SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAYATI VE ESERLERİ
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى
اله وصحبه وسلم اجمعين
ÖNSÖZ
Sevgili
evlâdlarım!
Evvelce
bastırmış olduğum “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” ile “Kur’ân’ın 20.
Asra göre Anlamı” (cilt I) isimli kitaplarımda babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermiştim Bu kitabı yazmamın sebebi
ise, bu yüce zâtın hayatının ve düşüncelerinin gelecek nesillere geniş şekilde
intikalini sağlamaktır. Zira, bu gün ile geçmiş arasında kurulu tek köprü ben
kaldığım için her şeyi sizlere aktarmayı kendime görev bildim.
Babamın
vefatına kadar geçen çağım, hayatımın en parlak sahifeleri, gönül kitabımın
dibâcesi idi. Daha sonraları yalnızlık yıllarımda hayatıma renk veren, yaşama
gücümü artıran hep bu sahifeler, bu renkli dibâce oldu. Gömüldüğüm iç âlemimde
tek parlak kurtuluş noktasını bu hâtıralar arasında buluyordum Babamın “Kâzım, babaya lâzım” sözü
kuru ve boş değildi. Bir gün babama hakikaten lâzım olacağım hakkındaki inancım
beni hayata bağladı ve bu güne kadar yaşattı.
Ben
hâlâ geçmişteki o güzel oniki senemi yaşıyorum; dünyâya geldikten sonra geçen
oniki yılı. Ruhumun derinliklerine, düşüncemin en kuytu köşelerine kadar nüfuz
etmiş bu hâtıralardan sıyrılamam ben. Bir an koptuğumu hissetsem, gövdesinden
kırılıp ayrılan bir dal gibi olurum.
Bu
inanış ve bağlanışın bana çok şeyler kazandırdığım daima idrâk ettim. En zor
anlarımda bu büyük gücün benimle beraber olduğuna inandığım içindir ki, her
zorluğu yendim. Böyle zamanlarımda gücümün yettiği yere kadar çaba gösterdim.
Ancak bundan sonrası için “Medet
yâ Ehl-i Beyt, yetiş bana babacığım!” diye
feryad ettim. Beni, mahcûb ve mahzun etmemesi için her zaman O’na yalvardım.
Hayatımın
ıztırablı geçen her sahifesine, inandığım yüce varlığın bir sözü, bir hâtırası
renk verdi de ıztırabı neşeye dönüştürebildim.
İrfan
sahibi olanların kıblesi, İslâm’ın kendisine uyulan imâmı, âşıkların sığınağı,
ilmin kaynağı, Peygamber’in vârisi, Kur’ân’ın mânâsı, ledün ilminin anahtarı,
Allah’ın “Gafur” (Merhamet eden) isminin göründüğü yer, garip ve kimsesizlerin
koruyucusu olan böyle bir zâtın hayatını ancak gördüklerim ve bildiklerim,
yakınında olan inanılır kişilerden duyduklarım belgelerden aldığını bilgiler
doğrultusunda iktidarım kadar yazmaya gayret sarfettim.
Bu ulu
Seyyid’ın hayatını tam olarak yansıtmak bu kitabın hacmi içinde mümkün
değildir. Hele İlmî bakımdan O’nun vasıflarını anlatmaya bu konulara aşina olmayanların
gücünün yetmeyeceğine eminim Elimizde bulunan eserlerinin mânâsına nüfuz
ettiğimiz zaman O’nun İlmî yönü ile açtığı medeniyet asrının eşsiz dâhisi ve
sahibi olduğu anlaşılacaktır.
Kitabımızın
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin eserlerine ayrılan bölümünde sözü edilen
“Menâr-ül Muhkemât ve
Menâtık-ıl Müteşabihât” adlı kitabından elimizde bulunan tek bir
makale, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında yer alan ve bugüne kadar hiç bir
gerçek açıklama getirilememiş olan Mukattaa harflerini aydınlatan fevkalâde
önemli bir ışıktır.
Günlük
hayat hikâyesi içinde yüce Seyyid’in, asrın yeniliklerini takibi, yurt sevgisi
ve memleketin gelişmesi için tavsiye ve teşvikleri anlatılmaya çalışılmıştır. "Mühendislerimiz,
susuz ovalarımıza artezyen açsalar ve neticede su bulamasalar bile, o yörenin
jeolojik haritasını çıkarmış olurlar ki, bu da gelecek için büyük faydalar
sağlar.” düşüncesi, O’nun ileri görüşünü yansıtan küçük bir örnektir. Bu sözün
takriben bir asır evvel söylenmiş olduğu gözardı edilmemelidir.
Seyyid
Hazretlerinin hayatı ile ilgili belgelerde kullanılan tarihlerin hicri veya
mâlî (rûmi) olduğu belirtilmediğinden, bugüne kadar tarihlerin milâdî tarihe
dönüştürülmesinde farklılıklar doğmuştur. Meselâ, Fatih yangını, bâzı
kitaplarda 1916 olarak gösterildiği halde doğrusu 1918 dir ki, bu da mâlî
(rûmî) takvim ile hicri takvim arasındaki o yıllarda görülen iki yıllık farktan
ileri gelmektedir. Bu gibi yanlışlıklara yol vermemek için olaylar,
kronolojik sıra içinde ve milâdî takvim esas alınarak yazılmıştır.
Bu
kitabın ön çalışmalardan basımına kadar kitabın hazırlanışının her safhasında
bana candan yardıma olan sevgili kızım F.Aymelek Öztürk’e teşekkür etmeyi vazife
bilirim.
Kusurlarımız
olduysa, yüce Seyyid’in affına sığınırız.
Mûsâ Kâzım Öztürk
İzmir, 1996
GİRİŞ
Ata
yurdu Dağıstan’ı çocukluğumdan beri merak ederdim. Beni, bu ülkenin ne
coğrafyası, ne asırlar boyu türlü kavimlerin akın ve istilâlarına sahne oluşu,
ne iç savaşları, ne de Rus işgal ordularına karşı koyan ve sırasında düşmanlarını
bozguna uğratarak sınırlarından kovan bir avuç Türk’ün kahramanlık destanları
ilgilendiriyordu Zira bu gibi olaylar, her milletin tarihinde yaşanmış ve
yazılı olarak kitaplara yansımış olaylardır.
“Kaf
Dağının ardında Zümrüt-ü Anka denilen bir kuş varmış...” diye
başlayan masalları dinlerken, insanların ulaşamayacağı ve zirvesine
erişemeyeceği bu ülke, her halde Kafkas dağlarının ardındaki “Dağıstan”
olsa gerektir, der ve babamın bu dağların ötesinden nasıl geldiğini merak eder,
oradaki yaşantıyı düşünürdüm. Dile kolay, atalarımız bin seneyi aşkın bir zaman
bu dağların ardında hayatlarını sürdürmüşlerdi.
Burası
nasıl bir yerdi? Erişilmesi imkansız ve tepeleri bembeyaz bulutların içinde
kaybolmuş bir masal ülkesi mi idi gerçekten Dağıstan? Bazen okul atlaslarını
karıştırır, babamın kutlu isimlerine ek olmuş “Rükâlizâde” sözcüğüne
bakarak Rükâl kasabasını bu haritalarda arar, bulamayınca da üzüntü duyardım. “Bâb-ül
Ebvab” (kapıların kapısı) denilen yerin Derbend olduğunu sonraları öğrendim; buraya, dağlarla
Hazer Deniz’i arasındaki tek geçit olduğu için bu isim verilmiş. Aslında şehrin
her iki ismi de aynı anlama geliyor. Bir de, Ban vilâyetinden bahsediliyordu.
Neresi idi bu Ban vilâyeti? Hâlen Dağıstan hudutları içinde mi idi? Meğer
Derbend [1]vilâyetinin
eski ismi imiş.
Bâzı
şeylerin hayâli hakikatlerinden çok daha güzel! Masal ülkesi gibi hayâl
ediyordum Rükâli. Atalarımın rûhâniyeti sinmiş toprağına taşına. Âlimlerin ve
güler yüzlü, birbirine saygılı insanların yaşadığı, yaşlı çınarların
gölgelediği çayırlar üzerinde koşup oynayan çocukların neşeli çığlıkları ile
dolup taşan bir diyar. Evet, köy değil bir diyar düşünüyordum. Kaf Dağı’nın
zirvelerindeki karların eriyerek dik yamaçlı vadilerden köpük köpük aktığı,
küçük çağlayanlardan dökülen suların ormanlar arasından süzülerek tatlı
nağmeler hâlinde yansıdığı bir diyar vardı hayâlimde
Atalarımızın
mezarlarını, itina ile inşa edilmiş ve küçük bir kubbesi bulunan bir türbe
içinde görür gibi oluyordum. Lâkin gerçek hiç de böyle değilmiş. 1980 sonrası
elime geçen fotoğraflarda seyyidlerin mezarlarının bulunduğu kabristanın,
etrafı biriketle çevrilmiş toprak parçasından başka bir yer olmadığını gördüm.
İşin acı tarafı bu mezarların kimlere ait olduğu dahi bilinmiyordu.
Babamın,
bir zamanlar İstanbul’da, Edirnekapısı kabristanındaki[2]
mezarı da baş ucunda taşı bile bulunmayan bir toprak yığınından farksızdı.
Ancak, taşsız da olsa, bu makamı her gün bir kaç gönül ehli âşık ziyaret eder,
kurumuş topraklarım samimî göz yaşlan ile sulayarak rahmet ve şefaatini niyaz
ederdi. Halbuki, Rükâl’de kalan büyüklerimizin bir “Fâtiha”dan dahi mahrum
bulunduklarını tahmin ediyorum.
SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN
HAZRETLERİNİN DÜNYÂYA GELİŞLERİ
Kaf
Dağının ardında, Dağıstan’ın Derbend vilâyetinin Rükâl kasabasında 1848 yılının
Şubat ayının soğuk bir gününde Seyyid Said-i Rükâli Hazretleri’nin ilk çocuğu
dünyâya geldi. Hazreti Hüseyin soyundan gelen bu nûr topu gibi çocuk,
Peygamberimizin kırkıncı torunu idi. Babası, oğluna kendi babasının adı olan
Sefer ismini verdi. Ancak O, her zaman soylarının en yüce ismine uygun olarak “Ahmed”
ismi ile anıldı. Annesi, muhitin ileri gelen ailelerinden Abdülâlâ bin Abdullah
soyundan Ferhat oğlu Abdullah’ın kızı Şerife idi.
Yakınları
arasında en güzel ve yakışıklı olmasının yanı sıra zekâ ve bilgi bakımından da
muhitinin en üstün bir kişisi olan Seyyid Ahmed’in babası, arpa unundan
ekmeğini kendi pişirir, çoğu zamanını ibadetle geçirir ve her zaman oruçlu
olurmuş.
Annesinin
gösterdiği ihtimamla büyüyüp yetişen Seyyid Ahmed, akranları ile oynayacağı
yerde şerefli babasının yanından ayrılmaz hep onunla beraber olmayı arzu ederdi
Babasına hizmeti daha o yaşta kendisine vazife bilen Seyyid Ahmed, ilk
bilgilerini babasından almaya ve onunla beraber oruç tutup ibadet etmeye
başlıyor.
Rusya
ile İran arasında imzalanan Gülistan Antlaşması uyarınca Dağıstan, 1813 yılında
Rusya tarafından ilhak edilmişti. Said-i Rükâli, Rus hükümetinin idaresini hiç
bir zaman içine sindirememişti. 12 yaşına girmiş olan oğluna, kendisinin
vereceği bilgiden daha geniş ölçüde ve müslüman bir ülkede eğitim yaptırmayı
düşünüyordu.
62
yaşındaki Seyyid Said-i Rükâli’nin, Seyyid Ahmed’den başka hayatta sadece Fatma
adında bir kızı vardı; şimdi onu arkasında bırakarak ülkesinden ayrılacaktı.
Diğer evlâdları çocuk yaşlarında vefat etmiş olduklarından Peygamber
torunlarının yâni seyyidlerin imâmeti ve temsil görevi şerefi, bu soydan yalnız
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’ne nasip olmuştur.
Said-i
Rükâli Hazretleri, her şeyini ailesine devrederek oğlu Seyyid Ahmed ile
birlikte 1860 yılında yollara düşüyor, Kafkas’ın sert yamaçlarını aşarak
Gürcistan’da, Rioni Irmağının Karadeniz’e ulaştığı yerdeki Puti limanına
geliyor. Baba oğul 1829 dan beri Rus hâkimiyetinde bulunan bu küçük limandan
Türk bandralı bir gemi ile Karadeniz’in engin sularına açılıyorlar. Baba artık
hayatından memnundur, ilk tahsilini vererek gayet güzel şekilde yetiştirdiği
biricik oğlu Ahmed’ini, İslâm dünyasının yegâne merkezi olan İstanbul’da
okutacaktır.
O
tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu tahtında Abdülmecid (1839-1861) bulunuyordu.
Said-i Rükâlı Hazretleri, genç padişahın reformcu kişiliği ile Osmanlılara yeni
bir çehre kazandırmaya çalıştığını duymuştu. Ancak olaylar insanların düşündüğü
gibi gelişmiyor.
Türlü
güzel ümitlerle İstanbul’a gelen baba oğul, Fatih semtinde bir dostlarına
misafir oluyorlar. Genç Ahmed, babasının arzusu üzerine İslâm âleminin en büyük
üniversitesi kabul edilen Fatih Medresesinin mensuplarından ve Padişah’ın huzur
hocalarından Abbas Fevzi efendinin derslerine devam etmeye başlıyor. Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri bu olay için. “Abbas
Fevzi efendi, Dağıstan 'da amcamız Seyyid Hasan efendi ile Allâme-i zaman
nâmıyle tanınmış Mirza Hasan efendinin babası Şeyh Abdullah Alkadâri efendiden
ilim tahsil ettikleri için babam beni onun dersine oturttu” demişlerdir.
Bir gün
oğlu Ahmed’i görmek için medreseye uğrayan babası, kıymetli oğlu hakkında bilgi
almak ve biraz da hasbihal etmek üzere dershanelerin çevrelediği geniş
meydandaki büyük çınar ağaçlarının gölgelerinde oturan hocaların yanma gidiyor.
Ancak, gördüğü hâli beğenmiyor, zira, gençleri yetiştirecek hocaların, nargile
içerek başkaları hakkında dedikodu yapmalarını hoş karşılamıyor, ayrıca
bazılarının bilgilerini de az buluyor. “Kendisini yetiştirmemiş bir kimsenin
başkasını yetiştirmesi mümkün değildir.” diyerek oğlunu medreseden alıyor.
Zamanın
sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın 1860 daki üçüncü sadâret döneminde,
onun beş ay için Rumeli’de görevli bulunması sebebi ile Sadrazam vekilliğini
üstlenen Meclis Başkanı Mehmet Emin Âli Paşa’nın, Said-i Rükâlî Hazretlerinin
sadâttan olmaları dolayısı ile maaş ve arazi vererek Türkiye’ye yerleşmelerini
istemesine rağmen, Seyyid Hazretleri bunların hiç birini kabul etmeyerek aynı
yıl oğlu ile beraber Mekke’ye gitmek üzere İstanbul’dan ayrılıyorlar.
-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ-
Seyyid
Said-i Rükâlî Hazretleri ve oğlu Seyyid Ahmed, Mekke’ye geldikten sonra, burada
yüce soylarına mensup Mahmud Africuy, Kırımlı Abdullah Mekkî, Ömer
Rabbânî ve Dağıstanlı Kud Kaşını Yahyâ beyle buluşuyorlar.
Baba
ile oğulun buradaki ikametleri onbir sene devam ediyor. 187İ yılında, Hacc’dan
sonra hastalanan Seyyid Said-i Rükâlî Hazretleri, üç gün içinde sonsuzluk
âlemine göç ederek Muallâ’da ebedî uykusuna terk ediliyor. Vefatlarında 83
yaşındaydılar.
Seyyid
Ahmed büyümüş, 23 yaşına gelmiştir. Beyaz tenli, orta boylu, geniş omuzlu olan
bu ulu Seyyid’in saadetli başlan büyük, derin anlamlar taşıyan iri gözleri
şahane güzellikteydi.
Mekke’de
bulunduğu bu onbir yıl içinde zamanını değerlendirmesini bilmiş, Arapça ve
Farsçayı anadili gibi öğrenmiştir. Ancak, babasının vefatından sonra Mekke’de
fazla kalmayarak uzun zamandan beri hasretini çektiği Medine’ye yaya olarak
gidiyor.
İçinde
O’nu Medine’ye çeken büyük bir arzu vardı Orada, yüce soyunun yaşadığı yerde
yaşamak, onların gezip dolaştığı yerlerde bulunmak, teneffüs ettikleri havayı
koklamak istiyordu Medine’de yalnız kalmayacaktı. Zira, ilmin şehrini (el
medine-tül ilm) bulmuştu. İslâmın en yücesi Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve
sellem) sığınmıştır artık. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı zahir ilmini,
tahminen 3-4 yıl kaldığı Medine’de manevî ilimle ziynetlendirmiştir. Sonraları:
"Ben manevî ilmi
Peygamberimizden ahz-ı feyz ettim.” derlerdi.
Bu
mânevi aşk denizi içinde yüzerken, maddî sıkıntı peşim bırakmıyordu. Ancak
halinden kimseye bir şikâyette bulunmadan, içine kapanık zor bir hayat
yaşıyordu Yalnız, bilinen bir şey varsa bu da O’nun gerek müsbet ilimlerde,
gerekse ilâhî sırlan bildiren ledün ilminde nihayetsiz bir umman olduğudur. Bir
noksanı kalmıştı, sahip olduğu bunca ilmi yaymak ve insanları irşad etmek için
gerekli mânevî iznin işaretini almak.
Babasının
vasiyeti aklına geliyor, bir gün ona: “Oğlum,
Türkiye’ye gideceksin. Denizli’de Şeyh Hacı Hasan Fevzi efendi adında bir zât
var, onu bulup emanetini alacaksın.” demişti. Şu halde buradan
ayrılacaktı. Ecdâdından Muhammed Tayyib Hazretleri ne diyordu evlâdlarına: “Çocuklarım! Kendilerine müracaata en ziyade elverişli
olanlar, yerleştikleri yerler itibariyle Türklerdir.” Bu sözler
kendisi için bir işaretti. Lâkin Türkiye’ye nasıl ve hangi para ile gidecekti?
Nihayet
beklediği mânevi işaret geliyor. Bunun üzerine kendisini uzun zamandan beri
konuk etmek isteyen Yanbu
Kaymakamı Halil Paşa’nın
davetine
uyarak Kızıldeniz sahilindeki en önemli şehirlerden biri olup Medine’nin limanı
sayılan Yanbu’a gidiyor. Bir müddet sonra da Paşa’nın yardımı ile bir imkân
bulup Türkiye’ye doğru hareket eden bir gemiye binerek Hicaz’dan ayrılıyor.
Seyyid Ahmed’in Medine’de ne kadar kaldığı, hangi tarihte Türkiye’ye döndüğü
kesin olarak bilinmemektedir.
**
KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR
Genç
Seyyid Ahmed, artık yalnızdı, babası Said-i Rükâlî Hazretleri’ni Mekke’de,
Muallâ kabristanına bırakmış olması acısını hafifletiyordu Zira babasının, yüce
ataları ile beraber olduğunu ve yüzlerce yıllık hasretin bittiğini biliyordu.
Çocukluğunda, dedelerinin mübarek ayaklarının bastığı bu topraklar yerine niye
Dağıstan’da yaşadıklarını hep düşünmüştü. Bu yüzden Dağıstan ile ailesinin
bağının ne zaman ve ne şekilde kurulmuş olduğunu babası ona defalarca
anlatmıştı.
Hazreti
Muhammed’e bağlı yüce seyyidlerin Kaf dağının ardındaki hikâyesini öğrenmek
için Derbend’in Dağıstan’ın başkenti olduğu zamanlara kadar inmemiz gerekiyor.
Derbend,
Emevî hükümdarlarından Hişam (724-743) zamanında, Sasanî devletiyle yapılan bir
savaş sonucu 728 yılında arapların eline geçiyor ve uzun yıllar İslâm
dünyasının önemli bir sınır kalesi oluyor. Hişam’ın kardeşi Maslama, Derbend’de
devamlı bir Arap hakimiyetini ve kültürünü kurmayı başarıyor, işte, bizim hikayemiz
bundan sonra başlıyor.
Ecdadımızdan
Seyyid Muhammed Cevâd Hazretleri (810-835), Derbend’den hacc görevini yerine
getirmek için Mekke’ye gelen hacılar arasında bulunan “Şemâmet-ül Mağribî”
lakabıyla anılan Şemame adlı bir hanımla evleniyor. Acem esirlerinden olduğu
söylenen Şemame’nin “Ümmü Veled” adıyla da anıldığını görüyoruz.
Bu
evlilikten 829 yılında Ali Hâdi adında bir oğulları dünyâya geliyor. Aradan
yıllar geçiyor, Seyyid Ali Hâdi Naki (Askerî)’nin de 849 da bir oğlu oluyor. Bu
yavruya Cafer el Hasan adını veriyorlar. Cafer el Hasan Hazretleri*nin lakabları
“Mehdî” ve “Zeki” olduğu için kendisi Cafer Mehdî Zeki adıyla şöhret buluyor.
Olaylara
açıklık kazandırmak için burada bâzı rivayetlere değinmek istiyorum.
Muhammed
bin Ammar’dan nakledildiğine göre Seyyid Cafer Mehdî, babası Seyyid Ali Hâdi’ye
ait aşağıdaki hikâyeyi anlatmıştır:
Onuncu
Abbasî hükümdarı Cafer-el Mütevekkil Alellah (847), savaş zamanlarında başkent
Bağdat’tan uzaklaştığı zaman, yerini vekâleten Abdullah hin Muhammed e
bırakırdı Bu kimse, hükümdara Alı Hâdi Naki Hazretlerini, çekiştiren haberler
yollayarak, yüce Seyyidi yok etme fikrindeydi
İmam
Hazretleri bu durumdan haberdar olunca Mutevekkil’e yumuşak bir mektup yazarak
Abdullah’ın kendisine karşı olan kütu niyetini haber verdi Hükümdar, bu mektup
üzerine özür dilediğini bildiren ve kendilerini yanına davet eden bir cevap
gönderdi. İmam Hazretleri, Yahya bin Herseme ile beraber yola çıkarak
Samerra’ya geldi Burada Hân-ı Saâlik (Yoksullar Ham) denilen bir hana
yerleştirildi
Bir
başka rivayete göre Onuncu imam Ali Hâdi Naki Hazretleri’ne hürmet ederek
imâmetini kabul eden ve onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin torunu ve
vârisi olarak tanıyanların sayısının artması, Medine valisi Abdullah bin
Muhammed Haşimî’nin dikkatini çekti. Vali, hilâfet merkezinde hatırının biraz
daha sayılması, nüfuzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle kabul
edilmesi düşüncesiyle, Halife Mütevekkil’e İmam Hazretlerinin güçlenen
durumunun yarattığı tehlikeyi bildirmiş ve hükümdara yazdığı mektupta: “Mekke
ve Medine’yi kaybetmek istemiyorsan Ali Hâdi’yi buradan aldırt .” demişti.
Valinin
yazısı üzerine Mütevekkil, İmam Ali Hâdi Naki’nin evinde araştırma yaparak,
neler olduğunu anlamak üzere. Yahya bin Herseme’yi kimseye duyurmadan gizlice
Medine’ye gönderdi Yahya, Medine’ye varır varmaz geceleyin adamları ile imam
Hazretlerinin evini bastı. Çoluk çocuk korkup feryad edince Yahya, korkulacak
bir şey olmadığını, aldığı emre göre bir arama yapacağını söyleyip ev halkını
yatıştırdı; İmam Hazretlerinin de yardımı ile ev arandı. Kur’ân nüshalarından
ve duâ kitaplarından başka bir şey bulunmadı. Yahya olayı bir mektupla
hükümdara bildirdi.
Mütevekkil,
İmam Hazretleri’ni, devamlı göz altında bulundurmak amacı ile Irak’a davet
etti. Gönderdiği mektupta Alioğullarının, Abbasoğulları ile yakınlığından söz
ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu ve gelirlerse pek memnun
olacağım bildiriyordu. Bu arada Medine valisini, kötü ve yalan haber vermesi
yüzünden azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl’ı tayin ettiğini haber
veriyordu. Bağdat’a gelmeleri için istiharede bulunmalarım; karar verirlerse
Yahyâ bin Herseme ile yola çıkmalarım rica ediyordu.
İmam
Ali Hâdi Naki Hazretleri, görünüşte pek saygılı olan bu mektuptaki isteğe
uymazlarsa zorla götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarım tamamlayıp,
aynı yıl, ev halkı ile birlikte Irak’a hareket ettiler.
Olayların
bundan sonrasını, hâdisenin içinde bulunan Yahyâ bin Herseme’den nakledelim.
Herseme
diyor ki “Bağdat'a vardığımız zaman, önce vali Ishak bin İbrahim’in yanma
gittim Bana “Yahyâ, sen Mütevekkil i tanırsın, buraya getirdiğin imam
Hazretleri Peygamberin torunudur, Halife'yi O’nu öldürtmeye kışkırtırsan, bil
ki, düşmanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olacaktır.” dedi Ben de
cevaben “Vallahi ondan iyilikten başka bir şey görmedim, böyle bir şey yapmama
imkân yok ” dedim Daha sonra Bağdat yakınlarındaki Samerra’ya gittim Maiyetinde
bulunduğum Türk kumandan Vâsıl’ın yanma vardım O da bana vâli İbrahim’in
dediklerinin hemen hemen aynını söyledi, onu da yatıştırdım. Fakat ikisinin de
aynı fikirde oluşları beni şaşırttı.”
İmam
Ali Hâdi Hazretleri, Bağdat’ta büyük bir törenle karşılandı. Fakat
konaklamaları için kendilerine bir yer hazırlanmamıştı. Seyyid Hazretleri’ni ve
ailesini Samerra’da Hân-ı Saâlik (Yoksullar Hanı) denilen bir hana indirdiler.
Bu hareket Ali Hâdi Hazretlerine gösterilen ilk saygısızlık ve adetâ ilk
ihtardı.
İmam
Ali Hâdi ve oğlu Cafer el Hasan, Mutasım’ın Samerra’da Türk ordugâhını
yerleştirmiş olduğu Asker mahallesinde ikamet ettiklerinden “Askerî” lakabı ile
anılırlar veya bu iki seyyidin ikisine birden “Askereyn” denilir.
Yahyâ
bin Herseme’den sonra olayların devamını bu defa Salih ibni Saad dan
dinleyelim, bu .
zât
diyor ki.” Seyyid Ali Hadi Hazretlerini çok sıkıcı ve tehlikeli bir yer olan
Hân-ı Saâlik’te gördüğüm zaman “Ey ulu Seyyid! Bu adamlar sizin yüksek
kadrinizi bilmediler ve burada tutarak hapsettiler. Bu aşağılık kişilerin
istedikleri, Peygamber soyundan gelenleri yok etmekten başka bir şey değildir.
Keşke izin verseniz de tertemiz oğlunuz Cafer Mehdi Zekiyi dayıları Muhammed
bin Ammar’a benimle gönderseniz. O zaman hiç olmazsa aileniz de korunmuş olur.”
dedim. Bu sözümle Seyyid Ali Hâdi Hazretlerinin iznini alarak Yezid bin Esad,
İbrahim bin Âdef, Haşim bin Şu’be ile birlikte Seyyid Cafer Mehdi
Hazretleri’ni, Derbend’de bulunan dayıları Muhammed bin Ammar’a götürerek
kendilerine teslime muvaffak olduk.”
Anlatılan
olaylarda adı geçen Muhammed bin Ammar’ın kimliği ve ne suretle Seyyid Cafer
Mehdinin dayısı olduğuna dair kısaca bilgi vermek istiyorum. Bu hususta mümkün
olduğu kadar gerçeğe yakın bir araştırma yaptığımı tahmin ediyorum.
Evvelce
de açıkladığım gibi Derbend, Emevî hükümdarlarından Abdülmelik’in (720-724)
oğlu Hişam (724-743) taralından işgal edildikten sonra, hükümdar, kızkardeşinin
oğlunu (bu kimse aynı zamanda kumandanlardan biri olabilir) Derbend emiri tayin
ediyor. Bu zâtın, Muhammed bin Ammar isminde bir oğlu. Hâdise isminde bir de
kızı vardır. Hâdise, Derbend’den Medine’ye gelerek, Şemame ile Seyyid Muhammed Cevâd
Taki Hazretleri ’nin oğlu olan Ali Hâdi Naki ile evleniyor Hu evlilikten 849
yılında Mekke’de, Cafer Mehdi dünyâya geliyor. Bu suretle Muhammed bin Ammar da
Seyyid Cafer Mehdi Hazretleri’nin öz dayısı oluyor
Bence,
Şemame ile Derbend emirinin bir yakınlığı olması da ihtimal dahilinde. Şemame,
araplarca kullanılan bir isim olduğuna göre, onun Derbend’in yerli halkından
olmasını mümkün görmüyorum.
İşte
seyyidlerin Dağıstan’a yerleşmeleri bu suretle başlamış oluyor. Cafer Mehdî Hazretleri
933 yılında, o sırada bulundukları, Senebat şehrinde vefat etmişlerdir ki
burası o zaman Horasan’a bağlı olup halen İran’ın doğu hududu içinde kalan Tus
şehri civarındadır.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri “Menâzil-in Nücûm” adlı eserinde: Bu kasabanın
doğru isminin “Seyyid Âbâd” olup Abbasî hükümdarları, Peygamber soyundan
gelenleri gizli tutmaya şan ve şereflerini yok etmeye fırsat gözlediklerinden
kasabanın ismini değiştirerek “Senebat” yapmışlardır, buyuruyor.
Bugün,
Tus şehri, Meşhed’in hemen kuzeyinde tamamen harap olmuş, antik bir şehir
haline dönmüştür. Burada ayakta kalan ve hâlâ canlı
ihtişamını
sürdüren tek eser, Seyyid Ali Rıza Hazretlerinin (760-818) türbeleridir. Bu
türbe, halen bütün İran halkının en önemli ziyaretgâhlarından biridir.
Cafer
Mehdi Hazretlerinin Senebat’ta vefatlarından sonra seyyidler Horasan, Mısır ve
Medine’de hayatlarını sürdürmüşler, ancak Seyyid İsâ Ahrar Hazretleri
(1285-1348) tekrar Derbend’e yerleşmiştir. Bundan sonra Dağıstan ile
bağlantıları uzun süre kesilmeden devam etmiştir.
Halife
ünvanı ile kendilerini Yüce Rasulullâh’ın yerine lâyık gören hükümdarların
halktan kopmuş bir halde, muazzam saraylarda debdebe ve dârât içinde
yaşayışlarına, içki ve sefahat âlemlerine burada değinmek isterdim. Ancak, bu
konuda yüzlerce cilt eser yazılmış olduğundan merak edenlerin bu kitaplara
müracaat etmelerini tavsiye ederek ecdâdımıza revâ görülen zulüm üzerine Kaf
Dağlarının ardına göçün ilk basamağı olan Samerra hakkında kısaca bilgi
vermekle iktifa edeceğim.
Hârun
Reşid’den itibaren Bağdat, Abbasî hükümdarları için tehlikeli bir muhit
olduğundan Mu’tasım (833-844) Bağdat’ın 100 km kadar kuzeyinde Samerra ismi
verilen bir şehir kurdurdu. Hükümdarın Türklerden meydana gelen hassa ordusuna
tahsis ettiği ve hükümet merkezi yaptığı bu şehirde yüzbinden fazla Türk vardı.
Şehrin
bulunduğu yer, aslında tarih öncesi devirlerden beri yerleşim merkezi olarak
kullanılmaktaydı Müslümanlık öncesinden kalma Samerra adını, hükümdarlar
bastırdıkları madenî paraların üzerinde dc kullanmışlar ve bunu “Surre men rea” (Gören
hayran kalır) şeklinde yorumlamışlardır. Samerra’da 836-892 yılları arasında
sekiz Abbasî hükümdarı yaşamıştır. Müslümanların kurduğu en büyük şehirlerden
biri olan Samerra’da pek çok saray vardı. Yalnız Mutevekkil’in 24 saray
yaptırdığı söylenir. Ayrıca şehirde birçok konak, hamam, cami, dükkan, cezaevi,
askerî tesisler ve hanlar varmış İmam Ali Hâdi Hazretlerinin ve ailesinin bir
nevî hapis gibi misafir edildiği yoksullar evi olan Hân-ı Saâlik, bunlardan
biridir.
***
İktidar
hırsı ve hevesi ile doğruluktan ayrılarak etrafına yaptığı zulüm ve
haksızlıklar zamanla tarih sahifelerine geçince, o kimse ister şah ister
padişah olsun hayırla anılmıyor. Saltanat tahtını çevreleyen riyâkârların
iltifatı, iktidar ile kayıtlı olduğundan bir gün geliyor yapılan hareketler
gerçek yüzü ile ortaya çıkıyor.
Bir
zamanlar, Şam’ı kendilerine hükümet merkezi seçen Emevî hükümdarlarının
Peygamber soyuna reva gördükleri muamele onların yıkılmasından sonra bu defa
Abbasoğulları devrinde de azalmadan aynen devam etti. Peygamberimizin şerefli
yolundan ayrılarak içki ve sefahat âlemine dalan zalim Abbasî hükümdarları,
seleflerinden farklı olarak yaşamlarını gerçek müslümanların nazarlarından
gizlemek ve herhangi bir ayaklanmaya karşı emniyetlerini sağlamak için yeniden
inşa ettirdikleri Samerra’nın muhteşem saray ve konaklarında yaşamayı tercih
etmişlerdi. Ama bu ihtişamdan, bugün toprak altında kalmış kalıntılardan başka
bir şey görülmez. Ancak ortadan kaldırmak istedikleri Peygamber soyunun iki yüce
imamı Ali Hâdi Naki ile Cafer Mehdî Zeki Hazretleri’nin türbeleri [3],
bugün bir harabe halinde olan Samerra’nın yakınındaki Samiriye kentinde, İlâhî
adaletin yüce bir tecellisi olarak bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadırlar.
İbret
almak için tarih ne güzel bir ölçü, ne parlak bir ayardır insanlara. Ama, şair
Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi şayet ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder mi
idi?
Tarih
boyu enbiyalardan ailemize kadar sürüp gidiyor haksızlıklar. Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretlerinin Trablusgarp’a sürülmesi de aynı dramın bir başka
sahifesi, bir başka bolumu değil midir?
İlim
ile saltanatın, kalem ile kılıçın, haklı ile haksızın bu sinsi mücadelesi
bundan böyledir kıyamete kadar devam edip gidecek Yalnız şu var ki “Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah”
***
XI.
yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetinde bulunan Dağıstan, asırlar
boyu Moğol ve Tatarların saldırılarına uğramış ve nihayet İran’ın eline
geçmişti. Bu dönemde şamhallık denilen küçük prenslikler kuruldu. XVI. yüzyılın
ikinci yansında bunların bâzıları Rus koruması altına girdi. Dağıstan üzerinde
sürüp giden İran, Rus ve Osmanlı çekişmeleri, 1813 de Rusya’nın bu toprakları
ilhak etmesi ile neticelendi.
İşte
böyle bir ortamda, Seyyidler Dağıstan’ın kartal yuvası dağlarını kendilerine
vatan saydılar ve XV. yüzyıldan itibaren devamlı olarak Derbent’te yaşamaya
başladılar. Daha sonraları Hazer Denizi’nden aşağı yukarı 10 km. mesafede,
ovanın dağlarla birleştiği yerde Rükân köyünü kurdular. Ancak burası, Hazer’in
kuzey-güney yolu üzerinde olduğu için güvenli değildi. Seyyid Mehmed Zâhid
Hazretleri zamanında (1463-1538) Rükân yakınlarında, üç tarafı geçit vermeyen
yüksek kayaların üstündeki düzlüklere yerleşmeyi tercih ettiler. Denizden 800
metre yükseklikte, bütün ovaya hâkim olan bu yeni yerlerine Rükâl adını
verdiler Köyün kurulduğu düzlük, tahminen 400-500 metre batıdaki yüksek
dağların ormanlarla kaplı dik yamaçlarına kadar uzanıyordu.
“Susmakta
ve gizlenmekte hayat yoktur. Bilgi ve edep ancak halk ile ilişkide olup gizlenmekte
değildir.”
diyen Seyyid Mehmed Zâhid Hazretleri’nden itibaren, seyyidler bilgiye susamış
olan halkı irşad için suskunluklarına son vermişlerdir Bilgi bakımından
devirlerinin her zaman en üstünü olan seyyidler bazan vaazları ve nasihatları,
bazan da - eserleri ile daima halkı irşad ve terbiye etmeye çalışmışlardır.
Gençler, yalçın kayalıklarda av yaparlarken büyükleri halkı eğitir, bu suretle
bir taraftan cengâverlik, bir taraftan da ilim yollarında örnek olurlarmış ora
insanlarına.
Bu
soylu kişilerin geçimlerini sağlamak için Hazar kıyılarında, Bâb-ül Ebvab yâni
Derbend dolaylarında geniş düzlüklerde mer’alar ve memlahalar edindiklerini
biliyoruz, insanlar ne kadar kolaylıkla hayâl kurabiliyorlar! Ben, ailemize ait
olan tuz memlahalarını, İzmir’in Foça ilçesinde olduğu gibi, Hazer sahilinde
deniz suyunun havuzlarda buharlaşmasından tuz elde edilen bir memlaha [Tuzla] gibi
tahayyül ederdim
Gerçeği
seneler sonra öğrendim. Anlatılanlara göre Rukâl’de tuz, kasabanın birkaç
kilometre güneyindeki bir tepenin eteklerinden çıkan yarım değirmen arkı
miktarındaki sudan elde ediliyormuş Bu suyu “Lak” tabir ettikleri havuzlara
alıyorlarmış ve kısa bir zaman içinde buharlaşan suyun altında, 30 santimatre
kalınlığında, tuz kalıyormuş Bu tuzu Derbend’den ve civar köylerden gelenlere
satıyorlarmış
****
Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Ehl-i Beyt unvanı
ile anılan seyyidlerin, Hazreti Fâtıma’dan 40. torun olan Seyyid Ahmed Hüsameddin
-Hazretleri’ne kadar olan soy ağacı, doğum ve ölüm tarihleri ile birlikte, aşağıda
gösterilmiştir.
Hazreti
Fatma aleyhisselâm |
(608- 632) |
Hazreti
Hüseyin aleyhisselâm |
(625- 682) |
Seyyid Ali
Zeynelâbidin |
(658-712) |
Seyyid
Muhammed Bakır |
(676- 732) |
Seyyid
Cafer Sadık 1 |
(699- 765) |
Seyyid
Mûsâ Kâzım 1 |
( 745-
799) |
Seyyid Ali
Rıza |
( 760-S
IS) |
Seyyid
Muhammed Cevâd |
(SI0- S35) |
Seyyid Ebû
Cafer ALi Hâdi |
(829- 867) |
Seyyid
Cafer Mehdi |
( 849-933) |
Seyyid
Ebülkasım Muhammed |
(867- 940) |
Seyyid
Abdülhâlik 1 |
(883-965) |
Seyyid
Abdullah El Katim |
(952-1004) |
Seyyid
Muhammed Ebû Tayyib |
(975-1018) |
Seyyid
Abdûlhâlik 2 |
(1010-1084) |
Seyyid AJi
Zeynelâbidin |
(1033-1075) |
Seyyid
Ebünnecâ Hasan |
(1055-1116) |
Seyyid Ebû
Abdullah Mûsâddık |
(1095-1153) |
Seyyid
Kureyş Bin Muhammed |
(1141-1209) |
Seyyid
Ebülmecd Abdullah |
(1182-1249) |
Seyyid Ebû
Tahir İbrahim |
(1235-1277) |
Seyyid
Ebül Abbas Abdullah |
(1257-1330) |
Seyyid İsâ
Ahrâr |
(1285-1348) |
Seyyid
Ebülhâşim Süleyman |
(1307-1370) |
Seyyid Ebû
Ali Ahmed Bağdadî |
(1354-1409) |
Seyyid
Ebül Avn Mustafa Ahrâr |
(1369-1443) |
Seyyid
İsmail |
(1398-1452) |
Seyyid
İbrahim |
(1423-1501) |
Seyyid Mûsa
Kazım 2 |
(1442-1502) |
Seyyid
Muhammed Zâhid |
(1463-1538) |
Seyyid
Cafer Zeki 2 |
(1490-1535) |
Seyyid
Dâvud |
(1519-1606) |
Seyyid Ebû
Hamza |
(1558-1597) |
Seyyid
Kasım |
(1589-1643) |
Seyyid Ebû
Hâmid Hasan |
(1611-1688) |
Seyyid Ali
Haydar |
|
Sey’yid
Muhammed Müştak |
(1694-1775) |
Seyyid
Sefer |
(1754-1824) |
Seyyid
Said Rükâlî |
(1788-1871) |
Seyyid
Ahmed Hüsameddin |
(1848-1925) |
Seyyid Mûsâ
Kâzım ÖZTÜRK |
(1913-25
Mayıs 1996 |
MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
Eğitimi
için, 1860 yılında, babası ile beraber gelip bir süre kaldığı Türkiye’ye, bu
defa kendine vatan edinmek üzere ikinci kez gelen Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri, Hicaz’da kaldığı yıllar içinde, bir araptan daha güzel Arapça,
mesnevi yazıp şerh edecek kadar Farsça öğrenmiş, ünlü âlimlerin eserlerini
okumuştu.
O,
artık yüce isimlerin ve birçok lakapların sahibi olmuştu. Bunlar Sefer,
Hüsameddin, Tevfik, Hamdi, Abdülgafur idi. Yüce ecdadından gelen şerefli
seyyidlik mühründe: “Ni’merrefik Ahmed Tevfik” yazılı
idi. Hakk kapısı fakirlerinin hizmetinde bir seyyid olduğunu bildiren “Hâdim’ül
ilıkara min âl-i abâ” ifadesini genellikle mektuplarında kullanırlardı.
Bazen de yazışmalarını sadece “Hamdi” ismi ile imza ederlerdi.
Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri’nin Medine’nin Kızıldeniz sahilindeki liman şehri olan
Yanbu’da başlayan yolculuğu İzmir’de son buluyor.
Babasının
vasiyeti üzerine Denizli'ye giderek devrin unlu sımalarından Hasan Fevzi
efendiyi bulup kendini tanıtıyor Bu görüşmeden sonra Şeyh Hasan Fevzi efendi,
müridlerinin yanında, büyük bir hürmet ile ayağa kalkarak yerini bu kerim
Seyyid’e bırakıyor.
Seyyid
Hazretleri bundan sonra Denizli’de fazla kalmayarak İsparta’nın ilçesi olan
Uluborlu’ya gidiyor. Burada babasının dostlarından Şeyh Hacı Mustafa
efendiye misafir oluyor.
Aradan
aylar geçiyor... Hakikat ilmine hevesli kimseler bu kerim Seyyid’in etrafında
pervane misali toplanıyorlar. O, bir taraftan onları eğitirken bir taraftan da
ilim ve fennin değişik kollarına ait eserler yazmaya başlıyor. Hacı Mustafa
efendi, kendisini bir öğrenci heyecanı ile izliyor. Bu ilim deryasından o da
nasibi kadar bir şeyler almaya çalışıyor.
Hacı
Mustafa efendi, bu genç âlimi misafir etmek şerefi ile yetinmiyor, onu baldızı
Ayşe Sıdıka' hanımla evlendirerek yüce Seyyid’e yakın olma şerefini de
kazanıyor
Seyyid
Hazretleri, Ebul Haydar ismi ile de anılırdı. Zira dünyâya ilk gelen evlâdına
Ali Haydar ismini vermişti. Bebek yaşında vefat eden bu ilk oğlunun ne zaman
doğduğu vc ne zaman vefat ettiği kesin olarak bilinmemektir.
Hicaz
ellerinde senelerce mücavir kalan ulu
Seyyid, Uluborlu’da onbir sene ikamet ettikten sonra, mübarek cedleri Hazreti Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden aldıkları mânevî bir emir üzerine, Ankara
vilâyetine bağlı bulunan Sivrihisar’a gitmeye karar veriyor.
Bir
rivayete göre Sivrihisar’a gitmeden önce Akşehir’e uğrayarak burada bir müddet
kalıyor Ancak, Akşehir’e hangi tarihte gittiği ve orada ne kadar kaldığı belli
değil. Bu ikameti bir de hikâye ile süsleniyor:
Bir gün
hizmetinde bulunan kimseye “Üç kişi gelip beni arayacaklar; onlara rahlenin
üzerindeki yazılı kâğıdı verirsin istirahate çekiliyorum, beni rahatsız etme.”
diyor. Hakikaten bir müddet sonra üç kişi gelerek mübarek Seyyid’i soruyorlar.
Yardımcısı olan kişi aldığı emri yerine getirerek biraz evvel kendisine
gösterilen kâğıdı bu gelenlere veriyor.
Bu
kimseler ellerindeki kâğıdı okudukça hayıflanıp dövünüyorlar bir yandan da “Biz
çelebilerdeniz. Buraya âlim bir zâtın geldiğini işittik. Kendisini imtihan düşüncesi
ile bir takım sualler hazırlamıştık. Ama şimdi senin verdiğin şu kâğıtla Seyyid
Hazretlerine sormayı tasarladığımız soruların hepsinin cevaplarını bulduğumuz
için utancımızdan yanıp yakınıyoruz ” diyorlar.
Sivrihisar'a geliş
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, hayatının önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek
olan Sivrihisar’a 1882 (H.1300) yılında gidiyor. Aynı yıl dünyâya gelen ikinci
oğluna Mehmet İsmetullah adını koyuyor. Sivrihisar’da bulundukları sırada
Seyyid Hazretlerinin iki oğlu daha dünyâya geliyor. 1885 de Hasan Tahsin’in ve
1888 de Hüseyin Hüsnü’nün doğumları ile aile genişliyor.
O güne
kadar hadis ilmi ile ilgilenen yüce Seyyid, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellemden: “Hadis ile ilgilenmeyi bırak, Biz
sana Kur’ân’ı tevdi kılıyoruz; bu kitaptaki ledün ilmini[4]
açığa çıkararak halkı bu ilme bilgili kıl.”
meâlınde mânevî bir emir alıyor ve bundan sonra ledün ilmi üzerinde
çalışmaya başlıyor.
Asırlar
boyu, Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî, Konya’da Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Nevşehir’de
Hacı Bektaş-ı Velî, Orta Anadolu’da bir sacayağı gibi ilim ve
irfan üçgeni teşkil etmişlerdi Bunların aydınlattığı İlmiye merkezlerinden biri
de Sivrihisar idi. Bu itibarla yerleşmek üzere bu ufak kasabayı seçmiş olan
Seyyid Hazretleri bir müddet sonra müftü Hasan efendiyi ziyaret ederek camide
den vermek için mu sadesini istiyor. "Beni burada tanıyan kimse
bulunmaz, şayet siz teşrif ederseniz halk da rağbet eder” diyor.
Müftünün
genç bir zâtın dersinde bulunması ilmiye mensuplarının dikkatinden kaçmıyor.
Kısa zamanda bu dersleri büyük bir meraklı kitlesi izlemeye başlıyor Hayret!
Tevhid ilmini şimdiye dek bu kadar genişliğine ve derinliğine hiç bir yerde
okumamış ve işitmemişlerdi. Kimdi bu genç zât?
Nerede
eğitim görmüştü?
Nereden
geliyordu?
Bu
sorulan müftü de kendi kendine soruyordu. Bu merakım gidermek için müftü bir
gün kerim Seyyid’i evinde ziyaret ediyor, fakat bu defa daha büyük bir hayrete
düşüyor. Zira, bu genç zâta yüce soya mensup, şânlı büyük bir seyyid olduğunu
öğreniyor. “Bunu daha önce de hissetmeli idim" diyor. Çünkü bu
zâttan o kadar güzel bir rayiha alıyor ki, bu kokunun hiç bir çiçekte olacağım
zannetmiyor Ama ne de olsa müftü de insan İnsanoğlunun mayası zan ve şüphe ile
yoğurulmuş İkinci ziyaretinde de aynı kokuyu alınca, bunun Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden akis ve intikal eden seyâdet rayihası olduğunu
anlayarak kendisine inanıp bağlanıyor.
Bu
hâdise Sivrihisar’da kısa zamanda duyuluyor Derslerinde bulunmak için herkes
can atıyor Ancak, ilk zamanlar dersleri takip edenlerden özellikle İlmiyeye
mensup kişiler arasında bu ilme karşı koyanlar oluyor. Çünkü evvelden
işitmedikleri bir ilimdi bu. Bilmedikleri fen ve sanayie ait mânâlar vardı Kur’ân
âyetleri içinde. Hattâ Allah Teâlâ’nın birliğini dahi anlayamadıkları bir
tarzda ifade ediyordu bu zât. Camide Seyyid Hazretleri’nin anlattıklarına
itiraz eden Sivrihisar'ın ileri gelenlerinden biri yıllar sonra, “Hakikatleri
öğrenince önceki bilgilerimizin safsatadan ibaret olduğunu anladık.” itirafında
bulunmuştur.
Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri Sivrihisar’da bulundukları süre içinde en mühim
eserlerinden biri olan “Hakayık-ı Tecrid fi Menâzil-üt- Tevhid” adlı
eserim Arapça olarak tamamlamışlardır.
Yüce
Seyyid’in ünü Sivrihisar’ın sınırlarını aşmış, memleketin münevverleri bu yeni
bilgileri almak için etrafını sarmıştı. İlmin şöhreti etrafa yayılır da
cehaletin kin ve nefreti boş durur mu? Fesat sahibi bâzı kimseler, nefislerinin
tahriki ile bu âlim ve fâzıl zâtı İstanbul’da Saray’a jurnal ediyorlar. İlim ve
dinden habersiz bir şeyhin İstanbul’daki müridlerinden biri Yıldız Câmiindeki
cuma hutbesinden sonra, Padişah’a hitaben ”Hilafet elden gidiyor.” diye
bağırıyor. Daha sonra sorguya çekilen bu zavallı gafil “Bu zâtı tanıyor
musun?” sorusuna karşı, “Tanımıyorum, yalnız işittim.” diye cevap
veriyor “Bilmediğin kimseyi nasıl jurnal ediyorsun?” denilerek eline o
devrin 20 kuruş değerindeki gümüş sikkelerinden üç tane veriliyor. İşi
uzatmaması için, “Git hoca efendi, biz çaresine bakarız.” denilirse de
vesveseli ve evhamlı bir padişah olan II. Abdülhamid, bu sözlerden şüpheye
düştüğünden ihbar edilen bu zât hakkında bilgi toplaması için Ankara Vâlisine
emir veriliyor.
Bunun
üzerine işin tahkiki için Ceza Reisi Tayyib bey, Sivrihisar’a gönderiliyor.
Tayyib bey etraftan soruyor, soruşturuyor, derslerine gidiyor; neticede bu
Seyyid’in kendini ilme vakfetmiş olduğunu, hilafet gibi dünyâ işleri ile ilgisi
olmadığım görüp öğreniyor. Kendisi ile tanışıp konuşmayı arzu ettiği için evine
ziyarete gidiyor. Muhterem Seyyid misafirini güler yüz ve anlayışla kabul
ediyor. Tayyib bey, nasıl yapsam da söylesem, diye düşünürken Seyyid Hazretleri
"Tayyib bey oğlumuz, ben de Ankara'ya gitmek istiyorum, acaba size
refakat edebilir miyim?” diyerek onun işini kolaylaştırıyor.
Tayyib
beyin gelişi, soruşturması ve hele Seyyid Hazretlerinin Ankara’ya gideceği
etrafta çabucak duyuluyor. Sivrihisarlılar ve civar köyler halkı onların
geçecekleri yol boyuna çıkarak göz yaşlan içinde Seyyid’lerini, üstadlarını
uğurluyorlar.
Tayyib
bey ile birlikte Ankara’ya gelişlerinde Vâli Abidin Paşa tarafından Abdi Paşa
nâmında bir zâtın evinde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin misafirden
ikameti sağlanıyor. Arif bir zât olan Abidin Paşa, Tayyib bey ile yaptığı
konuşmadan sonra kendisini daha iyi tanıyabilmek için Ankara eşrafından olup
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne mensup bulunan o zamanın âlim ve şairlerinden
Galip beyi, Seyyid Hazretleri’ni ziyaretine yollar. Görüşme sırasında Seyyid
Hazretleri “Galip bey oğlumuz! Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri sizi bize mânen
emanet etti.” buyuruyor. Ziyaret sonrası Abidin Paşa’nın “Bu zâtı nasıl
buldun?” sualine Galip bey, “Büyük bir âlim. İlim , mantık ve hikmeti
kuvvetli, mübarek yüzlerinde seyyidlik nurunun parlaklığım gördüm.” demiştir.
Bundan sonra, Abidin Paşa[5] hürmette kusur göstermeyerek kerîm Seyyid’i
kendi konağında misafir ediyor. Çeşitli konularda risaleler ve yasa taşanları
kaleme almış olmasına rağmen Paşa’nın esas merakı tasavvuftu. Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretlerini evine davet ettiği günlerde Mevlânâ’nın Mesnevisini
açıklama notları ile Türkçeye çevirme çalışmaları ile meşguldü. Bu
büyük eseri açıklamada karşılaştığı güçlükleri Seyyid Hazretlerinden soruyordu.
Abidin Paşa’nın “Ankaravî” nâmı
ile yaptığı Mesnevi şerhinin üçüncü cildinde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin
tercümeleri geniş yer tutar.
Aradan
aylar geçiyor, Seyyid Hazretleri bütün bu meşgalelere rağmen evinden uzak
olmanın sıkıntısını yaşıyor.
Karanlık
yolda olanlar, karanlık işleri meslek edinenler aydınlığın nurundan her zaman
korkmuşlardır. Zira bu nur, onların karanlık işlerinin bütün ayıplarını ortaya
çıkarmaya ve karanlık fikirlerinin zehirlerini yok etmeye başlamıştır. Şu halde
ortalığı kaplamış olan cehalet ve taassubun karanlığını aydınlatan bu ilim ve
irfan güneşinin örtülmesi, bu kötü fikirli kimselerin at oynattığı meydandan
çekilmesi gerekliydi. İlk teşebbüslerinin Ankara’da kırıldığını gören bu
soysuzlar bu defa Abidin Paşa’yı da içine alan bir jurnal ile yüce Seyyid’i,
Saray’a yine gammazlıyorlar. Ne tarzda bir iftira ve suçlama ile jurnal
ediyorlar ki “Ölü veya diri İstanbul’a
gönderilmesi” meâlinde gelen şifreli telgraftan Paşa çok üzülerek
telaşa kapılıyor. Ancak Seyyid Hazretlerinin gösterdiği anlayış ve olgunluk
karşısında teselli buluyor. Zira, Paşa yüce soya mensubiyeti sahih senetlerle tesbit
ve tevsik edilmiş bulunan ve ilimden başka hiç bir meşgalesi olmayan bu kerim
Seyyid’i, Emevî ve Abbasî hukümdarların yaptığı gibi kişisel çıkar ve mevki
hırsı ile incitecek şekilde, Saray yardakçılarının emrine uyarak, İstanbul’a
sevk etmek istemiyordu.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin teklifi bu müşkül duruma bir çözüm yolu
gösterir. Paşa’ya “Uzun zamandır sizin misafiriniz
bulunuyorum. Bu müddet içinde evden de uzak kaldım. Şayet müsaade buyuruyorsa
evvelâ Sivrihisar'a gider, çocukları görür, oradan da İstanbul'a geçerim. Oraya
varışımı Haydarpaşa’dan telgrafla size bildiririm” diyor.
Seyyid
Hazretleri’nin konaktan ayrıldığını, fakat aradan bir kaç gün geçmesine rağmen
İstanbul’a jandarma nezaretinde gönderilmediğini gören fesat ehli jurnalciler
bu defa Abidin Paşa’nın makamına giderek hesap soruyorlar. Kaçmasına sebebiyet
verdiği için bunun neticesinden sorumlu olacağını, kendisinin de bu
hareketinden dolayı Saray’a hesap vereceğini söylemeleri karşısında Paşa
öfkelenerek biraz önce eline geçen “Salimen İstanbul ’a geldim.” cümlesi
yazılı telgrafı bu ahlâksızların yüzlerine vurarak onları makamından kovuyor.
Ulu
Seyyid, İstanbul’da doğruca Zaptiye Nezaretine [Osmanlı Devletinde bütün toplum
güvenlik kuvvetlerinin bağlı olduğu bakanlık]
müracaat ederek geldiğini haber veriyor. Kendilerinin Cağaloğlu yokuşu
üzerindeki bir misafirhanede kalmaları sağlanıyor. Birkaç gün sonra da Padişah’ın
emri bildiriliyor: “Selâm-ı şâhânelerimi kendilerine tebliğ ediniz. Bursa’da
ikametlerini uygun buluyorum.”
Bursa'ya yerleşme
1889
(H. 1305) yılı, Seyyid Hazretleri için hareketli bir dönem olmuştu. Şimdi de
kısa bir süre kaldığı İstanbul’dan ayrılarak Bursa’ya gidiyordu. Ailesini de
Sivrihisar’dan getirtmek için teşebbüste bulunmuştu.
Bursa’da,
Maksem semtinde Pınarbaşı caddesi üzerindeki Çukurcami civarında üç dönüm kadar
bir yer alıyor. Evvelce Sivrihisar’da yapılması düşünülen ev ve bir mescit ile
bir toplantı salonu ahşap olarak inşa ediliyor.
Seyyid
Hazretlerinin ünü kısa zamanda etrafa yayılıyor. Bursa’nın ileri gelen
ulemasından Hacı Kara Yusuf, Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavizade
Hacı Sadık efendiler gibi birçok ilim adamı zahir ve batın ilimlerini artırmak
ve bu ilimleri manevî feyz ile ziynetlendirmek için pervânenin ışığa iştiyakı
misâli etrafında toplanıyorlar.
Dağıstan
mücahitlerinden Şeyh Şâmil soyuna yakınlığı olup Bandırma’ya göç etmiş bulunan
ve Nâfia Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) köprü ve yol mühendisi olan
Abdullah Hilmi efendinin büyük kızı Ümmü Gülsüm hanımı[6] ikinci eş olarak seçiyor ve bu kararını
iletmesi için Balıkesir ayanından[7] Kırımlı Halil efendiyi görevlendiriyor. 1890
yılı baharında Gülsüm hanıma eşi olma şerefli pâyesini veriyor.
Gülsüm
hanım, Seyyid Hazretlerinin kendisine, “Beni dünyâ işleri ile meşgul
edin" dediğini söyleyerek bir lâtifesini hikâye ederdi. Günlerden bir
gün kendini beğenmiş azametli bir hoca eve gelerek şeyh efendi ile görüşmek
istediğini o sırada bahçede istirahat hâlinde olan Seyyid Hazretlerinin
kendisine söylüyor. Yüce Seyyid hiç bozmadan “Bugün için hiç imkân yok,
ancak yarın filân saatte gelirseniz kendisini ziyaret edebilirsiniz. Yalnız fazla
konuşup rahatsız etmemek şartı ile." der. Seyyid Hazretleri’nin evinin
bitişiğinde kerpiçten yapılmış iki katlı ufak bir evi olan ve kendi hâlinde
yaşayan bir komşusu varmış. Bu evin giriş katı karanlık ve zemini toprak imiş.
Ertesi gün Seyyid Hazretleri buraya bir yağ kandili astırıp, yere bir koyun
postu serdirerek İçelli Mustafa efendiyi bu posta oturtuyor ve şeyhi görmek isteyen
yobaz hoca gelince onu "Fazla rahatsız etmeyin” diye tekrar
uyararak içeri alıyor. Biraz sonra Mustafa efendinin yanından çıkarken Seyyid
Hazretleri’nin “Nasıl buldunuz?' sorusuna gerçek nuru göremeyecek kadar
nasipsiz hoca “Hazâ şeyh, görmüyor musun dünyâsını terk etmiş.” cevabını
vererek evden ayrılıyor.
Aradan
aylar yıllar geçiyor; Seyyid Hazretleri etrafını ilim nuru ile aydınlatırken ev
halkı da bu yeni muhit içinde daha mesut ve daha huzurlu bir hayat sürerek
yavrularının yetişmesine gayret ediyorlar.
Burada
Seyyid Hazretlerinin dünyâ görüşü ile ilgili kıymetli bir düşüncesine yer
vermekte yarar var Ulu Seyyid’in ismini duyan üç kişi bir gün kendisini
ziyarete gelirler ve sülûka girmek için izin isterler. Bir şeyhin yönetimi altında insanın
Tanrı’ya ulaşmak için gerekli aşamalardan geçmesine sülük denilir. Bunun
için, manevî âlemde, kalbde Tanrı nurunu görene kadar, 40 gün bir hücrede
yalnız kalarak ibadet edilir Seyyid Hazretleri dört gün sonra, bu konuklarını yanına
aldırarak kendilerine gitmeleri için izin verir.
İçlerinden
birinin sülük süresinin 40 gün olduğunu, daha bu müddetin dolmadığını söylemesi
üzerine Seyyid Hazretleri “Zamanımızda bir gün eski devrin on gününe
eşittir. Evlerinize gidiniz, ailenizin nafakasını temin için çalışınız. Bu size
40 günden daha büyük sevab sağlar ” buyururlar
Toplum için çalışmanın insanın kendisi için yapacağı ibadetten daha hayırlı
olduğunun bir ifadesidir bu.
Bir söz
vardır “Su uyur düşman uyumaz” diye. İşte, yurdun her yanını sarmış
bulunan örümcek kafalı, zavallı yobaz ve fesat sahibi hocalar burada da şanı
yüce bu ulu Seyyid’i rahat bırakmıyorlar Saray’a yeniden jurnal ediyorlar. Bir
gün Bursa Valisi Münir Paşa[8],
Seyyid Hazretleri’nin evine gelerek Padişah’ın acele İstanbul’a gelmeleri
husûsundaki emrini bizzat bildiriyor. Sonra makam arabası ile evden alarak
istasyona kadar kendine refakat edip İstanbul’a uğurluyor.
Kerîm
Seyyid artık bu işlere alışmış, nereye baş vuracağını ve ne yapacağım biliyor.
Müracaat ettiği Zaptiye Nâzın Şefik Paşa kendi odasının yanındaki odada bir
müddet dinlenmelerini sağladıktan sonra Padişah’ın irâdesini bildiriyor.
“Seyyid Hazretleri Trablusşam, Mekke ve Trablusgarp’tan hangisini arzu
ederlerse oraya gidebilirler.” Bu tebliğata cevaben Trablusşam’ı istemediğini,
Mekke’nin çok sıcak olması nedeni ile küçük çocukları olduğu için elverişli
olmadığını ileri sürerek Trablusgarb’ı kabul ettiğini bildiriyor.
Bu
olaydan kısa bir müddet önce yeni eşi Gülsüm hanım ile Seyyid Hazretleri
arasında şöyle bir görüşme geçiyor: "Ceddim Hazreti Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ın mânâsını açığa çıkarmamı bana mânen
emrettiler. Bunu bir arap ülkesinde yapacağım. Sen de benimle gelir
misin?" diyorlar. Genç eşinin “Efendim, siz nereye giderseniz ben
de ‘ orada sizin hizmetinizde olacağım.” samimî cevabı üzerine “Orada sana
bir de arap kızı alırım”. şeklinde latife ediyorlar.
Yukarıdaki
görüşmeden de anlaşılacağı üzere kerîm Seyyid’in Kur’ân çalışmalarının bir arap
ülkesinde olacağı mânen kararlaştırılmıştı. Padişah’ın iradesi mânen verilmiş
olan bu karan zahire çıkardı, Cenâb-ı Hakk, bâzı kimselere gönül üzüntüsü
çektirmek ve günaha sokmak için böyle olayları vesile eder.
Seyyid
Hazretleri, 1897 (H.1313) yılında ailesini Bursa’da bırakarak Canik vapuru ile
Trablusgarb’a doğru İstanbul’dan hareket ediyor.
Seyyid
Hazretlerini oradaki makama teslim etmek üzere refakatçi olarak bir memur
görevlendirilmişti. Gemi, İzmir limanındayken cuma namazı için ezan okunduğunu
duyan Seyyid Hazretleri refakatcısına namaza gitmek üzere gemiden ayrılmak
istediğini söylerse de buna izin verilmez. Ancak, Trablusgarp'a gidinceye kadar
geçen sürede görevli bu kimse, Seyyid Hazretleri’ni yakînen tanımak fırsatını
bulur; gördüğü fevkalâdelikler karşısında kendisine bağlanır ve hizmetlerinde
bulunmak için daha sonra görevinden ayrılarak Trablusgarp’da kalır.
TRABLUSGARP
YILLARI
Turgut
Reis’in 1551 yılında feth ederek Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanat döneminde
Osmanlı İmparatorluğu’na bağladığı Trablusgarp, Akdeniz’in önemli bir liman
kenti idi. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri 1897 de Trablusgarp’a ayak bastığında
evvelce muhtar bir yönetimi olan bu bölge son 45 yıldır doğrudan İstanbul
tarafından idare ediliyordu. Gözden ırak ve Saray’ın tam kontrolü altında
olduğundan sürgün için en uygun yerlerden biri idi.
Seyyid
Hazretleri deniz kenarında bulunan ve şehrin en mutena semtinde olan Mizran
caddesi üzerinde ve Fransız Konsolosluğunu yakın bir eve yerleşti. Bu cadde, bugün
şehir merkezi kabul edilen Yeşil Meydan’a açılan yollardan biridir. Eve devlet
tarafından tahsis edilmiş bir lojman mıydı yoksa kira ile mi tutulmuştu
bilmiyoruz.
O
tarihlerde Trablusgarp Valiliğinde, vekâleten Recep Paşa (Debre 1842-İstanbul
1908) bulunuyordu. Ancak o da bir sene önce Trablusgarp Fırkası Kumandanlığı ve
vali vekilliği görevi ile buraya sürgün olarak gönderilmişti. Bu bakımdan
Seyyid Hazretleri’ni büyük bir anlayışla karşılamış, kendilerine hürmette kusur
göstermemiş ve çok yardımcı olmuştur. Zira, fazla vatanperver veya ilim,
fazilet ve erdemi ile toplum üzerinde etkisi olan kimseler o devirde, sürgün
ediliyor, yaltaklanarak jurnalcilik edenler ile etliye sütlüye karışmayanlar da
memlekette kalıyorlardı. Bu itibarla sürgündeki biri için, peşin yargı ile
“Vatanperver” denilebilirdi.
Seyyid
Hazretleri’nin eşine yazdığı ilk mektubuna ilâve ettiği ve:
“İftirâkın
mezceder mektuba gözyaşım benim”
“Şimdi
firkat derd-i gamdır yâr-ı yoldaşım benim”[9]
mısraları
ile başlayan şiiri, eşi Gülsüm hanımın biran önce Trablusgarp’a gitmesi için
karar almasına sebep oldu.
Seyyid
Hazretleri’nin 15-16 yaşlarında olan büyük oğlu Mehmet İsmetullah, Türkiye’de
kalmayı tercih ederken kardeşleri Hasan Tahsin ve Hüseyin Hüsnü babalarının
yanına gitmeyi arzuladılar. Gülsüm hanım, 6 yaşındaki oğlu Ali Rıza ile henüz
iki yaşında olan küçük oğlu İbrahim Hakkı’yı yanma alarak dört çocuk ile
İstanbul’dan ayrıldı. Aileyi bu uzun yolculukta yalnız bırakmak istemeyen,
Seyyid Hazretleri’nin muhiplerinden ve Balıkesir ayanından Halil efendi de
kendilerine refakat etti.
O günlerde
Trablusgarp’a hareket edecek bir İtalyan şilebi olduğu öğrenilince, bu seyahat
için acentaya müracaat ediliyor. Ancak yük gemisi olduğundan kadın ve çocuk
yolcu almak istemeyen kaptan, durum kendisine anlatılınca bu özel yolcuları
kabul ederek kendi kamarasını da onlara tahsis ediyor. Ayan Halil efendi, bu
kıymetli ailenin güvenliği bakımından geceleri şiltesini kamaranın kapısının
önüne serermiş.
Gemi iş
icabı Malta limanına uğrayarak bir kaç gün kalıyor. Bu arada, bir defa da,
Gülsüm hanım, çocuklarla karaya çıkıyor. Bu onlar için büyük bir değişiklik
oluyor. Sonraları bu kıraç adadaki izlenimlerinden en ilginci olarak sütçülerin
önlerine kattığı üç beş keçiden, isteyenlere sağarak hemen süt sattıklarını
anlatırlardı.
Gülsüm
hanımla çocukların Trablusgarp’a varmalarından bir müddet sonra İstanbul’da
bulunan Mehmet İsmetullah da Saray tarafından mecburî görevle Bitlis’e
gönderiliyor.
Hani bir
söz vardır, âşıka Bağdat sorulmaz, diye; sonraları, Türkiye ile Trablusgarp’ın
arası komşu kapısı oluyor dostlar için. İlmin nuruna koşuyor aşıklar. Günlerce
süren deniz yolculuğunun yorgunluğu, kavuşmanın özlemi içinde eriyip gidiyor.
Maşukunun potasında yok olmaktan daha tatlı bir şey düşünülebilinir mi hakikî
âşık için? Vuslatın bir ânı, bin gecenin niyazından evlâ idi aşk ehline.
Bu muhabbet
kapısının eşiğine yüz süremeyen âşıklar da kalplerinin feryadım gönüllerinin
ahenkli ifadeleri ile belirtmeye çalışıyorlardı. Bunun güzel bir örneği olarak,
Said efendinin Trablusgarp’a gönderdiği manzum bir mektubu aynen alınmıştır.
Tebessümle
serâser kâinatı busitan eyle
Teveccühle dil-i gam perverânı gülistan
eyle
Mübarek payini mes eylesin vechim
şereflensin
Beni lütfen der-i devlet medare asitan
eyle
Sebat etsin yolunda kat kat olsun cism-i
bî tâbım
Beni irfan saray-ı hazretinde nerdüban
eyle
Kabulü tair-i kutsî aşkına kabiliyet ver
Dil-i zân o murg-i nazenine aşiyan eyle
Veli nimetim, pirim, efendim, kân-ı
irfanım
Bu mağmumu, husul-ü nisbetinle kâmran eyle
Ölürsen de tebaüd etme pirin asitamndan
İkametgâhı piri kendine dâr-ül emân eyle
Öpüp destin açık güller gibi çâk-ı giriban
et
Huzûr-u pirde ey nâme nâmım dermeyan et.
Şiirin günümüz Türkçesine
çevrilmiş şekli şöyledir:
Gülümseyişinle
kâinatı baştan başa çiçek bahçesi yap
Yüzünü
çevirip bakarak gamlı gönülleri gül bahçesi yap
Yüzüm
uğurlu ayağına dokunsun şereflensin
Beni lütfen
mutlu evinin kapıcısı yap
Kuvveti
kalmayan bedenim senin yolunda sebat etsin de
Onu, yüce
bilgi sarayında merdiven yap
Kutsal
aşkına doğru uçanı kabul et ona yetenek ver
Ağlayan
gönlümü o nazlı kuşa yuva yap
Sahibim,
pîrim, efendim, bilginin pınarı
Bu gamlı
kişiyi yakınlığınla mûradına eriştir
Ölürsen de
pîrin kapısından uzaklaşma
Pîrin
oturduğu evi kendine kurtuluş evi yap
Elini öpüp,
açmış güller gibi yakam yırt parçala
Ey
mektubum, pîrin yanında adımı hatırlat.
***
Hislerini
böyle güzel dizelerle ifade edemeyen, henüz tanışmak mutluluğuna ve şerefine
bile erişememiş olan bâzı muhipleri ise bu yüce Seyyid’e mektup yazarak
kendilerini hatırlatıyorlar veya sorunları hakkında O’na danışıyorlardı.
Bunlardan
biri de Hasan Basri efendidir. Subay olarak görevli bulunduğu Gelibolu’da,
Seyyid Hazretleri’nden aldığı feyz ile çevresindekileri aydınlatmayı kendine
vazife bilmiş olan Gelibolu müftüsü vasıtası ile bu ulu Seyyid’i tanımak
şerefine erişmişti. Bir gün Ayıntab’a (Gaziantep’e) tâyini çıkınca, bu hususta
izinlerini almak üzere Trablusgarp’a bir mektup gönderir. Aldığı cevapta
gitmesi tasvip ediliyor ve "Oraya gidip bizi temsil edeceksiniz. Sizi Kavaklı mevkiinde
karşılayacaklar” buyuruluyordu.
Bunun üzerine Hasan Basri bey ve ailesi vapurla İskenderun’a ve oradan da at
arabası ile Antep’e hareket ederler. Şehre 3-4 km. kala arabalarının önüne
çıkan iki kişi onlara “Hoşgeldiniz” diyerek karşılar. Hasan Basri efendi
bu yabancılardan bulundukları yerin adının “Kavaklı” olduğunu öğrendiğinde,
Seyyid Hazretlerinin mektubu aklıma geliyor ve bu büyük mânevi güç karşısında
bir kere daha hayrete düşüyor.
O iki kişi aileyi şehre götürerek
yerleşmelerine yardımcı oluyorlar.
Antep’de 7
sene kalan Hasan Basri efendi, bu süre içinde büyük bir topluluğa Seyyid
Hazretleri’ni tanıtmak fırsatını buluyor. Kendileri ile tanışmaları ise ancak
1908 yılından sonra gerçekleşiyor.
***
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Resulullah’dan aldığı mânevî emir ile bütün
çalışmasını Kur’ân üzerinde yoğunlaştırdı. Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi
üzerine Amme cüzünden başlayarak Kur’ân’ı tevil sûreti ile kaleme almaya
başladı. Trablusgarp’da bulundukları 11 sene içinde on cilt olan bu büyük
eserden başka “Lem’at-ül
Âfak fi Zuhur-u vel İşrak”, “Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniye”, “Edvâr-ı Âlem
Maaz-ı Cismânî”, “Zübdet-ül Makal fî Kevnî vel Hayâl” gibi
isimleri tesbit edilen kitapları yazmıştır. Adlarını, maalesef bugün
bilmediğimiz diğer el yazması kitapları ile birlikte bu mühim eserlerin hemen
tamamı, Fatih yangınında yanmıştır.
Seyyid
Hazretleri daha önce olduğu gibi Trablusgarp’da bulundukları yıllarda da
kendisine mânen tevdî edilmiş olan bu yüce ilmin, bütün İslâm Alemi’ne
yayılması emeliyle, münevver zâtları kendi fikir ve düşünceleri yönünde eğitmiş
ve bu şekilde bu ilmin geniş halk kitlelerine ulaşmasına gayret etmiştir.
Gerçek ilmi
arayan faziletli kimseler Sivrihisar, Ankara ve Bursa’da olduğu gibi burada da
Seyyid Hazretleri’nin derslerine ve sohbetlerine devam ederek bilgilerini
olgunlaştırma imkânı buluyorlardı. Bu erdemli kimselerden kerîm Seyyid’in
teveccühlerini kazanan bâzıları, kendisini temsil görevi ile
şereflendirilmişlerdir ki bunların isimleri “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adlı eserde
yer almaktadır.
Yurt
içindekiler hariç, bu ilmi İslâm Alemi’nde yaymakla görevlendirilmiş olanların
isimlerini, Seyyid Hazretleri’nin geniş çevrelerine bir örnek olarak vermek
istiyoruz:
Mekke: Reis-i
müderrisin Şeyh Seyyid Abdülkerim efendi
Medine: Kelâm ilmi
konusunda birçok telif eser sahibi olan Dağıstanlı Abdülkerim efendi
Dağıstan:
Tabasaran’da, Zerdek nahiyesinde meşhur ulemâdan olup “Beyt-ül ilim” adı ile
tanınan Hacı Said efendi; Müderris ve kadı Seyyid Kâzım efendi; Abdülkadir
efendi; Müderris Hacı Muhammed-ül Kerûkî, Kadı Muhammed-ül Mihrâkî; Hacı Mikâil
Makâtırî; Kadı Seyyid Pir Mehemmet; meşhur ulemâdan Necmeddin Avârî, Şeyh Ali
Segûrî, Hacı Nasrullah Kubavî; Hacı Abdurrahman Ejderham, Türkistan: Ulemâdan
Abdükkadir Kaşgarî, Çin vaizi Seyyid Tahir
Çin Türkistanı: Abdüllatif el Tarkânî, Said Niyazi Ahunda
Semerkent: Şeyh Hacı Şakir efendi
Lokçin: Hacı
Abdülbârî ve Sadık Hatatî efendiler,
Harbin, Mançurya: Şeyh Abdurrahman Mukden,
Mançurya: Şeyh Ahmed
efendi
Hindistan: Rampur hâkimi Seyyid Mücteba Han
Tunus: Meşhur
âlimlerden Tunus kadısı Şeyh İsmail Safahihî
Trablusgarp: Şeyh Hasan-ül Üveyda
Fas: Şeyh
Ahmed, Şeyh Hacı Muhammed Şenikıytî
Seyyid
Hazretleri irşad görevini, bu seçkin kimselere ya şahsen sözlü olarak ya da bir
mektup göndererek veriyorlardı. Örnek vermek üzere bu mektuplardan bugün
elimizde mevcut olan birini, günümüz Türkçesi ile sadeleştirerek kitabımıza
ilâve ettik.
“Ruhlar
âleminden inen yüce ruhlar, ruhların ve meleklerin âlemi olan gayb âlemi
göklerinde Allah’ın istediği kadar bekler ve ilâhı kudret ile bezenirler.
Cenâb-ı Hakk onlara zerrelerden teşekkül eden bir vücııd ile belirir. Onlar
kulluk ve rablık zevkini tadarlar. Ezelî ilim ve akl-ı kül (Hakikat-ı
Muhammediye) dediğimiz o âlemdir.
O
âlemde Cenâb-ı Hakk Hazretleri hitab etti; “Elestü bi rabbikiim” (Allah’ın
rûhları yarattıktan sonra “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” dediği zaman
insanların yaradılış başlangıcı oldu. işte bu tek seslenişten melekûtî vücud âlemi
sarsıldı ve ayrıldı Kimisi isbat kimisi nefi yâni cemal ve celâl yollarını
aydınlattılar. Bunlar Allah’ın melekûtî bir fiiline ulaşıncaya kadar bu dehşet
kendilerini var veya yok etti ki ölü gibi o âlemden bu imkân âlemine indiler ve
burada yetişme ve olaylarla karşılaştılar. Bu dünyâya ait sebeplerle insanlık
âleminde vücûda geldiler. Bu iniş ve bu geliş şefkatli annenin terbiyesi altına
kadar sürdü. Buraya kadar kendi seçimimiz elimize verilmediğinden mâsum idik.
Cenâb-ı Hakk’ın ezelde istidadımıza vermiş olduğu bilgi ve ahlâk güzelliği
bakımından olgunluğa ve Rabbani sıfatlarına eriştiğimiz zaman, bu erişme bizi
akıl ve idrâk ile mahkûm ve mükellef kıldı. Bu mükellefiyet de Hakk’a dair
bilgi elde etmektir. Cenâb-ı Hakk, İlâhî isimler ve sıfatların tekazası ile
elimize, bu kudretin tasarrufuna güç verdi. Bize nisbetle- (yukarıda sözü
edilen,) bu takdir, meydana çıkarma ve biraz düşünerek anlama yeteneğinin kullanılması
bizim cüz'ı irâdemize havale olmuştur. Bunlar için Cenâb-ı Hakk, akıl ve İlâhi
isimlerin analılarını da cüz'i irâdemize vermiştir. Biz eşyada ilâhî isimler He
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını müşahede ve bu sıfatlarla Zât’ına ulaşmak ve
Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, bütün yaratılmış olanlarda görerek “Eşhedü en lâ
ilâhe illallah" yüce kelimesi ile Cenâb-ı Hakk'ı isbat ettik. Eşyada
bu işin elde edilmeye uğraşılan neticesi olan Külliye-i Muhammediyye’yi "Levlâke
levlâk lemâ halak-tül eflâk” (Ya Muhammed sen olmasaydın sen, felekleri
yaratmazdım ben) kurtarıcı cümlesinin aynasında gördük. "Ve eşhedü enne
Muhammeden Rasûlullah " dedik. Asıl kastedilen de İlâhî isimlerden ve
eşyadan Cenâb-ı Hakk'ı müşahede ederek insanın kendini görmesidir
Seyyid Ahmed Hüsameddin"
Trablusgarp; 18 Nisan 1320 (M.1902/1903)
** *
Seyyid
Hazretlerinin Trablusgarp’a geldiklerinden bir sene sonra 1898 de bir kızları dünyâya
geliyor. Evlâdları arasında biricik kızı Fatma Zehra’nın tahsil ve terbiyesi
ile bizzat kendisi meşgul oluyor. Ona, Türkçe ve Arapçayı en güzel örnekleri ile
öğretiyor. Seyyide Fatma Zehra, İstanbul’a döndükten sonra 11-12 yaşlarında
iken babalarının “Hakayık-üt Tecrid fî Menazil-üt Tevhid” adındaki tevhid ilmi
ile ilgili ve ağır bir ifade ile yazılmış Arapça eserinden yaptığı güzel
tercüme ile her iki lisana olan bilgisini kanıtlamıştır.[10]
1902
senesinde aileye bir ferd daha katılıyor. Seyyid Hazretleri, yeni doğan oğluna
Mehmet Cevat adını veriyorlar.
Ailenin
gençleri tahsillerine evde devam ederlerken, Trablusgarp’a geldiği zaman 12
yaşında olan Hasan Tahsin eğitimini tamamlamış aradan geçen 5 sene içinde
yetişip delikanlı olmuştur artık. “Baba ekmeği sonsuza kadar yenmez,
çalışmak lâzım.” diyerek bir gün Posta İdaresinde bir iş buluyor. Babasının
iznini aldıktan sonra göreve başlıyor. Kısa bir süre Bingazi’de Sirte körfezi
civarında çölün ortasındaki bir telgraf ara istasyonuna bile gönderiliyor.
Seyyid
Hazretleri, Bursa’da iken eşi Gülsüm hanıma vaad ettiği gibi çocuklara bakmak
üzere Fatma adında, 13-14 yaşlarında Sudanlı bir kız alınmasına izin veriyor.
Gülsüm hanım bir gün Fatma’nın Arapça bir şeyler mırıldanarak namaz kıldığını
görüyor. Ancak söylediği sözlerin Kur’ân olmadığını fark ediyor. Dikkatle
dinleyince Fatma’nın şöyle dediğini işitiyor: ’Fatma Allah’ı sever, Allah
Fatma’yı sever.” Durumu
anlattığında Seyyid Hazretleri "Bir şey demeyin ona, bırakın istediğini söylesin.
Onun içten gelen bu niyazı Allah'ın indinde makbuldur.” buyuruyor.
Türkiye’ye dönerlerken Fatma’nın ailesi kızlarını yollamak istemediklerinden,
Gülsüm hanım Sadâkat adlı başka bir Sudanlı kızı yanında getiriyor.
**
Vâli Recep
Paşa her fırsatta Seyyid Hazretleri’ni ziyarete geliyor, ilme ve fenne dair
uzun uzun görüşmeler yapıyorlar. Ziyarete gelenler arasında Fransız Konsolosu da
vardır. Bir gün eşyanın tabiatta dengesi konusu görüşülürken Seyyid Hazretleri,
hareket eden her cismin, bir nokta üzerinde bulunsa dahi, denge sağlamasının
mümkün olacağını bildiriyor ve dönen bir topacı örnek gösteriyor. Konsolos ise
en az üç noktadan temas etmeden bunun mümkün olamayacağını savunuyor. Aradan
zaman geçiyor, bu yabancı dost senelik iznini geçirmek üzere memleketine
gidiyor. Döndükten sonra yaptıkları bir görüşme sırasında, Seyyid Hazretlerine “Hakkınız
varmış, denge üzerindeki fikirlerinizin bisikletlere tatbik edilmekte olduğunu
gördüm; olabiliyormuş.” diyerek geliştirilmiş olan bisikletlerin iki
tekerlek üzerinde denge sağladığını anlatmış. Bir gün Konsolos, Recep Paşa’ya “Bizim
memlekette olsa bu zâtın heykelini dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var
ki, ilim ve faziletinden yararlanmayı düşünmeyerek kendilerini buraya sürgüne
yollamışlar.” sözleri ile hayret ve üzüntüsünü bildiriyor.
Recep Paşa
bir gün Seyyid Hazretleri ni ziyarete gelerek, gizleyemediği bir heyecanla,
yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın dünyâya çarpmasının gün meselesi hâline
geldiğini ve halkın büyük bir panik içinde olduğunu söylüyor. Bu işin aslını,
çarpma olayının dünyâ ve insanlar üzerindeki tesirinin ne olabileceğinin
açıklamasını rica ediyor.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Recep Paşa’ya, konuyu çok ilginç bir şekilde
açıklayarak şu cevabı veriyor: "Kuyruklu yıldızın dünyâya yaklaşmakta olduğu
doğrudur. Ancak neticesi Avrupalıların korktuğu gibi olmayacaktır. Dünyâmız
müdebbirdir. Yâni kendisine gelecek kötülükleri defedecek kadar güce sahiptir.
Arzın iiç[11]
hareketinden biri olan "Câzibe ” (çekme) kuvveti gibi "Dafıa "
(uzaklaştırma) kuvveti dc vardır. Hu felâket korkusu yersizdir. Yalnız, bu
olaydan kısa bir müddet sonra fırtına, yağmur, sel gibi olaylar olabilir.
Dikkatli bulunulması lâzımdır
İkna edici
bu açıklama karşısında Recep Paşa, münâdiler yâni tellâllar ile halka kuyruklu
yıldızın dünyâya dokunmayacağının anlaşıldığını, hiç kimsenin heyecana
kapılmamasını, işleri ile meşgul olmalarını ilân ettiriyor.
Aradan
zaman geçiyor nihayet 8 Eylül -25 Kasım 1908 tarihleri arasında dünyâya
yaklaşan kuyruklu yıldızın geçmesinden 48 saat sonra büyük mal ve can
kayıplarına sebep olan meşhur Trablusgarp seylabı oluyor.
Bu olay
sonraları nakledilirken sözü edilen kuyruklu yıldızın “Halley” kuyruklu yıldızı
ile karıştırıldığı görülmüştür. Ancak 76 yılda bir dünyâya yaklaşan Halley,
1910 da dünyâya çok yakın seyretmiş ve halk arasında korku ve panik
yaratmıştır.
Seyyid
Hazretleri'nin o günlerde yazdığı ve gelecekteki olaylara işaret eden şiiri çok
ilgi çekicidir
İçeri gel anlar isen söylenen irfana bak
Hal diliyle bana bir bir nutk eden hayvana bak
Zâhir efrenç görünür, gizlidir a’dâ-i din
Hakk yolunda dembedem zebholan kurbana bak
Rumeli etmez itaât böyledir encâm-ı kâr
Anadolu cânibinde hem olan isyâna bak
Hazret-i Kur’ân-ı şer’in gayri bir fetvâ kamu
Her biri bir zulmü müntıc emrolan fermana bak
Ehl-i diller hep sükût üzre kamusu münzevî
Başım hırkaya çekmiş şol yatan aslana bak
“Mim-i gavrâ”da zuhûr eyler o zât-ı muhterem
Dikkat eyle, “iftâh aynek” görünen seyrâna bak Gayretullah zâhir olmakda
zuhûr ile heman
Hazret-i Kur’ân yüzünden şol yatan aslana bak
Ey Ahmed Hüsameddin! Hazret-i hallâk dergâhı
Hüdâ
Hâlik-i kevnü mekân kudret-i yezdâna bak
Şiirin bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirilmiş şekli
aşağıya alınmıştır. Bu şiirde “Mim-i gavrâ” ifadesi, ebced hesabına [12]göre,
Mâlî yâni Rûmî takvimde 1297 tarihini gösterir ki bunun Milâdî takvimde
karşılığı 1881 dir.[13]
Şiirin Türkçesi de şöyledir:
Eğer
anlarsan içeriye gel söylenen gerçeğe bak
Bana kendi
hâlince nutuk atan hayvana bak
Avrupalı
görünürse de, din düşmanı gizlidir
Allah
yolunda boğazlanan kurbana bak
Rumeli
boyun eğmez, işin sonu böyledir
Anadolu
tarafinda çıkacak olan isyâna bak
Kur’ân-ı
Kerim’in İlâhî emirlerinden başka bir emir
Ki her biri
haksızlık ve kötülükle sonuçlanan
Pâdişâh
emrine bak
Gönül ehli
olanların hepsi susmuş ve bir tarafa çekilmiş
Ancak başım
hırkasına çekmiş şu yatan aslana bak
“Mim-i gavrâ”da meydana çıkar, o saygıdeğer
insan
Dikkat et,
gözünü aç, görünene bak
O zâtın
zuhûru ile Allah'ın gayreti görünecektir
Hz. Kur’ân yüzünden şu çıkan isyâna bak
Ey Ahmed Hüsameddin, yüce Yaratan’a, Allah
katına Bütün varlıkları yaratana, Allah’ın yüce kudretine bak
***
Yüce Seyyid
bir gün eşi Gülsüm hanıma "Bu
günlerde memlekette büyük bir olay patlamak üzere. Bu yüzden seni Cevâd ile
birlikte Priştine'ye babanın yanına yollayacağım. İsmet, Bitlis’te; Cevâd,
Rumeli ’de; ben de Trablusgarp 'da olacağım; bir sacayağı gibi. Bu olay ya
Anadolu'nun doğusunda olacak ki İsmet oradadır, yahut da Rumeli'de; Cevâd’ın
orada bulunması lâzım. Geç kalmadan bir an evvel hareket edin." buyuruyorlar.
1907
yılının sonlarına doğru, henüz beş yaşındaki küçük Seyyid Mehmet Cevâd, annesi
ile birlikte Kosova’nın güzel bir kenti olan Priştine’de görevli bulunan dedesi
Abdullah Hilmi efendinin yanına gidiyor. Nitekim birkaç ay sonra Rumeli’de
çıkan olaylar büyüyerek yayılmaya başlıyor ve nihayet 23 Temmuz 1908 de
II.Meşrutiyet’in ilânı ile imparatorluk yeni bir döneme giriyor. Padişah
sürgündekileri affetmek zorunda kalıyor.
Recep
Paşa’yı getirmek üzere gönderilen özel gemi ile Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri de evlâdlarıyla birlikte 11 sene sonra İstanbul’a dönüyor. Kendisini
sevenlere kavuşmanın sevinci, kısa bir müddet sonra, iki üzücü olay ile
gölgeleniyor. Ankara’da tanışıp evinde misafir olduğu Abidin Paşa’nın vefat
haberini öğrendikten kısa bir zaman sonra Trablusgarp’daki yakın dostu Recep
Paşa Harbiye Nâzırı olduktan üç gün sonra vefat ediyor.
Recep
Paşa’nın memlekette müsbet ilmin yayılması; halkın cahil hocaların elinden
kurtarılarak İslâmiyetin gerçekleriyle aydınlatılması ve hurafelerden
temizlenmesi konularındaki düşünceleri, Trablusgarp’da Seyyid Hazretleri ile
yaptığı uzun sohbetlerde, O’nun görüşleri doğrultusunda şekillenmişti. Ne yazık
ki bunları gerçekleştirecek ortamı bulmasına kader fırsat tanımadı.
Seyyid
Hazretleri'nin hayatında yeni bir dönem başlıyordu. Trablusgarp’da büyük
emeklerle yazdığı eserlerini, şimdi kendi halkına sunacaktı.
***
İSTANBUL’A
YERLEŞME
Bâzı
işlerini düzenlemek üzere İstanbul’da üç hafta kalan Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri, daha sonra 11 sene ayrı kaldığı evinin onarımını yaptırmak için
Bursa’ya gidiyor. Seyyid Hazretlerinin özenle yaptırdığı evine ayrı bir
güzellik katan ve burcu burcu şimşir kokan bahçe, bir lüleden içine Pınarbaşı
suyu akan küçük havuz, küçük avluda sahanlığına merdivenle inilen kuyu ve arka
bahçedeki ağaçlar. Şimdi bunların hepsini elden geçirmek gerekiyordu.
Seyyid
Hazretlerinin evini tamir ettirmesi Bursa’da kendini seven dostları tarafından
buraya yerleşeceği hususunda bir müjde olarak kabul edilmişti. Ancak O,
Bursa’da kendine geniş bir muhit yapmış olmasına rağmen hiç bir zaman burayı
devamlı kalmak üzere yurd edinmemişti. “Efendim, Bursa’ya yerleştiğinize çok
memnun olduk; bizi mutlu ettiniz.” diyen bir yakınına, "Oğlum, Bursa ’ya Emir Sultan Hazretleri'nin
[14]
daveti üzerine geldim. Burada misafir olarak kalıyorum” buyurmuşlardır.
O yaz, Seyyid
İbrahim Hakkı, hava değişikliği olsun diye, Ayaş’ta yaşayan teyzesi Fatma
hanımın yanma gitti. Burayı çok sevince devamlı kalmak üzere babasının iznini
istedi. Bir müddet sonra da evlenerek Ayaş’a bağlı Çanıllı köyüne yerleşti.
Seyyid İbrahim Hakkı’nın köydeki yaşamı kolaylaştırmak ve halkı eğitmek gibi
bir takım projeleri varken, ömrü vefa etmedi. Çok genç bir yaşta, daha ondokuz
yaşında iken, hayata gözlerini yumdu. Bu kısa evlilikten Mehmet Zâhid adında
bir oğlu dünyâya geldi.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, 1910 yılının sonbaharında, yerleşmek üzere
İstanbul’a giderek Topkapı caddesi üzerinde, Çapa mevkiinde ve Fındıkzâde
tekkesi sokağında, eski Konya vâlisi Ârifî Paşa’nın konağım satın aldılar.
Seyyid
Hazretleri’nin İstanbul’a yerleşmek istemelerinin başlıca sebebi, eserlerini
neşretmek idi. Nitekim Uluborlu’da ve Trablusgarp’ta kaleme aldığı Arapça
eserlerden “Hakâyık-üt Tecrit fî Menâzil-üt Tevhid”, 1912 yılında
basılan ilk kitap oldu. Bundan sonra diğer eserlerini de sırayla bastırmayı
düşünüyordu.[15]
Bir ramazan
Seyyid Hazretleri, teravihten sahur vaktine kadar 30 gece müddetle “Ikra
kelimesinin anlamını açıklamış ve sonunda “’Kızım ilmimiz Cenâb-ı Hakk'ın ilim
deryasında bir zerredir. Benim size anlattıklarım da bendeki ilim deryasından
bir zerredir” buyurmuşlardır.
Seyyid Hazretlerinin eserleri okunulduğu zaman bu husus daha açık şekilde
görülmektedir.
Seyyid
Hazretleri, bir gün sohbetlerinde Peygamberimizin “Ben ilmin
şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” (Ene medinet-ül ilmî ve Aliyyün bâbuhâ) kutlu
hadislerini okuduktan sonra “Ve diyorum ki ben de o şehrin
kapısının anahtarıyım." anlamına gelen (Ve ene ekûlü ve ene
miftâhühâ) cümlesini eklemiş ve “Kur'ân ilmi manen bize verilmiştir.
Bu ilmi neşretmeye ve yaymaya memur edildim." demişlerdir.
Zira buyurdukları gibi “İlim kalbe gelen mânevi bir feyzdir.
Bu feyz Allah tarafından seçilmiş kimselere verilir.”
Seyyid
Hazretleri buyuruyorlar ki:
“Bir gün, tayy-i zaman ve tayy-ı mekân ile
Peygamberimizin huzurunda bulunuyordum. Bütün eshap da oradaydı.
Peygamberimiz,
"Ey esbabım Benden 1300 sene sonra bir zât
gelecek. O, bizim evlâdımızdır. Kendisi bana benzer. O'nun adı da
Ahmed’dir." dedikten sonra "Onu tanıyor musunuz?” diye sordu. Eshap:
"Ya Resulullah! Biz 1300 sene sonra gelecek
olan bir kimseyi nasıl tanıyabiliriz? " derler. Bunun üzerine
Peygamberimiz esbaba beni tanıtarak
"İşte Ahmed budıır ” dedi ve sonra elini
kaldırarak işaret parmağını gösterdi "Bu bensem, Ahmed de budıır ” deyip
bu kez orta parmağını gösterdi. ”
Seyyid
Hazretleri bunu şu şekilde açıklamışlardır:
“Saadet
asrından bu yana geçen 1300 sene içinde Kur’ân’ın zahir mânâsı ile hükmolundu.
Ben, 1300 senesinde Kur'ân âyetlerinin müteşabihât kısımlarını tevil suretiyle
mânâlandırdım. Âyetlerin harf, kelime ve cümlelerinin altında gizli bulunan fen
ve sanayie ait İlâhî sırları meydana çıkarttım. Bu mânâ, güneşin ziyası
gibidir. İstidatlı kalplere akseder. Bu yeni bir devir, yeni bir medeniyet
çağıdır ki 1400 ilâ 1500 sene devam edecektir. Etrafınıza bakınız, biz bu ilmi
neşretmeden önce (1882) bu trenler, bu uçaklar, bu telsiz telefonlar var mıydı?
Olamazdı zira bu çağ bizimle açılmıştır
Seyyid
Hazretleri, bu yeni çağı güneş sisteminin tabiatına benzer bir elektrik devri
olarak nitelendirmektedir. Yaratılmış olan canlı veya cansız her şeyin “Bahr-i Mescûr” tâbir
ettiği fezada meydana geldiğini, çünki fezanın buna müsait olduğunu zira burada
elektrik enerjisinin denizler gibi aktığını; Allah’ın zâtından inen emirlerin
oluşum mahallinin burası olduğunu, isim ve sıfatların özelliklerine göre Bahr-i
Mescûr’daki serbest enerjinin toplanarak yoğunlaşması ve zamanla maddeye
dönüşerek şekillendiğini bildirmektedir.
Nitekim,
Hz. Mûsâ, Sinâ dağında Allah’ı görmek istediği zaman, Allah O’na dağa bakmasını
söylemişti. Hz. Mûsâ dağa baktığında, dağ yerinde sakin iken, dağın her
zerresinin hareket hâlinde olduğunu gördü. Kendisine baktığı zaman da, bedeninin
aynı durumda olduğunu fark etti. Hazreti Ali şöyle buyurmuşlardır: ”Siz
kendinizi küçük bir cisim zannedersiniz, halbuki âlem-i ekber sizde
dürülmüştür. Siz, kâinâtı kendinde toplamış bir kitapsınız.” Bunun
anlamı kâinâttaki varlıklarla insanın aynı oluşudur. İnsanın esası, eşyanın
hakikatini bilmektir.
Bu arada
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin hikmet dolu birkaç düşüncesine de yer
vermekte yarar vardır.
“Cenâb-ı
Hakk’ın yalnız insanlara İlâhî bir bağışı olan akıl ve olgunluğun eşya
üzerindeki tasarrufu ve çalışması sonucudur ki, her gün akıllara şaşkınlık
verecek araç ve gereçlerle insanın sesini muhafaza ederek tekrar yansıtmak ve
uzak yerlere nakletmek mümkün olmuştur. İleride bu hususun çok olgunlaşacağı,
bugünkü hâlinden ispatlanmıştır. Sesi uzun zaman yansıdığı yerde muhafaza
edecek ve lüzumu hâlinde aynı titreşimleri vücuda getirerek yansıtacak âletler
yapılacaktır.
Kamçı
biçiminde yahut nalınların tasmasına benzer bir şekilde yapılacak araç ve
gereçler, bir kimsenin evine gelip gidenleri sesi ve yüzü ile gösterecek ve bildirecektir."
"Satürn
hakkındaki bilgimiz rasat âletleri ile yapılan görüye dayanan bilgiden
ibârettir. Bugün, deniz içine dalanın, hava boşluğunda seyredenine hayat ve
hareketini sağlayan âletler ve sebeplere mevcut olduğu gibi, ileride, feza ile
ve güneşin ziyasıyla ilgili
olan ilimler de keşfolunup hava tabakaları delinerek uzayda istinadı mümkün
kılacak araçlar icad olununca o zaman yıldızların hakikatine ulaşmak
kolaylaşır. ”
Seyyid Hazretleri aşağıdaki kısa paragrafta aya
gidilebilineceğini ancak orada insanların barınma imkânı bulanamayacağına
işaret ediyor.
“Geceleri
gökte dünyâmızı aydınlatan ayı görüyoruz. Ama orada, yerleşmek mümkün olacak şekilde,
yiyecek ve içecek şeyler ve oturacak yer var mıdır, yok mudur? Oraya bir insan
yükselip giderse ne zevk bulur?
Mihnet
ve meşakkatten başka bir şeye ki tesadüf edebilir mi? "
Seyyid
Cevâd’ın vefatı
1911 yılında
Seyyid Hazretleri’nin, adını Mahmud Mücteba koyduğu bir oğlu daha dünyâya
geldi. Küçük Seyyid’in doğumu aileye yeni bir sevinç ve saadet yaşattı. Ancak
Çapa’daki bu konak yine hayatın akışı içinde acı ve tatlı bir çok olaylara
sahne oldu.
Aile içinde
bu mutlu olay kutlanırken Trablus ve Bingazi’yi İtalyanlar işgal etmiş,
Balkanlar kaynamaya başlamıştı. 1912 de ise bütün Balkanların Osmanlıların
elinden çıkmasına sebep olacak savaş nihayet patlak verdi. Arka arkaya yaşanan
bu savaşlarda bir çok vatan evlâdı şehit oldu.
Aynı yıl
bir akşam, Seyyid Hazretleri, kendilerine iyi geceler dilemek için yanlarına
gelen evlâdlarına, Cevâd hariç, fındık verdi. Cevâd’ın istemesi üzerine "Oğlum, senin fındığını
yarın vereceğim dedi. Henüz on yaşındaki Seyyid Cevâd, o gece, âniden
ateşlenerek yatağa düştü ve sabah gün ağarırken vefat etti. Bu hazin olaya çok
üzülen Seyyid Hazretleri, “Oğlum Cevâd, şehitlerin alemdarı
olarak ahire te göçtü buyurdular. 600 yıllık Osmanlı
İmparatorluğu’nun son günlerinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, kıymetli
oğlunu Trablusgarp’tan Balkanlara yollarken, yıllar sonra çıkacak savaşlarda
hayatlarını kaybedecek olanlarla, onun aynı kaderi paylaşmasının İlâhî bir takdir
olduğunu görmüştü. Seyyid Hazretleri, oğlu Cevâd’ın vefatından sonra her cuma
günü onun, Edirnekapısı Mezarlığındaki kabrini ziyarete gider, götürdüğü
fındıkları oradaki çocuklara verir veya mezarının üzerine bırakırdı.
O günlerde
üzüntülü bir olay daha oldu. Seyyid Hazretleri’nin, evli olup Bursa’da oturan,
22 yaşındaki oğlu Seyyid Hüseyin Hüsnü vefat etti. Arkasında Nureddin adlı bir
evlâd bıraktı.
1913
yılı
1913 yılı
Avrupasında, devletlerin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları son haddini
bulmuş, aralarındaki münasebet tamamı ile bozulmuş, herbiri yaklaşmakta olan ve
sonraları bütün dünyâya yayılacak savaşın kaçınılmazlığım sezerek hazırlığa
girişmiş, ekonomik düzen. altüst olmuş, hattâ aralarında yer yer çatışmalar
bile başlamış durumdaydı.
Bu arada
Osmanlı İmparatorluğu, girdiği Balkan savaşlarından yenik çıkmış, Bulgaristan,
Yunanistan ve Makedonya’yı kaybetmişti. 1908 yılından sonra devlet idaresindeki
huzursuzluk artmış; particilik şiddetlenerek halk arasında hoşnutsuzluklar
yaratmaya başlamıştı. Harp zengini küçük bir azınlığın dışında kalan büyük bir
topluluk açlık ve yoksulluk içindeydi; memur üç ayda bir maaş aldığından gayrıya
muhtaç bir duruma düşmüştü ve yarınından emin değildi. Çok zaman maaş yerine
verilen aynî yardımı satarak ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.
Sık sık
değişen hükümetler, süregelen yenilgiler ve halkın bezgin hâli, diğer milletlerle
olan münasebetleri etkilemişti. Büyük Osmanlı İmparatorluğu, sona ermek üzere
olan hasta bir devlet durumundaydı ve bundan dolayı Avrupalı büyük ve kuvvetli
devletler, hükümetin idaresinde kendilerini söz sahibi saymaya hattâ aralarında
İmparatorluğu paylaşmaya başlamışlardı bile.
Dış âlemin
karanlık hâline uygun olarak Osmanlı İmparatorluğunun hükümet merkezi İstanbul
da bir taraftan salgın hastalık âfetinin, bir taraftan yangın felâketlerinin
altında günden güne eriyip yok oluyor; bu ıztıraplı hâli yaşayan aileler hergün
biraz daha artan yokluk ve pahalılığın kemirici etkisi altında eriyerek dağılıp
gidiyorlardı.
Dünyâyı
sarsmakta ve hergün şiddetini artırmakta olan böyle felâketli bir dönemde bile
Allah, isterse insanları mutlu kılacak olaylar yaratır. Bu olayın, ne dünyânın
barışa kavuşacağını ne de ıztırapların biteceğini müjdeleyen ilâhı bir emir
olmasına gerek yok. Seyyid Cevâd’ın ve Seyyid Hüsnü’nün vefatı ile hüzünlü bir
sessizliğe gömülen konakla, tıpkı karanlık bulutlar arasında bulduğu bir aralıktan
sızan güneş hüzmesi gibi, düştüğü yeri aydınlatıp parlatan ve gamlı gönüllere
bir zerre de olsa neşe veren bir olay yaşandı. Seyyid Hazretlerinin, 23 Ekim 1913 de bir
oğlu dünyâya geldi .Ona, Mûsâ Kâzım adı verildi. Bu isim,
soylu ailelerinde üçüncü kez kullanılıyordu. Ne Seyyid Cevâd, kendi vefatı ile
hâsıl olan üzüntü ve ıztırabı ne de Seyyid Mûsâ Kâzım, dünyâya gelişiyle ailesi
içinde doğan mutluluğa şahit oldular. İnsanoğlu için tabiî bir hâl olan bu iki
olay, doğum ve ölüm, Seyyid Hazretlerinin evinde peşpeşe yaşandı.
***
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, Medine’den Türkiye’ye gelişinden sonra ve henüz
Sivrihisar’a yerleşmesinden önce, 1870 ‘li yıllarda Arapça olarak yazdıkları “Mir’ât-ış
Şuun vel Garâib” adlı eserinde bildirdikleri bir istihraç 40 yıl sonra
gerçekleşiyordu: ‘1331 yılı bütün hıristiyanların mebde-i
hüsranı olacaktır.” sözü yerine gelmiş oluyordu.
Yukarıdaki
istihraçta I.Dünyâ Savaşı’na işaret vardı. 1913 (H.1331) yılında, Avrupa
devletleri arasındaki münasebetler son derece bozulmuş ve nihayet 1914 yılında
sudan bir bahane ile silahlar patlamış, hudutlar aşılmış, Alman toplan Fransa
topraklarını dövmeye başlamıştı. Dört yıl süren savaş sonucu Avrupa’nın
bayındır olan büyük şehirleri bir harabeye dönmüştü. Gerçekten Avusturya.
Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna’da öldürülmesine sebep olan o
kurşunun patlaması, Hıristiyan Âlemi’nin büyük zarar ve ziyanının başlangıcı
olmuştur.
Almanların
Akdeniz’de İngilizlerden kaçan Goben ve Breslav isimli zırhlı gemilerinin
karasularımızdan çıkarılması hususunda İtilâf devletlerinin yaptıkları baskı
nedeni ile bu iki gemiyi satın aldığını ilân etmesinden sonra Osmanlı
hükümetinin İngiltere, Fransa ve Rusya ile arası tamamen bozuldu. Donanmamızın,
Alman zırhlıları ile birlikte Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması ile
Osmanlı Devleti, kendini savaşın içinde buldu (3 Kasım 1914). İlân edilen
seferberlik ile esasen perişan olan halk, büsbütün fakirlik ve yoksulluk
çukuruna yuvarlandı.
Osmanlı
İmparatorluğu zamanında Peygamber soyundan gelen zâtlar, askere alınmıyorlardı.
Dâvâları da ayrı bir mahkemede Nakib-ül Eşraf tarafından görülüyordu. Seyyid
Hazretleri o tarihlerde Sivrihisar’da bulunan oğlu Seyyid İsmetullah’dan,
Ankara’ya giderek askere kaydolmasını istiyor ve “EHL-İ BEYT'TEN BİR ZÂTIN ASKERDE OLMASI O ASKERÎ GÜÇ İÇİN ZAFER
MÜJDESİDİR ” buyuruyordu.
O yıl, yâni
1914 de, İstanbul Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’nden[16] mezun olan oğlu Seyyid Ali Rıza’ya
ise “Oğlum, askerlik bize ecdad mesleğidir. Sen de askerlik
görevini yerine getir” demişti.
Babasından
aldığı bu emir üzerine askerlik şubesine müracaat eden Seyyid Ali Rıza, Beykoz
Kundura Fabrikası’nda yedek subay olarak göreve başladı.
1915
yılında, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Bursa’da bulundukları bir sırada,
kendini seven Sivrihisarlıların ricası ve daveti üzerine, uzun süredir ayrı
kaldığı Sivrihisar’a, ailesi ile beraber gitti. Eskiden olduğu gibi civar
kasabalarda bulunan muhipleri akın akın Sivrihisar’a gelerek Seyyid
Hazretleri’nden feyz aldılar. Bu yüzden buradaki ikametleri düşünülenden uzun
sürdü. Ancak 1917 de İstanbul’a döndüler. Böylece savaş yıllarının zor
günlerini Anadolu’nun bu sâkin köşesinde geçirmiş oldular.
Seyyide
Fatma Zehra
Seyyid
Hazretlerinin özel bir itînâ ile yetiştirdiği kızı Seyyide Fatma Zehra,
İstanbul yerleşildikten sonra eğitimine devam etmiş ve Çapa’daki evlerine çok
yakın olan Dâr-ül Mâlûmat' (Kız Öğretmen Okuluna) yazılmıştı. Amaç öğretmen
olmaktan ziyade doktor olmak istiyordu Tıp tahsili konusunda kararlıydı.
Okulunu başarı ile bitirdiğinde Tıbbıye’ye müracaat ettiyse de çocukların,
kayıt yaptırması yönetmeliğe aykırı olduğu ileri sürülerek dilekçesi red
edildi. Ancak bu konuda kendisine yardım edecek bir aile dostları vardı. Bu
kimse, 1896 yılında İsviçre’ye kaçan" öğrenimini orada tamamlayan ve 1908
de memlekete dönen Âkil Muhtar beydi. Ondan, Tıbbıye’ye alınma için bir çare
bulmasını rica etti. Seyyide Zehra’nın okuması için bâzı kitaplar veren Âkil
Muhtar bey yardımı ile Sağlık Nezâretine, bu haksız muameler kaldırılması ve
Tıp Fakültelerine kız öğrenci alınması için bir başvuruda bulunuldu.
Tıbbıye’ye
gitmek için Sağlık Nezâretinin iznini bekleyen Seyyide Fatma Zehra, Hamid
zırhlısı güverte topçu subaylarından Emin bey 1918 yazında evlenerek eşinin
Beyoğlu’nda, Pera Palas Oteli’nin arkasında, Tozkoparan yokuşunun üzerindeki
evine yerleşti. Bir müddet sonra kız öğrencilerin de Tıp Fakültelerine girebilmeleri
için karar çıkmış ve bu karar tebliğ edilmişse de Seyyide Fatma Zehra, evlenmiş
olduğundan bu hevesini gerçekleştirememiştir. Böylece kendisi gibi nice genç
kıza bu tahsili yapmalarının yolunu açmıştır.
Bu arada
ailenin küçük . oğlu Mahmud Mücteba, Dâr-ül Mâlûmat Mektebinin tam karşısındaki
ilk okula yazılmış, kendisinden iki yaş küçük olan Mûsâ Kâzım da aynı okulun
ana sınıfına gitmeye başlamıştı.
İşgal
Yılları
I. Dünyâ
Savaş’ının sürdüğü yıllarda cephelerde verilen şehitlerin, kaybedilen vatan
topraklarının yanı sıra halk da büyük acılar ve sıkıntılar çekiyordu.
I.Dünyâ
Savaşı’nın sonunda müttefikimiz olan Almanya’nın yenik düşmesi üzerine biz de
yenilmiş sayıldık ve 30 Ekim 1918 de Mondros Mütârekesini imzaladık. Ve bir
gün, İtilâf Devletleri’ne ait savaş gemileri, daha bir kaç yıl evvel Türk
askerinin göğsünü bir kale gibi siper ettiği için yekpâre kaya misâli
karşılarına dikilmiş olan Çanakkale Boğazı’nı, bu defa mağrur bir edâ ile
geçerek 13 Kasım 1918 de İstanbul’a geldiler ve toplarını şehre çevirerek Fındıklı’daki
Meclis-i Mebusân binasının[17] önüne
demirlediler.
Seyyid
Hazretleri Trablusgarp’da iken kendisini gıyâben tanımış ve büyük bir muhabbetle
bağlanmış olan Hasan Basri efendinin oğlu Şerafeddin (Ünder), ailenin
İstanbul’a yerleşmesinden sonra devamlı ziyaretçiler arasına katılmıştı. Seyyid
Ali Rıza’nın akrânı olduğundan aralarında yakın bir arkadaşlık doğmuştu.
Tophane-i Amire İdadî’sinde teknik ressamlık tahsili görürken savaşın getirdiği
zorluklar karşısında okuldan ayrılarak Beşiktaş’ta fotoğrafçılık yapmaya
başlayan Şerafeddin beyin o günlere ait hâtıraları, dönem için canlı birer
belgedir.
Şerafeddin
bey işgal gününü şöyle anlatmışta “İstanbullular düşman donanmasının yavaş
yavaş yaklaşmakta olduğunu görünce paniğe kapıldılar. Esnaf, dükkanlarını
kapayarak evlerine koşmaya başladı. Benim gideceğim ve sığınacağım en emin yer
Seyyid Hazretleri’nin yanı idi. Hemen bir tramvaya atlayarak o mübârek huzûra
vardım. Yanlarında kimse yoktu. Hatırımı sorup gönlümü aldıktan sonra, “Oğlum, düşman gemileri geliyor
diye korktun mu?' dedi ve
sonra ilave etti,
“Bak geçiyorlar, önde bir tane
büyük, onun arkasında bir başkası ve sonra diğerleri takip ediyor. Onların
kuvvetlen sizleri korkutmasın, geldikleri gibi gideceklerdir” buyurdular.
Bu müjdeleri, içimdeki heyecan ve korkuyu tamamen kaldırdı Gönlüm huzur ve
ferahla doldu. Başka zamanlarda olduğu gibi Seyyid Hazretleri’nin o gün bir
fevkalâdeliğine daha şahit oldum. Bulunduğumuz odanın bir penceresinden denizin
Saraybumu ile Haydarpaşa arası görülüyordu Seyyid Hazretleri’nin oturdukları
koltuğun arkası pencereye dönüktü Bana, “Bak geçiyorlar.” dediği zaman karşımdaki pencereden
limanın görülebilen kısmında, aynen buyurdukları gibi gemilerin geçişini
izledim.”
Şerafeddin
beyin, işgal günlerine ait ilginç bir anısı daha var: “O gün canım et istedi.
Aylardır et yüzü görmemiştim. Ne yapabilirdim? İşimi tâtil ederek Topkapı’ya
gittim. Seyyid Hazretleri’nin huzuruna vardığımda henüz öğle olmamıştı. Bana
iltifat edip sohbet buyurduktan sonra, “İçeriye söyle de çorbamızı buraya getirsinler, birlikte
yiyelim.” dediler.
Haber verdim. Biraz sonra bir tepsi içinde çorba ve ekmek geldi. Mübârek
Seyyid, aldığı bir dilim ekmeği çorbanın içine doğrarken “Oğlum, bunlar da çorbamızın eti olsun, ister misin?" buyurdular.
Şerafeddin bey, daha sonraları bu olayı anlatırken yemin ederek der ki: “Hayatımda bundan daha lezzetli
bir et yemedim. Çorbanın içine doğranan ekmek parçaları birer et lokması
olmuştu.”
Şerafeddin
beyin o yıllara ait başka bir hatırası da çok dikkat çekicidir. “Bir gün yemek
yiyorduk Çorbaya henüz başlamıştık ki Seyyid Hazretleri “Balık olsa yeriz, değil mi” dediler.
Seyyid Ali Rıza bey nasıl bir balık arzu ettiklerini sorunca “Şeref bilir” buyurdular. Ben, halk arasında tütün
balığı denilen ve Rusya’dan ithal edilen füme balıklardan almayı düşündüm.
Sofradan hemen kalktım. Çapa’dan Aksaray’a kadar bütün bakkallara sordum,
yoktu. Samatya tarafına yöneldim ve füme tütün balığını ancak Yedikule’de
buldum. Dönüp eve geldiğimde Seyyid Hazretleri, Ali bey ve diğerleri daha
sofradaydılar. Çorba kâsesi henüz ortada idi. Çabuk geldiğimi söyledikleri
zaman Yedikule’ye kadar yayan gidip geldiğimi söyleyemedim. Tayy-i zaman ve
tayy-i mekân olayı, demek bende de zuhur etmişti. Bunu Seyyid Hazretleri’nin
özel iltifatından anladım.”
Şerafeddin
Ünder, Seyyid Hazretleri ile birlikte bir cuma günü civardaki küçük bir camiye
giderler. Namaz sonrası eve dönerlerken “Zamanın imâmı olan koca Seyyid,
arkasında namaz kılıyor da bu hoca O’nu nasıl tanımıyor? Ne zavallı hoca bu.”
diye düşünür. “Düşüncem henüz tamamlanmamıştı ki, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri, bana hitaben. ’’Oğlum! Biz o hocayı çok denedik. Şayet kendisinde
tırnaktaki nokta kadar bir istidat görseydik onu tutardık’ buyurarak
düşüncelerime cevap vermiş oldular.” Yıllar sonra olayı hatırlarken aynı
heyecanı duyuyordu.
Fatih
Yangını
Savaşın
acılan henüz yaşanırken, İstanbul bir başka felâketle daha karşı karşıya kaldı.
Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İzmir’e yaptıkları ve 20 süren kısa bir seyahatten
İstanbul’a henüz dönmüşlerdi. Aradan beş gün geçmeden, 10 Haziran 1918 tarihinde Küçük Mustafa
Paşa’dan başlayarak Cibali-Fatih-Altımermer semtlerini kül edip Samatya’ya
kadar ilerleyen yangın, şehrin neredeyse onda birini yok etti ve büyük maddî
zararlara neden oldu.
Bu arada
Seyyid Hazretleri’nin Çapa’daki evi “Sarıgüzel” adı ile tanınan bu büyük
yangında tamamıyla yandı.
O tarihte
henüz beş yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım, çocukluğunun bu dönemine ait mâsumâne
anıları arasında onu en çok heyecanlandıran ve rûhunun derinliklerine kadar
nüfuz eden bu hâdiseyi hâlâ bütün ayrıntıları ile hatırlamaktadır.
“Evde
yukarıdaki kata çıktım, sessizce babamın yatak odasına girdim. Bu geniş odanın
bir penceresi Topkapı caddesi taralına, arka taraftaki penceresi ise Fatih
cihetine bakıyordu. Babam içeride yalnızdı. Odada dolaşıyordu, arka pencerenin
önüne gelince bir müddet durarak bakıyor ve yavaşça “Allah, Allah” diye
pencereden ayrılıyordu. Benim varlığımdan habersiz gibiydi. Babamı böylesine
dalgın ve böylesine heybetli hiç görmemiştim. Bir hayâl gibi pencereye
yaklaştım. Babamın dikkatini çeken ve O’nu ümitsiz kılan olay ne idi? Bunu
anlamak istiyordum. Evimizin arka kısmından, Edirnekapısı’dan başlayarak bütün
Fatih sırtları görülürdü. İşte, bu sırtların arkasında bütün ufku kaplayan koyu
bir kızıllık vardı. Bu kızıllık ne olabilirdi?
O gece bizi
yemekten sonra hemen yatırdılar. Sabah olunca da erkenden kaldırdılar. Mücteba
ağabeyimle bana güzel elbiselerimizi giydirdiler ve Koca Mustafa Paşa civarında
oturan dayımızın evine göndereceklerini söylediler.
Yanımıza
verdikleri biri ile beraber sokağa çıkınca büyükleri tedirgin eden olayı bütün
dehşeti ile gördüm. İnsanlann bâzıları çığlık atarak, dövünüyorlar, bâzıları da
yanlarına alabildikleri bir kaç parça eşyayı kurtarma çabası ile oradan oraya
koşuşuyorlardı. Dün akşam, kızıllığını gördüğüm şey, demek yangınmış. Fatih
sırtlarından Topkapı’ya kadar her taraf ateş içindeydi. Tahta parçalan havada bir
uçurtma gibi alev alev uçuşuyordu. Bir iki sokak altımızdaki evler ateş almaya
başlamıştı. Aynı cehennemden bir misâli Adetâ koşarcasına Çukurbostan civarına
geldik. Bu sırada önümüze düşen alevler içindeki kocaman bir kalastan kendimizi
zor kurtardık. Burası da ana-baba günü manzarası arzediyordu Her aile
kaçırabildiği eşyayı çayırın bir tarafına yığmış, üzerinde kadınlar ve çocuklar
ağlaşıyorlardı. Velhâsıl kıyametten bir örnek gibi geldi bana.
Dayımın
evinin sokağa bakan cumbasının içinde akşamı ettik. Gün batmak üzere idi.
Saray Başmabeyincisi
Tevfik bey bizi almaya geldi. O semt insanları saraya mensup bir kimse görmemiş
olacaklar ki, sırmalı
elbiseli faytoncu ile hayli ilgilendiler. Evden ayrıldığımız sırada her pencereden
bir baş uzanırken,
sokağın çocukları da faytonun peşine takılıp bir müddet koştular. Bir
istasyondan trene binerek
Bakırköy’e geldik Tevfik bey, bizi Hacı beylerin[18] evine teslim etti. Babam,
annem ve bütün ev halkı
burada idi.” Ailenin bu
yangındaki kaybı, yanan diğer 7500 ev gibi, yalnız geniş müştemilât ve bütün ev
eşyası ile yanıp kül olan 20 odalı koca konak değildi Seyyid
Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı eserler ve kütüphanesindeki diğer
kitaplar bu yangında kül olmuştu. Bu eserler arasında “Tefsir-i Kebir”,
“Lem’a-tül Âfak fî Zuhûr-u vel İşrâk” gibi muazzam eserler mevcut idi.
Yangından
iki gün önce, baba evini ziyarete gelen Seyyide Fatma Zehra, daha evvel
hazırladığı kitap sandığını, o gün kendi evine götürmüştü. Seyyid Hazretleri’ne
ait bâzı kitaplar ve risâleler bu vesile ile yangından kurtulmuş oldu.
***
BURSA’YA
DÖNÜŞ
Yangından
15 gün sonra ailece Bursa’daki eve gidildi. Burada günler sessiz sâkin devam
ediyordu. Seyyid Hazretleri, ziyaretine gelenlerle sohbet ederken, çocuklar
memlekette olanlardan habersiz yaşıtları ile oyun oynayarak vakit
geçiriyorlardı. Sonbaharda okullar açılınca eğitimlerine ara verilmemesi için
çocuklar bir müddet Ali Paşa semtindeki mahalle mektebine yollandılarsa da o
kış çok şiddetli geçtiğinden bu okula fazla devam edemediler.
Ailesini
ziyaret için Bursa’ya gelen Seyyide Fatma Zehra ve Bursalı akranları güzel
sesli bir hanıma mevlûd okutmak istemişler ve hazırlığını da yapmışlar. Sıra
Seyyid Hazretleri ’nin iznini almaya geldiğinde çocukların kırılmaması
husûsunda Gülsüm hanımın ricasına hayır demiyerek “Peki,
camide okutsunlar cevabını
vermiş. Mevlûd için “ Süleyman Çelebi'nin
güzel bir şiiridir. Dinimizin lüzum ve icabı gibi gösterilmesi yanlıştır.
Bilhassa Velâdet bahsinin erkekler arasında okunması doğru değildir” diyerek bu
konudaki kanaatini belirtmiştir.
15 Mayıs
1919 da İzmir’e çıkan Yunanlılar, Anadolu içlerine doğru ilerlemeye
başlamışlardı. Yer yer yapılan çete savaşlarından başka karşılarında ciddî bir
mukavemet görmeyen Yunan askerleri İzmir’den Afyon’a ve Balıkesir havalisine
kadar olan bölgeyi kısa zamanda işgal ettiler.
Allah her
derdin devâsını yaratmıştır. Ama her ikisini
de bir araya getirmek insanlara düşüyor - Seyyid Hazretleri, “Cenâb-ı Hakk, bir kavmin
kurtuluşunu murad ederse, o kavmin içinde muktedir ve dırâyetli kumandanların
vücûdunu halk eder ” buyurmuştu. İşte, 1919 Mayıs’ının 15 inde, İzmir
ufuklarında batan Türk istiklâl ve hürriyet güneşi bir müddet sonra doğudan
yine doğacaktı. Zirâ işgalin ertesi günü, yâni 16 Mayıs 1919 sabahı, İstanbul
limanından ufak bir gemi hareket ederek, işgal devletlerinin donanmasının
arasından Boğaz’ı geçip Karadeniz’e açılmıştı. Bu gemide Mustafa Kemal
vardı. O, Türk hürriyetini yok etmek üzere işgalci kuvvetler tarafından Anadolu’muzun
içine sokulan Yunan adlı mikroba, hattâ bütün işgalci kuvvetlere karşı bir
panzehirdi. Bu gidiş bir tesâdüf değildi. Allah bu milletin kurtarılmasını murad
ediyordu. Ve işte, doğuda başka bir ufukta, kısa bir zaman sonra doğacak güneşi
yaratmıştı. Bandırma adlı ufak ve köhne gemideki bu güneş, bir kaç sene sonra
işgalcileri oldukları yerlerde boğarak Türk milletinin kararan talih ve gönlünü
aydınlatacaktı.
Milletimizin
üzerine bir kâbus gibi çöken ve birbirini takip eden savaşların ve kötü devlet
idaresinin getirdiği yokluk ve sefaletin iki mirası kaldı halk içinde; sıtma
ve tüberküloz. Bu iki hastalık, savaşlarda şehit düşenlerden daha fazla
kayıplara sebep oluyordu. Bu korkunç ikiz kardeşin çalmadığı kapı ve
söndürmediği ocak kalmamıştı.
Bir gün bu
düşmanlardan biri, tüberküloz, mutlu bir yaşantısı olan Seyyide Fatma Zehra’nın
evine de girdi. Büyük bir itinâ ve çok güzel bir şekilde yetişmiş olan o gülü
yavaş yavaş soldurdu.
1920
yılının baharı, Seyyid Hazretleri’nin evine pek neşeli gelmedi. Rahatsızlığı
artan Seyyide Fatma Zehra, babasının arzusu üzerine, küçük oğlu Muhsin ve eşi
Emin bey ile beraber İstanbul’dan Bursa’ya geldi. Muradiye semtinde, Namazgâh
denilen mevkiin tam karşısında set üzerinde, kiralanan ahşap bir eve yerleşti.
Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretlerinin biricik kızı, 1920 yılının sonbaharında henüz 22
yaşındayken Bursa’da hayata gözlerini yumdu. Pınarbaşı kabristanında, 1912
yılında vefat eden ağabeyi Hüseyin Hüsnü’nün yanına gömüldü. Minik
oğlu Muhsin, anneannesinin himayesine girdi. Eşi Emin bey Deniz Kuvvetleri’nden
ayrılarak hayatının sonuna kadar nail olduğu bu şerefli yakınlığı kaybetmemek
ve devam ettirmek için, Seyyid Hazretleri’nin ailesinin arasından ayrılmam^
kaybettiği değerli varlığının sevgisini yine onun muhitinde bulmuştu.
Bursa’nın
Yunanlılar tarafından işgali
Seyyid
Hazretleri’nin ailesinin, Seyyide Zehra’nın rahatsızlığı ile üzüldükleri bir
dönemde Yunanlılar, 8 Temmuz 1920 de Bursa’yı işgal ettiler Küçük Seyyidler,
Yunan askerlerini ilk defa evlerinin bulunduğu çıkmaz sokaktaki komşuları
Balmumcuların evini aramak üzere kapılarının önüne geldiklerinde görmüşlerdi.
Askerlerden bir kısmının eve girdiğini bir kısmının da kapının önünde
beklediğini sokak kapısının aralığından seyretmişlerdi. Evdeki hanımlar,
çarşaflarını giymiş bekleşiyorlardı. Erkekler ise toplantı salonunda Seyyid
Hazretleri’nin yanında bulunuyorlardı. Bahçe bitişik komşularının evinden gelen
feryatlar, kazma sesleri, duvarların yıkılışı heyecanı son haddine getirmişti.
Askerlerin
kendi evlerine doğru geldiğini gören Seyyid Mücteba ve Seyyid Hüseyin Hüsnü’nün
oğlu Nureddin, koşarak içeriye kaçmışlardı. Olayın bundan sonrasını kapının
yanında yalnız kalan Seyyid Mûsâ Kâzım’dan nakletmek gerekiyor:
“Kapının
arkasında yalnız ben kalmıştım. Ne yapmam lâzımdı, bilemiyordum. Açmasam giremeyecekler
mi idi acaba? Hayır, hayır kapıyı açmak lâzımdı. Komşumuz açmamıştı ama onlar
kapıyı kırarak yine içeri girmişlerdi. Sokak kapısının anahtar deliğinden
dışarıyı gözlüyordum. Karar verdim, yaklaştıkları sırada kapıyı açarak
gelenleri güler yüzle içeri buyur ettim. Babamın yanına götürmek üzere, onlara
arkamdan gelmelerini işaret ettim. Gelenlerden bir kısmı sokak kapısının önünde
kalmıştı. Üçü içeri girdi. Biri önde benim arkamdam geliyordu. İkisi de onu
takip ediyordu. Onları selâmlık odalarının arasındaki dar bahçe yollarından
geçirerek babamın sohbet ettiği toplantı odasına getirdim. Odanın önündeki üç
dört basamağı çıkarak yavaşça kapıyı açtım ve elimle gelmelerini işaret ettim.
Öndeki asker yavaşça merdiveni çıkarak kapıya yaklaştı. İçeride 15-20 kişi vardı.
İçeridekilerin arkaları kapıya dönüktü ve tam karşıda babam oturuyordu. Yüzü
kapıya karşı olup murâkabe hâlinde idi. O andaki heybetli görünüşü hâlâ
gözlerimin önündedir babamın Yunan subayı açık kapının önünde bir an durakladı sonra arka arkaya çekilerek
merdivenlerden indi, beklemekte olan iki askere “Cami, cami” diyerek
ilerledi. Kendisine, geldiği gibi yol gösterdim, arkalarından kapıyı
kapattıktan sonra bahçelerden koşarak annemin yanına geldim ve Yunan
askerlerinin gittiklerini söyledim. Önce bu sözüme kimse inanmak istemedi.
Başka şâhidim yoktu ki beni doğrulasın. Sokak tamamen boşaldıktan sonra bana
hak verdiler. Yunanlılarla ilk karşılaşmam bu oldu.”
Evlerin
konsol çekmecelerine kadar arandığı, bağdâdî [Dar, ensiz tahta pervazlarından
yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan. ] duvarların yıkıldığı, askerlik yaşında
olanların tutuklandığı böyle bir ortamda Yunanlı ne görmüş ve nasıl bir
heybetle karşılaşmıştı ki, arka arka çekilip gitmişti. Bu hâlâ meçhûlümüzdür.
Şerafeddin
Ünder’in babası Hasan Basri efendinin bizzat yaşadığı bir olayı, yukarıdakine
benzerliğinden dolayı anlatmakta yarar var:
“Bir gün
Bursa’ya gitmek için Tophane limanından vapura bindik. Seyyid Hazretleri’ni
salona indirmek üzere koluna girdim. Merdivenin henüz başında idik ki, alt
kısımdan bir kamarot yukarı doğru sıçradı fakat merdivenin başında bizi görünce
geri çekilip yol verdi. Seyyid Hazretleri’ni oturttuktan sonra yukarı çıkacağım
sırada, biraz önce rastladığımız kamarotu merdivenin alt basamağında gördüm.
Rum şivesi ile sorduğu “Bu zât kimdir?” sorusuna, ona cevap vermemek
düşüncesi ile “Bir hoca” dedim Sert bir ifade ile yüzüme baktı ve “Gözünü
aç, bu senin bildiğin hocalardan değil.” demez mi, ne söyleyeceğimi
şaşırdım.”
***
Seyyide
Fatma Zehra’nın vefatından sonra her tarafa büyük bir sessizlik hâkim oldu.
Şehrin rutubetli havası içinde kokusu daha da belirginleşen şimşirlerle
çevrili, güzel tanzim edilmiş tarhlardaki renk renk çiçeklerin ve güllerin
üzerine hüzün çöktü. Mermer havuzun yanında yükselen ayva ağacının altında
oynayan çocuklar artık ortalıkta görünmüyorlardı.
Bütün
memleketin ateş içinde yanıp kavrulduğu bu günlerde, Seyyid Hazretleri, Gülsüm
hanıma Balıkesir’e gidileceğini ve hazırlanılmasını bildirdi. Düşman işgali
altındaki başka bir şehire gidilmesinin hikmeti neydi?
Bir sabah
ezan vakti yaylı arabalarla Bursa’dan hareket edildi. Güneşin ilk ışıklan,
dağlarda parladığı zaman arabalar, Bursa ovasında Kirmasti (M.Kemal Paşa)
istikametinde bir hayli yol almıştı. Bu yaylı arabalarla, Bursa-Balıkesir arası,
bir gece Kirmasti’de konaklamak şartı ile iki günde katediliyordu. Balıkesir’de,
âyândan Kırımlı Halil efendinin konağına misafir olarak inildi. İşgal altındaki
şehir, Yunan askerlerinin büyük taşkınlıklarına sahne oluyordu.
Seyyid
Hazretleri, sohbetlerinde bulunanlara işgalden dolayı korkmamalarını ve cesur
olmalarını öğütlüyor; gençlere de vatan savunması için birleşmelerini tavsiye
ediyordu.
O günlerde,
Manyas bölgesine yerleştirilen Dağıstan göçmenlerinden Mustafa isminde bir genç
ziyarete geliyor. Sohbet arasında Seyyid Hazretleri “Düşmanı
kabul etmek fakr ve mezellettir. Birleşin ve karşı koyun. Düşmanın kurşunu size
leblebi gibi gelecektir. Öldürmez onların kurşunu. Daima koruyacağız sizi.
Ecdadımızın rûhaniyeti sizinle beraberdir.” buyurur.
Bundan sonra köye giderek gözü pek delikanlılardan bir çete kuran Mustafa,
Yunan müfreze ve nakliyat kollarına baskın yapmaya başlıyor. Kısa zamanda
Sındırgı ve Bigadiç dolaylarında Yunanlılara dehşet salan bir kuvvet oluyor.
Adı kısa
zamanda duyulan Mustafa, düzenlenmiş ve bir cephe kurmuş olan ordumuzun kumanda
heyetinden bir emir alır. Buna göre bir subayın komutası altına girmesi ve
savaşı, savaş tekniğine uygun olarak yapması bildiriliyor ve en kısa zamanda
Afyon cephesine katılması emrediliyordu Bundan sonra yaptıkları baskınlardan
birinde bir kurşun Mustafa’nın dudağını sıyırarak ağzına girer. Subay heyecanla
“Vuruldun mu?” diye telaşlanınca, avucuna kırık dişi ile birlikte
kurşunu da tüküren Mustafa, Seyyid Hazretleri’nin koruyuculuğundan cinin bir
tarzda “Gevurun
kurşunu bize leblebi gibi gelir ” der. Mustafa, bu ve bundan sonra başından
geçen böyle ilginç olayları, bu kitabın yazarına bizzat kendisi anlatmıştır.
Seyyide
Fatma Zehra’nın küçük oğlu Muhsin, annesinden 40 gün sonra Balıkesir’de vefat
etti.
Eğitimlerine
ara verilmemesi düşüncesiyle Seyyid Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım konağa yakın
bir ilkokula gönderildiler.
İki ay
kalman Balıkesir’den Bandırma’ya gitmek üzere ayrılınır iken Seyyid
Hazretleri’ni ve ailesini istasyonda büyük bir dost grubu uğurladı.
Bandırma
'ya gidiş
Bandırma’da
Seyyid Hazretleri, Ziya ve Muhsin beylere misafir oldular. Yunanlılar Balıkesir’de
olduğu gibi fazla taşkınlık yapmadıklarından işgal burada pek fazla belli
değildi
Seyyid
Hazretleri burada da her gün gelen ziyaretçileri kabul edip sohbet
buyuruyorlar; onları metin olmaya ve vatan savunması için fedakârlıkta
bulunmaya teşvik ediyorlardı.
Bandırma’dan
Bursa’ya dönüleceği düşünülürken Seyyid Hazretleri âniden fikrini değiştirerek
İstanbul’a gitmeye karar verdi. O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a işgal
kuvvetlerinden izin alınarak gidiliyordu. Bu izin kâğıdında kullanılmak üzere
fotoğraf gerekiyordu. Eve bir fotoğrafçı getirilmiş Seyyid Hazretleri ile Seyyid
Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım’ın fotoğrafı çekilmişti. Uç dört gün sonra
belgeler tamamlanınca İstanbul’a hareket edildi.
Aradan
yıllar geçti, Bandırma nüfus memurluğundan emekli Yusuf Erdem’in kızı Naciye
hanım, yukarıda konu edilen fotoğrafı babasının kitapları arasında bulup o
yıllarda Ankara’da oturan Seyyid Mûsâ Kâzım’a 10 Kasım 1967 tarihinde verdi Bu
fotoğrafın yapıştırıldığı kâğıdın üzerinde o günün tarih ve hatırasını bildiren
kıymetli bir yazı vardı. Bu kısa metin sadeleştirilerek aşağıya alınmıştır.
“Ulu mürşid
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Aralık 1920 de Balıkesir’den Bandırma’ya gelerek
burayı şereflendirmişlerdir. Asiye hanımın dedesi ve Ziya beyin babası merhum
Hacı Haşim beyin evinde 48 gün misafir kaldıktan sonra 31 Ocak 1921, Pazartesi
günü ezânî saat[19] 10
civarında Denizcilik işletmesinin Gelibolu vapuruna binerek İstanbul’a doğru
hareket etmişlerdir
Bu
fotoğraf, İstanbul’a gitmeleri münasebeti ile alınması gerekli olan seyahat
belgesine iliştirilmek için merhum Hacı Haşim beyin evindeki havuzun başında
kerim oğulları Seyyid Mahmud Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım Hazretleri ile
birlikte oldukları halde 29 Ocak Cumartesi günü çekilen fotoğrafın çoğaltılan
bir kopyası olup, sahip olmak yüce şerefi bana nasip olmuştur. Bandırmalı Yusuf
Erdem.”
VE YİNE İSTANBUL
Çapa’daki konak yanmış olduğu için Posta ve Telgraf Nâzın Hasip Paşa’nın
Vefa’daki konağının bir bölümüne, oğlu Âli beyin misafiri olarak yerleşildi.
Burası müstakil bir daire idi.
Seyyid Hazretlerinin rahat dolaşmaları düşüncesiyle, Seyyid Ali Rıza bir
otomobil alınmasını arzu ediyordu. Şerafeddin Ünder, arkadaşlık kurduğu Jan
adındaki bir Fransız subay aracılığı ile işgal ordularının hurda satışlarından
çalışır vaziyette iki otomobil buldu. Ford marka bu iki otomobilin biri 80,
diğeri 180 liraya satın alındı. Çok az kullanılmış olmalarına rağmen Seyyid Ali
Rıza ve Şerafeddin Ünder günlerce bu otomobiller üzerinde çalışarak temiz hâle
getirdiler. Şurası unutulmamalı ki otomobil İstanbul sokaklarında yeni yeni
görülüyordu. Otomobillerden biri, İstanbul trafiğine 111 plaka numarası ile
kayıtlı idi. Tesadüf eseri Şerafeddin beyin ehliyeti de 11 numara idi.
Hasip Paşa konağının, Seyyid Hazretleri’nin oturmasına tahsis edilen kısmı
meğerse izale-i şuulu imiş. Ali bey, ne zamandır evi sahiplerine teslim etmezmiş.
Bir gün karşı tarafın avukatı, yanında hammallar ile, önceden haber vermeden
gelerek evin derhal boşaltılmasını bildirdi. Bu çirkin durum karşısında. Seyyid
Hazretleri ve ailesi, özel eşyalarını toplayıp evi hemen terkettiler.
Çınar Karakolu’ndaki eski konak
Aile, yeni bir ev kiralanana kadar Bakırköy’de Hacı beylere misafir oldu.
Bir müddet sonra Koca Mustafa Paşa semtinde Çınar Karakolu karşısında ahşap bir
eve taşınıldı. Bu ev, eski büyük konaklardan birinin yarısı idi Bu köhne evde
bir kış geçirildi. Yangından çıkıldığından evde göze görünen fazla bir eşya
yoktu.
İstanbul henüz işgal altında idi. Ama şehrin böyle ücra ve köhne
köşelerinde işgalci askerler görülmüyordu. Buraları, geçim sıkıntısı içinde
olan fakir halk ile gücünü yitirmiş, gençlerini savaşlarda kaybetmiş veya yeni
bir cepheye göndermiş ailelerin, dulların, yetimlerin ve birkaç yüz metre sonra
şehri kuşatan surların hemen ötesindeki servilerin serin gölgeliklerini bir
kurtarıcı umudu ile gözleyen ve ömürlerini civardaki mescit ve camilerde
geçiren yaşlıların yaşadıkları köşelerden biri idi.
Yunanlılar Anadolu’yu ele geçirmek için bütün çabalarını sarfediyorlardı.
Eskişehir’i geçmişler, Sakarya nehrine dayanmışlardı. Seyyid Hazretleri’nin
Kur’ân ilmini ilk yaymaya başladıkları Sivrihisar’ı almışlar, Polatlı’ya hâkim
sırtları ellerine geçirmişlerdi. Gayeleri Ankara’yı bir an evvel almak ve bu
suretle Türklerin kazanma inanışlarını mânen yıkmaktı. Buna paralel olarak
Ankara hükümetinin Kayseri’ye nakli gün meselesi olmuş, Meclis’in çalışması
için Kayseri Lisesi hazırlanmıştı bile. Fakat buna lüzum kalmayacaktı. Zira,
Türk askeri, Kurtuluş Savaş’ının kalbi olan başkentlerini bırakmak niyetinde
değildi. Savaş devam ettikçe askerlerimiz topraklarına daha sıkı yerleşiyordu.
23 Ağustos 1921 de Yunanlılar Sakarya ırmağının doğusuna geçerek birliklerimize
saldırdılar. Ancak Eylül ayı girdiği halde netice alınmıyordu.
O dönemde Sivrihisar’da bulunan Seyyid İsmetullah, eniştesi Emin bey
vasıtası ile Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’ne gönderdiği mektupta
memleketin içinde bulunduğu durum ile ilgili olarak babasının görüşlerini almak
ister. Mektup kendisine okunduğu zaman Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, "imtihan dönemimizin
başlangıcı Sivrihisar’dır, Yunan oraya kadar gitti ” dedikten sonra, Mekkî olan Kamer sûresinin Bedir Savaşı[20] ile
ilgili ve Medine’de nâzil olan 3 âyetini ele alarak bu seferki Türk-Yunan
savaşı hakkındaki fikrini beyan eder.
Kur’ân-ı Kerim 54/45-47: “Toplulukları dağıtılacak, yüzgeri edeceklerdir. Kıyamet
günü onların buluşma zamanıdır. O ne korkunç, ne acı gündür. Doğrusu suçlular
sapıklık ve çılgınlık içindedirler.”
Bu açıklamayı kaleme alan Emin bey 14 Eylül 1921 de aşağıdaki mektubu
Seyyid İsmetullah’a gönderir:
"Düşman kendisine vaad
edilen yere kadar gitti; fakat oraya kadar gidişi kendisi için müsibetli,
felâketli ve acıklı olacak ve geriye hakir ve rüsva olarak ve bozguna uğrayarak
dönecektir. Kendilerini üstün zannederek, zayıf düşen vatan topraklarımızı basıp
birçok facia ve mezalim icra eden ve cinayetlere cüret eden bu sefih millet,
umumun teveccühünü kaybederek zillete düşecek ve kazandığı şehirler elinden
çıkacaktır. Memleketlerine tamamen çekildikten sonra cemiyetleri inhilâl
edecektir.
Gözümüzün müthiş gördüğü bu cemiyet, yani
ordu, mağluben geri gideceklerdir. Karargâhlarına, yani memleketlerine, avdet
ettikten sonra büyük ibtilâlara uğrayacaklardır. Ve devlet büyüklerinin
hakkımızda kötü bir şekilde ortaya attıkları yalan ve iftiraların mahiyeti
meydana çıkarak umumun nefretini üzerlerine çekeceklerdir. Aralarında zuhur
edecek nifak ve tefrikalar sebebiyle birçok parçalara ayrılacaklardır."
Emin bey mektubuna şöyle devam etmektedir:
“Vaktiyle (Mustafa Kemal) Paşa’ya gönderilen livâ-ı şerife hürmet ve Seyyid
Hazretleri’ne ihlâs ve irtibatını ne kadar muhafaza ederse kendisine ve
ordusuna o nisbetle fütuhat müyesser ve kalblerine sükûnet tecelli edecektir.
Paşa’nın ismi bu femm-i muhsinde, kerem sahibi ağızda, dolaştıkça Allah’ın
yardımı gerek kendilerine ve gerekse ümmete refik ve muin olduğuna bizim
imanımız vardır. Seyyid-i Sâdât olan bu pir-i âli şan, bu memlekette ve
aramızda durdukça selâmet ve istiklâlimiz emindir. 14.9.1921 ”
Kurtuluş Savaşı’nın başladığı günlerden beri sık sık “Erinden başkumandanına kadar her
rütbedeki asker teşvik bekler. Zafere inanmaları için aydınlık bir uc, bir
nokta görmeleri lâzımdır” diyen Seyyid Hazretleri, İçel meb’usu Sırrı bey vasıtası ile
Başkumandan’a o günlerde bir mektup yollar. Bu mektupta mukavemet etmelerini
yâni dayanmalarını ve çekilmemelerini bildirir ve zaferin ordumuza ait
olacağını müjdeler.
Yüksek kumanda mevkiindekilerin
çekilmeyi düşündükleri bir sırada bu mektup, Paşa’nın eline geçmiş olabilir.
Savaşın bu kritik anında Mustafa Kemal Paşa, ordunun ve düşmanın durumu
konusunda Mareşal Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra çekilmenin iki üç gün daha
ertelenmesine karar verir.
Yunan birlikleri, 10 Eylül 1921 günü gerçekleştirilen saldırıya karşı
koyamadı ve bir yandan çatışmayı sürdürürken öte yandan gizlice Sakarya'nın
batısına çekilmeye başladı. Türk karargâhı büyük bir dikkatle sürdürülen bu
harekâtı, bir köylümüzün karargâha gelerek Yunan askerlerinin çekilmekte
olduğunu söylemesiyle üç gün sonra öğrendi. Bu tarih, Yunan ilerlemesinin
durması ve hezimetinin başlangıcı oldu.
İstanbul gazeteleri Sakarya Meydan Savaş’ından sonra yeni zaferleri
müjdeliyorlardı. Seyyid Hazretleri, günlük gazeteleri muntazam bir şekilde
takip ederlerdi. Gazeteleri, Seyyid Ali Rıza ve ara sıra da Seyyid Mücteba
yüksek sesle okurlardı. Ordumuzun kazandığı zaferler karşısında Seyyid
Hazretleri sevinç ve memnuniyetini açıkça belirtir, asker ve kumandanlarımızın
galibiyetleri için onlara hayır duada bulunurdu.
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam ederken Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin evinde günlük hayat her zamanki gibi sürüp gidiyordu.
Seyyid Mücteba, Seyyid Mûsâ Kâzım ve Seyyid Nureddin bu yeni muhitte
evlerine yakın olan Koca Mustafa Paşa Mekteb-i İptidaisi’ne yani ilkokuluna
yazıldılar. Bir gece Seyyid Mûsâ Kâzım, din dersinde öğretmeninin
söylediklerini büyüklerine anlatıyordu: ’’Günahkârlar, sırtlarında
taşıdıkları odunlarla katran kazanlarını kaynatıyorlarmış ve sonra Allah onları
bu kazanlara atıyormuş.” Henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olmasına rağmen
bunu şöyle yorumluyordu. ’’İnsanları Allah yaratmış. Ne için kendi
yarattığını yaksın? Sırtımızda taşıdığımız odun değil olsa olsa kendi günahımız
olabilir. Bu ağır yükü dünyâda da taşıyabilirdik. Allah âciz mi ki, günah
işleyeni bağışlayacağı yerde onlara eziyet etsin? Bunlar ancak insanların
yapacağı kötü şeyler olabilir.” Bunları dinleyen Seyyid Hazretleri, eşi
Gülsüm hanıma “Hocalarımızın, şu çocuklar kadar aklı yok ” demişti.
Gülsüm hanım gençliğinde okuduğu kitapların tesiri ile olacak ki bir gün
Seyyid Hazretleri’ne, “Efendim,
ben cehennemden çok korkuyorum. Orada insanlar hakikaten yanacak mı?”
diye sormuş. Seyyid Hazretleri de
“Cehennemden korkulur mu hiç? Orası
insanları, günahlarından arındırarak pâk ve ulvî ruhların katına yükseltecek
bir yerdir. Elbisemiz veya gömleğimiz kirlenirse ne yaparız? Temizleninceye
kadar kaynatır, çitiler veya tokaçlarız. Temiz olduğunu görünce de katlar diğer
temiz çamaşırların arasına koyarız. Cehennem, işte budur. Burada temizlenen günahlar,
Cennet’teki temiz emsalleri seviyesine gelince oraya gideceklerdir" buyurmuştur.
Eserlerin yeniden kaleme alınması
Bir gün Gülsüm hanım, Seyyid Mûsâ Kâzım’ı yanına çağırıp gayet ciddî bir
tavırla “Oğlum, baban aşağıda sohbet ediyor. Ziyaretçileri her ne kadar kendisini
ilgi ile dinliyorlarsa da sonradan dinlediklerini unutuyorlar. Babanın
yorulması ve nefes tüketmesi boşa gidiyor. Şu kâğıdı kalemi ah aşağıya git ve
babanın söylediklerini yaz.” diyerek onu Seyyid Hazretleri’nin yanına
gönderdi. Seyyid Kâzım odaya girdiğinde bir çok kimsenin sohbeti büyük bir
dikkatle dinlediğini gördü. Eniştesi Emin beyin yanma oturarak, babasının
söylediklerini yazmak üzere, cebinden kâğıdını kalemini çıkardı Ancak ilkokul
ikinci sınıf öğrencisi ne yapabilirdi, Seyyid Hazretleri’nin o ağır ifadelerini
nasıl yazabilirdi? Hakikaten o daha yazmaya başlamadan eniştesi elinden kâğıdı
kalemi aldı ve yazmaya koyuldu. Gülsüm hanımın ikazı ile başlayan bu hareket,
eserlerin yeniden ortaya çıkması için bir başlangıç, bir nüve oldu.
Seyyid Hazretleri’nin devamlı ziyaretçileri arasında olan Baytar Emin bey,
o gün Damad Emin beyin yanında oturuyordu. O da hemen cebinden küçük bir defter
çıkartarak sohbeti yazmaya başladı.
***
Baytar Emin bey, Seyyid Hazretleri gibi Sultan II.Abdülhamit’in gazabına
uğramış, Fizan’a kadar sürülmüştü. Yüksek rütbeli bir subay olan Baytar Emin
bey, Yunan askerlerin Seyyid Hazretleri’nin Bursa’daki evlerine geldikleri
zaman da orada bulunanlar arasındaydı.
Fizan’da bulunduğu sırada Emin beyin başından ilginç bir olay geçer. Afrika’nın
merkez ve batısında bulunan Müslüman kavimlerin çoğu, inanç bakımından, Seyyid
Abdüsselâm Hazretleri’ne[21] bağlı imişler. Emin bey
de, oradayken sürgün günlerinde teselli bulmak için bu zâta bağlı kişilerin
devam ettiği bir dergâha gidermiş. Bir gece dergâhtan çıkıp evine dönerken arap
çapulcular yolunu keserler. Ölümle yüzyüze gelen Emin bey, “Yetiş ya Abdüsselâm!” diye feryad eder. Bunu duyan araplar onu
serbest bırakıp giderler. Aradan seneler geçer, Emin bey bu olayı unutur. Bir
gün sohbette bulunduğu bir sırada Seyyid Hazretleri, kendisine hitap ederek,
Seyyid Abdüsselâm’ın büyüklüğünden bahseder ve
“Oğlum, O büyük bir zât idi, seni
kurtardı. Ama, bize iltica etmiş olsa idin biz de seni kurtarırdık.” der. Emin bey, daha sonraları ailesine “Bu hadiseden Seyyid Hazretlerine
bahsetmemiştim Bu ne büyük bir tasarruftur ” diyerek olayı anlatmıştır.
Buna benzer bir olay da Bandırmalı Halit ustanın başından geçmiştir. Yunan
işgali sırasında şehirdeki iş yerini kapatan Halit usta, Manyas ve havalisinden
aldığı koyun ve kuzuları İstanbul’a getirip satarmış. Çok yorgun olduğu bir
gece, çobanlarına uyumamalarını sıkı sıkı tembih ettikten sonra kendisi uyumuş.
Çobanlar da yorgun olacaklar ki onlar da uyuyakalmışlar Halit Usta sabaha karşı
alacakaranlıkta uyanınca bakmış ki çobanlar uyuyor ve ortalıkta ne koyun var ne
de kuzu. Çerkez eşkiyanın ve çapulcuların o havalide hâlâ hüküm sürdüğünü bilen
Halit Usta, korktuğuna uğradığını anlıyor. Bir müddet civarda koyunlarını
arıyor, bulamayınca da yüksek bir yere çıkarak avaz avaz ‘Yetiş Seyyidim!” diye bağırıyor. Bir müddet sonra, bir kaç
atlı geliyor ve onlara burada ne aradıklarını soruyor. Halit usta da sürüsünü
kaybettiğini söylüyor. Bunun üzerine gelenlerden biri diğerlerine, ”Ben herkesin malına dokunulmaz demedim mi size! Hemen gidin bu adamın
sürüsünü kendisine teslim edin.” diyor. İstanbul’a gelince ilk iş olarak
ziyarete geliyor. Seyyid Hazretleri hatır sorduktan sonra Halit ustaya,
"Oğlum, başınız daraldığı zaman bize iltica edin, dediysek dağların
başına çıkarak sabah
karanlığında avaz avaz bağırın demedik size . Yavaşça da söyleseniz biz
duyarız.”
diyerek hem iltifat ve hem de tatlı bir şekilde ikaz ediyorlar.
Beşiktaş’a taşınma
1922 yılının ilk günlerinden birinde ev sahibinin yaptığı saygısız bir
hareket karşısında Seyyid Hazretleri anî bir kararla evden ayrılmak istediler.
Savaş yıllarında yoksulluk içinde yaşamaya çalışan fakir halka manevî bir
destek vermek istercesine, ”Hâdim-ül fukara” lakabının icâbı bu köhne semtte
oturmayı tercih etmiş olan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin başka bir
semtte taşınmayı arzu etmesi memleketin barışa ve refaha kavuşacağına dair bir
müjde idi. Şerafeddin Ünder’in hemen o gün Beşiktaş’da bulduğu eve akşamüstü
taşınıldı. Saray mensuplarından birine ait olan sarı boyalı, kâğir, iki katlı
bu ev Valide Çeşme’sinin üstündeki sokağın nihayetinde bulunuyordu. Ihlamur
sırtlarına hâkim güzel manzarası ve değişik görünüşü ile önceki evlerden çok
farklı idi. O zamanlar İstanbul’un, değil her evinde, ancak bâzı semtlerinde
elektrik vardı. Fatih yangınında yanan konakta olduğu gibi bu evde de elektrik
tesisatı bulunuyordu.
Seyyid Hazretleri, fırsat buldukça oğulları ile otomobil ile gezilere
çıkıyorlardı. Bu gezilerde Şerafeddin Under tarafından çekilen fotoğraflar,
bugün elimizde kalan çok kıymetli hatıralardır.
Altı ay kadar kısa bir süre kalınmasına rağmen bu ev, hayatın mutlu bir
dönemine sahne olmuştur. Seyyid Ali Rıza’nın evlenmesinden sonra küçük
Seyyidlerin sünnet düğünleri ile aile, bir mürüvvet daha görmüştür.
11
Haziran 1922 deki sünnet düğününde eve sinema getirilmesine izin veren Seyyid
Hazretleri, bu fikri ortaya atan Şerafeddin Ünder’e, “İyi olur oğlum, biz de
görürüz. ” diye ilgisini ifade etmiştir. Seyyid Mûsâ Kâzım o günkü hâtıralarını şöyle dile getiriyor: ”Bu gün bende kalan intiba, ne filmi aydınlatmak için kullanılan karpit
lambasının pis kokusu ne de filmin konusudur. Babamın büyük bir dikkatle filmi
seyretmesi ve ilgilenmesi hâlâ gözlerimin önündedir. Bu sözlerim bu gün hiç bir
anlam taşımaz; çünkü sinemaya gitmeyen, filim seyretmeyen kimse kalmadı artık.
Fakat dün böyle değildi. Sinemayı bırakın, fotoğraf çektirmek bile bazı
kesimlerde küfür sayılıyordu. Kuru taassup, din kurallarının üzerinde
tutuluyordu. Halbuki babam, medeniyetin icaplarını ve getirdiği yenilikleri
büyük bir titizlikle takip ediyordu. Bisiklete şeytan arabası denilen bir
devirde otomobil almış, fotoğraf çekmenin ve çektirmenin haram sayıldığı zaman
kendi eliyle bana fotoğraf makinası hediye etmişti. Şerafeddin ağabey, babamın
fotoğrafını çekmek için izin isteyip bir sakıncası olup olmadığını sorduğunda
babam cevaben “Çek oğlum hiç bir mahzuru yoktur. Bu bir
surettir. Ancak bizim cahil kalmış halkımız karşılarına kor da putlaştırırlar,
ondan korkarım.” buyurmuşlardır.”
Bir gün Seyyid Hazretleri, Şerafeddin Ünder’e “Oğlum Şeref, pek sıkıldım. Biraz dolaştır beni” der. Otomobille Ihlamur semtine gidilir. Seyyid Hazretleri bu güzel ortamda
bir süre dinlenmek isteyince civardaki evlerin birinden bir koltuk temin edilir
ve ağaçların gölgesine yerleştirilir. Bir aralık Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretlerinin yüzüne güneş gelir. Yanlarında bulunan Ayân Halil efendi, “Efendim,
yüzünüze güneş geldi; müsaade ederseniz koltuğu çekelim.” der. Bu söz
üzerine Seyyid Hazretleri, “Oğlum Halil, o da bize müştak, bırak
da nasibini alsın” buyururlar.
Seyyid Hazretlerinin bu hâlini tesbit etmek için fotoğraf çekmek isteyen
Şerafeddin bey, Seyyid Ali Rıza beyin iznini alarak hemen Beşiktaş’daki
atölyesine gidip fotoğraf makinasını getirir. Seyyid Hazretlerinin bu gün
elimizde bulunan ve kıymetli fotoğraflarından biri olan koltuktaki pozunu
böylece tesbit eder.
Yine o günlerden birinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin bir başka
fotoğrafı daha çekiliyor. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, oğullan Seyyid
Ali Rıza, Seyyid Mücteba ve Seyyid Kâzım ile torunu Seyyid Nureddin ve damadı
Emin bey olduğu halde Şerafeddin Ünder’in kullandığı otomobil ile Bakırköy’e
giderler.
Bugün Bakırköy’ün denize yakın yerinde Ataköy’e olan sınırının batısı, o
tarihlerde, baruthane arazisi idi ve burası işgal kuvvetlerinin kontrolü
altındaydı. Zırhlı otomobiller, kamyonlar ve bunların çektiği toplarla dolu
olan bu alanda güvenlik önlemleri çok sıkı idi. Yolun sonunda, işgal altında
bulunan barut fabrikasının ve kumandanlığın nizamiye kapısının iki yanında
nöbetçiler ve yol üzerinde de çift barikatlar vardı.
Kapıya yaklaşılınca Şerafeddin bey, Seyyid Hazretlerine “Ne tarafa
gidelim efendim?” diye sordu “Doğru götür oğlum” tâlimatını
alınca o da tereddütsüz nizamiye kapısına yanaştı. Nöbetçi askerler herhangi
bir şey sormadan telaşla barikatları açtılar. Böylece içeri girilerek deniz
kenarına kadar ilerlendi. Genç Seyyidler, bir süre deniz kenarında neşe içinde
oyalandılar. Şerafeddin Ünder bu firsatı kaçırmak istemedi ve fotoğraf
makinasını hazırlayarak burada da bir fotoğraf çekti. [22]
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri geldiğini ve izin almadan içeriye
girdiğini gören kimi Hintli, kimi Sudanlı sömürge askerleri otomobile 10- 15
metre kadar yaklaşarak, toplanmaya başladılar Seyyid Hazretleri bunların
İngiliz askerleri olduğunu öğren ince onlara “İyi bakın, düşmanınızı tanıyın. Buradan sizi ben
atacağım” buyurdular.
1922 yılında okullar tatil olunca ailece Bursa'ya gidildi. Sivrihisar ve
civarı düşmandan kurtarıldığı için yollar daha emniyetli idi. Bu bakımdan
Seyyid İsmetullah ve ailesi de Bursa’ya geldiler. Seyyid Tahsin zaten
Bursa’daki evde oturuyordu. Böylece bütün aile yaz aylarını beraber geçirmiş
oldu.
MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin, Mustafa Kemal Paşa’ya olan ilgisi,
daha o, ünlü bir subay olarak halk arasında tanınmadan çok önce başlamıştı. Seyyid Hazretlerinin, Trablusgarp’da yazdığı ve kitabımızın ön
sahifelerinde yer alan şiirinde, ülkeyi kurtaracak olan zâtın 1881 de zuhur
edeceğine işaret vardı. Bilindiği gibi 1881 Mustafa Kemal’in doğum tarihidir.
Şiirdeki “Başını hırkaya çekmiş şol yatan arslana bak” mısraı, Mustafa Kemal’in Kocatepe cephesindeki, fotoğraflara yansımış bir
görüntüsünü sanki tasvir etmektedir. Hatırlanacağı gibi Mustafa Kemal’in
kaputuna sarılarak dinlendiği bir anı yansıtan resim, bu dizelerin
gerçekleşmesi hâlidir.
1922 yılında Seyyid Hazretleri’nin, Mustafa Kemal’e gönderdiği diğer bir
mektubunda Farsça yazılmış bir şiir vardı
Çi gâm divâr-ı ümmet râ
Ki dâred çün tu peşt-i bân
Ki pâk ez mevc bahrân râ
Ki bâşed Nûh keştibân
“Sizin gibi âli bir kumandan sefıne-i Ehl-i Beyt muhabbeti mıntıkasına
dahil olunca emvâc-ı mesaibden ne zahmet çeker” anlamına gelen bu dörtlüğü bizzat kendisi Türkçe olarak açıklamıştır.
Bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirdiğimizde Seyyid Hazretleri’nin Mustafa Kemal
Paşa’ya şöyle iltifat ettiğini görüyoruz: ”Sizin gibi yüce bir
kumandan Ehl-i Beyt muhabbeti gemisine dahil olunca, felâket dalgalarından asla
zahmet çekmez?”
Aynı yıl gönderdikleri başka bir mektupta “Uzun zamandan beri
milletin felâketten kurtuluşu ve iyiliği ile uğraşıyorsunuz” sözlerinden sonra zaferin yakın olduğunu bildiren müjdeyi vermiştir. Bu mektup, İstanbul-Çanakkale mevkii müstahkem kumandam Miralay Şevket bey
vasıtası ile Mustafa Kemal’e verilmiştir.
Seyyid Hazretleri tarafından, 1923 de Baytar Emin beye dikte ettirilerek
yazdırılan ve önemli hususlara dikkat çekilen uzun mektup, Baytar Emin beyin
notları ile beraber aşağıya alınmıştır.
“H. 1339 tarihinde
Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim
mektubu:
“Sinn-i şeyhuhetimiz arıza tahrir
ve takdim etmeye mâni olmakla beraber bilvâsıta bâzı mektuplar takdim olundu.
Bu kerre bu meveddetnâmemle ihtimam edilerek bâzı noktalar üzerine nazar-ı
dikkatinizi celp etmek istiyorum.
"Hakkal ümerâ alel ulemâ
ennasıhatü vedduâ" medlulünce duâ ve himmetimiz dâim ve sâbıttir. Ümmetin
halâsı ve itisamına ait hizmete zât-ı âlileri mânen memur ve intihab
olunduğunuzdan Cenâb-ı Hakk Hazretleri muininizdir. Bununla beraber
düşmanlarınızın ittifak etmesine meydan verilmemelidir. Zira, İngilizlerin
takip ettikleri gaye Türkleri, Küçük Asya’dan çıkartmak ve kuvvetlerini kırmaya
mâtufdur. Memleketimizden kaçanları deniz ve kara tariki ile üzerimize sevk ve
tasallut ettirmek için hazırlanıyorlar. Bastığınız yerlere sizi muhafaza edecek
bir surette metanet ve kuvvet veriniz. Kapıları gayet iyi pekitleyiniz. Yani
Çanakkale’ye hâkim olunmasına dikkat buyurunuz. Ondan sonra nazarınızı şarka
çeviriniz. İhtimam buyurulması hakkında tavsiye ettiğim noktalar bize malum ve
işaret olmuştur. Bu da “El ilhâm-ü leyse min esbâbil ma’rifeti' kavli “
kabilinden olup lüzumunda ona göre âmil olursunuz. Zât-ı âlileri evlâd-ı mânevîyemizsiniz.
Gönlümüz bir mıknatıs ibresi gibi nereye gitseniz sizi takip eder. Muhibbiniz
olan bu pir-i faninin şu sözlerini ehemmiyetle dinleyiniz. Hürmetlerimi ithaf
ve muvaffakiyetinizi temenni ve duâ ederim”
Bu mektup, H.1339 (1923) tarihinde ihvanımızdan Afyon meb’usu Vasfi bey
vasıtasıyla Gazi Paşa Hazretleri’ne takdim olundu. Femm-i saadetlerinden çıkan
sözleri tesbitle bu mektup tarafımdan zapt ve tahrir edildi. Nutuk buyurduğu
iki cümle her nasılsa idhal ve ilâve edilmedi. Bu cümleler şunlardır: ”Karadeniz’in selâmeti elinizdedir. Bizden çıkanların bir daha girmemesi
için Boğaz’ı kapatınız. Kapıyı iyi pekitlerseniz fenalıklar akîm [neticesiz, kısır,
beyhûde; boş.] kalır.”
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri günlük gazetelerden ordumuzun harekâtını
her gün takip ediyordu. 22 Ağustos 1922 tarihinden başlayıp 9 Eylül 1922 günü
İzmir’de sona eren onbeş günlük kovalamadan sonra istilâcı kuvvetlerin denize
dökülmesi olayı memleketimizde hakikî bir bayram yarattı.
Cerrahpaşa’daki evin alınışı
1921 de Bursa’da bulundukları günlerde Seyyid Hazretleri, İstanbul’da yeni
bir ev aldılar çünkü kira evlerinde dolaşmaktan sıkılmışlardı. Okulların açılma
tarihine doğru Gülsüm hanım, yeni evin temizlik ve bâzı ufak tâmirat işlerini
yaptırmak için çocuklarla beraber İstanbul’a döndü.
Cerrahpaşa semtinde, Çardaklı Hamam sokağındaki ev, eski Bahriye Nâzırlarından
birine aitmiş. Hastahanenin hemen yanındaki bu büyük konak, harem ve selâmlık
olmak üzere iki kısımdı ve her iki cephesinde de bahçesi bulunuyordu. Konak,
sokağa adını veren Çardaklı Hamam’ın yerine inşa edilmiş olduğundan zemin katta
gayet büyük taşlıklar vardı, içinden künkler geçen kaim duvarlı soğukluk kısmı
hâlâ duruyordu. Üst katın bir bölümü soğukluğun bâzı odalarının yüksek
kubbeleri üzerine inşa edilmişti. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili idi.
Çardaklı Hamam sokağı evin iki yanını kuşatıyordu. Dar cephesinde fakir bir ailenin küçük evi ve bahçesi, diğer tarafında ise
gazeteci ve meşrutiyet devrinin siyasîlerinden Ali Kemal’in evinin geniş
bahçesi yer alıyordu.
Evin ön bahçesi güzel tanzim edilmişti. Büyük bir havuz ve üzeri kapalı bir
de kuyu vardı. Kuyunun suyu acı olmakla beraber çok fazla idi. Tahminen bir
zamanlar hamamın suyu buradan veriliyormuş. Derinliği 11 kulaç olan kuyunun
çapı 4 metre idi; içi tonoz örülü ve üst tarafı kemerlerle kapatılmıştı.
Evin üst katından, Sultan Ahmed ve Ayasofya camileri dahil Marmara Denizi
geniş ölçüde görülürdü. Mehtaplı gecelerde, adaları da içine alan gümüşten bir
şerit eve doğru uzanır ve mehtabın devamı boyunca hiç kaybolmazdı.
Onarım, boya ve benzeri işler tamamlanınca ev, güzelce döşendi. Artık yangın
sonrası derbederliğinden kurtulunmuştu. Seyyid Hazretlerinin Bursa’dan
gelişinden sonra ev şereflendi. Bütün aile şimdi bu evde toplanmıştı.
Bu günlerde Anadolu’muz düşman istilasından kurtulmuştu. Ankara Hükümeti
yeni bir devlet kurmaya çalışırken, yokluk ve sıkıntıya rağmen halkımız
yarınından emin oluşun mutluluğu içindeydi. Seyyid Hazretlerinin Türk milleti
hakkında bir temennisi vardı. Bu, temenniden ziyade, milletimiz için bir müjde
idi: “Güneşin
şarktan doğuşu gibi bundan sonra medeniyet de şarktan doğacaktır ve Türkler de
lâyık oldukları mevkii alacaklardır.”
Seyyid Hazretleri de memleketin bu çoşkusuna uyarak Fatih yangınından sonra
ilk defa olarak Kur’ân’ı Türkçe olarak takrir sûretiyle yazdırmaya başladı. O
gün hangi sûre yazılacak ise o sûreden bir âyet okunur, gözleri yarı kapalı,
belki de murâkabe hâlinde koltuğunda oturan Seyyid Hazretleri âyetin mânâsını
söylerdi. Bu sırada Seyyid Ali Rıza, damad Emin bey veya kâtiplerden biri tek
harf kaçırmadan not ederlerdi.
Daha sonra Seyyid Hazretleri’nin istirahati zamanında not alanlar bir araya
gelirler, tutulan notları karşılaştırırlar, fikir birliği olunca notlar büyükçe
bir deftere temize çekilirdi. Şayet notlar arasında bir farklılık olursa ertesi
gün, öğrenmek istedikleri yeri sorarlardı. Ancak Seyyid Hazretleri, aynı âyeti
daha değişik ifadelerle tekrar anlatırlardı.. Bu sûretle Amme cüzü tamamlandı
ve “Mezâhir-ül Vücûd
Alâ Menâbir-üş Şühûd” adı altında baskıya hazırlanan ilk kitap
oldu.
Taş baskı tekniği ile basılan kitabın bir kısmı ciltlenerek satışa çıkarıldı,
bir kısmı da sahifeler hâlinde eve getirildi ki bunlar, burada formalar şekline
getirilerek abonelere postalandı. Henüz on yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım bu
işleri görev bilmiş, severek yapıyordu. “Matbaadan gelen baskıların taze
mürekkep kokusunu hâlâ dün gibi duyar ve hissederim.” demektedir.
Bu kitabı okuyan, Antep’in ileri gelen bocalarından biri, ilk formayı eline
alarak “Şuna bakın, kunduracı ustasını Allah yapmış ” diye çarşı içinde
ulu orta konuşmaya başlamış. Damad Emin bey bu olayı öğrenince Seyyid
Hazretleri’ne “Efendim, müsade ederseniz dâva açalım mı?” diye soruyor. Seyyid Hazretleri buna cevaben
“Oğlum! Bizim cahillerle
uğraşacak vaktimiz yok Onlar rab kelimesinin lügat anlamını bilmezler. Ama
kendilerini her işte erbab sanırlar” buyurmuştur[23]
Seyyid Hazretleri hocaların bilgilerini eleştirir, böyle insanların
yetiştirdiği kimselerden hayır gelmeyeceğini açıkça ifade ederlerdi. Değil
böyle cahil hocaların, ilim adamı vasfını taşıyan nice insanın bile eşyânın
hakikatine inememiş ve satıhta kalmış olduğunu söylerlerdi. Sohbetlerinde
bulunan biri; Seyyid Hazretleri’nin kendisine “Oğlum, her gelen
bizden dünyâ istiyor. İlmimizi talep eden çıkmadı aralarından” dediğini anlatmıştı. Hakikaten halkımız yalnız dış görünüşe itibar ediyor.
Şayet millet olarak eşyanın görünüşünü bırakıp mahiyetine; ilmin safsatasını
terk edip hakikatine inmesini bilseydik bugün geri kalmışlıktan kurtulur,
çağdaş medeniyet seviyesine ulaşırdık. Tutucu ve cahil şeyhlerin ortadan
kaldırılması ve onların kara kaplı hiçbir işe yaramaz kitaplarının bugünkü
nesil tarafından okunamaz hâle gelmesi maalesef çok bir şey ifade etmedi. Halkımızın dine olan sonsuz saygı ve inanışı yüzünden yeri ilmî bir şekilde
doldurulamayan boşluk yeni yobazların türemesine sebep oldu.
Kitap çalışmaları devam ederken bir taraftan da Seyyid Hazretleri gelen
ziyaretçilere irşad edici sohbetlerde bulunuyorlardı. Bu sohbet toplantılarında
bulunan Lutfullah (Baydoğan) anlatmıştı. ”Bir gün Seyyid Hazretleri’nin
sohbetlerinde bulunuyorduk. Bir aralık sohbeti keserek durdular. Sonra, “Muhiddin-i
Arabi Hazretleri büyük zâttır. Şayet onun devrinde olsaydım talebesi olurdum.
Ancak o şimdi bizim devrimizde bulunsaydı öğrencimiz olurdu. Zira kendisine Kur
'ân 'in bir sûresinin, ihlâs sûresinin mânâsı verilmiştir. Halbuki bütün Kur'ân
bize tevdi kılındı.” buyurdular. Yanlarından ayrıldıktan sonra huzurunda bulunanlara “Seyyidimizin
bu sözü hangimize aittir?” diye sordum. Ziyaretçilerden biri “Acaba, Muhiddin-i Arâbî mi yoksa Seyyid Hazretleri mi büyük, diye
düşünüyordum ki, ben cevâbımı aldım.” demiştir.
Günler gelip geçiyordu. Anadolu düşman istilasından kurtulmuştu. Ancak
bütün yurdu saran bu yangından neler kurtarılmıştı, yüzlerce senelik ihmalden
sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı arasında işe yarar neler kalmıştı?
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Cumhuriyet’in ilânına rastlayan
günlerdeki üzüntü ve temennilerine değinmekte yarar var.
Osmanlı İmparatorluğu’nda fen, sanat ve ticaret çoğunlukla azınlıkların
elinde idi. Müslüman halk daha ziyade memuriyet veya ziraatle uğraşırdı.
Özellikle Anadolu’muzdaki halkın geri kalmışlığı Seyyid Hazretlerine üzüntü
veriyordu. Onların eğitilmesi konusunda hassasiyetle duruyordu.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri eserlerinde ağır İlmî ifadeler
kullanmasına rağmen “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismim”[24] adındaki
kitabında, yazı dilini köylümüzün anlayabileceği konuşma tarzına kadar
sadeleştirerek, onları aydınlatmaya ve uyarmaya çalışmıştır.
Bu eserde ziraat ile uğraşan köylümüze aralarında birleşerek üretim ve
tüketim kooperatifleri kurmalarım, yetiştirdikleri ürünü bir araya getirerek
kıymetlendirmelerini tavsiye ediyordu. Böylece ihtiyacını duydukları herşeyi
kendi paraları ile alacaklarından tefecilere muhtaç, dolayısı ile onların esiri
olmayacakları bildiriyordu.
Bu kıymetli kitaptaki köye ve köylüye ait kısımlar, 1914 yılında
neşredilmeye başlanan ve 15 günde bir çıkan “El Mirsad” dergisinde
Türkçe olarak yayınlandı. Ancak derginin yayın hayatı fazla uzun sürmedi;
sadece 23 sayı neşredildi I. Dünyâ Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında
derginin yayınına, sonra devam edilmek üzere, ara verildi Büyük bir talihsizlik
olarak “Edvâr-ı Âlem” adlı bu kitap, Fatih yangınında kül olan eserler
arasında bulunduğundan yukarıdaki konu maalesef yarım kalmıştır.
Seyyid Hazretleri ’ni üzen ikinci husus öncekinden daha büyüktü. Bu,
milletimizin ilim ve bilgi bakımından çağdaş toplumlardan çok geri kalmış
olması idi. Bunun bütün sorumluluğunu ilmiye kisvesi altındaki yobaz hocalarda
buluyordu. “Medreselerde
ben böyle dedim, o şöyle dedi gibi sözlerden başka ciddî bir şey öğretmiyorlar
çocuklarımıza. Yabancılar müsbet ilimleri talim ederken biz safsata ile vakit
geçiriyoruz.” şeklinde üzüntülerini bildiriyorlardı. Ayrıca tekkeleri yobaz ve cahil
hocaların buralarda, halkımızı gerilik ve uyuşukluğa alıştırdıktan bir yer
oldukları için zararlı görüyorlar ve "'Yeni hükümetin ilk işi
tekkeleri ve zaviyeleri [25] kapatmak
olmalıdır” diyorlardı. Gençlerimizi fen ve sanatta ciddî şekilde eğiterek çağdaş
medeniyet seviyesine yetiştirecek müesseselerin kurulmasını arzu ediyorlardı.
Toplumun medenî bir şekilde yaşaması için ilim ve sanata ağırlık verilmesini
aksi takdirde milletin perişan olacağını bildiriyorlar ve
“Yeryüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk
ve milletimiz hüsran içinde kalacaktır” diyerek gençlerimizi iyi
yetiştirmeleri için yetkilileri ikaz ediyorlardı
Cumhuriyet'in ilânı
1921 yılı memleketimizin kaderini tayin eden mutlu bir yıl oldu. Millî
sınırlarımız fiilen tayin edildi. Ankara Hükümeti’nin adı Türkiye Cumhuriyeti
olarak değiştirildi. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri "Cumhuriyet devri Ehl-i Beyi devridir. Bu devirde Ehl-i Beyt’in
kadri bilinecektir” buyurmuşlar ve bunu daha sonraları sık sık
dile getirmişlerdi.
Padişahlık resmen sona ermişti. (Daha sonra 3 Mart 1924 de Hilâfet
müessesesi de ilga edildi.) Memleketin sathı sefalet ve ıztırab içinde olmasına
rağmen ufukları ışıl ışıl parlıyor ve yarın için ümit veriyordu.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, cumhuriyetin ilânından 20-25 sene
evvel Trablusgarp’ta kaleme aldığı “Tefsır-i Kebir” adlı eserinde Kehf
sûresinin [26]
yorumunda devlet idaresinden, cumhurbaşkanlığından hattâ başkanlık sisteminden
bahsedilmiştir. Fatih yangınında yanan eserin “Makasid-i Şuhud” ismi ile Türkçe
olarak ikinci kez yazımında bu önemli konu tekrar ele alınmıştır. Cumhurbaşkanı
olarak seçilen kimsenin kendi kültürü oranında memlekete ve millete kültür
getireceğini ifade eden Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, insanların maddî ve
mânevi alanlarda edindiği bilgiler nisbetinde medenî olacaklarını ve hayatın
medeniyette olduğunu bildiriyordu.
“Medeni olabilmek için, medeniyetin gereklerinden olan ahlâk,
ilim, eğitim, sanat, ticaret gibi memleketin ilerlemesini, mutluluk ve barış
içinde olmasını gerektiren şeylerde erginliğe ve ilmin derinliğim varılmalıdır.
Çünkü bunlar medeniyetin güvenilir rehberleridir. Bunlar olmadıkça medeniyet
yollarında ilerlenemez ”
Seyyid Hazretleri’nin bu konuda ifade buyurdukları bir kaç özlü sözünü bir
kere daha tekrarlamakta yarar var.
“Milletin, fen ve sanatın her şubesinde asrın ilerleyişini takip ve tetkik
ederek ve bunlardan faydalanmaya çalışarak ekonomik bakımdan kuvvet ve güç
kazanması lâzımdır. "
“Milletin, ekonomik işlerde, cemaatleri ayırmaksızın onlara yardım ve
koruma elini uzatması, insanlığın belgesi ve medeniyetin hakikatidir."
Güneş Yılı
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde önemle durdukları bir konu
da ay yılı yerine güneş yılının kullanılması hususu idi.[27] Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan
dördü hürmetli aydır.[28] Bu
dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete dayanarak, güneş
yılının dünyânın gerçek düzenine uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi
sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.
Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya gerek vardır.
Feyyaz-ı Mutlak’m bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi güneşten gelen
feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat arasındaki doğal bağ zaten buna kesin
bir işarettir. Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine uygun
olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini, hayvanların yavrulamalarını
kuşların göçlerini meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim
düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı eserinde,
Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş şekilde yer vermektedirler.[29]
İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu ticareti
genellikle Yahudiler idare ederlerdi. Bizans topraklarından, doğudan veya
Afrika’dan gelen tüccarlar Mekke ve civarında kurulan panayırlarda
buluşurlardı. Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek
bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir yerde kurulacak olan
panayırın zamanını bildirmek için gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber verirlerdi.
Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay yılı, güneş yılından
10 gün eksiktir ve gerçek düzene yâni güneş takvimine uymadığı için belirli
sürelerde bir ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç gösterir.
İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü düşünceli kişiler
savaşmanın yasak olduğu haram ayların arasına sokmakla hacc zamanında hacıların
yolunu keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi kötü amaçlarına âlet
ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin 37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak
için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri
gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için,
onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını
helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah, inkâr eden
toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve ayın kaldırılması için
Cenâb-ı Hakk’m kesin bir emri idi.
Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hicret’in altıncı
senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni
olduğundan aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc görevi bir sonraki
yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe
sûresinin 36. âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması konusunda
müslümanları bir defa daha uyarmıştır. “Geçen sene Zilkade ayında hacc
yaptığınız halde Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de bunu
teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir, hürmetler
karşılıklıdır...”
Ayların yerlerinin değiştirilmesi, Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı
şereflendirdikleri gün, ilk vahyin gelişi, ve vefatı tarihleri kesin olarak
bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve Medine’ye göçünün böyle önemli bir
konu için seçilmesi son derece üzücü ve aynı zamanda hayret vericidir.
Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması husûsundaki
düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra genç cumhuriyetin ilk
devrimlerinden biri olarak gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı. Memleketimizde,
dinî konularda hâlâ ay yılının kullanılması, haram ayların mevsimlere göre
yerlerinin değişmesine sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın 9/37. âyetine
ters düşmektedir.
(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip Ay Yılı’nın
kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi. Bunun yanı sıra, 1840’dan
itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden
Mâlî (Rûmî) takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî takvime göre
ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla düşen iki ayrı yılı karşılardı.
Her 33 yılda bir, bir Hicrî sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan
senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra 26 Aralık 1925
tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak 1926’da Türkiye’de tek resmî takvim olarak
Gregoryan esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)
Zekât
Seyyid Hazretleri, zekât konusunda da farklı düşünmekte ve bu konuya
değişik bir bakış açısı getirmekteydi. Bu, üzerinde ciddiyetle durulması
gereken önemli bir konudur.
Bilindiği gibi zekât, müslümanlığın beş şartından biri olup her müslümanın
bir yıl içinde çalıştırıp kazanç elde ettiği gelirinin kırkta birini yoksullara
vermesi zorunluğu olarak tanımlanır. Kur’ân’da namaz ve zekât bir çok âyette
birlikte zikredilir. Zira, namaz mânevî, zekât ise maddî bakımdan arınmamızı
sağlar.
İslâmiyetin ilk yıllarında yoksullara, gazilere ve şehit ailelerine devlet
hâzinesi ve mâliyesi yerine geçen Beyt-ül Mâl’den yardım yapılırdı. Bu yardımın kaynağı ganimetlerle karşılanıyordu. Zekât, Hicret’ten sonra
kesin emir hâline gelmiştir. Kur’ân, zekâtın miktarı ve yükümlülüğünü zaman ve
şartlara bırakmıştır.
Mekkeli müşriklerle 628 yılının Mart ayında imzalanan Hudeybiye
Antlaşması’nın maddeleri müslümanlar için ağır görünürse de, sonucu bakımından
müslümanlar lehine olumlu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Bu suretle
müslümanlar siyasî bir topluluk olarak tanınmış ve bir devlet karakteri
kazanmışlardır. Devlet için gerekli masrafların karşılanması için zekâtın toplanması
Beyt-ül Mal’e görev olarak verilmiş ve zekât toplayan memurlar tayin
edilmiştir. Peygamberimizin vefatından sonra Ömer ibni Hattâb, zekâtını
vermeyen bir kimseye gönderdiği haber ile zekâtını ödemediği takdirde memurlar
vasıtası ile bunu zorla alacağını bildirmiştir.
Seyyid Hazretleri modern devlet çerçevesinde devlet hâzinesi ve Merkez
Bankası’nın Beyt-ül Mal yerine geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dolaylı
veya dolaysız şekilde devlet hâzinesine giden verginin de zekât hükmünde
olduğunu, zirâ devlet hizmetinde çalışan asker, memur, emekli, dul ve
yetimlerin geçimleri için gerekli paraların bu hâzineden ödendiğini işaret
etmişlerdir. Bu bakımdan vergisini tam ve zamanında ödeyen kimseyi, zekâtını ödemiş
gibi, dinî vazifesini yerine getirmiş bir mümin kabul etmek gerekir.
Seyyid Hazretleri yoksullara yapılacak olan yardımlar hakkında şöyle
derlerdi: “Fakire para vermekle onu zengin edemezsiniz.” Nitekim Kur’â’ın Beled sûresinin[30]
tevilinde yardımların belediyeler veya varlıklı şahısların, muhtaçlara yardım
amacı ile kurdukları kuruluşlara yapılmasına işaret etmiştir.
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin günlük yaşantısı gayet düzenli idi.
Allah’ın bütün nimetlerini muazzez tutarlar, kendilerine ikram edilen şeyleri
red etmezlerdi. Fazla miktarda yemek yemezler, ancak yemeğin zamanında servis
edilmesini isterlerdi. Hz. Hüseyin aleyhisselâmın şehadetine saygı
göstererek Kerbelâ günü madenî kapla su içerlerdi. Bunun dışında ince
bardakla su içmeyi tercih ederler, gerek yemek ve gerekse çay takımlarının
muntazam olmasını arzu ederlerdi. Sabah kahvaltısında genellikle çay içerlerdi.
Dağıstanlı olduklarından çayı sevdiklerini söylerlerdi. Bursa’da yaz
tatillerini geçirdikleri zaman ikindi çayını çoğunlukla arka bahçedeki çalışma
odasında içmeyi arzu ederlerdi.
Gece yatsı namazından biraz sonra yatarak istirahat ederler, herkesin
uykuya çekilmeleri ile kalkarlar ayran veya çay ile bir dilim kızarmış ekmek
yerlerdi. Bundan sonra zamanlarını çoğu kez şafak sökene kadar ibâdet ve
çalışmaya ayırırlardı.
Hiçbir mükeyyifata [Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler. ] itibar etmezlerdi.
Ziyaretlerine gelenlerden birinin “Efendim sigara haram mıdır?” sorusuna “Hayır
oğlum, haram değil mekruhtur,[31]” dedikten sonra sigara dumanının insan sağlığına zararlı olduğunu bu
sebeple, ona verilen paranın daha yararlı yere sarf edilmesinin uygun olacağını
söylemişlerdi.
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin kitap çalışmaları 1925 yılı
Ramazan’ma kadar devam etti. Ramazan ayı güzel başlamıştı. Teravih namazlarını
ev halkı cemaatle kılıyor, sanki neşe denizi içinde yüzülüyordu. Bir akşam
Seyyid Hazretleri rahatsızlandığından teravihe gelmedi.
O tarihte henüz 12 yaşında olup ilkokul beşinci sınıfa giden Seyyid Mûsâ
Kâzım 24 Nisan Cumartesi gününü şöyle anlatmakta:
“Sabah okula gideceğim sırada babam beni çağırdı, kucaklayıp öptü. Arkamdan
yavaş sesle hayır duâ ettiğini duydum. Bir mânâ verememekle beraber, bu benim
için baha biçilmez bir iltifat olmuştu. Buna rağmen neşelenemedim. Ezici,
kahredici bir kaygı, tarif edemeyeceğim bir his ve heyecan vardı içimde.
Ramazan olduğu için okulda üç ders okunurdu. Eve her zaman koşarak geldiğim bu
kısa yolda yürümek dahi ağır geldi bana o gün. Pencerelere korka korka baktım.
Camlara hüzün karanlığı çökmüştü sanki. Merdivenlerden yukarıya çıkıncaya kadar
kimse bir şey söylemedi bana. Annemin hıçkırarak boynuma sarılışı ve yeniden
kopan vaveyla her şeyi bana anlatmaya kâfi geldi. Ama nasıl olurdu? Babam,
sabah karyolasında oturuyordu. Beni kucaklamış, öpmüştü. Demek bu kucaklayış ve
öpüş bir ayrılığın ifadesi imiş. Acaba bunun için mi içimde bir burukluk
hissetmiştim. Bir şey kopmuştu içimden. Ağlayamadım, ağzım gibi gözüm de
kurumuştu. Annemin, Ali ağabeyimin, ve yengemin şefkat dolu kucaklarında yeni
bir hayat yolunun ilk izlerini buldum. Hiç kimse ile konuşamıyordum. Zaten
kimsenin de benimle konuşacak hâli yoktu.
Akşama doğru, annem bana da büyük bir insan gibi önem vererek, bir toplantı
yaptı ve açıkça babamın vefat ettiğini, ismet ağabeyimin yengemle beraber
Giresun’da, Tahsin ağabeyimin de Bursa’da bulunmaları dolayısı ile yapılacak
işte ortak bir karara varmamız gerektiğini ifade etti. Bu iş, babamın nereye
defnedileceği konusu idi. Bursa’daki evin bahçesine gömülmesi bir fikir olarak
ortaya atıldı. Başka bir fikir ise Fatih türbesi civarına gömülmesi idi. Annem
bir tez attı ortaya. Cevâd ağabeyimin Edirnekapısı kabristanına defnedilmesini
kendileri istemişti. Her cuma günü babam oraya gider, kabrin başındaki iki
selvi ağacı arasında otururdu. Bu bize, orasını seçtiğine dair bir işaretti.
Sonra bir ay evvel anneme, “Bu yaz bir yere gitmek istiyorum. Topkapı Maltepe'si
civarında bir ev tutalım, Ramazandan sonra oraya gidelim olmaz mı?” demişti. Bu da ayrıca bir işarettir, denildikten sonra lâzım gelen yerlere
haber verilmesi kararlaştırıldı.
Nasıl sabah oldu, uyudum mu, uyumadım mı hiç bilmiyorum. Ertesi gün evin
sokağa karşı olan koridorundan gelen feryad ve hıçkırık avazeleri üzerine,
kapandığım köşeden koridora çıkarak büyük bir topluluğun önünde ve
sevdiklerinin omuzlan üzerinde yükselen babamın tabutuna gözden kayboluncaya
kadar huşû içinde baktım Dün kuruyan göz yaşlarım bugün çoştu. Bir sel gibi
gönlümün tâ içlerine kadar aktı; saatlerce hıçkırıklarımı tutamadım.”
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yakın dostu Baytar Emin beyin
notlarından Seyyid Hazretleri’nin vefatına rastlayan dakikaları birlikte
okuyalım.
“1925, 11 Nisan 1341(Rûmî) ve 18
Ramazan 1343 (Hicrî) Cumartesi günü saat yediyi yirmi dakika (Ezani) geçe
intikal-i seyâdetpenahileri vuku buldu Bu hengâmda ihvandan fakir yanında
bulundum Ramazan-ı Şerifin ondördüncü salı günü namazını kıldıktan sonra
seccadesinin toplattırılmaması ve bundan sonra açık ve serili kalacağını küçük
valdeye emir ve işaret buyurdu. Vefatından yarım saat evvel koltuğunda
otururken “Bu sene tebdil hava için Bursa 'ya gitmeyelim. Edirnekapısı'da
ufak, 3-4 odalı bir ev alalım. Oraya tebdil edelim, olmaz mı?"
Küçük valdeye vâki bu telmihi, Edimekapısı’na defin edilmesine bir emir ve
işaret teşkil etti. Bundan sonra yatağına yattı. Valde yanında olduğu halde "Elimden
tut, korkma!” buyurduktan sonra “Hu!... " zikriyle bir kaç dakika zarfında teslim-i ruh etti.
Bu zaman zarfında muktezi vazifeyi Cenâb-ı Hakk Hazretleri bu abd-i âcize
nasip etti.
Seyyid-i müşarünileyhin teslim-i ruh etmesi ile beraber Beyt-i nübüvvete
büyük bir hüzün, müessir bir çığlık ve büka düştü.”
Seyyid Hazretleri’nin vefatından kısa bir müddet sonra, o sırada Giresun’da
bulunan Seyyid İsmetullah ile Bursa’daki evde ikamet etmekte olan Seyyid Tahsin
İstanbul’a geldiler.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mübarek naaşları, Fatih camiinde
kılınan öğle namazını takiben Edimekapısı Kabristanı’nda, sevgili oğlu Seyyid
Cevat’ın mezarının yakınına defnedildi. Edirnekapısı Mezarlığı yıllar sonra
İstanbul çevre yollarının inşaat alanı içinde kaldığından Seyyid Hazretleri’nin
saadetli kabirleri 25 Haziran 1971 Cuma günü yapılan dinî törenle buradan
alınarak Topkapı’daki Yeni Kozlu mezarlığında tahsis edilen mahalle aynen
nakledildi. Burada düzenlenen ikinci bir dinî törenle toprağa verildi. Bu olay ertesi
gün Tercüman gazetesinde “Peygamber
ahfadından onikisinin kabri nakledildi.” başlığı ile ilk sahifede
yer aldı.
Hazreti Fatma’nın evlâdı Hazreti Hüseyin’in mübarek soyundan gelen ve
Peygamberimizin 40. torunu olan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mânevî
vazifesinin ve yüceliğinin, hayat hikâyesi içinde anlatılması mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim’in tamamının mânâsının zâhire çıkarılması kendisine, yüce
Peygamberimiz tarafından emredilmişti. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
Hicrî 1300 (Milâdî 1882) yılında mânen açtıkları bu yeni ilim çağı, Kur’ân
çağıdır. Bugün fen ve sanatta gördüğümüz fevkalâdelikler Cenâb-ı Hakk’ın
ilminde mevcut olup, Kur’ân’ın müteşabihat hükümlerindeki sırların açığa
çıkmasıyla zuhura gelmiştir. Zira, Allah ilminde saklı olan bir şeyi, İnsan-ı
Kâmil’in düşünmesi o gerçeğin zâhire çıkması demektir. Bundan sonra bu gerçek,
hangi inanışta olursa olsun, müstait olan kimselerin kalplerine yansır ve
oradan türlü şekillerde zuhura gelir. Nitekim Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin yazılı eserleri yanmış olmasına rağmen zahire çıkardıkları
gerçekler müstait kalplere yansıyarak yayılıp devam edeceklerdir.
***
Seyyid Hazretleri’nin evlâdları
Seyyid Hazretleri, Hüsameddin Ebül Haydar ismi ile de anılırdı. Zira ilk
doğan evlâdının adı Ali Haydar idi. Çocuk iken vefat eden Ali Haydar’dan başka
kız ve erkek olmak üzere Zehra, Şerife, Zehra, Celâleddin, Mustafa Ahrar ve Cafer Sadık
isimli altı evlâdı da henüz bebeklik yaşlarında iken vefat
etmişlerdir.
Evlâdları:
Mehmet İsmetullah
(Sivrihisar 1882-İzmir 1952)
Hasan Tahsin (Sivrihisar
1885-Bandırma 1942)
Hüseyin Hüsnü
(Sivrihisar 1888- Bursa 1912)
Ali Rıza (Bursa
1891-îstanbul 1930)
İbrahim Hakkı (Bursa
1895-Ayaş 1914)
Fatma Zehra (Trablusgarp
1898-Bursa 1920)
Mehmet Cevat
(Trablusgarp 1902-İstanbul 1912)
Mahmud Mücteba (İstanbul
1911 -İstanbul 1935)
Mûsâ Kâzım (İstanbul
1913-25 Mayıs 1996)
***
SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’NİN
ESERLERİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri bütün eserlerini yüce Kur’ân’ı esas
alarak yazmışlardır. Zira gelmiş ve gelecek bütün ilimleri içine alan Kur’ân’ın
anlamını açığa çıkarmak, Peygamberimizin soyundan gelen seçilmiş kimselere
verilen ilâhı bir bağıştır. Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir
hadisinde, “Ben ilmin şehriyim ve Ali de bu şehrin kapısıdır.” buyurmuşlardır.
Seyyid Hazretleri bu hadisi açıklarken “Ben de bu ilim şehrinin kapısının anahtarıyım. Binüçyüz
senedir kapalı duran ilim şehrinin kapısını ben açtım” demişlerdir. İşte bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin sözlerinin her kelimesi
bu ilim şehrinden alınmış hakikatlerdir. Şayet gelecek nesiller bunları
araştırır ve onlara sahip çıkarsa kıyamete kadar devam edecek olan Kur’ân
ilmine de vâkıf olurlar.
İnsan, bedeni mesabesinde olan maddî ilim ile kâfi derecede bilgi sahibi
olabilir, ancak, ruhu mesabesinde olan hakikat ilmini, sahibinden öğrenmesi
lâzımdır. Bu “Kitâb-ı Mûsa ’ ile “Kitâb-ı Hârûn” misâli birbirinden ayrılmayan
‘Kur’ân” ile onun mânâsına vâkıf olan “İnsân-ı Kâmil’dir Kur’ân’ın mecâzî ve
gizli mânâya elverişli âyetlerine “Ayat-ı Müteşabihât”, mânâsı açık olan
âyetlerine de “Âyat-ı Muhkemât” denilir. Müteşabih âyetlerin anlamlan, ilimde
belirli bir makama varmış olan İnsân-ı Kâmil’in kalbine yansır. İnsân-ı Kâmil,
Ârif-i Billah’tır ki, işte Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri böyle bir zâttır.
Bundan dolayı her sözü Kur’ân’dan bir hikmettir.
Asırlar boyu İslâm ilim adamları Kur’ân’ın daha ziyade muhkemât kısmı ile
ilgilenmişlerdir Bu yüzden Kur’ân âyetlerindeki hakikatler ve incelikler insanların
lâyıkıyle yararlanacağı derecede açıklanmamıştı Bir Insân-ı Kâmil’in Gayp
Alemi’nde bulunan bir ilmi ortaya çıkarması sonucudur ki ancak o zaman bu ilim,
müstait olan insanların kalplerine istidatları ve ilimde kazanmış oldukları
rüsuh seviyesi nisbetinde yansır. Zamanın ve medeniyetin ilerlemesi ile
Kur’ân’m anlamında gizlenmiş olan hakikatlar böylece ortaya çıkacak ve her biri
gerçekleştikçe bunlar tasdik edileceklerdir.
Seyyid Hazretleri bu önemli hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Kur’ân-ı Kerim’i bütün
fen ve sanat ilimlerini içinde toplamış olduğundan müslümanlar dinlerinde
kuvvet buldukça, bu ilimler birer birer Kur'ân’dan çıkarılacak; ve keşiflerden
sonra Kur'ân-ı Kerîm’deki kelimelerin açıklığını nasıl olup da geçmiştekilerin
bunları anlayamadıklarına hayret edilecektir."
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kur’ân’a te’vil yoluyla verdikleri
yorumun ışığı altında yeni bir medeniyet çağının açıldığı aşikârdır.
Eserlerinin her sahifesinden bir kitap meydana getirmek mümkündür. Ancak bunun
için Kur’ân’ın ilmine vâkıf olmak lâzımdır, ilim, kalbe gelen mânevî bir feyz
olduğuna göre, kalbi bu ilme hazırlamakta yarar vardır. Maddî ilimlerle
istidâdı gereği çalışarak kendini yetiştiren kimseler, kalplerine gelen bu
feyzden yararlanırlar ve birçok harikalar meydana getirirler. Bunun dinî
bilgilerle alâkası yoktur. Bu yolda gayret sarfeden kimse başarıya ulaşır ve
Kur’ân’daki İlâhî feyzden nasibini alır.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân’ın te’vil yolu ile açıklanması
hususunda Peygamberimizden aldığı mânevî emri, Trablusgarp’a gider gitmez
yerine getirmeye koyuldu. 1897 yılında bu büyük çalışmasına başlarken kaleme
aldığı fevkalâde önemli önsözde “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî” adlı bu
kitabı yazma amacını şöyle ifade ediyordu.
'‘İslâm’ın nurunu,
ufuklarda parlatacak olan Kur'ân’ın yüceliğini gözler önüne sermek ve gitgide
müthiş bir sel halini almakta olan kuşku ve bâtıl inanç cereyanlarına karşı
Müslümanların düşüncelerinde ilmi, dinî ve inanış esaslarını tesbit etmek ve
devamlılıklarını sağlamak maksadı ile bu kitabı yazıyorum."
Seyyid Hazretleri’nin eserlerini günümüz Türkçesi ile yayınlayan M. Kâzım
Öztürk bu çalışmaları hakkında “Babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin büyük emeklerle meydana getirdiği Türkçe eserlerini okurken, bu
ilme susamış meraklıların Kur’ân’ın gerçeklerini yansıtan böylesine yüce
eserlerden yararlanamadığına üzülüyordum O nun kıymetli eserlerini bir taraftan
gelecek nesillere aktarmaya çalışır, diğer taraftan da anlamlarını araştırmaya
devam edecek olursak bugün için üstümüze düşen vazifeyi yapmış oluruz
kanaatındayım.” demektedir.
Seyyid Hazretleri eserlerinde, devrin İlmî yazı geleneğine uygun olarak
ağır bir lisan kullanmıştır. Bunun yanı sıra eserlerinde geçen ifadeler de çoğu
zaman mecâzı anlamlar taşır. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin eserlerini
anlamak için O’nun kullandığı terminolojiye âşinâ olmak gereklidir. Kendine
mahsus terimler ve kavramlar ile, geniş anlamlara gelen benzetmeler yaptığı
için eserlerini dikkatle ve defalarca okumak icab eder. Cümlelerin anlamlarını
kuvvetlendirmek düşüncesi ile hemen hemen aynı anlama gelen mükerrer kelimeler
de kullanmıştır. Öyle ki kitaplarının isimleri bile bu tarza uygun olarak
verilmiştir. Bunlar okuyucunun hayâlinde kitabın konusunun anlamını
aksettirecek ve zihninde iz bırakacak şekilde seçilmişlerdir.
Bu kerim Seyyid, Trablusgarp’da iken eserlerini Arapça kaleme aldıkları
halde 1908 de Türkiye’ye dönüşlerinden sonra Türkçe yazmaya özen
göstermişlerdir.
Edvâr-ı Alem Maâz-ı
Cismâni
Kur’ân te’viline Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi üzerine başlayan Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri Trablusgarp’da 1897 yılında Arapça olarak kaleme
aldığı bu ilk eserinde Felâk (114) ve Nâs (113) sûrelerinin mânâlarını açıklamışlardır.
Sığınılacak, baş vurulacak yeğâne kaynak olan Kur’ân’ın bu iki sûresini
açıklarken Seyyid Hazretleri dinî konulardan ayrı olarak sosyal konulara da
değinmişlerdir.
Seyyid Hazretleri bu eserinde ayrı bir bölümde ve yine bu sûrelere
dayanarak evrenin yaratılışı, ve güneş sisteminden bahseder. Dünyâmız ile
ilgili konularda havanın suya dönüşümü ve denizlerin tazelenmesi gibi çarpıcı
açıklamaları vardır. “İnsanda kan iki nevi olduğu gibi arzda kan mesabesinde
olan su da tadı ve tuzlu olarak iki nevidir.”
Üzülerek söyleyelim ki, bu eser 1918 Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak
El-Mirsad dergisinde Türkçe olarak yayınlanan bâzı kısımları “Edvâr-ı Âlem’den
Parçalar” [32]adı
ile M. Kâzım Öztürk tarafından yayınlanmıştır.
Tefsir-i Kebir
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, bu büyük eserini de Trablusgarp’da
Arapça olarak kaleme almıştır. On ciltten ibaret olan bu Kur’ân tefsiri Fatih
yangınında yanan eserler arasında idi Maalesef bu eserden hiç bir iz
kalmamıştır.
Müşahhasât-ı Süveri
Kur’âniyye
Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye adlı bu kitap Trablusgarp’da kaleme
alınmıştır. Seyyid Hazretleri arapça olarak yazdığı bu eserinde Kur’ân’ın bâzı
sûrelerindeki müşahhasât’ı (somut bilgileri) yeni bir yorum ile dile getirmişler ve Kur’ân sûreleri vasıtası ile Allah
Teâlâ’dan kula erişen yakınlıktan bahsetmektedirler. Bu eserde Kur’ân’ın her
sûresi ayrı bir fasikül olarak tertip edilmiştir
Seyyid Hazretleri, sûreleri bazân bir ve baz ân da birkaç değişik tertip
üzere tevil yolu ile açıklama yaparlardı. Şer’î hiçbir hükmü ifade etmeyen
Müteşâbih âyetlerin, İslâmiyetin doğru düşünce ve inanışlarına uygun olarak
tevil edilmesinin önemini eserlerinde sık sık dile getiriyorlardı.
Yurda döndükten sonra bu eserin her biri yirmişer sahife olan Abese (80),
Kehf (18), Meryem (19), Tâ-Hâ (20), Enbiya (21), Hacc (22) sûrelerinin
tefsirlerini ihtiva eden altı bölümü yayınlanmıştır:
“Sohbet-ül Mele-il a'lâ fi Tefsir
Sûre-i Abese ve Tevella” (İstanbul 1910)
Arapça olarak yazılan bu eser, karşılıklı konuşma kuralları ve birlikte iyi
geçinme yolları hakkında kıymetli fikirleri ihtiva eden ve insanın görüşeceği
kimseleri nasıl seçmesi gerektiğini gösteren bir risaledir.
“Hikmel-ül Envâr fî
Tefsir Kehf -ül Esrâr “
(İzmir 1913)
Kur’ân’ın (18) Kehf sûresinin ihtiva ettiği din ve dünyâ ile ilgili bir çok
gerçeklerden, Eshâb-ı Kehfin hakikatinden ve arz üzerindeki madenlerden
bahseden kıymetli bir eserdir.
“Ruh-ül Hikemfi Tefsir
Kelime-i Meryem “
(İzmir 1913)
Bu eser Meryem sûresinin açıklamasını içerir İmrân kızı Hz Meryem’den İsâ (aleyhisselâm)’ın
dünyâya gelişi ve Hz. İsa’ya ait bir çok hakikatlerden bahseden bu bolümde,
ayrıca bu konu hakkında oluşmuş yanlış fikirler üzerinde durularak gerçekler
aydınlatılmıştır.
“Nûr-ül Hûda fî Tefsir
Sûre-i Tâ-Hâ “
(İzmir 1913)
Tâ-Hâ sûresinden söz eden bu risale Hz.Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sinâ’da
Allah’ın lûtfuna nail olması ile buna dair te’villeri, Sinâ dağının
gerçeklerini ve İlâhî tecelli gibi çok önemli konuları içermektedir.
“Bürhan-ül Asfiyâ fî
Tefsir Sûre-tül Enbiya”
(İzmir 1913)
İnsanların dünyâ ve ahiretle ilgili hâllerinin nasıl oluştuğu ve nasıl
cereyan ettiğinin ele alındığı bu te’vilde Enbiya sûresinin gökbilimi ve fen
bilimleri açısından da yorumu yapılmaktadır.
“Hüccet-ül Hucec fî
Tefsir Sûre-tül Hacc “
(İzmir 1913)
Bu eser yer küresinin özelliklerinde ve ahiret âleminin gerçeklerinde gizli
olan olağanüstü hâllerden bahseder.
“Lem’at-ül Âfâk fî
Zuhûr-u vel İşrâk”
Bu eserin ismi güneşin doğması ile ufukların aydınlanması anlamına
gelmektedir. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri yaptığı tevil ile Kur’ân
güneşinin yeniden doğuşunu ve bunun ilim dünyâsının ufuklarını aydınlatacağı
düşüncesi ile eserine böyle bir isim vermiş olabilir.
Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da Arapça olarak yazdığı bu eseri de
Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak El-Mirsad dergisinde yayınlanan bâzı
kısımları bu vesileyle günümüze kadar gelmiştir.
Bunlardan biri, derginin 17. sayısında neşredilen ve insan hayatının doğumdan
ölümüne kadar geçen hallerinden bahseden bir bölümdür.
Yine bu eserde yer alan Şuara sûresinin 52-60 âyetleri, aynı derginin 19.
sayısında neşredilmiştir. Hz.Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz’i geçişi ile ilgili
olan bu konu M. Kâzım Öztürk’ün “İsrailoğulları ve Büyük Göç” [33]
adlı kitabının ana konusunu teşkil etmiştir.
Sohbetlerinde bulunan yakınlarından biri, “Yanmış olan bu eseri tekrar
anlatsanız da yazsak.” dediğinde Seyyid Hazretleri “Oğlum, biz İlâhî bâzı sırları
vaktinden evvel açıkladığımız için bu kitabın yanması onun kaderinde vardı.
Zamanı gelince tekrar yazılacaktır ”
buyurmuşlardır.
“Ukûse-tül Ceberut Alâ Sahife-tül Melekut”
El-Mirsad dergisinin 3. sayısında Seyyid Hazretleri’nin bu eserinden
alınmış bir makale vardır Bu makalede Saffat sûresinin (37/1-4) âyetleri
açıklanmıştır. Bu kitapta Kur’ân’ın 23-25. cüzlerinin te’villerinin de yer
aldığı düşünülebilinir.
Zübde-tül Makal fî’l
Kevn-i vel Hayâl
Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı tahmin edilen bu Arapça eser,
Fatih yangınından kurtarılmış, ancak Türkçeye çevrilmediği için bastırılmamıştır.
İsmini “Hayâlde vücûd bulan taşanlarla ilgili makalelerin özeti” şeklinde
tercüme edebileceğimiz eserin elyazması bir kopyası M.Kâzım Öztürk’tedir.
Tih-ül Hurûf a’lâ
Cedvel-i Ma’rûf
Kur’ân’ı teşkil eden harflerin taşıdıkları mânâları açıklayan bir cedvel
halinde hazırlanmış olan bu eser, baskı sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.
Tuhfet-ül İhvan
İsminden anlaşılacağı üzere bu kitap tarikat ehline yol gösterici bir
armağan niteliğindedir. Bu eser de baskı sırasında çıkan bir yangında
yanmıştır.
Allah’ın birliğine inanma yolunda ulaşılacak duraklarda, insanın her şeyden
el ayak çekip Allah’a yönelmesi için gereken hususlardan bahseden bu Arapça eser,
Trablusgarp’da yazılmış ve 1912 yılında İstanbul’da basılmıştır.
Zübde-tül Merâtib
Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt
Tecrid fi Menâzil-üt Tevhid” adlı eserinin, kızı Seyyide Fatma Zehra
tarafından kısmen Türkçeleştirilmiş hâlidir. Seyyid İsmetullah ve Seyyid Ali Rıza,
kızkardeşlerinin vefatından sonra bu eseri O’nun hâtırasını yaşatmak için 1922
yılında İstanbul’da bastırmışlardır[34]
Makasid-i Sâlikîn
Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fî Menâzil-üt Tevhid” adlı
eserinin bâzı kısımlarının Seyyid Ali Rıza tarafından Türkçe olarak yazılması
ile meydana gelen bu eser 1923 de İstanbul’da basılmıştır.
M. Kâzım Öztürk “Hakikat Yolunu Arayanlar'’[35]
adlı eserinde, yukarıda bahsedilen “Hakayık-üt Tecrit üt Menâzil-üt Tevhid” ve “Zübde- tül
Merâtib” adh bu iki kitabın bâzı bölümlerine yer vermiştir.
Mezâhir-ül Vücûd alâ
Menâbir-iş Şühûd
Trablusgarp’dan yurda döndükten sonra eserlerini Türkçe olarak yazmayı tercih
eden Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân te’vilini yeniden ele aldı.
Yukarıda adı geçen eser Kur’ân’ın 29. ve 30 cüzleri olan Amme (114-78. sûreler)
ve Tebâreke (77-67. sûreler) cüzlerini ihtiva eden iki kısımdan ibârettir. 1921
yılında İstanbul’da neşredilen eserde Kur’ân’daki İlmî hakikatlerden ve sosyal
kurallardan bahsedilir.
Seyyid Hazretleri bu eserinde de Kur’ân sûrelerini bazan bir, bazen iki
hattâ üç şekilde te’vil ve izah buyurmuşlardır. Te’villerden biri sûreyi sosyal
açıdan ele alırken diğeri fen ve teknik bilgileri içerir. Bu bakımdan değişik
meslek erbabına hitap eden açıklamalar mevcuttur.
M. Kâzım Öztürk, bu eseri ‘Kur’ân’ın 20. Asra Göre Anlamı” [36]
adı altında günümüz Türkçesi ile, mümkün olduğu kadar sadeleştirerek
hazırladığı serinin ilk iki cildi olarak neşretmiştir.
Makasid-i Şühud
Bu eser, Kur’ân’ın Kehf (18) ve İsrâ (17) sûrelerinin te’vilini ihtiva
etmektedir.
M.Kâzım Öztürk tarafından “Kur’ân’ın 20. Asra Göre Anlamı” serisinin üçüncü
cildi [37]
olarak ve sadeleştirilerek yeniden bastırılmıştır.
Seyyid Hazretleri’nin henüz kitap hâline gelmemiş, isimsiz bir
eiyazmasmdaki Kaf (50), Hücûrat (49), Fetih (48) ve Muhammed (47) sûrelerinin
te’vili, M Kâzım Öztürk’e ait, aynı serinin dördüncü kitabı[38] olarak neşredilmiştir.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin değişik başlıklar altında topladığı
Kur’ân tefsirlerini gösteren listeye dikkat edilecek olunursa Kur’ân’ın 62
sûresinin tevilinin yapılmış olduğu görülür
|
Sûre No: |
Eser Adı |
|
1 |
Mezâhir-ül Vücûd |
|
2.-16 |
|
|
17- 18 |
Makasid-i Şuhûd |
|
19- 22 |
Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye |
|
23- 25 |
|
|
26 |
Lem’a-tül Âfak |
|
27- 29 |
|
|
30 |
Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye |
|
31-36 |
|
|
37 |
Ukûset-ül Ceberut |
|
38- 46 |
|
|
47- 50 |
Makasid-i Şühûd |
|
67-114 |
Mezahir-il Vücûd |
|
113-114 |
Edvâr-ı Alem |
|
(Numaraları, ince
karakterle belirtilen sûrelere ait Kur’ân tefsirleri mevcut değildir.)
Bu eser, Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân’ın tefsirinde kullandığı, ve her cüz içinde
geçen harfleri, birbirine benzeyen ve mecâzî anlama elverişli kelimeleri, ince
ve derin mânâları ve işaretleri açıkladığı bir kitaptır. Arapça yazılmış olan
bu eser Fatih yangınında yanan kitaplar arasında idi.
Esrar ı Ceberût-ül A’Iâ
Seyyid Ahmed Husameddin Hazretleri’nin “Mezahir-ül Vücûd ala Menâbir-iş Şühûd” adındaki eserinde kullanılan terim ve deyimlerin ve bilhassa te’vil ilminin
dayanağı olan ilm-i hurûf (hart' ilmi) hakkındaki bilgileri kapsayan Türkçe
yazılmış önemli bir eserdir 1923 yılında İstanbul’da basılmıştır.
M.Kâzım Öztürk tarafından “Te’vil” [39]adı altında ve mümkün
olduğu kadar sade bir dil ile kaleme alınarak günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
Seyyid Hazretleri’nin Arapça olan bu eseri, Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) soyundan gelen kırk yüce seyyidin hayat hikâyeleri ile evlâdlarına
nasihat ve vasiyetlerinden bahseder.
“Tûbâ” kelimesinin sözlük anlamı “Cennet’te Sidre’de bulunan ve dalları bütün
Cennet’i gölgeleyen ilâhî ağaç” demektir. Seyyid Hazretleri, eserine “Tûbâ
Ağacının Meyveleri” anlamına gelen bir isim vererek Hz.Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in soyundan gelip düşünce ve yaşantıları bakımından O’nun
yolunda olan seyyidlerin varlığının arz üzerinde koruyucu bir gölge yarattığını
belirtmişlerdir.
Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i
Nübüvve
“Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve”, “Semerât- üt Tûbâ Min Ağsân-ı Âl-i Abâ” adlı kitabın kısaltılarak yazılmış şeklidir. Bu eserin Türkçe tercümesi
Seyyid Ali Rıza tarafından yapılmış olup Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
biyografisi ve bâzı ilâveler ile “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adı altında 1923 yılında İstanbul’da neşredilmiştir.
Mevâlid-i Ehl-i Beyt adlı kitabın başındaki bir yazıdan eserin, devrin
Nakib-ül Eşrâfı [40]
Seyyid Muhtar bey başkanlığındaki tetkik heyeti tarafından incelendiği ve “70
numara ve 14 Eylül 1338 (M. 1922) tarihle” tasdik edildiği öğrenilmektedir.
Böylece kitapta adı geçen seyyidierin resmî sicilde mevcut olduğu
görülmektedir.
Aynı eser, M.Kâzım Öztürk tarafından günümüz Türkçesi ile sadeleştirilerek “İslâm Felsefesine Işık Veren
Seyyidler” [41]
adı ile ayrıca basılmıştır.
Menâr-ül Muhkemat ve
Menâtık-ıl Müteşabihat
Seyyid Hazretleri’nin “Menâr-ul
Muhkemat ve Menâtık-ıl Müteşabihat” isimli bu kitabından alman ve EI-Mirsad
dergisinde yayınlanan bir makaleden bu eserin, Kur’ân’ın muhkemât ve
müteşabihât âyetlerini açıklayan bir Kur’ân tarifi olduğunu anlıyoruz. Mukattaa
harfleri hakkında çok önemli bilgiler veren bu makaleyi, bu kitabımızda ilk kez
Mukattaa Harfleri, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında bulunan harflerdir.
Bunlara “Huruf-u Mukattaât” yâni kesik harfler denilir. Bu harfler tekli,
ikili, üçlü, dörtlü ve beşli tertipler hâlinde 29 sûrenin başında yer alır. Bu
14 harf şunlardır: Elif, Lâm, Râ, Kâf, He, Yâ, Ayn, Sâd, Tâ, Hâ Sin, Mim,
Kaf ve Nun.
“Kur'ân-ı Kerîm'deki şerefli sûrelerin bâzılarının başında bulunan Mukattaa
harflerine “Mevâkı-in Nücûm " [42] harfleri denilir; bunların
aslı üçtür: Mim, Nun, Vav. Gerçek değerleri bakımından çeşitlenerek 14 harfe
ulaşırlar. Bunlar “Seb'u'l- mesânî " [43] dır.
Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm'in anlamını dışa yansıtacak ve bütün eşya ile Kur
'ân arasında irtibat kuracak bir bağdır. Zira Allah'ın kelâmı, Allah-ı Tealâ’nın
emir ve irâdesidir. Hiçbir şey Allah'ın emir ve iradesi olmaksızın meydana
çıkamaz. Bu harfler, lafzî olmayıp, birleşik cisimleri meydana getiren basit
cisimlerden her biri gibi eşyayı meydana getiren bir hakikatin akışıdır.
Kur'ân'da ki Mevâki-in Nücûm harfleri, bütün kâinatı içine alacak şekilde
eşyaya hayat verir. "Levh-ül Mahv ve Sebat" olan bu harflere,
hayat ve ölüm, var olma ve yok olma gibi eşyadaki gerekli tasarrufu yerine
getirme hususunda seçkin bir mevki kazanmış oldukları için “Mevâki-in Nücûm
" denilir.
Hiçbir şey yoktur ki bu harflerin doğuşundan zuhur etmesin. Her bir zamana
ve belki her bir âna hükmeden bu “Kiilliye-i Mutlaka"ya "İrâde-i
İlâhiye ” denilir ki Kitâb 'ın zâhiri de budur.
Eşyayı icad ve ona hayat bu harflerin güneşlerinden yansıyan Hayy isminin sedenesidir.
Sedene, rişte-i müessire yani tesir edici bağ demektir. Kelimeyi
açıklamak için bir örnek verilmek gerekirse: Aynada güneşin görünüşü, güneşten
bir sedenedir. İlim, kudret, irâde, semi', basar, kelâm, tekvin, iksat ve
Esmâ-ı Hüsna Allah'ın bütün güzel isimleri'nin şuunâtı dahi bu mecralardan
cereyan eden ve eşyayı meydana getiren Hâlikiyyet isminin halk ve icadiyle
Hacr-ı Rubûbiyyet'de terbiye ve “Mevâkı-in Nucûm "un kucağında vücud
kazanırlar ve yokluk âlemine giderler. İşte bu Kitab ’tır.
Mevcut olan bir şeyin vücûda gelişi ve hayat bulması bu harflerin
güneşlerinden yansır. Bu harflerin doğuşundan meydana gelmeyen hiçbir şey
yoktur. Her bir zamana ve her bir âna hukmü geçen bir "Külliye-i
Mutlaka" [44] olan
Kur'ân 'ın tercümesi nasıl lisana sığar ? Kur 'ân 'ın anlamını kelime ve
isimlere sıkıştırmak mümkün müdür?
Bu şöyle açıklanabilinir: Hz. Muhammed'in güneş mesabesinde olan kalbine
inen ve yansıyan nurlar, O ’nun kalbinden aksederek, Kur 'ân nurları hâlinde
maddî ve ruhanî tesirler icra ederler. Eşyaya gelen bu tesir, akıl sahiplerinin
düşüncelerinde büyük bir yer kazanır. Bu tıpkı, "Ceberût-u İlâhiye
"de [45] eşyayı çevrelemiş olan rabbânî ilham ve vahiy
güneşinin, eşya üzerine tesir etmesi ve faaliyet göstermesi gibidir.
Dış âlemde var olan eşyanın Allah'ın ilmindeki hakikatleri yani “Ayn
” Kur 'ân 'daki Mevâkı-in Nücûm harfleri aracılığı ile eşyada, güneşin madde
üzerindeki etkisi gibi bir nisbette, ruhanî tesirler meydana getirir.
Kur'ân da, Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi gibi, ruhanî bir
güneştir. Kur'ân bu hususta emir ve yasakları, rûhaniyetle ilgili düşünceleri
ve tesir edici anlamları taşır. Kur'ân 'ı teşkil eden ses ve harfler ancak
bizim cihetimizden cereyan eden bir havadistir. Bizler ise havadisten bir
hadiseyiz. Cenâb-ı Hakk, mânevi bir emir olan, "Kiin” ile bizi ve bizim
bütün irademizi şekillendirir. Bu dahi Kur 'ân'ın zâhiridir.
Kur ân ın mânâ ve hakikat ciheti, “Kelâm-ı Nefsi" denilen Allah'ın
lafzî yani harf ve ses olmayan Zâti kelâmıdır. Telaffuz ve sese sığmayan ancak
Kur'ân 'm bâzı sûrelerinin başlangıçlarında öze! bir şekilde gösterilen bu
harfler Cenâb-ı Hakk ’ın kelâm-ı nefsisini meydana getiren Kur 'ân ile eşya
arasında bir irtibat aracıdır. İşte bu bağın meydana gelişini, mevâki-in nücûm
harfleri gösterir. Bu harfler eşyaya yayıldığı gibi bize de sirayet edip ses ve
söz olarak Kur 'ân ’ı okutur. ”
Şuûn vel Garâib
Seyyid Hazretleri’nin basılmamış bir eseridir. Bu eserin 1870 li yılların
başında, henüz Medine’den Türkiye'ye gelişlerinden hemen sonra ve Sivrihisar’a
yerleşmelerinden önce yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Ne yazık ki bu da
Fatih yangınında diğer eserlerle beraber kül olmuştur.
El-Mirsad dergisinde basılması düşüncesi ile Arapçadan Türkçeye tercüme
edilmiş olan bu eserin bâzı kısımları dağınık bir şekilde meraklılarının eline
geçmiştir.
Seyyid Hazretleri günümüzden 125 yıl önce, ileriki yıllarda meydana gelecek
olan olayları bu kitabında istihraç, yâni ileriyi görme ve bâzı hususlara göre
mânâ çıkarma yolu, ile bildirmişlerdir.
İstihraç ilmi ile ilgilenen zâtlar belki kendi devirlerinin icabı
fikirlerini gizli tutmuşlar, eserlerininde bâzı rumuz ve işaretler ile
yetinerek hiç olmaz ise bu kadar olsun gelecek nesilleri aydınlatabildiklerine
kalblerinde meydana gelen bir inanışla öbur dünyâya göçmüşlerdir. Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri de memleketimizde müsbet ilimlerin henüz yaygın olmadığı
bir zamanda bu gibi fikirlerin yayınlanmasını sakıncalı görmüş olabilir.
M. Kâzım Öztürk, farklı nüshalar arasında beraberlik sağlamak düşüncesi ile
kitabın aslından yapılan ilk tercümesine bağlı kalarak eseri günümüz Türkçesi
ve açıklamaları ile yeniden toplamıştır. Eser hakkında bilgi vermek için bu
kitaptan birkaç örneğe aşağıda yer verilmiştir.
"Dünyânın her yanı ile haberleşildiği gibi, bâzı ışınlar aracılığı ile
Mars, Venüs, Merkür gibi gezegenler ile ele haberleşilecektir. "
“Diğer gezegenler ile yapılan haberleşme sayesinde Allah’ın büyüklüğü, şan
ve kudreti anlaşılacak ve Dünya'nın, Allah'ın canlı ve cansız yaratıklarına
göre pek küçük bir varlık olduğu kabul ve itiraf edilecektir. ”
“Top, tüfek âdeta oyuncak yerine geçecek, hükümleri kalmayacaktır. ”
“Ulaşım vasıtaları o derece gelişecek ve çeşitlenecek ki, buralardan
şimdiki gibi 70-80 saatte gidilen bir mesafeye bir saatte veya daha az bir
müddette gidilecektir. ”
“Büyük memleketlerin bina ve sokaklarında lamba ve fenerler yanmayacak, o
memleketleri, âdeta kapalı bir havadaki aydınlık derecesinde aydınlatacak bir
âlet yapılacak, bu âlet o meskûn yerin yüksek yerlerine konulacak, bununla
ihtiyaç karşılanacaktır. ”
“Telsiz, telgraf gibi pek uzak yerlere doğrudan doğruya sesi iletecek âletler
icad edilecek, bunlarla herkes sanki yanyana imişler gibi konuşacaklar,
devletlerin anlaşma ve birleşmeleri bakımından bu âletin pek çok etkisi ve
faydası görülecektir. ”
“Kıyı bölgelerindeki halk, ekinlerini deniz suyunu gayet ucuz bir madde ile
arıtarak özel yapılmış âletler ile sulayacaklardır. ”
“Elektrik fenninin ilerlemesi neticesi türlü türlü makina ve âletler icad
edilecektir. ”
“Batı dünyâsının bilim ve olgunluğunun öğretmeni olan doğulular yine o
yüksek erdem kürsüsüne çıkacak, doğunun ilmi batıya aydınlık verecektir. ”
“Doğunun gerilemesi, yetişen büyüklerin her şeyden el ayak çekip
uzaklaşmaları neticesi azalmasından ileri geldiği için, İlâhî bir feyiz olarak
kâinatın sırlarını bilme kudreti seviyesi yükseldikçe yeniden yetişenler daha
yüksek olmaya çalışacaklar, günden güne ilim, fen ve sanat doğuda son derece
olgunluğa erişeceklerdir. ”
“Burunlarını soktukları yerde her zaman kargaşalıklar ve ihtilâller
çıkarmaya çalışan Avrupalılar, Asya kıtasından kendilerinden kimse kalmayıncaya
kadar ayrılacaklar; bunun gerçekleşmesinin izleri pek yakın zamanda görülmeye
başlayacaktır. "
“Rusya’nın güneydoğu yönünden mânevi tüfek şeklinde dinamitli bir ateş
hemen hemen patlamak üzeredir. Rusya 17 parçaya ayrılacaktır. " (1904 Rus-Japon harbi ve sonrasında çıkan güçlükler, Çar II.Nikola
döneminin hoşnutsuzlukları, hükümetlerin yetersizliği 1917 devrimini hazırladı
ve Finlandiya dahil Rusya 17 Sovyetten müteşekkil bir devlet oldu. 1991 yılında
Rusya bir kez daha bölündü.)
"Tedbir alan, tedbirli olan ve tedbire karşı koyan Avrupa'dır ”
Herkes tabiî bir dine sahip olmaya çalışacak, tabii olmayan ve yapmacık
dinler büsbütün unutulacaktır."
"1380 (M. 1964) senesinde tecrübe ile bulunacak bir cisim sebebiyle,
dünyânın hâli değişecek; bu değişme o cisim veya âletin ya tam yoğunlukla
görülmeyen gizli bir hararet ve bir ışın yaymasından veyahut çok yumuşak bir
şekilde insanlarda düşünce ve davranış değişikliği meydana getirmesinden ileri
gelecektir." (Seyyid Hazretlerinin bu istihraçta belirttikleri cisim, keşif tarihi de
çok yakın olduğundan aklımıza ilk olarak lazer’i getirmektedir.)
"Avrupa devletleri içinde en aşağı görülen bir millet, dünyânın
gidişatı içinde çok büyük bir kuvvet ve büyüklük, şan kazanacaktır. ”
"Yiyecekler, içecekler ve giyecek şeyler konusunda insanların
alışkanlıkları o derece değişecektir ki, buna belirli bir şekil vermek zordur.
Meselâ, ceviz büyüklüğünde karışık ve bileşik bir madde ile beş altı gün
yiyecekten, bir kaşık kadar su ile içecekten uzak kalmak o zamana mahsus
mutluluklardandır. Denizden çıkan bir çeşit madde ile elbise yapılacak ve gayet
kolaylıkla temizlenecek ve uzun zaman dayanacaktır. ”
“Bir vakit makineler hava basıncının kuvveti ile işleyecek, ateşe kömüre
ihtiyaç kalmayacaktır. ”
“Mısır, İngiltere ’nin elinden gidecek,.... ”
“Elçi sistemi kalkacak, devletler bir diğeri katında devamlı resmî memur kullanmayacaklardır.
”
“Bir zaman gelecek ki, o zamanın adamları yerlerden tren raylarını sökerek:
Bakınız eski zaman adamları ne kadar akılsızmış, karada çok hızlı gitmek için
yerlere demir döşemişler, bunun üzerinde arabalarla gelip giderlermiş,
diyecekler."
ŞİİRLERİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin elimizde bulunan bir kaç şiiri ile
O’nun manzum eserleri hakkında fikir edinebiliyoruz. Farsça ve Türkçe kaleme
alınan bu şiirlerin konusu genellikle din ile ilgilidir. Peygamberimiz
sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek ve O’ndan şefaat dilemek amacı ile yazılmış
üç na’t fevkalâde güzeldir. 15 beyitlik Farsça mesnevisinde [46]
tevhid ilmini kendine has uslûbu ile kısa bir şekilde ifade buyurmuşlardır.
Seyyid Hazretleri’nin dinî konulu bu şiirlerinden başka, Bitlis’de bulunan
büyük oğulları Seyyid İsmetullah’a Trablusgarp’dan gönderdikleri manzum şekilde
yazılmış mektupları vardır. Bunlar Seyyid Hazretleri’nin şiirlerine örnek
olarak bu bölüme ilâve edilmiştir.
Risâlette ukûs-ü vechine
mir’ât enam olmuş
Enamından ısm-i pakın
pür iyândır yâ Rasûlullah
Melekten iki haslette
kemâlâtın ziyâde olmuş
Bu sırra kabe kavseyn
tercümandır yâ Rasûlullah
kelâm-ı Hakk vücûd-ü
zâtına mülhak hisâb olsa
Nuzûl-u vahye mahsus
cism-ı candır yâ Rasûlullah
Ahad isminde zâid olsa
bir mîm-i nübüvvet kim
Ahad mîm-i muhabbette
nihandır yâ Rasûlullah
***
Sâilem kapûna geldim
eyle ihsan yâ Resul
Tut elim kurtar beni
hâlim perişan yâ Rasûl
Sîne mecruh, dîde giryân
âh-ı efgân eylerim
Aşkının bîmârıyım kıl
derde derman yâ Rasûl
Derdimi arz eyledim bu
âlem oldu şerm-sâr
Her devasız derd imiş bu
aşk-ı cânân yâ Rasûl
Kimde kim aşkın zuhur
etse bulur âlemde kâm
Mahz-ı nûr-u hikmet hem
nûr-u imân yâ Rasûl
Sözlerim, kalû-belâ
esrarıdır aşk ehline
Bir garib müptelâ-yı
ser-ü sâmân yâ Rasûl
Tâ sebâvetten beri aşkın
bana ettikçe zar
İsterim olsun bu canım
sana kurban yâ Rasûl
NA’T
Zahımdâr etti dil-i mecruhumu âmâre-i nefs
Sen tabib-i hazık-ı lokmana geldim yâ Resul
Her taraftan atılan oklara bu sinem hedef
Ey meded-res kıl kerem sultâna geldim yâ Rasûl
Nebl-i ağyara edip bu sinemi âmacgâh
Ey meded-res kıl kerem irfana geldim yâ Resııl
Ey saadet kevkebi kesme başımdan sayeni
Vey melâz-ı melce-i âmâna geldim yâ Resul
Bir taraftan derd-i firkat bir taraftan aşk-ı yâr
Tâ seher, rûz-ü şeb giryâna geldim yâ Resul
Kıl şefaat, âsi ümmet senden isterler kabul
Cümle ihvanımla dergâhına geldim yâ Resul
***
Şemsem bu vücûdum verir
ecsâda zılâli
Nutkum bu şuhudum verir
ekbâde hayâlî
Efrad-ı şuhudumla bu hep
hâver-i güftâr
Subham ki berâzihde
tutan rûz-u leyâlî
Dâvâ-yı fucûr eyler isem
der bana kâzîb
Subham bu güneş tal’atı
gösterdi kemâlî
Bakma güneşe âlemi gör
oldu münevver
Gayette gariptir bu
güneş var mı misâli?
Pervâneye bak şem’a
yanar, görmez o şemsi
İsnad eder ol vatvata bu
şemse muhâli
Âşifteliğin mevsimi mi
ey dil-i nâçâr
Pur cûş-u humşûnla
geçirdin heme sâli
Derya gibi emvâce takıl
eyleme nefret
Kesrette müşâhid olasın
tâ o cemâli
***
İftırâkın meze eder
mektuba göz yaşım benim
Şimdi firkat, derd-i
gamdır yar-ı yoldaşım benim
Hasta hasta inledüp
aşkın figânım artırır
Demedim bir, bunca efgan
ağrıdır başım benim.
Lahza lahza yâdıma
geldikçe eyyam-ı visal
Katre katre dökülür her
dîdeden yâşım benim
İçe içe ciğerim hûn etti
zehrâb-ı firâk
Döne done yazanm şem’ine
ferâşem benim
Korka korka başıma geldi
bu sevda-yı firâk
Neylesin takdire karşı
bu garip başım benim
Ata ata gam okun bu
sînemi kan eyledin
Yaka yaka canım vurdu
sûz-u âtâşım benim
Güle güle yüzüme çâk
eyledin bu sinemi
Nice takdir eylesin rıf’at
perişanım benim
Sürüle sürüle erdim tâ
diyar-ı Magribe
Belde belde okunur her
yerde fermânım benim
Kıra kıra gönlümün
mir’âtını ettin harâb
Yâ nice tamir kabul
eyler bu virânım benim
Zerre zerre görünür
çeşmânıma tûr-u visal
Yâ hayâl-i vuslatı gösterdi
cânânım benim
Kana kana içeli sahbây-ı
aşkın ey niğâr
Baka baka kalmışım
hüsnüne hayrânım benim
***
Gamze-i çeşmin demâdem
pür humar eyler beni
Dilrübâ aşkına sahip bir
şikâr eyler beni
Teşne leb uşşâkının
sevdâ-yı zülfün âkıbet
Aleme rüsvây-ı bî
nâmus-u âr eyler beni
Hiç gerekmez senden özge
yâre meyletmek bana
Bu mücerreb, neylensem
târ-ü mâr eyler beni
İhtiyarî sanma ey zâhid
bizim evzânmız
Uhde-i rûz-u ezelden bî
karar eyler beni
Tîr-i ağyâre genp bu
sînemı kıldım hedef
İş bu kâr içre şikârım,
hâk-sâr eyler beni
Rics-i ağyan gahî dil
hânemizden pâk edip
Şems-i vech-i yâre karşı
zerre var eyler beni
Gâh-ı zerre, gâh-ı
katre, gâh-ı nâr-ü gâh-ı nûr
Gâh-ı mihr-i, gâh-ı
bahr-ı bî karar eyler beni
Gâh-ı merdüm, gâh-ı
mürdem, gâh-ı derdim kı deva Gâh-ı âşık, gâh-ı mâşuk, gâh-ı yâr eyler beni
Gâh-ı âlem, gâh-ı âdem,
gâh piyâlem hum edüp
Zümre-i uşşâka gâh
meyhane şar eyler beni
Bir acep esrar var bu
meyde te’siri heman
Dîde huşyâr, sîne pür
sar bir şikâr eyler beni
Sahn-ı meyhanede bilmem
mey miyim, bilmem neyim? Nûş eden bir cür’a meydir hoş güvâr eyler beni
Ser-nigûn olsun bu
gerdun cefakeş dâima
Ger belâ verse mezâkın
rahat hâr eyler beni
İhtiyânm, itibârım elde
vârım sarfedüp
Bir can için mi yanında
şerm-sâr eyler beni
Kendi yârımdır, medârımdır,
niğârımdır benim
Her ne eylerse revâ ol
yâr-ı gâr eyler beni
Kâm-yâb olmak dilersen
belde aşkın kapısın
Koymayıp benden eser, bi
itibar eyler beni
***
Sınıf-ı uşşak üçtür ama
biri yâr ister müdâm
Gurfe-i bahr-ı hevâ
olmuş medar ister müdâm
Nef vermez bu gürûh-u
endûha etme itibâr
Şugl-ü fikri hep
hevâsında karar ister müdâm
Celb-i dünyâ, celb-i
uhrâ dûn-i dünyâdan berî
Zevk-i îş-ü mutrib tarfa
şiâr ister müdâm
Bâzı şıhtır, bâzı şeyh,
molla, müderris her sınıf
Pür safa, nefha nevâ,
vaktin güzâr ister müdâm
İşbu aşk sûret pereste
cilveger dünyâ-yı dûn
Nakd-i ömrün berhevâ
aklın humar ister müdâm
Aşk-ı bâtıl, zevk-ı
âtıl, zıll-ı zail bî nevâ
Ankebût âsâ tuzak kurmuş
şikâr ister müdâm
HAMDî, ehl-i aşka dâim
tâziyâne sözlerin
Vâdi-i emn-i helâkin
âşikâr ister müdâm
***
Her şebde hicran olduğun
Endûh-u, melalinden
midir?
Yoksa bu âh-ı figan
Mev’ud leyâlinden midir?
Pervane veş nâr olduğum
Bülbül gibi zar olduğum
Her gice bimâr olduğum
Hüsnü cemâlinden midir?
Sundun bana ke’si şarab
İçtim ciğer oldu kebab
Bu sûziş-ü bu iltihap
Aşk-ı iştialinden midir?
Ey dilber-i hûbânımız
Ey canımız cananımız
Vey nutk-u bu beyanımız
Hüsn-ü mekalinden midir?
Yâr ile yaran istemem
Ab istemem, nân istemem
Bihûd bî ân olduğum
Fıkr-i hayâlinden midir?
Mir’ât-ı halktan görünür
Gözlerime turk-u visâl
Gâh-ı zuhur, gâh-ı adem
Feyz-ı nevâlınden midir?
***
Azmedip seyreyledım behişt hayâlimi
Bir cây-ı dilriibâ hûb-u mezâk-ı sürûr
Nazar eyledim etrafa gördüm şakayıkla nilüfer
Sünbül ve karanfil açılmış benefşe, mor
Goncalar üzere lü’lü’ mânend jaleden
Giydirmiş aks-ı hâr baştan ayağa nur.
Gâyet latif idi dâmedine
değmez el
Safa-yı safvetinde
hırâmân bî fütur
Takmış başına murassa’
zümrudin varak
Her varak üzre yazılmış
zebercetle kaç satır
Her satır sırât-ı
müstakim üzre saf beste
Mihrab-ı kelbe-i sâki
secdede eder mürur
Her sâki doldurmuş ezhâr
kase mey
Toplanmış etrafına
ayyâş, rindi, bâde hur
Saf beste durmuş
divânında na’me zen
Avaz bülend bülbülân,
vuhuş, tuyûr
Enhâr-ı cânyesi içinde
selsebil
Serpmede etrafına tecdit
edip sütûr
Vasatında zerrin kafes
içre bir niğâr
Gâh nâbedit olur ve geh
ider zuhur
Sordum, Eyâ! Kimdir bu
dilber-i dil-keşâ
Dediler, iffet-i
avârifin olan budur
Vardım ziyaret ettim dil otağına
Girdim iki mısra ile
beynin edip ubûr
Gördüm taht-ı lâhût üzre
şahsuvâr
Bir zîbâ tâc-ı zerrin,
başında nûr
Kabul etti beni durdum
el bağlı divanına
Sürdüm ayağına yüzümü bî
kusûr
Öptüm edeple iki ayağını
Çevirdi yüzünü, bana
dedi:Misâl-i mûr.
***
Seyyid İsmetullah’a
Nûr-u dîdem feyz-i
Hakk’tan bu bir ihsandır sana
Vâcib olan ancak evvel ilm-ü irfandır sana
Saniyen kalbini tathir
et sivâdan sil, süpür
Bu yeter ilm-ü edep ahbâb-ı yârândır sana
Kalbini eyle safa kibr-ü
hasedden dâima
Hüsnü ahlâk, terbiye
zînet-i insandır sana
Şems-ü irfan lem’a pâş
oldukça var eşyaya bak
Cism-ü can ayn-ı inayet
bûy-i bürhandır sana
Ey ciğer köşem! Çalış
kesbeyle ilm-ü mârifet
Kalma câhil bir büyük
töhmet-ü noksandır sana
Hem maişet ilmin öğren,
oku ilm ile edep
Kıl tevekkül, bul kanaat
kenz-ü pünhandır sana
Kı sakm oğlum hevâya
uyma, müfsidden sakın
Nefs-ü şeytan sû-i akran
gerçe düşmandır sana
Vâlideynine, esâtize
gerek hörmet müdâm
İfifet-i ismeti hıfz
eyle, ki akrandır sana
İ’tisâm eyle kitaba tut
şeriat râhını
Dikkat et savm-ü salata,
şart-ı imandır sana
Tab’ına arız olur her
şey, ki mekruh-u haram
Tevbe eyle, kıl hazer
şol şey ki, isyandır sana
Sa’yi miktan bulur,
herkes kemâlâta vüsûl
Sa’y kıl can-ü peder bu
özge devrandır sana
Ömrümün sermayesi ey
nûr-u aynim İsmet’ım
Hımmet-i nutk-u peder bir
nush-u bünyandır sana
Hânedân-ı Murtezâ, ya
Rabb behakkı Mustafa
Kıl âtâ evlâd-ı Zehra çünki
mihmandır sana
Bu fakir üftadegânı
hürmet-i şah-ı Hüseyn
Mağfiret kıl cümlemiz
tâlib-i gufrandır sana
Her taraftan gelmede
zulm-ü cefa cevr-i sitem
Mağfiret kıl şol güruha
kasdı tuğyandır sana
Ey keremkân-ı inayet
bize eyle sen kerem
Bende-i âl-i aba gelmiş
perişandır sana
***
Seyyid İsmetullah’a
Bir bülend pâk her
hatvesi rub-u cihan
İ’tisâm-ı sıdkınız arz-ı
visal eyler seni
Her makamın zîneti aks-ı
ziyâ-ı âfîtâb
Lem’ası noksan bırakmaz
ber kemâl eyler seni
Hem inak olmak ne mümkün
anka ona
Zünbûr rüftarı onun
gark-ı visal eyler seni
***
Seyyid İsmetullah’a
Elâ yâ Ahmed-i bı-dâd
Niçin istemedin imdâd
Neden yâ etmedin feryâd
İşitmez mi onu mâbud
Neden arz etmedin ahvâl
Neden serd etmedin akvâl
Gece gün muztarib ef âl
Eder elbet seni mes’ud
Cihan halkı olup devvâr
Kimi sâlih kimi eşrâr
Kimi zâhid, kimi ahyâr
Kimi makbul, kimi merdûd
Seyyid Hazretleri’nin Farsça olarak kaleme aldığı bir şiirinin Türkçe
açıklaması yapılmış olan iki kıtası, -şiirin ahenginden uzak olmasına rağmen-
Seyyid Hazretleri’nin bütün eserlerine kitabımızda yer vermek düşüncesi ile bu
bölüme ilâve edilmiştir.
“Vahdet deryası ziyadesi ile coşarak bu deryadan bir katre Vâhidiyyet
mertebesine inip, insana ulaştı.”
“İnsana ulaşan bu katre, İlâhî isimler semasından istidadı nisbetinde her
tutmuş olduğu şeyi bu çokluk âleminde gösterdi, meydana çıkardı.”
“Ahadiyyet mertebesinden sonra Vâhidiyyet mertebesinde ve nihayet işbu
âlem-i şehadette yâni dünyâda görülen bu katre, elde ettiği şeyi yokluk
vâdisine götürerek düşürdü.”
“İnsanın varlığı, Rabbani vücûdun mahsulü olmakla tecelli etti.”
“İnsan, Hakk’a manevî münasebet ve bağlılığını, gerçekliğinden hiç şüphe
olmayacak derecede keşf edip düşünürse, Ahadiyyet’i görme hali belirir.”
“Âlem-i vücûd, mazhar-ı kül’dür. Bu yolda olan kişinin nefsi yanar kül
olur.*’
“Ey âlem-i kesret! Sen çok nâzik olan o dilberin emsalsiz yüzünün
örtüsüsün. Ondan bir dakika uzak olma. Yaratılmış olan her şey O’nun vücûdu ile
kaimdir.’*
“Ey Hakk yüzünün âşığı! Terakki ederek Hakk’a ulaşmak istersen, aşk
sofrasında lezzet bulan kişi ol.”
MESNEVİ VE AÇIKLAMASI
“Ey zî tevhid-i marifet pür nûr “
“Heme câ der makam-ı âmen-ü huzur "
Ey İlâhî “Tevhid” ilmi nuru ile dimağı dopdolu olmaya müstait olan vefalı
âşık! Senin için her yer emniyet ve huzur makamıdır. Senin için hiç bir yerde
korku, gam ve keder olamaz. Şayet lüzumlu tevhidi ehlinden kazanabilirsen senin
için her yer, dağ üstü bile olsa bağ olur.
“Çişt-ü tevhid nezd-i uşşâkî”
“Heme fâni şüd izd bâkî"
Önce, tevhidin hakikat ehli katında neden ibaret olduğunun bilinmesi
gereklidir. Tevhid, Hakk’ı gerçekten talep eden kimsenin sinesinde aşk ve
arzunun uyanması için Allah’a çok niyazda bulunması, yalvarması demektir. Bu
niyazları sonunda “Müfâz-ı küll” (Bütün feyizleri üzerinde toplamış zât) olan
“İnsân-ı Kâmil”, onu terbiyesi altına alır. Hakk’ı talep eden kimse kalbini,
hayâlini ve dimağını nefsinin bütün arzu ve heveslerinden tahliye ve tasfiye
eder ve varlığını yalnız Hakk varlığına tahsis ederek nefsini yâni benliğini
aradan çıkarır.
“Heme şeb hemçü şem 'a tâbeseher ”
“Sine pür süz ve dîde bâ yed ter ”
Bu terbiye ve tasfiye sayesinde şimdi Hakk’ı talep eden o kimsenin zâhiri
(dış yüzü) halk, bâtını (iç yüzü) Hakk ile olduğundan, bütün gece balmumu gibi
tâ seher vaktine kadar sînesi yanar ve gözünün yaşı da o nisbette akar. İşte,
kısaca tevhid budur.
“Ruy-i hâcet behakk taâlâ kün ”
“Meyl-i hâtır besü-yi bâlâ kün”
Bu en yüksek makama erişmek isteyen kimsenin, azim ve kastını İnsân-ı
Kâmil’e çevirmesi, ve bütün arzu ve fikrini, hattâ bütün güç ve kuvvetini bu
maksada ulaşmak yolunda sarf etmesi, ve her iş ve hareketini bu maksada erişmek
uğruna hasretmeye çalışması lâzımdır.
"Meğer ân âfitâb-ı âlemtâb "
"Şeb-i târik râ şeve d mehtâb ”
Umulur ki, ol âlemi aydınlandıran şems-i hakikî senin bu karanlık
gecelerini yâni senin bütün müşkilât ve maksadlarını mâh-ı tâb eder, yâni
aydınlandırır, açar ve halleder.
"Zulmet-i şeb zîmûy-i û-bînî"
"Hâne rûşen berû-yi û-bînî”
Onun zülfünün telinden gecenin daha karanlık olduğunu göresin. Yâni,
insanların bilgisizlik, tembellik ve taasuplarından dolayı kahır ve Celâl-i
ilâhı vâdisinde aldanıp kaldıklarından, Hakk’ın birlik ve azametini
hissedemediklerini anlayıp bilesin ve göresin. Ancak, hânesi sana açık olursa
O’nun Cemâl-i bâ kemâlini yâni güzelliğini görmeye muvaffak olursun.
"Pes temâşâ-yı ân cemâl kimi'
"Dest-ü der gerden-i visâl küni”
Sonra, o Cemâl-i bâ kemâli (Tam ve mükemmel güzellik) seyir ve temaşa
etmekte devam ederek de elini o hakikî mâşukun visâl-i gerdanına koyarsın.
“An ki âmed zî hûd şeved fâni"
“Hamdî reft-ü benureş umânî”
Nitekim bu mesnevinin yazan Cenâb-ı Hamdi O’nun nûru ile parlayıp daha bu
âlem-i şehadette iken beşeriyet arzularından vaz geçip hakikat âlemine uçup
gitmiştir. Ama O’nun Cemâl-i bâ kemâli sizinle kalıcıdır, hemen O’nun nûru ile
aydınlanıp siz de cemâlini burada görmeğe çalışınız.
“Her ki fâni şeved ez lezzâleş"
“Mî tabîd her vücûd cüz zâteş ”
Her kim ki, nefsinin hevâ ve heveslerinin lezzetlerinden fani olur ve
geçerse o kimsenin zât ve hakikatinden başka nefsine taalluk eden her vücûd,
her varlık ve her hevesi muhakkak ki kendisinden mahv ve perişan olur, yol olur
gider. Bu da, işte, visâl demektir.
“Rûh bû mest-ü der serây-ı harâb ”
“Arzu dâred ez cenâb-ı hitâb ”
Âşık-ı sadıktaki rûh sultanı, asıl makam olan Ruhlar âleminden (ki bu
makam-ı evvel ve sübût âlemidir) ayrıldığı için, ölüme ve harap olmaya mahkûm
olan maddî bedeninde, baykuş gibi sıkılıp hazin feryad ve figanlarla ağıt okur.
“Kadehi lyş-i aşk-ı cânânest”
“Mürg-i mürde be sayd-ı miirgânest”
Âşık-ı sâdık, İlâhî aşk şarabından bir kadeh içmesiyle cânânının visâl ve
mülâkatımn lezzetini duyar ve tadar. Ama, leş kartalı gibi karın ve boğazının
lezzetleri ve nefsinin arzulan uğrunda uğraşan ve dolaşan kimseler kendi avlan
ile meşgul olduklarından bu nûş ve işret tarafına atf-ı nazar edemezler.
“Ger haberdar murg-ü râm şeve d"
“Bâ ’de zan nist-ü ve hest nâm şeved”
Eğer, ruhu uyanık, basireti (ön görüşü) açık, anka kuşu gibi cânân tarafına
uçmaya lâyık bir âşık-ı sâdık, İnsân-ı Kâmil’e tâbi olmaya karar verirse o
tâlib-i sâdık bu kararı ve gayreti dolayısı ile ve İnsân-ı Kâmil’in terbiyesi
sayesinde ölü gibi olup her hevesinden geçer, mahv ve fani olur. Ama akıbet, bekayı
yâni devamlılığı kazanıp Hakk varlığı ile var olur.
“Ne zî âfet-i dehir pervây ”
“Ne zîferyâd-ı mürdüm ârây "
Artık, onun ne dehrin (dünyânın) âfetlerinden ne de zamanın değişmelerinden
korkusu olur ve ne de şöhret ve riya yoluyla ses, sada ve insanların
feryadından rüsûm alayım ve âyin icra edeyim diye meclis donatarak insanları
aldatmak arzusu kalır. Bunlardan hiçbirisi ile münasebeti kalmaz.
“Çun talep ger d müstahak bâşed"
“Cihet-i hem zî Hakk behakk bâşed ”
Madem ki, Hakk tâlibi Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bulmak için gösterdiği istek
ve arzusunda sebat ederek yükseldi, o, takva erbabının yâni Allah korkusu ile
dinin yasak ettiği şeylerden kaçınanların cennette bulunacakları makamı
kazanmayı hakk etti.
“Sûret-i ihtiyaç lokma vü dalk ”
“İn kader bes ki şüden cânib-i halk”
Ancak, kendisinden korkulmaması, insanlarla münasebetinin devamı ve vücûdlarının
idamesi için gereğinde azıcık yemesi ve içmesi ve herkes gibi giyinmesi
lâzımdır. Bu yüce zât, diğer insanlar gibi yemek, içmek, elbise giymek ve
insanlara karışmak hususunda iktisat ve kanaatkârlık gösterir Kendisini
herkesten üstün tutmaz ve mânâsının hak olduğunu gizleyerek belli etmez. Bu
zâta da bu kadar halk tarafi kâfidir
***
SALAVÂT-I CAFERİYE
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İmam Cafer-i Sâdık Hazretleri’e ait
olan Salavât-ı Caferiye’nin sık sık okunmasını kendisini sevenlere tavsiye
ederlerdi. Seyyid Hazretleri’nin bu salavât-ı şerifeye vermiş oldukları anlamı
kitabımıza ilâve etmekte yarar gördük.
“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ
seyyidinâ Muhammedin ve âli seyyidinâ Muhammed. Biadedi halkıke ve rizai
nefsike vezineti arşike ve midâdi kelimâtike yâ erhemerrâhimin”
“Allahümme”
Ey Hazret-i Muhammed’in bize bildirmiş ve göstermiş olduğu Allah! Seni
bildik ve gördük, Sana imân ettik. Sana ibâdetten, Senin nzâ-i şerifinden ve
muhabbetinden ayrılmayacağız.
Salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin”
Allahım! Toplumumuzu ve bizi, kitap ve şânı yüce Kur’ân’a uygun bütün
davranışlarımızı Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin davranışlarına
ve yüksek sünnetlerine uymaktan, saadet, selâmet, bereket ve rızasından ayırma.
uVe âl-i seyyidina
Muhammed”
Ehl-i Beyt’e tâbi ve onların davranışlarına, saadet ve bereketlerine uygun
olmak, saadetli huzûrlarında bulunmak ve onları görmek, onları sevmek, onlarla
konuşmak ve sohbet etmek, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin huzûr ve
sofrasında bulunmak gibi terbiyeli ve uyanık halde bulunmayı gerektirir. Bu
yoldan bizi ayırma yâ Rabbi!
“Biadedi halkıke” [47]
Sağlığımızı Sen muhafaza et yâ Rabbi!
“Ve rizai nefsike”
Senin güzel isimlerine mazhar olan varlığımızı, riza-i şerifinden ayırma yâ
Rabbi!
“Vezinet-i arşike”
Senin arşın olan kalbimizi Senin muhabbet ve rızandan ayırma. Akıl, fikir
ve vehmimizin dengesini de doğruluk yolundan ayırma yâ Rabbi!
“Ve midâd-ı kelimâtike”
Bizi, Ehl-i Beyt’in yardım, şefaat ve kutsal himmetlerinden ayırma yâ
rabbi!
“Yâ erhamerrâhimîn”
Devleti idare edenleri ve bizi muhafaza eden kumandanları Senin rizâ-i
şerifine uygun hareket ettir ve oların insaf ve merhametlerini fakirlerin ve
zayıfların üzerine ziyade kılmanı ve onlara doğruluk, adâlet ve uzun ömürler
ihsan etmeni;
”Rahmeten lilâlemin olan Hz.Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin yolundan kıl kadar bile sapmamalarını senden
niyaz ediyorum, mülk ve vatanımızı bütün tehlikelerden, dış ve içte olacak
keder ve âfetlerden koru, yâ Rabbelâlemin!
SONSÖZ
Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
hayatı hakkında bir kitap yazma projesi için ilerlemiş yaşına rağmen gayretli
bir çalışma yapmış ve bu eserin tamamlanıp baskıya hazır hâle gelmesinden bir
hafta sonra 25 Mayıs 1996 Cumartesi günü İzmir, Menderes’deki evinde Hakk’a
yürümüştür..
Kitabını 1996 sonbaharında neşretmeyi planladığı için O’nun arzusuna bağlı
kalarak bu tarihte yayınlamayı uygun gördüm.
Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, uzun yıllar boyunca bütün çalışmasını kıymetli
babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin eserlerini bugünkü neslin
anlayacağı şekilde sadeleştirerek bu engin hâzineden yararlanılmasına
yönlendirmişti
Eserlerinde, yüce dinimizin gerçek şekli ile anlaşılması doğrultusunda
irşad edici hususlar ele alınmıştır. İnsanların dikkatlerini Allah,
Peygamberimiz Hazreti Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine çekmeye çalışmış ve bu
üç mefhumun doğru tanınması için çaba sarfetmişti. Birbirlerini tamamlayıcı
özellikteki eserleri okundukça bu ağır konu, okuyucunun fikrinde olgunluğa
erişmektedir.
Babam, Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk fikirleri, hayat görüşü ve yaşantısı ile
herzaman bizlere rehber olmaya devam edecektir.
Allah, bizleri O’nun mânevi himayesinden ayırmasın.
F.Aymelek Öztürk İzmir,
27.6.1996
SEYYİD MÛSÂ KÂZIM
ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ
Edvâr-ı Alem'den Parçalar,
(I.Baskı) İstanbul 1953 (II.Baskı) İstanbul 1967
Külliyat’tan Seçmeler
İstanbul 1959
İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler
(I.Baskı) Ankara 1969 (II.Baskı) İzmir 1989 .
Niçin Hz.İsâ?
(I.Baskı) Ankara 1972 (II.Baskı) İstanbul 1994
Kur'ân'ın 20. Asra Göre Anlamı
Cilt I, Ankara 1974 (I.Baskı)
Cilt I, İstanbul 1995 (II.Baskı)
Cilt II, Ankara 1976
Cilt III, Ankara 1980
Cilt IV, İzmir 1985
İslâm'da Kutsal Günler Ve Geceler
Ankara 1976
Tûbâ Ağacının Çiçekleri
Ankara 1980
İman Nuru Ve Gerçek Ahlâk
İzmir 1984
Te’vil
İzmir 1987 •
Mektubât
İzmir 1989
İsrailoğulları Ve Büyük Göç
İstanbul 1995
Hakikat Yolunu Arayanlar
İstanbul 1995
Kur’ân Rehberliğinde Günlük Hayatımız
İstanbul 1996
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. Hayatı Eserleri,
1996 İstanbul
[1]
Derbend: Serhat üzerinde bulunan küçük kale; dağ üzerindeki geçitlerde ve
boğazlarda bulunan karakol. Konumu dolayısı ile şehre bu isim verilmiştir.
[2]
“Bursa’da Yeşil cami yoktur, Yeşil Camii vardır. Silivri Kapı değil Silivri
Kapısı, Edirne Kapı değil Edirne Kapısı olacak. Esası böyle. 200-300 sene
önceki kayıtlarda böyle yazılı. Dilimizi bozuyoruz. Kutlular olacak, kutlar
diyoruz”. [Kaynak: Süheyl Ünver Hoca’dan Notlar (Menâkıbı Süheyl Bey) hzl: Yrd.Doç.Dr. Zuhal ÖZAYDIN Türk Tıp
Tarihi Kurumu Yayınları No : 5 , 1997, İSTANBUL]
[3] Bu
türbeler. İran’daki Kaçar hanedanından Nasreddin Şah zamanında yapılmaya
başlanmış ancak 1905 de oğlu Muzaffereddin tarafından tamamlanmıştır.
[4] İlm-i Ledün Allah'ın sırlarına ait manevî
bilgi, gayb ilmi
[5] Arnavut
hanedanından Ahmed Dino'nun oğlu olan Abidin Paşa (Preveze 1842-İstanbuI 1908)
vezirlik ve birçok valiliklerde bulunmuştur. Paşa, Arnavutça ve Türkçeden başka
Arapça, Farsça ve Fransızca’yı mükemmel
bilir ve anadili gibi konuşurdu. Yunancaya öyle hâkimdi ki bu dilde yazdığı
şiirleri İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştı.
[6] Ümmü Gülsüm hanım (1870 -3 Eylül 1961)
[7]
Osmanlılarda taşra idaresinde vâli, mutasarrıf gibi yüksek memurlar merkezden
tayin edilirdi Merkezî hükümete karşı halkın ve halka karşı da merkezî hükümetin
temsilcisi durumunda bulunan ve halk ile devlet arasındaki işleri yürüten
meclis üyelerine Ayân denilirdi. Ayanlar memleketin zenginlerinden ve nüfuz
sahiplerinden olup halk tarafından seçilirlerdi.
[8]
1895-1897 yılları arasında Bursa valiliği yapmıştır.
[9] Kitabın “Eserler” bölümünde şiirin tamamı yazılmıştır.
[10]
Babasının ders olarak verdiği bu tercüme, Seyyide Fatma Zehra’nın Bursa’da
vefatından sonra ağabeyi Seyyid Ali Rıza tarafından, biricik kız kardeşinin
hatırasını yaşatmak düşüncesiyle “Zübde-tül Merâtib” adı altında yayınlanmıştır
[11] Seyyid Hazretleri,
“Tedahrucî” tâbir ettiği üçüncü özellik olarak dünyânın içindeki zararlıları
dışarı çıkarma (Yanardağlarda olduğu gibi) hassasından bahseder.
[12] Ebced
hesabına göre: M40+Y(ı) 10+M40+G1000+V6+R200+Elif(A) 1=1297
[13] 1881.
Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu yıldır.
[14] Emir Sultan Hz.’nin
asıl adı Şemseddin Muhammed (Buhara 1369?-Bursa 1429?) olup, İmam Mûsâ Kâzım
Hz.’nin oğlu İbrahim’in soyundandır. Osmanlı padişahlarından Yıldırım
Bayezıd’ın damadıdır.
[15] Kitabımızın, Seyyid
Hazretlerinin eserlerine ayrılan kısmında bunlara temas edilecektir.
[16] İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi yâni bugünkü Mimar Sinan
Üniversitesi
[17] Bugün Mimar Sinan
Üniversitesi olarak kullanılan binalar
[18] Seyyid
Hazretleri ve ailesine muhabbet ve tam teslimiyet ile bağlı olan ve dostları
arasında Hacı Bey olarak tanınan Bahriye çarkçıbaşısı Mehmet bey. Eğinli
(Kemaliyeli) idi.
[20] Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Mekkeli müşrikler arasındaki 624 yılında
yapılan ilk savaş
[21] Peygamber soyuna mensup olan Seyyid
Abdüsselam el-Esmer (1475-1574) Trablusgarp’ın Zelitan bölgesinde nyaşamış ve
Kuzey Afrika’da etkili olmuş bir sûfidir. Türbesi hâlâ önemli bir ziyaretgâhtır.
[22] Kitabın baş
tarafındaki fotoğraf, Seyyid Hazretlerinin otomobilin içinde çekilen bu
fotoğrafından alınan bir portresidir.
[23] Erbab kelimesi, rab kelimesinin çoğul hâlidir.
[24] Türkçeleştirildi
orijinal metinde konu yarım kaldığı için M. Kâzım Öztürk’ün “Edvâr-ı Alemden
Parçalar” adlı kitabına bu bölüm alınmamıştır.
[25] Zaviye:
Hücre, küçük oda demektir Tekkenin küçüğüne verilen addır.
[26] M Kâzım
öztürk. Kur’ân’m 20. Asra Göre Anlamı, cilt III. 1980 Ayyıldız Matbaası
[27] Daha geniş bilgi
için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil” ve aynı yazarın “İslâmda Kutsal Günler ve
Geceler”adlı eserine baş vurulabilinir.
[28] Hürmetli (Harâm)
aylar Kamerî yılın birbirini takip eden Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile
İslâm öncesi Mukat kabilesi tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve
Şaban ayları arasında yer alan Recep ayıdır.
[29] M.Kâzım
Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322
[30] M.Kâzım
Öztürk/’Kur’ân’ın 20 Asra Göre Anlamı” Cilt I,s.216
10«
[31] Mekrûh:Din bakımından
haram olmayan fakat kullanılması ancak zorunlu hallerde izinli olan
[32] Edvâr-ı
Âlem’den Parçalar”, (I.Baskı),Burhaneddin Erenler Matbaası, İstanbul 1953;
(II.Baskı) Yeni Savaş Matbaası, İstanbul 1967
[33] “İsrailoğulları ve Büyük Göç”, Karakuş Matbaası, İstanbul
1995
[34]
(Dersaadet, Matbaa-ı Ahmed Kâmil, Bayazitte Çadırcılar Kapısı 1341)
[35] “Hakikat
Yolunu Arayanlar”, Karakaş Matbaası. İstanbul 1995
[36] “Kur’ân’ın 20 asra
göre anlamı”, Cilt I, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1974 ve aynı eser Cilt II,
Ayyıldız Matbaası, Ankara 1976
[37] Aynı eser Cilt III, Ayyıldız
Matbaası, Ankara 1980
[38] Aynı eser Cilt IV, Karınca Matbaası. İzmir 1985
[39] Te’vil
", Karınca Matbaası, İzmir 1987
[40] Peygamber soyundan
olanların işlerini görmek üzere içlerinden hükümetce tayin olunan memur
[41] “İslâm Felsefesine
Işık Veren Seyyidler” (I.Baskı) Yenigün Matbaası Ankara 1969; (II.Baskı)
Karınca Matbaası İzmir 1989
[42] Yıldızların konak
yerleri
[43]
Tasavvufta: Ayn ve ilim mertebelerindeki 7 çeşit zuhuru itibariyle Hakk’ın
Zât’ı. Aynı zamanda 7 âyetten meydana gelen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresini
teşkil eden “Fâtihâ" sûresi için de kullanılır.
[44] Külliyetlisinden kendisinde toplayan İlâhî birlik
(Vahidiyet) mertebesi itibariyle Hakk’ın ismi.
[45] Ceberut:Mülk ve Melekût, diğer bir deyimle Şehâdet ve Gayb yani maddî ve mânevi âlemlerin arasında bulunan orta âlem. Ceberut âlemi, cismânî âlemin de ruhanî âlemin de bâzı özelliklerine sahiptir. Bu bir berzah ve misâl âlemidir.
[46] Mesnevî: Her beytinin mısraları kendi aralarında kafiyeli olan bir nazım türüdür. Beyit sayısı en az 15 olan mesnevi, kafiye bulma sıkıntısına yol açmadığı için genellikle uzun konuların anlatımında kullanılır.
[47] Orijinal metnin bu bölümünde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin insan vücûdunun hücre yapısına kadar inceleyen kısa bir açıklaması vardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar