfin her
birinde NUN harfi vardır. NÜN-U NÜBÜVVET, hayırda ve şerde bu dört harfe
istinat eyler, bunlar TESHİK-I NÜBÜVVET’tir. NUN harfi urûc ederse TESHİK-I
HAZERÂT, MÜHMİLET-ÜL-HAKAYIK olan SE harfine vâsıl olur.
SİN : KEMÂLÂT-I İNSÂNİYE’dir. İnsan,
kemâli veliyyullah olmakla kazanır. SİN harfini, (Riyâzî değer bakımından) iki
LÂM harfi teşkil eder. Bunlardan birisi LÂM-ÜL-VÜCÛD’dur ki, insanın eşbaha
(şahıslara, vücutlara) ve CİM’in vücuda münasebeti gibi. Diğeri
LÂM-ÜS-SÜBÛT’tur ki, ruhaniyet, hakikat ve mânâ bununla kaimdir. CİM’in LÂM’a
olan münasebeti gibi.
Vücud
ve sübût (ruh), bir velinin iki ayağındaki nalın gibidir. Bu iki ayakla mânen
rütbeler ve dereceler geçildiği zaman, İlâhî döşeme, yaygı (bisât-ı İlâhî)
üzerinde, Kur’ân’ın 20/12 : «...Fahlâ’ na’leyke...» (ayağındakileri
çıkar.) güzel hitâbı ile muhatap olarak her ikisinden soyunur ve CEBERÛTİYET-İL
A’LÂ derecesine yükselir. Zira bu mukaddes vâdidir. SÎN harfi urûc ederse
İNSÂN-I EKBER, FAZL-I VELÂYET-İ KÜBRÂ olan HI harfine vâsıl olur.
AYİN : NÜFUS-U KÜLLİYE-İ MELEKÛTİYE’
dir. AYIN harfi Mim-i risâlet ve Lâm-ı kitâb ile bir araya gelirse İLİM hâsü
olur. Bunun her iki tarafı dengelidir. (Riyazî değerlere göre: AYIN harfi = 70,
LÂM harfi 30 + MİM harfi 40 = 70). Lâkin bir tarafı zulmânîdir. (AYIN) yâni
meçhul tasavvurlardır; diğer tarafı nuranîdir (LÂM ve MİM) yâni bilinen
tasavvurlardır. AYIN harfi urûc ederse HURÛF-ÜL-MÜSTEVLİYET-ÜL-MUTASADDIKA olan
ZEL harfine vâsıl olur.
FE : FAZL-I
MELEKÛTÎ’dir. Fazl-ı tekvînî ile el, ayak, göz ve kulak gibi azalarını
istidatları dolayısıyla devamlı çalışıp çaba göstermeleri kendilerini bir
melekûtiyete ulaştırır ki, bu FAZL-I MELEKÛTÎ’dir. Meselâ: Bir şahsın eliyle kalem
tutmaktaki kabiliyeti
FAZL-I
TEKVÎNÎ, o kalemi usulüne göre kullanarak ve güç sarfederek güzel yazı yazmak
hususunda kazanacağı meleke ve yatkınlık da FAZL-I MELEKÛTÎ’ dir.
FAZL-I
MICLEKÛTÎ urûc ederse TESHİK-I FAZL-I TEKVÎNÎ, DAHVET-ÜL-HAYÂT olan DAD harfine
vâsıl olur.
SAD: ÜMMET-İ KÜLLÎYE-İ
MÜŞAHHASA’dır. Milletin bütün ferdlerinin tek bir insan gibi aynı düşüncede bir
varlık kazanmaları gerekli olduğundan, ümmetin ibadetler kısmına niyet ve
amelde birlik olmaları gibi kitap, itikad ve memleketin kanun ve nizamlarına da
uymaları şarttır.
SAD
harfi urûc ederse ÎHÂTA-İ MUHAMMEDÎYE olan ZI harfine vâsü olur.
KAF : Yüzler basamağının ilk
harfidir. SEDENET-ÜL-ESMÂ, SEDENE-İ SEB’A’dır. Bu da güneş gibi latif bir
cisim, melekûtiyet-ül-mânâ ve külliye-i Muhammediye’dir. FEYYÂZ-I MUTLAK,
eşyada ve cisimlerde ne türlü feyz teati ediyorsa FEYYÂZ-I MUKAYYED de ruhlarda
ve mânâda aynı manevi tesirleri yerine getirir. O hakikatin, o isimlerin
sedenesinden gelen FEYZ-İ MUKAYYED onu ruhlar âleminde tahakkuk ettirir.
Nitekim, Kur’ân’ın 97/4 : «...tenezzelülmelâiketü verrûhu...» (Melekler ve ruh
inerler..) âyeti bunu gösterir.
Hayata
yararlı olan toprak, su, hava ve hararetin vücudun sarfettiğini yerine
koymaları gibi ruh da mânâdan bir hayat ile bedende tasarruf eder ve öncekinde
olduğu gibi hiç bir şeyde noksanlık göstermez. Ruh bölünmeksizin hücreleri ve
cisimleri tasarruf eder. Nitekim, tabiatta hiç bir yer sebepsiz olarak havasız
kalmadığı gibi, ruh da böylece, istidadı olan unsurları bayatsız bırakmaz.
Buradan gelen feyz ve terbiye, insanın ilim ve din hakikatlerinde mukayyed
olduğu mabettedir. Bu feyz, insanı, vücut âleminden hakikat ve mânâ olan ruhlar
âlemine yükseltir ki, halk dilinde buna Âhiret denilir.
Feyyâz-ı
mutlak güneştir. Feyyâz-ı mutlak ve mukayyeddeki bu müşterek feyz kesilmeksizin
sonsuz olarak mutlaktan mukayyede ve mukayyedden mutlaka cereyan eder. Cenâb-ı
Hakk’ın ihsan etmiş olduğu bu feyz müstait olduğu vücut ile yaradılış âleminde
zuhura gelir. Cisimlerin çekirdeğe, çekirdeğin cisimlere olan, Rabbinin izni
gibi, bu değişiklikler de gayrılık iledir. Kur’ân’da, 14/48 : «Yevme
tübeddelül’ardu gayrel’ardı...» (Yerin başka bir yerle değiştirildiği günde)
yüce âyeti bunu gösterir. Zira, intişarından önce, bitkinin dalları, kökleri ve
damarları çekirdeğin veya tohumun içinde ne onun aynıdır ne de ondan ayrı ve
başkadır. Yâni, hakikat ve mânâ bakımından başka, vücut ve intişar bakımından
aynı da değildir. Eğer aynı olsa idi SİDRET-ÜL-MÜNTEHÂ’da, yâni ekildiği yerde
intişar ederek vücudunu tamamlamak için haşrolmazdı. Haşrdan sonra aynı olmak
veya gayrı olmak gerekmez. Zira bu, aynı cereyandan gelen müşterek bir
vücuttur.
KAF
harfi ile yüzler basamağında bulunan diğer harfler, HURÜF-U LÂHÛTİYE yâni
insanların ulaşabileceği en son merhale ve her şeyin teshikı ile ilgili
olduğundan bu makamda urûc yoktur. Ancak melekûtiyet ve nâsûtiyet mertebelerine
nüzûl vardır.
RI : MÜKEVYEN-İ MÜSTEVHİBE’dir. Bu
makam, amel ve ubûdiyetin son noktasıdır. Kul rabbine burada ulaşır;
Kevnûniyet-i abd ile Kevnûniyet-i rabb’in kavuşma mahallidir.
ELİF-LÂM-MİM-RA’daki RI harfi gibi. Zira RI; aklın, mezâhir-ül-vücûdun lâm-ı
istidadına makûsu bir mükevven, yâni bir vücuttur. Kur’ân’da, 53/42 : «Ve enne
üâ rabbikel müntehâ.» (Doğrusu sonunda Rabbine varılacaktır.) buyurulmuştur.
Buradaki İNTİHA besmelenin BA’sının, RAHMÂNİRRAHÎM’in RA’sına urûcu gibidir.
Bunun üstünde kulun çalışması düşünülemez. Zira, kulun kendisine mahsus olan
MAKAM-I MAHMÛD’u buraya kadardır. Kur’ân’ın 15^ 99 : «Va’büd rabbeke hattâ
ye’tiyekelyakıynü» (Ölünceye kadar Rabbine kulluk et.) yüce âyeti bunu
gösterir.
ŞIN : TESHİK-I-HAVÂYÎC’dir.
Helâl ve haram burada meydana çıkar. Helâl, BASIYRET-ÜL-VÜCÜD olan LÂM harfine
nüzûl ederek, iyi ve güzel surette birlikte olur.
Haram
ise, VESÎLET-ÜL-VÜCÜD olan LÂM’a nüzûl ederek MAHV-Ü-HELÂK mevkiine ve
ESFEL-ÜS- SÂFİLİN (Cehennem) olan KİTÂB-ÜL-FÜCCÂR’a iner.
ŞIN,
beşerî gücün üstünde bir âlemdir. ŞIN, GAYIN harfleri nübüvvet menzillerinin
sonu olduğundan bu konuda verilen haber ve tasavvurların çok fevkindedir.
«ÜBİTÜ İNDE RABBÎ YETÜ’MİNÎ VE YÜSKIYNλ şerefli hadisi bu mânâyı bildirir ve
nübüvvete olan münasebeti gösterir.
TE : TESHİK-I-UNSURÎ’dir.
Yâni, vücudun bu’diyetle görünmesidir. Meselâ, ihtiyarlık döneminden çocukluk
zamanını görmek ve küçüklüğünün hallerini düşünmek gibi mânâları ihtiva eder ve
İlâhî tekliflerin sonudur. Bunun üstünde külfet yoktur. Yâni, tasarruf ve
iktidar yoktur.
Yemin
ve kasem harfleri TE’ye kadardır.
VALLÂHİ’deki VÂV-I KASEM, (Allah hakkı için) mevakı-in-nücûmdan
velâyetin mahsulü olan kemalâttan mahrum kalmayı istemek demektir.
BİLLÂHİ’deki BÂ-YI-KASEM, ubûdiyetten ve rübûbiyetten istifade
etmiş olduğu kemalât-ı rübûbiyetten mahrumiyetine yemindir.
TALLÂHİ’deki TÂ-YI-KASEM, Resûlullâh’ın ilminin nihayeti olan
TESHİK-I RİSÂLET ve UNSURÎ’nin kendisine ihsan edeceği kemalâttan mahrum
olmasını istemek ve söz vermek demektir. El iyâz-ü billâh (Allah’a sığınırım).
SE : TESHİK-I
HAZERÂT, MÜHMİLET-ÜL-HAKAYIK ’tır. Bunlar, insanın fikir ve zihninin
ulaşamayacağı derecede yüce bir hakikattir ki, onu vücuda getirmekle mükellef
değiliz.
HI : FAZL-I
VELÂYET-İ KÜBRÂ, İNSÂN-I EKBER’dir. Bu makam, insanlıkla ilgili olgunluğun ve beşerle
ilgili hakikatlerin en üst mertebesidir. Bir velî bundan ileriye geçemez.
Bu
kemalât-ı velayete yükselen zat iki türlüdür. Birisi MÜSTAĞRAK diğeri
MÜSTERCİ’dir.
Birinci
kısım, İlâhî yüceliğin tecelliyatı altında yok olmuştur. Bunlar, beşeriyetten tamamıyla
soyunmuşlar, melekûtiyetin üstünde bir makama sahip olmuşlardır. Kemâlin
alâmeti olan bu zatlar parlak yıldızlar gibidir ki, din semasında bir nur
gösterirler. Evvelce bildirildiği gibi ÜBÎTÜ İNDE RABBÎ YETÜ’MİNÎ VE YÜSKIYNÎ
şerefli hadisi bunların kemalâtını bildirir ve açıklar.
İkinci
kısım müsterci’dir. Yâni, yüce velilik âleminden kemalâtiyle beraber beşeriyet
âlemine geri dönüş* tür. Buna ŞEYH-1 MERCÛ’ denir. Bunlar hal ve hare*
ketlerinde, görüşüp konuşmalarında âhâd-î nâs yâni avamdan kimse gibidirler.
Nitekim, Hz. Ali’nin şanında Peygamberimiz Efendimiz «Kün keâhâdinnâs» buyurdu.
Cenâb-ı Hakk, bunların şânında Kur’ân’da, 24/37 : «Ricâlün lâ tülhîhim
ticâretim ve lâ bey’un an zikrillâhi...» (Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş
Allah’ı anmaktan alıkoyar...) buyurmuştur. Onları hiçbir şey Cenâb-ı Hakk’tan
gafil eylemez. Zira, kalblerinin hiçbir şeyle ügisi kalmamıştır. Yalnız hissi
ve hayatı vardır.
Bunlardan
bâzıları CEZBE (kendinden geçme) hâlindedir, Bayezid Bistâmî Hz. gibi. Bâzıları
da SAHV (His âlemine dönüş) halindedir, Cüneyd Bağdâdî, Mevlânâ Seyyid İbrahim
Desûkî ve Abdülkadir Bicilî Hz. gibi. Bu örnekleri göstermemiz işitmekle olan
idrâkinize nisbetledir. Zira, böyle mânânın anlaşılmadan ve açıklık kazanmadan
temsili, fıkıh âlimleri indinde ıztırap vericidir. Fakat burada, maksat sizin
işitmenizde hâsıl olan mânâ ile temsildir.
ZEL : Bu harfe HARF-I
MÜSTEVLİYET-ÜL- MUTASADD'IKA denilir ki, mahalline göre tenevvü eder. Bâzı
yerde MÜSTEŞRÎKAT-ÜL-HAYAT olmakla yardım edici olur. Kur’ân’da, 82/4: «Ve
izelkubûrü bu’siret.» (Kabirlerin içi dışa çıktığı zaman) buyurulduğu gibi.
Bâzı kere de MÜSTENBİET-ÜL-HELÂK olmakla mahv ve helâki gösterir. Kur’ân’da,
100/9 : «Efelâ ya’lemü izâ bu’sire mâ filkubûr» (Kabirlerde bulunanların
çıkarılacağını bilmezler mi?) buyurulduğu gibi. Bazan da ahvalde tasarruf atım
gösterir. Kur’ân’da, 81/1-6 : «İzeşşemsü küvviret; Ve İzennücûmünkederet; Ve İzelcibâlü
süyyiret; Ve İzel’ışârü uttilet; Ve İzelvühûşü lnışşiret. ve izelbihârü
sücciret.» (Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman; yıldızlar düşüp, söndüğü
zaman; dağlar yürütüldüğü zaman; doğurması yaklaşmış develer başıboş
bırakıldığı zaman; yabanî hayvanlar bir araya toplandığı zaman; denizler kaynaştığı
zaman.) buyurulduğu gibi vakit ve şartlı bulunur, ama hepsinde feyzin mecrası
KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDİYE’dendir. Bu’ ZEL harfi NÜFÜS-U KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDİ YE’nin
ihatasıdır. Kur’ân’ın 9/128 : «Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm...» (Ey
inananlar! And olsun ki, içinizden size bir peygamber gelmiştir.) yüce âyetinde
NÜFÜS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDÎYE’yi muhit olan nefis, külliye-i Muhammecliye
ihatası dairesinde bulunduğunu gösterir. Zira Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) âlemlere gönderilmiş olduğundan her âlemde risâlet eserleri müşahede
olunur.
İZ
kelimesi MÜSTEVLİYE-İ MUTASADDIKA-İ- KÜLLÎYE’dir. Fakat, mezâhir-ül-vücûd ile
vücuda ve zuhura gelir ki, o da ELİF’tir. Zira, eşyaya akseden
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin nurudur. O nur ile eşya kendisinin müstait olduğu
hakikati gösterir. Meselâ: Bâzı toprak ve taş parçalarından demir zuhura
geldiği gibi. Yahut buna mümasil olan bütün eşya bu nevidendir. Bâzan da akıcı
olan madenlerden cıva, kurşun ve kalay gibi şeylerdir.
DAD : TESHÎK-I FAZL-I TEKVİNİ,
HAKİKAT-I NUR, MEDÂR-I FEYZ ve DAHVET-ÜL-HAYÂT’tır. Buna, AKL-I KÜLLİ ve NÜR-U
MUHAMMEDİ de denilir. VELFECRİ, VELLEYLİ gibi işbu DAHVET-ÜL- ITAYÂT, İlâhî
âlemlerin sadr-ı evvelindendir. Cehaletin karanlığı insanları ne derece
sararsa, risâlet ve Mulıammediyet nurları da o nisbette parlayarak her hakikati
aydınlatır ve meydana çıkarır.
ZI : Ya İHÂTA-İ-ŞUÜNÂT-I
MUHAMMEDÎYE veya MUHIYTA-İ-MÂNEVİYE-İ MUHAMMEDÎYE’dir. Hayır ve şer ile
donanmış, emir ve yasakla kendini gösteren bir hakikattir.
GAYIN : İnsan; aklın ötesinde olan ve
beşerin takat ve tahammülünün üstünde bulunan şeylerle mükellef olmadığından
ŞIN ve GAYIN harfleri VECİZET-ÜL- HURÜF da dahi açıkça görünmüyor. Onun için bu
harflerin söylenişine göre anılmasında ve hat olarak imlâsını yazmakta hayret
içindeyiz. Ama, VEŞŞEMSİ’nin ŞIN’ı, harflerin derecelerinde kendini müstağni
gösterdiğinden ÂLEM-İ RAHMUT’dan; FEYYÂZ-I MUTLAK’ın feyze vasıta olmasıyla
İlâhî âlemden sayılır. VEŞŞEMSİ’nin SİN’i de insanlıkla ilgili olgunluğu teşkil
eden MELEKÜT-ÜL-İNSÂN’dır. MİM harfi dahi kemalât derecelerinin üstünde olan
risâleti gösterir.
Allahümme
salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve âl-i seyyidinâ Muhammed.
Biadedi halkıke ve rizâi nefsike ve vezineti arşike ve midâdi kelimâtike yâ
erhamerrâhimîn.
MEVÂKI-İN NÜCÛM
Mevâkı’:
Bir şeyin esası ve menzilidir. Varidat ise nücûmdur. Meselâ: İnsanın kalbi
Kur’ân’a mevki ve menzildir, Kur’ân ise nücûmdur. Kur’an; lisana gelen, sübhan;
kalbe gelendir.
Rübubiyette
ve ubûdiyette lisan ile öğrenilen bilgiler ve olgunluk, insanlıkta urûcu
gerektirdiğinden husûle gelen FAZL-I TEKVİNİ ile kalb, SÜBHAN sözünün mevkii
olur.
SÜBHAN
kelimesi mânâ, hakikat ve vahyin menzilidir. Buna görünürde en basit örnek :
Bahçıvan
ekeceği fideler için bir mevki tertip ederek hazırlar. Bu yerin NÜCÜM’un
gelmesine elverişli olması lâzımdır. Oraya dikilecek fideler NÜCÜM gibidir.
Dikilen
bir fidenin yetişip büyüyerek kemâle erişmesi ona SÜBBÜHİYET’ten gelen feyz
iledir.
Mevki
ile fidenin arasında cereyan eden haller görünüş bakımından KUR’ÂN’dır.
Kur’ân’da, 75/16,17 : «Lâ tüharrik bihî lisâneke lita’cele bihî. İnne aleynâ
cem’ahü ve kur’ânehü.» (Ey Muhammedi Cebrâil sana Kur’ân okurken, unutmamak
için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle) buyurulmuştur. Fidenin
şâmil olduğu hayat, ilim, kudret... gibi sübût sıfatlarına dayanarak
SÜBBÜHÎYET’den aldığı feyzler, SÜBHAN’dır. Bu mânâya göre: Fidenin yetişip
gelişmesi ve hareketiyle ilgili şartlara bilgili olmak bir nevi teşbihtir.
Bunun teşhis edilmiş vücudu subhandır ki, bu da urûcîdir. Eğer urûc etmemiş
olsa fidenin hâmil olduğu hakikat ve nimet nasıl zuhura gelir? Bu zuhur, onu
toprak altından yeryüzüne ulaştırır. Zira, onun mirâcı ve en üst mertebesi
insandır.
Mevkilerin
müstait olduğu kuvvet ve diğer ihtisasatından (duyumlardan) açık olarak
anlaşılan kucaklaşma, SÜBBÜHİYET ile hâsıl olmuştur.
SÜBBÜHİYET
: Feyyâz-ı-mutlak’tan peyderpey tedavül ederek insana ulaşan İlâhî bir
yardımdır. Kur’ân’ın 17/1 : «Subhânellezî esrâ biabdihî leylen..» buyurulması
mekân için her halde düşünülmüş bir bedendir. Onun için âyetin devamında:
«Minelmescidilharâmi ilelmescidil’aksâ...» buyurulmuştur.
Zaman
da bölünmeyi, kısımlara ayrılmayı kabul eder desek, bu cihet derin bir
tefekküre muhtaçtır. Nitekim: Kur’ân’ın 17/78 : «İlâ gasakılleyli ve
kur’ânelfecri inne kur’ânelfecri kâne meşhûden» yüce âyeti, bölünmeyi kabul
etmez. Fakat, hıyn, delir, leyi, nehâr gibi hususlar hasr ve tayin içindir.
Yoksa bunlar zamanın bölündüğünü göstermez. Zira, mevcut olan bir şey bölünmeyi
kabul eder. Akşam, gün ve şimdi gibi kelimeler, özel zamanları içine alan
kelimelerdir.
Kur’ân
ve sübhân kelimeleri müşahhasât-ı vahiydendir.
Kur’ân;
insana mahsus olan azalarla anlaşılır. Sesin kulağa, konuşmanın dile nisbeti
olduğu gibi.
Sübhân
ise, insana gelen ilimleri ve maarifi, hayvanları ve bitkileri hulâsa her şeyi
kapsayan bir mânâdır.
***
Mevâkı-in
nücûm harfleri ya müteherrik yahut sâkin olur. Müteharrik olanlar üç nevidir:
Birincisi
: ŞİBH-İ MÜTEHARRİK’tir ki, ya lüzûmen (gerekli olduğundan) müteharrik veya
iltizâmen (kendisi için lüzumlu sayıldığından) müteharrik olur, bitkiler ve
ağaçlarda olan hareket-i ihtisâsiye gibi.
İkincisi
: MÜTEVÂZİN-ÜL-HAREKE’dir ki, bu MİM, NUN ve VAV’dan ibaret olmak üzere üç
harftir. Bu harflerin isimlerini teşkil eden MİM, NUN, VAV kelimelerinde ve her
iki harf arasında mütevazin (birbirine denk) olarak hareket-i-lüzûmiye görülür.
MİM kelimesinde iki MİM ile bir YE vardır. MİM harfinin birincisine
MİM-İ-RÎSÂLET-İ RAHMET, İkincisine MİM-İ KİTÂB yâni RİSÂLET-İ ÖRFÎ ve
aralarındaki ATÂYI-ESMÂ’ya müşabih olan YE’ye de medar denilir. Bu MİM-İ
RİSÂLET’in urûcî ve nüzûlî olarak LÂM ve CİM harfleri gibi iki müşahhasatı
vardır. Risâletin nüzûl-ü-müşahhası CİM’dir ki, MİM harfine müstenittir.
Risâletin merkezi, insaniyet ve beşeriyettir. Bu da HAVÂYİC-İ ZARÜRİYE-İ
BEŞERİYE’yi iltizam ettiğinden medâr-ı maişeti CİM’dir. CİM harfi beşerle
ilgili zarurî ihtiyaçlardır ki, her insan bu daire içinde döner. Zira, insan
gıdasız yaşayamaz.
ULVİYÂT-I
MUTLAKA’da MİM harfi LÂM-ÜL- KİTÂB’ı gösterir bir derece ve bir rütbedir.
Nitekim beşeriyette MİM harfinin urûcunu gösteren LÂM harfidir ki, akl-ı külli,
ulûm-n risâlet ve kitap gibi melekûtî ihtiyaçlar ve İlâhî teklifler ile beraber
bulunur.
MİM
kelimesinin birinci MİM harfi, FEYYÂZ-I MUTLAK’tan iktibas olunmuş olup bu,
MİM-İ MÜSTERSİLE’dir. İkinci MİM ki, LÂM’a istinad eden MİM’dir, feyyâz-ı
mukayyetten iktibas olunmuştur. MİM-İ RİSÂLETin LÂM-ÜL KİTÂB ile muvazenesi
KİTÂB-ÜL-EBRÂR’da oıan VÜCÜD-U-MÜKTESEBÎ-İ MUHAMMEDİ ile birbirine denk
olmasıdır. Bu A’LÂ-YI ILLÎYİN (Cennetin en yüce ve en kutsal makamı) ’in
karşısındaki MİM’e, MİM-İ MÜSTERSİLE denilir ki, risâlet ve vücûd-u müktesebîsi
ile vücûd-u mevhûbesi arasında hâsıl olan mülâkat eseridir. Ancak, MİM-İ
MUHAMMED' ikidir: Birisi HA’dan öncedir. O, RİSÂLET-İ ÖRFİYE’dir. FAZL-I
TEKVİNİ bu MİM’e müsteniddir. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ilk iki
harfi olan MİM ve HA harfleri gibi. Birisi de MİM-İ-RİSÂLET-İ-RAHMET’tir ki,
DAL harfi ona isnad olunmuştur. MİM, DAL gibi. Fakat HA, MİM’in HA’sı
Muhammed’in RİSÂLET-İ RAHMET MİM’ine muzaftır.
MÜTEVÂZİN-ÜL-HAREKE’nin
üç harfinden İkincisi NUN’dur ki, bu iki NUN’dan her biri diğeri ile mütevazindir.
Birincisine NÜN-U-NÜBÜVVET, İkincisine NÜN-U ÜMMET dendir. Aralarındaki
HEZİYET-İ ZÂT’a benzeyen VAV’a dahi medâr denilir.
MÜTEVÂZİN
- ÜL - HAREKE’nin üçüncü harfi VAV’dır ki, HEZİYET-İ ÜMMET gibi bu da ümmetin
mahsulü, olan velâyet harfidir. Birinci VAV; VAV-I MÜSTA’LE, ikinci VAV; VAV-I
MU’TELE’dir. Aralarındaki ŞUÜNÂT-I ZÂT’a benzeyen ELÎF-I MÜSTERSİLE dahi
medarıdır. Zira, VELÂYET-İ KÜLLİYE-I MUHAMMEDİYE’den VELÂYET-İ SUGRA’ya feyz ve
bereketin gönderilişine sebep olan bu ELİF-İ MÜSTERSİLE, halk-ı azimden
ibarettir.
MEVÂKI-İN-NÜCÜM
harflerinin üçüncü nevi MÜTEŞÂBÎH-ÜL-HAREKE’dir. Bunlar da üçer akabe
üzerinedir. Birincisi: ELİF, BE, CİM muakkıbâtıdır (birbirini takip eden
harfler). MEZÂHİR-ÜL-VÜCÛD olan ELİF harfinin bir çok nevileri vardır ki, adeden
10’a baliğ olur. Bunlar ELİF-İ-MÜŞTEREKE, ELİF-İ-İSTİGÂSE, ELİF-İ-NEDBE,
ELÎF-İ-MUTTASILA, ELİF-1- MUNFASILA, ELİF-İ-MÜTEADDİYE... gibi bu muakkıbâtın
evvelki akabesinin İkincisi ubûdiyet ve rübûbiyet tekâlifi ile mükellef olan BE
harfidir ki, ELİF harfine istinad eder. BÂ, TÂ, SÂ gibi.
Beşeriyette
esas, ubûdiyet ve rübûbiyet olmakla BE harfi ATÂ-YI SIFÂT’a urûc ederse
sıfatların muhassalası (neticesi) olan KEF harfini gösterir. BE harfi insanın ya
geçimi ile ilgili hareketidir veyahut diyanet cihetinden emir ve yasaklar gibi
olan şeylerdir. BE harfi on misli urûc ederse KEF harfine vâsıl olur. KEF
harfinin ubûdiyet ve rübûbiyet cihetleri ki, yirmişerden kırk eder. İki KEF bir
araya gelirse MİM olur. MİM harfi yüzler basamağına urûc ederse TE’ye vâsıl olur
ki, bu da TESHİK-I RİSÂLET’tir. Kitabın bir tarafı beşeriyet, bir tarafı da
melekûtiyettir. Beşeriyet, melekûtiyete urûc ederse o da onun kendi miratında
görünür.
TE
harfi, kitâb-ı-müseccel olan vücuttur. Bütün vücut, her üç ay on günde bir
kerre tayeran eder, gider; yerine ATÂ-YI SIFÂT olan hafaza melâikelcri gelir ve
ruh da bir taraftan tayeran eder. Kitâb-ül-ebrâr’ın a’lâ-yı ıllîyine tayeranı
gibi. Diğer taraftan tayeranın yerine kaim olmak için bedel-i mâ-yetehallel
onun yerini doldurur. Ruh da bedel-i mâ-yetehallele hayat vererek vücut ile hem
renk eder.
Bedel-i
mâ-yetehallelin makamına kaim olan ruh ile vücut eksilmez, eski hâli üzere
cereyan eder. Nitekim, bir havuza akan sular o havuzu doldurup aktığı gibi
insanın vücudu da o veçhile hiç bir şey zayi etmeksizin varlığını devam ettirir
ve bakan kimse daimî surette vücudunu yerinde görür.
KİTÂB-I-MÜSECCEL
de iki nevidir: Biri KİTÂB- ÜL-EBRÂR, diğeri KİTÂB-ÜL-FÜCCÂR’dır. KÎTÂB-
ÜL-EBRÂR ıllîyinde (Cennet) ’dir. KİTÂB-ÜL-FÜCCÂR ise siccinde (Cehennem)’dir.
Bunlarm ikisine de KİTÂB-I-MERKUM denilir. Yâni, değiştirici olan bedel-i
mâ-yetehallelin serrâ ve darrâ (sevinç ve sıkıntı)’ya şumûlü vardır,
hastalıklar ve sakatlıklar gibi. Tedaviye müracaatla hastalığın önünü almak ve
devamını kesmek lâzımdır. Zira hastalık, sevinçte ve sıkıntıda kendi
faaliyetini bırakmaz, korur.
Diğeri
ATÂ-YI ESMÂ ile hâsıl olan bir MÎM’dir ki, buna MİM-İ-MÜSTERSİLE ve
MİM-ÜL-KÎTÂB denilir. Bu da ATÂ-YI ESMÂ’nın icaplarındandır. ATÂ-YI ESMÂ olan
YE’nin dört misli 40 eder ki, bu da ANÀSIR-I-ERBAA’ya verilmiş olan ATÂ-YI
ESMÂ’nın sıfatıdır.
Üçüncüsü
CİM’dir. Yalnız MEZÂHİR-ÜL-VÜCÜD olan ELÎF’in hariçte olmayarak kendi nefsinde
bölünmüş olan halleridir. Bunlar, ikilik yâni zâhir ve bâtın, âbidiyet ve
mabûdiyet, hâlikıyet ve mahlûkiyet, eminlik ve korku, gaflet ve uyanıklık ve
sair kendisinde bölünmüş olup hariçte eseri görülmeyen, MEZÂHİR-ÜL- VÜCÜD’un
zahire çıkarmadığı, nefsiyle ilgili hallerinden ibarettir. Diğeri de dışardan
gelen tesirlerle o şeyde husûle gelen eserdir. Bu eser ve tesirler meydana
gelmezse o şey zâtını muhafaza edemez; açlık ve susuzluk gibi. Zira, ELİF’in
vücudunun meydana çıkması, dışarıyla temasından hâsıl olan bir eseridir.
Başkası ile konuşmada göz, kulak, el ve ayak gibi dış uzuvlardan bir başkasıyla
iştigal eden hariçteki eserler ve tesirlerin tamamı o kabildendir. Düvâl-i
erbaa gibi. Düvâl-i erbaa : Ukûd, nasb, işâret ve hutûttan ibarettir.
(Düvâl:
Tasma, kayış.
Ukûd :
Akitler, bağlar.
Nasb :
Tâyin.
İşâret :
Bir şeyi kaş, göz, parmakla göstermek.
Hutût:
Yazılar, çizgiler. )
Mevâkı-in-nücum
harflerinin üçüncü nevi olan MÜTEŞÂBÎH-ÜL-HAREKE’nin birincisi: ELİF, BE, CİM
harfleri idi.
İkincisi
: İlk üç harfi takip eden DAL, HE, VAV harfleridir ki, bunlar riyazi bakımdan
4, 5, 6 değerlerine dönüşürler. İlki, DAL inkılâbâtıdır. Hariçten olan hava,
su, hararet ve toprak gibi.
İkinci
inkılâb HE inkılâbâtıdır. Âmâ ve bâsîr, zulümât ve nur, gölge ve güneşin sıcaklığı
gibi.
Üçüncü
inkılâb VAV inkılâbâtıdır. Hayatın eserleri olan hareket ve his gibi.
Birbirini
takip eden harflerin üçüncü kısmı ZE, HA, Tl harfleridir. Bunlardan ilki
nüfûs-u-müessire ve müteessire’dir ki, nüfûs-u-seb’a’ya taksim olunur. İnsanda,
görünüş bakımından hâkim olan bedendir. Emmâre, levvâme, mülhime, mutmaine,
râdiye, mardiye, safiye gibi.
İkincisi
: FAZÂİL-ÜL-ETRÂF olan HA’dır. İnsanın göz, kulak, el, ayak gibi azalarının
istidatları ve bunlardan zuhura gelen eserler gibi.
Üçüncüsü:
Tl harfidir. İlâhî teklifleri kabul eden tam bir istidat ile mücehhez sahsa
ÜMMET-İ CÜZ’ÎYE-İ MÜŞAHHASA denilir ki bu da Tl harfidir. Onlar basamağının son
harfi olan Tl harfine gelinceye kadar olan bu bölümler insanın kendi emri ve
kendi efali ile ügilidir. Kur’ân’ın, 18/10 : «...Ve heyyi’lenâ min emrinâ
reşedâ» yüce âyetinin buraya işareti vardır.
Yazılanlar
özetlenecek olursa : Müteharrik: ya şibh-i-müteharriktir, bitkilerde ve
ağaçlarda olan hareket-i ihtisasiye gibi. Yahut, insanla ilgili hallerdir ki,
kevn ile müsademe ederek feyyâz-ı mutlaktan cereyan eden feyzlerin tesirlerini
gösterir. Bu da üç kısımdır.
Birincisi
:
İlâhî hakikat âlemlerinden, insan hakikatinin RAHMAN’dan FEYYÂZ-I MUTLAK’a
gelen nisbeti gibi.
İkincisi
:
FEYYÂZ-I MUTLAK’tan kevnî hakikatlere gelen feyz ve İlâhî yardım gibi.
Üçüncüsü
:
HEZÎYET-İ ZÂT ve HAKAYIK-I İNSANİYE’yi teşkil eden kevnî hakikat ve irfanla
ilgili eserlerdir. Burası ilerleme makamı ve teklif dairesinin esasıdır.
MEVÂKI-İN-NÜCÜM’un sâkin olan nevi, hakikat veyahut müstakırredir. Gerek
hakikat olsun gerekse müstakırre yani istikrar bulmuş olsun her ikisi de
sakindir.
Hakikatteki
sükûn, sükûn nev’idir. İnsan yazı yazmak için parmaklarıyla talim eder,
yetiştikten sonra bu istidadı orada yerleşir, bu hakiki ve kazanılmış olandır
ve sükûnet nevi ile kaimdir.
İnsanın
kazandığı sanatın hakikati üzerine eklenen şeyler, bu neviden sakindir. Ama
insanın hakikatine arız olan şeylerden bazısı ŞİBH-İ SÜKÛN gibi telâkki olunur.
Bu da, kuvvetin bedende olan tasarrufu ve cereyanından ibarettir ki, sıcak,
soğuk, açlık, susuzluk, korkaklık, yiğitlik, ilim ve edep, amel ve takva gibi
olup bunlara SÜKÛN-U MÜSTAKIRRE de denilir. Unutma vaki olmadıkça, nevi ve
sükûnet üzere mazide olan hâl, sakindir. Sâkin, öyle bir şeydir ki, kulun
tasarrufunun sonudur, onun üzerine bir şey eklenemez. Hâl ve gelecek bunun
aksinedir, çünkü istikrar yoktur.
Beşerle
ilgili hakikat sâkindir, asla hareket yoktur. Zira, eziyet ve sakatlık
olmadıkça senin parmaklarındaki istidat yok olmaz. Çocuklukta olan şey, zaman
ilerleyip yaş geçse de o yine yerleşmiştir, bir ârıza meydana gelmedikçe yok
olmaz, unutma gibi. İşitme ve görmede yansıyan sesler ve görmeler bu
nevidendir.
Mevâkı-in-nücûm
hakkında kısa bir uyarıda bulunulması gerekli görülmüştür.
Mevâkı-in-nücûm,
nücûmun vüruduna ve vukuuna hâlen ve fiilen mahal olursa, ona mevâkı’ ve
mevârid denilir. Hayat, ilim, kudret, iradet, kelâm, tekvin ve ıksat, sübût
sıfatlarından olduğu gibi sıfât-ı selbiyeden (kıdem, beka, vahdaniyet,
muhâlefetün-lil-havâdis, kıyam binefsihî) de ma’kûsen mevkiler iltizam etmiş
olur. Demek oluyor ki, insan her bir şeyin aslı ve esasıdır. İnsansız bir şey
vücuda gelmez. Zira, kâinatın özü ve büyük kısmıdır.
İnsan,
risalete münasebetiyle, KEMÂLÂT-I-MELEKÛTlYE’yi istihsal ve SEDENET-ÜL-ESMÂ
olan KAF’dan nüzûl eden mevârid ve nücûmun mahal ve mevakıi olduğundan mevakıi nisbetinde
mümtazdır.
NÜCÛM :
Ya hissen vaki olur, ya aklen vaki olur. Bir manzaraya hissen bakmanın vukuu ve
duyulan şeylere işitmenin vukuu ve diğerleri gibi.
Burada,
NÜCÜM ya İlâhî bir varidattır; havass-ı- selîme, haber-i sadık, akl-ı-selim
gibi. Bunlar bir şey üzere hissen, haberen ve aklen vaki olduklarında, o şeyde
fikren ve zihnen bir tasarruf husule getirdikte, o mevkie MEVÂKI-İN NÜCÛM
denilir. Kitap ve peygamberler, teklif ve tekellüf mevkilerinde vukuu muhakkak
MEVÂKI-İN-NÜCÛM’dandırlar. Bir milletin âdetleri ve insanın tabiatı da
mevâkı-in-nücûm’dandır. Açlık ve tokluk, sıcak ve soğuk, her şey ki, hayata
uygun olur, onlar da mevâkı-in-nücûm’dan dır. Nücûm dahi o mevkiin
gereğindendir. Yahut; mevâkı-in nücûm’nın hakiki mânâları, ilim ve hikmet
mevkileridir ki, oraya âyetler, harfler ve sûreler vârid olur. İnsân-ı-kâmil
dahi mevâkı-in-nücûm’dandır.
İnsân-ı-kâmil: İlâhî ve kevnî âlemleri bütünü veya bir kısmı ile
üzerinde toplamış olan kimsedir.
İnsan : Her şeyin ve bütün mahlûkatın düzeni, ilmi ve kevnî
hakikatleridir.
İnsan,
kütüb-ü İlâhiye ve kütüb-ü kevnîyeyi câmi olan bir kitaptır ki, ruhu itibariyle
muteber olursa ÜMM-ÜL-KİTÂB denilir. Kalbi itibariyle KİTÂB-ÜL- LEVH-ÜL-MAHFÜZ,
nefsi itibariyle KİTÂB – ÜL- MAHV VES-SEBÂT denilir. Bu bir SUHUF-U-MER-
FUA-İ-MUTAHHARA’dır ki, ona mutahharlardan tahâretiyle yaklaşmış olanlar
dokunabilirler.
İlmî
hakikatler, eğer hâline itibar edilmezse ona HURÛF-U-GAYBİYE denilir.
İlmî
hakikatler, eğer hâli ile beraber itibar olunursa ona KELİMÂT-I-GAYBİYE
denilir.
Varlık
ile ilgili hakikatler bilâ ahvâl muteber olursa HARF-I VÜCÜDİYE denilir.
Varlık
ile ilgili hakikatler eğer hâli ile beraber muteber olursa ona
KELİMÂT-I-VÜCÜDİYE denilir.
Kelimât-ı-gaybiye
ve vücûdiye’den her birerleri faydalı olan her şey üzerine delâlet ederse SÜRE
denilir.
Mevcûdât-i-vücûdiye
ve mevcûdât-ı gaybiye’nin
tafsili
itibariyle FURKAN denilir.
Bunların
tümüne KUR’ÂN tesmiye edilir.
Hakayık-ı-vücûdiye
ve hakayık-ı-gaybiye tafsili itibariyle insanda bunlar cemolduğu için insana da
KUR’ÂN denilir.
(Bu yazılanlar TÂRİFÂT-I SEYDÎ’den alınmıştır.)
***
HURÛF-U MÜSTESRİKA VE MA YETEALLAK-U ALEYHÂ MİN MEVÂKI-İN
NÜCÜM HAKKINDA
BİRİNCİ BÖLÜM :
Nücûmun
mevkilere vukuu sırasında hayâl! mânâlardan tilâl (tepeler, taş ve toprak
yığınları) ve vihâd (uçurumlar, derin vâdiler) gibi tahayyül olunur, aşırı
derecede hareket eden harfleri ve kelimeleri gerektiren âlemler zuhur eder ki,
burada aklın, fikrin ve iktidarın sarfı son derecede mühim ve iktidar sınırının
üstünde görünür.
Bu
bölüm iki kısımdır. Birisi MÜSTEŞRİKAT-ÜL- HAYÂT, diğeri de
MÜSTENBÎET-ÜL-HELÂK’tir. Gönderilen meleklerin ecnehaları (kanatları) ikişer,
üçer, dörder olduğu gibi bunlarla gönderilen âyetler de kanatlara sahiptirler.
CÂİLÜLMELÂİKETÎ RÜSÜLÜN ULÎ ECNEHATÎN MESNÂ VE SELÂSE VE RUBÂE. Bu dairenin
hududu içinde tabi oldukları kanatların sahiplerinin bâzısının iki, bâzısının
üç ve bâzılarının da dörder kanadı vardır.
İkişer
kanatlı melekût-ül-arz olan kelimât-ı muhkemât’tan NUN, KAF, SAD gibi. Bunlar
görünürde müfred ise de manen her biri Kur’ân’ı kapsamış olduklarından Kur’ân
sûrelerinin 114’ünü hâmil olmuşlardır.
Ama,
NUN’un kalemle olan malûmatı, içine aldığı Kur’ân’ın nübüvvete ve âyetlerin
ümmete mahsus olan ilimlerini gösterir ve yazar. Şöyle ki:
Birincisi
: Kur’ân’ın, 68/1: «Nün velkalemi ve mâ yesturûn» âyetindeki kalem ve kalemin
hasüâtı olan satırlarla hareket eden NUN gibi.
İkincisi
: Kur’ân, 50/1 : «Kaf velkur’ânil mecîd» Şâm yüce Kur’ân ki, Mecîd levhinden
KAF’ın göstermiş olduğu sıfat gibi.
Üçüncüsü:
Kur’ân’ın 38/1: «Sâd velkur’âni zizzikri» yüce âyetidir ki, bu da «Zizzikr»
kitap sahibidir. Yani KÜLLİYE-İ- MÜSTEVLİYE-İ- MUTASSADDIKA’ nın hükmü
altındadır.
Her üçü
de SAD Mevâkı-in-nücûm’unu teşkil etmiş olan ÜMMET-İ-KÜLLİYE-I-MÜŞAHHASA’dır.
Bu yüce SAD kelimesi muhkem bir kitaba istinat ile o kerim kitabı kucaklamış ve
her adımım ona uygun tatbik ederek onun tavır ve hareketlerini kendi üzerine
almış ve, emirler ve yasaklarla mahkûm zatların hareketleri hususuna mutabık ve
muvafık olarak Cenâh-ı mesnâ (ikişer kanat) ile hareket-i ulviyesi bulunan
yüceltilmiş bir kelimedir. Bu kanatlılardan cenâh-ı mesnâ cihetleriyle hareket
eden NUN, KAF, SAD’dır ki, bu kelimât-ı-muhkemelerin seyir ve hareketleri iki
kanata tabi olup biri itikat diğeri ameldir.
İki
kanatla devir ve seyahat ederek ulviyet ve süfliyet âlemini gösteren ve iki
tarafında iki harfi hâmil olan tahsis edilmiş risaletin fazl-ı tekvinini
gösteren HÂ-MİM sözü gibi.
Birincisi:
Kur’ân’da, 40/1: «Hâ, Mim. Tenzîlülki- tâbi minalîâhiraziziralîm» âyetindeki
MİM, menzil-i kitap olan Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin risaleti ile,
fazl-ı tekvini olan HÂ risalet eserinden, iki sakilin vücutlarını ümmet içinde
terk ettiğini ifade eder. Peygamberimiz: «İnnî terektü fîkümüssakaleyn»
buyurmuşlardır. Ümmet içinde terk ettiği iki şeyden birisi risalet olan
kitaptır. Diğeri de fazl-ı tekvinî olan HÂ’dır ki, bu da zürriyeti ve
Ehlibeytidir. MİM’in HÂ’ya istinadı, Kur’ân’ın, 56/79: «Lâ yemessühü
illelmutahherûn» yüce âyetinin medlulü nisbetindedir. Onları anlamak ve bilmek
itikat ile büyük bir tefekküre muhtaçtır. Bu kelime Kur’ân’ın menzil-i vahiy ve
keyfiyet-i beyanını gösterir.
İkincisi
: Kur’ân’ın, 41/1: «Hâ, Mim. Tenzîlün minerrahmânirrahîm. Kitâbün fussilet âyâtühü
kur’ânen arabiyyen likavmin ya’lemûn» âyetinde, RAHMÂNİRRAHİM’den iniş
keyfiyetini anlatan, Allah’ın kitabı ve Peygamberin ıtretidir. Eğer bu ilim
yeni bile olsa bunların anlattıkları yine Kur’ân-ı arabîdir. Başka bir
kuruntuya kapılmasınlar, bu neşre mahsus bir ilimdir.
Feyyâz-ı-mutlak’ın
âlem-i rahmuttan kazandığı feyzi âleme neşrederek âlemde insana rücû eden hayat
eserleri MATLABET-ÜL-ESMÂ’dır.
Üçüncüsü:
Kur’ân’ın, 42/1 : «Hâ, Mim. Aym, Sın, Kaf. Kezâlike yûhı ileyke ve ilellezîne
min kablikellâhül’ azîzülhakîm.» İşbu Şûrâ sûresi, KAF müfret kelimesinin en
üst ufkudur. KAF kelimesinin mesned ve manzarası ile kevnî hakikatlerin hayat
ve iaşeleri hususunu ve nereden gelip nereye gittiklerini gösterir.
Dördüncüsü
: Kur’ân’ın, 43/1 : «Hâ, Mîm. Velkitâbilmübîn, innâ cealnâhü kur’ânen arabiyyen
lealleküm ta’kılûn.» âyetinde; «Biz bu Kur’ân’ı arabca olarak aklı olan
kimselerin idrâk edeceği derecede inzal ve irsal buyurduk.» Bu, büyük bir
hakikat meşalesidir ki, bunun nuru güneşin nurundan doksan dokuz derece daha
ziyadedir. Güneş, ancak yansıdığı eşyayı gösterir, perdenin arkasını
gösteremez. Kur’ân ehli, perdelerin ötesinden bâzı bilgilerin görülmesine bu
Kur’ân’ın nuru ile muvaffak olur. Nitekim, bu hal murakabe ehlinin malûmudur.
Hiç bir nebi ve velî, Kur’ân’ın nuru haricinde bir şey göremez. İnsanın göz ile
görmesinin sonu vardır. Lâkin, Kur’ân nurunun sonu yoktur. İnsanın gözü ve
görüşü: Kur’ân’ın 67/4: «Yenkalib ileykelba- sarü hâsien ve hüve hasîr» âyeti
kabilinden kalır..
Beşincisi:
Kur’ân’ın 44/1 : «Hâ, Mîm. Velkitâbil- mübîn. İnnâ enzelnâhü ıî leyletin
mübâreketin innâ künnâ münzirîn.» şerefli âyeti. Bu Kur’ân’ın hükmü, Ehlibeyt
ve kitaptan beşinci tabakada fikren ve ilmen feyz alınacak insanın hayatında
hâkimdir. Kur’ân onu hükmü dairesine alır. Bu hükmün icrasına din bakımından
mecbur tutulan, emr bilma’ruf ve nehy anilmünker (şeriatın emirlerini ve
yasaklarını halka bildirme) ile mükellef olup da mübin ve maruf olan emri inkâr
ederek ona uyulmasını yasaklayan künsenin, kitâb-ı mübîne mâkûsen hareketini
MlM, HÂ gösterir. Hayatının bu mübarek gecesi müddetinde insana emir ve yasak
ile mübin bir kitaptan elde edilen bilginin sonucu MÎM, HÂ manzarasından
müşahede olunur.
Altıncısı:
Kur’ân’ın, 45/1 : «Hâ, Mîm. Tenzîlülki- tâbi minallâhirazîzilhakîm.» âyetinde
azîz ve hâkim sıfatı ile muttasıf olan Cenâb-ı Hakk’tan nâzil olan kitabın bu
HA, MÎM kelimeleri, emrolunan o şey ile âmil olurlar.
Yedincisi
: Kur’ân’ın, 46/1 : «Hâ, Mîm. Tenzîllilki- tâbi minallâhil’azîzilhakîm. Mâ
halaknessemâvâti vel’arda...» âyetiyle göklerde ve yerde isimlerin tasarrufu
keyfiyeti ile insana olan dayanağı ve yardımı ve, Azîz- il-hakîm olan rabdan
nâzil olan kitabın insana yönelik olarak zuhura gelen belge mahiyetindeki
âyetleri ve kevnî hakikatleri MÎM, HÂ’dan nurlanır ve feyizlenirler.
Bu
bildirilenler KAF ve NUN menbaından cereyan eden mukaddes bir feyzin görünen
eserleridir. Kalemin NÜN’a ve kitabete taalluku MÎM-İ RÎSÂLET’in HÂ’ya taalluku
gibidir. Bu taalluktan kitap ve nübüvvet mübelliğ-i aksâya müsterşittir.
Kezalik MÎM’in de HÂ’ya taalluku, melekût-ül-insan’ın nefs-i feyyâz-ı-mukayyede
taalluku ve nisbeti gibidir. Kur’ân’ın, 9/128 : «Lekad câeküm resûlün min
enfüsiküm..» (And olsun size içinizden, sizden öyle bir peygamber gelmiştir
ki...» âyetindeki taalluku gibi. Bütün âlemin ruhundan bir resul göndermiştir.
Medâr-ı
nübüvvet olan NÜN kelimesi NÜN VEL KALEM risâlet ve nübüvvet ilminin, KAF
Feyyâz-ı mukayyedinden SAD’a cereyan eden feyzin mezâhir ve müşahidinden
görülen asâr-ı kalem yâni enbiyaların ilimleri, bütün yaratılmışlara şemsin
ziyasının etrafa tesiri gibidir. Nübüvvet eseri ve risalet ilminin aksetmesiyle
hâsıl olan feyzin kuşatma ve yayılması HÂ - MÎM fazl-ı tekvininin risalete
dayanması gibidir. Görünüş bakımından devamlı ve yaygındır, mânâ bakımından ise
sebeplerin tenevvüü adedincedir. Hiç bir .zaman dünyanın işi nübüvvet ve risaletsiz
kemale erişmez. Kalem ve kitabet, ümmet ve mülete lâzımdır. Kitaptan murad,
kalem ve hesaptır. Nutuktan murat, lisan ve beyandır. Peygamberin
fazl-ı-melekûtisi KİTAP ve fazl-ı-tekvinisi SÜNNET’tir. Sünnet, şeriat
dairesini genişletmektir. Kitap, doğruluğu şüphe götürmeyecek kadar kesinliği
olan ameldir ki, tevilsiz ve tabirsiz namaz ve oruç gibi. Sünnetin tevili
müctehitlerin içtihadı nisbetinde genişliğe sahiptir.
içtihada
muktedir olmayan kimseler için yaşlı ve iktidar sahibi bir âlime iktida etmek
lâzımdır. Böyle bir zatı bularak yalnız taklitte kalmamalıdır. Zira, şüphe
duyan bir kişinin şüpheye düşürülmüş olmasıyla his edilen malûmat sarsılır. Bir
kimse o derece kuvvetli bilgi peyda etmelidir ki, her ne taraftan olursa olsun
şüpheyi gerektirecek hususları tamamiyle red ve izale ederek onu akla yakın ve
mantıkî bir surette karşılayabilmelidir. Hak ve hakikati talip olanların
vicdanlarını inandıracak derecede tatmin etmek ve bütün şüphelerini kökünden
kaldırıp yok etmek VECİZE-TÜL-HURÜF’u bilmekle mümkündür. İşte bu ilme vakıf
olan zatlardır ki, bunlar, müşkülleri ve zorlukları çözüp hal etmek sıfatıyla
bir şeref ve ayrıcalığa sahip olmuşlardır.
Müşahhasâtın
görünüşü iki yerden zuhura gelir :
Birinci
görünüşe
BÂB-I EVVEL denilir ki, Şûra sûresinin iptidasındaki HÂ, MİM. AYIN, SİN, KAF
âlemlerini toplamış olan İlâhî âlemlerdendir. Zira, feyyâz-ı mukayyed olan KAF,
ancak feyzine vasıta olacak
SÎN
Melekûtiyet-ül-insan’da AYIN nüfûs-u-külliye’nin MÎM risalet ve HÂ fazl-ı
tekvin! ile zuhur ve intişarına sebep olan kısmı ve esbâb-ı âdiyesidir.
İkinci
görünüşe
de BÂB-I SÂNİ denilir ki, Meryem sûresinin iptidasındaki KÂF, HÂ, YÂ, AYIN, SÂD
yüce birleşik sözündeki SAD, SÂD sûresindeki Kur’ân’ın, 38/1 : «Sâd velkur’âni
zizzikri.» kerim âyetindeki SAD müfred sözünün ufk-u a’lâsı yâni ruh makamının
son mertebesidir. Ancak, Meryem sûresinin başlangıcındaki SAD kelimesi,
göründüğü yere ve mânâlara istidadı doİayısiyle ve bilgisi dairesinde kitapla
amel ve varlık âleminde ÜMMET-İ-KÜLLİYE-İ MÜŞAHHASA’ya tabi olarak ve uyarak,
ulviyet âleminden MELEKÛTİYET-ÜL-A’LÂ olan kitab-ı münirin nuru ile münevver
olmak ve bir libas iktisa etmek yâni bir elbise giymek-tir. Bu libas iki
türlüdür. Birisi diyanet libasıdır ki, Kur’ân’ın, 6/9 : «...ve lelebesnâ
aleyhim mâ yelbisûne.» yüce âyetindeki libas gibi. Diğeri vücut libasıdır ki,
Hazreti Meryem’den İsâ (aleyhisselâm)’ın giydiği vücut yahut ilâh! yardım ile yavaş
yavaş intizam bulup meydana gelen vücut gibi.
İlâhî
isimler CELÂL ve CEMÂL dairelerini teşkil ettiği gibi bu HURÜF-U MÜTEŞABİHAT
dahi mânâ ve hakikatte iki guruba bölünmüştür. Bunlardan her biri HAZERÂT-I
HAMS’dan yaratılış âleminde bir makam ve üstünlük kazanmak suretiyle varlığını
göstermişlerdir.
Bir
gurup KÂF, HÂ, YÂ, AYIN, SÂD diğer bir gurup HÂ, MİM, AYIN, SİN, KAF’dır.
Birinci gurup HAZERÂT-ÜL-HAMS’de ATÂ-YI SIFÂT’dan başlayarak ÜMMET-İ KÜLLİYE-1
MÜŞAHHASA’da son bulmuştur. Diğeri HAZERÂT-ÜL HAMS’dan FAZL-T TEKVÎNÎ ile
FEYYÂZ-I MUKAYYED’de nihayet bulmuştur. Yâni, birisi Allah ile kulun arasında
olan makamlar ve menzillerde kulun yalvarış ve ibadetleriyle sona ermiştir ki,
ubûdiyet ve rübûbiyet bâbıdır. Diğeri o makamlara bahşolunan İlâhî
faziletlerdir ki, her bir makama vardıkça o fazl ile nitelenip FEYYÂZ-I
MUKAYYED’e ve A’LÂY'-I ILLÎYİN (Âhiret âlemi)’e ulaşır ve hayır sahiplerinin,
dindar ve doğruların minberlerinde görünür.
Hurûf-u
müteşâbihât, kelimât-ı vecizeden her surette görünür; kelime-tül-insaniyet’ten
âdeme müşabih olan ELİF gibi. Bâzısı da kitabın idrâk ve fehmine benzeyen LÂM
gibidir. LÂM’ın mânâsı VECİZE-TÜL HURÛF’da zikrolunmuştur. LÂM harfi, ELİF,
LÂM, MİM yüce kelimesinde olduğu gibi ortada bulunduğu zaman MİM harfi gibi
MELEKÜTİYET-İ ULVİYE’yi kazanmış olur. Bunlar ELİF, LÂM, MÎM suretinde görünür,
ancak her birinin BAKARA SÛRESİ kadar tafsilâtı vardır.
Büyük
bir mânâyı yüklenmiş olan, gayetle ulvî ve onun hizasında ona benzer bir kelime
de bulunmadığından Kur’ân’ın önce yücelikler cihetinden başlanılan ve kimsenin
eli ermeyen, hayal ve fikrine sığmayan ELİF, LÂM, MÎM âyetlerinin kudsiyeti
olan kelimeleri gibi, ÂL-İ İMRÂN sûresinde olan ELİF, LÂM, MÎM’de bu kelimede
aynı ona benzerse de her bir harf müstakil bir mânâya delâlet ettiğinden
bunların aralarında büyük farklar vardır ki, biri diğerinin aynı olması imkân
dairesinden hariçtir.
Ondan
sonra gelen ELÎF, LÂM, MÎM’ler dahi yine bu kabilden olarak hiç bir ELÎF öbür
ELlF’in aynı değildir. Gerek ELİF, LÂM, MÎM, SÂD’da olsun ve gerek ELİF, LÂM,
MÎM, RÂ’da olsun hiç biri, insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerde olduğu
gibi, diğerinin aynı değildir. Bir kimse bu HURÜF-U MÜTEŞABİHÂT’ı birbirinin
aynı olarak düşünürse münhasır bir fikre tabi olmuş olur. Cenâb-ı Hakk her ne
yaratırsa yaratsm bir mahlûkun diğerinin aynı olması, Allah’ın âdetine uymaz.
Diğer harfler de bu kanuna tabidir.
MÜSTEVLİYET-ÜL
MUTASADDIKA olan ZÂLİKE’deki ZEL harfi, kitâb-ül eşya olan LÂM ile ATÂ-YI SIFÂT
minberinden görünür. Birinci kısmın menâtık-ıs süveri de ELİF, LÂM, MÎM,
SÂD’dır. Burada ÜMMET-İ KÜLLİYE-İ MÜŞAHHASA nübüvvetle muadil ve her ikisi de
kitap ile mahkûm bir MEZÂHİR-İ VÜCUD ki ELÎF’e müstenittir. Bu MEZÂHİR-İ
VÜCUD’un elbette şuhudu için bir minberde müşahede olunması iktiza eder.
Risalet
ve nübüvvet kısmında olan MEZÂHİR-İ VÜCUD, ÜMMET-İ KÜLLİYE-İ MÜŞAHHASA’dan
talep olunur, oradan zuhura gelir. Aşağıda gösterilen altı sûrenin menâtık-ı
süveri ELİF, LÂM, MÎM, SÂD’dır ki, A’raf sûresini teşkil eder. MEZÂHİR-ÜL
VÜCÛD’un risalete taalluk ve teaküsü ile zuhura gelen vahiy nurları ve Kur’ân
âyetleri iki nevidir. Birincisi ELİF, LÂM, MÎM, SÂD, İkincisi ise ELÎF, LÂM,
MÎM, RÂ’dır.
1— Kur’ân 2/1 : «Elif, Lâm, Mîm.
Zâlikelkitâbü lâ reybe fîhi...» His ile ve akıl ile ZÂLÎKE’nin anıldığı BAKARA
sûresi gibi. Manevî duyguya itaat etmeleri
zorunludur.
Meselâ: Vücutta meydana gelen arızalar gibi.
Ey
mağrur insan! Bir gün olur ki, bu dünya bütün havayı emer, ne su kahr ne bir
şey! Sen de yok olup gidersin. Dünya denge bulsun ki, o zaman gözün görsün.
2— Kur’ân 3/1 : «Elif, Lâm, Mîm. Allahü lâ
ilâhe illâ hu...» MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD’un hayat ve ezelî ve ebedîlik ile tevhidinin
teecllisini gösterir.
3— Kur’ân 29/1 : «Elif, Lâm, Mîm.
Ehasibennâsü en yütrekû en yekulû âmennâ ve hüm lâ yüftenûn..» ve Kur’ân 75/3G:
«Eyahsebül’insânü en yütreke süden.» İnsanlar ibadet ve uğraşıp çalışmalarla,
maarif, sanayi ve malûmat ile iptilâya mazhar olmadıkça kendi başını boş
bırakırlar mı zannederler? Risalet ve kitap ile bu vahyin MEZÂHÎR-ÜL VÜCÛD’tan
iman ile hafâda yâni gizlilikte ve amelinin zuhurda ispat ve irâdını isterler.
4— Kur’ân 30/1
: «Elif, Lâm, Mîm. Gulibetirrûm.» Gerek galip ve gerek mağlûp olacaklarının
emarelerini gösterir, sonra Allah’ın sonsuz yardımına ve saadetine ulaşmasıyla
o günde MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD müminlerin tasarruf minberlerinden ferah ve felâhı
müşahede olunacaktır.
5— Kur’ân 31/1 : «Elif, Lâm, Mîm. Tilke
âyâtülkitâbilhakîm.» Varlığın ahvaline, âlemin karışıklığına ve teşvik
edenlerin, akılları ve kalbleri izaç eder derecede yalanlar icad ve halkı İslâm
üzerine nefret ettirerek zahmetlere ve iptilâlara duçar edecekleri bu hakikatin
keyfiyetinin zamanı müşahede olunacaktır.
6—
Kur’ân 31/1 : «Elif, Lâm, Mîm. Tenzîlülkitâbi lâ reybe fîhi min rabbil’âlemîn.»
Bizim kitabımız halka rahmettir. Halk içinde adaleti izhar eder bir nur
olıİlığıma şüphe yoktur. Âlemin Rabbisinden âlemin ıslâhı için nüzul eden bir
nevi adi ve insafı tebliğ eden kelimelerdir. Bu anılanlar KEVNÜNİYET-İ
MUKAYYEDE’ den Elif, Lâm, Mîm, Sâd, MENÂTIK-IS SÜVER’inin müessiratını
göstermiş oldu.
KEVNÜNİYET-İ
MUTLAKA, Elif, Lâm, Mîm, Râ MENÂTIK-IS SÜVER’inden rüyet olunan sûrelerdir.
VECİZET-ÜL
HURÜF’un Mezâhir-i vücûda makûsu olan akıl ve kitap gibi şeyler, mükevveni olan
RI harfine müstenit ve oradan zuhura gelmekte olan akıl, tedbir, tasarruf ile
marifet, Elif, Lâm, Mîm, Râ MENÂTIK-IS SÜVER’isinden teaküs ve tecelli ederler,
RA’D sûresini teşkil eden hakikatler gibi.
Elif,
Lâm, Mîm, Râ’daki MENÂTIK-IS SÜVER, ümmet-i davet ve MÜSTEŞRÎKAT-ÜL HAYAT olan
bütün yaratılmış olanlar KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDÎYE ve MÜSTEVLİYET-ÜL
MUTASADDIKA’nın ihatası altında olup bu da varlıkta MENÂBÎR-İ VÜCÜD’ tan
görülür. Bütün eşya gibi.
VECİZE-ÜL
HURÜF’tan MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD olan ELÎF harfinin risalet ve kitapla gönderilen ve
yaratılmış olanlarla ilgili kısmı altıdır :
1— Kur’ân 10/1 : «Elif, Lâm, Râ. Tilke âyâtülkitâbilhakîm.»
Varlık âlemine inen kitap MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD’un hariçteki vücudunu tamamlar.
Hakîm olan kitabın âyetleridir ki, hükmü nâfizdir.
2— Kur’ân 11/1 : «Elif, Lam, Râ. Kitabün
uhkimet ayâtühü sümme fussilet min ledün hakimin habîr.» Yine varlık âlemine
inen kitap evvelâ dine bağlı olanları hayatlarında iken hükme bağlayan
âyetlerdir. Hakim ve Habîr olan Allah sizin âhiretinizi rahmet ve inayetiyle
tafsil ve tayin ederek bunu İlâhî katmdan haber verir. Bu fasıl, hitab
(söyleyiş) ile itâb (azarlama, paylama) menzillerini içine alır.
3— Kur’ân 12/1 : «Elif, Lâm, Râ. Tilke
âyâtülkitâbilmübîn.» Bu da yine varlık âlemine inen kitap, MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD’un
hariçteki vücudunun ıslâhını apaçık bildiren kitabın âyetlerindendir.
4— Kur’ân 14/1 : «Elif, Lâm, Râ. Kitâbün
enzelnâlıü ileyke lituhricennâse minezzulümâti ilennuri...» MEZÂHİR-ÜL VÜCÜD’un
hariçteki vücudunu ıslâh ile insanların sırat-ı müstakıym üzre olması, ahlâk ve
efalini cehaletten ilme ve zulümâttan nura çıkarması için inen kitap,
Kur’ân’dır.
5— Kur’ân 15/1 : «Elif, Lâm, Râ. Tilke
âyâtülkitâbi ve Kur’ânin mübîn.» Varlık âlemine inen kitâb MEZÂHİR-ÜL VÜCÛD’ını
vücud-u haricisini tenvir ve ikmâl eden kitap, Kur’ân’ı mübinin âyât-ı
beyyinatındandır.
6— Kur’ân 13/1 : «Elif, Lâm, Râ. Tilke
âyâtülkitâbi vellezî ünzile ileyke min rabbikelhakku ve lâkinne ekserennâsi lâ
yü’minûn.» Risalete dayanan varlık, MEZÂHÎR-ÜL VÜCÛD’un yüce bir kitabıdır ki,
yaşayış hayatının ruhu ve zatî menfaatlerin bir üstünlüğüdür. Hak bir kitaptır,
ancak bir çok insanın menfaat elde etmeye ve ruhunun terbiye ve güzel
geleceğini temine istidatları kâfi değildir. MİM ile RI harfleri ki, risaletle
kendi vücudu ve varlığı insanların muvazenesindeki noksanından ileri
gelmektedir. Zira, risaletle kendi yaratılmış vücudu, beşerde müsavi ise de
hakikat ve hikmette risalet gayet yücedir, buna el ulaşamaz.
***
Bu RI
harfi yâni KEVNÛNİYET-İ ÜMMET, ÜMMET-İ İCÂBET değil ÜMMET-İ DÂVET’ten
ibarettir. Dünyanın her neresinde olursa olsun herkes gönderilmiş olan o
peygamberin ümmetidir. Bunlardan iman edene ÜMMET-İ ÎCÂBET, etmeyene ÜMMET-İ
DÂVET denilir. Elif, Lâm, Mîm, Sâd’a taalluk eden ümmet yâni ÜMMET-İ KÜLLÎYE-I
MÜŞAHHASA’ya ÜMMET-İ ÎCÂBET ve Elif, Lâm, Mîm, Râ’ya taalluk eden ve RI MENÂTIK-IS
SÜVER’inden zuhura gelerek kâinatta bulunan bütün insanlara ÜMMET-İ DÂVET
denilir.
VECİZET-ÜL
HURÜF ALÂ MENÂTIK-IS SÜVER’den Tl ismine yâni ÜMMET-İ CÜZ’ÎYE-İ MÜŞAH-HASA’ya
gelen feyz ve tekâlif yalnız SÎN yâni KEMALÂT-I MELEKÜTÎYET-ÜL-BEŞERİYE ile
vârid olur. «Nemi» sûresindeki «Tâ, Sîn», yahut ÜMMET-İ CÜZ’İYE-İ MÜŞAHHASA,
MELEKÜTİYET-ÜL İNSAN (Sin) ile MİM’e müstenit olur. BESMELE’deki SÎN’in MÎM’e
istinadı gibi. «Tâ, Sîn, Mîm» Şuara ve Kasas sûrelerini teşkil eden bu iki sûre
ÜMMET-İ CÜZ’İYE-İ MÜŞAHHASA’ya, ŞUÜNÂT-I İLMİYE veya ŞUÜNÂT-I ZÂT ile
müstenittir. Tâhâ sûresindeki Tâ ise milk, melekût, nâsut, lâhut ve ceberût
gibi HAZERÂT-ÜL HAMS’e müstenittir. Risaleti hazırlayan bu sûre Hazreti Muhammed’e
( sallallâhü aleyhi ve sellem) mahsus bir makamdır. Bunu kimse çekemez ve
kaldıramaz. Burada HAZERÂT-ÜL HAMS’e müstenit olur. «Tâ, Hâ» şanı yüce söz
gibi; burada Kur’ân’ın inişini aksetme suretiyle göstermiştir. Yâni peygambere
gelen bu kitabı ve bu ahkâm-ı cüz’iyeyi: «Tâ, Hâ. Mâ enzelnâ aleykelkur’âne
liteşkâ. İllâ tezkireten limen yahşâ.» (Ey Muhammedi Kur’ân sana sıkıntı vermek
ve ağır yük olmak için inmedi. Ancak Kur’ân’ın inişi Allah'ını bilen ve
peygamberine iman ederek korkan kerim zatlara tezkere ve onlara ma’kûs ve
menzildir, kendilerine gereği gibi uygulanacak olan kanmı olur.)
ÜMMET-İ
CÜZ’İYE-İ MÜŞAHHASA üç menzilini tamamlayarak ATÂ-YI ESMÂ ile ikmal olundu.
Kur’ân, 6/160 : «Men câe bilhaseneti felehü aşrü emsâlihâ...» (Kim ortaya bir iyilik
koyarsa ona on katı verilir.)
«Tâ,
Hâ» ÜMMET-İ CÜZ’İYE’sini ihata eden HAZERÂT-ÜL HAMS’in ŞUÜNÂT-I İLMİYE ile mülebbes
kitaba istinadı, aynı bu mecmuaya benzer şekilde; HAZERÂT-ÜL HAMS ve, aynı
ümmetin menzil-i Kur’ân olan kalblerine nübüvvet mukabilinde korku, amel ve
takva ile Muhammediyet aynasından yansıyan vahiy nurları, birer birer bütün
ümmet ferdlerinin kalblerini aydınlatmıştır. Bu nurun ismine İslâmiyet ve bu
tecellimin ismine tecelli-i vahiy ve ilka-i ruh denilir. Kur’ân’ın 40/15 : «...Yülkıhurrûhe
min emrihî alâ men yeşâü min ibâdihî liyünzire yevmettelâk.» (Kavuşma gününü
ihtar etmek için kullarından dilediğine emriyle vahiy indirir.) âyeti bu
kabildendir.
ÜMMET-İ
CÜZ’İYE’nin nübüvvete ve risalete istinadı iki türlüdür. Biri, ümmete mütenazır
olan «Hâ, Mîm, Ayın, Sın, Kaf» İlâhî âlemlerden HAZERÂT-ÜL HAMS vc diğeri,
«Kâf, Hâ, Yâ, Ayın, Sâd»dır. Bunların her ikisi mescid-i ubûdiyete aşr-ı
emsaliyle geldiğinden aşr-ı emsaliyle mukabele olundu. Melekût-ül insan ATÂ-YI
ESMÂ’dan tezahür ederek «Yâ, Sîn» sözü İlâhî vahiy ile zuhur âleminde tecelli
etti. Varlık âlemlerinden bütün yaratılmışlar insan üzerine hücum ederek insanı
bulmak ve insana ulaşmak isterler. «Tâ, Sîn, Mîm» yüce lâfzı gibi. Burada
ÜMMET-İ CÜZ’İYE’nin ve MELEKÛT-ÜL İNSAN olan SÎN harfinin revnak ve
kucaklaşması gibi. Onun için «Tâ, Sîn» sûresinde his edilmeyen bir nübüvvet
vardır ki, o da KEMÂLÂT-I ÎNSÂNİYET’teki SÎN harfinin NÜN harfine olan ilişkisi
gibidir. Bu kabilden olarak, Kur’ân 27/30 : «Înnehü min Süleymâne...» ÜMMET-İ
CÜZ’İYE-İ MÜŞAHHASA’dan «Ve innehü bismillâhirrahmânirrahîm.» MELEKÜT-ÜL İNSAN
olan NÛN’dan ibarettir.
«Hâ,
Mîm, Aym, Sîn, Kaf» daki HÂ’nın aşr-ı emsali yoktur. HÂ aşerat (on
sayıları)’tan değil, ahad (Birden dokuza kadar olan sayılar)’dandır. Burada şekiller
yoktur, FAZL-I TEKVÎNÎ’dir. Mükevveni (meydana getirilmiş, yaratılmış) ile
muteberdir.
Âleme
rahmet olarak gönderilen Hazreti Muhammed ( sallallâhü aleyhi ve sellem)’in
eşyadaki gönderiliş eserleri meşhud, mâkul, mürettep ve muvakkattir. Yâni, zamanda,
mekânda veya ahlâk ve ahvalinde görülen eserler ya sûrenin başlarında masdar
olarak gelir «İzâ» sözü gibi yahut kelime-i hususiyeyi aydınlatır «İzâ vekabe»,
«İzâ hasede» gibi. Gönderiliş eserleri ya idrâk yüceliklerinden his olunur
veyahut dünya âleminden akıl erdirilerek anlaşılır. İdrâk yüceliklerinden his
olunan ya SEMÂ-İ ALÂ’dan yahut SEMÂ-İ D'ÜNYA’dandır. SEMÂ-İ ALÂ’dan olan yeri
gelince bildirüecektir.
SEMÂ-1
ALÂ, akıl ve tayinle, his ve idrâkle beşer anlayışının dışındadır. Bu SEMÂ şânı
yüce Kur’ân’nı dördüncü ve beşinci harflerine taalluk eder.
«İzâ»,
NÜFÛS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE nin AVÂLİM-İ KEVNİYE’ye irsaliyle teşahhusâtına
ail olan kelimelerin beyanı bâbmdadır.
«İzâ»
kelimesinin KÜLLÎYE-İ MÜSTEVLİYET-ÜL MUTASADDIKA’sı birçok nevilere ayrılmış
olur, ya MEZÂHÎR-ÜL VUCÜD’a dayanmakla müşahhasan (açıkça) eşyayi tenvir eder
veyahut müstenbien yâni duyulup işitilerek eşyayı istiab eder.
Hayat
akışı ya gökyüzünden gelir; Kur’ân’ın 84/1 : «İzessemâünşakkat.» âyetinde
olduğu gibi yâni NÜFÜS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDÎYE’nin yeryüzüne yansıyarak
aydınlatması ile sema münşak olur yâni yarılır. İçtima-i ümmet de bir nübüvvet
makammdadır. KÜLLÎYE-İ MÜSTEVLİYET-ÜL MUTASADDIKA olan «Zâlike»deki ZEL harfi
ile «Tilke»deki TE harfi TESHÎK-I UNSURÎ ile şekil ve görünüş bakımından bütün
âlemi vücutta tutan ve in’ikâsı görünen bir rahmetin ahz ve tenviridir. Âleme
rahmet olan bir peygamberin vücudu ile zerrât-ı cihan aydınlanarak gönderildiği
âlemin mahlûkatına nurlarını gösterir. Zira, MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD’un inşikakı sübut
âleminden vücut âlemine vâsıl olmak talebindedir veyahut arzdan cereyan eder,
Kur’ân’ın, 100/9 : «...İzâ bu’sire mâ filkubûr», Kur’ân’ın, 99/1 : «İzâ
zülziletil ardu zilzâlehâ», Kur’ân’nı, 56/1 : «İzâ vakaatilvâkıa» âyetleri
gibi; bu kelimelerdeki cereyan MÜSTENBÎET-ÜL HAYAT’tır, MÜSTEŞRÎKAT- ÜL HAYAT
değildir.
Bazı
kere de yeryüzünün yarüması şeklini gösterir. Ziraat mevsimi geldiğinde
Kur’ân’ın, 82/1: «İzessemâünfetaret.» âyetinde bildirildiği gibi. Sökme ve yok
etme şekli ile Kur’ân’da, 81/11: «Ve izessemâü küşitet.» denilmiştir ki,
rençberlerin âletlerle yeryüzünün toprağını nadas etmek ve altını üstüne
çevirmek zamanını gösterir.
Kur’ân’in,
77/9: «Ve izessemâü füricet» âyetiyle, yeryüzünde suların cereyanı ile toprakta
açılan aralıkların rençberlere, mühim ve elzem olan bir nevi su deposu vazifesi
gördüğü beyan edilmiştir.
Zü
ecniha’dan yâni kanatlılardan iki kanat ile seyir ve hareket eden HAYAT-I
MEC’ÜLE-İ MÜSTEŞRİKA’nrn bir kana,dı, Kur’ân’ın, 84/1,2 : «İzessemâünşakkat. Ve
ezinet lirabbihâ ve hukkat.» İkinci kanadı, aynı sûrenin 3,4 âyetleri: «Ve
izel’ardu müddet. Ve elkat mâ fîhâ ve tehallet.» yüce kelimeleridir.
Kanatlılardan
dört kanat ile seyir, hareket ve kemâlât istihsal eden HAYAT-I MEC’ÜLE-İ
MÜSTEŞRÎKA’nın dört kanadından
birincisi,
Kur’ân, 82/1 : «İzessemâünfetaret.»
İkincisi,
Kur’ân 82/2 : «Ve izelkevâkibünteseret.»
Üçüncüsü,
Kur’ân 82/3 : «Ve izelbihârü fücciret.»
Dördüncüsü,
Kur’ân 82/4 : «Ve izel kubûrü bu’siret.» dir.
Buradaki
«kubûr» MÜSTEHLİKET-ÜL HELÂK değildir, MÜSTEŞRİKAT-ÜL HA YAT’tır. Yâni,
tohumları toprağın terbiyesine (besleyip büyütme) vermek için nadas olunan
tarlalar gibi. Yine, Kur’ân’ın 110/1 : «İzâ câe nasruilâhi...» âyetindeki
nusret de MÜSTEŞRÎKAT-ÜL, HAYAT’tır. Bu MÜSTEŞRİK AT-ÜL HAYAT fethi tevlit
eder.
Kur’ân’ın
95/1,2 : «Vettîni vezzeytûni. Ve Tûri sînîne.» âyetleri, bu üç kanat ile vücut
âlemine tayeran eden bir şeyin hayatının başından sonuna kadar tasavvur olunan
taakkulât ve taayyünattan ibarettir ki, Cenâb-ı Hakk’ın HAYY isminden tam
olarak feyz alması için MÜSTEŞRÎKAT-ÜL HAYÂT’ın ŞEY’ÎYET-İS SÜBÜT’tan tecerrüt
ederek ŞEY’İYET-İL VÜCÜD’a ulaşmasıdır. Burada madde veya fikir yok olmuştur.
Burası tefekkür ve tasavvura sığmaz, burası taakkul (akıl erdirme) ve taayyün
(meydana çıkma) ile tabir olunur âlemlerdir.
«Tîn»
bir âlemdir ki, kendisinin görünüp meydana çıkması için bir işaret düşünülemez.
Çekirdeğin meydana gelmesine çiçek işaret olduğu gibi. Bunun işareti ise
gökyüzünün birbirine komşu yıldızları gibi, kabuğu içerisinde hesapsız görünen
maddelere sahip olmasıdır. O taakkulât, kabuk içinde çekirdeklerin
mevcudiyetidir. Gökyüzünde yıldızların birbirine komşuluğu gibi onların da
birbirine komşu bulunması taayyünattır. Bunun şey’iyeti bitişik ve ayrı
olmadığından, taakkulâtı isimler ve istenilen şeyde taayyünat kabilindendir.
Akıl sahibinin dışında, böyle bir şeyi düşünüp de olmaz demeklik, oraya kadar
kendi akıl ve ilminin yansımadığı hükmünü gerektirir. Burası İlâhî âlemlerden
çok yüce bir âlemdir. Fakat, «Zeytûn»un lâhût âlemine inişi için kanatlılardan
MÜSTEŞRÎKAT-ÜL HAYAT’ın ikinci derecede bir âleme inişi, oradaki taakkulât ve
taayyünat, habl-i metin-i âmâl (İslâm dinini dilemek) ile yaradılış âlemine
inmekten ibarettir. Kur’ân’ın 85/20 : «Vallâhü min verâihim muhıyt» âyeti bu
kabildendir.
Senin ve benim fikrimizle buralarını
düşünmemiz lüzumsuzdur. Ama, bunun tabirlerini böyle muğlâk tabirlerle niçin
bildirdiğimizin sebebi okuyucularımızca sorulursa, buna cevabımız şudur: Maksadımız
bizden daha ziyade anlayışları yüksek ve bilgisi geniş kerem sahibi kimselere
yol göstermek ve nisbet etmektir. Bu ciheti hakkıyle ifade için daha kolay bir
yol olsaydı onu seçecektim. Allah-ü âlem bihakikat-ül hal.
MÜSTEŞRİKAT-ÜL
HAYAT bazen iki kanatlı olur, idrâk ve tahrik gibi. Bazan üç kanatlı olur;
idrâk, tahrik ve irade gibi. Bazan dört kanatlı olur; idrâk, tahrik, irade,
tasarruf yahut idrâk, tahrik, tahavvül ve taakkul gibi.
Kanatlılardan
MÜSTEŞRİKAT-ÜL HAYAT olan yâni iki kanatlı kelimelerden birisi «Vedduhâ» birisi
de «Velleyli izâ secâ»dır. Ey Muhammediyet nuru ile aydınlanmış olan ömür ve
hayat sahibi insan! Senin mânâ âlemin ki, bilinmeyen tasavvurlarındır, zâhir
âlemin ise HAYAT-I MEC’ÜLE-İ MÜSTEŞRÎKA’ndır, bunlar iki kanat mesabesindedir.
Birisini «Velleyli izâ yağşâ» diğerini «Vennehâri izâ tecellâ» göstermektedir.
«Veşşemsi ve duhâhâ» FEYYÂZ-I MUTLAK ile FEYYÂZ-I MUKAYYED’in arasında,
MÜRSELÂT-I MÂRÜFE’nin tasarrufât-ı ca’liyesi NÜFÜS-U SEB’A’ya yansımıştır.
NÜFÜS-U SEB’A (nefsin yedi mertebesi, yedi durağı)’ dan ilki «Veşşemsi ve
duhâhâ» İkincisi «Velkameri izâ telâhâ», üçüncüsü «Vennehâri izâ cellâhâ»,
dördüncüsü «Velleyli izâ yağşâhâ», beşincisi «Vessemâi ve mâ benâhâ», altmcısı
«Vel’ardı ve mâ tahâhâ», yedincisi «Ve nefsin ve mâ sevvâhâ» kelimeleri olup
NÜFÜS-U MÜSTEŞRİKAT-ÜL HAYAT’ı ikişer cenah (kanat) ile o yed mertebede
dalgalanmalara ve çarpışmalara devam eti etmektedir.
سورة التكوير
بسم الله الرحمن الرحيم
إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1
وَإِذَا النُّجُومُ انكَدَرَتْ 2
3 وَإِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ
وَإِذَا الْعِشَارُ عُطِّلَتْ 4
وَإِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْ 5
وَإِذَا الْبِحَارُ سُجِّرَتْ 6
وَإِذَا النُّفُوسُ زُوِّجَتْ 7
وَإِذَا الْمَوْؤُودَةُ سُئِلَتْ 8
بِأَيِّ ذَنبٍ قُتِلَتْ 9
وَإِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 10
وَإِذَا السَّمَاء كُشِطَتْ 11
وَإِذَا الْجَحِيمُ سُعِّرَتْ 12
وَإِذَا الْجَنَّةُ أُزْلِفَتْ 13
عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا أَحْضَرَتْ
14
فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ 15
الْجَوَارِ الْكُنَّسِ 16
وَاللَّيْلِ إِذَا عَسْعَسَ 17
وَالصُّبْحِ إِذَا تَنَفَّسَ 18
إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ
19
ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ
مَكِينٍ 20
مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ 21
وَمَا صَاحِبُكُم بِمَجْنُونٍ 22
وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ
الْمُبِينِ 2
وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ
بِضَنِينٍ 24
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ
رَجِيمٍ 25
فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ 26
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ
لِّلْعَالَمِينَ 27
لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن
يَسْتَقِيمَ 28
وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن
يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ 29
BÖLÜM
«İzâ» kelimesinin şemsten tasarruf ettiği on iki ahvalden her
birinin KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDİYE’ye mahsus olarak bildirilmesi keyfiyeti aşağıda
gösterilmiştir. KÜLLÎYE-İ MUHAMMEDÎYE’nin şems üzerine olan geçici tesirleri on
iki nevidir.
Bunlar sırası ile:
1 — «İzeşşemsü küvviret» birinci nevi
tekvirdir. Tekvir; bütün eşyaya ziyanın aksetmesi ile o şeyi terbiye ve onu
cisim, mânâ ve renk bakımlarından ısıtıp büyülterek olgunluğa ulaştırması
demektir. Biz buna rebiülevvelde (ilkbahar ki bu, mart ayına
rastlamaktadır.) Güneşin Hamel (koç) burcunda tasarrufu keyfiyetinin gözle
görülür eserleri diyoruz ki bâzı iklimlerde müşahede olunur.
2 — «Ve izennücûmünkederet» Güneşin
Sevir (Boğa) burcunda iken dünyaya olan tesirlerinin keyfiyetidir. Güneş bu
tesirlerini saçtığı zaman rebiülâhir (Nisan) ayıdır. Bu ayda yeryüzü
bitki tohumlarının yarılıp çatlayarak meydana çıkmasına müsait hâle gelir.
3 — «Ve izelcibâlü süyyiret» Güneş, cemaziyelevvel
(Mayıs) ayında Cevza (İkizler) burcunda KÜLLİYE-l MUHAMMEDİYE’den
yansıyarak halka intişar eden feyz ile BE harfi (Ubûdiyet-rübûbiyet) yüzler
basamağında RI harfine urûc eder, CİBÂL tashif (kelimenin değişik şekil
alması)1 ile RÎCÂL olur. Ricalin, yeryüzünde olan vazife ve hizmeti görmek için
yürümesi de KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE’den bir feyzin yâni hayatın eseridir.
4 — «Ve izel’ışârü uttüet» Cemâziyelâhir’de
(Haziran) güneşin Seretan (Yengeç) burcunda KÜLLİYE-1 MUHAMMEDİYE’den feyz
alması ve bâzı gebe hayvanların terk edilerek doğuruncaya kadar onların muattal
bırakılması NÜFÜS-U KÜLLİYE (güneş)’nin etkisi gereğidir.
5 — «Ve izelvühûşü huşiret» Recep
(Temmuz) ayında güneşin Esed (Arslan) burcunda bulunmasıdır. Etraftan
insanı bâzı hayvanlar rahatsız eder. Bu vahşi hayvanlarla yılan ve akrep gibi
sürüngenler ve diğer küçük böcekler insanı gördükleri zaman korkarak kaçarlar.
Bu da NÜFUS-U KÜLLİYE (Güneş)’in eserlerindendir.
6 — «Ve izelbihârü sücciret» Şaban
(Ağustos) ayında güneşin Sünbüle (Başak) burcunda bulunduğu zamandır. Bu
ayda denizlerin çoğunda buharlaşma meydana gelerek yeryüzü faydalı yağmurlarla
sulanır. İşte, denizin buharı ile ve diğer kürelerin ziyasiyle terbiye olunan
havadan dönüşerek yeryüzüne inen sular, insan ve hayvanlara varlıklarının
devamını sağlayacak bir vasıtadır.
7 — «Ve izennüfûsü züvvicet» Ramazan
(Eylül) ayında güneş Mizan (Terazi) burcunda bulunur. Kevnin, şuûnât-ı
vâride ile hâsıl olan temasından eşya izdivaç ederek NÜFÜS-U MÜZDEVİCE-İ
MEC’ÜLE husûle gelmesi dahi NÜFÜS-U KÜLLİYE (Güneş)’nin eserleridir.
8 — «Ve izelmev’üdetü süilet. Bieyyi
zenbin kutilet» Şevval (Ekim) ayında güneşin Akrep burcunda hükmünü
sürdürmesidir ki, telef edilen ve gereksiz yere harcanan tüketim eşyasının
kaybı nedeni ile onların karşılık olarak yerine getirilmesini istemek ve yahut
sarfettiğini yerine koymanın vücuda ilâve olarak insan hayatına eklenmesidir.
İnsan, aldığı gıdanın helâl veya haram olmasından sorumludur. Zira,
başkalarının hakkını alıp yemekle meydana getirdiği vücudu kendi hükmü ile
kazanmış gibidir.
Durum
icabı olarak değişiklik ve âlemin ahvali onu o vücuttan ayırmaya sevk eder.
Meselâ, bir hâkimin verdiği hükümle bir şeyde sahiplik iddia eden kimse aslında
o şeyin sahibi olmadığı için sonradan asıl sahibinin meydana çıkması ve
anlaşılmasıyla kendisinin sahipliği hükümsüz kalır. Çünkü onun sahipliği
geçicidir. İşte, haksız yere verilen hükümle sahiplikten hâsıl olan bir vücut
değişip dönüşür.
9 — «Ve izessuhufü nüşiret» Zilkade
(Kasım) ayında güneşin Kavs (Yay) burcunda bulunduğu vakit insanların belli
bir nafakayı sağlaması, gerekli ve zorunlu ihtiyaçlarını hazırlayarak
tamamlaması ve kevnin sahifelerinde duyurulan ve yayılan havadislerin hepsi
kevnin nüfûs-u külliyesinin yüce eserlerindendir.
10 — «Ve izessemâü küşîtat» Zilhicce
(Aralık) ayında güneşin Cedi (Oğlak) burcunda hava ile olan tesirleri
gereği insanları ve hayvanları sığınacakları yere çekip yeryüzünün Allah’ın
kudret elinde başka bir şekle dönüşmesi NÜFÜS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE’nin
tesirat-ı kevniyesindendir.
11 — «Ve izelcahîmü su’ıret» Muharrem
(Ocak) ayında günesin Delv (Kova) burcunda bulunmasıdır. FAZL-I TEKVİNİ,
HAVÂYİC-İ ZARÜRIYE-1 REŞERİYE’ye risaletten aksederek görünüşünde güçlük ve
yahut yaradılışa uygun bir nisbette bulunması yine NÜFÛS-U KÜLLİYE (güneş)’nin
arz üzerinde neşrettiği hararettendir. İnsanın bir şeye sahip olmakla duyacağı
ferahlık gibi.
Aksi
halde yâni mahrumiyetle merak ve hüznün onu takip etmesi düşünceden uzak değildir.
Zira, Ocak ayında insanın hayatına en mühim gıda hararettir. Hariçten olan
hararet hayatî bir gıdadır. Onun ısıtması ister tabiî hararet olsun, ister
sun’î hararet olsun aranılan sonuca varmakla müsavidir.
12 — «Ve izelcennetü üzlifet» Sefer
(Şubat) aymda güneşin Hut (Balık) burcunda bulunmasıdır. Teshik’deki
tekvin-i vücûdun nübüvvete inmesiyle kazanmış olduğu ihtiyaçlar hayata çok
yakmdır. Zira, NÜFÛS-U SEB’A’nın FAZL-I MELEKÛTÎ’den teshik’a kolaylıkla
yükselmesi ve MEZÂHİR-ÜL VÜCÛD’dan FEYYÂZ-I MUTLAK üzerinde zuhura gelen
hissetme minberlerinden görülmesi, nübüvvet nurunun tecellisinin
eserlerindendir.
AÇIKLAMA
ZÜ
ECNİHA-İ MÜSTEŞRİKA’dan FEYYÂZ-1 MUTLAK, ikişer cenah ile haremlenmiş senenin
ilk muharremini (mevsimini) harem-i erbaa (dört mevsim) vadisinde, üç ayı
katederek devrini tamamlar.
Harem-i
erbaa (dört mevsim)’den ilki: «İzeşşemsü küvviret», «Ve izennücûmünkederet»,
«Ve izelcibâlü süyyiret» (Koç, Boğa, İkizler) burçlarıdır. İlk üç ay mart,
nisan ve mayıs ayları ilkbahar mevsimidir ki, arabî aylara göre rebiülevvel,
rebiülâhir ve cemâziyelevvel aylarıdır.
İkinci
harem : «Ve izel’ışârü uttılet», «Ve izelvühûşü huşiret», «Ve izelbihârü
sücciret» (Yengeç, Arslan, Başak) burçlarıdır. Haziran, temmuz, ağustos yaz
mevsimidir ki, cemâziyelâhir, recep ve şaban aylarıdır.
Üçüncü
harem : «Ve izennüfûsü züvvicet», «Ve izelmev’üdetü süilet. Bieyyi zenbin
kutilet», «Ve izessuhufü nüşiret» (Terazi, Akrep, Yay) burçlarıdır. Eylül,
ekim, kasım sonbahar mevsimidir ki, ramazan, şevval, zilkade aylarıdır.
Dördüncü
harem : «Ve izessemâü küşitat», «Ve izelcahîmü su’ıret», «Ve izelcennetü
üzlifet» (Oğlak, Kova, Balık) burçlarıdır. Aralık, ocak, şubat kış mevsimidir
ki, zilhicce, muharrem, sefer aylarıdır.
***
Sayılan bu tabirler,
tahsisler ve tayinler arabî ayların kullanılması kararından önce olup, güneş yılı
itibariyle olan aylardır. Bundan maksat vakti tayin değil, önceki durumu
bildirmektir. Arapça rebiülevvel, rebiülâhir diyerek güneş yılı aylarını
saymak, hesabı takip olunmasından ibarettir. Kur’ân, 9/36 : «înne ıddeteşşühûri
indallâhisnâ aşere şehren fî kitabillâhi...» (Ayların sayısı, gerçekten de
Allah katında onikidir ve göklerle yeryüzünü yarattığı günden beri Allah’ın
takdirinde bu, böyledir...) şerefli âyetinden gerçeği bulup meydana çıkaran
âlimler güneş yılına itibar etmişlerdir. Dört mevsim de mevsimler itibariyle
bunu gösterir.
***
EK:
Güneş Yılı
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde önemle durdukları bir konu
da ay yılı yerine güneş yılının kullanılması hususu idi.[1] Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan
dördü hürmetli aydır.[2] Bu
dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete dayanarak, güneş
yılının dünyânın gerçek düzenine uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi
sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.
Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya gerek vardır.
Feyyaz-ı Mutlak’m bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi güneşten gelen
feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat arasındaki doğal bağ zaten buna kesin
bir işarettir. Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine uygun
olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini, hayvanların yavrulamalarını
kuşların göçlerini meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim
düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı eserinde,
Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş şekilde yer vermektedirler.[3]
İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu ticareti
genellikle Yahudiler idare ederlerdi. Bizans topraklarından, doğudan veya
Afrika’dan gelen tüccarlar Mekke ve civarında kurulan panayırlarda
buluşurlardı. Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek
bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir yerde kurulacak olan
panayırın zamanını bildirmek için gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber verirlerdi.
Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay yılı, güneş yılından
10 gün eksiktir ve gerçek düzene yâni güneş takvimine uymadığı için belirli
sürelerde bir ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç gösterir.
İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü düşünceli kişiler
savaşmanın yasak olduğu haram ayların arasına sokmakla hacc zamanında hacıların
yolunu keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi kötü amaçlarına âlet
ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin 37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak
için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri
gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için,
onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını
helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah, inkâr eden
toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve ayın kaldırılması için Cenâb-ı
Hakk’m kesin bir emri idi.
Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hicret’in altıncı
senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni
olduğundan aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc görevi bir sonraki
yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe
sûresinin 36. âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması
konusunda müslümanları bir defa daha uyarmıştır. “Geçen sene Zilkade ayında
hacc yaptığınız halde Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de
bunu teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir, hürmetler
karşılıklıdır...”
Ayların yerlerinin değiştirilmesi,
Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene
sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı şereflendirdikleri gün, ilk vahyin gelişi,
ve vefatı tarihleri kesin olarak bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve
Medine’ye göçünün böyle önemli bir konu için seçilmesi son derece üzücü ve aynı
zamanda hayret vericidir.
Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması husûsundaki
düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra genç cumhuriyetin ilk
devrimlerinden biri olarak gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı. Memleketimizde, dinî konularda hâlâ
ay yılının kullanılması, haram ayların mevsimlere göre yerlerinin değişmesine
sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın 9/37. âyetine ters düşmektedir.
(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip Ay Yılı’nın
kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi. Bunun yanı sıra, 1840’dan
itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden
Mâlî (Rûmî) takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî takvime göre
ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla düşen iki ayrı yılı karşılardı.
Her 33 yılda bir, bir Hicrî sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan
senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra 26 Aralık 1925
tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak 1926’da Türkiye’de tek resmî takvim
olarak Gregoryan esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)
(Kaynak: M.Kâzım Öztürk, Seyyid Ahmed Hüsameddin- Hayatı Ve Eserleri, 1996,
İzmir sh: 115-118)
MEVÂRİD-İL HUSUL ALÂ MEZÂHÎR-UL HAZERÂT
Bu
bölüm, enbiyaların sûret ve mânâ bakımlarından beşîr ve nezîr olduklarının
keyfiyetini bildirmektedir. Yâni, kitap ve sünnete uygun olarak âyetlerin ve
hadislerin hükümlerini uygulayarak şânı yüce peygambere tâbi olmanın doğruluğu
keyfiyetini gösterir harflerdir ki, onlar da üçtür.
BİRİNCİ KISIM : Kur’ân’ın,
37/1 : «Vessâffâti saffen» âyetidir ki, askerlikle ügili faziletleri bildirir.
Bu kelimenin de iki tarafı vardır. Bir tarafı karaya diğer tarafı denize
yöneliktir. Karaya yönelik olan tarafı: Kur’ân’ın 100/1-3: «Vel’âdiyâti dabhan.
Felmûriyâti kadhan. Felmugîrâti subhan.» âyetleridir. Denize yönelik olan
âyetler ise Kur’ân, 79/1-5: «Vennâziâti garkan. Vennâşitâti neştan. Vessâbihâti
sebhan. Fessâbikâti sebkan. Felmüdebbirâti emren.» dir. Bunlar, denize taalluk
eden ve askerlerin, müdafaaya lüzum görülecek hazırlıkları ve savunma ile ilgili
tahkimatıdır. Kur’ân’da, 69/17: «...Ve yahmilü arşe rabbike fevkahüm yevmeizin
semâniyeh.» âyetinde bildirilen bu sekiz kelime bu günkü günde milletin ağır
yükünü ve hükümlerini taşıyacaktır. Milletin ulviyet ile kemâl-i kudret ve
kuvveti, karadan ve denizden meydana gelecek olan bu sekiz şeyle müdafaayı
teyid ve tekid ederek sulh zamanında lüzumlu eşyanın hepsini tamamlayan bir
askerin azası gibidir. Azası noksan olan kimse müdafaadan âcizdir.
Ey
müminler! Sizin imanınızı korkusuzluk içinde ve her şeyiniz olan çoluk
çocuğunuzu emniyette tutmak, askerlerinizin noksanlıklarını tamamlamak ve
gerekli malzemelerini üretmekle kabildir. Cenâb-ı Hakk buyurmuştur ki, Kur’ân,
47/7 : «...in tensurullâhe yensurküm...» Siz, .evlâdınızı feda ve mallarınızı
sarfederek kara ve denizle ilgili bu mukaddes vazifede Allah’ın korumasına nail
olarak kuvvet peyda eder, millî ve vatanî hizmetinizi yerine getirirseniz, Cenâb-ı
Hakk, size emniyetini lâyık görür. Zira, askerler sizin oturduğunuz evin
duvarları gibidir.
İKİNCİ KISIM : Kur’ân’ın,
37/2 : «Fezzâcirâti zecren» hitabına mazhar olan mülkiye amirleridir. Bu günkü
günde memleket halkının zarurî ihtiyaçlarım muktedir valilere tevdi ve teslim
etmekle memleketin ikinci teşkilâtı husûle gelir ki, bu da duvarlar üstüne
dayandırılan binanın çatısı gibidir. Bunların son derece âdil olması ve halkı
adaletle idare ederek zengin olmaları için millete sanat ve ticaret yollarını
göstermeleri lâzımdır. Bağ, bahçe, bostan ve tarlaya lüzumu derecesinde
ehemmiyetle hizmet edenler, bunları sürüp ekenler, Allah’ın kudret elinden alıp
kendine mal ederek bu nimetlerin husûl ve intişarına sebep olurlar. Hilesiz
sanat ve ticaret icra edenler de her türlü refah ve saadet sebeplerini temin
ederler. Mülkün terakkisi ile milletin refahını sağlamlaştırma ve
kuvvetlendirme husûlünde çok çalışarak Cenâb-ı Hakk’tan muvaffakiyet isteyen
mülkî âmirlerin dört dayanağı vardır.
Birincisi
: «Vezzâriyâti zerven», İkincisi: «Felhâmilâti vıliren», üçüncüsü: «Felcâriyâti
yüsren», dördüncüsü: «Felmukassimâti emren» dir. Bu dört kelime mevârid-ül
husuldür. Bu, mevâridden hâsıl olan huzur ve rahattır. Zira ekin ekilmezse insanlar
ıztırap içinde kaldığı gibi yapılması gerekli olan yemek ve içmek gibi
şeylerden de mahrum kalırlar. Bunun husûlü milletin huzurunun görünüp çıktığı
yerdir. Ama, sanayiden âlât ve edevât gibi vasıtaların istihsali için ahaliyi
imalâthanelere doğru sevk etmek hâkimin yâni hükümetin elinde bir âsâ gibidir.
Buradaki temel unsur adedince, meselâ: Hava, su, ateş, toprak gibi bu dört
kısım ile de mücadele etmek, sözün kısası, maksada erinceye kadar çalışmak ve
esas mülkü tamir etmek hükümetin yüksek ve mukaddes bir yoludur ki bunlarla
marifet ve menfaat elde edilir.
Birincisi
: «Vezzâriyâti zerven» âyeti, havaya taalluk eden şeylerle tefsir olunur,
rüzgâr gibi. Bununla harman savurmak, değirmen çevirmek, yelkenli gemiler
sevketmek ve «Zâcirât»ın tasarrufu altında çok mühim olan bir işi daha kolay
yoldan telgraf ve telefonla yürütmek gibi. Zira, bunların içinde bir elektrik
akımı vardır ki, hükümete yarar «Zâriyât» bu kabildendir.
«Zâriyât»,
«Saffât»a da mühim ve elzemdir, balon ve tayyare gibi şeyler.
İkincisi
: «Felhâmilâti vıkren». kesif bulutlar ki, yağmuru çekip getirir, tarlaları
sular. Ağır yükleri sevk etmek için arabalar, trenler, otomobiller, yelken ve
buharla hareket eden gemiler ki, bunların rençbere sağladığı yarar, hükümetin
de yararınadır. Bunlar, hükümetin en mühim ve lüzumlu nakil vasıtalarıdır.
Sahra ve cebel topları gibi taşınabilen mühlik ve müdhiş silâhlar da bu
kabildendir.
Üçüncüsü
: «Felcâriyâti yüsren» kolaylıkla hükmü halka sevk ve cereyan ettirici şeylerle
tefsir olunur ki, tarlaları ve bahçeleri sulamak ve değirmenleri çevirmek için
akar sular kolaylıkla istimal olunur. Su kuyuları bunun aksinedir. Telgraf,
telefon, tayyareler gibi süratte kolaylıkla işe ulaşmak ve nakli kolay olan
makinalı tüfek gibi şeyler bu kabildendir.
Dördüncüsü
: «Felmukassimâti emren» Sivil âmirler eşyaya narh koyarak kıymetlerini tayin
ve eşyanın alım ve satımını kolaylaştırmak için dirhem, terazi, kantar, çeki,
ton, kile, metre, arşın ve zira’ gibi şeylerle eşyanın her birinin kendilerine
mahsus bir ölçü ile satılmasını temin etmelidir. Yukarıda sayılan şeylerin
hepsi, narh ve kıymet gibi umumun menfaatini kolaylaştırmadır. Kilometreler
gibi emirle taksim olunan yollar, mesafe tayin âletleri, boru sesleri, muhabere
araçları ve başka işlerin tayin ve taksimini kolaylıkla bildirir şeyler bu
kabildendir.
Zamanı
geldikçe o devrin ilim adamları tarafından bu dört kelime daha geniş ölçüde
tefsir edilecek ve ihatasının çok fazla olduğu görülecektir.
«Fezzâcirâti
zecren» Bir zâcirata çarpan «Zecr» (önleme, yasak etme) kelimesinin anlamı
memleketin menfaatini yabancılara peşkeş çekip sömürtmeksizin ticaret, sanat,
hüner ve marifette önleme ve yasaklamadan sakınmak demektir. Zira, memleketin
ilerleme, refah ve saadeti o memleketi yöneten zatın irfanı nisbetindedir.
Bu millet,
ilim bakımından çok müdekkik, din bakımından muhakkik, sanayi, ziraat, sanat ve
ticaret bakımlarından çok geniş bilgisi olan bir zata muhtaçtır, iptilâlar,
saldırılar, mücadeleler bütün bunun üzerinedir. Akıllı olan kimsenin ilim ve
irfanını karar, tedbir ve düşüncesinde kullanması icap eder. Kendi geçim ve
menfaatim gözeten bir yönetici ve kanun uygulayıcısı memleketin içinde
tehlikeli bir hastalık gibidir. Bunlarla memleketin harabiyeti muhakkaktır ki,
bunlar dahilde adalet, insaf, çahşma ve gayret ile vasıflanmadıklarından
memleketi harabiyete uğratırlar ve halkını nefret ve hicrete sevk ederler.
Hariçte, komşu milletlere memleketin menfaat ve hayatına delâlet eden ticaret,
ziraat ve sanat gibi şeylerde iyi surette muamelede bulunmalıdır. Kur’ân’ın,
29/46: «Ve lâ tücâdilû ehlelkitâbi illâ billetî hiye ahsenü...» (Kitap ehlinden
haksız davrananlar bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele edin...) yüce
âyetinin doğruladığı üzere güzellikle muamele etmelidir. Sertlik ve şiddet
memleketi fenalığa sürükler.
ÜÇÜNCÜ KISIM : Kur’ân’ın,
37/3 : «Fettâliyâti zikren» âyetinin hitabına mazhar olan âlimlerin hallerinin
ve hareketlerinin keyfiyetini gösterir ve tayin eder. Bir memlekette bir âlimin
vücudu bir evin içinde nurlu bir kandil gibidir ki, insana gayet ferahlık verir
ve her şeyi gösterir. Siyaset-i ilmiye, ancak herkesin tavır ve hareketlerinde olan
istikametini göstermekle olur. Bu ise ilim ve adalet makamında bulunan zatların
İlmî maharet ve iktidarları nisbetinde herkesin gideceği yolu aydınlatmasından
ibarettir. Halk bununla gideceği yolu görür ve bu siyayı takip ederek
karanlıktan kurtulur. Âlimlerin hareketlerinin sınırının nezir ve özür cihetlerinden
aşağıdaki beş kelimeye tatbik edilmesi çok mühim ve lüzumludur. Bunlardan
birincisi : Kur’ân 77/1 : «Velmürselâti urfen», İkincisi: Kur’ân 77/2 :
«Fel’âsıfâti asfen», üçüncüsü: Kur’ân 77/3 : «Vennâşirâti neşren», dördüncüsü :
Kur’ân 77/4 : «Felfârikâti ferkan», beşincisi: Kur’ân 77/5 : «Felmülkıyati
zikren» dir ki, bu beş daire sınırının dışına çıkmamalıdır.
«Velmürselâti
urfen» : Âdet ve tabiatı üzere haberleşmeyi sağlamak ve bir şeyi diğer bir şeye
yardım ve talep murat için zam etmek ve o şey ile hükmetmek.
«Fel’âsıfâti
asfen» : Bir şeyin aslını itibara alarak onun üzerine hükmü tertip ettirmek.
«Vennâşirâti
neşren» : İlânlar, kıymet tahmini veya müzayedeler için neşriyat gibi.
«Felfârikâti
ferkan : Tabiî veya mecburî bir şeyi istihkakı üzere tayin ve tefrik etmek.
«Felmülkıyâti
zikren» : Kitap ve sünnete dayanarak bir şey ile hükmetmek. Bu beş dairede
memleket ahvali gözetilmelidir. Yâni kitaba uygun bir hareketle hayır ve şer
netice vermelidir.
Tahkik
olunmuş menziller ki, bunlar dahi beştir. Elbette beş menabir üzerinde bu
mükemmel malûmatın vücudunun görülmesi şarttır. Kur’ân, 77/8-12 :
Birincisi
: «Feizennücûmü tumiset.»
İkincisi
: «Ve izessemâü füricet.»
Üçüncüsü
: «Ve izelcibâlü nüsifet.»
Dördüncüsü
: «Ve izerrüsülü ukkıtet.»
Beşincisi
: «Lieyyi yevmin üccilet.»
Sorularına
cevap «Özren» yahut «Nezren», «Liyevmilfasli» ile mukabele edilir. Fakat ulaşılmadan
önce akıl erdirilmesi mümkün olmayan YEVM-İ FASL (hüküm günü)’ın keyfiyetinin
bilinmesinde özür vardır. Ulaştıktan sonra ise nezir vardır. Allah şu âlimlerin
kalblerini tenvir etsin ki, şeriat-ı Muhammediye ve ahkâmdı din-i Ahmediye,
emaneten ellerine tevdi edildiğinden, onun hükümlerini adi (doğruluk) ve
ittisaf (vasıflanma) dairesinde amel ve icraya muvaffak olsunlar.
«Feizennücûmü
tumiset.» O günkü günde NÜFÛS-U KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE ve tesiratı kevniyenin
tesirleriyle saçılmış olan tohumların eski durumları yok olarak yetişip
büyümekle terakki ederler.
«Ve
izessemâi füricet» Sema o günkü günde KÜLLİYE-1 MUHAMMEDİYE’nin teanuk (boynuna
sarılma) ettiği hububat ve ağaçları vücut alanına getirir.
«Ve
izelcibâlü nüsifet» KÜLLİYE-İ MUHAMMEDİYE’nin cibâl (dağlar)’e aksetmesiyle
madenler ve taşlar gibi şeyleri söküp koparmasını gösterir ve istidadında gizli
olan hassasını ibraz ve izhar eder ki, bu yolla insanlar o madenleri sarf ve
icraya muvaffak olurlar.
«Ve
izerrüsülü ukkıtet» Rüsül-ü kirâm muvakkaten cem olup «Sizi ümmete gönderdim,
ne cevap aldınız?» diye cevap için hazırlandıkları ve gözettikleri vakit bu
sualin cevabını vermek için müheyya bulundukları vakit yahut muhasebe vaktinin
gelip çattığını gözetmek ve yahut suale cevap zamanının vakti:
«Lieyyi
yevmin üccilet» iki muhasım arasında davayı halletmek için vadolunan tarihî
senet ve hükümler.
«Fettâliyâti
zikren» teşkilâtı evin içinin ziyneti gibidir. Burada esas ev DİN’dir. Onu
muhafaza etmek için «Saffât» duvar, «Zâcirât» çatı, «Tâliyât» da onun eşyası ve
süsü hükmündedir. Bu da yukarıda Kur’ân’ın 77/ 1-5 âyetlerinde zikrolunan beş
şey ile muhafaza olunur. Bu beş şey MEZÂHİR-ÜL-VÜCÛD minberlerinden ya ÖZREN ve
yahut NEZREN müşahede olunur. Ama «Tâliyât» m hükmü din bakımından nafizdir.
Hiç kimse onu tağyir ve tahrif edemeyecektir. «Tâliyât» Allah’ın kitabiyle
hükmetmekdir. Hükümeti teşkil eden bu üç kısım her ne kadar üçe bölünmüş olsa
da memleketin âdeti, bunların dinde VAHİDİYET’in lüzumunu gösteriyor. Zira,
Kur’ân’ın, 37/4 : «İnne ilâheküm levâhidün» âyetiyle bu açıkça anlatılmıştır. Her
üçünün de bir millet, bir din ve bir itikatta olması elzem ve ehemdir. Zira, bu
başkanların her biri ayni milletten olmazsa din ve diyanet ile nizam ve
intizama halel gelir, mülk beka bulmaz. Bir meclisteki celseler, bir itikat ve
bir din üzere olmak, mezhep ihtilâfı olan celselerden daha kuvvetlidir.
Diyânette, ibâdette muhtelif olanlar, birlik olanlar gibi olamaz.
***
NETİCET-ÜL KADER ALÂ MENÂZİL-ÜS SÜVER
Burada
anılmış olan menâzil-üs süver, tek bir harf suretinde görünmeyerek, isimlerin
mânâları ve harflerin birleşmelerinden hâsıl olan her biri bir harf ve bir
şeref delâleti ile kulu ledün ilmine ulaştırır. Bunlar Allah ile kullar
arasında ba’s olunan 124 bin peygamberdir ki, beşeriyette her biri manevî
yücelik semalarında karşılıklı olan yıldızlar gibi izhâr-ı vücut ederler,
tıpkı, ulu peygamberlerin isimlerini Kur’ân’da bize gösteren KELİMÂT-I
MÜTEŞABÎHÂT gibi.
Peygamberler,
görünüşe göre bu hayattan ayrılmışlarsa da Cenâb-ı Hakk’tan gelen feyzler ve
İlâhî bağışlarla kullar arasında tesirlere ve hakikatlere ulaşmada insanı
nurlandırırlar. Münasebet peyda ederek onların katma vardıkça her biri bir
hidayet rehberi ve bir İslâm meşalesi olurlar. Bu mânâ, bedenden sıyrılmış olan
enbiyalara taalluk ettiğinden, beşer vücudundan sıyrılmış olmak ve kalbin
mânâlarından aydınlanmış olmak şarttır. Her nebî ile bizim aramızda olan
muameleler ve mükâlemeler ancak istiğrak (kendinden geçip dünyayı unutma) ve
insilâh (soyulma, sıyrılıp çıkma) üzere olunca meydana çıkarlar. Rüya görmek bu
kabildendir. Zira rüyada insan vücut ve tasarruf bakımlarından münseliha
(sıyrılmış, soyulmuş)’dır.
Nebiler,
menzillerini mânâ bakımından aslâ terk etmemişlerdir. Ama, görünürde beşerî
vücutları âhiret âlemine intikal ederek gözden gizli olmuş olsa dahi, onların
risalet ve nübüvvet hakikatleri ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan bağış ve
ihsanı kesilmiş ve gizlenmiş olamaz. Âdem (aleyhisselâm)ın asrında ba’s olunan ilâhî
hükümlerin bugünkü günde de hükmü sabittir. Yüce peygamberler mertebeler
bakımından yedi sınıfa ayrılmayı ve inhisarı kabul eder. Dört kere yedi, yirmi
sekiz eder, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmayı murat eden kul bu yirmi sekiz vesaitin
yardımı ile SIRÂT-I MÜSTAKIYM’e sevk olunur. Bu sırat ki, «En’amte aleyhim»
şerefli âyeti ile 124 bin enbiyaya işaret olunmuştur.
Her
peygamber ve nebi, doğru yola sülük eden sâlikin her bir adımı üzerinde parlar.
Nitekim, gökyüzünde yıldızların bitkilere, toprağa, ağaçlara ve sair eşyaya
ziyası aksederek onları yararlandırdığı gibi, o enbiyalar âlemine de bir kimse
giderse onlarla manevî münasebet kesilmediğinden her birinin hâl ve ahvalini
öğrenmek ve bilmekle manevî ziya ve nurlarından feyz alır. Yedi kat gökyüzünde
tıpkı yedi kat gökyüzü nisbetinde sayısı uygunlukla yerleşmiş olan büyük
peygamberleri, yine Kur’ân’ın, 23/17: «Ve lekad halaknâ fevkaküm seb’a tarâika
ve mâ künnâ anilhaîkı gâfilîn» (And olsun ki, üstünüzde yedi tabaka yarattık.
Biz, yarattığımızdan habersiz değiliz.) yüce âyetinin doğruladığı gibi, mânâ
âleminde yok oldu zannetmeyin. Bu yedi kat gökyüzünde hususî makamlarından, bir
nevi yükselen nur gibi talibe aksederler ve talip de onlardan feyz almaya müstaittir.
Ama
MEZÂHÎR-ÜL-VÜCÛD
adlı eserde toprağa gömülmüş olan ehlullâhın kabirlerinden feyz alınmaz,
denildiği şühud itibariyle değildir; ancak vücud itibariyledir ki, onların
hisse-i türabîsi toprağa dönüşmüştür. Kur’ân’ın 20/55 : «Ve fîhâ nuîdüküm» âyetinin
doğruladığı gibi ceset toprağa ulaşmıştır. Topraktan feyz almak çok uzaktır.
Bunu biz imkânsız görüyoruz. Ama, Rabb-ül erbab’ın hissesi olan hakiki
vücutları ile onlar A’LÂ-Yİ ILLİYYÎN (âhiret âlemi)’e urûc etmişlerdir ki, o da
Allah’a yakıyn olanların meşhûdudur. Yüce peygamberler sizin bildiğiniz gibi
değildir. Bir kimse, hangi velî, hangi nebî tarafına hakikat ve mânâsı ile
münasebet elde edebilirse oradan feyz kokusu alır. Bu kadar şeyi sizin
vücudunuzda, sizin şühudunuzda çok görmeyiniz. Nitekim, sizin ceset ve
cisimlerinizin eczaları bundan ziyadeye hamlolunması mümkündür. Sizin
vücudunuzla ilgili her bir eczanız için bir nurun akis yeri lâzımdır. Keza
mânânız bunun on mislidir. Kur’ân’ın 37/147 : «...Mieti elfin evyezîdûne» âyeti
kabilinden mürakaba olundukça bu sırları hayrette kalarak huşû’ ile müşahede
edersiniz. Bu sözümüz dünya heveslerinden sıyrılan ve kendinden geçerek dünyayı
unutan kimselerin meşhûdudur.
Şânı
yüce peygamberlerden her biri Cenâb-ı Hakk tarafından kullarına kendi Zât-ı Ulûhiyetini
bildirmek için gönderilmiş kudsî birer cevahirdir ki, bu nurlar hâl-i hayatında
ümmetlerini tenvir ettiği gibi sonsuza kadar da insanlara mebus olan enbiyadan
hiç birinin nuru sönmemiştir. Gökyüzünde parlayan
yıldızların nurları bir şeysiz sabit ve münevver olduğu gibi bunların nuru da
ebedî sönmez. Kur’ân’ın, 61/8 : «Yüridûne liyutfiû nûrullâhi biefvâhihim
vallâhü mütimmü nûrihî...» âyetine göre, insanlar peygamberlerin nuru ile arada
başka bir vasıta olmaksızın Allah’ın nurunu almaya ve onunla nurlanmaya
müstaittirler. Nasıl ki, peygamberler hayatlarında Allah’la vahy ve ilham ve
Cebrâil vasıtası ile tekellüm ederler ve Allah ile kulun arasında bir vasıta
olup ümmetini ikaz ve irşat ederek Allah’ını kuluna bildirirler. Onların
görünürdeki hayatları sönse de nurları sönmez. Ancak, kendilerinden sonra
bir büyük peygamber geldiğinde, o yüce peygamberin nuru altında örtülü
kalırlar. Örtülü kalan o nurun mebus olan insanlara yararları, iman ve hakikat
bakımlarından sönmez. Bütün insanlar ki, risaletten kalpleri nurlanır,
kıyamete kadar o nur onlarda sönmez. Nitekim Hazreti Âdem’e iman eden
insanların Hazreti Nûh’a, Hazreti Hûd’a ve sair peygamberlere olan imanları
sabit oldukça o hakikat nuru, o imân nuru da sabittir. Cenâb-ı Hakk, kendini
bildirmek için ilim fezasında ve hikmet hakikatlerinde kullarına aklî ve naklî
hesapsız o kadar sebepler ihsan etmiştir ki, eşyadan bile Allah’ın birliğini
isbat edecek kudret, anlayış ve ilmi vermiştir. Bu neviden olarak enbiyayı,
kendini bilmek ve bildirmek için kul ile kendi arasında maarif-i ilâhiyesinden
bir harf olarak göstermiştir. Zira kelime-i İlâhiye bunların mânâsiyle inkişaf
eder. Enbiya olmazsa kelime-i ilâhîyenin kullarınca anlaşılması güçtür. Yalnız başına Allah’ı bilmek aklen caiz ise de enbiyasız kemâle
erişilemez. Meğer ki, bir kimse kevnî faziletlerden enbiyayı
işitmeksizin bir meziyet kazanırsa bu suretle Allah’a olan imânı onu azaptan
kurtarır. Dağların arasında yaşayan bir şahsın hayatı gibi. Ancak, enbiyayı
eğer işitmez ise, Kur’ân’da 17/15 : «...Ve mâ künnâ muazzibîne hattâ neb’ase
resûlen.» (Biz peygamber göndermedikçe kimseye azabetmeyiz.) bildirilmiştir.
Burada
risalet enbiyayı zişandan birisi olduğu gibi akıl da mebus olan bir risalettir;
insanı hidayete sevk eder bir resuldür. Bu akıl insandan bir harftir. Akılsız
insanın geçimi istikamet bulamadığı gibi kezalik enbiyaya imân etmeksizin
insanın imânı da istikamet bulamaz. İnsan, nebîsiz ve akılsız, kemâl ve
marifetullaha vâsıl olamayacağı gibi marifetullahın mazharı da akıl ile
enbiyaya imândır. Bu ikisi marifetullahı terkip eder birer kelimedir. NEBÎ bir
imân harfidir, AKIL da bir harf-i mükelleftir. Kezâlik, enbiyanın ilk harfi
ÂDEM’dir.
***
İLÂHİ ÂLEMLERDEN BİRİNCİ BÖLÜM
« ÂDEM » HARFİDİR
İşbu
Âdem harfi, Allah’ın evvelâ halk ettiği bir harftir ki, bütün eşyanın ruhu
mesabesindedir. Her şeyde vürudu ve zuhûra gelmek düşüncesi ve tefekkürü
caizdir. Bu yüce harf, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tecelli mahalli olduğu gibi
hilkatiyle de zuhûru bakımından her şeyin evveli vücut bakımından da herşeyin
âhiri ve sonudur. Çünkü bu, Allah’ın yüce katında tamamlanmış Âdem olup onun
enisi (arkadaşı) kendi vücudunun zilli (gölgesi) olan Havva’dır. Hakikatte ÂDEM
harfinde hiç nokta yoktur. Yine, zilli olan HAVVÂ’da da aynı ÂDEM gibi nokta
yoktur. Yâni bunlar noktalı olursa taallukî (münasebet, mensubiyet) olmuş
olurlar. Taallukî olma-dığından bunlara harf denmesi bile caiz olmaz, ama
Havvâ’nın Âdem’e taalluku açık bir düşünce ile tasavvur ve tefekkür olunur,
ancak noktalı olursa insan denilir. Kur’ân’ın 96/2 : «Halakal’insâne min
alalan», 76/2 : «Halaknel’insâne min nutfetin emşâcin...», 55/14 :
«Halakal’insâne min salsâlin kelfahhâri» âyetlerinde bildirildiği gibi Âdem’in
ilim, kuvvet ve maişetinin iki cenahı vardır. Birisi ulvî cihetidir ki, ona
teveccüh olunursa ruhî ve semaî manzarasından taakkulât (akıl erdirmeler) ve
laayyünat (meydana çıkmalar)’ı gösterir bir mânâdır. Diğeri süflî cihetine taalluk
eder ki, ona nefs tesmiye olunur. Evvelkisi sübûtî (ruhla ilgili) mânâsını
gösterir bir şey’iyet (nesnellik, âfâkıyet), İkincisi vücudunu gösterir bir
şey’iyettir. Evvelkisi isimlerin gölgesi içinde gizli idi, isimlerden sıfatlara
nüzûl etti, sıfatlardan kevn (varlık)’e geldi, kevnden istidadı itibariyle
vücuda geldi, dört unsur (toprak, su, hava, hararet) kaydiyle mukayyet oldu. Bu
keyfiyet Cenâb-ı Hakk ile Âdem’in arasında cereyan eden bir mânâdır.
Âdem
iki kelimeden teşekkül etmiştir. Birisi, mânâsını yâni Âdem’in ruhaniyetini
gösteren A harfi gibi. Diğeri, Âdem’in cismaniyetini gösteren DAL, MİM harfleri
gibi. Bunlardan birisi VÜCÜD-U MEVHÛBE’dir ki, DAL gibi. Diğeri de VÜCÛD-U
MÜKTESEBÎ’dir ki, MİM gibi. DAL harfi ANÂSIR-I ERBAA (toprak, su, hava ve
hararet)’dan hibe olunan vücut, MİM risalet ve nübüvvet ile kazanılan vücuttur.
Evvelkisi, kalb âleminin sahip ve sakinleridir. İkincisi emr bil-ma’rûf (şer’an
yapılması gereken işleri terviç etmek) hâsılâtmm melekûtî olarak kazanılmış bir
cismidir. A harfine gelince; iki elifin birisi HEMZE’dir ki buna MEZÂHİR-ÜL
VÜCÛD denilir. Diğeri de ELİF’dir ki, MÜŞAHİD-ÜL MÂNÂ (mânâyı gören) denüir.
MEZÂHÎR-ÜL VÜCÛD’un his ve hareketiyle bilinen Allah, HÜVEZZÂHİR’dir. Manen
müşahede olunan amel-i sâlih (din kurallarına uygun işler) müktesep vücudun
husûlüne sebeptir. Bu harf ile kazandan mânâ, tecelli-i ef’al sahifesinde
görünür. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân 85/16 : «Fa’âlün limâ yürid» (Allah her
dilediğini yapandır) olduğuna dair âyeti bunu gösterir. Kur’ân’ın 96/1 : «İkre’bismi
rabbike...» yüce âyetindeki elif gibi ŞEY’İYET-ÜS SÜBÛT’dan indiği vakit kalbe
gelen bu feyz, şühut âleminde idrâk olunan VÜCÛD-U MEVHÜBE ve beden cüzüleri
mâyetehallele akseden hayattır. Bu akis ile Ademiyet harfinin kalb sahifesinde
İlâhî isimlerin görünüşünden HÂLİKIYYET isminin tecellisinin insanın bütün
cüzülerinde zuhûru görülür. Kur’ân’ın 2/31 : «Ve alleme âdemelesmâe küllehâ...»
(Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti...) âyetiyle yiyeceklerin, içeceklerin,
giyeceklerin, tadılacakların, görmenin, işitmenin, görülenlerin hepsinin türlü
türlü ilmini, ilgisi hasebiyle kemiyeti cihetinden Allah’ın öğretmiş olduğu
mu’ciz (kimsenin yapamayacağı hal ve surette olan) büyük bir ilim olduğu gibi.
Bu cümleden olarak, gözbebeği o kadar geniştir ki, ilmen yarı küreyi kuşatıyor;
kemmiyeti cihetinden ise bir mercimek tanesi kadar dahi olmadığı halde
yaratılmış olan bütün şeyleri şühudunda, basarında, nazarında toplayan bir
LEVH-İ MAHFUZ olduğunu insan kendisi isbat ediyor. Bu, ne İlâhî kudret, bu ne
insanlık ilmidir.
Bu
ilmin idrâk bakımından his ve akla bölünmesini kabul caizdir. Akıl ile bilinen
ve gözle görülen şeyler gibi. İşte bu Âdem’in seması semâ-i evveldir. Nitekim,
Peygamberimizin mirâcında Âdem’e mülâkatı bahsinde bildirilen senin fikir ve zamanındaki
gökler değil belki Âdem’in makamı olan safvet makamıdır. Safvet demek, sudan
topraktan istikra’ (bir şey hakkında etraflı bilgi edinme) yoluyla safvet
hâlidir ki o semada olan, Âdem’in ilim ve risalet ve nübüvvetini müşahede
etmiştir. Eshâb-ı güzinin: «Metâ küntü nebiyyen yâ resûlallâh» suallerine:
«Künte nebiyyen ve âdeme beynelmâi vettıyn» cevabı ile onları feyizlendirdi.
Âdem harfi, latif ve bir şeye dayanmayan ruhanî bir kuvvettir ki, onu Cenâb-ı
Hakk, kendi kudret eliyle icad etmiştir, ateş gibi. Ama, elbette hararet bir
cisim ile kaim olmak, gerek latif cisimlere temas ve gerekse yoğun cisimlere
hulûl ile bir noktaya taalluk etmekle kendini muhafaza ve gayriyi de tasarruf
etmiş olur. İşte, Âdem’in önceki hayatım teşkil eden bu ateştir. Bir kimse bu
harfleri tamamıyla bilmek isterse TİH-İL HURÜF ALÂ CEDVEL-İL MARÛF adındaki
kitabımıza müracaatı tavsiye ederiz. Orada kâfi bir malûmat bulunacaktır.
Yedi
kat gökyüzü, şanı yüce büyük peygamberlerin her birine nisbet olunarak, her
semanın bir şemsi vardır. Meselâ, evvelki semanın şemsi Âdem’dir. İlk sema,
Âdem’in hâkimiyeti altındadır. Orada Âdem ile Nûh’an arasında olan enbiyanın
tamamı Âdem’in hükmü ile hâkimlerdir.
***
İLÂHÎ ÂLEMLERDEN İKİNCİ BÖLÜM
NÜHİYET HARFİDİR
Kur’ân’ın
71/1 : «înnâ erselnâ Nûhan ilâ kavmihî en enzir kavmeke min kabli en ye’tiyehüm
azâbün elîm» («Milletine can yakıcı bir azâb gelmezden önce onlan uyar» diye
Nûh’u milletine gönderdik.) âyetinde bildirildiği üzere, Nûh (aleyhisselâm) da
bir NÜBÜVVET-İ MÜRSELE’yi, heziyet ve mahiyet ve İlâhî hakikatleri hâmil ve
kavmine FAZL-I TEKVÎNÎ’yi tâlim ve irşad için beşîr ve nezîr olarak ba’s ve
irsal olunmuştur. (NÜBÜVVET-İ MÜRSELE : gerek kendine kitap nâzil olarak kendi
risalet sahibi olsun ve gerek gayrinin kitabına tâbi olmakla nübüvvetini icra
etsin, Tevrat ile Hârûn’un tebliğ bakı-mından nübüvveti gibi.) Bu inzar, suyun
daima hakikati hava ile dalgalanmalara tâbi olduğundan tufanı gerektirir.
Kavmi, Nûh (aleyhisselâm)’a taşkınlık ve azgınlıkla nefs ve hevalarına uyarak
Hazreti Neciyyullâh’ı sihr ve istihza ile rahatsız ettiklerinden lâyık olan
cezayı bularak sularda boğulup yok oldular.
Burada
bir ilim vardır ki, insana Cenâb-ı Hakk’ın Celâlini gösterir, gazabını tayin
eder. Allah korusun, burada bundan daha fazla kelâma cesaret edemeyeceğim.
Allah’tan korkalım. Doğru yolu tayin edin. Nûh tufanı zuhûra gelmedikçe onun
kusurunu Cenâb-ı Hakk affeder.
***
İLÂHİ ÂLEMLERDEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İBRAHİMÎYET HARFİDİR
İbrahim
(A.S) da MEZÂHİR-ÜL VÜCÜD ubûdiyet ve rübûbiyetini tekvinden bir ŞUÛNÂT-I ZÂT
ile HAZERÂT-ÜL HAMS’dan HAZERÂT-ÜL MİLK’e mevduan ATÂ-YI ESMÂ ile risaletini
ityan etti. İbrahim, Mûsâ, İsâ’yı ayrıca zikretmiyorum; Allah ile kulun
arasında bunlar birer kelimedir. Bu kelimelerin her biri ,kula Allah’ını
bildirmek için mebustur. Mânâda bunlar harf hükmündedir. Zira kerem sahibi bu
zatlar seninle Allah'ın arasında bir mânâ olduğu gibi, seninle bunların arasında
olan imanın bu ilmi göstermek için bir hidayet meşalesi ve Allah'ın bir ihsanı
ve yardımıdır. Burada bir müstersile mânâsı da vardır. Yoksa bu zatların temiz
vücutları buradan geçmiş olduğundan bunların hâl tercümelerini araştırmak
iktidarın üstündedir. Okuyuculardan merak edenler araştırmak isterlerse tarihî
eserlere müracaat ederler.
Kur’ân’da
zikrolunan kerem sahibi bu zatlar KELİMÂT-I MÜTEŞÂBİHÂT kabilinden olup bizim
onlara olan imanımızın semeresi marifetullâhı kazanmaktır. Bu İbrahimiyet,
üçüncü semanın parlak güneşidir. Feyzin varacağı yer ZÂT-ÜL BAHT’tan sübût
sıfatlarıdır. Bu ise hayat, ilim, irâdet, kudret, kelâm, tekvin ve ıksattan
ibaret olan sübût sıfatlarıdır ki, Kur’ân’ın 2/260 : «...Rabbi erinî keyfe
tuhyilmevtâ kâle evelem tü’min kâle belâ ve lâkin liyetmeinne kalbî kâle fehuz erbeaten
minettayri...» yüce âyetinde sübût sıfatları bu ANÂSIR-I ERBAA cibâli üzerinde
görülen aklen ve ilmen mücerreb ve malûmu olmuştur.
***
İLÂHÎ ÂLEMLERDEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DÂVÜDİYET HARFİDİR
Mânâ
semasının dördüncü parlak güneşi ve dördüncü levhi Hazreti Dâvûdiyettir.
Hazreti İbrahim’le D'âvûd’un arasında olan parlak yıldızlar yâni bu semada
görülen enbiyaların nurlan Hazreti Dâvûdiyete manevî nisbetleriyle bağlılardır.
Bu itibarla da Allah’a muhabbet etmenin keyfiyeti husûlü ve ityanı beyanındadır.
***
İLÂHÎ ÂLEMLERDEN BEŞİNCİ BÖLÜM
HAZERÂT-I MÜSEVİYET VE BEŞİNCİ SEMADIR
ZÂT-ÜL
BAHT’tan Hazreti Mûsâ’ya gelen feyz, ŞUÜNÂT-I ZÂT’tan gelen feyzdir. Bu
ŞUÜNÂT-I ZÂT, zâtı ilân eder bir hâlettir, sıfat demekliktir. Hakikat ve künh-ü
zâtı Mûsâ bile bulamaz. Lâkin, ŞUÛNÂT-I ZÂT’tan haber alayım diyerek gitti.
Zira, şuûnât, hakikaten zât olsaydı mekândan ve zamandan görünmezdi. ŞUÜNÂT-I
ZÂT’ın gayrı olsa idi, Kur’ân’ın 20/12 âyetinde: «Fahla’ na’leyke inneke
bilvâdilmukaddesi tuvâ» denilmezdi. «Şimdi sen mukaddes vadidesin, ayağının
kaplarını çıkar» emri vârid oldu. Bu ŞUÛNÂT-I ZÂT’tan gelen bir vahydir.
RİSÂLET-ÜL KİTAP, VÂV-I MU’TELE’yi ATÂ-YI ESMÂ ile MELEKÛTİYET-ÜL İNSÂN’a
yükselterek ŞUÛNÂT-I ZÂT’ta karar kıldı. Onun istikrarı, Cenâb-ı Iiakk ile
gerek Sînâ dağında ve gerek vâdi-i eymende tekellüm ederek, Kur’ân’ın 20/17 :
«Ve mâ tilke biyemînike yâ Mûsâ» hitabı ile kelimullâh rütbesini elde etti.
İnsanın Allah ile tekellüm etmesi için olan vasıtanın, MELEKÜTİYET-ÜL BEŞER’i
ve RİSÂLET-ÜL KİTAP ile MU’TELET-ÜL VÜCÛD olan heziyetinin tedricen bilinmesi
huzuru nisbetindedir. Buna HAZERÂTÜL MÛSEVİYE derler. Şahsına göre ilham, vahy,
hatif gibi mânâlara nisbet ve şümûlü hakikidir. Bu yol ile Mûsâ tarafından istinbat
(söz veya işten gizli mânâ çıkarma) olunarak kelâmullâh bilinir yâni Allah ile
Mûsâ harfi vasıtasıyla mükâleme imkândadır. Taştan, ağaçtan, deniz ve karadan,
ateş ve nehirden dahi istinbat olunan mânâlara da KELÂMULLÂH denilir.
Nitekim,
gözler bu eşyayı basiret (seziş, önceden görüş) le gördüğü vakitte Cenâb-ı
Hakk’ın vücûhu görünür. Buna şühûd âlemi denilir. Yâni, taş ve ağaç âlemlerinde
istintak (nutka getirme, söyletmek isteme) olunan ilimler de KELÂMULLÂH’tır.
Deniz ve nehir arasında tekellüm olunan mânâlar da KELÂMULLÂH’tır. Ateş ile göz
arasında ünsiyet peyda eden ateş dahi KELİMETULLÂH’ın âyetlerindendir. Bunlar
Mûseviyet ilmine mahsustur ki, HAZERÂT-ÜL MUSEVİYE denilir. Mûsâ’nın şifahen ve
vicahen (yüzyüze gelerek) Cenâb-ı Hakk ile konuşması kalben olan beraberliğidir.
Buna, HAZRETİ MÜSÂ KELÎMULLÂH denilir. Yine, insan da Mûseviyet kelimesiyle
bütün eşya, bitkiler, su, hava, Cenâb-ı Hakk’ı bilmek için bunları istintak ile
bir ilim tedarik eder.
***
İLÂHÎ ÂLEMLERDEN ALTINCI BÖLÜM İSEVİYET
HARFİDİR
ZÂT-ÜL
BAHT’tan gelen feyz önceden SIFÂT-I SELBÎYE (kıdem, beka, vahdaniyet,
muhâlefetlin lilhavâdis, kıyam binefsihi)’ye, SIFÂT-I SELBİYE’den İseviyete
yansır. Hazerât-ı İseviye, manen eşya ile insan arasında feyizli bir
bağlılıktır. Bu bağlılıkla insan eşya ilmini bilir ve onu tanır. AYIN harfi,
ilme İseviyetin delâleti ve nisbeti NÜFÜS-U KÜLLİYE-İ MELEKÛTÎYET’tir. SÎN
harfi MELEKÜTÎYET-ÜL ÎNSÂN’dır. YE harfi ATÂ-YI ESMÂ’dır. SİN harfi tansif (iki
müsavi kısma ayırma) edilirse iki adet LÂM zuhûr eder ki, YE harfi ile
birleşirse 40 sayısına ulaşır. Kırk sayısı ise MÎM harfidir. İsâ’dan istifaze
olunan ruhaniyet SIFÂT-I SELBİYE’ye aks ile eşya ilmi tecelli ederek görünür.
AYIN
harfine bitişik olan YE harfi ŞUÛNÂT-1 ZÂT’tır. AYIN, GAYIN, SİN, ŞIN, bu dört
kelimede olan YE’ler ŞUÛNÂT-I ZÂT’tır ki, gerekli oldukları için ayrılmazlar.
Zâta taalluk ettiği vakit de HAKİKAT-İ ZÂT’tır. Zira, bunlar NÛN’un
müşahhasatıdır. Nitekim NÜN harfinin medârı VAV’dır. Medâr makamına ŞUÛNÂT-I
ZÂT kaim olmuştur. Buradaki YE harfi de ziyade değildir; AYIN kelimesinin
YE’sidir. ZÂT-ÜL BAHT’tan gelen mânâ SIFÂT-I SELBÎYE ile gelir. Allah’ın bir
vechi ulûhiyet âlemi tarafmadır ki, ona ZÂT-ÜL BAHT derler. İlim, akıl, anlama
ve meydana çıkmaların o semte yönelmesi mümkün değildir. Bir tarafı da SIFÂT-I
SELBİYE cihetidir ki, Cenâb-ı Hakk’a insanın nisbeti, melekûtiyet kisvesini kazanmaya
olan nisbeti gibidir. İşte, bu SIFÂT-I SELBÎYE ile insan, Cenâb-ı Hakk’tan
matematik bilgisi, düşünme ve iktidarı nisbetinde sanayiden, hikmetten,
zenginlik ve servetten eşya ilmini bulup çıkarır. Bu ilme ULÜM-U HAZRET-İ İSEVİYE
denilir.
***
İLÂHÎ ÂLEMLERDEN YEDİNCİ BÖLÜM MUHAMMEDİYET KELİMESİDİR
Bu ilme
ŞÂN-ÜL CÂMİ’ denilir. Zira, Allah ile bilinen Muhammed, resuldür. Muhammed ile
bilinen Allah Mâbûd-u Bilhak’tır. Semâ-i seb’a, lâhutun (yedi kat gökyüzü)
yedinci semasıdır.
T E N B İ H
Bu
saydığımız semalara SEB’A-İ ELVÂH da denilir ki, Âdem ve Âdem’den Nûh’a
gelinceye kadar vürud eden enbiyanın tamamı o LEVH-İ MAHFUZ’dadır. Orada olan
enbiyalar muhafaza olunmuşlardır. Bunu söylemekten murad, enbiyaların vücudunu,
tarih ve hâl tercümelerini inkâr demek anlaşılmasın. Cenâb-ı Hakk, ebedî hayat
ile hayy (canlı) olarak gönderilmiş olan enbiyanın bize daima vasıta
olduklarını ve feyzlerinin kesilmediğini, ancak onlardan feyz alma yolunu
Kur’ân ile talim etmiştir. Meselâ, âdemiyet bir harftir ki, insaniyete delâleti
vardır, Âdem’in yaradılışının tenevvüâtını (çeşitliliklerini) gösterir.
İnsanlar çeşit çeşittir. Kimisi «Nutfe-i Emşac»dan halk olunmuş, kimisi «Mâ-ı
Mehîn»den ve diğer bir nevi de «Min hamâin mesnûn»dan halk olunmuştur. Ama,
bunlar hakikat bakımından kudret elinde yaratılan Âdem’dir. Kimisi de topraktan
yaratılmış, Kur’ân’ın 55/14 : «Halakal’insâne min salsâlin kelfahhâr» yüce
âyetinde bildirildiği gibi, içi boş çömlek gibi insanın kemikleri vardır. Yahut
akıldan ve ilimden sıyrılıp hayvan şekline girmiş insanlar gibi, bunlar en’âm
(at, sığır, deve, koyun gibi hayvanlar)’a benzerler. Dışarıdan bir tesir vaki
olmadıkça «Salsâl-i fahhâr» gibidir. Toprak, rübûbiyetten hâsıl olan gıdanın
teshikına denilir.
«Min
hamâin mesnûn», şırınga ile hayatı muhafaza olunan bir nevi insanları gösterir
ki, bu çeşit insanlar da vardır. Kur’ân 37/11 : «İnnâ halaknâhüm min tıynin
lâzib» buyurulmuştur. İnsanın hâsılı, gıdası için yapışıp orada teşkil ettiği
eczâ-i hayâtiyesidir.
Enbiyalara
hurûf (harfler) demekte iki fayda hissolunur. Birisi hakikatte harf olup Allah
ile kulun arasındaki muamelelerde vasıta olarak Allah’a vâsıl olmak için hakiki
bir mürşit olduğunu gösterir. İkincisi, biz buna hikâye dersek Kur’ân’ı noksan
bir şeyin beyanına hamlederek düşmanımızın galebesini def edemeyiz. Meselâ:
İbrahim (aleyhisselâm) harf olmayıp hikâye olsa bu hikâye etrafıyla halka
anlatılacak derecede değildir. Öyle ise biz bu surette zahirde Kur’ân’ın bâzı
âyetlerini, kelimelerini muhafaza için enbiyaya olan iman ve itikadımızın bir
cüzüne HURÛF-U MÜTEŞÂBİHÂT olan şânı yüce enbiyayı yazdık. Onunla Allah’ı
bilirsek enbiya KELÎMETULLÂH olmuş olur.
***
TEVİL İLMİNİN İZAH VE ŞERHİ
Tevilin
esası nedir, tevil neye derler? Bu konuda aşağıda açıklama yapılmıştır.
Tevil :
Bir şeyin iki vechi olup kullanılması cihetinden evvelki vücut hâline tevil
derler. Ubûr ederek yâni bir başka tarafa geçerek orada bir nevi kullanılan ve
mâruf vechinden ilerideki asıl vüruduna delâlet eden ilk vücuduna tevil derler.
Yâni, önce kalbe akseden nur oradan harfsiz, sessiz gelen sabit eşyadır.
Bunların sayısı yediye kadar artabilir ve yediye kadar bölünmeyi kabul eder.
Birincisi;
müstait olan b:r şey, yetişip büyüdükten sonra o şeyi kullanmaya ve o şeyden
faydalanmaya müstait olur. Bu birinci tevil şeklidir, insanın beşeriyeti gibi.
İkincisi;
birinci tevilden istinbat (bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma,
dolayısıyla anlatma) olunarak belli bir gaye için istimal olunan hâlettir.
İstimal olunduğu vakit insanın sesinden bilinir. Konuşmak, ses ve sadâ gibi.
Üçüncüsü;
kendisi ile amel olunan o şeyin kullanılmasından sonra birbirine tâbi ve bağlı
olan bir şeyin onunla müteradifi yâni bağlılığı olan şeye VÜCÜH-U SEB’A’da eşit
olmak ve müvazenede bulunmaktır. VÜCÛH-U SEB’A zaman, mekân, asıl, nev’iyet,
kemmiyet, keyfiyet, adet ve efratta müsâvi olmaktır. Bilinen bir şeyin eşyadan
biri ile tarifte kesin olarak uygunluğu gibi.
Dördüncüsü;
HEZÎYET-İ ZÂT istidadı nisbetinde teaküs (yansımak) ettiği vakitte
teaküsünde ilk şeklini bir dereceye kadar teanuk (boynuna sarılmak, kucaklamak)
etmektir, kuvvet gibi.
Beşincisi;
tesir ve kabulde müsâvi olmasıdır. Azaların uygunluğu ve dengesi gibi.
Altıncısı;
MEZÂHİR-ÜL VÜCÛD’un kendini izah eder surette MENÂBİR-İŞ ŞÜHÛD’da görünmesinde
neviyeti parlak olmalıdır. Yâni konuşmada, anlayış, akıl ve sanatta güzellik
görünmelidir. İnsanın akıl, ilim, anlayış ve sanatta ve güzellikte görünmesi
gibi.
Yedincisi;
mânânın söze bir derece uygun bulunmasıdır. Kaçan ve kaybolan mânâ istikrar
bulmuş, yerleşmiş olamaz. Çoğalan, türlü türlü anlama gelen kelimeler gibi.
Tevü,
tef’il bâbmdan bir kelimedir; kesret içindir. Kesretin nöbetleşme yoluyla
fâilde, mef’ulde, nefs-i fiilde zuhura gelmesi düşünülür. Fiilde olursa fail
münsel'h (soyulmuş), fâilde olursa mef’ul münselih olur.
Tevil,
lügatta: ileri geçmek, ilerideki bir şeyi çok dikkatle görmek mânâsınadır.
İleride görülecek yahut idrâk edilecek bir karaltıyı yahut hatıra gelecek şeyi
nazarı dikkate alıp ondan bahsetmenin adına tevil denir; zira, asl-ı zuhûr ve
misl-i aslisidir. Günün
sabahında güneşin doğuşu gibi. Çünkü, bu gün hiç bir zaman, gelecek günün aynı
değildir. Her gün başlı başına ayrı bir âlemdir, hakikat bakımından tekrarı
yoktur. Bu gün işlediğin bir iş, dünkü günde işlediğinin aynı değildir.
Hakikat bakımından aynı değildir, çünkü tabiat gereği denizlerdeki eşyayı su
kapladığı gibi, tabiat âlemi de her şeyi kuşatmıştır. Onu fark edenler
edebilir. Bunun tarih ile tarifi araştırılırsa, aynı olmadığı tahakkuk eder. Tesirde,
yetişip büyümede ve o güne mahsus olan ârızalarla fark olunur, bilinir. Otuz
beş sene evvelki ramazan ayının ilk cuması yetmiş beş sene sonraki cuma günü
gibi değildir. Bu güneş, bu gün bir seldir ki, insanı hayattan ölüme,
hareketten sükûnete sürükler. Açlık ve susuzluk da sürüklenen eşya arasındadır.
Ârızaların hepsi bu kabildendir. Onun için bâzı kimseler tabiatı faal zan
ederek her şeyi tabiat yapıyor, derler. Halbuki tabiat denizin üstündeki bir
duman gibidir. Zira, kendisinde istikrar bulmuş olan bir cereyanda cari
olması da Cenâb-ı Hakk’ın takdirindendir, tabiat ile değildir. Bunu yapan
Allah’tır, faal O’dur. Bunun üzerinde görünen ârızalar ne his olunan bâzı
haller tabiattır. Ne fayda ki, tabiat bu günün, bu güneşin, bu nurun tamamıyla
yakasına yapışmış sürükleyip götürüyor, bu tesir bundadır zan ediyorlar. Aklını
tamamıyla sarfa muktedir olmayanlar, bu tesir tabiattedir zan ederler. Tabiat,
bir ağacın rutubet ve cereyanı mesabesindedir. Ancak, cereyan ve rutubet ağaçta
asıl gibi gösterilir. Buna sebep olan ve harekete geçiren şeyden haberleri
yoktur. Aklın zayıflığına hüküm bundan ileri geliyor. Su, başından kesilirse
kenarlarındaki cereyan başına tâbi olduğundan, onlar da kesilir, kurur.
Tabiat
her şeyi, soğanın üst kabuğu gibi kuşatmıştır. Onsuz o şey yetişmediği gibi
hakikatte o şey ondan bir uzuv değildir, ancak o şeyi korumak için bir
mahfazadır. İnsandaki akyuvarlar, cilt ve hayata lâzım gelen şeyleri ve hava
ile müdafaaları mukabele eder. Bunu daha ileri geçerse alyuvarların vazifesi
başlar, ta, kemik içindeki iliğe varıncaya kadar istihase (organik maddelerin,
şekillerini muhafaza ederek zamanla taş haline gelmesi) eder. Bunlarda bu
istihasenin hayat ile nurlanmasını halk eden Cenâb-ı Hakk’tır, gerçek müessir
O’dur. Organların yararları türlü türlü değişmektedir. Bedel (bir şeyin yerini
tutmak) ve inhilâl (çözülüp açılma) bunların vazifeleri cümlesindendir. Tâ
kemiklere varıncaya kadar böyle tesiri görünür. Bunlar tabiat değildir,
Allah'ın takdiridir. Bir ağacın kabuğunu soyarsan o ağaç kurur; bir hayvanın
derisini yüzersen o hayvan ölür. O deri, o kabuk onların korunmasına hizmet
etmek içindir.
Tevil,
ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT’u ŞEY’İYET-ÜL VÜCÜD’a çekip getirmektir. ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT,
henüz söz veya bir şey ile zâhirde görünmemiş bir isim, bir mânâdır.
İnsan
için iki taraf vardır. Birisi zâhir, diğeri bâtındır. Bâtındaki şey ancak bir
mânâ ile idrâk edilebilir. Mânâ dediğimiz, içeriye gelen varidatı idrâk ve onu
taakkul (akıl erdirme) ve taayyün (meydana çıkma) ettirmektir. Buna ŞEY’İYET-ÜS
SÜBÜT derler. Onu dışarıya çıkarmak için iki taraf vardır. Birisi sesi havi
olan mânâ doğru mahreçlere tesadüf eder. Mahreçlerde harfler şeklini alarak
dışarı atılır. Nitekim söz, mahreç üzere itimad eder olduğu halde harfleri ses
ile renklendirip ihraç etmek, dışarı atmaktır. Örnek olarak: «Ben hurmayı yedim
ama çekirdeğini ağzımdan dışarı attım» demek gibi.
Bir şey
sübûttan vücuda cereyan ettiği vakitte Kur’ân’ın 36/82 : «En yekûle lehü kün
feyekûn» âyetinde bildirildiği gibi SEDENET-ÜS SEB’A mecrasından harfler
vasıtasıyla cereyan eder gelir. ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT, ŞEY’ÎYET-ÜL VÜCÜD’a nüzûl
eder. İkinci yolu, kalb-i mâkûsa aksolunan vâridattır. Kur’ân 36/82 : «İzâ
erâde şey’en» ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT’un ŞEY’İYET-ÜL VÜCÜD’a geçmesi için olan meslek
ki, Cenâb-ı Hakk bir şeye vücut vermek istediği vakitte o şey halk vasıtasiyle
ŞEY’İYET-ÜL VÜCÛD’a lâfz ve ihraç olunur. «En yekûle», ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT’ta
müstahsil-i hurûç olan şey «Kün», ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT’tan ŞEY’İYET-ÜL VÜCÛD’a
tahavvül eder. «Feyekûn» o şeyde tahavvülü kabul eder. O VÜCÛD-U SABİTÂT’ı
ŞEY’İYET-ÜS SÜBÜT’tan ŞEY’İYET-ÜL VÜCÜD’a çıkararak görünür.
ŞEY’İYET-ÜS
SÜBÜT, senin kalbinde, fikir ve mülâhazanda olan mânâdır. Bu mânâda, sözün
ancak yüzde biri ses olarak dışarı çıkabilir. Tümünü istiap edemez. Hurûcu ise,
merdivenlerin basamaklarına basılarak aşağı inildiği gibidir. O mânâ, o vakitte
ŞEY’İYET-ÜS SÜBÛT’tan «Feyekûn», ŞEY’İYET-ÜL VÜCÛD’a nüzûl eder. Burada KÜL
İlâhî âlemlerin miftahıdır. KÛL’daki KAF harfi SEDENET-ÜS SEB’A’dır. SEDENET-ÜS
SEB’A demek yedi mânâyı aydınlatabilir, demektir. Yahut, beşeriyetin ve her
şeyin bedenle ilgili yolunu aydınlatır, demektir. ŞEY’İYET-ÜS SÜBÛT’tan gelip
«Feyekûn»daki kevnûniyetin istimrar (bir düzüye devam etme) zamanı ŞEY’İYET-ÜL
VÜCÜD’un elde edilmesi içindir ki, yavaş yavaş meydana gelir.
Bir
çocuğa ÂYÂN-I SABİTE’den nefh olunan ruh onun vücut bulmakta olan cismine nüzûl
eder. Kur’ân’ın 15/29 : «Feizâ sevveytühü ve nefahtü fîhi min rûhî» yüce âyeti
bunu gösterir. NEFH (üfürme) bir nücûmdan ibarettir ki, bu nücûmun o mevkiye
inişi yâni o çocuğun bu cisim ile hayata ulaşmış olması MEVÂKI-İN NÜCÜM
mesleğine sâlik olması demektir. Orada nefih, vücud-u hayattan ileri gelen bir
rişte (iplik, ilgi) dir ki, —insan gözünü yumup açtığı vakit güneşten insanın
gözüne gelen riştelere SEDENE (kapıcılar, perdedarlar) denilir.— BEDENE gibi
bunların SEDENE tâbir olunmaya münasebeti vardır. O hayat onu orada gözetir. O
hayat nuru ona hareket, işitme ve görmedir. Hayata lâzım olacak her şeyi
peyderpey varlık âlemine gönderir, zamanla da o şey mükemmel olur. Kur’ân’ın
36/82 : «...İzâ erâde şey’en en yekûle lehü künfeyekûn» âyeti mânâsında cereyan
eden FEYZ-İ MUKADDES’ten yâni kavil (söz) ’den KÜN emriyle FEYEKÜN âleminde
vücudu kazanmış olur. Mevcudiyet, sübûttan vücuda intikal eder. Meselâ: Güneşin
bir aynaya münakis (tersine dönmüş, yansımış) olduğu gibi, ŞEY’İYET-ÜS
SÜBÛT’tan gelen vücut ki, lâfz (söz, kelime), vasi (ulaşma, birleşme), vasf
(nitelik) suretiyle sözden dışarı fırlar çıkar. Vasi ile istenilen yerin, istenilen
şeyin tâ yerine varır. Vasf, mevsul (birleşmiş)’ün rengi ile boyanmaktır. Vasi,
mâkûse aksettiği vakit onda görünen sureti hakikatiyle tekeyyüf (keyfiyetlenme)
etmektedir ki, vasf halidir. Vasi ve vasf, cereyanda bir harfe delâlet eder
gibi görünüyorlarsa da bunların her şeye şümûlü olduğundan harf bunu istiab
edemez. Kur’ân’ın 50/18 : «Mâ yelfizu min kavlin illâ ledeyhi rakıybün atîd»
yüce âyeti bunu gösterir.
Bir de
tâbir vardır ki, o zâhirden mânâya vâsıl olmaktır.
Meselâ: Gözler ile bir şeyi görmek gibi. Bir de taakkul ve taayyün vardır.
Taakkul, bâzı aletler ve sebeplerin vücudunu hayâl levhinde görmektir. Taayyün
o şeyin mâkûsunuu aynını orada müşahede etmektir. Vusûl eden varidatın aynını
istihsal edip göstermek vasıftır. Bu tâbir ki, dışarıdan içeri girmektir.
Bunları düşünmeyen kimse bilmeyerek buna tefsir der. Henüz tefsir nedir, tâbir,
tevil nedir bilmez.
Tâbir :
Dışarıdan içeriye girmek..
Tevil :
İçeriden dışarıya çıkmak için mürâsil (haberci) ve murâbıt (râbıta eden,
kalbini Allah'a bağlayan) istiyor.
Birisi
savtî (sesle ilgili) olmalı; savtî olursa o savtın üzerine yüklenebilir bir
harf terkip etmeli, o harf de bir mânâ üzerine delâlet ve sözle ilgili tarife
uygun olmasıyla mürur ve ubûr (gelip geçme) vücut bulabilecek imkânda
olmalıdır. Birisi de sesle ilgili olmaz, yâni harfler olmaksızın çıkar,
sübbûhiyete hattâ sair canlı olan mahlûklara şümûlü vardır. Sübbûhiyet, harf ve
ses iktiza etmez, cereyan ile malûm olur bir ilimdir. Sübbûhiyetin eşyaya
sirayet ve cereyanı ile MEZÂHİR-ÜL VÜCÛD’un MENÂBİR-İŞ ŞÜHÛD’da müşahedesini
gerektirir keyfiyete hamli câizdir. Bitkiler ve ağaçların güneşe mâkûs
(aksolunmuş, yansımış) olması ile SÜBBÛHlYET’in üzerinde yaptığı tesiri
görülür. SÜBBÛHİYET’in ağaçlarda ve meyvalarda görülmesi onun cereyanı ile
üzerinde hâsıl olan haller ve olayları görülür, meyveler gibi. SÜBBÛHİYET’in
cereyanı kendisinde hayat kokusu olan şeye tesir eder. Kur’ân’ın 57/1 : «Sebbeha lillâhi mâfissemâvâti vel’ardı» yüce âyetinde
bildirildiği gibi göklerde ve yerde olan şeylerin hepsine tesir eder. Bu eser,
RABBİL’ÂLEMİN’in eşyayı terbiye etmekliği için İlâhî âlemlerinden bir âlemdir.
Ancak, bitkilere ve ağaçlara güneşin feyz eseri, güneşin onlara muvazi olarak
kendisinden husûle gelen rübûbiyettir. Rübûbiyet terbiye mânâsmadır. Bu
cümleden asla ŞEMS ALLAH’tır mânâsı çıkarılmasın. Zira, rübûbiyet, hâlık ile
mahlûk arasında bir vasıtadır. O vasıta ile ona mahsus olan tecelli-i efâl,
isimler ve sıfatlar orada tekevvün eder; yâni, kalıp ve vücut gibi yemek, koku,
renk gibi şeyler güneşin oraya olan türlü türlü terbiyesinin tesirinden husûle
gelmiştir.
Kur’ân’ın
3/7 : «Ve mâ ya’lemü te’vîlehü illallâh» âyetine ne dersin ey tevil eden! Onun
tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. Zira, bu tevil ŞEY’ÎYET-ÜS SÜBÛT’tur,
henüz zuhur etmedi. Emir, nehy onları husûle getirmek için bir mevcut ile
hükmederiz. Emir, vücudunun meydana gelmesi için talep edilen şeye denir. Emir,
MEZÂHÎR-ÜL VÜCÜD’un bir RÎSÂLET-İ ÖRFÎ ile kevinde vücudunu göstermesidir. O
RİSÂLET-İ ÖRFÎ dahi âmir ile memur arasında cereyan eden nisbettir.
«Verrâsihûne»deki VÂV atıf için değildir. Zira, VÂV-I ÂTIFA iki şeyin arasını
cem (toplamak) içindir. Cem edelim desek kadim (eski) ile hâdis (yeni)in
arasında cem mümkün olur mu? Mümkün olmaz. «Ve mâ ya’lemü te’vîlehü illallâhü
verrâsihûne...» Ulema-i râsihun bu ilmi Cenâb-ı Hakk’tan vahy ve üham yoluyla
iktibas ederler; cem yoluyla değil, demektir. «Verrâsihûn»daki VÂV harfi, VÂV-I
MU’TELE olursa Cenâb-ı Hakk’tan vahy ve ilham tarikiyle gönderilen ilmin
mevcudiyetidir. Bu itibarla ÂTIFA olamaz. Eshâb-ı kulûbun kalbleri, ilham ve
ilmin mahallidir. Bir kalb, eğer ilhama menzil olursa o kalbde râsihlik (çok
geniş din bilgisi) vardır.
O
kalbin ilimde rüsûhiyetiyle hükmolunur. Allah’ın kalbde tecellisiyle onun kalbi
ilim sıfatı ile parlar. Bu, ilmi Allah’tan öğrenir, demektir. Kalblerini
Ccnab-ı Ilakk’a bağlamış olan kimseler, ilimde rüsûh bulmuş zatlardır. İlm-i
rüsûh, vahy ve ilham yoluyla iman sahibi kulun kalbine gelen bir nurdur.
Enbiyaların ilmi, Cenâb-ı Hakk’ m onların kalbine o ilmi vahy etmesiyle hâsıl
olur. Zira, onların kalblerine gönderilen o nur onları ilim mertebesine
yükseltir. Bu yükseliş ilimde aynı rüsûh demektir. KEMÂLÂT-I İNSÂNÎYE,
VELÂYET-1 KÜBRÂ’nın içinde yer almış olduğundan ulemâ-i râsihûnun kalbine bu
ilimler ilham yoluyla gelir. Bu ilmi elde etmek için buralara müracaat etmek
lâzımdır.
Tevil
ilmini bilmeyen kimse Kur’ân’dan bir şey anlayamaz ve tevil ilmini bilmedikçe
Kur’ân’dan yararlanamaz. Bu tevil ilmini bilmeğe herkes muvaffak olamaz. Kur’ân’ın
2/105 : «...Vallâhü yahtessu birahmetilıî men yeşâü...» âyetinde bildirildiği
gibi Cenâb-ı Hakk bu ilmi bâzı kullarına tahsis etmiştir. Onlar bu ilimle
kendilerini gösterirler. Kalb, ilhama mahal olmazsa rüsûh peyda edememiş olur,
onun ilmi zandan ibarettir. Kalbleri ilham yeri olmayan kimseler ancak zanna
tâbi olan kimse kabilindendir, ilme tâbi olan zatlardan sayılmazlar. Kur’ân’ın
53/28 : «Ve mâ lehüm bihî min ilmin in yettebiûne illezzanne...» yüce âyeti
bunu gösterir.
VECİZET-ÜL
HURÜF’un bâzısmın tercümeye yakın, bâzısının da mânâya yakın sözlerle
zikrolunması Kur’ân’ın tevilât kısmında en mühim olan bir yolun icabındandır.
Bundan bahsolunmazsa bu harfler muattal kalır, zikrinden yararlanılmaz. Elbette
Allah’ın muradı her şeyde bir mânâ, bir menfaat göstermesi içindir.
***
**
*
EBCED TABLOSU
|
||||
Harfler |
Küçük (Asıl) Ebced |
En Küçük Ebced |
Büyük Ebced |
En Büyük Ebced |
Elif ا |
1 |
1 |
111 |
13 |
Be, Pe ب |
2 |
2 |
3 |
611 |
Cim, Çim ج |
3 |
3 |
53 |
1035 |
Dal د |
4 |
4 |
35 |
278 |
He ه |
5 |
5 |
6 |
705 |
Vav و |
6 |
6 |
13 |
465 |
Ze, Je ز |
7 |
7 |
8 |
137 |
Ha ح |
8 |
8 |
9 |
606 |
Tı ط |
9 |
9 |
10 |
535 |
Ye ى |
10 |
10 |
11 |
575 |
Kef, Gef ك |
20 |
8 |
101 |
630 |
Lam ل |
30 |
6 |
71 |
1090 |
Mim م |
40 |
4 |
90 |
333 |
Nun ن |
50 |
2 |
106 |
760 |
Sin س |
60 |
- |
120 |
520 |
Ayn ع |
70 |
10 |
130 |
192 |
Fe ف |
80 |
8 |
81 |
651 |
Sad ص |
90 |
6 |
95 |
590 |
Kaf ق |
100 |
10 |
181 |
651 |
Re ر |
200 |
8 |
201 |
502 |
Şın ش |
300 |
6 |
360 |
1077 |
Te ت |
400 |
4 |
401 |
320 |
Se ث |
500 |
2 |
501 |
747 |
Hı خ |
600 |
- |
601 |
512 |
Zal ذ |
700 |
10 |
701 |
179 |
Dad ض |
800 |
8 |
805 |
653 |
Zı ظ |
900 |
6 |
901 |
577 |
Gayn غ |
1000 |
10 |
1060 |
111 |
Muhyiddin İbnü’l Arabî’ye göre bu harflerin bazı sayı değeri şu
şekildedir.
“gayn” harfinin
sayısal değeri hakkında, bize ve sır ehline göre 900, nur ehline göre ise
1000’dir der.
“dâd” harfinin
sayısal değeri hakkında, bize göre 90, nur ehline göre ise 800’dür der.
“şın” harfinin
sayısal değeri hakkında bize göre 1000, nur ehline göre 300’dür der.
“yâ” harfinin sayısal değeri hakkında
on ikinci felek için 10, yedinci felek için ise 1’dir der.
“lam”
harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci
felek için 30, yedinci felek için ise 3’tür der.
“ra” harfinin sayısal değeri hakkında
on ikinci felek için 200, yedinci felek içinse 2’dir der.
“sâd” harfinin sayısal değeri hakkında
bize göre 60, nur ehline göre 90’dır der.
“sin”harfinin sayısal değeri hakkında
nur ehline göre 60, bize göre ise; büyük ebcette 300, küçükte 3’tür der.
“zı”
harfinin sayısal değeri hakkında nur ehline göre 900, bize göre büyük
ebcette 800, küçük ebcette 8’dir der.
Kaynak: Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme,
Doç.Dr. İsmail Yakıt, Ötüken, İstanbul, 1992.
[1] Daha geniş bilgi için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil”
ve aynı yazarın “İslâmda Kutsal Günler ve Geceler”adlı eserine baş
vurulabilinir.
[2] Hürmetli (Harâm) aylar Kamerî yılın birbirini
takip eden Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile İslâm öncesi Mukat kabilesi
tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve Şaban ayları arasında yer alan
Recep ayıdır.
[3] M.Kâzım
Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar