Print Friendly and PDF

SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAYATI VE ESERLERİ


 

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد

وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

ÖNSÖZ

Sevgili evlâdlarım!

Evvelce bastırmış olduğum “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” ile “Kur’ân’ın 20. Asra göre Anlamı” (cilt I) isimli kitaplarımda babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermiştim Bu kitabı yazmamın sebebi ise, bu yüce zâtın hayatının ve düşüncelerinin gelecek nesillere geniş şekilde intikalini sağlamaktır. Zira, bu gün ile geçmiş arasında kurulu tek köprü ben kaldığım için her şeyi sizlere aktarmayı kendime görev bildim.

Babamın vefatına kadar geçen çağım, hayatımın en parlak sahifeleri, gönül kitabımın dibâcesi idi. Daha sonraları yalnızlık yıllarımda hayatıma renk veren, yaşama gücümü artıran hep bu sahifeler, bu renkli dibâce oldu. Gömüldüğüm iç âlemimde tek parlak kurtuluş noktasını bu hâtıralar arasında buluyordum Babamın “Kâzım, babaya lâzım” sözü kuru ve boş değildi. Bir gün babama hakikaten lâzım olacağım hakkındaki inancım beni hayata bağladı ve bu güne kadar yaşattı.

Ben hâlâ geçmişteki o güzel oniki senemi yaşıyorum; dünyâya geldikten sonra geçen oniki yılı. Ruhumun derinliklerine, düşüncemin en kuytu köşelerine kadar nüfuz etmiş bu hâtıralardan sıyrılamam ben. Bir an koptuğumu hissetsem, gövdesinden kırılıp ayrılan bir dal gibi olurum.

Bu inanış ve bağlanışın bana çok şeyler kazandırdığım daima idrâk ettim. En zor anlarımda bu büyük gücün benimle beraber olduğuna inandığım içindir ki, her zorluğu yendim. Böyle zamanlarımda gücümün yettiği yere kadar çaba gösterdim. Ancak bundan sonrası için “Medet yâ Ehl-i Beyt, yetiş bana babacığım!” diye feryad ettim. Beni, mahcûb ve mahzun etmemesi için her zaman O’na yalvardım.

Hayatımın ıztırablı geçen her sahifesine, inandığım yüce varlığın bir sözü, bir hâtırası renk verdi de ıztırabı neşeye dönüştürebildim.

İrfan sahibi olanların kıblesi, İslâm’ın kendisine uyulan imâmı, âşıkların sığınağı, ilmin kaynağı, Peygamber’in vârisi, Kur’ân’ın mânâsı, ledün ilminin anahtarı, Allah’ın “Gafur” (Merhamet eden) isminin göründüğü yer, garip ve kimsesizlerin koruyucusu olan böyle bir zâtın hayatını ancak gördüklerim ve bildiklerim, yakınında olan inanılır kişilerden duyduklarım belgelerden aldığını bilgiler doğrultusunda iktidarım kadar yazmaya gayret sarfettim.

Bu ulu Seyyid’ın hayatını tam olarak yansıtmak bu kitabın hacmi içinde mümkün değildir. Hele İlmî bakımdan O’nun vasıflarını anlatmaya bu konulara aşina olmayanların gücünün yetmeyeceğine eminim Elimizde bulunan eserlerinin mânâsına nüfuz ettiğimiz zaman O’nun İlmî yönü ile açtığı medeniyet asrının eşsiz dâhisi ve sahibi olduğu anlaşılacaktır.

Kitabımızın Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin eserlerine ayrılan bölümünde sözü edilen “Menâr-ül Muhkemât ve Menâtık-ıl Müteşabihât” adlı kitabından elimizde bulunan tek bir makale, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında yer alan ve bugüne kadar hiç bir gerçek açıklama getirilememiş olan Mukattaa harflerini aydınlatan fevkalâde önemli bir ışıktır.

Günlük hayat hikâyesi içinde yüce Seyyid’in, asrın yeniliklerini takibi, yurt sevgisi ve memleketin gelişmesi için tavsiye ve teşvikleri anlatılmaya çalışılmıştır. "Mühendislerimiz, susuz ovalarımıza artezyen açsalar ve neticede su bulamasalar bile, o yörenin jeolojik haritasını çıkarmış olurlar ki, bu da gelecek için büyük faydalar sağlar.” düşüncesi, O’nun ileri görüşünü yansıtan küçük bir örnektir. Bu sözün takriben bir asır evvel söylenmiş olduğu gözardı edilmemelidir.

Seyyid Hazretlerinin hayatı ile ilgili belgelerde kullanılan tarihlerin hicri veya mâlî (rûmi) olduğu belirtilmediğinden, bugüne kadar tarihlerin milâdî tarihe dönüştürülmesinde farklılıklar doğmuştur. Meselâ, Fatih yangını, bâzı kitaplarda 1916 olarak gösterildiği halde doğrusu 1918 dir ki, bu da mâlî (rûmî) takvim ile hicri takvim arasındaki o yıllarda görülen iki yıllık farktan ileri gelmektedir. Bu gibi yanlışlıklara yol vermemek için olaylar, kronolojik sıra içinde ve milâdî takvim esas alınarak yazılmıştır.

Bu kitabın ön çalışmalardan basımına kadar kitabın hazırlanışının her safhasında bana candan yardıma olan sevgili kızım F.Aymelek Öztürk’e teşekkür etmeyi vazife bilirim.

Kusurlarımız olduysa, yüce Seyyid’in affına sığınırız.

Mûsâ Kâzım Öztürk
İzmir, 1996


GİRİŞ

Ata yurdu Dağıstan’ı çocukluğumdan beri merak ederdim. Beni, bu ülkenin ne coğrafyası, ne asırlar boyu türlü kavimlerin akın ve istilâlarına sahne oluşu, ne iç savaşları, ne de Rus işgal ordularına karşı koyan ve sırasında düşmanlarını bozguna uğratarak sınırlarından kovan bir avuç Türk’ün kahramanlık destanları ilgilendiriyordu Zira bu gibi olaylar, her milletin tarihinde yaşanmış ve yazılı olarak kitaplara yansımış olaylardır.

“Kaf Dağının ardında Zümrüt-ü Anka denilen bir kuş varmış...” diye başlayan masalları dinlerken, insanların ulaşamayacağı ve zirvesine erişemeyeceği bu ülke, her halde Kafkas dağlarının ardındaki “Dağıstan” olsa gerektir, der ve babamın bu dağların ötesinden nasıl geldiğini merak eder, oradaki yaşantıyı düşünürdüm. Dile kolay, atalarımız bin seneyi aşkın bir zaman bu dağların ardında hayatlarını sürdürmüşlerdi.

Burası nasıl bir yerdi? Erişilmesi imkansız ve tepeleri bembeyaz bulutların içinde kaybolmuş bir masal ülkesi mi idi gerçekten Dağıstan? Bazen okul atlaslarını karıştırır, babamın kutlu isimlerine ek olmuş “Rükâlizâde” sözcüğüne bakarak Rükâl kasabasını bu haritalarda arar, bulamayınca da üzüntü duyardım. “Bâb-ül Ebvab” (kapıların kapısı) denilen yerin Derbend  olduğunu sonraları öğrendim; buraya, dağlarla Hazer Deniz’i arasındaki tek geçit olduğu için bu isim verilmiş. Aslında şehrin her iki ismi de aynı anlama geliyor. Bir de, Ban vilâyetinden bahsediliyordu. Neresi idi bu Ban vilâyeti? Hâlen Dağıstan hudutları içinde mi idi? Meğer Derbend [1]vilâyetinin eski ismi imiş.

Bâzı şeylerin hayâli hakikatlerinden çok daha güzel! Masal ülkesi gibi hayâl ediyordum Rükâli. Atalarımın rûhâniyeti sinmiş toprağına taşına. Âlimlerin ve güler yüzlü, birbirine saygılı insanların yaşadığı, yaşlı çınarların gölgelediği çayırlar üzerinde koşup oynayan çocukların neşeli çığlıkları ile dolup taşan bir diyar. Evet, köy değil bir diyar düşünüyordum. Kaf Dağı’nın zirvelerindeki karların eriyerek dik yamaçlı vadilerden köpük köpük aktığı, küçük çağlayanlardan dökülen suların ormanlar arasından süzülerek tatlı nağmeler hâlinde yansıdığı bir diyar vardı hayâlimde

Atalarımızın mezarlarını, itina ile inşa edilmiş ve küçük bir kubbesi bulunan bir türbe içinde görür gibi oluyordum. Lâkin gerçek hiç de böyle değilmiş. 1980 sonrası elime geçen fotoğraflarda seyyidlerin mezarlarının bulunduğu kabristanın, etrafı biriketle çevrilmiş toprak parçasından başka bir yer olmadığını gördüm. İşin acı tarafı bu mezarların kimlere ait olduğu dahi bilinmiyordu.

Babamın, bir zamanlar İstanbul’da, Edirnekapısı kabristanındaki[2] mezarı da baş ucunda taşı bile bulunmayan bir toprak yığınından farksızdı. Ancak, taşsız da olsa, bu makamı her gün bir kaç gönül ehli âşık ziyaret eder, kurumuş topraklarım samimî göz yaşlan ile sulayarak rahmet ve şefaatini niyaz ederdi. Halbuki, Rükâl’de kalan büyüklerimizin bir “Fâtiha”dan dahi mahrum bulunduklarını tahmin ediyorum.


 

SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİNİN DÜNYÂYA GELİŞLERİ

Kaf Dağının ardında, Dağıstan’ın Derbend vilâyetinin Rükâl kasabasında 1848 yılının Şubat ayının soğuk bir gününde Seyyid Said-i Rükâli Hazretleri’nin ilk çocuğu dünyâya geldi. Hazreti Hüseyin soyundan gelen bu nûr topu gibi çocuk, Peygamberimizin kırkıncı torunu idi. Babası, oğluna kendi babasının adı olan Sefer ismini verdi. Ancak O, her zaman soylarının en yüce ismine uygun olarak “Ahmed” ismi ile anıldı. Annesi, muhitin ileri gelen ailelerinden Abdülâlâ bin Abdullah soyundan Ferhat oğlu Abdullah’ın kızı Şerife idi.

Yakınları arasında en güzel ve yakışıklı olmasının yanı sıra zekâ ve bilgi bakımından da muhitinin en üstün bir kişisi olan Seyyid Ahmed’in babası, arpa unundan ekmeğini kendi pişirir, çoğu zamanını ibadetle geçirir ve her zaman oruçlu olurmuş.

Annesinin gösterdiği ihtimamla büyüyüp yetişen Seyyid Ahmed, akranları ile oynayacağı yerde şerefli babasının yanından ayrılmaz hep onunla beraber olmayı arzu ederdi Babasına hizmeti daha o yaşta kendisine vazife bilen Seyyid Ahmed, ilk bilgilerini babasından almaya ve onunla beraber oruç tutup ibadet etmeye başlıyor.

Rusya ile İran arasında imzalanan Gülistan Antlaşması uyarınca Dağıstan, 1813 yılında Rusya tarafından ilhak edilmişti. Said-i Rükâli, Rus hükümetinin idaresini hiç bir zaman içine sindirememişti. 12 yaşına girmiş olan oğluna, kendisinin vereceği bilgiden daha geniş ölçüde ve müslüman bir ülkede eğitim yaptırmayı düşünüyordu.

62 yaşındaki Seyyid Said-i Rükâli’nin, Seyyid Ahmed’den başka hayatta sadece Fatma adında bir kızı vardı; şimdi onu arkasında bırakarak ülkesinden ayrılacaktı. Diğer evlâdları çocuk yaşlarında vefat etmiş olduklarından Peygamber torunlarının yâni seyyidlerin imâmeti ve temsil görevi şerefi, bu soydan yalnız Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’ne nasip olmuştur.

Said-i Rükâli Hazretleri, her şeyini ailesine devrederek oğlu Seyyid Ahmed ile birlikte 1860 yılında yollara düşüyor, Kafkas’ın sert yamaçlarını aşarak Gürcistan’da, Rioni Irmağının Karadeniz’e ulaştığı yerdeki Puti limanına geliyor. Baba oğul 1829 dan beri Rus hâkimiyetinde bulunan bu küçük limandan Türk bandralı bir gemi ile Karadeniz’in engin sularına açılıyorlar. Baba artık hayatından memnundur, ilk tahsilini vererek gayet güzel şekilde yetiştirdiği biricik oğlu Ahmed’ini, İslâm dünyasının yegâne merkezi olan İstanbul’da okutacaktır.

O tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu tahtında Abdülmecid (1839-1861) bulunuyordu. Said-i Rükâlı Hazretleri, genç padişahın reformcu kişiliği ile Osmanlılara yeni bir çehre kazandırmaya çalıştığını duymuştu. Ancak olaylar insanların düşündüğü gibi gelişmiyor.

Türlü güzel ümitlerle İstanbul’a gelen baba oğul, Fatih semtinde bir dostlarına misafir oluyorlar. Genç Ahmed, babasının arzusu üzerine İslâm âleminin en büyük üniversitesi kabul edilen Fatih Medresesinin mensuplarından ve Padişah’ın huzur hocalarından Abbas Fevzi efendinin derslerine devam etmeye başlıyor. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri bu olay için. “Abbas Fevzi efendi, Dağıstan 'da amcamız Seyyid Hasan efendi ile Allâme-i zaman nâmıyle tanınmış Mirza Hasan efendinin babası Şeyh Abdullah Alkadâri efendiden ilim tahsil ettikleri için babam beni onun dersine oturttu” demişlerdir.

Bir gün oğlu Ahmed’i görmek için medreseye uğrayan babası, kıymetli oğlu hakkında bilgi almak ve biraz da hasbihal etmek üzere dershanelerin çevrelediği geniş meydandaki büyük çınar ağaçlarının gölgelerinde oturan hocaların yanma gidiyor. Ancak, gördüğü hâli beğenmiyor, zira, gençleri yetiştirecek hocaların, nargile içerek başkaları hakkında dedikodu yapmalarını hoş karşılamıyor, ayrıca bazılarının bilgilerini de az buluyor. “Kendisini yetiştirmemiş bir kimsenin başkasını yetiştirmesi mümkün değildir.” diyerek oğlunu medreseden alıyor.

Zamanın sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın 1860 daki üçüncü sadâret döneminde, onun beş ay için Rumeli’de görevli bulunması sebebi ile Sadrazam vekilliğini üstlenen Meclis Başkanı Mehmet Emin Âli Paşa’nın, Said-i Rükâlî Hazretlerinin sadâttan olmaları dolayısı ile maaş ve arazi vererek Türkiye’ye yerleşmelerini istemesine rağmen, Seyyid Hazretleri bunların hiç birini kabul etmeyerek aynı yıl oğlu ile beraber Mekke’ye gitmek üzere İstanbul’dan ayrılıyorlar.


-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ-

Seyyid Said-i Rükâlî Hazretleri ve oğlu Seyyid Ahmed, Mekke’ye geldikten sonra, burada yüce soylarına mensup Mahmud Africuy, Kırımlı Abdullah Mekkî, Ömer Rabbânî ve Dağıstanlı Kud Kaşını Yahyâ beyle buluşuyorlar.

Baba ile oğulun buradaki ikametleri onbir sene devam ediyor. 187İ yılında, Hacc’dan sonra hastalanan Seyyid Said-i Rükâlî Hazretleri, üç gün içinde sonsuzluk âlemine göç ederek Muallâ’da ebedî uykusuna terk ediliyor. Vefatlarında 83 yaşındaydılar.

Seyyid Ahmed büyümüş, 23 yaşına gelmiştir. Beyaz tenli, orta boylu, geniş omuzlu olan bu ulu Seyyid’in saadetli başlan büyük, derin anlamlar taşıyan iri gözleri şahane güzellikteydi.

Mekke’de bulunduğu bu onbir yıl içinde zamanını değerlendirmesini bilmiş, Arapça ve Farsçayı anadili gibi öğrenmiştir. Ancak, babasının vefatından sonra Mekke’de fazla kalmayarak uzun zamandan beri hasretini çektiği Medine’ye yaya olarak gidiyor.

İçinde O’nu Medine’ye çeken büyük bir arzu vardı Orada, yüce soyunun yaşadığı yerde yaşamak, onların gezip dolaştığı yerlerde bulunmak, teneffüs ettikleri havayı koklamak istiyordu Medine’de yalnız kalmayacaktı. Zira, ilmin şehrini (el medine-tül ilm) bulmuştu. İslâmın en yücesi Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) sığınmıştır artık. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı zahir ilmini, tahminen 3-4 yıl kaldığı Medine’de manevî ilimle ziynetlendirmiştir. Sonraları: "Ben manevî ilmi Peygamberimizden ahz-ı feyz ettim.” derlerdi.

Bu mânevi aşk denizi içinde yüzerken, maddî sıkıntı peşim bırakmıyordu. Ancak halinden kimseye bir şikâyette bulunmadan, içine kapanık zor bir hayat yaşıyordu Yalnız, bilinen bir şey varsa bu da O’nun gerek müsbet ilimlerde, gerekse ilâhî sırlan bildiren ledün ilminde nihayetsiz bir umman olduğudur. Bir noksanı kalmıştı, sahip olduğu bunca ilmi yaymak ve insanları irşad etmek için gerekli mânevî iznin işaretini almak.

Babasının vasiyeti aklına geliyor, bir gün ona:Oğlum, Türkiye’ye gideceksin. Denizli’de Şeyh Hacı Hasan Fevzi efendi adında bir zât var, onu bulup emanetini alacaksın.” demişti. Şu halde buradan ayrılacaktı. Ecdâdından Muhammed Tayyib Hazretleri ne diyordu evlâdlarına: “Çocuklarım! Kendilerine müracaata en ziyade elverişli olanlar, yerleştikleri yerler itibariyle Türklerdir.” Bu sözler kendisi için bir işaretti. Lâkin Türkiye’ye nasıl ve hangi para ile gidecekti?

Nihayet beklediği mânevi işaret geliyor. Bunun üzerine kendisini uzun zamandan beri konuk etmek isteyen Yanbu Kaymakamı Halil Paşa’nın davetine uyarak Kızıldeniz sahilindeki en önemli şehirlerden biri olup Medine’nin limanı sayılan Yanbu’a gidiyor. Bir müddet sonra da Paşa’nın yardımı ile bir imkân bulup Türkiye’ye doğru hareket eden bir gemiye binerek Hicaz’dan ayrılıyor. Seyyid Ahmed’in Medine’de ne kadar kaldığı, hangi tarihte Türkiye’ye döndüğü kesin olarak bilinmemektedir.

**


KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR

Genç Seyyid Ahmed, artık yalnızdı, babası Said-i Rükâlî Hazretleri’ni Mekke’de, Muallâ kabristanına bırakmış olması acısını hafifletiyordu Zira babasının, yüce ataları ile beraber olduğunu ve yüzlerce yıllık hasretin bittiğini biliyordu. Çocukluğunda, dedelerinin mübarek ayaklarının bastığı bu topraklar yerine niye Dağıstan’da yaşadıklarını hep düşünmüştü. Bu yüzden Dağıstan ile ailesinin bağının ne zaman ve ne şekilde kurulmuş olduğunu babası ona defalarca anlatmıştı.

Hazreti Muhammed’e bağlı yüce seyyidlerin Kaf dağının ardındaki hikâyesini öğrenmek için Derbend’in Dağıstan’ın başkenti olduğu zamanlara kadar inmemiz gerekiyor.

Derbend, Emevî hükümdarlarından Hişam (724-743) zamanında, Sasanî devletiyle yapılan bir savaş sonucu 728 yılında arapların eline geçiyor ve uzun yıllar İslâm dünyasının önemli bir sınır kalesi oluyor. Hişam’ın kardeşi Maslama, Derbend’de devamlı bir Arap hakimiyetini ve kültürünü kurmayı başarıyor, işte, bizim hikayemiz bundan sonra başlıyor.

Ecdadımızdan Seyyid Muhammed Cevâd Hazretleri (810-835), Derbend’den hacc görevini yerine getirmek için Mekke’ye gelen hacılar arasında bulunan “Şemâmet-ül Mağribî” lakabıyla anılan Şemame adlı bir hanımla evleniyor. Acem esirlerinden olduğu söylenen Şemame’nin “Ümmü Veled” adıyla da anıldığını görüyoruz.

Bu evlilikten 829 yılında Ali Hâdi adında bir oğulları dünyâya geliyor. Aradan yıllar geçiyor, Seyyid Ali Hâdi Naki (Askerî)’nin de 849 da bir oğlu oluyor. Bu yavruya Cafer el Hasan adını veriyorlar. Cafer el Hasan Hazretleri*nin lakabları “Mehdî” ve “Zeki” olduğu için kendisi Cafer Mehdî Zeki adıyla şöhret buluyor.

Olaylara açıklık kazandırmak için burada bâzı rivayetlere değinmek istiyorum.

Muhammed bin Ammar’dan nakledildiğine göre Seyyid Cafer Mehdî, babası Seyyid Ali Hâdi’ye ait aşağıdaki hikâyeyi anlatmıştır:

Onuncu Abbasî hükümdarı Cafer-el Mütevekkil Alellah (847), savaş zamanlarında başkent Bağdat’tan uzaklaştığı zaman, yerini vekâleten Abdullah hin Muhammed e bırakırdı Bu kimse, hükümdara Alı Hâdi Naki Hazretlerini, çekiştiren haberler yollayarak, yüce Seyyidi yok etme fikrindeydi

İmam Hazretleri bu durumdan haberdar olunca Mutevekkil’e yumuşak bir mektup yazarak Abdullah’ın kendisine karşı olan kütu niyetini haber verdi Hükümdar, bu mektup üzerine özür dilediğini bildiren ve kendilerini yanına davet eden bir cevap gönderdi. İmam Hazretleri, Yahya bin Herseme ile beraber yola çıkarak Samerra’ya geldi Burada Hân-ı Saâlik (Yoksullar Ham) denilen bir hana yerleştirildi

Bir başka rivayete göre Onuncu imam Ali Hâdi Naki Hazretleri’ne hürmet ederek imâmetini kabul eden ve onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin torunu ve vârisi olarak tanıyanların sayısının artması, Medine valisi Abdullah bin Muhammed Haşimî’nin dikkatini çekti. Vali, hilâfet merkezinde hatırının biraz daha sayılması, nüfuzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle kabul edilmesi düşüncesiyle, Halife Mütevekkil’e İmam Hazretlerinin güçlenen durumunun yarattığı tehlikeyi bildirmiş ve hükümdara yazdığı mektupta: “Mekke ve Medine’yi kaybetmek istemiyorsan Ali Hâdi’yi buradan aldırt .” demişti.

Valinin yazısı üzerine Mütevekkil, İmam Ali Hâdi Naki’nin evinde araştırma yaparak, neler olduğunu anlamak üzere. Yahya bin Herseme’yi kimseye duyurmadan gizlice Medine’ye gönderdi Yahya, Medine’ye varır varmaz geceleyin adamları ile imam Hazretlerinin evini bastı. Çoluk çocuk korkup feryad edince Yahya, korkulacak bir şey olmadığını, aldığı emre göre bir arama yapacağını söyleyip ev halkını yatıştırdı; İmam Hazretlerinin de yardımı ile ev arandı. Kur’ân nüshalarından ve duâ kitaplarından başka bir şey bulunmadı. Yahya olayı bir mektupla hükümdara bildirdi.

Mütevekkil, İmam Hazretleri’ni, devamlı göz altında bulundurmak amacı ile Irak’a davet etti. Gönderdiği mektupta Alioğullarının, Abbasoğulları ile yakınlığından söz ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu ve gelirlerse pek memnun olacağım bildiriyordu. Bu arada Medine valisini, kötü ve yalan haber vermesi yüzünden azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl’ı tayin ettiğini haber veriyordu. Bağdat’a gelmeleri için istiharede bulunmalarım; karar verirlerse Yahyâ bin Herseme ile yola çıkmalarım rica ediyordu.

İmam Ali Hâdi Naki Hazretleri, görünüşte pek saygılı olan bu mektuptaki isteğe uymazlarsa zorla götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarım tamamlayıp, aynı yıl, ev halkı ile birlikte Irak’a hareket ettiler.

Olayların bundan sonrasını, hâdisenin içinde bulunan Yahyâ bin Herseme’den nakledelim.

Herseme diyor ki “Bağdat'a vardığımız zaman, önce vali Ishak bin İbrahim’in yanma gittim Bana “Yahyâ, sen Mütevekkil i tanırsın, buraya getirdiğin imam Hazretleri Peygamberin torunudur, Halife'yi O’nu öldürtmeye kışkırtırsan, bil ki, düşmanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem olacaktır.” dedi Ben de cevaben “Vallahi ondan iyilikten başka bir şey görmedim, böyle bir şey yapmama imkân yok ” dedim Daha sonra Bağdat yakınlarındaki Samerra’ya gittim Maiyetinde bulunduğum Türk kumandan Vâsıl’ın yanma vardım O da bana vâli İbrahim’in dediklerinin hemen hemen aynını söyledi, onu da yatıştırdım. Fakat ikisinin de aynı fikirde oluşları beni şaşırttı.”

İmam Ali Hâdi Hazretleri, Bağdat’ta büyük bir törenle karşılandı. Fakat konaklamaları için kendilerine bir yer hazırlanmamıştı. Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini Samerra’da Hân-ı Saâlik (Yoksullar Hanı) denilen bir hana indirdiler. Bu hareket Ali Hâdi Hazretlerine gösterilen ilk saygısızlık ve adetâ ilk ihtardı.

İmam Ali Hâdi ve oğlu Cafer el Hasan, Mutasım’ın Samerra’da Türk ordugâhını yerleştirmiş olduğu Asker mahallesinde ikamet ettiklerinden “Askerî” lakabı ile anılırlar veya bu iki seyyidin ikisine birden “Askereyn” denilir.

Yahyâ bin Herseme’den sonra olayların devamını bu defa Salih ibni Saad dan dinleyelim, bu .

zât diyor ki.” Seyyid Ali Hadi Hazretlerini çok sıkıcı ve tehlikeli bir yer olan Hân-ı Saâlik’te gördüğüm zaman “Ey ulu Seyyid! Bu adamlar sizin yüksek kadrinizi bilmediler ve burada tutarak hapsettiler. Bu aşağılık kişilerin istedikleri, Peygamber soyundan gelenleri yok etmekten başka bir şey değildir. Keşke izin verseniz de tertemiz oğlunuz Cafer Mehdi Zekiyi dayıları Muhammed bin Ammar’a benimle gönderseniz. O zaman hiç olmazsa aileniz de korunmuş olur.” dedim. Bu sözümle Seyyid Ali Hâdi Hazretlerinin iznini alarak Yezid bin Esad, İbrahim bin Âdef, Haşim bin Şu’be ile birlikte Seyyid Cafer Mehdi Hazretleri’ni, Derbend’de bulunan dayıları Muhammed bin Ammar’a götürerek kendilerine teslime muvaffak olduk.”

Anlatılan olaylarda adı geçen Muhammed bin Ammar’ın kimliği ve ne suretle Seyyid Cafer Mehdinin dayısı olduğuna dair kısaca bilgi vermek istiyorum. Bu hususta mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın bir araştırma yaptığımı tahmin ediyorum.

Evvelce de açıkladığım gibi Derbend, Emevî hükümdarlarından Abdülmelik’in (720-724) oğlu Hişam (724-743) taralından işgal edildikten sonra, hükümdar, kızkardeşinin oğlunu (bu kimse aynı zamanda kumandanlardan biri olabilir) Derbend emiri tayin ediyor. Bu zâtın, Muhammed bin Ammar isminde bir oğlu. Hâdise isminde bir de kızı vardır. Hâdise, Derbend’den Medine’ye gelerek, Şemame ile Seyyid Muhammed Cevâd Taki Hazretleri ’nin oğlu olan Ali Hâdi Naki ile evleniyor Hu evlilikten 849 yılında Mekke’de, Cafer Mehdi dünyâya geliyor. Bu suretle Muhammed bin Ammar da Seyyid Cafer Mehdi Hazretleri’nin öz dayısı oluyor

Bence, Şemame ile Derbend emirinin bir yakınlığı olması da ihtimal dahilinde. Şemame, araplarca kullanılan bir isim olduğuna göre, onun Derbend’in yerli halkından olmasını mümkün görmüyorum.

İşte seyyidlerin Dağıstan’a yerleşmeleri bu suretle başlamış oluyor. Cafer Mehdî Hazretleri 933 yılında, o sırada bulundukları, Senebat şehrinde vefat etmişlerdir ki burası o zaman Horasan’a bağlı olup halen İran’ın doğu hududu içinde kalan Tus şehri civarındadır.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri “Menâzil-in Nücûm” adlı eserinde: Bu kasabanın doğru isminin “Seyyid Âbâd” olup Abbasî hükümdarları, Peygamber soyundan gelenleri gizli tutmaya şan ve şereflerini yok etmeye fırsat gözlediklerinden kasabanın ismini değiştirerek “Senebat” yapmışlardır, buyuruyor.

Bugün, Tus şehri, Meşhed’in hemen kuzeyinde tamamen harap olmuş, antik bir şehir haline dönmüştür. Burada ayakta kalan ve hâlâ canlı

ihtişamını sürdüren tek eser, Seyyid Ali Rıza Hazretlerinin (760-818) türbeleridir. Bu türbe, halen bütün İran halkının en önemli ziyaretgâhlarından biridir.

Cafer Mehdi Hazretlerinin Senebat’ta vefatlarından sonra seyyidler Horasan, Mısır ve Medine’de hayatlarını sürdürmüşler, ancak Seyyid İsâ Ahrar Hazretleri (1285-1348) tekrar Derbend’e yerleşmiştir. Bundan sonra Dağıstan ile bağlantıları uzun süre kesilmeden devam etmiştir.

Halife ünvanı ile kendilerini Yüce Rasulullâh’ın yerine lâyık gören hükümdarların halktan kopmuş bir halde, muazzam saraylarda debdebe ve dârât içinde yaşayışlarına, içki ve sefahat âlemlerine burada değinmek isterdim. Ancak, bu konuda yüzlerce cilt eser yazılmış olduğundan merak edenlerin bu kitaplara müracaat etmelerini tavsiye ederek ecdâdımıza revâ görülen zulüm üzerine Kaf Dağlarının ardına göçün ilk basamağı olan Samerra hakkında kısaca bilgi vermekle iktifa edeceğim.

Hârun Reşid’den itibaren Bağdat, Abbasî hükümdarları için tehlikeli bir muhit olduğundan Mu’tasım (833-844) Bağdat’ın 100 km kadar kuzeyinde Samerra ismi verilen bir şehir kurdurdu. Hükümdarın Türklerden meydana gelen hassa ordusuna tahsis ettiği ve hükümet merkezi yaptığı bu şehirde yüzbinden fazla Türk vardı.

Şehrin bulunduğu yer, aslında tarih öncesi devirlerden beri yerleşim merkezi olarak kullanılmaktaydı Müslümanlık öncesinden kalma Samerra adını, hükümdarlar bastırdıkları madenî paraların üzerinde dc kullanmışlar ve bunu “Surre men rea” (Gören hayran kalır) şeklinde yorumlamışlardır. Samerra’da 836-892 yılları arasında sekiz Abbasî hükümdarı yaşamıştır. Müslümanların kurduğu en büyük şehirlerden biri olan Samerra’da pek çok saray vardı. Yalnız Mutevekkil’in 24 saray yaptırdığı söylenir. Ayrıca şehirde birçok konak, hamam, cami, dükkan, cezaevi, askerî tesisler ve hanlar varmış İmam Ali Hâdi Hazretlerinin ve ailesinin bir nevî hapis gibi misafir edildiği yoksullar evi olan Hân-ı Saâlik, bunlardan biridir.

***

İktidar hırsı ve hevesi ile doğruluktan ayrılarak etrafına yaptığı zulüm ve haksızlıklar zamanla tarih sahifelerine geçince, o kimse ister şah ister padişah olsun hayırla anılmıyor. Saltanat tahtını çevreleyen riyâkârların iltifatı, iktidar ile kayıtlı olduğundan bir gün geliyor yapılan hareketler gerçek yüzü ile ortaya çıkıyor.

Bir zamanlar, Şam’ı kendilerine hükümet merkezi seçen Emevî hükümdarlarının Peygamber soyuna reva gördükleri muamele onların yıkılmasından sonra bu defa Abbasoğulları devrinde de azalmadan aynen devam etti. Peygamberimizin şerefli yolundan ayrılarak içki ve sefahat âlemine dalan zalim Abbasî hükümdarları, seleflerinden farklı olarak yaşamlarını gerçek müslümanların nazarlarından gizlemek ve herhangi bir ayaklanmaya karşı emniyetlerini sağlamak için yeniden inşa ettirdikleri Samerra’nın muhteşem saray ve konaklarında yaşamayı tercih etmişlerdi. Ama bu ihtişamdan, bugün toprak altında kalmış kalıntılardan başka bir şey görülmez. Ancak ortadan kaldırmak istedikleri Peygamber soyunun iki yüce imamı Ali Hâdi Naki ile Cafer Mehdî Zeki Hazretleri’nin türbeleri [3], bugün bir harabe halinde olan Samerra’nın yakınındaki Samiriye kentinde, İlâhî adaletin yüce bir tecellisi olarak bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadırlar.

İbret almak için tarih ne güzel bir ölçü, ne parlak bir ayardır insanlara. Ama, şair Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi şayet ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder mi idi?

Tarih boyu enbiyalardan ailemize kadar sürüp gidiyor haksızlıklar. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin Trablusgarp’a sürülmesi de aynı dramın bir başka sahifesi, bir başka bolumu değil midir?

İlim ile saltanatın, kalem ile kılıçın, haklı ile haksızın bu sinsi mücadelesi bundan böyledir kıyamete kadar devam edip gidecek Yalnız şu var ki “Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah”

***

XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetinde bulunan Dağıstan, asırlar boyu Moğol ve Tatarların saldırılarına uğramış ve nihayet İran’ın eline geçmişti. Bu dönemde şamhallık denilen küçük prenslikler kuruldu. XVI. yüzyılın ikinci yansında bunların bâzıları Rus koruması altına girdi. Dağıstan üzerinde sürüp giden İran, Rus ve Osmanlı çekişmeleri, 1813 de Rusya’nın bu toprakları ilhak etmesi ile neticelendi.

İşte böyle bir ortamda, Seyyidler Dağıstan’ın kartal yuvası dağlarını kendilerine vatan saydılar ve XV. yüzyıldan itibaren devamlı olarak Derbent’te yaşamaya başladılar. Daha sonraları Hazer Denizi’nden aşağı yukarı 10 km. mesafede, ovanın dağlarla birleştiği yerde Rükân köyünü kurdular. Ancak burası, Hazer’in kuzey-güney yolu üzerinde olduğu için güvenli değildi. Seyyid Mehmed Zâhid Hazretleri zamanında (1463-1538) Rükân yakınlarında, üç tarafı geçit vermeyen yüksek kayaların üstündeki düzlüklere yerleşmeyi tercih ettiler. Denizden 800 metre yükseklikte, bütün ovaya hâkim olan bu yeni yerlerine Rükâl adını verdiler Köyün kurulduğu düzlük, tahminen 400-500 metre batıdaki yüksek dağların ormanlarla kaplı dik yamaçlarına kadar uzanıyordu.

“Susmakta ve gizlenmekte hayat yoktur. Bilgi ve edep ancak halk ile ilişkide olup gizlenmekte değildir.” diyen Seyyid Mehmed Zâhid Hazretleri’nden itibaren, seyyidler bilgiye susamış olan halkı irşad için suskunluklarına son vermişlerdir Bilgi bakımından devirlerinin her zaman en üstünü olan seyyidler bazan vaazları ve nasihatları, bazan da - eserleri ile daima halkı irşad ve terbiye etmeye çalışmışlardır. Gençler, yalçın kayalıklarda av yaparlarken büyükleri halkı eğitir, bu suretle bir taraftan cengâverlik, bir taraftan da ilim yollarında örnek olurlarmış ora insanlarına.

Bu soylu kişilerin geçimlerini sağlamak için Hazar kıyılarında, Bâb-ül Ebvab yâni Derbend dolaylarında geniş düzlüklerde mer’alar ve memlahalar edindiklerini biliyoruz, insanlar ne kadar kolaylıkla hayâl kurabiliyorlar! Ben, ailemize ait olan tuz memlahalarını, İzmir’in Foça ilçesinde olduğu gibi, Hazer sahilinde deniz suyunun havuzlarda buharlaşmasından tuz elde edilen bir memlaha [Tuzla] gibi tahayyül ederdim 

Gerçeği seneler sonra öğrendim. Anlatılanlara göre Rukâl’de tuz, kasabanın birkaç kilometre güneyindeki bir tepenin eteklerinden çıkan yarım değirmen arkı miktarındaki sudan elde ediliyormuş Bu suyu “Lak” tabir ettikleri havuzlara alıyorlarmış ve kısa bir zaman içinde buharlaşan suyun altında, 30 santimatre kalınlığında, tuz kalıyormuş Bu tuzu Derbend’den ve civar köylerden gelenlere satıyorlarmış

****

Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Ehl-i Beyt unvanı ile anılan seyyidlerin, Hazreti Fâtıma’dan 40. torun olan Seyyid Ahmed Hüsameddin -Hazretleri’ne kadar olan soy ağacı, doğum ve ölüm tarihleri ile birlikte, aşağıda gösterilmiştir.

Hazreti Fatma aleyhisselâm

(608- 632)

Hazreti Hüseyin aleyhisselâm

(625- 682)

Seyyid Ali Zeynelâbidin

(658-712)

Seyyid Muhammed Bakır

(676- 732)

Seyyid Cafer Sadık 1

(699- 765)

Seyyid Mûsâ Kâzım 1

( 745- 799)

Seyyid Ali Rıza

( 760-S IS)

Seyyid Muhammed Cevâd

(SI0- S35)

Seyyid Ebû Cafer ALi Hâdi

(829- 867)

Seyyid Cafer Mehdi

( 849-933)

Seyyid Ebülkasım Muhammed

(867- 940)

Seyyid Abdülhâlik 1

(883-965)

Seyyid Abdullah El Katim

(952-1004)

Seyyid Muhammed Ebû Tayyib

(975-1018)

Seyyid Abdûlhâlik 2

(1010-1084)

Seyyid AJi Zeynelâbidin

(1033-1075)

Seyyid Ebünnecâ Hasan

(1055-1116)

Seyyid Ebû Abdullah Mûsâddık

(1095-1153)

Seyyid Kureyş Bin Muhammed

(1141-1209)

Seyyid Ebülmecd Abdullah

(1182-1249)

Seyyid Ebû Tahir İbrahim

(1235-1277)

Seyyid Ebül Abbas Abdullah

(1257-1330)

Seyyid İsâ Ahrâr

(1285-1348)

Seyyid Ebülhâşim Süleyman

(1307-1370)

Seyyid Ebû Ali Ahmed Bağdadî

(1354-1409)

Seyyid Ebül Avn Mustafa Ahrâr

(1369-1443)

Seyyid İsmail

(1398-1452)

Seyyid İbrahim

(1423-1501)

Seyyid Mûsa Kazım 2

(1442-1502)

Seyyid Muhammed Zâhid

(1463-1538)

Seyyid Cafer Zeki 2

(1490-1535)

Seyyid Dâvud

(1519-1606)

Seyyid Ebû Hamza

(1558-1597)

Seyyid Kasım

(1589-1643)

Seyyid Ebû Hâmid Hasan

(1611-1688)

Seyyid Ali Haydar

 

Sey’yid Muhammed Müştak

(1694-1775)

Seyyid Sefer

(1754-1824)

Seyyid Said  Rükâlî

(1788-1871)

Seyyid Ahmed Hüsameddin

(1848-1925)

Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

(1913-25 Mayıs 1996



MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ

Eğitimi için, 1860 yılında, babası ile beraber gelip bir süre kaldığı Türkiye’ye, bu defa kendine vatan edinmek üzere ikinci kez gelen Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Hicaz’da kaldığı yıllar içinde, bir araptan daha güzel Arapça, mesnevi yazıp şerh edecek kadar Farsça öğrenmiş, ünlü âlimlerin eserlerini okumuştu.

O, artık yüce isimlerin ve birçok lakapların sahibi olmuştu. Bunlar Sefer, Hüsameddin, Tevfik, Hamdi, Abdülgafur idi. Yüce ecdadından gelen şerefli seyyidlik mühründe: “Ni’merrefik Ahmed Tevfik” yazılı idi. Hakk kapısı fakirlerinin hizmetinde bir seyyid olduğunu bildiren “Hâdim’ül ilıkara min âl-i abâ” ifadesini genellikle mektuplarında kullanırlardı. Bazen de yazışmalarını sadece “Hamdi” ismi ile imza ederlerdi.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Medine’nin Kızıldeniz sahilindeki liman şehri olan Yanbu’da başlayan yolculuğu İzmir’de son buluyor.

Babasının vasiyeti üzerine Denizli'ye giderek devrin unlu sımalarından Hasan Fevzi efendiyi bulup kendini tanıtıyor Bu görüşmeden sonra Şeyh Hasan Fevzi efendi, müridlerinin yanında, büyük bir hürmet ile ayağa kalkarak yerini bu kerim Seyyid’e bırakıyor.

Seyyid Hazretleri bundan sonra Denizli’de fazla kalmayarak İsparta’nın ilçesi olan Uluborlu’ya gidiyor. Burada babasının dostlarından Şeyh Hacı Mustafa efendiye misafir oluyor.

Aradan aylar geçiyor... Hakikat ilmine hevesli kimseler bu kerim Seyyid’in etrafında pervane misali toplanıyorlar. O, bir taraftan onları eğitirken bir taraftan da ilim ve fennin değişik kollarına ait eserler yazmaya başlıyor. Hacı Mustafa efendi, kendisini bir öğrenci heyecanı ile izliyor. Bu ilim deryasından o da nasibi kadar bir şeyler almaya çalışıyor.

Hacı Mustafa efendi, bu genç âlimi misafir etmek şerefi ile yetinmiyor, onu baldızı Ayşe Sıdıka' hanımla evlendirerek yüce Seyyid’e yakın olma şerefini de kazanıyor

Seyyid Hazretleri, Ebul Haydar ismi ile de anılırdı. Zira dünyâya ilk gelen evlâdına Ali Haydar ismini vermişti. Bebek yaşında vefat eden bu ilk oğlunun ne zaman doğduğu vc ne zaman vefat ettiği kesin olarak bilinmemektir.

Hicaz ellerinde senelerce mücavir  kalan ulu Seyyid, Uluborlu’da onbir sene ikamet ettikten sonra, mübarek cedleri Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aldıkları mânevî bir emir üzerine, Ankara vilâyetine bağlı bulunan Sivrihisar’a gitmeye karar veriyor.

Bir rivayete göre Sivrihisar’a gitmeden önce Akşehir’e uğrayarak burada bir müddet kalıyor Ancak, Akşehir’e hangi tarihte gittiği ve orada ne kadar kaldığı belli değil. Bu ikameti bir de hikâye ile süsleniyor:

Bir gün hizmetinde bulunan kimseye “Üç kişi gelip beni arayacaklar; onlara rahlenin üzerindeki yazılı kâğıdı verirsin istirahate çekiliyorum, beni rahatsız etme.” diyor. Hakikaten bir müddet sonra üç kişi gelerek mübarek Seyyid’i soruyorlar. Yardımcısı olan kişi aldığı emri yerine getirerek biraz evvel kendisine gösterilen kâğıdı bu gelenlere veriyor.

Bu kimseler ellerindeki kâğıdı okudukça hayıflanıp dövünüyorlar bir yandan da “Biz çelebilerdeniz. Buraya âlim bir zâtın geldiğini işittik. Kendisini imtihan düşüncesi ile bir takım sualler hazırlamıştık. Ama şimdi senin verdiğin şu kâğıtla Seyyid Hazretlerine sormayı tasarladığımız soruların hepsinin cevaplarını bulduğumuz için utancımızdan yanıp yakınıyoruz ” diyorlar.

Sivrihisar'a geliş

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, hayatının önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek olan Sivrihisar’a 1882 (H.1300) yılında gidiyor. Aynı yıl dünyâya gelen ikinci oğluna Mehmet İsmetullah adını koyuyor. Sivrihisar’da bulundukları sırada Seyyid Hazretlerinin iki oğlu daha dünyâya geliyor. 1885 de Hasan Tahsin’in ve 1888 de Hüseyin Hüsnü’nün doğumları ile aile genişliyor.

O güne kadar hadis ilmi ile ilgilenen yüce Seyyid, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden: “Hadis ile ilgilenmeyi bırak, Biz sana Kur’ân’ı tevdi kılıyoruz; bu kitaptaki ledün ilmini[4] açığa çıkararak halkı bu ilme bilgili kıl.” meâlınde mânevî bir emir alıyor ve bundan sonra ledün ilmi üzerinde çalışmaya başlıyor.

Asırlar boyu, Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî, Konya’da Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Nevşehir’de Hacı Bektaş-ı Velî, Orta Anadolu’da bir sacayağı gibi ilim ve irfan üçgeni teşkil etmişlerdi Bunların aydınlattığı İlmiye merkezlerinden biri de Sivrihisar idi. Bu itibarla yerleşmek üzere bu ufak kasabayı seçmiş olan Seyyid Hazretleri bir müddet sonra müftü Hasan efendiyi ziyaret ederek camide den vermek için mu sadesini istiyor. "Beni burada tanıyan kimse bulunmaz, şayet siz teşrif ederseniz halk da rağbet eder” diyor.

Müftünün genç bir zâtın dersinde bulunması ilmiye mensuplarının dikkatinden kaçmıyor. Kısa zamanda bu dersleri büyük bir meraklı kitlesi izlemeye başlıyor Hayret! Tevhid ilmini şimdiye dek bu kadar genişliğine ve derinliğine hiç bir yerde okumamış ve işitmemişlerdi. Kimdi bu genç zât?

Nerede eğitim görmüştü?

Nereden geliyordu?

Bu sorulan müftü de kendi kendine soruyordu. Bu merakım gidermek için müftü bir gün kerim Seyyid’i evinde ziyaret ediyor, fakat bu defa daha büyük bir hayrete düşüyor. Zira, bu genç zâta yüce soya mensup, şânlı büyük bir seyyid olduğunu öğreniyor. “Bunu daha önce de hissetmeli idim" diyor. Çünkü bu zâttan o kadar güzel bir rayiha alıyor ki, bu kokunun hiç bir çiçekte olacağım zannetmiyor Ama ne de olsa müftü de insan İnsanoğlunun mayası zan ve şüphe ile yoğurulmuş İkinci ziyaretinde de aynı kokuyu alınca, bunun Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden akis ve intikal eden seyâdet rayihası olduğunu anlayarak kendisine inanıp bağlanıyor.

Bu hâdise Sivrihisar’da kısa zamanda duyuluyor Derslerinde bulunmak için herkes can atıyor Ancak, ilk zamanlar dersleri takip edenlerden özellikle İlmiyeye mensup kişiler arasında bu ilme karşı koyanlar oluyor. Çünkü evvelden işitmedikleri bir ilimdi bu. Bilmedikleri fen ve sanayie ait mânâlar vardı Kur’ân âyetleri içinde. Hattâ Allah Teâlâ’nın birliğini dahi anlayamadıkları bir tarzda ifade ediyordu bu zât. Camide Seyyid Hazretleri’nin anlattıklarına itiraz eden Sivrihisar'ın ileri gelenlerinden biri yıllar sonra, “Hakikatleri öğrenince önceki bilgilerimizin safsatadan ibaret olduğunu anladık.” itirafında bulunmuştur.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri Sivrihisar’da bulundukları süre içinde en mühim eserlerinden biri olan “Hakayık-ı Tecrid fi Menâzil-üt- Tevhid” adlı eserim Arapça olarak tamamlamışlardır.

Yüce Seyyid’in ünü Sivrihisar’ın sınırlarını aşmış, memleketin münevverleri bu yeni bilgileri almak için etrafını sarmıştı. İlmin şöhreti etrafa yayılır da cehaletin kin ve nefreti boş durur mu? Fesat sahibi bâzı kimseler, nefislerinin tahriki ile bu âlim ve fâzıl zâtı İstanbul’da Saray’a jurnal ediyorlar. İlim ve dinden habersiz bir şeyhin İstanbul’daki müridlerinden biri Yıldız Câmiindeki cuma hutbesinden sonra, Padişah’a hitaben ”Hilafet elden gidiyor.” diye bağırıyor. Daha sonra sorguya çekilen bu zavallı gafil “Bu zâtı tanıyor musun?” sorusuna karşı, “Tanımıyorum, yalnız işittim.” diye cevap veriyor “Bilmediğin kimseyi nasıl jurnal ediyorsun?” denilerek eline o devrin 20 kuruş değerindeki gümüş sikkelerinden üç tane veriliyor. İşi uzatmaması için, “Git hoca efendi, biz çaresine bakarız.” denilirse de vesveseli ve evhamlı bir padişah olan II. Abdülhamid, bu sözlerden şüpheye düştüğünden ihbar edilen bu zât hakkında bilgi toplaması için Ankara Vâlisine emir veriliyor.

Bunun üzerine işin tahkiki için Ceza Reisi Tayyib bey, Sivrihisar’a gönderiliyor. Tayyib bey etraftan soruyor, soruşturuyor, derslerine gidiyor; neticede bu Seyyid’in kendini ilme vakfetmiş olduğunu, hilafet gibi dünyâ işleri ile ilgisi olmadığım görüp öğreniyor. Kendisi ile tanışıp konuşmayı arzu ettiği için evine ziyarete gidiyor. Muhterem Seyyid misafirini güler yüz ve anlayışla kabul ediyor. Tayyib bey, nasıl yapsam da söylesem, diye düşünürken Seyyid Hazretleri "Tayyib bey oğlumuz, ben de Ankara'ya gitmek istiyorum, acaba size refakat edebilir miyim?” diyerek onun işini kolaylaştırıyor.

Tayyib beyin gelişi, soruşturması ve hele Seyyid Hazretlerinin Ankara’ya gideceği etrafta çabucak duyuluyor. Sivrihisarlılar ve civar köyler halkı onların geçecekleri yol boyuna çıkarak göz yaşlan içinde Seyyid’lerini, üstadlarını uğurluyorlar.

Tayyib bey ile birlikte Ankara’ya gelişlerinde Vâli Abidin Paşa tarafından Abdi Paşa nâmında bir zâtın evinde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin misafirden ikameti sağlanıyor. Arif bir zât olan Abidin Paşa, Tayyib bey ile yaptığı konuşmadan sonra kendisini daha iyi tanıyabilmek için Ankara eşrafından olup Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne mensup bulunan o zamanın âlim ve şairlerinden Galip beyi, Seyyid Hazretleri’ni ziyaretine yollar. Görüşme sırasında Seyyid Hazretleri “Galip bey oğlumuz! Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri sizi bize mânen emanet etti.” buyuruyor. Ziyaret sonrası Abidin Paşa’nın “Bu zâtı nasıl buldun?” sualine Galip bey, “Büyük bir âlim. İlim , mantık ve hikmeti kuvvetli, mübarek yüzlerinde seyyidlik nurunun parlaklığım gördüm.” demiştir.

Bundan sonra, Abidin Paşa[5]  hürmette kusur göstermeyerek kerîm Seyyid’i kendi konağında misafir ediyor. Çeşitli konularda risaleler ve yasa taşanları kaleme almış olmasına rağmen Paşa’nın esas merakı tasavvuftu. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerini evine davet ettiği günlerde Mevlânâ’nın Mesnevisini açıklama notları ile Türkçeye çevirme çalışmaları ile meşguldü. Bu büyük eseri açıklamada karşılaştığı güçlükleri Seyyid Hazretlerinden soruyordu. Abidin Paşa’nın “Ankaravî” nâmı ile yaptığı Mesnevi şerhinin üçüncü cildinde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin tercümeleri geniş yer tutar.

Aradan aylar geçiyor, Seyyid Hazretleri bütün bu meşgalelere rağmen evinden uzak olmanın sıkıntısını yaşıyor.

Karanlık yolda olanlar, karanlık işleri meslek edinenler aydınlığın nurundan her zaman korkmuşlardır. Zira bu nur, onların karanlık işlerinin bütün ayıplarını ortaya çıkarmaya ve karanlık fikirlerinin zehirlerini yok etmeye başlamıştır. Şu halde ortalığı kaplamış olan cehalet ve taassubun karanlığını aydınlatan bu ilim ve irfan güneşinin örtülmesi, bu kötü fikirli kimselerin at oynattığı meydandan çekilmesi gerekliydi. İlk teşebbüslerinin Ankara’da kırıldığını gören bu soysuzlar bu defa Abidin Paşa’yı da içine alan bir jurnal ile yüce Seyyid’i, Saray’a yine gammazlıyorlar. Ne tarzda bir iftira ve suçlama ile jurnal ediyorlar ki “Ölü veya diri İstanbul’a gönderilmesi” meâlinde gelen şifreli telgraftan Paşa çok üzülerek telaşa kapılıyor. Ancak Seyyid Hazretlerinin gösterdiği anlayış ve olgunluk karşısında teselli buluyor. Zira, Paşa yüce soya mensubiyeti sahih senetlerle tesbit ve tevsik edilmiş bulunan ve ilimden başka hiç bir meşgalesi olmayan bu kerim Seyyid’i, Emevî ve Abbasî hukümdarların yaptığı gibi kişisel çıkar ve mevki hırsı ile incitecek şekilde, Saray yardakçılarının emrine uyarak, İstanbul’a sevk etmek istemiyordu.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin teklifi bu müşkül duruma bir çözüm yolu gösterir. Paşa’ya “Uzun zamandır sizin misafiriniz bulunuyorum. Bu müddet içinde evden de uzak kaldım. Şayet müsaade buyuruyorsa evvelâ Sivrihisar'a gider, çocukları görür, oradan da İstanbul'a geçerim. Oraya varışımı Haydarpaşa’dan telgrafla size bildiririm” diyor.

Seyyid Hazretleri’nin konaktan ayrıldığını, fakat aradan bir kaç gün geçmesine rağmen İstanbul’a jandarma nezaretinde gönderilmediğini gören fesat ehli jurnalciler bu defa Abidin Paşa’nın makamına giderek hesap soruyorlar. Kaçmasına sebebiyet verdiği için bunun neticesinden sorumlu olacağını, kendisinin de bu hareketinden dolayı Saray’a hesap vereceğini söylemeleri karşısında Paşa öfkelenerek biraz önce eline geçen “Salimen İstanbul ’a geldim.” cümlesi yazılı telgrafı bu ahlâksızların yüzlerine vurarak onları makamından kovuyor. 

Ulu Seyyid, İstanbul’da doğruca Zaptiye Nezaretine [Osmanlı Devletinde bütün toplum güvenlik kuvvetlerinin bağlı olduğu bakanlık]  müracaat ederek geldiğini haber veriyor. Kendilerinin Cağaloğlu yokuşu üzerindeki bir misafirhanede kalmaları sağlanıyor. Birkaç gün sonra da Padişah’ın emri bildiriliyor: “Selâm-ı şâhânelerimi kendilerine tebliğ ediniz. Bursa’da ikametlerini uygun buluyorum.”

Bursa'ya yerleşme

1889 (H. 1305) yılı, Seyyid Hazretleri için hareketli bir dönem olmuştu. Şimdi de kısa bir süre kaldığı İstanbul’dan ayrılarak Bursa’ya gidiyordu. Ailesini de Sivrihisar’dan getirtmek için teşebbüste bulunmuştu.

Bursa’da, Maksem semtinde Pınarbaşı caddesi üzerindeki Çukurcami civarında üç dönüm kadar bir yer alıyor. Evvelce Sivrihisar’da yapılması düşünülen ev ve bir mescit ile bir toplantı salonu ahşap olarak inşa ediliyor.

Seyyid Hazretlerinin ünü kısa zamanda etrafa yayılıyor. Bursa’nın ileri gelen ulemasından Hacı Kara Yusuf, Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavizade Hacı Sadık efendiler gibi birçok ilim adamı zahir ve batın ilimlerini artırmak ve bu ilimleri manevî feyz ile ziynetlendirmek için pervânenin ışığa iştiyakı misâli etrafında toplanıyorlar.

Dağıstan mücahitlerinden Şeyh Şâmil soyuna yakınlığı olup Bandırma’ya göç etmiş bulunan ve Nâfia Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) köprü ve yol mühendisi olan Abdullah Hilmi efendinin büyük kızı Ümmü Gülsüm hanımı[6]  ikinci eş olarak seçiyor ve bu kararını iletmesi için Balıkesir ayanından[7]  Kırımlı Halil efendiyi görevlendiriyor. 1890 yılı baharında Gülsüm hanıma eşi olma şerefli pâyesini veriyor.

Gülsüm hanım, Seyyid Hazretlerinin kendisine, “Beni dünyâ işleri ile meşgul edin" dediğini söyleyerek bir lâtifesini hikâye ederdi. Günlerden bir gün kendini beğenmiş azametli bir hoca eve gelerek şeyh efendi ile görüşmek istediğini o sırada bahçede istirahat hâlinde olan Seyyid Hazretlerinin kendisine söylüyor. Yüce Seyyid hiç bozmadan “Bugün için hiç imkân yok, ancak yarın filân saatte gelirseniz kendisini ziyaret edebilirsiniz. Yalnız fazla konuşup rahatsız etmemek şartı ile." der. Seyyid Hazretleri’nin evinin bitişiğinde kerpiçten yapılmış iki katlı ufak bir evi olan ve kendi hâlinde yaşayan bir komşusu varmış. Bu evin giriş katı karanlık ve zemini toprak imiş. Ertesi gün Seyyid Hazretleri buraya bir yağ kandili astırıp, yere bir koyun postu serdirerek İçelli Mustafa efendiyi bu posta oturtuyor ve şeyhi görmek isteyen yobaz hoca gelince onu "Fazla rahatsız etmeyin” diye tekrar uyararak içeri alıyor. Biraz sonra Mustafa efendinin yanından çıkarken Seyyid Hazretleri’nin “Nasıl buldunuz?' sorusuna gerçek nuru göremeyecek kadar nasipsiz hoca “Hazâ şeyh, görmüyor musun dünyâsını terk etmiş.” cevabını vererek evden ayrılıyor.

Aradan aylar yıllar geçiyor; Seyyid Hazretleri etrafını ilim nuru ile aydınlatırken ev halkı da bu yeni muhit içinde daha mesut ve daha huzurlu bir hayat sürerek yavrularının yetişmesine gayret ediyorlar.

Burada Seyyid Hazretlerinin dünyâ görüşü ile ilgili kıymetli bir düşüncesine yer vermekte yarar var Ulu Seyyid’in ismini duyan üç kişi bir gün kendisini ziyarete gelirler ve sülûka girmek için izin isterler. Bir şeyhin yönetimi altında insanın Tanrı’ya ulaşmak için gerekli aşamalardan geçmesine sülük denilir. Bunun için, manevî âlemde, kalbde Tanrı nurunu görene kadar, 40 gün bir hücrede yalnız kalarak ibadet edilir Seyyid Hazretleri dört gün sonra, bu konuklarını yanına aldırarak kendilerine gitmeleri için izin verir.

İçlerinden birinin sülük süresinin 40 gün olduğunu, daha bu müddetin dolmadığını söylemesi üzerine Seyyid Hazretleri “Zamanımızda bir gün eski devrin on gününe eşittir. Evlerinize gidiniz, ailenizin nafakasını temin için çalışınız. Bu size 40 günden daha büyük sevab sağlar ” buyururlar Toplum için çalışmanın insanın kendisi için yapacağı ibadetten daha hayırlı olduğunun bir ifadesidir bu.

Bir söz vardır “Su uyur düşman uyumaz” diye. İşte, yurdun her yanını sarmış bulunan örümcek kafalı, zavallı yobaz ve fesat sahibi hocalar burada da şanı yüce bu ulu Seyyid’i rahat bırakmıyorlar Saray’a yeniden jurnal ediyorlar. Bir gün Bursa Valisi Münir Paşa[8], Seyyid Hazretleri’nin evine gelerek Padişah’ın acele İstanbul’a gelmeleri husûsundaki emrini bizzat bildiriyor. Sonra makam arabası ile evden alarak istasyona kadar kendine refakat edip İstanbul’a uğurluyor.

Kerîm Seyyid artık bu işlere alışmış, nereye baş vuracağını ve ne yapacağım biliyor. Müracaat ettiği Zaptiye Nâzın Şefik Paşa kendi odasının yanındaki odada bir müddet dinlenmelerini sağladıktan sonra Padişah’ın irâdesini bildiriyor. “Seyyid Hazretleri Trablusşam, Mekke ve Trablusgarp’tan hangisini arzu ederlerse oraya gidebilirler.” Bu tebliğata cevaben Trablusşam’ı istemediğini, Mekke’nin çok sıcak olması nedeni ile küçük çocukları olduğu için elverişli olmadığını ileri sürerek Trablusgarb’ı kabul ettiğini bildiriyor.

Bu olaydan kısa bir müddet önce yeni eşi Gülsüm hanım ile Seyyid Hazretleri arasında şöyle bir görüşme geçiyor: "Ceddim Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ın mânâsını açığa çıkarmamı bana mânen emrettiler. Bunu bir arap ülkesinde yapacağım. Sen de benimle gelir misin?" diyorlar. Genç eşinin “Efendim, siz nereye giderseniz ben de ‘ orada sizin hizmetinizde olacağım.” samimî cevabı üzerine “Orada sana bir de arap kızı alırım”. şeklinde latife ediyorlar.

Yukarıdaki görüşmeden de anlaşılacağı üzere kerîm Seyyid’in Kur’ân çalışmalarının bir arap ülkesinde olacağı mânen kararlaştırılmıştı. Padişah’ın iradesi mânen verilmiş olan bu karan zahire çıkardı, Cenâb-ı Hakk, bâzı kimselere gönül üzüntüsü çektirmek ve günaha sokmak için böyle olayları vesile eder.

Seyyid Hazretleri, 1897 (H.1313) yılında ailesini Bursa’da bırakarak Canik vapuru ile Trablusgarb’a doğru İstanbul’dan hareket ediyor.

Seyyid Hazretlerini oradaki makama teslim etmek üzere refakatçi olarak bir memur görevlendirilmişti. Gemi, İzmir limanındayken cuma namazı için ezan okunduğunu duyan Seyyid Hazretleri refakatcısına namaza gitmek üzere gemiden ayrılmak istediğini söylerse de buna izin verilmez. Ancak, Trablusgarp'a gidinceye kadar geçen sürede görevli bu kimse, Seyyid Hazretleri’ni yakînen tanımak fırsatını bulur; gördüğü fevkalâdelikler karşısında kendisine bağlanır ve hizmetlerinde bulunmak için daha sonra görevinden ayrılarak Trablusgarp’da kalır.


TRABLUSGARP YILLARI

Turgut Reis’in 1551 yılında feth ederek Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanat döneminde Osmanlı İmparatorluğu’na bağladığı Trablusgarp, Akdeniz’in önemli bir liman kenti idi. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri 1897 de Trablusgarp’a ayak bastığında evvelce muhtar bir yönetimi olan bu bölge son 45 yıldır doğrudan İstanbul tarafından idare ediliyordu. Gözden ırak ve Saray’ın tam kontrolü altında olduğundan sürgün için en uygun yerlerden biri idi.

Seyyid Hazretleri deniz kenarında bulunan ve şehrin en mutena semtinde olan Mizran caddesi üzerinde ve Fransız Konsolosluğunu yakın bir eve yerleşti. Bu cadde, bugün şehir merkezi kabul edilen Yeşil Meydan’a açılan yollardan biridir. Eve devlet tarafından tahsis edilmiş bir lojman mıydı yoksa kira ile mi tutulmuştu bilmiyoruz.

O tarihlerde Trablusgarp Valiliğinde, vekâleten Recep Paşa (Debre 1842-İstanbul 1908) bulunuyordu. Ancak o da bir sene önce Trablusgarp Fırkası Kumandanlığı ve vali vekilliği görevi ile buraya sürgün olarak gönderilmişti. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’ni büyük bir anlayışla karşılamış, kendilerine hürmette kusur göstermemiş ve çok yardımcı olmuştur. Zira, fazla vatanperver veya ilim, fazilet ve erdemi ile toplum üzerinde etkisi olan kimseler o devirde, sürgün ediliyor, yaltaklanarak jurnalcilik edenler ile etliye sütlüye karışmayanlar da memlekette kalıyorlardı. Bu itibarla sürgündeki biri için, peşin yargı ile “Vatanperver” denilebilirdi.

Seyyid Hazretleri’nin eşine yazdığı ilk mektubuna ilâve ettiği ve:

“İftirâkın mezceder mektuba gözyaşım benim”

“Şimdi firkat derd-i gamdır yâr-ı yoldaşım benim”[9]

mısraları ile başlayan şiiri, eşi Gülsüm hanımın biran önce Trablusgarp’a gitmesi için karar almasına sebep oldu.

Seyyid Hazretleri’nin 15-16 yaşlarında olan büyük oğlu Mehmet İsmetullah, Türkiye’de kalmayı tercih ederken kardeşleri Hasan Tahsin ve Hüseyin Hüsnü babalarının yanına gitmeyi arzuladılar. Gülsüm hanım, 6 yaşındaki oğlu Ali Rıza ile henüz iki yaşında olan küçük oğlu İbrahim Hakkı’yı yanma alarak dört çocuk ile İstanbul’dan ayrıldı. Aileyi bu uzun yolculukta yalnız bırakmak istemeyen, Seyyid Hazretleri’nin muhiplerinden ve Balıkesir ayanından Halil efendi de kendilerine refakat etti.

O günlerde Trablusgarp’a hareket edecek bir İtalyan şilebi olduğu öğrenilince, bu seyahat için acentaya müracaat ediliyor. Ancak yük gemisi olduğundan kadın ve çocuk yolcu almak istemeyen kaptan, durum kendisine anlatılınca bu özel yolcuları kabul ederek kendi kamarasını da onlara tahsis ediyor. Ayan Halil efendi, bu kıymetli ailenin güvenliği bakımından geceleri şiltesini kamaranın kapısının önüne serermiş.

Gemi iş icabı Malta limanına uğrayarak bir kaç gün kalıyor. Bu arada, bir defa da, Gülsüm hanım, çocuklarla karaya çıkıyor. Bu onlar için büyük bir değişiklik oluyor. Sonraları bu kıraç adadaki izlenimlerinden en ilginci olarak sütçülerin önlerine kattığı üç beş keçiden, isteyenlere sağarak hemen süt sattıklarını anlatırlardı.

Gülsüm hanımla çocukların Trablusgarp’a varmalarından bir müddet sonra İstanbul’da bulunan Mehmet İsmetullah da Saray tarafından mecburî görevle Bitlis’e gönderiliyor.

Hani bir söz vardır, âşıka Bağdat sorulmaz, diye; sonraları, Türkiye ile Trablusgarp’ın arası komşu kapısı oluyor dostlar için. İlmin nuruna koşuyor aşıklar. Günlerce süren deniz yolculuğunun yorgunluğu, kavuşmanın özlemi içinde eriyip gidiyor. Maşukunun potasında yok olmaktan daha tatlı bir şey düşünülebilinir mi hakikî âşık için? Vuslatın bir ânı, bin gecenin niyazından evlâ idi aşk ehline.

Bu muhabbet kapısının eşiğine yüz süremeyen âşıklar da kalplerinin feryadım gönüllerinin ahenkli ifadeleri ile belirtmeye çalışıyorlardı. Bunun güzel bir örneği olarak, Said efendinin Trablusgarp’a gönderdiği manzum bir mektubu aynen alınmıştır.

Tebessümle serâser kâinatı busitan eyle

Teveccühle dil-i gam perverânı gülistan eyle

Mübarek payini mes eylesin vechim şereflensin

Beni lütfen der-i devlet medare asitan eyle

Sebat etsin yolunda kat kat olsun cism-i bî tâbım

Beni irfan saray-ı hazretinde nerdüban eyle

Kabulü tair-i kutsî aşkına kabiliyet ver

Dil-i zân o murg-i nazenine aşiyan eyle

Veli nimetim, pirim, efendim, kân-ı irfanım

Bu mağmumu, husul-ü nisbetinle kâmran eyle

Ölürsen de tebaüd etme pirin asitamndan

İkametgâhı piri kendine dâr-ül emân eyle

Öpüp destin açık güller gibi çâk-ı giriban et

Huzûr-u pirde ey nâme nâmım dermeyan et.

 

Şiirin günümüz Türkçesine çevrilmiş şekli şöyledir:

 

Gülümseyişinle kâinatı baştan başa çiçek bahçesi yap

Yüzünü çevirip bakarak gamlı gönülleri gül bahçesi yap

Yüzüm uğurlu ayağına dokunsun şereflensin

Beni lütfen mutlu evinin kapıcısı yap

Kuvveti kalmayan bedenim senin yolunda sebat etsin de

Onu, yüce bilgi sarayında merdiven yap

Kutsal aşkına doğru uçanı kabul et ona yetenek ver

Ağlayan gönlümü o nazlı kuşa yuva yap

Sahibim, pîrim, efendim, bilginin pınarı

Bu gamlı kişiyi yakınlığınla mûradına eriştir

Ölürsen de pîrin kapısından uzaklaşma

Pîrin oturduğu evi kendine kurtuluş evi yap

Elini öpüp, açmış güller gibi yakam yırt parçala

Ey mektubum, pîrin yanında adımı hatırlat.

***

Hislerini böyle güzel dizelerle ifade edemeyen, henüz tanışmak mutluluğuna ve şerefine bile erişememiş olan bâzı muhipleri ise bu yüce Seyyid’e mektup yazarak kendilerini hatırlatıyorlar veya sorunları hakkında O’na danışıyorlardı.

Bunlardan biri de Hasan Basri efendidir. Subay olarak görevli bulunduğu Gelibolu’da, Seyyid Hazretleri’nden aldığı feyz ile çevresindekileri aydınlatmayı kendine vazife bilmiş olan Gelibolu müftüsü vasıtası ile bu ulu Seyyid’i tanımak şerefine erişmişti. Bir gün Ayıntab’a (Gaziantep’e) tâyini çıkınca, bu hususta izinlerini almak üzere Trablusgarp’a bir mektup gönderir. Aldığı cevapta gitmesi tasvip ediliyor ve "Oraya gidip bizi temsil edeceksiniz. Sizi Kavaklı mevkiinde karşılayacaklar” buyuruluyordu. Bunun üzerine Hasan Basri bey ve ailesi vapurla İskenderun’a ve oradan da at arabası ile Antep’e hareket ederler. Şehre 3-4 km. kala arabalarının önüne çıkan iki kişi onlara “Hoşgeldiniz” diyerek karşılar. Hasan Basri efendi bu yabancılardan bulundukları yerin adının “Kavaklı” olduğunu öğrendiğinde, Seyyid Hazretlerinin mektubu aklıma geliyor ve bu büyük mânevi güç karşısında bir kere daha hayrete düşüyor.

O     iki kişi aileyi şehre götürerek yerleşmelerine yardımcı oluyorlar.

Antep’de 7 sene kalan Hasan Basri efendi, bu süre içinde büyük bir topluluğa Seyyid Hazretleri’ni tanıtmak fırsatını buluyor. Kendileri ile tanışmaları ise ancak 1908 yılından sonra gerçekleşiyor.

***

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Resulullah’dan aldığı mânevî emir ile bütün çalışmasını Kur’ân üzerinde yoğunlaştırdı. Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi üzerine Amme cüzünden başlayarak Kur’ân’ı tevil sûreti ile kaleme almaya başladı. Trablusgarp’da bulundukları 11 sene içinde on cilt olan bu büyük eserden başka “Lem’at-ül Âfak fi Zuhur-u vel İşrak”, “Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniye”, “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî”, “Zübdet-ül Makal fî Kevnî vel Hayâl” gibi isimleri tesbit edilen kitapları yazmıştır. Adlarını, maalesef bugün bilmediğimiz diğer el yazması kitapları ile birlikte bu mühim eserlerin hemen tamamı, Fatih yangınında yanmıştır.

Seyyid Hazretleri daha önce olduğu gibi Trablusgarp’da bulundukları yıllarda da kendisine mânen tevdî edilmiş olan bu yüce ilmin, bütün İslâm Alemi’ne yayılması emeliyle, münevver zâtları kendi fikir ve düşünceleri yönünde eğitmiş ve bu şekilde bu ilmin geniş halk kitlelerine ulaşmasına gayret etmiştir.

Gerçek ilmi arayan faziletli kimseler Sivrihisar, Ankara ve Bursa’da olduğu gibi burada da Seyyid Hazretleri’nin derslerine ve sohbetlerine devam ederek bilgilerini olgunlaştırma imkânı buluyorlardı. Bu erdemli kimselerden kerîm Seyyid’in teveccühlerini kazanan bâzıları, kendisini temsil görevi ile şereflendirilmişlerdir ki bunların isimleri “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adlı eserde yer almaktadır.

Yurt içindekiler hariç, bu ilmi İslâm Alemi’nde yaymakla görevlendirilmiş olanların isimlerini, Seyyid Hazretleri’nin geniş çevrelerine bir örnek olarak vermek istiyoruz:

Mekke: Reis-i müderrisin Şeyh Seyyid Abdülkerim efendi

Medine: Kelâm ilmi konusunda birçok telif eser sahibi olan Dağıstanlı Abdülkerim efendi

Dağıstan: Tabasaran’da, Zerdek nahiyesinde meşhur ulemâdan olup “Beyt-ül ilim” adı ile tanınan Hacı Said efendi; Müderris ve kadı Seyyid Kâzım efendi; Abdülkadir efendi; Müderris Hacı Muhammed-ül Kerûkî, Kadı Muhammed-ül Mihrâkî; Hacı Mikâil Makâtırî; Kadı Seyyid Pir Mehemmet; meşhur ulemâdan Necmeddin Avârî, Şeyh Ali Segûrî, Hacı Nasrullah Kubavî; Hacı Abdurrahman Ejderham, Türkistan: Ulemâdan Abdükkadir Kaşgarî, Çin vaizi Seyyid Tahir

Çin Türkistanı: Abdüllatif el Tarkânî, Said Niyazi Ahunda

Semerkent: Şeyh Hacı Şakir efendi

Lokçin: Hacı Abdülbârî ve Sadık Hatatî efendiler,

Harbin, Mançurya: Şeyh Abdurrahman Mukden,

Mançurya: Şeyh Ahmed efendi

Hindistan: Rampur hâkimi Seyyid Mücteba Han

Tunus: Meşhur âlimlerden Tunus kadısı Şeyh İsmail Safahihî

Trablusgarp: Şeyh Hasan-ül Üveyda

Fas: Şeyh Ahmed, Şeyh Hacı Muhammed Şenikıytî

Seyyid Hazretleri irşad görevini, bu seçkin kimselere ya şahsen sözlü olarak ya da bir mektup göndererek veriyorlardı. Örnek vermek üzere bu mektuplardan bugün elimizde mevcut olan birini, günümüz Türkçesi ile sadeleştirerek kitabımıza ilâve ettik.

“Ruhlar âleminden inen yüce ruhlar, ruhların ve meleklerin âlemi olan gayb âlemi göklerinde Allah’ın istediği kadar bekler ve ilâhı kudret ile bezenirler. Cenâb-ı Hakk onlara zerrelerden teşekkül eden bir vücııd ile belirir. Onlar kulluk ve rablık zevkini tadarlar. Ezelî ilim ve akl-ı kül (Hakikat-ı Muhammediye) dediğimiz o âlemdir.
O âlemde Cenâb-ı Hakk Hazretleri hitab etti; “Elestü bi rabbikiim” (Allah’ın rûhları yarattıktan sonra “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” dediği zaman insanların yaradılış başlangıcı oldu.  işte bu tek seslenişten melekûtî vücud âlemi sarsıldı ve ayrıldı Kimisi isbat kimisi nefi yâni cemal ve celâl yollarını aydınlattılar. Bunlar Allah’ın melekûtî bir fiiline ulaşıncaya kadar bu dehşet kendilerini var veya yok etti ki ölü gibi o âlemden bu imkân âlemine indiler ve burada yetişme ve olaylarla karşılaştılar. Bu dünyâya ait sebeplerle insanlık âleminde vücûda geldiler. Bu iniş ve bu geliş şefkatli annenin terbiyesi altına kadar sürdü. Buraya kadar kendi seçimimiz elimize verilmediğinden mâsum idik. Cenâb-ı Hakk’ın ezelde istidadımıza vermiş olduğu bilgi ve ahlâk güzelliği bakımından olgunluğa ve Rabbani sıfatlarına eriştiğimiz zaman, bu erişme bizi akıl ve idrâk ile mahkûm ve mükellef kıldı. Bu mükellefiyet de Hakk’a dair bilgi elde etmektir. Cenâb-ı Hakk, İlâhî isimler ve sıfatların tekazası ile elimize, bu kudretin tasarrufuna güç verdi. Bize nisbetle- (yukarıda sözü edilen,) bu takdir, meydana çıkarma ve biraz düşünerek anlama yeteneğinin kullanılması bizim cüz'ı irâdemize havale olmuştur. Bunlar için Cenâb-ı Hakk, akıl ve İlâhi isimlerin analılarını da cüz'i irâdemize vermiştir. Biz eşyada ilâhî isimler He Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını müşahede ve bu sıfatlarla Zât’ına ulaşmak ve Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, bütün yaratılmış olanlarda görerek “Eşhedü en lâ ilâhe illallah" yüce kelimesi ile Cenâb-ı Hakk'ı isbat ettik. Eşyada bu işin elde edilmeye uğraşılan neticesi olan Külliye-i Muhammediyye’yi "Levlâke levlâk lemâ halak-tül eflâk” (Ya Muhammed sen olmasaydın sen, felekleri yaratmazdım ben) kurtarıcı cümlesinin aynasında gördük. "Ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah " dedik. Asıl kastedilen de İlâhî isimlerden ve eşyadan Cenâb-ı Hakk'ı müşahede ederek insanın kendini görmesidir       
Seyyid Ahmed Hüsameddin"
Trablusgarp; 18 Nisan 1320 (M.1902/1903)

** *

Seyyid Hazretlerinin Trablusgarp’a geldiklerinden bir sene sonra 1898 de bir kızları dünyâya geliyor. Evlâdları arasında biricik kızı Fatma Zehra’nın tahsil ve terbiyesi ile bizzat kendisi meşgul oluyor. Ona, Türkçe ve Arapçayı en güzel örnekleri ile öğretiyor. Seyyide Fatma Zehra, İstanbul’a döndükten sonra 11-12 yaşlarında iken babalarının “Hakayık-üt Tecrid fî Menazil-üt Tevhid” adındaki tevhid ilmi ile ilgili ve ağır bir ifade ile yazılmış Arapça eserinden yaptığı güzel tercüme ile her iki lisana olan bilgisini kanıtlamıştır.[10]

1902 senesinde aileye bir ferd daha katılıyor. Seyyid Hazretleri, yeni doğan oğluna Mehmet Cevat adını veriyorlar.

Ailenin gençleri tahsillerine evde devam ederlerken, Trablusgarp’a geldiği zaman 12 yaşında olan Hasan Tahsin eğitimini tamamlamış aradan geçen 5 sene içinde yetişip delikanlı olmuştur artık. “Baba ekmeği sonsuza kadar yenmez, çalışmak lâzım.” diyerek bir gün Posta İdaresinde bir iş buluyor. Babasının iznini aldıktan sonra göreve başlıyor. Kısa bir süre Bingazi’de Sirte körfezi civarında çölün ortasındaki bir telgraf ara istasyonuna bile gönderiliyor.

Seyyid Hazretleri, Bursa’da iken eşi Gülsüm hanıma vaad ettiği gibi çocuklara bakmak üzere Fatma adında, 13-14 yaşlarında Sudanlı bir kız alınmasına izin veriyor. Gülsüm hanım bir gün Fatma’nın Arapça bir şeyler mırıldanarak namaz kıldığını görüyor. Ancak söylediği sözlerin Kur’ân olmadığını fark ediyor. Dikkatle dinleyince Fatma’nın şöyle dediğini işitiyor: ’Fatma Allah’ı sever, Allah Fatma’yı sever.” Durumu anlattığında Seyyid Hazretleri "Bir şey demeyin ona, bırakın istediğini söylesin. Onun içten gelen bu niyazı Allah'ın indinde makbuldur.” buyuruyor. Türkiye’ye dönerlerken Fatma’nın ailesi kızlarını yollamak istemediklerinden, Gülsüm hanım Sadâkat adlı başka bir Sudanlı kızı yanında getiriyor.

**

Vâli Recep Paşa her fırsatta Seyyid Hazretleri’ni ziyarete geliyor, ilme ve fenne dair uzun uzun görüşmeler yapıyorlar. Ziyarete gelenler arasında Fransız Konsolosu da vardır. Bir gün eşyanın tabiatta dengesi konusu görüşülürken Seyyid Hazretleri, hareket eden her cismin, bir nokta üzerinde bulunsa dahi, denge sağlamasının mümkün olacağını bildiriyor ve dönen bir topacı örnek gösteriyor. Konsolos ise en az üç noktadan temas etmeden bunun mümkün olamayacağını savunuyor. Aradan zaman geçiyor, bu yabancı dost senelik iznini geçirmek üzere memleketine gidiyor. Döndükten sonra yaptıkları bir görüşme sırasında, Seyyid Hazretlerine “Hakkınız varmış, denge üzerindeki fikirlerinizin bisikletlere tatbik edilmekte olduğunu gördüm; olabiliyormuş.” diyerek geliştirilmiş olan bisikletlerin iki tekerlek üzerinde denge sağladığını anlatmış. Bir gün Konsolos, Recep Paşa’ya “Bizim memlekette olsa bu zâtın heykelini dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var ki, ilim ve faziletinden yararlanmayı düşünmeyerek kendilerini buraya sürgüne yollamışlar.” sözleri ile hayret ve üzüntüsünü bildiriyor.

Recep Paşa bir gün Seyyid Hazretleri ni ziyarete gelerek, gizleyemediği bir heyecanla, yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın dünyâya çarpmasının gün meselesi hâline geldiğini ve halkın büyük bir panik içinde olduğunu söylüyor. Bu işin aslını, çarpma olayının dünyâ ve insanlar üzerindeki tesirinin ne olabileceğinin açıklamasını rica ediyor.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Recep Paşa’ya, konuyu çok ilginç bir şekilde açıklayarak şu cevabı veriyor: "Kuyruklu yıldızın dünyâya yaklaşmakta olduğu doğrudur. Ancak neticesi Avrupalıların korktuğu gibi olmayacaktır. Dünyâmız müdebbirdir. Yâni kendisine gelecek kötülükleri defedecek kadar güce sahiptir. Arzın iiç[11] hareketinden biri olan "Câzibe ” (çekme) kuvveti gibi "Dafıa " (uzaklaştırma) kuvveti dc vardır. Hu felâket korkusu yersizdir. Yalnız, bu olaydan kısa bir müddet sonra fırtına, yağmur, sel gibi olaylar olabilir. Dikkatli bulunulması lâzımdır

İkna edici bu açıklama karşısında Recep Paşa, münâdiler yâni tellâllar ile halka kuyruklu yıldızın dünyâya dokunmayacağının anlaşıldığını, hiç kimsenin heyecana kapılmamasını, işleri ile meşgul olmalarını ilân ettiriyor.

Aradan zaman geçiyor nihayet 8 Eylül -25 Kasım 1908 tarihleri arasında dünyâya yaklaşan kuyruklu yıldızın geçmesinden 48 saat sonra büyük mal ve can kayıplarına sebep olan meşhur Trablusgarp seylabı oluyor.

Bu olay sonraları nakledilirken sözü edilen kuyruklu yıldızın “Halley” kuyruklu yıldızı ile karıştırıldığı görülmüştür. Ancak 76 yılda bir dünyâya yaklaşan Halley, 1910 da dünyâya çok yakın seyretmiş ve halk arasında korku ve panik yaratmıştır.

Seyyid Hazretleri'nin o günlerde yazdığı ve gelecekteki olaylara işaret eden şiiri çok ilgi çekicidir

İçeri gel anlar isen söylenen irfana bak
Hal diliyle bana bir bir nutk eden hayvana bak
Zâhir efrenç görünür, gizlidir a’dâ-i din
Hakk yolunda dembedem zebholan kurbana bak
Rumeli etmez itaât böyledir encâm-ı kâr
Anadolu cânibinde hem olan isyâna bak
Hazret-i Kur’ân-ı şer’in gayri bir fetvâ kamu
Her biri bir zulmü müntıc emrolan fermana bak
Ehl-i diller hep sükût üzre kamusu münzevî
Başım hırkaya çekmiş şol yatan aslana bak
 “Mim-i gavrâ”da zuhûr eyler o zât-ı muhterem
Dikkat eyle, “iftâh aynek” görünen seyrâna bak Gayretullah zâhir olmakda zuhûr ile heman
Hazret-i Kur’ân yüzünden şol yatan aslana bak
Ey Ahmed Hüsameddin! Hazret-i hallâk dergâhı
Hüdâ
Hâlik-i kevnü mekân kudret-i yezdâna bak

Şiirin bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirilmiş şekli aşağıya alınmıştır. Bu şiirde “Mim-i gavrâ” ifadesi, ebced hesabına [12]göre, Mâlî yâni Rûmî takvimde 1297 tarihini gösterir ki bunun Milâdî takvimde karşılığı 1881 dir.[13]

Şiirin Türkçesi de şöyledir:

Eğer anlarsan içeriye gel söylenen gerçeğe bak

Bana kendi hâlince nutuk atan hayvana bak

Avrupalı görünürse de, din düşmanı gizlidir

Allah yolunda boğazlanan kurbana bak

Rumeli boyun eğmez, işin sonu böyledir

Anadolu tarafinda çıkacak olan isyâna bak

Kur’ân-ı Kerim’in İlâhî emirlerinden başka bir emir

Ki her biri haksızlık ve kötülükle sonuçlanan

Pâdişâh emrine bak

Gönül ehli olanların hepsi susmuş ve bir tarafa çekilmiş

Ancak başım hırkasına çekmiş şu yatan aslana bak

 “Mim-i gavrâ”da meydana çıkar, o saygıdeğer insan

Dikkat et, gözünü aç, görünene bak

O   zâtın zuhûru ile Allah'ın gayreti görünecektir

Hz. Kur’ân yüzünden şu çıkan isyâna bak

Ey Ahmed Hüsameddin, yüce Yaratan’a, Allah katına Bütün varlıkları yaratana, Allah’ın yüce kudretine bak

***

Yüce Seyyid bir gün eşi Gülsüm hanıma "Bu günlerde memlekette büyük bir olay patlamak üzere. Bu yüzden seni Cevâd ile birlikte Priştine'ye babanın yanına yollayacağım. İsmet, Bitlis’te; Cevâd, Rumeli ’de; ben de Trablusgarp 'da olacağım; bir sacayağı gibi. Bu olay ya Anadolu'nun doğusunda olacak ki İsmet oradadır, yahut da Rumeli'de; Cevâd’ın orada bulunması lâzım. Geç kalmadan bir an evvel hareket edin." buyuruyorlar.

1907 yılının sonlarına doğru, henüz beş yaşındaki küçük Seyyid Mehmet Cevâd, annesi ile birlikte Kosova’nın güzel bir kenti olan Priştine’de görevli bulunan dedesi Abdullah Hilmi efendinin yanına gidiyor. Nitekim birkaç ay sonra Rumeli’de çıkan olaylar büyüyerek yayılmaya başlıyor ve nihayet 23 Temmuz 1908 de II.Meşrutiyet’in ilânı ile imparatorluk yeni bir döneme giriyor. Padişah sürgündekileri affetmek zorunda kalıyor.

Recep Paşa’yı getirmek üzere gönderilen özel gemi ile Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de evlâdlarıyla birlikte 11 sene sonra İstanbul’a dönüyor. Kendisini sevenlere kavuşmanın sevinci, kısa bir müddet sonra, iki üzücü olay ile gölgeleniyor. Ankara’da tanışıp evinde misafir olduğu Abidin Paşa’nın vefat haberini öğrendikten kısa bir zaman sonra Trablusgarp’daki yakın dostu Recep Paşa Harbiye Nâzırı olduktan üç gün sonra vefat ediyor.

Recep Paşa’nın memlekette müsbet ilmin yayılması; halkın cahil hocaların elinden kurtarılarak İslâmiyetin gerçekleriyle aydınlatılması ve hurafelerden temizlenmesi konularındaki düşünceleri, Trablusgarp’da Seyyid Hazretleri ile yaptığı uzun sohbetlerde, O’nun görüşleri doğrultusunda şekillenmişti. Ne yazık ki bunları gerçekleştirecek ortamı bulmasına kader fırsat tanımadı.

Seyyid Hazretleri'nin hayatında yeni bir dönem başlıyordu. Trablusgarp’da büyük emeklerle yazdığı eserlerini, şimdi kendi halkına sunacaktı.

***


İSTANBUL’A YERLEŞME

Bâzı işlerini düzenlemek üzere İstanbul’da üç hafta kalan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, daha sonra 11 sene ayrı kaldığı evinin onarımını yaptırmak için Bursa’ya gidiyor. Seyyid Hazretlerinin özenle yaptırdığı evine ayrı bir güzellik katan ve burcu burcu şimşir kokan bahçe, bir lüleden içine Pınarbaşı suyu akan küçük havuz, küçük avluda sahanlığına merdivenle inilen kuyu ve arka bahçedeki ağaçlar. Şimdi bunların hepsini elden geçirmek gerekiyordu.

Seyyid Hazretlerinin evini tamir ettirmesi Bursa’da kendini seven dostları tarafından buraya yerleşeceği hususunda bir müjde olarak kabul edilmişti. Ancak O, Bursa’da kendine geniş bir muhit yapmış olmasına rağmen hiç bir zaman burayı devamlı kalmak üzere yurd edinmemişti. “Efendim, Bursa’ya yerleştiğinize çok memnun olduk; bizi mutlu ettiniz.” diyen bir yakınına, "Oğlum, Bursa ’ya Emir Sultan Hazretleri'nin [14] daveti üzerine geldim. Burada misafir olarak kalıyorum” buyurmuşlardır.

O yaz, Seyyid İbrahim Hakkı, hava değişikliği olsun diye, Ayaş’ta yaşayan teyzesi Fatma hanımın yanma gitti. Burayı çok sevince devamlı kalmak üzere babasının iznini istedi. Bir müddet sonra da evlenerek Ayaş’a bağlı Çanıllı köyüne yerleşti. Seyyid İbrahim Hakkı’nın köydeki yaşamı kolaylaştırmak ve halkı eğitmek gibi bir takım projeleri varken, ömrü vefa etmedi. Çok genç bir yaşta, daha ondokuz yaşında iken, hayata gözlerini yumdu. Bu kısa evlilikten Mehmet Zâhid adında bir oğlu dünyâya geldi.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, 1910 yılının sonbaharında, yerleşmek üzere İstanbul’a giderek Topkapı caddesi üzerinde, Çapa mevkiinde ve Fındıkzâde tekkesi sokağında, eski Konya vâlisi Ârifî Paşa’nın konağım satın aldılar.

Seyyid Hazretleri’nin İstanbul’a yerleşmek istemelerinin başlıca sebebi, eserlerini neşretmek idi. Nitekim Uluborlu’da ve Trablusgarp’ta kaleme aldığı Arapça eserlerden “Hakâyık-üt Tecrit fî Menâzil-üt Tevhid”, 1912 yılında basılan ilk kitap oldu. Bundan sonra diğer eserlerini de sırayla bastırmayı düşünüyordu.[15]

Bir ramazan Seyyid Hazretleri, teravihten sahur vaktine kadar 30 gece müddetle “Ikra kelimesinin anlamını açıklamış ve sonunda ’Kızım ilmimiz Cenâb-ı Hakk'ın ilim deryasında bir zerredir. Benim size anlattıklarım da bendeki ilim deryasından bir zerredir” buyurmuşlardır. Seyyid Hazretlerinin eserleri okunulduğu zaman bu husus daha açık şekilde görülmektedir.

Seyyid Hazretleri, bir gün sohbetlerinde Peygamberimizin “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” (Ene medinet-ül ilmî ve Aliyyün bâbuhâ) kutlu hadislerini okuduktan sonra Ve diyorum ki ben de o şehrin kapısının anahtarıyım." anlamına gelen (Ve ene ekûlü ve ene miftâhühâ) cümlesini eklemiş ve Kur'ân ilmi manen bize verilmiştir. Bu ilmi neşretmeye ve yaymaya memur edildim." demişlerdir. Zira buyurdukları gibi İlim kalbe gelen mânevi bir feyzdir. Bu feyz Allah tarafından seçilmiş kimselere verilir.”

Seyyid Hazretleri buyuruyorlar ki:

“Bir gün, tayy-i zaman ve tayy-ı mekân ile Peygamberimizin huzurunda bulunuyordum. Bütün eshap da oradaydı.

Peygamberimiz,

"Ey esbabım Benden 1300 sene sonra bir zât gelecek. O, bizim evlâdımızdır. Kendisi bana benzer. O'nun adı da Ahmed’dir." dedikten sonra "Onu tanıyor musunuz?” diye sordu. Eshap:

"Ya Resulullah! Biz 1300 sene sonra gelecek olan bir kimseyi nasıl tanıyabiliriz? " derler. Bunun üzerine Peygamberimiz esbaba beni tanıtarak

"İşte Ahmed budıır ” dedi ve sonra elini kaldırarak işaret parmağını gösterdi "Bu bensem, Ahmed de budıır ” deyip bu kez orta parmağını gösterdi. ”

Seyyid Hazretleri bunu şu şekilde açıklamışlardır:

“Saadet asrından bu yana geçen 1300 sene içinde Kur’ân’ın zahir mânâsı ile hükmolundu. Ben, 1300 senesinde Kur'ân âyetlerinin müteşabihât kısımlarını tevil suretiyle mânâlandırdım. Âyetlerin harf, kelime ve cümlelerinin altında gizli bulunan fen ve sanayie ait İlâhî sırları meydana çıkarttım. Bu mânâ, güneşin ziyası gibidir. İstidatlı kalplere akseder. Bu yeni bir devir, yeni bir medeniyet çağıdır ki 1400 ilâ 1500 sene devam edecektir. Etrafınıza bakınız, biz bu ilmi neşretmeden önce (1882) bu trenler, bu uçaklar, bu telsiz telefonlar var mıydı? Olamazdı zira bu çağ bizimle açılmıştır

Seyyid Hazretleri, bu yeni çağı güneş sisteminin tabiatına benzer bir elektrik devri olarak nitelendirmektedir. Yaratılmış olan canlı veya cansız her şeyin “Bahr-i Mescûr” tâbir ettiği fezada meydana geldiğini, çünki fezanın buna müsait olduğunu zira burada elektrik enerjisinin denizler gibi aktığını; Allah’ın zâtından inen emirlerin oluşum mahallinin burası olduğunu, isim ve sıfatların özelliklerine göre Bahr-i Mescûr’daki serbest enerjinin toplanarak yoğunlaşması ve zamanla maddeye dönüşerek şekillendiğini bildirmektedir.

Nitekim, Hz. Mûsâ, Sinâ dağında Allah’ı görmek istediği zaman, Allah O’na dağa bakmasını söylemişti. Hz. Mûsâ dağa baktığında, dağ yerinde sakin iken, dağın her zerresinin hareket hâlinde olduğunu gördü. Kendisine baktığı zaman da, bedeninin aynı durumda olduğunu fark etti. Hazreti Ali şöyle buyurmuşlardır: ”Siz kendinizi küçük bir cisim zannedersiniz, halbuki âlem-i ekber sizde dürülmüştür. Siz, kâinâtı kendinde toplamış bir kitapsınız.” Bunun anlamı kâinâttaki varlıklarla insanın aynı oluşudur. İnsanın esası, eşyanın hakikatini bilmektir.

Bu arada Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin hikmet dolu birkaç düşüncesine de yer vermekte yarar vardır.

“Cenâb-ı Hakk’ın yalnız insanlara İlâhî bir bağışı olan akıl ve olgunluğun eşya üzerindeki tasarrufu ve çalışması sonucudur ki, her gün akıllara şaşkınlık verecek araç ve gereçlerle insanın sesini muhafaza ederek tekrar yansıtmak ve uzak yerlere nakletmek mümkün olmuştur. İleride bu hususun çok olgunlaşacağı, bugünkü hâlinden ispatlanmıştır. Sesi uzun zaman yansıdığı yerde muhafaza edecek ve lüzumu hâlinde aynı titreşimleri vücuda getirerek yansıtacak âletler yapılacaktır.

Kamçı biçiminde yahut nalınların tasmasına benzer bir şekilde yapılacak araç ve gereçler, bir kimsenin evine gelip gidenleri sesi ve yüzü ile gösterecek ve bildirecektir."

"Satürn hakkındaki bilgimiz rasat âletleri ile yapılan görüye dayanan bilgiden ibârettir. Bugün, deniz içine dalanın, hava boşluğunda seyredenine hayat ve hareketini sağlayan âletler ve sebeplere mevcut olduğu gibi, ileride, feza ile ve güneşin  ziyasıyla ilgili olan ilimler de keşfolunup hava tabakaları delinerek uzayda istinadı mümkün kılacak araçlar icad olununca o zaman yıldızların hakikatine ulaşmak kolaylaşır. ”

Seyyid Hazretleri aşağıdaki kısa paragrafta aya gidilebilineceğini ancak orada insanların barınma imkânı bulanamayacağına işaret ediyor.

“Geceleri gökte dünyâmızı aydınlatan ayı görüyoruz. Ama orada, yerleşmek mümkün olacak şekilde, yiyecek ve içecek şeyler ve oturacak yer var mıdır, yok mudur? Oraya bir insan yükselip giderse ne zevk bulur?

Mihnet ve meşakkatten başka bir şeye ki tesadüf edebilir mi? "

Seyyid Cevâd’ın vefatı

1911 yılında Seyyid Hazretleri’nin, adını Mahmud Mücteba koyduğu bir oğlu daha dünyâya geldi. Küçük Seyyid’in doğumu aileye yeni bir sevinç ve saadet yaşattı. Ancak Çapa’daki bu konak yine hayatın akışı içinde acı ve tatlı bir çok olaylara sahne oldu.

Aile içinde bu mutlu olay kutlanırken Trablus ve Bingazi’yi İtalyanlar işgal etmiş, Balkanlar kaynamaya başlamıştı. 1912 de ise bütün Balkanların Osmanlıların elinden çıkmasına sebep olacak savaş nihayet patlak verdi. Arka arkaya yaşanan bu savaşlarda bir çok vatan evlâdı şehit oldu.

Aynı yıl bir akşam, Seyyid Hazretleri, kendilerine iyi geceler dilemek için yanlarına gelen evlâdlarına, Cevâd hariç, fındık verdi. Cevâd’ın istemesi üzerine "Oğlum, senin fındığını yarın vereceğim dedi. Henüz on yaşındaki Seyyid Cevâd, o gece, âniden ateşlenerek yatağa düştü ve sabah gün ağarırken vefat etti. Bu hazin olaya çok üzülen Seyyid Hazretleri, Oğlum Cevâd, şehitlerin alemdarı olarak ahire te göçtü buyurdular. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, kıymetli oğlunu Trablusgarp’tan Balkanlara yollarken, yıllar sonra çıkacak savaşlarda hayatlarını kaybedecek olanlarla, onun aynı kaderi paylaşmasının İlâhî bir takdir olduğunu görmüştü. Seyyid Hazretleri, oğlu Cevâd’ın vefatından sonra her cuma günü onun, Edirnekapısı Mezarlığındaki kabrini ziyarete gider, götürdüğü fındıkları oradaki çocuklara verir veya mezarının üzerine bırakırdı.

O günlerde üzüntülü bir olay daha oldu. Seyyid Hazretleri’nin, evli olup Bursa’da oturan, 22 yaşındaki oğlu Seyyid Hüseyin Hüsnü vefat etti. Arkasında Nureddin adlı bir evlâd bıraktı.

1913 yılı

1913 yılı Avrupasında, devletlerin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları son haddini bulmuş, aralarındaki münasebet tamamı ile bozulmuş, herbiri yaklaşmakta olan ve sonraları bütün dünyâya yayılacak savaşın kaçınılmazlığım sezerek hazırlığa girişmiş, ekonomik düzen. altüst olmuş, hattâ aralarında yer yer çatışmalar bile başlamış durumdaydı.

Bu arada Osmanlı İmparatorluğu, girdiği Balkan savaşlarından yenik çıkmış, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’yı kaybetmişti. 1908 yılından sonra devlet idaresindeki huzursuzluk artmış; particilik şiddetlenerek halk arasında hoşnutsuzluklar yaratmaya başlamıştı. Harp zengini küçük bir azınlığın dışında kalan büyük bir topluluk açlık ve yoksulluk içindeydi; memur üç ayda bir maaş aldığından gayrıya muhtaç bir duruma düşmüştü ve yarınından emin değildi. Çok zaman maaş yerine verilen aynî yardımı satarak ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.

Sık sık değişen hükümetler, süregelen yenilgiler ve halkın bezgin hâli, diğer milletlerle olan münasebetleri etkilemişti. Büyük Osmanlı İmparatorluğu, sona ermek üzere olan hasta bir devlet durumundaydı ve bundan dolayı Avrupalı büyük ve kuvvetli devletler, hükümetin idaresinde kendilerini söz sahibi saymaya hattâ aralarında İmparatorluğu paylaşmaya başlamışlardı bile.

Dış âlemin karanlık hâline uygun olarak Osmanlı İmparatorluğunun hükümet merkezi İstanbul da bir taraftan salgın hastalık âfetinin, bir taraftan yangın felâketlerinin altında günden güne eriyip yok oluyor; bu ıztıraplı hâli yaşayan aileler hergün biraz daha artan yokluk ve pahalılığın kemirici etkisi altında eriyerek dağılıp gidiyorlardı.

Dünyâyı sarsmakta ve hergün şiddetini artırmakta olan böyle felâketli bir dönemde bile Allah, isterse insanları mutlu kılacak olaylar yaratır. Bu olayın, ne dünyânın barışa kavuşacağını ne de ıztırapların biteceğini müjdeleyen ilâhı bir emir olmasına gerek yok. Seyyid Cevâd’ın ve Seyyid Hüsnü’nün vefatı ile hüzünlü bir sessizliğe gömülen konakla, tıpkı karanlık bulutlar arasında bulduğu bir aralıktan sızan güneş hüzmesi gibi, düştüğü yeri aydınlatıp parlatan ve gamlı gönüllere bir zerre de olsa neşe veren bir olay yaşandı. Seyyid Hazretlerinin, 23 Ekim 1913 de bir oğlu dünyâya geldi .Ona, Mûsâ Kâzım adı verildi. Bu isim, soylu ailelerinde üçüncü kez kullanılıyordu. Ne Seyyid Cevâd, kendi vefatı ile hâsıl olan üzüntü ve ıztırabı ne de Seyyid Mûsâ Kâzım, dünyâya gelişiyle ailesi içinde doğan mutluluğa şahit oldular. İnsanoğlu için tabiî bir hâl olan bu iki olay, doğum ve ölüm, Seyyid Hazretlerinin evinde peşpeşe yaşandı.

***

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, Medine’den Türkiye’ye gelişinden sonra ve henüz Sivrihisar’a yerleşmesinden önce, 1870 ‘li yıllarda Arapça olarak yazdıkları “Mir’ât-ış Şuun vel Garâib” adlı eserinde bildirdikleri bir istihraç 40 yıl sonra gerçekleşiyordu: ‘1331 yılı bütün hıristiyanların mebde-i hüsranı olacaktır.” sözü yerine gelmiş oluyordu.

Yukarıdaki istihraçta I.Dünyâ Savaşı’na işaret vardı. 1913 (H.1331) yılında, Avrupa devletleri arasındaki münasebetler son derece bozulmuş ve nihayet 1914 yılında sudan bir bahane ile silahlar patlamış, hudutlar aşılmış, Alman toplan Fransa topraklarını dövmeye başlamıştı. Dört yıl süren savaş sonucu Avrupa’nın bayındır olan büyük şehirleri bir harabeye dönmüştü. Gerçekten Avusturya. Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna’da öldürülmesine sebep olan o kurşunun patlaması, Hıristiyan Âlemi’nin büyük zarar ve ziyanının başlangıcı olmuştur.

Almanların Akdeniz’de İngilizlerden kaçan Goben ve Breslav isimli zırhlı gemilerinin karasularımızdan çıkarılması hususunda İtilâf devletlerinin yaptıkları baskı nedeni ile bu iki gemiyi satın aldığını ilân etmesinden sonra Osmanlı hükümetinin İngiltere, Fransa ve Rusya ile arası tamamen bozuldu. Donanmamızın, Alman zırhlıları ile birlikte Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması ile Osmanlı Devleti, kendini savaşın içinde buldu (3 Kasım 1914). İlân edilen seferberlik ile esasen perişan olan halk, büsbütün fakirlik ve yoksulluk çukuruna yuvarlandı.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında Peygamber soyundan gelen zâtlar, askere alınmıyorlardı. Dâvâları da ayrı bir mahkemede Nakib-ül Eşraf tarafından görülüyordu. Seyyid Hazretleri o tarihlerde Sivrihisar’da bulunan oğlu Seyyid İsmetullah’dan, Ankara’ya giderek askere kaydolmasını istiyor ve EHL-İ BEYT'TEN BİR ZÂTIN ASKERDE OLMASI O ASKERÎ GÜÇ İÇİN ZAFER MÜJDESİDİR ” buyuruyordu.

O yıl, yâni 1914 de, İstanbul Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’nden[16] mezun olan oğlu Seyyid Ali Rıza’ya ise “Oğlum, askerlik bize ecdad mesleğidir. Sen de askerlik görevini yerine getir” demişti.

Babasından aldığı bu emir üzerine askerlik şubesine müracaat eden Seyyid Ali Rıza, Beykoz Kundura Fabrikası’nda yedek subay olarak göreve başladı.

1915 yılında, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Bursa’da bulundukları bir sırada, kendini seven Sivrihisarlıların ricası ve daveti üzerine, uzun süredir ayrı kaldığı Sivrihisar’a, ailesi ile beraber gitti. Eskiden olduğu gibi civar kasabalarda bulunan muhipleri akın akın Sivrihisar’a gelerek Seyyid Hazretleri’nden feyz aldılar. Bu yüzden buradaki ikametleri düşünülenden uzun sürdü. Ancak 1917 de İstanbul’a döndüler. Böylece savaş yıllarının zor günlerini Anadolu’nun bu sâkin köşesinde geçirmiş oldular.

Seyyide Fatma Zehra

Seyyid Hazretlerinin özel bir itînâ ile yetiştirdiği kızı Seyyide Fatma Zehra, İstanbul yerleşildikten sonra eğitimine devam etmiş ve Çapa’daki evlerine çok yakın olan Dâr-ül Mâlûmat' (Kız Öğretmen Okuluna) yazılmıştı. Amaç öğretmen olmaktan ziyade doktor olmak istiyordu Tıp tahsili konusunda kararlıydı. Okulunu başarı ile bitirdiğinde Tıbbıye’ye müracaat ettiyse de çocukların, kayıt yaptırması yönetmeliğe aykırı olduğu ileri sürülerek dilekçesi red edildi. Ancak bu konuda kendisine yardım edecek bir aile dostları vardı. Bu kimse, 1896 yılında İsviçre’ye kaçan" öğrenimini orada tamamlayan ve 1908 de memlekete dönen Âkil Muhtar beydi. Ondan, Tıbbıye’ye alınma için bir çare bulmasını rica etti. Seyyide Zehra’nın okuması için bâzı kitaplar veren Âkil Muhtar bey yardımı ile Sağlık Nezâretine, bu haksız muameler kaldırılması ve Tıp Fakültelerine kız öğrenci alınması için bir başvuruda bulunuldu.

Tıbbıye’ye gitmek için Sağlık Nezâretinin iznini bekleyen Seyyide Fatma Zehra, Hamid zırhlısı güverte topçu subaylarından Emin bey 1918 yazında evlenerek eşinin Beyoğlu’nda, Pera Palas Oteli’nin arkasında, Tozkoparan yokuşunun üzerindeki evine yerleşti. Bir müddet sonra kız öğrencilerin de Tıp Fakültelerine girebilmeleri için karar çıkmış ve bu karar tebliğ edilmişse de Seyyide Fatma Zehra, evlenmiş olduğundan bu hevesini gerçekleştirememiştir. Böylece kendisi gibi nice genç kıza bu tahsili yapmalarının yolunu açmıştır.

Bu arada ailenin küçük . oğlu Mahmud Mücteba, Dâr-ül Mâlûmat Mektebinin tam karşısındaki ilk okula yazılmış, kendisinden iki yaş küçük olan Mûsâ Kâzım da aynı okulun ana sınıfına gitmeye başlamıştı.

İşgal Yılları

I. Dünyâ Savaş’ının sürdüğü yıllarda cephelerde verilen şehitlerin, kaybedilen vatan topraklarının yanı sıra halk da büyük acılar ve sıkıntılar çekiyordu.

I.Dünyâ Savaşı’nın sonunda müttefikimiz olan Almanya’nın yenik düşmesi üzerine biz de yenilmiş sayıldık ve 30 Ekim 1918 de Mondros Mütârekesini imzaladık. Ve bir gün, İtilâf Devletleri’ne ait savaş gemileri, daha bir kaç yıl evvel Türk askerinin göğsünü bir kale gibi siper ettiği için yekpâre kaya misâli karşılarına dikilmiş olan Çanakkale Boğazı’nı, bu defa mağrur bir edâ ile geçerek 13 Kasım 1918 de İstanbul’a geldiler ve toplarını şehre çevirerek Fındıklı’daki Meclis-i Mebusân binasının[17] önüne demirlediler.

Seyyid Hazretleri Trablusgarp’da iken kendisini gıyâben tanımış ve büyük bir muhabbetle bağlanmış olan Hasan Basri efendinin oğlu  Şerafeddin (Ünder), ailenin İstanbul’a yerleşmesinden sonra devamlı ziyaretçiler arasına katılmıştı. Seyyid Ali Rıza’nın akrânı olduğundan aralarında yakın bir arkadaşlık doğmuştu. Tophane-i Amire İdadî’sinde teknik ressamlık tahsili görürken savaşın getirdiği zorluklar karşısında okuldan ayrılarak Beşiktaş’ta fotoğrafçılık yapmaya başlayan Şerafeddin beyin o günlere ait hâtıraları, dönem için canlı birer belgedir.

Şerafeddin bey işgal gününü şöyle anlatmışta “İstanbullular düşman donanmasının yavaş yavaş yaklaşmakta olduğunu görünce paniğe kapıldılar. Esnaf, dükkanlarını kapayarak evlerine koşmaya başladı. Benim gideceğim ve sığınacağım en emin yer Seyyid Hazretleri’nin yanı idi. Hemen bir tramvaya atlayarak o mübârek huzûra vardım. Yanlarında kimse yoktu. Hatırımı sorup gönlümü aldıktan sonra, “Oğlum, düşman gemileri geliyor diye korktun mu?' dedi ve sonra ilave etti,

“Bak geçiyorlar, önde bir tane büyük, onun arkasında bir başkası ve sonra diğerleri takip ediyor. Onların kuvvetlen sizleri korkutmasın, geldikleri gibi gideceklerdir” buyurdular. Bu müjdeleri, içimdeki heyecan ve korkuyu tamamen kaldırdı Gönlüm huzur ve ferahla doldu. Başka zamanlarda olduğu gibi Seyyid Hazretleri’nin o gün bir fevkalâdeliğine daha şahit oldum. Bulunduğumuz odanın bir penceresinden denizin Saraybumu ile Haydarpaşa arası görülüyordu Seyyid Hazretleri’nin oturdukları koltuğun arkası pencereye dönüktü Bana, “Bak geçiyorlar.” dediği zaman karşımdaki pencereden limanın görülebilen kısmında, aynen buyurdukları gibi gemilerin geçişini izledim.”

Şerafeddin beyin, işgal günlerine ait ilginç bir anısı daha var: “O gün canım et istedi. Aylardır et yüzü görmemiştim. Ne yapabilirdim? İşimi tâtil ederek Topkapı’ya gittim. Seyyid Hazretleri’nin huzuruna vardığımda henüz öğle olmamıştı. Bana iltifat edip sohbet buyurduktan sonra, “İçeriye söyle de çorbamızı buraya getirsinler, birlikte yiyelim.” dediler. Haber verdim. Biraz sonra bir tepsi içinde çorba ve ekmek geldi. Mübârek Seyyid, aldığı bir dilim ekmeği çorbanın içine doğrarken Oğlum, bunlar da çorbamızın eti olsun, ister misin?" buyurdular. Şerafeddin bey, daha sonraları bu olayı anlatırken yemin ederek der ki: “Hayatımda bundan daha lezzetli bir et yemedim. Çorbanın içine doğranan ekmek parçaları birer et lokması olmuştu.”

Şerafeddin beyin o yıllara ait başka bir hatırası da çok dikkat çekicidir. “Bir gün yemek yiyorduk Çorbaya henüz başlamıştık ki Seyyid Hazretleri “Balık olsa yeriz, değil mi” dediler. Seyyid Ali Rıza bey nasıl bir balık arzu ettiklerini sorunca “Şeref bilir” buyurdular. Ben, halk arasında tütün balığı denilen ve Rusya’dan ithal edilen füme balıklardan almayı düşündüm. Sofradan hemen kalktım. Çapa’dan Aksaray’a kadar bütün bakkallara sordum, yoktu. Samatya tarafına yöneldim ve füme tütün balığını ancak Yedikule’de buldum. Dönüp eve geldiğimde Seyyid Hazretleri, Ali bey ve diğerleri daha sofradaydılar. Çorba kâsesi henüz ortada idi. Çabuk geldiğimi söyledikleri zaman Yedikule’ye kadar yayan gidip geldiğimi söyleyemedim. Tayy-i zaman ve tayy-i mekân olayı, demek bende de zuhur etmişti. Bunu Seyyid Hazretleri’nin özel iltifatından anladım.”

Şerafeddin Ünder, Seyyid Hazretleri ile birlikte bir cuma günü civardaki küçük bir camiye giderler. Namaz sonrası eve dönerlerken “Zamanın imâmı olan koca Seyyid, arkasında namaz kılıyor da bu hoca O’nu nasıl tanımıyor? Ne zavallı hoca bu.” diye düşünür. “Düşüncem henüz tamamlanmamıştı ki, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, bana hitaben. ’’Oğlum! Biz o hocayı çok denedik. Şayet kendisinde tırnaktaki nokta kadar bir istidat görseydik onu tutardık’ buyurarak düşüncelerime cevap vermiş oldular.” Yıllar sonra olayı hatırlarken aynı heyecanı duyuyordu.

Fatih Yangını

Savaşın acılan henüz yaşanırken, İstanbul bir başka felâketle daha karşı karşıya kaldı.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İzmir’e yaptıkları ve 20 süren kısa bir seyahatten İstanbul’a henüz dönmüşlerdi. Aradan beş gün geçmeden, 10 Haziran 1918 tarihinde Küçük Mustafa Paşa’dan başlayarak Cibali-Fatih-Altımermer semtlerini kül edip Samatya’ya kadar ilerleyen yangın, şehrin neredeyse onda birini yok etti ve büyük maddî zararlara neden oldu.

Bu arada Seyyid Hazretleri’nin Çapa’daki evi “Sarıgüzel” adı ile tanınan bu büyük yangında tamamıyla yandı.

O tarihte henüz beş yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım, çocukluğunun bu dönemine ait mâsumâne anıları arasında onu en çok heyecanlandıran ve rûhunun derinliklerine kadar nüfuz eden bu hâdiseyi hâlâ bütün ayrıntıları ile hatırlamaktadır.

“Evde yukarıdaki kata çıktım, sessizce babamın yatak odasına girdim. Bu geniş odanın bir penceresi Topkapı caddesi taralına, arka taraftaki penceresi ise Fatih cihetine bakıyordu. Babam içeride yalnızdı. Odada dolaşıyordu, arka pencerenin önüne gelince bir müddet durarak bakıyor ve yavaşça “Allah, Allah” diye pencereden ayrılıyordu. Benim varlığımdan habersiz gibiydi. Babamı böylesine dalgın ve böylesine heybetli hiç görmemiştim. Bir hayâl gibi pencereye yaklaştım. Babamın dikkatini çeken ve O’nu ümitsiz kılan olay ne idi? Bunu anlamak istiyordum. Evimizin arka kısmından, Edirnekapısı’dan başlayarak bütün Fatih sırtları görülürdü. İşte, bu sırtların arkasında bütün ufku kaplayan koyu bir kızıllık vardı. Bu kızıllık ne olabilirdi?

O gece bizi yemekten sonra hemen yatırdılar. Sabah olunca da erkenden kaldırdılar. Mücteba ağabeyimle bana güzel elbiselerimizi giydirdiler ve Koca Mustafa Paşa civarında oturan dayımızın evine göndereceklerini söylediler.

Yanımıza verdikleri biri ile beraber sokağa çıkınca büyükleri tedirgin eden olayı bütün dehşeti ile gördüm. İnsanlann bâzıları çığlık atarak, dövünüyorlar, bâzıları da yanlarına alabildikleri bir kaç parça eşyayı kurtarma çabası ile oradan oraya koşuşuyorlardı. Dün akşam, kızıllığını gördüğüm şey, demek yangınmış. Fatih sırtlarından Topkapı’ya kadar her taraf ateş içindeydi. Tahta parçalan havada bir uçurtma gibi alev alev uçuşuyordu. Bir iki sokak altımızdaki evler ateş almaya başlamıştı. Aynı cehennemden bir misâli Adetâ koşarcasına Çukurbostan civarına geldik. Bu sırada önümüze düşen alevler içindeki kocaman bir kalastan kendimizi zor kurtardık. Burası da ana-baba günü manzarası arzediyordu Her aile kaçırabildiği eşyayı çayırın bir tarafına yığmış, üzerinde kadınlar ve çocuklar ağlaşıyorlardı. Velhâsıl kıyametten bir örnek gibi geldi bana.

Dayımın evinin sokağa bakan cumbasının içinde akşamı ettik. Gün batmak üzere idi. Saray Başmabeyincisi Tevfik bey bizi almaya geldi. O semt insanları saraya mensup bir kimse görmemiş olacaklar ki, sırmalı elbiseli faytoncu ile hayli ilgilendiler. Evden ayrıldığımız sırada her pencereden bir baş uzanırken, sokağın çocukları da faytonun peşine takılıp bir müddet koştular. Bir istasyondan trene binerek Bakırköy’e geldik Tevfik bey, bizi Hacı beylerin[18] evine teslim etti. Babam, annem ve bütün ev halkı burada idi.” Ailenin bu yangındaki kaybı, yanan diğer 7500 ev gibi, yalnız geniş müştemilât ve bütün ev eşyası ile yanıp kül olan 20 odalı koca konak değildi Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı eserler ve kütüphanesindeki diğer kitaplar bu yangında kül olmuştu. Bu eserler arasında “Tefsir-i Kebir”, “Lem’a-tül Âfak fî Zuhûr-u vel İşrâk” gibi muazzam eserler mevcut idi.

Yangından iki gün önce, baba evini ziyarete gelen Seyyide Fatma Zehra, daha evvel hazırladığı kitap sandığını, o gün kendi evine götürmüştü. Seyyid Hazretleri’ne ait bâzı kitaplar ve risâleler bu vesile ile yangından kurtulmuş oldu.

***


BURSA’YA DÖNÜŞ

Yangından 15 gün sonra ailece Bursa’daki eve gidildi. Burada günler sessiz sâkin devam ediyordu. Seyyid Hazretleri, ziyaretine gelenlerle sohbet ederken, çocuklar memlekette olanlardan habersiz yaşıtları ile oyun oynayarak vakit geçiriyorlardı. Sonbaharda okullar açılınca eğitimlerine ara verilmemesi için çocuklar bir müddet Ali Paşa semtindeki mahalle mektebine yollandılarsa da o kış çok şiddetli geçtiğinden bu okula fazla devam edemediler.

Ailesini ziyaret için Bursa’ya gelen Seyyide Fatma Zehra ve Bursalı akranları güzel sesli bir hanıma mevlûd okutmak istemişler ve hazırlığını da yapmışlar. Sıra Seyyid Hazretleri ’nin iznini almaya geldiğinde çocukların kırılmaması husûsunda Gülsüm hanımın ricasına hayır demiyerek Peki, camide okutsunlar cevabını vermiş. Mevlûd için Süleyman Çelebi'nin güzel bir şiiridir. Dinimizin lüzum ve icabı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bilhassa Velâdet bahsinin erkekler arasında okunması doğru değildir” diyerek bu konudaki kanaatini belirtmiştir.

15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunanlılar, Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yer yer yapılan çete savaşlarından başka karşılarında ciddî bir mukavemet görmeyen Yunan askerleri İzmir’den Afyon’a ve Balıkesir havalisine kadar olan bölgeyi kısa zamanda işgal ettiler.

Allah her derdin devâsını yaratmıştır. Ama her ikisini de bir araya getirmek insanlara düşüyor - Seyyid Hazretleri, “Cenâb-ı Hakk, bir kavmin kurtuluşunu murad ederse, o kavmin içinde muktedir ve dırâyetli kumandanların vücûdunu halk eder ” buyurmuştu. İşte, 1919 Mayıs’ının 15 inde, İzmir ufuklarında batan Türk istiklâl ve hürriyet güneşi bir müddet sonra doğudan yine doğacaktı. Zirâ işgalin ertesi günü, yâni 16 Mayıs 1919 sabahı, İstanbul limanından ufak bir gemi hareket ederek, işgal devletlerinin donanmasının arasından Boğaz’ı geçip Karadeniz’e açılmıştı. Bu gemide Mustafa Kemal vardı. O, Türk hürriyetini yok etmek üzere işgalci kuvvetler tarafından Anadolu’muzun içine sokulan Yunan adlı mikroba, hattâ bütün işgalci kuvvetlere karşı bir panzehirdi. Bu gidiş bir tesâdüf değildi. Allah bu milletin kurtarılmasını murad ediyordu. Ve işte, doğuda başka bir ufukta, kısa bir zaman sonra doğacak güneşi yaratmıştı. Bandırma adlı ufak ve köhne gemideki bu güneş, bir kaç sene sonra işgalcileri oldukları yerlerde boğarak Türk milletinin kararan talih ve gönlünü aydınlatacaktı.

Milletimizin üzerine bir kâbus gibi çöken ve birbirini takip eden savaşların ve kötü devlet idaresinin getirdiği yokluk ve sefaletin iki mirası kaldı halk içinde; sıtma ve tüberküloz. Bu iki hastalık, savaşlarda şehit düşenlerden daha fazla kayıplara sebep oluyordu. Bu korkunç ikiz kardeşin çalmadığı kapı ve söndürmediği ocak kalmamıştı.

Bir gün bu düşmanlardan biri, tüberküloz, mutlu bir yaşantısı olan Seyyide Fatma Zehra’nın evine de girdi. Büyük bir itinâ ve çok güzel bir şekilde yetişmiş olan o gülü yavaş yavaş soldurdu.

1920 yılının baharı, Seyyid Hazretleri’nin evine pek neşeli gelmedi. Rahatsızlığı artan Seyyide Fatma Zehra, babasının arzusu üzerine, küçük oğlu Muhsin ve eşi Emin bey ile beraber İstanbul’dan Bursa’ya geldi. Muradiye semtinde, Namazgâh denilen mevkiin tam karşısında set üzerinde, kiralanan ahşap bir eve yerleşti.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin biricik kızı, 1920 yılının sonbaharında henüz 22 yaşındayken Bursa’da hayata gözlerini yumdu. Pınarbaşı kabristanında, 1912 yılında vefat eden ağabeyi Hüseyin Hüsnünün yanına gömüldü. Minik oğlu Muhsin, anneannesinin himayesine girdi. Eşi Emin bey Deniz Kuvvetleri’nden ayrılarak hayatının sonuna kadar nail olduğu bu şerefli yakınlığı kaybetmemek ve devam ettirmek için, Seyyid Hazretleri’nin ailesinin arasından ayrılmam^ kaybettiği değerli varlığının sevgisini yine onun muhitinde bulmuştu.

Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali

Seyyid Hazretleri’nin ailesinin, Seyyide Zehra’nın rahatsızlığı ile üzüldükleri bir dönemde Yunanlılar, 8 Temmuz 1920 de Bursa’yı işgal ettiler Küçük Seyyidler, Yunan askerlerini ilk defa evlerinin bulunduğu çıkmaz sokaktaki komşuları Balmumcuların evini aramak üzere kapılarının önüne geldiklerinde görmüşlerdi. Askerlerden bir kısmının eve girdiğini bir kısmının da kapının önünde beklediğini sokak kapısının aralığından seyretmişlerdi. Evdeki hanımlar, çarşaflarını giymiş bekleşiyorlardı. Erkekler ise toplantı salonunda Seyyid Hazretleri’nin yanında bulunuyorlardı. Bahçe bitişik komşularının evinden gelen feryatlar, kazma sesleri, duvarların yıkılışı heyecanı son haddine getirmişti.

Askerlerin kendi evlerine doğru geldiğini gören Seyyid Mücteba ve Seyyid Hüseyin Hüsnü’nün oğlu Nureddin, koşarak içeriye kaçmışlardı. Olayın bundan sonrasını kapının yanında yalnız kalan Seyyid Mûsâ Kâzım’dan nakletmek gerekiyor:

“Kapının arkasında yalnız ben kalmıştım. Ne yapmam lâzımdı, bilemiyordum. Açmasam giremeyecekler mi idi acaba? Hayır, hayır kapıyı açmak lâzımdı. Komşumuz açmamıştı ama onlar kapıyı kırarak yine içeri girmişlerdi. Sokak kapısının anahtar deliğinden dışarıyı gözlüyordum. Karar verdim, yaklaştıkları sırada kapıyı açarak gelenleri güler yüzle içeri buyur ettim. Babamın yanına götürmek üzere, onlara arkamdan gelmelerini işaret ettim. Gelenlerden bir kısmı sokak kapısının önünde kalmıştı. Üçü içeri girdi. Biri önde benim arkamdam geliyordu. İkisi de onu takip ediyordu. Onları selâmlık odalarının arasındaki dar bahçe yollarından geçirerek babamın sohbet ettiği toplantı odasına getirdim. Odanın önündeki üç dört basamağı çıkarak yavaşça kapıyı açtım ve elimle gelmelerini işaret ettim. Öndeki asker yavaşça merdiveni çıkarak kapıya yaklaştı. İçeride 15-20 kişi vardı. İçeridekilerin arkaları kapıya dönüktü ve tam karşıda babam oturuyordu. Yüzü kapıya karşı olup murâkabe hâlinde idi. O andaki heybetli görünüşü hâlâ gözlerimin önündedir babamın Yunan subayı açık kapının önünde bir an durakladı sonra arka arkaya çekilerek merdivenlerden indi, beklemekte olan iki askere “Cami, cami” diyerek ilerledi. Kendisine, geldiği gibi yol gösterdim, arkalarından kapıyı kapattıktan sonra bahçelerden koşarak annemin yanına geldim ve Yunan askerlerinin gittiklerini söyledim. Önce bu sözüme kimse inanmak istemedi. Başka şâhidim yoktu ki beni doğrulasın. Sokak tamamen boşaldıktan sonra bana hak verdiler. Yunanlılarla ilk karşılaşmam bu oldu.”

Evlerin konsol çekmecelerine kadar arandığı, bağdâdî [Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan. ]  duvarların yıkıldığı, askerlik yaşında olanların tutuklandığı böyle bir ortamda Yunanlı ne görmüş ve nasıl bir heybetle karşılaşmıştı ki, arka arka çekilip gitmişti. Bu hâlâ meçhûlümüzdür.

Şerafeddin Ünder’in babası Hasan Basri efendinin bizzat yaşadığı bir olayı, yukarıdakine benzerliğinden dolayı anlatmakta yarar var:

“Bir gün Bursa’ya gitmek için Tophane limanından vapura bindik. Seyyid Hazretleri’ni salona indirmek üzere koluna girdim. Merdivenin henüz başında idik ki, alt kısımdan bir kamarot yukarı doğru sıçradı fakat merdivenin başında bizi görünce geri çekilip yol verdi. Seyyid Hazretleri’ni oturttuktan sonra yukarı çıkacağım sırada, biraz önce rastladığımız kamarotu merdivenin alt basamağında gördüm. Rum şivesi ile sorduğu “Bu zât kimdir?” sorusuna, ona cevap vermemek düşüncesi ile “Bir hoca” dedim Sert bir ifade ile yüzüme baktı ve “Gözünü aç, bu senin bildiğin hocalardan değil.” demez mi, ne söyleyeceğimi şaşırdım.”

***

Seyyide Fatma Zehra’nın vefatından sonra her tarafa büyük bir sessizlik hâkim oldu. Şehrin rutubetli havası içinde kokusu daha da belirginleşen şimşirlerle çevrili, güzel tanzim edilmiş tarhlardaki renk renk çiçeklerin ve güllerin üzerine hüzün çöktü. Mermer havuzun yanında yükselen ayva ağacının altında oynayan çocuklar artık ortalıkta görünmüyorlardı.

Bütün memleketin ateş içinde yanıp kavrulduğu bu günlerde, Seyyid Hazretleri, Gülsüm hanıma Balıkesir’e gidileceğini ve hazırlanılmasını bildirdi. Düşman işgali altındaki başka bir şehire gidilmesinin hikmeti neydi?

Bir sabah ezan vakti yaylı arabalarla Bursa’dan hareket edildi. Güneşin ilk ışıklan, dağlarda parladığı zaman arabalar, Bursa ovasında Kirmasti (M.Kemal Paşa) istikametinde bir hayli yol almıştı. Bu yaylı arabalarla, Bursa-Balıkesir arası, bir gece Kirmasti’de konaklamak şartı ile iki günde katediliyordu. Balıkesir’de, âyândan Kırımlı Halil efendinin konağına misafir olarak inildi. İşgal altındaki şehir, Yunan askerlerinin büyük taşkınlıklarına sahne oluyordu.

Seyyid Hazretleri, sohbetlerinde bulunanlara işgalden dolayı korkmamalarını ve cesur olmalarını öğütlüyor; gençlere de vatan savunması için birleşmelerini tavsiye ediyordu.

O günlerde, Manyas bölgesine yerleştirilen Dağıstan göçmenlerinden Mustafa isminde bir genç ziyarete geliyor. Sohbet arasında Seyyid Hazretleri Düşmanı kabul etmek fakr ve mezellettir. Birleşin ve karşı koyun. Düşmanın kurşunu size leblebi gibi gelecektir. Öldürmez onların kurşunu. Daima koruyacağız sizi. Ecdadımızın rûhaniyeti sizinle beraberdir.” buyurur. Bundan sonra köye giderek gözü pek delikanlılardan bir çete kuran Mustafa, Yunan müfreze ve nakliyat kollarına baskın yapmaya başlıyor. Kısa zamanda Sındırgı ve Bigadiç dolaylarında Yunanlılara dehşet salan bir kuvvet oluyor.

Adı kısa zamanda duyulan Mustafa, düzenlenmiş ve bir cephe kurmuş olan ordumuzun kumanda heyetinden bir emir alır. Buna göre bir subayın komutası altına girmesi ve savaşı, savaş tekniğine uygun olarak yapması bildiriliyor ve en kısa zamanda Afyon cephesine katılması emrediliyordu Bundan sonra yaptıkları baskınlardan birinde bir kurşun Mustafa’nın dudağını sıyırarak ağzına girer. Subay heyecanla “Vuruldun mu?” diye telaşlanınca, avucuna kırık dişi ile birlikte kurşunu da tüküren Mustafa, Seyyid Hazretleri’nin koruyuculuğundan cinin bir tarzda “Gevurun kurşunu bize leblebi gibi gelir ” der. Mustafa, bu ve bundan sonra başından geçen böyle ilginç olayları, bu kitabın yazarına bizzat kendisi anlatmıştır.

Seyyide Fatma Zehra’nın küçük oğlu Muhsin, annesinden 40 gün sonra Balıkesir’de vefat etti.

Eğitimlerine ara verilmemesi düşüncesiyle Seyyid Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım konağa yakın bir ilkokula gönderildiler.

İki ay kalman Balıkesir’den Bandırma’ya gitmek üzere ayrılınır iken Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini istasyonda büyük bir dost grubu uğurladı.

Bandırma 'ya gidiş

Bandırma’da Seyyid Hazretleri, Ziya ve Muhsin beylere misafir oldular. Yunanlılar Balıkesir’de olduğu gibi fazla taşkınlık yapmadıklarından işgal burada pek fazla belli değildi

Seyyid Hazretleri burada da her gün gelen ziyaretçileri kabul edip sohbet buyuruyorlar; onları metin olmaya ve vatan savunması için fedakârlıkta bulunmaya teşvik ediyorlardı.

Bandırma’dan Bursa’ya dönüleceği düşünülürken Seyyid Hazretleri âniden fikrini değiştirerek İstanbul’a gitmeye karar verdi. O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a işgal kuvvetlerinden izin alınarak gidiliyordu. Bu izin kâğıdında kullanılmak üzere fotoğraf gerekiyordu. Eve bir fotoğrafçı getirilmiş Seyyid Hazretleri ile Seyyid Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım’ın fotoğrafı çekilmişti. Uç dört gün sonra belgeler tamamlanınca İstanbul’a hareket edildi.

Aradan yıllar geçti, Bandırma nüfus memurluğundan emekli Yusuf Erdem’in kızı Naciye hanım, yukarıda konu edilen fotoğrafı babasının kitapları arasında bulup o yıllarda Ankara’da oturan Seyyid Mûsâ Kâzım’a 10 Kasım 1967 tarihinde verdi Bu fotoğrafın yapıştırıldığı kâğıdın üzerinde o günün tarih ve hatırasını bildiren kıymetli bir yazı vardı. Bu kısa metin sadeleştirilerek aşağıya alınmıştır.

“Ulu mürşid Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Aralık 1920 de Balıkesir’den Bandırma’ya gelerek burayı şereflendirmişlerdir. Asiye hanımın dedesi ve Ziya beyin babası merhum Hacı Haşim beyin evinde 48 gün misafir kaldıktan sonra 31 Ocak 1921, Pazartesi günü ezânî saat[19] 10 civarında Denizcilik işletmesinin Gelibolu vapuruna binerek İstanbul’a doğru hareket etmişlerdir

Bu fotoğraf, İstanbul’a gitmeleri münasebeti ile alınması gerekli olan seyahat belgesine iliştirilmek için merhum Hacı Haşim beyin evindeki havuzun başında kerim oğulları Seyyid Mahmud Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım Hazretleri ile birlikte oldukları halde 29 Ocak Cumartesi günü çekilen fotoğrafın çoğaltılan bir kopyası olup, sahip olmak yüce şerefi bana nasip olmuştur. Bandırmalı Yusuf Erdem.”


 

VE YİNE İSTANBUL

Çapa’daki konak yanmış olduğu için Posta ve Telgraf Nâzın Hasip Paşa’nın Vefa’daki konağının bir bölümüne, oğlu Âli beyin misafiri olarak yerleşildi. Burası müstakil bir daire idi.

Seyyid Hazretlerinin rahat dolaşmaları düşüncesiyle, Seyyid Ali Rıza bir otomobil alınmasını arzu ediyordu. Şerafeddin Ünder, arkadaşlık kurduğu Jan adındaki bir Fransız subay aracılığı ile işgal ordularının hurda satışlarından çalışır vaziyette iki otomobil buldu. Ford marka bu iki otomobilin biri 80, diğeri 180 liraya satın alındı. Çok az kullanılmış olmalarına rağmen Seyyid Ali Rıza ve Şerafeddin Ünder günlerce bu otomobiller üzerinde çalışarak temiz hâle getirdiler. Şurası unutulmamalı ki otomobil İstanbul sokaklarında yeni yeni görülüyordu. Otomobillerden biri, İstanbul trafiğine 111 plaka numarası ile kayıtlı idi. Tesadüf eseri Şerafeddin beyin ehliyeti de 11 numara idi.

Hasip Paşa konağının, Seyyid Hazretleri’nin oturmasına tahsis edilen kısmı meğerse izale-i şuulu imiş. Ali bey, ne zamandır evi sahiplerine teslim etmezmiş. Bir gün karşı tarafın avukatı, yanında hammallar ile, önceden haber vermeden gelerek evin derhal boşaltılmasını bildirdi. Bu çirkin durum karşısında. Seyyid Hazretleri ve ailesi, özel eşyalarını toplayıp evi hemen terkettiler.

Çınar Karakolu’ndaki eski konak

Aile, yeni bir ev kiralanana kadar Bakırköy’de Hacı beylere misafir oldu. Bir müddet sonra Koca Mustafa Paşa semtinde Çınar Karakolu karşısında ahşap bir eve taşınıldı. Bu ev, eski büyük konaklardan birinin yarısı idi Bu köhne evde bir kış geçirildi. Yangından çıkıldığından evde göze görünen fazla bir eşya yoktu.

İstanbul henüz işgal altında idi. Ama şehrin böyle ücra ve köhne köşelerinde işgalci askerler görülmüyordu. Buraları, geçim sıkıntısı içinde olan fakir halk ile gücünü yitirmiş, gençlerini savaşlarda kaybetmiş veya yeni bir cepheye göndermiş ailelerin, dulların, yetimlerin ve birkaç yüz metre sonra şehri kuşatan surların hemen ötesindeki servilerin serin gölgeliklerini bir kurtarıcı umudu ile gözleyen ve ömürlerini civardaki mescit ve camilerde geçiren yaşlıların yaşadıkları köşelerden biri idi.

Yunanlılar Anadolu’yu ele geçirmek için bütün çabalarını sarfediyorlardı. Eskişehir’i geçmişler, Sakarya nehrine dayanmışlardı. Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân ilmini ilk yaymaya başladıkları Sivrihisar’ı almışlar, Polatlı’ya hâkim sırtları ellerine geçirmişlerdi. Gayeleri Ankara’yı bir an evvel almak ve bu suretle Türklerin kazanma inanışlarını mânen yıkmaktı. Buna paralel olarak Ankara hükümetinin Kayseri’ye nakli gün meselesi olmuş, Meclis’in çalışması için Kayseri Lisesi hazırlanmıştı bile. Fakat buna lüzum kalmayacaktı. Zira, Türk askeri, Kurtuluş Savaş’ının kalbi olan başkentlerini bırakmak niyetinde değildi. Savaş devam ettikçe askerlerimiz topraklarına daha sıkı yerleşiyordu. 23 Ağustos 1921 de Yunanlılar Sakarya ırmağının doğusuna geçerek birliklerimize saldırdılar. Ancak Eylül ayı girdiği halde netice alınmıyordu.

O dönemde Sivrihisar’da bulunan Seyyid İsmetullah, eniştesi Emin bey vasıtası ile Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’ne gönderdiği mektupta memleketin içinde bulunduğu durum ile ilgili olarak babasının görüşlerini almak ister. Mektup kendisine okunduğu zaman Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, "imtihan dönemimizin başlangıcı Sivrihisar’dır, Yunan oraya kadar gitti ” dedikten sonra, Mekkî olan Kamer sûresinin Bedir Savaşı[20] ile ilgili ve Medine’de nâzil olan 3 âyetini ele alarak bu seferki Türk-Yunan savaşı hakkındaki fikrini beyan eder.

Kur’ân-ı Kerim 54/45-47: “Toplulukları dağıtılacak, yüzgeri edeceklerdir. Kıyamet günü onların buluşma zamanıdır. O ne korkunç, ne acı gündür. Doğrusu suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.”

Bu açıklamayı kaleme alan Emin bey 14 Eylül 1921 de aşağıdaki mektubu Seyyid İsmetullah’a gönderir:

"Düşman kendisine vaad edilen yere kadar gitti; fakat oraya kadar gidişi kendisi için müsibetli, felâketli ve acıklı olacak ve geriye hakir ve rüsva olarak ve bozguna uğrayarak dönecektir. Kendilerini üstün zannederek, zayıf düşen vatan topraklarımızı basıp birçok facia ve mezalim icra eden ve cinayetlere cüret eden bu sefih millet, umumun teveccühünü kaybederek zillete düşecek ve kazandığı şehirler elinden çıkacaktır. Memleketlerine tamamen çekildikten sonra cemiyetleri inhilâl edecektir.

 Gözümüzün müthiş gördüğü bu cemiyet, yani ordu, mağluben geri gideceklerdir. Karargâhlarına, yani memleketlerine, avdet ettikten sonra büyük ibtilâlara uğrayacaklardır. Ve devlet büyüklerinin hakkımızda kötü bir şekilde ortaya attıkları yalan ve iftiraların mahiyeti meydana çıkarak umumun nefretini üzerlerine çekeceklerdir. Aralarında zuhur edecek nifak ve tefrikalar sebebiyle birçok parçalara ayrılacaklardır."

Emin bey mektubuna şöyle devam etmektedir:

“Vaktiyle (Mustafa Kemal) Paşa’ya gönderilen livâ-ı şerife hürmet ve Seyyid Hazretleri’ne ihlâs ve irtibatını ne kadar muhafaza ederse kendisine ve ordusuna o nisbetle fütuhat müyesser ve kalblerine sükûnet tecelli edecektir. Paşa’nın ismi bu femm-i muhsinde, kerem sahibi ağızda, dolaştıkça Allah’ın yardımı gerek kendilerine ve gerekse ümmete refik ve muin olduğuna bizim imanımız vardır. Seyyid-i Sâdât olan bu pir-i âli şan, bu memlekette ve aramızda durdukça selâmet ve istiklâlimiz emindir. 14.9.1921 ”

Kurtuluş Savaşı’nın başladığı günlerden beri sık sık “Erinden başkumandanına kadar her rütbedeki asker teşvik bekler. Zafere inanmaları için aydınlık bir uc, bir nokta görmeleri lâzımdır” diyen Seyyid Hazretleri, İçel meb’usu Sırrı bey vasıtası ile Başkumandan’a o günlerde bir mektup yollar. Bu mektupta mukavemet etmelerini yâni dayanmalarını ve çekilmemelerini bildirir ve zaferin ordumuza ait olacağını müjdeler.

Yüksek kumanda mevkiindekilerin çekilmeyi düşündükleri bir sırada bu mektup, Paşa’nın eline geçmiş olabilir. Savaşın bu kritik anında Mustafa Kemal Paşa, ordunun ve düşmanın durumu konusunda Mareşal Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra çekilmenin iki üç gün daha ertelenmesine karar verir.

Yunan birlikleri, 10 Eylül 1921 günü gerçekleştirilen saldırıya karşı koyamadı ve bir yandan çatışmayı sürdürürken öte yandan gizlice Sakarya'nın batısına çekilmeye başladı. Türk karargâhı büyük bir dikkatle sürdürülen bu harekâtı, bir köylümüzün karargâha gelerek Yunan askerlerinin çekilmekte olduğunu söylemesiyle üç gün sonra öğrendi. Bu tarih, Yunan ilerlemesinin durması ve hezimetinin başlangıcı oldu.

İstanbul gazeteleri Sakarya Meydan Savaş’ından sonra yeni zaferleri müjdeliyorlardı. Seyyid Hazretleri, günlük gazeteleri muntazam bir şekilde takip ederlerdi. Gazeteleri, Seyyid Ali Rıza ve ara sıra da Seyyid Mücteba yüksek sesle okurlardı. Ordumuzun kazandığı zaferler karşısında Seyyid Hazretleri sevinç ve memnuniyetini açıkça belirtir, asker ve kumandanlarımızın galibiyetleri için onlara hayır duada bulunurdu.

Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam ederken Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin evinde günlük hayat her zamanki gibi sürüp gidiyordu.

Seyyid Mücteba, Seyyid Mûsâ Kâzım ve Seyyid Nureddin bu yeni muhitte evlerine yakın olan Koca Mustafa Paşa Mekteb-i İptidaisi’ne yani ilkokuluna yazıldılar. Bir gece Seyyid Mûsâ Kâzım, din dersinde öğretmeninin söylediklerini büyüklerine anlatıyordu: ’’Günahkârlar, sırtlarında taşıdıkları odunlarla katran kazanlarını kaynatıyorlarmış ve sonra Allah onları bu kazanlara atıyormuş.” Henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olmasına rağmen bunu şöyle yorumluyordu. ’’İnsanları Allah yaratmış. Ne için kendi yarattığını yaksın? Sırtımızda taşıdığımız odun değil olsa olsa kendi günahımız olabilir. Bu ağır yükü dünyâda da taşıyabilirdik. Allah âciz mi ki, günah işleyeni bağışlayacağı yerde onlara eziyet etsin? Bunlar ancak insanların yapacağı kötü şeyler olabilir.” Bunları dinleyen Seyyid Hazretleri, eşi Gülsüm hanıma “Hocalarımızın, şu çocuklar kadar aklı yok ” demişti.

Gülsüm hanım gençliğinde okuduğu kitapların tesiri ile olacak ki bir gün Seyyid Hazretleri’ne, “Efendim, ben cehennemden çok korkuyorum. Orada insanlar hakikaten yanacak mı?” diye sormuş. Seyyid Hazretleri de

 “Cehennemden korkulur mu hiç? Orası insanları, günahlarından arındırarak pâk ve ulvî ruhların katına yükseltecek bir yerdir. Elbisemiz veya gömleğimiz kirlenirse ne yaparız? Temizleninceye kadar kaynatır, çitiler veya tokaçlarız. Temiz olduğunu görünce de katlar diğer temiz çamaşırların arasına koyarız. Cehennem, işte budur. Burada temizlenen günahlar, Cennet’teki temiz emsalleri seviyesine gelince oraya gideceklerdir" buyurmuştur.

Eserlerin yeniden kaleme alınması

Bir gün Gülsüm hanım, Seyyid Mûsâ Kâzım’ı yanına çağırıp gayet ciddî bir tavırla “Oğlum, baban aşağıda sohbet ediyor. Ziyaretçileri her ne kadar kendisini ilgi ile dinliyorlarsa da sonradan dinlediklerini unutuyorlar. Babanın yorulması ve nefes tüketmesi boşa gidiyor. Şu kâğıdı kalemi ah aşağıya git ve babanın söylediklerini yaz.” diyerek onu Seyyid Hazretleri’nin yanına gönderdi. Seyyid Kâzım odaya girdiğinde bir çok kimsenin sohbeti büyük bir dikkatle dinlediğini gördü. Eniştesi Emin beyin yanma oturarak, babasının söylediklerini yazmak üzere, cebinden kâğıdını kalemini çıkardı Ancak ilkokul ikinci sınıf öğrencisi ne yapabilirdi, Seyyid Hazretleri’nin o ağır ifadelerini nasıl yazabilirdi? Hakikaten o daha yazmaya başlamadan eniştesi elinden kâğıdı kalemi aldı ve yazmaya koyuldu. Gülsüm hanımın ikazı ile başlayan bu hareket, eserlerin yeniden ortaya çıkması için bir başlangıç, bir nüve oldu.

Seyyid Hazretleri’nin devamlı ziyaretçileri arasında olan Baytar Emin bey, o gün Damad Emin beyin yanında oturuyordu. O da hemen cebinden küçük bir defter çıkartarak sohbeti yazmaya başladı.

***

Baytar Emin bey, Seyyid Hazretleri gibi Sultan II.Abdülhamit’in gazabına uğramış, Fizan’a kadar sürülmüştü. Yüksek rütbeli bir subay olan Baytar Emin bey, Yunan askerlerin Seyyid Hazretleri’nin Bursa’daki evlerine geldikleri zaman da orada bulunanlar arasındaydı.

Fizan’da bulunduğu sırada Emin beyin başından ilginç bir olay geçer. Afrika’nın merkez ve batısında bulunan Müslüman kavimlerin çoğu, inanç bakımından, Seyyid Abdüsselâm Hazretleri’ne[21] bağlı imişler. Emin bey de, oradayken sürgün günlerinde teselli bulmak için bu zâta bağlı kişilerin devam ettiği bir dergâha gidermiş. Bir gece dergâhtan çıkıp evine dönerken arap çapulcular yolunu keserler. Ölümle yüzyüze gelen Emin bey, “Yetiş ya Abdüsselâm!” diye feryad eder. Bunu duyan araplar onu serbest bırakıp giderler. Aradan seneler geçer, Emin bey bu olayı unutur. Bir gün sohbette bulunduğu bir sırada Seyyid Hazretleri, kendisine hitap ederek, Seyyid Abdüsselâm’ın büyüklüğünden bahseder ve

“Oğlum, O büyük bir zât idi, seni kurtardı. Ama, bize iltica etmiş olsa idin biz de seni kurtarırdık.” der. Emin bey, daha sonraları ailesine “Bu hadiseden Seyyid Hazretlerine bahsetmemiştim Bu ne büyük bir tasarruftur ” diyerek olayı anlatmıştır.

Buna benzer bir olay da Bandırmalı Halit ustanın başından geçmiştir. Yunan işgali sırasında şehirdeki iş yerini kapatan Halit usta, Manyas ve havalisinden aldığı koyun ve kuzuları İstanbul’a getirip satarmış. Çok yorgun olduğu bir gece, çobanlarına uyumamalarını sıkı sıkı tembih ettikten sonra kendisi uyumuş. Çobanlar da yorgun olacaklar ki onlar da uyuyakalmışlar Halit Usta sabaha karşı alacakaranlıkta uyanınca bakmış ki çobanlar uyuyor ve ortalıkta ne koyun var ne de kuzu. Çerkez eşkiyanın ve çapulcuların o havalide hâlâ hüküm sürdüğünü bilen Halit Usta, korktuğuna uğradığını anlıyor. Bir müddet civarda koyunlarını arıyor, bulamayınca da yüksek bir yere çıkarak avaz avaz ‘Yetiş Seyyidim!” diye bağırıyor. Bir müddet sonra, bir kaç atlı geliyor ve onlara burada ne aradıklarını soruyor. Halit usta da sürüsünü kaybettiğini söylüyor. Bunun üzerine gelenlerden biri diğerlerine, ”Ben herkesin malına dokunulmaz demedim mi size! Hemen gidin bu adamın sürüsünü kendisine teslim edin.” diyor. İstanbul’a gelince ilk iş olarak ziyarete geliyor. Seyyid Hazretleri hatır sorduktan sonra Halit ustaya,

"Oğlum, başınız daraldığı zaman bize iltica edin, dediysek dağların başına çıkarak sabah

karanlığında avaz avaz bağırın demedik size . Yavaşça da söyleseniz biz duyarız.” 

diyerek hem iltifat ve hem de tatlı bir şekilde ikaz ediyorlar.

Beşiktaş’a taşınma

1922 yılının ilk günlerinden birinde ev sahibinin yaptığı saygısız bir hareket karşısında Seyyid Hazretleri anî bir kararla evden ayrılmak istediler. Savaş yıllarında yoksulluk içinde yaşamaya çalışan fakir halka manevî bir destek vermek istercesine, ”Hâdim-ül fukara” lakabının icâbı bu köhne semtte oturmayı tercih etmiş olan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin başka bir semtte taşınmayı arzu etmesi memleketin barışa ve refaha kavuşacağına dair bir müjde idi. Şerafeddin Ünder’in hemen o gün Beşiktaş’da bulduğu eve akşamüstü taşınıldı. Saray mensuplarından birine ait olan sarı boyalı, kâğir, iki katlı bu ev Valide Çeşme’sinin üstündeki sokağın nihayetinde bulunuyordu. Ihlamur sırtlarına hâkim güzel manzarası ve değişik görünüşü ile önceki evlerden çok farklı idi. O zamanlar İstanbul’un, değil her evinde, ancak bâzı semtlerinde elektrik vardı. Fatih yangınında yanan konakta olduğu gibi bu evde de elektrik tesisatı bulunuyordu.

Seyyid Hazretleri, fırsat buldukça oğulları ile otomobil ile gezilere çıkıyorlardı. Bu gezilerde Şerafeddin Under tarafından çekilen fotoğraflar, bugün elimizde kalan çok kıymetli hatıralardır.

Altı ay kadar kısa bir süre kalınmasına rağmen bu ev, hayatın mutlu bir dönemine sahne olmuştur. Seyyid Ali Rıza’nın evlenmesinden sonra küçük Seyyidlerin sünnet düğünleri ile aile, bir mürüvvet daha görmüştür.

11 Haziran 1922 deki sünnet düğününde eve sinema getirilmesine izin veren Seyyid Hazretleri, bu fikri ortaya atan Şerafeddin Ünder’e, “İyi olur oğlum, biz de görürüz. ” diye ilgisini ifade etmiştir. Seyyid Mûsâ Kâzım o günkü hâtıralarını şöyle dile getiriyor: ”Bu gün bende kalan intiba, ne filmi aydınlatmak için kullanılan karpit lambasının pis kokusu ne de filmin konusudur. Babamın büyük bir dikkatle filmi seyretmesi ve ilgilenmesi hâlâ gözlerimin önündedir. Bu sözlerim bu gün hiç bir anlam taşımaz; çünkü sinemaya gitmeyen, filim seyretmeyen kimse kalmadı artık. Fakat dün böyle değildi. Sinemayı bırakın, fotoğraf çektirmek bile bazı kesimlerde küfür sayılıyordu. Kuru taassup, din kurallarının üzerinde tutuluyordu. Halbuki babam, medeniyetin icaplarını ve getirdiği yenilikleri büyük bir titizlikle takip ediyordu. Bisiklete şeytan arabası denilen bir devirde otomobil almış, fotoğraf çekmenin ve çektirmenin haram sayıldığı zaman kendi eliyle bana fotoğraf makinası hediye etmişti. Şerafeddin ağabey, babamın fotoğrafını çekmek için izin isteyip bir sakıncası olup olmadığını sorduğunda babam cevaben “Çek oğlum hiç bir mahzuru yoktur. Bu bir surettir. Ancak bizim cahil kalmış halkımız karşılarına kor da putlaştırırlar, ondan korkarım.” buyurmuşlardır.”

Bir gün Seyyid Hazretleri, Şerafeddin Ünder’e Oğlum Şeref, pek sıkıldım. Biraz dolaştır beni” der. Otomobille Ihlamur semtine gidilir. Seyyid Hazretleri bu güzel ortamda bir süre dinlenmek isteyince civardaki evlerin birinden bir koltuk temin edilir ve ağaçların gölgesine yerleştirilir. Bir aralık Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin yüzüne güneş gelir. Yanlarında bulunan Ayân Halil efendi, “Efendim, yüzünüze güneş geldi; müsaade ederseniz koltuğu çekelim.” der. Bu söz üzerine Seyyid Hazretleri, Oğlum Halil, o da bize müştak, bırak da nasibini alsın” buyururlar.

Seyyid Hazretlerinin bu hâlini tesbit etmek için fotoğraf çekmek isteyen Şerafeddin bey, Seyyid Ali Rıza beyin iznini alarak hemen Beşiktaş’daki atölyesine gidip fotoğraf makinasını getirir. Seyyid Hazretlerinin bu gün elimizde bulunan ve kıymetli fotoğraflarından biri olan koltuktaki pozunu böylece tesbit eder.

Yine o günlerden birinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin bir başka fotoğrafı daha çekiliyor. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, oğullan Seyyid Ali Rıza, Seyyid Mücteba ve Seyyid Kâzım ile torunu Seyyid Nureddin ve damadı Emin bey olduğu halde Şerafeddin Ünder’in kullandığı otomobil ile Bakırköy’e giderler.

Bugün Bakırköy’ün denize yakın yerinde Ataköy’e olan sınırının batısı, o tarihlerde, baruthane arazisi idi ve burası işgal kuvvetlerinin kontrolü altındaydı. Zırhlı otomobiller, kamyonlar ve bunların çektiği toplarla dolu olan bu alanda güvenlik önlemleri çok sıkı idi. Yolun sonunda, işgal altında bulunan barut fabrikasının ve kumandanlığın nizamiye kapısının iki yanında nöbetçiler ve yol üzerinde de çift barikatlar vardı.

Kapıya yaklaşılınca Şerafeddin bey, Seyyid Hazretlerine “Ne tarafa gidelim efendim?” diye sordu “Doğru götür oğlum” tâlimatını alınca o da tereddütsüz nizamiye kapısına yanaştı. Nöbetçi askerler herhangi bir şey sormadan telaşla barikatları açtılar. Böylece içeri girilerek deniz kenarına kadar ilerlendi. Genç Seyyidler, bir süre deniz kenarında neşe içinde oyalandılar. Şerafeddin Ünder bu firsatı kaçırmak istemedi ve fotoğraf makinasını hazırlayarak burada da bir fotoğraf çekti. [22]

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri geldiğini ve izin almadan içeriye girdiğini gören kimi Hintli, kimi Sudanlı sömürge askerleri otomobile 10- 15 metre kadar yaklaşarak, toplanmaya başladılar Seyyid Hazretleri bunların İngiliz askerleri olduğunu öğren ince onlara “İyi bakın, düşmanınızı tanıyın. Buradan sizi ben atacağım” buyurdular.

1922 yılında okullar tatil olunca ailece Bursa'ya gidildi. Sivrihisar ve civarı düşmandan kurtarıldığı için yollar daha emniyetli idi. Bu bakımdan Seyyid İsmetullah ve ailesi de Bursa’ya geldiler. Seyyid Tahsin zaten Bursa’daki evde oturuyordu. Böylece bütün aile yaz aylarını beraber geçirmiş oldu.


MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin, Mustafa Kemal Paşa’ya olan ilgisi, daha o, ünlü bir subay olarak halk arasında tanınmadan çok önce başlamıştı. Seyyid Hazretlerinin, Trablusgarp’da yazdığı ve kitabımızın ön sahifelerinde yer alan şiirinde, ülkeyi kurtaracak olan zâtın 1881 de zuhur edeceğine işaret vardı. Bilindiği gibi 1881 Mustafa Kemal’in doğum tarihidir. Şiirdeki “Başını hırkaya çekmiş şol yatan arslana bak” mısraı, Mustafa Kemal’in Kocatepe cephesindeki, fotoğraflara yansımış bir görüntüsünü sanki tasvir etmektedir. Hatırlanacağı gibi Mustafa Kemal’in kaputuna sarılarak dinlendiği bir anı yansıtan resim, bu dizelerin gerçekleşmesi hâlidir.

1922 yılında Seyyid Hazretleri’nin, Mustafa Kemal’e gönderdiği diğer bir mektubunda Farsça yazılmış bir şiir vardı

Çi gâm divâr-ı ümmet râ

Ki dâred çün tu peşt-i bân

Ki pâk ez mevc bahrân râ

Ki bâşed Nûh keştibân

“Sizin gibi âli bir kumandan sefıne-i Ehl-i Beyt muhabbeti mıntıkasına dahil olunca emvâc-ı mesaibden ne zahmet çeker” anlamına gelen bu dörtlüğü bizzat kendisi Türkçe olarak açıklamıştır. Bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirdiğimizde Seyyid Hazretleri’nin Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle iltifat ettiğini görüyoruz: ”Sizin gibi yüce bir kumandan Ehl-i Beyt muhabbeti gemisine dahil olunca, felâket dalgalarından asla zahmet çekmez?”

Aynı yıl gönderdikleri başka bir mektupta “Uzun zamandan beri milletin felâketten kurtuluşu ve iyiliği ile uğraşıyorsunuz” sözlerinden sonra zaferin yakın olduğunu bildiren müjdeyi vermiştir. Bu mektup, İstanbul-Çanakkale mevkii müstahkem kumandam Miralay Şevket bey vasıtası ile Mustafa Kemal’e verilmiştir.

Seyyid Hazretleri tarafından, 1923 de Baytar Emin beye dikte ettirilerek yazdırılan ve önemli hususlara dikkat çekilen uzun mektup, Baytar Emin beyin notları ile beraber aşağıya alınmıştır.

“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu:

“Sinn-i şeyhuhetimiz arıza tahrir ve takdim etmeye mâni olmakla beraber bilvâsıta bâzı mektuplar takdim olundu. Bu kerre bu meveddetnâmemle ihtimam edilerek bâzı noktalar üzerine nazar-ı dikkatinizi celp etmek istiyorum.

"Hakkal ümerâ alel ulemâ ennasıhatü vedduâ" medlulünce duâ ve himmetimiz dâim ve sâbıttir. Ümmetin halâsı ve itisamına ait hizmete zât-ı âlileri mânen memur ve intihab olunduğunuzdan Cenâb-ı Hakk Hazretleri muininizdir. Bununla beraber düşmanlarınızın ittifak etmesine meydan verilmemelidir. Zira, İngilizlerin takip ettikleri gaye Türkleri, Küçük Asya’dan çıkartmak ve kuvvetlerini kırmaya mâtufdur. Memleketimizden kaçanları deniz ve kara tariki ile üzerimize sevk ve tasallut ettirmek için hazırlanıyorlar. Bastığınız yerlere sizi muhafaza edecek bir surette metanet ve kuvvet veriniz. Kapıları gayet iyi pekitleyiniz. Yani Çanakkale’ye hâkim olunmasına dikkat buyurunuz. Ondan sonra nazarınızı şarka çeviriniz. İhtimam buyurulması hakkında tavsiye ettiğim noktalar bize malum ve işaret olmuştur. Bu da “El ilhâm-ü leyse min esbâbil ma’rifeti' kavli “ kabilinden olup lüzumunda ona göre âmil olursunuz. Zât-ı âlileri evlâd-ı mânevîyemizsiniz. Gönlümüz bir mıknatıs ibresi gibi nereye gitseniz sizi takip eder. Muhibbiniz olan bu pir-i faninin şu sözlerini ehemmiyetle dinleyiniz. Hürmetlerimi ithaf ve muvaffakiyetinizi temenni ve duâ ederim”

Bu mektup, H.1339 (1923) tarihinde ihvanımızdan Afyon meb’usu Vasfi bey vasıtasıyla Gazi Paşa Hazretleri’ne takdim olundu. Femm-i saadetlerinden çıkan sözleri tesbitle bu mektup tarafımdan zapt ve tahrir edildi. Nutuk buyurduğu iki cümle her nasılsa idhal ve ilâve edilmedi. Bu cümleler şunlardır: ”Karadeniz’in selâmeti elinizdedir. Bizden çıkanların bir daha girmemesi için Boğaz’ı kapatınız. Kapıyı iyi pekitlerseniz fenalıklar akîm [neticesiz, kısır, beyhûde; boş.] kalır.”

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri günlük gazetelerden ordumuzun harekâtını her gün takip ediyordu. 22 Ağustos 1922 tarihinden başlayıp 9 Eylül 1922 günü İzmir’de sona eren onbeş günlük kovalamadan sonra istilâcı kuvvetlerin denize dökülmesi olayı memleketimizde hakikî bir bayram yarattı.

Cerrahpaşa’daki evin alınışı

1921 de Bursa’da bulundukları günlerde Seyyid Hazretleri, İstanbul’da yeni bir ev aldılar çünkü kira evlerinde dolaşmaktan sıkılmışlardı. Okulların açılma tarihine doğru Gülsüm hanım, yeni evin temizlik ve bâzı ufak tâmirat işlerini yaptırmak için çocuklarla beraber İstanbul’a döndü.

Cerrahpaşa semtinde, Çardaklı Hamam sokağındaki ev, eski Bahriye Nâzırlarından birine aitmiş. Hastahanenin hemen yanındaki bu büyük konak, harem ve selâmlık olmak üzere iki kısımdı ve her iki cephesinde de bahçesi bulunuyordu. Konak, sokağa adını veren Çardaklı Hamam’ın yerine inşa edilmiş olduğundan zemin katta gayet büyük taşlıklar vardı, içinden künkler geçen kaim duvarlı soğukluk kısmı hâlâ duruyordu. Üst katın bir bölümü soğukluğun bâzı odalarının yüksek kubbeleri üzerine inşa edilmişti. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili idi. Çardaklı Hamam sokağı evin iki yanını kuşatıyordu. Dar cephesinde fakir bir ailenin küçük evi ve bahçesi, diğer tarafında ise gazeteci ve meşrutiyet devrinin siyasîlerinden Ali Kemal’in evinin geniş bahçesi yer alıyordu.

Evin ön bahçesi güzel tanzim edilmişti. Büyük bir havuz ve üzeri kapalı bir de kuyu vardı. Kuyunun suyu acı olmakla beraber çok fazla idi. Tahminen bir zamanlar hamamın suyu buradan veriliyormuş. Derinliği 11 kulaç olan kuyunun çapı 4 metre idi; içi tonoz örülü ve üst tarafı kemerlerle kapatılmıştı.

Evin üst katından, Sultan Ahmed ve Ayasofya camileri dahil Marmara Denizi geniş ölçüde görülürdü. Mehtaplı gecelerde, adaları da içine alan gümüşten bir şerit eve doğru uzanır ve mehtabın devamı boyunca hiç kaybolmazdı.

Onarım, boya ve benzeri işler tamamlanınca ev, güzelce döşendi. Artık yangın sonrası derbederliğinden kurtulunmuştu. Seyyid Hazretlerinin Bursa’dan gelişinden sonra ev şereflendi. Bütün aile şimdi bu evde toplanmıştı.

Bu günlerde Anadolu’muz düşman istilasından kurtulmuştu. Ankara Hükümeti yeni bir devlet kurmaya çalışırken, yokluk ve sıkıntıya rağmen halkımız yarınından emin oluşun mutluluğu içindeydi. Seyyid Hazretlerinin Türk milleti hakkında bir temennisi vardı. Bu, temenniden ziyade, milletimiz için bir müjde idi: “Güneşin şarktan doğuşu gibi bundan sonra medeniyet de şarktan doğacaktır ve Türkler de lâyık oldukları mevkii alacaklardır.”

Seyyid Hazretleri de memleketin bu çoşkusuna uyarak Fatih yangınından sonra ilk defa olarak Kur’ân’ı Türkçe olarak takrir sûretiyle yazdırmaya başladı. O gün hangi sûre yazılacak ise o sûreden bir âyet okunur, gözleri yarı kapalı, belki de murâkabe hâlinde koltuğunda oturan Seyyid Hazretleri âyetin mânâsını söylerdi. Bu sırada Seyyid Ali Rıza, damad Emin bey veya kâtiplerden biri tek harf kaçırmadan not ederlerdi.

Daha sonra Seyyid Hazretleri’nin istirahati zamanında not alanlar bir araya gelirler, tutulan notları karşılaştırırlar, fikir birliği olunca notlar büyükçe bir deftere temize çekilirdi. Şayet notlar arasında bir farklılık olursa ertesi gün, öğrenmek istedikleri yeri sorarlardı. Ancak Seyyid Hazretleri, aynı âyeti daha değişik ifadelerle tekrar anlatırlardı.. Bu sûretle Amme cüzü tamamlandı ve “Mezâhir-ül Vücûd Alâ Menâbir-üş Şühûd” adı altında baskıya hazırlanan ilk kitap oldu.

Taş baskı tekniği ile basılan kitabın bir kısmı ciltlenerek satışa çıkarıldı, bir kısmı da sahifeler hâlinde eve getirildi ki bunlar, burada formalar şekline getirilerek abonelere postalandı. Henüz on yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım bu işleri görev bilmiş, severek yapıyordu. “Matbaadan gelen baskıların taze mürekkep kokusunu hâlâ dün gibi duyar ve hissederim.” demektedir.

Bu kitabı okuyan, Antep’in ileri gelen bocalarından biri, ilk formayı eline alarak “Şuna bakın, kunduracı ustasını Allah yapmış ” diye çarşı içinde ulu orta konuşmaya başlamış. Damad Emin bey bu olayı öğrenince Seyyid Hazretleri’ne “Efendim, müsade ederseniz dâva açalım mı?” diye soruyor. Seyyid Hazretleri buna cevaben

“Oğlum! Bizim cahillerle uğraşacak vaktimiz yok Onlar rab kelimesinin lügat anlamını bilmezler. Ama kendilerini her işte erbab sanırlar” buyurmuştur[23]

Seyyid Hazretleri hocaların bilgilerini eleştirir, böyle insanların yetiştirdiği kimselerden hayır gelmeyeceğini açıkça ifade ederlerdi. Değil böyle cahil hocaların, ilim adamı vasfını taşıyan nice insanın bile eşyânın hakikatine inememiş ve satıhta kalmış olduğunu söylerlerdi. Sohbetlerinde bulunan biri; Seyyid Hazretleri’nin kendisine “Oğlum, her gelen bizden dünyâ istiyor. İlmimizi talep eden çıkmadı aralarından” dediğini anlatmıştı. Hakikaten halkımız yalnız dış görünüşe itibar ediyor. Şayet millet olarak eşyanın görünüşünü bırakıp mahiyetine; ilmin safsatasını terk edip hakikatine inmesini bilseydik bugün geri kalmışlıktan kurtulur, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşırdık. Tutucu ve cahil şeyhlerin ortadan kaldırılması ve onların kara kaplı hiçbir işe yaramaz kitaplarının bugünkü nesil tarafından okunamaz hâle gelmesi maalesef çok bir şey ifade etmedi. Halkımızın dine olan sonsuz saygı ve inanışı yüzünden yeri ilmî bir şekilde doldurulamayan boşluk yeni yobazların türemesine sebep oldu.

Kitap çalışmaları devam ederken bir taraftan da Seyyid Hazretleri gelen ziyaretçilere irşad edici sohbetlerde bulunuyorlardı. Bu sohbet toplantılarında bulunan Lutfullah (Baydoğan) anlatmıştı. ”Bir gün Seyyid Hazretleri’nin sohbetlerinde bulunuyorduk. Bir aralık sohbeti keserek durdular. Sonra, “Muhiddin-i Arabi Hazretleri büyük zâttır. Şayet onun devrinde olsaydım talebesi olurdum. Ancak o şimdi bizim devrimizde bulunsaydı öğrencimiz olurdu. Zira kendisine Kur 'ân 'in bir sûresinin, ihlâs sûresinin mânâsı verilmiştir. Halbuki bütün Kur'ân bize tevdi kılındı.” buyurdular. Yanlarından ayrıldıktan sonra huzurunda bulunanlara “Seyyidimizin bu sözü hangimize aittir?” diye sordum. Ziyaretçilerden biri “Acaba, Muhiddin-i Arâbî mi yoksa Seyyid Hazretleri mi büyük, diye düşünüyordum ki, ben cevâbımı aldım.” demiştir.

Günler gelip geçiyordu. Anadolu düşman istilasından kurtulmuştu. Ancak bütün yurdu saran bu yangından neler kurtarılmıştı, yüzlerce senelik ihmalden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı arasında işe yarar neler kalmıştı? Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Cumhuriyet’in ilânına rastlayan günlerdeki üzüntü ve temennilerine değinmekte yarar var.

Osmanlı İmparatorluğu’nda fen, sanat ve ticaret çoğunlukla azınlıkların elinde idi. Müslüman halk daha ziyade memuriyet veya ziraatle uğraşırdı. Özellikle Anadolu’muzdaki halkın geri kalmışlığı Seyyid Hazretlerine üzüntü veriyordu. Onların eğitilmesi konusunda hassasiyetle duruyordu.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri eserlerinde ağır İlmî ifadeler kullanmasına rağmen “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismim”[24] adındaki kitabında, yazı dilini köylümüzün anlayabileceği konuşma tarzına kadar sadeleştirerek, onları aydınlatmaya ve uyarmaya çalışmıştır.

Bu eserde ziraat ile uğraşan köylümüze aralarında birleşerek üretim ve tüketim kooperatifleri kurmalarım, yetiştirdikleri ürünü bir araya getirerek kıymetlendirmelerini tavsiye ediyordu. Böylece ihtiyacını duydukları herşeyi kendi paraları ile alacaklarından tefecilere muhtaç, dolayısı ile onların esiri olmayacakları bildiriyordu.

Bu kıymetli kitaptaki köye ve köylüye ait kısımlar, 1914 yılında neşredilmeye başlanan ve 15 günde bir çıkan “El Mirsad” dergisinde Türkçe olarak yayınlandı. Ancak derginin yayın hayatı fazla uzun sürmedi; sadece 23 sayı neşredildi I. Dünyâ Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında derginin yayınına, sonra devam edilmek üzere, ara verildi Büyük bir talihsizlik olarak “Edvâr-ı Âlem” adlı bu kitap, Fatih yangınında kül olan eserler arasında bulunduğundan yukarıdaki konu maalesef yarım kalmıştır.

Seyyid Hazretleri ’ni üzen ikinci husus öncekinden daha büyüktü. Bu, milletimizin ilim ve bilgi bakımından çağdaş toplumlardan çok geri kalmış olması idi. Bunun bütün sorumluluğunu ilmiye kisvesi altındaki yobaz hocalarda buluyordu. “Medreselerde ben böyle dedim, o şöyle dedi gibi sözlerden başka ciddî bir şey öğretmiyorlar çocuklarımıza. Yabancılar müsbet ilimleri talim ederken biz safsata ile vakit geçiriyoruz.” şeklinde üzüntülerini bildiriyorlardı. Ayrıca tekkeleri yobaz ve cahil hocaların buralarda, halkımızı gerilik ve uyuşukluğa alıştırdıktan bir yer oldukları için zararlı görüyorlar ve "'Yeni hükümetin ilk işi tekkeleri ve zaviyeleri [25] kapatmak olmalıdır diyorlardı. Gençlerimizi fen ve sanatta ciddî şekilde eğiterek çağdaş medeniyet seviyesine yetiştirecek müesseselerin kurulmasını arzu ediyorlardı. Toplumun medenî bir şekilde yaşaması için ilim ve sanata ağırlık verilmesini aksi takdirde milletin perişan olacağını bildiriyorlar ve

 “Yeryüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk ve milletimiz hüsran içinde kalacaktır”  diyerek gençlerimizi iyi yetiştirmeleri için yetkilileri ikaz ediyorlardı

Cumhuriyet'in ilânı

1921 yılı memleketimizin kaderini tayin eden mutlu bir yıl oldu. Millî sınırlarımız fiilen tayin edildi. Ankara Hükümeti’nin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri "Cumhuriyet devri Ehl-i Beyi devridir. Bu devirde Ehl-i Beyt’in kadri bilinecektir” buyurmuşlar ve bunu daha sonraları sık sık dile getirmişlerdi.

Padişahlık resmen sona ermişti. (Daha sonra 3 Mart 1924 de Hilâfet müessesesi de ilga edildi.) Memleketin sathı sefalet ve ıztırab içinde olmasına rağmen ufukları ışıl ışıl parlıyor ve yarın için ümit veriyordu.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, cumhuriyetin ilânından 20-25 sene evvel Trablusgarp’ta kaleme aldığı “Tefsır-i Kebir” adlı eserinde Kehf sûresinin [26] yorumunda devlet idaresinden, cumhurbaşkanlığından hattâ başkanlık sisteminden bahsedilmiştir. Fatih yangınında yanan eserin “Makasid-i Şuhud” ismi ile Türkçe olarak ikinci kez yazımında bu önemli konu tekrar ele alınmıştır. Cumhurbaşkanı olarak seçilen kimsenin kendi kültürü oranında memlekete ve millete kültür getireceğini ifade eden Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, insanların maddî ve mânevi alanlarda edindiği bilgiler nisbetinde medenî olacaklarını ve hayatın medeniyette olduğunu bildiriyordu.

 “Medeni olabilmek için, medeniyetin gereklerinden olan ahlâk, ilim, eğitim, sanat, ticaret gibi memleketin ilerlemesini, mutluluk ve barış içinde olmasını gerektiren şeylerde erginliğe ve ilmin derinliğim varılmalıdır. Çünkü bunlar medeniyetin güvenilir rehberleridir. Bunlar olmadıkça medeniyet yollarında ilerlenemez ”

Seyyid Hazretleri’nin bu konuda ifade buyurdukları bir kaç özlü sözünü bir kere daha tekrarlamakta yarar var.

“Milletin, fen ve sanatın her şubesinde asrın ilerleyişini takip ve tetkik ederek ve bunlardan faydalanmaya çalışarak ekonomik bakımdan kuvvet ve güç kazanması lâzımdır. "
“Milletin, ekonomik işlerde, cemaatleri ayırmaksızın onlara yardım ve koruma elini uzatması, insanlığın belgesi ve medeniyetin hakikatidir."

Güneş Yılı

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde önemle durdukları bir konu da ay yılı yerine güneş yılının kullanılması hususu idi.[27]  Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aydır.[28] Bu dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete dayanarak, güneş yılının dünyânın gerçek düzenine uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.

Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya gerek vardır.

Feyyaz-ı Mutlak’m bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi güneşten gelen feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat arasındaki doğal bağ zaten buna kesin bir işarettir. Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine uygun olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini, hayvanların yavrulamalarını kuşların göçlerini meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı eserinde, Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş şekilde yer vermektedirler.[29]

İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu ticareti genellikle Yahudiler idare ederlerdi. Bizans topraklarından, doğudan veya Afrika’dan gelen tüccarlar Mekke ve civarında kurulan panayırlarda buluşurlardı. Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir yerde kurulacak olan panayırın zamanını bildirmek için gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber verirlerdi.

Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay yılı, güneş yılından 10 gün eksiktir ve gerçek düzene yâni güneş takvimine uymadığı için belirli sürelerde bir ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç gösterir.

İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü düşünceli kişiler savaşmanın yasak olduğu haram ayların arasına sokmakla hacc zamanında hacıların yolunu keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi kötü amaçlarına âlet ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin 37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah, inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve ayın kaldırılması için Cenâb-ı Hakk’m kesin bir emri idi.

Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hicret’in altıncı senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni olduğundan aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc görevi bir sonraki yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe sûresinin 36. âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması konusunda müslümanları bir defa daha uyarmıştır. “Geçen sene Zilkade ayında hacc yaptığınız halde Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de bunu teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir, hürmetler karşılıklıdır...”

Ayların yerlerinin değiştirilmesi, Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı şereflendirdikleri gün, ilk vahyin gelişi, ve vefatı tarihleri kesin olarak bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve Medine’ye göçünün böyle önemli bir konu için seçilmesi son derece üzücü ve aynı zamanda hayret vericidir.

Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması husûsundaki düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra genç cumhuriyetin ilk devrimlerinden biri olarak gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı. Memleketimizde, dinî konularda hâlâ ay yılının kullanılması, haram ayların mevsimlere göre yerlerinin değişmesine sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın 9/37. âyetine ters düşmektedir.

(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip Ay Yılı’nın kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi. Bunun yanı sıra, 1840’dan itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden Mâlî (Rûmî) takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî takvime göre ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla düşen iki ayrı yılı karşılardı. Her 33 yılda bir, bir Hicrî sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak 1926’da Türkiye’de tek resmî takvim olarak Gregoryan esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)

Zekât

Seyyid Hazretleri, zekât konusunda da farklı düşünmekte ve bu konuya değişik bir bakış açısı getirmekteydi. Bu, üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir konudur.

Bilindiği gibi zekât, müslümanlığın beş şartından biri olup her müslümanın bir yıl içinde çalıştırıp kazanç elde ettiği gelirinin kırkta birini yoksullara vermesi zorunluğu olarak tanımlanır. Kur’ân’da namaz ve zekât bir çok âyette birlikte zikredilir. Zira, namaz mânevî, zekât ise maddî bakımdan arınmamızı sağlar.

İslâmiyetin ilk yıllarında yoksullara, gazilere ve şehit ailelerine devlet hâzinesi ve mâliyesi yerine geçen Beyt-ül Mâl’den yardım yapılırdı. Bu yardımın kaynağı ganimetlerle karşılanıyordu. Zekât, Hicret’ten sonra kesin emir hâline gelmiştir. Kur’ân, zekâtın miktarı ve yükümlülüğünü zaman ve şartlara bırakmıştır.

Mekkeli müşriklerle 628 yılının Mart ayında imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri müslümanlar için ağır görünürse de, sonucu bakımından müslümanlar lehine olumlu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Bu suretle müslümanlar siyasî bir topluluk olarak tanınmış ve bir devlet karakteri kazanmışlardır. Devlet için gerekli masrafların karşılanması için zekâtın toplanması Beyt-ül Mal’e görev olarak verilmiş ve zekât toplayan memurlar tayin edilmiştir. Peygamberimizin vefatından sonra Ömer ibni Hattâb, zekâtını vermeyen bir kimseye gönderdiği haber ile zekâtını ödemediği takdirde memurlar vasıtası ile bunu zorla alacağını bildirmiştir.

Seyyid Hazretleri modern devlet çerçevesinde devlet hâzinesi ve Merkez Bankası’nın Beyt-ül Mal yerine geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dolaylı veya dolaysız şekilde devlet hâzinesine giden verginin de zekât hükmünde olduğunu, zirâ devlet hizmetinde çalışan asker, memur, emekli, dul ve yetimlerin geçimleri için gerekli paraların bu hâzineden ödendiğini işaret etmişlerdir. Bu bakımdan vergisini tam ve zamanında ödeyen kimseyi, zekâtını ödemiş gibi, dinî vazifesini yerine getirmiş bir mümin kabul etmek gerekir.

Seyyid Hazretleri yoksullara yapılacak olan yardımlar hakkında şöyle derlerdi: “Fakire para vermekle onu zengin edemezsiniz.” Nitekim Kur’â’ın Beled sûresinin[30] tevilinde yardımların belediyeler veya varlıklı şahısların, muhtaçlara yardım amacı ile kurdukları kuruluşlara yapılmasına işaret etmiştir.


SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin günlük yaşantısı gayet düzenli idi. Allah’ın bütün nimetlerini muazzez tutarlar, kendilerine ikram edilen şeyleri red etmezlerdi. Fazla miktarda yemek yemezler, ancak yemeğin zamanında servis edilmesini isterlerdi. Hz. Hüseyin aleyhisselâmın şehadetine saygı göstererek Kerbelâ günü madenî kapla su içerlerdi. Bunun dışında ince bardakla su içmeyi tercih ederler, gerek yemek ve gerekse çay takımlarının muntazam olmasını arzu ederlerdi. Sabah kahvaltısında genellikle çay içerlerdi. Dağıstanlı olduklarından çayı sevdiklerini söylerlerdi. Bursa’da yaz tatillerini geçirdikleri zaman ikindi çayını çoğunlukla arka bahçedeki çalışma odasında içmeyi arzu ederlerdi.

Gece yatsı namazından biraz sonra yatarak istirahat ederler, herkesin uykuya çekilmeleri ile kalkarlar ayran veya çay ile bir dilim kızarmış ekmek yerlerdi. Bundan sonra zamanlarını çoğu kez şafak sökene kadar ibâdet ve çalışmaya ayırırlardı.

Hiçbir mükeyyifata [Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler. ] itibar etmezlerdi.

Ziyaretlerine gelenlerden birinin “Efendim sigara haram mıdır?” sorusuna “Hayır oğlum, haram değil  mekruhtur,[31] dedikten sonra sigara dumanının insan sağlığına zararlı olduğunu bu sebeple, ona verilen paranın daha yararlı yere sarf edilmesinin uygun olacağını söylemişlerdi.


SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin kitap çalışmaları 1925 yılı Ramazan’ma kadar devam etti. Ramazan ayı güzel başlamıştı. Teravih namazlarını ev halkı cemaatle kılıyor, sanki neşe denizi içinde yüzülüyordu. Bir akşam Seyyid Hazretleri rahatsızlandığından teravihe gelmedi.

O tarihte henüz 12 yaşında olup ilkokul beşinci sınıfa giden Seyyid Mûsâ Kâzım 24 Nisan Cumartesi gününü şöyle anlatmakta:

“Sabah okula gideceğim sırada babam beni çağırdı, kucaklayıp öptü. Arkamdan yavaş sesle hayır duâ ettiğini duydum. Bir mânâ verememekle beraber, bu benim için baha biçilmez bir iltifat olmuştu. Buna rağmen neşelenemedim. Ezici, kahredici bir kaygı, tarif edemeyeceğim bir his ve heyecan vardı içimde. Ramazan olduğu için okulda üç ders okunurdu. Eve her zaman koşarak geldiğim bu kısa yolda yürümek dahi ağır geldi bana o gün. Pencerelere korka korka baktım. Camlara hüzün karanlığı çökmüştü sanki. Merdivenlerden yukarıya çıkıncaya kadar kimse bir şey söylemedi bana. Annemin hıçkırarak boynuma sarılışı ve yeniden kopan vaveyla her şeyi bana anlatmaya kâfi geldi. Ama nasıl olurdu? Babam, sabah karyolasında oturuyordu. Beni kucaklamış, öpmüştü. Demek bu kucaklayış ve öpüş bir ayrılığın ifadesi imiş. Acaba bunun için mi içimde bir burukluk hissetmiştim. Bir şey kopmuştu içimden. Ağlayamadım, ağzım gibi gözüm de kurumuştu. Annemin, Ali ağabeyimin, ve yengemin şefkat dolu kucaklarında yeni bir hayat yolunun ilk izlerini buldum. Hiç kimse ile konuşamıyordum. Zaten kimsenin de benimle konuşacak hâli yoktu.

Akşama doğru, annem bana da büyük bir insan gibi önem vererek, bir toplantı yaptı ve açıkça babamın vefat ettiğini, ismet ağabeyimin yengemle beraber Giresun’da, Tahsin ağabeyimin de Bursa’da bulunmaları dolayısı ile yapılacak işte ortak bir karara varmamız gerektiğini ifade etti. Bu iş, babamın nereye defnedileceği konusu idi. Bursa’daki evin bahçesine gömülmesi bir fikir olarak ortaya atıldı. Başka bir fikir ise Fatih türbesi civarına gömülmesi idi. Annem bir tez attı ortaya. Cevâd ağabeyimin Edirnekapısı kabristanına defnedilmesini kendileri istemişti. Her cuma günü babam oraya gider, kabrin başındaki iki selvi ağacı arasında otururdu. Bu bize, orasını seçtiğine dair bir işaretti. Sonra bir ay evvel anneme, “Bu yaz bir yere gitmek istiyorum. Topkapı Maltepe'si civarında bir ev tutalım, Ramazandan sonra oraya gidelim olmaz mı?” demişti. Bu da ayrıca bir işarettir, denildikten sonra lâzım gelen yerlere haber verilmesi kararlaştırıldı.

Nasıl sabah oldu, uyudum mu, uyumadım mı hiç bilmiyorum. Ertesi gün evin sokağa karşı olan koridorundan gelen feryad ve hıçkırık avazeleri üzerine, kapandığım köşeden koridora çıkarak büyük bir topluluğun önünde ve sevdiklerinin omuzlan üzerinde yükselen babamın tabutuna gözden kayboluncaya kadar huşû içinde baktım Dün kuruyan göz yaşlarım bugün çoştu. Bir sel gibi gönlümün tâ içlerine kadar aktı; saatlerce hıçkırıklarımı tutamadım.”

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yakın dostu Baytar Emin beyin notlarından Seyyid Hazretleri’nin vefatına rastlayan dakikaları birlikte okuyalım.

“1925, 11 Nisan 1341(Rûmî) ve 18 Ramazan 1343 (Hicrî) Cumartesi günü saat yediyi yirmi dakika (Ezani) geçe intikal-i seyâdetpenahileri vuku buldu Bu hengâmda ihvandan fakir yanında bulundum Ramazan-ı Şerifin ondördüncü salı günü namazını kıldıktan sonra seccadesinin toplattırılmaması ve bundan sonra açık ve serili kalacağını küçük valdeye emir ve işaret buyurdu. Vefatından yarım saat evvel koltuğunda otururken Bu sene tebdil hava için Bursa 'ya gitmeyelim. Edirnekapısı'da ufak, 3-4 odalı bir ev alalım. Oraya tebdil edelim, olmaz ?"

Küçük valdeye vâki bu telmihi, Edimekapısı’na defin edilmesine bir emir ve işaret teşkil etti. Bundan sonra yatağına yattı. Valde yanında olduğu halde "Elimden tut, korkma!” buyurduktan sonra “Hu!... " zikriyle bir kaç dakika zarfında teslim-i ruh etti.

Bu zaman zarfında muktezi vazifeyi Cenâb-ı Hakk Hazretleri bu abd-i âcize nasip etti.

Seyyid-i müşarünileyhin teslim-i ruh etmesi ile beraber Beyt-i nübüvvete büyük bir hüzün, müessir bir çığlık ve büka düştü.”

Seyyid Hazretleri’nin vefatından kısa bir müddet sonra, o sırada Giresun’da bulunan Seyyid İsmetullah ile Bursa’daki evde ikamet etmekte olan Seyyid Tahsin İstanbul’a geldiler.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mübarek naaşları, Fatih camiinde kılınan öğle namazını takiben Edimekapısı Kabristanı’nda, sevgili oğlu Seyyid Cevat’ın mezarının yakınına defnedildi. Edirnekapısı Mezarlığı yıllar sonra İstanbul çevre yollarının inşaat alanı içinde kaldığından Seyyid Hazretleri’nin saadetli kabirleri 25 Haziran 1971 Cuma günü yapılan dinî törenle buradan alınarak Topkapı’daki Yeni Kozlu mezarlığında tahsis edilen mahalle aynen nakledildi. Burada düzenlenen ikinci bir dinî törenle toprağa verildi. Bu olay ertesi gün Tercüman gazetesinde “Peygamber ahfadından onikisinin kabri nakledildi.” başlığı ile ilk sahifede yer aldı.

Hazreti Fatma’nın evlâdı Hazreti Hüseyin’in mübarek soyundan gelen ve Peygamberimizin 40. torunu olan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mânevî vazifesinin ve yüceliğinin, hayat hikâyesi içinde anlatılması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamının mânâsının zâhire çıkarılması kendisine, yüce Peygamberimiz tarafından emredilmişti. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Hicrî 1300 (Milâdî 1882) yılında mânen açtıkları bu yeni ilim çağı, Kur’ân çağıdır. Bugün fen ve sanatta gördüğümüz fevkalâdelikler Cenâb-ı Hakk’ın ilminde mevcut olup, Kur’ân’ın müteşabihat hükümlerindeki sırların açığa çıkmasıyla zuhura gelmiştir. Zira, Allah ilminde saklı olan bir şeyi, İnsan-ı Kâmil’in düşünmesi o gerçeğin zâhire çıkması demektir. Bundan sonra bu gerçek, hangi inanışta olursa olsun, müstait olan kimselerin kalplerine yansır ve oradan türlü şekillerde zuhura gelir. Nitekim Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yazılı eserleri yanmış olmasına rağmen zahire çıkardıkları gerçekler müstait kalplere yansıyarak yayılıp devam edeceklerdir.

***

Seyyid Hazretleri’nin evlâdları

Seyyid Hazretleri, Hüsameddin Ebül Haydar ismi ile de anılırdı. Zira ilk doğan evlâdının adı Ali Haydar idi. Çocuk iken vefat eden Ali Haydar’dan başka kız ve erkek olmak üzere Zehra, Şerife, Zehra, Celâleddin, Mustafa Ahrar ve Cafer Sadık isimli altı evlâdı da henüz bebeklik yaşlarında iken vefat etmişlerdir.

Evlâdları:

Mehmet İsmetullah (Sivrihisar 1882-İzmir 1952)

Hasan Tahsin (Sivrihisar 1885-Bandırma 1942)

Hüseyin Hüsnü (Sivrihisar 1888- Bursa 1912)

Ali Rıza (Bursa 1891-îstanbul 1930)

İbrahim Hakkı (Bursa 1895-Ayaş 1914)

Fatma Zehra (Trablusgarp 1898-Bursa 1920)

Mehmet Cevat (Trablusgarp 1902-İstanbul 1912)

Mahmud Mücteba (İstanbul 1911 -İstanbul 1935)

Mûsâ Kâzım (İstanbul 1913-25 Mayıs 1996)

***



SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’NİN ESERLERİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri bütün eserlerini yüce Kur’ân’ı esas alarak yazmışlardır. Zira gelmiş ve gelecek bütün ilimleri içine alan Kur’ân’ın anlamını açığa çıkarmak, Peygamberimizin soyundan gelen seçilmiş kimselere verilen ilâhı bir bağıştır. Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadisinde, “Ben ilmin şehriyim ve Ali de bu şehrin kapısıdır.” buyurmuşlardır. Seyyid Hazretleri bu hadisi açıklarken “Ben de bu ilim şehrinin kapısının anahtarıyım. Binüçyüz senedir kapalı duran ilim şehrinin kapısını ben açtım” demişlerdir. İşte bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin sözlerinin her kelimesi bu ilim şehrinden alınmış hakikatlerdir. Şayet gelecek nesiller bunları araştırır ve onlara sahip çıkarsa kıyamete kadar devam edecek olan Kur’ân ilmine de vâkıf olurlar.

İnsan, bedeni mesabesinde olan maddî ilim ile kâfi derecede bilgi sahibi olabilir, ancak, ruhu mesabesinde olan hakikat ilmini, sahibinden öğrenmesi lâzımdır. Bu “Kitâb-ı Mûsa ’ ile “Kitâb-ı Hârûn” misâli birbirinden ayrılmayan ‘Kur’ân” ile onun mânâsına vâkıf olan “İnsân-ı Kâmil’dir Kur’ân’ın mecâzî ve gizli mânâya elverişli âyetlerine “Ayat-ı Müteşabihât”, mânâsı açık olan âyetlerine de “Âyat-ı Muhkemât” denilir. Müteşabih âyetlerin anlamlan, ilimde belirli bir makama varmış olan İnsân-ı Kâmil’in kalbine yansır. İnsân-ı Kâmil, Ârif-i Billah’tır ki, işte Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri böyle bir zâttır. Bundan dolayı her sözü Kur’ân’dan bir hikmettir.

Asırlar boyu İslâm ilim adamları Kur’ân’ın daha ziyade muhkemât kısmı ile ilgilenmişlerdir Bu yüzden Kur’ân âyetlerindeki hakikatler ve incelikler insanların lâyıkıyle yararlanacağı derecede açıklanmamıştı Bir Insân-ı Kâmil’in Gayp Alemi’nde bulunan bir ilmi ortaya çıkarması sonucudur ki ancak o zaman bu ilim, müstait olan insanların kalplerine istidatları ve ilimde kazanmış oldukları rüsuh seviyesi nisbetinde yansır. Zamanın ve medeniyetin ilerlemesi ile Kur’ân’m anlamında gizlenmiş olan hakikatlar böylece ortaya çıkacak ve her biri gerçekleştikçe bunlar tasdik edileceklerdir.

Seyyid Hazretleri bu önemli hususta şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân-ı Kerim’i bütün fen ve sanat ilimlerini içinde toplamış olduğundan müslümanlar dinlerinde kuvvet buldukça, bu ilimler birer birer Kur'ân’dan çıkarılacak; ve keşiflerden sonra Kur'ân-ı Kerîm’deki kelimelerin açıklığını nasıl olup da geçmiştekilerin bunları anlayamadıklarına hayret edilecektir."

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kur’ân’a te’vil yoluyla verdikleri yorumun ışığı altında yeni bir medeniyet çağının açıldığı aşikârdır. Eserlerinin her sahifesinden bir kitap meydana getirmek mümkündür. Ancak bunun için Kur’ân’ın ilmine vâkıf olmak lâzımdır, ilim, kalbe gelen mânevî bir feyz olduğuna göre, kalbi bu ilme hazırlamakta yarar vardır. Maddî ilimlerle istidâdı gereği çalışarak kendini yetiştiren kimseler, kalplerine gelen bu feyzden yararlanırlar ve birçok harikalar meydana getirirler. Bunun dinî bilgilerle alâkası yoktur. Bu yolda gayret sarfeden kimse başarıya ulaşır ve Kur’ân’daki İlâhî feyzden nasibini alır.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân’ın te’vil yolu ile açıklanması hususunda Peygamberimizden aldığı mânevî emri, Trablusgarp’a gider gitmez yerine getirmeye koyuldu. 1897 yılında bu büyük çalışmasına başlarken kaleme aldığı fevkalâde önemli önsözde “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî” adlı bu kitabı yazma amacını şöyle ifade ediyordu.


'‘İslâm’ın nurunu, ufuklarda parlatacak olan Kur'ân’ın yüceliğini gözler önüne sermek ve gitgide müthiş bir sel halini almakta olan kuşku ve bâtıl inanç cereyanlarına karşı Müslümanların düşüncelerinde ilmi, dinî ve inanış esaslarını tesbit etmek ve devamlılıklarını sağlamak maksadı ile bu kitabı yazıyorum."

Seyyid Hazretleri’nin eserlerini günümüz Türkçesi ile yayınlayan M. Kâzım Öztürk bu çalışmaları hakkında “Babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin büyük emeklerle meydana getirdiği Türkçe eserlerini okurken, bu ilme susamış meraklıların Kur’ân’ın gerçeklerini yansıtan böylesine yüce eserlerden yararlanamadığına üzülüyordum O nun kıymetli eserlerini bir taraftan gelecek nesillere aktarmaya çalışır, diğer taraftan da anlamlarını araştırmaya devam edecek olursak bugün için üstümüze düşen vazifeyi yapmış oluruz kanaatındayım.” demektedir.

Seyyid Hazretleri eserlerinde, devrin İlmî yazı geleneğine uygun olarak ağır bir lisan kullanmıştır. Bunun yanı sıra eserlerinde geçen ifadeler de çoğu zaman mecâzı anlamlar taşır. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin eserlerini anlamak için O’nun kullandığı terminolojiye âşinâ olmak gereklidir. Kendine mahsus terimler ve kavramlar ile, geniş anlamlara gelen benzetmeler yaptığı için eserlerini dikkatle ve defalarca okumak icab eder. Cümlelerin anlamlarını kuvvetlendirmek düşüncesi ile hemen hemen aynı anlama gelen mükerrer kelimeler de kullanmıştır. Öyle ki kitaplarının isimleri bile bu tarza uygun olarak verilmiştir. Bunlar okuyucunun hayâlinde kitabın konusunun anlamını aksettirecek ve zihninde iz bırakacak şekilde seçilmişlerdir.

Bu kerim Seyyid, Trablusgarp’da iken eserlerini Arapça kaleme aldıkları halde 1908 de Türkiye’ye dönüşlerinden sonra Türkçe yazmaya özen göstermişlerdir.

Edvâr-ı Alem Maâz-ı Cismâni

Kur’ân te’viline Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi üzerine başlayan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri Trablusgarp’da 1897 yılında Arapça olarak kaleme aldığı bu ilk eserinde Felâk (114) ve Nâs (113) sûrelerinin mânâlarını açıklamışlardır. Sığınılacak, baş vurulacak yeğâne kaynak olan Kur’ân’ın bu iki sûresini açıklarken Seyyid Hazretleri dinî konulardan ayrı olarak sosyal konulara da değinmişlerdir.

Seyyid Hazretleri bu eserinde ayrı bir bölümde ve yine bu sûrelere dayanarak evrenin yaratılışı, ve güneş sisteminden bahseder. Dünyâmız ile ilgili konularda havanın suya dönüşümü ve denizlerin tazelenmesi gibi çarpıcı açıklamaları vardır. İnsanda kan iki nevi olduğu gibi arzda kan mesabesinde olan su da tadı ve tuzlu olarak iki nevidir.”

Üzülerek söyleyelim ki, bu eser 1918 Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak El-Mirsad dergisinde Türkçe olarak yayınlanan bâzı kısımları “Edvâr-ı Âlem’den Parçalar” [32]adı ile M. Kâzım Öztürk tarafından yayınlanmıştır.

Tefsir-i Kebir

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, bu büyük eserini de Trablusgarp’da Arapça olarak kaleme almıştır. On ciltten ibaret olan bu Kur’ân tefsiri Fatih yangınında yanan eserler arasında idi Maalesef bu eserden hiç bir iz kalmamıştır.

Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye

Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye adlı bu kitap Trablusgarp’da kaleme alınmıştır. Seyyid Hazretleri arapça olarak yazdığı bu eserinde Kur’ân’ın bâzı sûrelerindeki müşahhasât’ı (somut bilgileri) yeni bir yorum ile dile getirmişler ve Kur’ân sûreleri vasıtası ile Allah Teâlâ’dan kula erişen yakınlıktan bahsetmektedirler. Bu eserde Kur’ân’ın her sûresi ayrı bir fasikül olarak tertip edilmiştir

Seyyid Hazretleri, sûreleri bazân bir ve baz ân da birkaç değişik tertip üzere tevil yolu ile açıklama yaparlardı. Şer’î hiçbir hükmü ifade etmeyen Müteşâbih âyetlerin, İslâmiyetin doğru düşünce ve inanışlarına uygun olarak tevil edilmesinin önemini eserlerinde sık sık dile getiriyorlardı.

Yurda döndükten sonra bu eserin her biri yirmişer sahife olan Abese (80), Kehf (18), Meryem (19), Tâ-Hâ (20), Enbiya (21), Hacc (22) sûrelerinin tefsirlerini ihtiva eden altı bölümü yayınlanmıştır:

“Sohbet-ül Mele-il a'lâ fi Tefsir Sûre-i Abese ve Tevella” (İstanbul 1910)

Arapça olarak yazılan bu eser, karşılıklı konuşma kuralları ve birlikte iyi geçinme yolları hakkında kıymetli fikirleri ihtiva eden ve insanın görüşeceği kimseleri nasıl seçmesi gerektiğini gösteren bir risaledir.

“Hikmel-ül Envâr fî Tefsir Kehf -ül Esrâr “

(İzmir 1913)

Kur’ân’ın (18) Kehf sûresinin ihtiva ettiği din ve dünyâ ile ilgili bir çok gerçeklerden, Eshâb-ı Kehfin hakikatinden ve arz üzerindeki madenlerden bahseden kıymetli bir eserdir.

“Ruh-ül Hikemfi Tefsir Kelime-i Meryem “

(İzmir 1913)

Bu eser Meryem sûresinin açıklamasını içerir İmrân kızı Hz Meryem’den İsâ (aleyhisselâm)’ın dünyâya gelişi ve Hz. İsa’ya ait bir çok hakikatlerden bahseden bu bolümde, ayrıca bu konu hakkında oluşmuş yanlış fikirler üzerinde durularak gerçekler aydınlatılmıştır.

“Nûr-ül Hûda fî Tefsir Sûre-i Tâ-Hâ “

(İzmir 1913)

Tâ-Hâ sûresinden söz eden bu risale Hz.Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sinâ’da Allah’ın lûtfuna nail olması ile buna dair te’villeri, Sinâ dağının gerçeklerini ve İlâhî tecelli gibi çok önemli konuları içermektedir.

“Bürhan-ül Asfiyâ fî Tefsir Sûre-tül Enbiya”

 (İzmir 1913)

İnsanların dünyâ ve ahiretle ilgili hâllerinin nasıl oluştuğu ve nasıl cereyan ettiğinin ele alındığı bu te’vilde Enbiya sûresinin gökbilimi ve fen bilimleri açısından da yorumu yapılmaktadır.

“Hüccet-ül Hucec fî Tefsir Sûre-tül Hacc “

(İzmir 1913)

Bu eser yer küresinin özelliklerinde ve ahiret âleminin gerçeklerinde gizli olan olağanüstü hâllerden bahseder.

“Lem’at-ül Âfâk fî Zuhûr-u vel İşrâk”

Bu eserin ismi güneşin doğması ile ufukların aydınlanması anlamına gelmektedir. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri yaptığı tevil ile Kur’ân güneşinin yeniden doğuşunu ve bunun ilim dünyâsının ufuklarını aydınlatacağı düşüncesi ile eserine böyle bir isim vermiş olabilir.

Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da Arapça olarak yazdığı bu eseri de Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak El-Mirsad dergisinde yayınlanan bâzı kısımları bu vesileyle günümüze kadar gelmiştir.

Bunlardan biri, derginin 17. sayısında neşredilen ve insan hayatının doğumdan ölümüne kadar geçen hallerinden bahseden bir bölümdür.

Yine bu eserde yer alan Şuara sûresinin 52-60 âyetleri, aynı derginin 19. sayısında neşredilmiştir. Hz.Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz’i geçişi ile ilgili olan bu konu M. Kâzım Öztürk’ün “İsrailoğulları ve Büyük Göç” [33] adlı kitabının ana konusunu teşkil etmiştir.

Sohbetlerinde bulunan yakınlarından biri, “Yanmış olan bu eseri tekrar anlatsanız da yazsak.” dediğinde Seyyid Hazretleri “Oğlum, biz İlâhî bâzı sırları vaktinden evvel açıkladığımız için bu kitabın yanması onun kaderinde vardı. Zamanı gelince tekrar yazılacaktır ”

buyurmuşlardır.

“Ukûse-tül Ceberut Alâ Sahife-tül  Melekut

El-Mirsad dergisinin 3. sayısında Seyyid Hazretleri’nin bu eserinden alınmış bir makale vardır Bu makalede Saffat sûresinin (37/1-4) âyetleri açıklanmıştır. Bu kitapta Kur’ân’ın 23-25. cüzlerinin te’villerinin de yer aldığı düşünülebilinir.

Zübde-tül Makal fî’l Kevn-i vel Hayâl

Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı tahmin edilen bu Arapça eser, Fatih yangınından kurtarılmış, ancak Türkçeye çevrilmediği için bastırılmamıştır.

İsmini “Hayâlde vücûd bulan taşanlarla ilgili makalelerin özeti” şeklinde tercüme edebileceğimiz eserin elyazması bir kopyası M.Kâzım Öztürk’tedir.

Tih-ül Hurûf a’lâ Cedvel-i Ma’rûf

Kur’ân’ı teşkil eden harflerin taşıdıkları mânâları açıklayan bir cedvel halinde hazırlanmış olan bu eser, baskı sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.

Tuhfet-ül İhvan

İsminden anlaşılacağı üzere bu kitap tarikat ehline yol gösterici bir armağan niteliğindedir. Bu eser de baskı sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.


Allah’ın birliğine inanma yolunda ulaşılacak duraklarda, insanın her şeyden el ayak çekip Allah’a yönelmesi için gereken hususlardan bahseden bu Arapça eser, Trablusgarp’da yazılmış ve 1912 yılında İstanbul’da basılmıştır.

Zübde-tül Merâtib

Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fi Menâzil-üt Tevhid” adlı eserinin, kızı Seyyide Fatma Zehra tarafından kısmen Türkçeleştirilmiş hâlidir. Seyyid İsmetullah ve Seyyid Ali Rıza, kızkardeşlerinin vefatından sonra bu eseri O’nun hâtırasını yaşatmak için 1922 yılında İstanbul’da bastırmışlardır[34]

Makasid-i Sâlikîn

Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fî Menâzil-üt Tevhid” adlı eserinin bâzı kısımlarının Seyyid Ali Rıza tarafından Türkçe olarak yazılması ile meydana gelen bu eser 1923 de İstanbul’da basılmıştır.

M. Kâzım Öztürk “Hakikat Yolunu Arayanlar'’[35] adlı eserinde, yukarıda bahsedilen “Hakayık-üt Tecrit üt Menâzil-üt Tevhid” ve “Zübde- tül Merâtib” adh bu iki kitabın bâzı bölümlerine yer vermiştir.

Mezâhir-ül Vücûd alâ Menâbir-iş Şühûd

Trablusgarp’dan yurda döndükten sonra eserlerini Türkçe olarak yazmayı tercih eden Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân te’vilini yeniden ele aldı. Yukarıda adı geçen eser Kur’ân’ın 29. ve 30 cüzleri olan Amme (114-78. sûreler) ve Tebâreke (77-67. sûreler) cüzlerini ihtiva eden iki kısımdan ibârettir. 1921 yılında İstanbul’da neşredilen eserde Kur’ân’daki İlmî hakikatlerden ve sosyal kurallardan bahsedilir.

Seyyid Hazretleri bu eserinde de Kur’ân sûrelerini bazan bir, bazen iki hattâ üç şekilde te’vil ve izah buyurmuşlardır. Te’villerden biri sûreyi sosyal açıdan ele alırken diğeri fen ve teknik bilgileri içerir. Bu bakımdan değişik meslek erbabına hitap eden açıklamalar mevcuttur.

M. Kâzım Öztürk, bu eseri ‘Kur’ân’ın 20. Asra Göre Anlamı” [36] adı altında günümüz Türkçesi ile, mümkün olduğu kadar sadeleştirerek hazırladığı serinin ilk iki cildi olarak neşretmiştir.

Makasid-i Şühud

Bu eser, Kur’ân’ın Kehf (18) ve İsrâ (17) sûrelerinin te’vilini ihtiva etmektedir.

M.Kâzım Öztürk tarafından “Kur’ân’ın 20. Asra Göre Anlamı” serisinin üçüncü cildi [37] olarak ve sadeleştirilerek yeniden bastırılmıştır.

Seyyid Hazretleri’nin henüz kitap hâline gelmemiş, isimsiz bir eiyazmasmdaki Kaf (50), Hücûrat (49), Fetih (48) ve Muhammed (47) sûrelerinin te’vili, M Kâzım Öztürk’e ait, aynı serinin dördüncü kitabı[38] olarak neşredilmiştir.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin değişik başlıklar altında topladığı Kur’ân tefsirlerini gösteren listeye dikkat edilecek olunursa Kur’ân’ın 62 sûresinin tevilinin yapılmış olduğu görülür

 

Sûre No:

Eser Adı

1

Mezâhir-ül Vücûd

2.-16

 

17- 18

Makasid-i Şuhûd

19- 22

Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye

23- 25

 

26

Lem’a-tül Âfak

27- 29

 

30

Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye

31-36

 

37

Ukûset-ül Ceberut

38- 46

 

47- 50

Makasid-i Şühûd

67-114

Mezahir-il Vücûd

113-114

Edvâr-ı Alem

 

(Numaraları, ince karakterle belirtilen sûrelere ait Kur’ân tefsirleri mevcut değildir.)


Bu eser, Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân’ın tefsirinde kullandığı, ve her cüz içinde geçen harfleri, birbirine benzeyen ve mecâzî anlama elverişli kelimeleri, ince ve derin mânâları ve işaretleri açıkladığı bir kitaptır. Arapça yazılmış olan bu eser Fatih yangınında yanan kitaplar arasında idi.

Esrar ı Ceberût-ül A’Iâ

Seyyid Ahmed Husameddin Hazretleri’nin “Mezahir-ül Vücûd ala Menâbir-iş Şühûd” adındaki eserinde kullanılan terim ve deyimlerin ve bilhassa te’vil ilminin dayanağı olan ilm-i hurûf (hart' ilmi) hakkındaki bilgileri kapsayan Türkçe yazılmış önemli bir eserdir 1923 yılında İstanbul’da basılmıştır.

M.Kâzım Öztürk tarafından “Te’vil” [39]adı altında ve mümkün olduğu kadar sade bir dil ile kaleme alınarak günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Seyyid Hazretleri’nin Arapça olan bu eseri, Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) soyundan gelen kırk yüce seyyidin hayat hikâyeleri ile evlâdlarına nasihat ve vasiyetlerinden bahseder.

“Tûbâ” kelimesinin sözlük anlamı “Cennet’te Sidre’de bulunan ve dalları bütün Cennet’i gölgeleyen ilâhî ağaç” demektir. Seyyid Hazretleri, eserine “Tûbâ Ağacının Meyveleri” anlamına gelen bir isim vererek Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in soyundan gelip düşünce ve yaşantıları bakımından O’nun yolunda olan seyyidlerin varlığının arz üzerinde koruyucu bir gölge yarattığını belirtmişlerdir.

Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve

“Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve”, “Semerât- üt Tûbâ Min Ağsân-ı Âl-i Abâ” adlı kitabın kısaltılarak yazılmış şeklidir. Bu eserin Türkçe tercümesi Seyyid Ali Rıza tarafından yapılmış olup Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin biyografisi ve bâzı ilâveler ile “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adı altında 1923 yılında İstanbul’da neşredilmiştir.

Mevâlid-i Ehl-i Beyt adlı kitabın başındaki bir yazıdan eserin, devrin Nakib-ül Eşrâfı [40] Seyyid Muhtar bey başkanlığındaki tetkik heyeti tarafından incelendiği ve “70 numara ve 14 Eylül 1338 (M. 1922) tarihle” tasdik edildiği öğrenilmektedir. Böylece kitapta adı geçen seyyidierin resmî sicilde mevcut olduğu görülmektedir.

Aynı eser, M.Kâzım Öztürk tarafından günümüz Türkçesi ile sadeleştirilerek “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” [41] adı ile ayrıca basılmıştır.

Menâr-ül Muhkemat ve Menâtık-ıl Müteşabihat

Seyyid Hazretleri’nin “Menâr-ul Muhkemat ve Menâtık-ıl Müteşabihat” isimli bu kitabından alman ve EI-Mirsad dergisinde yayınlanan bir makaleden bu eserin, Kur’ân’ın muhkemât ve müteşabihât âyetlerini açıklayan bir Kur’ân tarifi olduğunu anlıyoruz. Mukattaa harfleri hakkında çok önemli bilgiler veren bu makaleyi, bu kitabımızda ilk kez Mukattaa Harfleri, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında bulunan harflerdir. Bunlara “Huruf-u Mukattaât” yâni kesik harfler denilir. Bu harfler tekli, ikili, üçlü, dörtlü ve beşli tertipler hâlinde 29 sûrenin başında yer alır. Bu 14 harf şunlardır: Elif, Lâm, Râ, Kâf, He, Yâ, Ayn, Sâd, Tâ, Hâ Sin, Mim, Kaf ve Nun.

“Kur'ân-ı Kerîm'deki şerefli sûrelerin bâzılarının başında bulunan Mukattaa harflerine “Mevâkı-in Nücûm " [42] harfleri denilir; bunların aslı üçtür: Mim, Nun, Vav. Gerçek değerleri bakımından çeşitlenerek 14 harfe ulaşırlar. Bunlar “Seb'u'l- mesânî " [43] dır. Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm'in anlamını dışa yansıtacak ve bütün eşya ile Kur 'ân arasında irtibat kuracak bir bağdır. Zira Allah'ın kelâmı, Allah-ı Tealâ’nın emir ve irâdesidir. Hiçbir şey Allah'ın emir ve iradesi olmaksızın meydana çıkamaz. Bu harfler, lafzî olmayıp, birleşik cisimleri meydana getiren basit cisimlerden her biri gibi eşyayı meydana getiren bir hakikatin akışıdır.
Kur'ân'da ki Mevâki-in Nücûm harfleri, bütün kâinatı içine alacak şekilde eşyaya hayat verir. "Levh-ül Mahv ve Sebat" olan bu harflere, hayat ve ölüm, var olma ve yok olma gibi eşyadaki gerekli tasarrufu yerine getirme hususunda seçkin bir mevki kazanmış oldukları için “Mevâki-in Nücûm " denilir.
Hiçbir şey yoktur ki bu harflerin doğuşundan zuhur etmesin. Her bir zamana ve belki her bir âna hükmeden bu “Kiilliye-i Mutlaka"ya "İrâde-i İlâhiye ” denilir ki Kitâb 'ın zâhiri de budur.
Eşyayı icad ve ona hayat bu harflerin güneşlerinden yansıyan Hayy isminin sedenesidir. Sedene, rişte-i müessire yani tesir edici bağ demektir. Kelimeyi açıklamak için bir örnek verilmek gerekirse: Aynada güneşin görünüşü, güneşten bir sedenedir. İlim, kudret, irâde, semi', basar, kelâm, tekvin, iksat ve Esmâ-ı Hüsna Allah'ın bütün güzel isimleri'nin şuunâtı dahi bu mecralardan cereyan eden ve eşyayı meydana getiren Hâlikiyyet isminin halk ve icadiyle Hacr-ı Rubûbiyyet'de terbiye ve “Mevâkı-in Nucûm "un kucağında vücud kazanırlar ve yokluk âlemine giderler. İşte bu Kitab ’tır.
Mevcut olan bir şeyin vücûda gelişi ve hayat bulması bu harflerin güneşlerinden yansır. Bu harflerin doğuşundan meydana gelmeyen hiçbir şey yoktur. Her bir zamana ve her bir âna hukmü geçen bir "Külliye-i Mutlaka" [44] olan Kur'ân 'ın tercümesi nasıl lisana sığar ? Kur 'ân 'ın anlamını kelime ve isimlere sıkıştırmak mümkün müdür?
Bu şöyle açıklanabilinir: Hz. Muhammed'in güneş mesabesinde olan kalbine inen ve yansıyan nurlar, O ’nun kalbinden aksederek, Kur 'ân nurları hâlinde maddî ve ruhanî tesirler icra ederler. Eşyaya gelen bu tesir, akıl sahiplerinin düşüncelerinde büyük bir yer kazanır. Bu tıpkı, "Ceberût-u İlâhiye "de [45]  eşyayı çevrelemiş olan rabbânî ilham ve vahiy güneşinin, eşya üzerine tesir etmesi ve faaliyet göstermesi gibidir.
Dış âlemde var olan eşyanın Allah'ın ilmindeki hakikatleri yani Ayn ” Kur 'ân 'daki Mevâkı-in Nücûm harfleri aracılığı ile eşyada, güneşin madde üzerindeki etkisi gibi bir nisbette, ruhanî tesirler meydana getirir.
Kur'ân da, Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi gibi, ruhanî bir güneştir. Kur'ân bu hususta emir ve yasakları, rûhaniyetle ilgili düşünceleri ve tesir edici anlamları taşır. Kur'ân 'ı teşkil eden ses ve harfler ancak bizim cihetimizden cereyan eden bir havadistir. Bizler ise havadisten bir hadiseyiz. Cenâb-ı Hakk, mânevi bir emir olan, "Kiin” ile bizi ve bizim bütün irademizi şekillendirir. Bu dahi Kur 'ân'ın zâhiridir.
Kur ân ın mânâ ve hakikat ciheti, “Kelâm-ı Nefsi" denilen Allah'ın lafzî yani harf ve ses olmayan Zâti kelâmıdır. Telaffuz ve sese sığmayan ancak Kur'ân 'm bâzı sûrelerinin başlangıçlarında öze! bir şekilde gösterilen bu harfler Cenâb-ı Hakk ’ın kelâm-ı nefsisini meydana getiren Kur 'ân ile eşya arasında bir irtibat aracıdır. İşte bu bağın meydana gelişini, mevâki-in nücûm harfleri gösterir. Bu harfler eşyaya yayıldığı gibi bize de sirayet edip ses ve söz olarak Kur 'ân ’ı okutur. ”

Şuûn vel Garâib

Seyyid Hazretleri’nin basılmamış bir eseridir. Bu eserin 1870 li yılların başında, henüz Medine’den Türkiye'ye gelişlerinden hemen sonra ve Sivrihisar’a yerleşmelerinden önce yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Ne yazık ki bu da Fatih yangınında diğer eserlerle beraber kül olmuştur.

El-Mirsad dergisinde basılması düşüncesi ile Arapçadan Türkçeye tercüme edilmiş olan bu eserin bâzı kısımları dağınık bir şekilde meraklılarının eline geçmiştir.

Seyyid Hazretleri günümüzden 125 yıl önce, ileriki yıllarda meydana gelecek olan olayları bu kitabında istihraç, yâni ileriyi görme ve bâzı hususlara göre mânâ çıkarma yolu, ile bildirmişlerdir.

İstihraç ilmi ile ilgilenen zâtlar belki kendi devirlerinin icabı fikirlerini gizli tutmuşlar, eserlerininde bâzı rumuz ve işaretler ile yetinerek hiç olmaz ise bu kadar olsun gelecek nesilleri aydınlatabildiklerine kalblerinde meydana gelen bir inanışla öbur dünyâya göçmüşlerdir. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de memleketimizde müsbet ilimlerin henüz yaygın olmadığı bir zamanda bu gibi fikirlerin yayınlanmasını sakıncalı görmüş olabilir.

M. Kâzım Öztürk, farklı nüshalar arasında beraberlik sağlamak düşüncesi ile kitabın aslından yapılan ilk tercümesine bağlı kalarak eseri günümüz Türkçesi ve açıklamaları ile yeniden toplamıştır. Eser hakkında bilgi vermek için bu kitaptan birkaç örneğe aşağıda yer verilmiştir.


"Dünyânın her yanı ile haberleşildiği gibi, bâzı ışınlar aracılığı ile Mars, Venüs, Merkür gibi gezegenler ile ele haberleşilecektir. "
“Diğer gezegenler ile yapılan haberleşme sayesinde Allah’ın büyüklüğü, şan ve kudreti anlaşılacak ve Dünya'nın, Allah'ın canlı ve cansız yaratıklarına göre pek küçük bir varlık olduğu kabul ve itiraf edilecektir. ”
“Top, tüfek âdeta oyuncak yerine geçecek, hükümleri kalmayacaktır. ”
“Ulaşım vasıtaları o derece gelişecek ve çeşitlenecek ki, buralardan şimdiki gibi 70-80 saatte gidilen bir mesafeye bir saatte veya daha az bir müddette gidilecektir. ”
“Büyük memleketlerin bina ve sokaklarında lamba ve fenerler yanmayacak, o memleketleri, âdeta kapalı bir havadaki aydınlık derecesinde aydınlatacak bir âlet yapılacak, bu âlet o meskûn yerin yüksek yerlerine konulacak, bununla ihtiyaç karşılanacaktır. ”
“Telsiz, telgraf gibi pek uzak yerlere doğrudan doğruya sesi iletecek âletler icad edilecek, bunlarla herkes sanki yanyana imişler gibi konuşacaklar, devletlerin anlaşma ve birleşmeleri bakımından bu âletin pek çok etkisi ve faydası görülecektir. ”
“Kıyı bölgelerindeki halk, ekinlerini deniz suyunu gayet ucuz bir madde ile arıtarak özel yapılmış âletler ile sulayacaklardır. ”
“Elektrik fenninin ilerlemesi neticesi türlü türlü makina ve âletler icad edilecektir. ”
“Batı dünyâsının bilim ve olgunluğunun öğretmeni olan doğulular yine o yüksek erdem kürsüsüne çıkacak, doğunun ilmi batıya aydınlık verecektir. ”
“Doğunun gerilemesi, yetişen büyüklerin her şeyden el ayak çekip uzaklaşmaları neticesi azalmasından ileri geldiği için, İlâhî bir feyiz olarak kâinatın sırlarını bilme kudreti seviyesi yükseldikçe yeniden yetişenler daha yüksek olmaya çalışacaklar, günden güne ilim, fen ve sanat doğuda son derece olgunluğa erişeceklerdir. ”
“Burunlarını soktukları yerde her zaman kargaşalıklar ve ihtilâller çıkarmaya çalışan Avrupalılar, Asya kıtasından kendilerinden kimse kalmayıncaya kadar ayrılacaklar; bunun gerçekleşmesinin izleri pek yakın zamanda görülmeye başlayacaktır. "
“Rusya’nın güneydoğu yönünden mânevi tüfek şeklinde dinamitli bir ateş hemen hemen patlamak üzeredir. Rusya 17 parçaya ayrılacaktır. " (1904 Rus-Japon harbi ve sonrasında çıkan güçlükler, Çar II.Nikola döneminin hoşnutsuzlukları, hükümetlerin yetersizliği 1917 devrimini hazırladı ve Finlandiya dahil Rusya 17 Sovyetten müteşekkil bir devlet oldu. 1991 yılında Rusya bir kez daha bölündü.)
"Tedbir alan, tedbirli olan ve tedbire karşı koyan Avrupa'dır ”
Herkes tabiî bir dine sahip olmaya çalışacak, tabii olmayan ve yapmacık dinler büsbütün unutulacaktır."
"1380 (M. 1964) senesinde tecrübe ile bulunacak bir cisim sebebiyle, dünyânın hâli değişecek; bu değişme o cisim veya âletin ya tam yoğunlukla görülmeyen gizli bir hararet ve bir ışın yaymasından veyahut çok yumuşak bir şekilde insanlarda düşünce ve davranış değişikliği meydana getirmesinden ileri gelecektir." (Seyyid Hazretlerinin bu istihraçta belirttikleri cisim, keşif tarihi de çok yakın olduğundan aklımıza ilk olarak lazer’i getirmektedir.)
"Avrupa devletleri içinde en aşağı görülen bir millet, dünyânın gidişatı içinde çok büyük bir kuvvet ve büyüklük, şan kazanacaktır. ”
"Yiyecekler, içecekler ve giyecek şeyler konusunda insanların alışkanlıkları o derece değişecektir ki, buna belirli bir şekil vermek zordur. Meselâ, ceviz büyüklüğünde karışık ve bileşik bir madde ile beş altı gün yiyecekten, bir kaşık kadar su ile içecekten uzak kalmak o zamana mahsus mutluluklardandır. Denizden çıkan bir çeşit madde ile elbise yapılacak ve gayet kolaylıkla temizlenecek ve uzun zaman dayanacaktır. ”
“Bir vakit makineler hava basıncının kuvveti ile işleyecek, ateşe kömüre ihtiyaç kalmayacaktır. ”
“Mısır, İngiltere ’nin elinden gidecek,.... ”
“Elçi sistemi kalkacak, devletler bir diğeri katında devamlı resmî memur kullanmayacaklardır. ”
“Bir zaman gelecek ki, o zamanın adamları yerlerden tren raylarını sökerek: Bakınız eski zaman adamları ne kadar akılsızmış, karada çok hızlı gitmek için yerlere demir döşemişler, bunun üzerinde arabalarla gelip giderlermiş, diyecekler."

ŞİİRLERİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin elimizde bulunan bir kaç şiiri ile O’nun manzum eserleri hakkında fikir edinebiliyoruz. Farsça ve Türkçe kaleme alınan bu şiirlerin konusu genellikle din ile ilgilidir. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek ve O’ndan şefaat dilemek amacı ile yazılmış üç na’t fevkalâde güzeldir. 15 beyitlik Farsça mesnevisinde [46] tevhid ilmini kendine has uslûbu ile kısa bir şekilde ifade buyurmuşlardır.

Seyyid Hazretleri’nin dinî konulu bu şiirlerinden başka, Bitlis’de bulunan büyük oğulları Seyyid İsmetullah’a Trablusgarp’dan gönderdikleri manzum şekilde yazılmış mektupları vardır. Bunlar Seyyid Hazretleri’nin şiirlerine örnek olarak bu bölüme ilâve edilmiştir.

 

Risâlette ukûs-ü vechine mir’ât enam olmuş

Enamından ısm-i pakın pür iyândır yâ Rasûlullah

Melekten iki haslette kemâlâtın ziyâde olmuş

Bu sırra kabe kavseyn tercümandır yâ Rasûlullah

kelâm-ı Hakk vücûd-ü zâtına mülhak hisâb olsa

Nuzûl-u vahye mahsus cism-ı candır yâ Rasûlullah

Ahad isminde zâid olsa bir mîm-i nübüvvet kim

Ahad mîm-i muhabbette nihandır yâ Rasûlullah

***

 

Sâilem kapûna geldim eyle ihsan yâ Resul

Tut elim kurtar beni hâlim perişan yâ Rasûl

Sîne mecruh, dîde giryân âh-ı efgân eylerim

Aşkının bîmârıyım kıl derde derman yâ Rasûl

Derdimi arz eyledim bu âlem oldu şerm-sâr

Her devasız derd imiş bu aşk-ı cânân yâ Rasûl

Kimde kim aşkın zuhur etse bulur âlemde kâm

Mahz-ı nûr-u hikmet hem nûr-u imân yâ Rasûl

Sözlerim, kalû-belâ esrarıdır aşk ehline

Bir garib müptelâ-yı ser-ü sâmân yâ Rasûl

Tâ sebâvetten beri aşkın bana ettikçe zar

İsterim olsun bu canım sana kurban yâ Rasûl

 


NA’T

Zahımdâr etti dil-i mecruhumu âmâre-i nefs

Sen tabib-i hazık-ı lokmana geldim yâ Resul

Her taraftan atılan oklara bu sinem hedef

Ey meded-res kıl kerem sultâna geldim yâ Rasûl

Nebl-i ağyara edip bu sinemi âmacgâh

Ey meded-res kıl kerem irfana geldim yâ Resııl

Ey saadet kevkebi kesme başımdan sayeni

Vey melâz-ı melce-i âmâna geldim yâ Resul

Bir taraftan derd-i firkat bir taraftan aşk-ı yâr

Tâ seher, rûz-ü şeb giryâna geldim yâ Resul

Kıl şefaat, âsi ümmet senden isterler kabul

Cümle ihvanımla dergâhına geldim yâ Resul

***

Şemsem bu vücûdum verir ecsâda zılâli

Nutkum bu şuhudum verir ekbâde hayâlî

Efrad-ı şuhudumla bu hep hâver-i güftâr

Subham ki berâzihde tutan rûz-u leyâlî

Dâvâ-yı fucûr eyler isem der bana kâzîb

Subham bu güneş tal’atı gösterdi kemâlî

Bakma güneşe âlemi gör oldu münevver

Gayette gariptir bu güneş var mı misâli?

Pervâneye bak şem’a yanar, görmez o şemsi

İsnad eder ol vatvata bu şemse muhâli

Âşifteliğin mevsimi mi ey dil-i nâçâr

Pur cûş-u humşûnla geçirdin heme sâli

Derya gibi emvâce takıl eyleme nefret

Kesrette müşâhid olasın tâ o cemâli

***

İftırâkın meze eder mektuba göz yaşım benim

Şimdi firkat, derd-i gamdır yar-ı yoldaşım benim

Hasta hasta inledüp aşkın figânım artırır

Demedim bir, bunca efgan ağrıdır başım benim.

Lahza lahza yâdıma geldikçe eyyam-ı visal

Katre katre dökülür her dîdeden yâşım benim

İçe içe ciğerim hûn etti zehrâb-ı firâk

Döne done yazanm şem’ine ferâşem benim

Korka korka başıma geldi bu sevda-yı firâk

Neylesin takdire karşı bu garip başım benim

Ata ata gam okun bu sînemi kan eyledin

Yaka yaka canım vurdu sûz-u âtâşım benim

Güle güle yüzüme çâk eyledin bu sinemi

Nice takdir eylesin rıf’at perişanım benim


Sürüle sürüle erdim tâ diyar-ı Magribe

Belde belde okunur her yerde fermânım benim

Kıra kıra gönlümün mir’âtını ettin harâb

Yâ nice tamir kabul eyler bu virânım benim

Zerre zerre görünür çeşmânıma tûr-u visal

Yâ hayâl-i vuslatı gösterdi cânânım benim

Kana kana içeli sahbây-ı aşkın ey niğâr

Baka baka kalmışım hüsnüne hayrânım benim

***

Gamze-i çeşmin demâdem pür humar eyler beni

Dilrübâ aşkına sahip bir şikâr eyler beni

Teşne leb uşşâkının sevdâ-yı zülfün âkıbet

Aleme rüsvây-ı bî nâmus-u âr eyler beni

Hiç gerekmez senden özge yâre meyletmek bana

Bu mücerreb, neylensem târ-ü mâr eyler beni

İhtiyarî sanma ey zâhid bizim evzânmız

Uhde-i rûz-u ezelden bî karar eyler beni

Tîr-i ağyâre genp bu sînemı kıldım hedef

İş bu kâr içre şikârım, hâk-sâr eyler beni

Rics-i ağyan gahî dil hânemizden pâk edip

Şems-i vech-i yâre karşı zerre var eyler beni

Gâh-ı zerre, gâh-ı katre, gâh-ı nâr-ü gâh-ı nûr

Gâh-ı mihr-i, gâh-ı bahr-ı bî karar eyler beni

Gâh-ı merdüm, gâh-ı mürdem, gâh-ı derdim kı deva Gâh-ı âşık, gâh-ı mâşuk, gâh-ı yâr eyler beni

Gâh-ı âlem, gâh-ı âdem, gâh piyâlem hum edüp

Zümre-i uşşâka gâh meyhane şar eyler beni

Bir acep esrar var bu meyde te’siri heman

Dîde huşyâr, sîne pür sar bir şikâr eyler beni

Sahn-ı meyhanede bilmem mey miyim, bilmem neyim? Nûş eden bir cür’a meydir hoş güvâr eyler beni

Ser-nigûn olsun bu gerdun cefakeş dâima

Ger belâ verse mezâkın rahat hâr eyler beni

İhtiyânm, itibârım elde vârım sarfedüp

Bir can için mi yanında şerm-sâr eyler beni

Kendi yârımdır, medârımdır, niğârımdır benim

Her ne eylerse revâ ol yâr-ı gâr eyler beni

Kâm-yâb olmak dilersen belde aşkın kapısın

Koymayıp benden eser, bi itibar eyler beni

***

Sınıf-ı uşşak üçtür ama biri yâr ister müdâm

Gurfe-i bahr-ı hevâ olmuş medar ister müdâm

Nef vermez bu gürûh-u endûha etme itibâr

Şugl-ü fikri hep hevâsında karar ister müdâm

Celb-i dünyâ, celb-i uhrâ dûn-i dünyâdan berî

Zevk-i îş-ü mutrib tarfa şiâr ister müdâm

Bâzı şıhtır, bâzı şeyh, molla, müderris her sınıf

Pür safa, nefha nevâ, vaktin güzâr ister müdâm

İşbu aşk sûret pereste cilveger dünyâ-yı dûn

Nakd-i ömrün berhevâ aklın humar ister müdâm

Aşk-ı bâtıl, zevk-ı âtıl, zıll-ı zail bî nevâ

Ankebût âsâ tuzak kurmuş şikâr ister müdâm

HAMDî, ehl-i aşka dâim tâziyâne sözlerin

Vâdi-i emn-i helâkin âşikâr ister müdâm

***


Her şebde hicran olduğun

Endûh-u, melalinden midir?

Yoksa bu âh-ı figan

Mev’ud leyâlinden midir?

Pervane veş nâr olduğum

Bülbül gibi zar olduğum

Her gice bimâr olduğum

Hüsnü cemâlinden midir?

Sundun bana ke’si şarab

İçtim ciğer oldu kebab

Bu sûziş-ü bu iltihap

Aşk-ı iştialinden midir?

Ey dilber-i hûbânımız

Ey canımız cananımız

Vey nutk-u bu beyanımız

Hüsn-ü mekalinden midir?

Yâr ile yaran istemem

Ab istemem, nân istemem

Bihûd bî ân olduğum

Fıkr-i hayâlinden midir?

Mir’ât-ı halktan görünür

Gözlerime turk-u visâl

Gâh-ı zuhur, gâh-ı adem

Feyz-ı nevâlınden midir?

***


Azmedip seyreyledım behişt hayâlimi

Bir cây-ı dilriibâ hûb-u mezâk-ı sürûr

Nazar eyledim etrafa gördüm şakayıkla nilüfer

Sünbül ve karanfil açılmış benefşe, mor

Goncalar üzere lü’lü’ mânend jaleden

Giydirmiş aks-ı hâr baştan ayağa nur.

Gâyet latif idi dâmedine değmez el

Safa-yı safvetinde hırâmân bî fütur

Takmış başına murassa’ zümrudin varak

Her varak üzre yazılmış zebercetle kaç satır

Her satır sırât-ı müstakim üzre saf beste

Mihrab-ı kelbe-i sâki secdede eder mürur

Her sâki doldurmuş ezhâr kase mey

Toplanmış etrafına ayyâş, rindi, bâde hur

Saf beste durmuş divânında na’me zen

Avaz bülend bülbülân, vuhuş, tuyûr

Enhâr-ı cânyesi içinde selsebil

Serpmede etrafına tecdit edip sütûr

Vasatında zerrin kafes içre bir niğâr

Gâh nâbedit olur ve geh ider zuhur

Sordum, Eyâ! Kimdir bu dilber-i dil-keşâ

Dediler, iffet-i avârifin olan budur

 Vardım ziyaret ettim dil otağına

Girdim iki mısra ile beynin edip ubûr

Gördüm taht-ı lâhût üzre şahsuvâr

Bir zîbâ tâc-ı zerrin, başında nûr

Kabul etti beni durdum el bağlı divanına

Sürdüm ayağına yüzümü bî kusûr

Öptüm edeple iki ayağını

Çevirdi yüzünü, bana dedi:Misâl-i mûr.


***

Seyyid İsmetullah’a

Nûr-u dîdem feyz-i Hakk’tan bu bir ihsandır sana

 Vâcib olan ancak evvel ilm-ü irfandır sana

Saniyen kalbini tathir et sivâdan sil, süpür

 Bu yeter ilm-ü edep ahbâb-ı yârândır sana

Kalbini eyle safa kibr-ü hasedden dâima

Hüsnü ahlâk, terbiye zînet-i insandır sana

Şems-ü irfan lem’a pâş oldukça var eşyaya bak

Cism-ü can ayn-ı inayet bûy-i bürhandır sana

Ey ciğer köşem! Çalış kesbeyle ilm-ü mârifet

Kalma câhil bir büyük töhmet-ü noksandır sana

Hem maişet ilmin öğren, oku ilm ile edep

Kıl tevekkül, bul kanaat kenz-ü pünhandır sana


Kı sakm oğlum hevâya uyma, müfsidden sakın

Nefs-ü şeytan sû-i akran gerçe düşmandır sana

Vâlideynine, esâtize gerek hörmet müdâm

İfifet-i ismeti hıfz eyle, ki akrandır sana

İ’tisâm eyle kitaba tut şeriat râhını

Dikkat et savm-ü salata, şart-ı imandır sana

Tab’ına arız olur her şey, ki mekruh-u haram

Tevbe eyle, kıl hazer şol şey ki, isyandır sana

Sa’yi miktan bulur, herkes kemâlâta vüsûl

Sa’y kıl can-ü peder bu özge devrandır sana

Ömrümün sermayesi ey nûr-u aynim İsmet’ım

Hımmet-i nutk-u peder bir nush-u bünyandır sana

Hânedân-ı Murtezâ, ya Rabb behakkı Mustafa

Kıl âtâ evlâd-ı Zehra çünki mihmandır sana

Bu fakir üftadegânı hürmet-i şah-ı Hüseyn

Mağfiret kıl cümlemiz tâlib-i gufrandır sana

Her taraftan gelmede zulm-ü cefa cevr-i sitem

Mağfiret kıl şol güruha kasdı tuğyandır sana

Ey keremkân-ı inayet bize eyle sen kerem

Bende-i âl-i aba gelmiş perişandır sana

***

Seyyid İsmetullah’a

Bir bülend pâk her hatvesi rub-u cihan

İ’tisâm-ı sıdkınız arz-ı visal eyler seni

Her makamın zîneti aks-ı ziyâ-ı âfîtâb

Lem’ası noksan bırakmaz ber kemâl eyler seni

Hem inak olmak ne mümkün anka ona

Zünbûr rüftarı onun gark-ı visal eyler seni

***


Seyyid İsmetullah’a

Elâ yâ Ahmed-i bı-dâd

Niçin istemedin imdâd

Neden yâ etmedin feryâd

İşitmez mi onu mâbud

Neden arz etmedin ahvâl

Neden serd etmedin akvâl

Gece gün muztarib ef âl

Eder elbet seni mes’ud

Cihan halkı olup devvâr

Kimi sâlih kimi eşrâr

Kimi zâhid, kimi ahyâr

Kimi makbul, kimi merdûd



 

Seyyid Hazretleri’nin Farsça olarak kaleme aldığı bir şiirinin Türkçe açıklaması yapılmış olan iki kıtası, -şiirin ahenginden uzak olmasına rağmen- Seyyid Hazretleri’nin bütün eserlerine kitabımızda yer vermek düşüncesi ile bu bölüme ilâve edilmiştir.

 

“Vahdet deryası ziyadesi ile coşarak bu deryadan bir katre Vâhidiyyet mertebesine inip, insana ulaştı.”

“İnsana ulaşan bu katre, İlâhî isimler semasından istidadı nisbetinde her tutmuş olduğu şeyi bu çokluk âleminde gösterdi, meydana çıkardı.”

“Ahadiyyet mertebesinden sonra Vâhidiyyet mertebesinde ve nihayet işbu âlem-i şehadette yâni dünyâda görülen bu katre, elde ettiği şeyi yokluk vâdisine götürerek düşürdü.”

“İnsanın varlığı, Rabbani vücûdun mahsulü olmakla tecelli etti.”

“İnsan, Hakk’a manevî münasebet ve bağlılığını, gerçekliğinden hiç şüphe olmayacak derecede keşf edip düşünürse, Ahadiyyet’i görme hali belirir.”

“Âlem-i vücûd, mazhar-ı kül’dür. Bu yolda olan kişinin nefsi yanar kül olur.*’

“Ey âlem-i kesret! Sen çok nâzik olan o dilberin emsalsiz yüzünün örtüsüsün. Ondan bir dakika uzak olma. Yaratılmış olan her şey O’nun vücûdu ile kaimdir.’*

“Ey Hakk yüzünün âşığı! Terakki ederek Hakk’a ulaşmak istersen, aşk sofrasında lezzet bulan kişi ol.”



MESNEVİ VE AÇIKLAMASI

“Ey zî tevhid-i marifet pür nûr “

“Heme câ der makam-ı âmen-ü huzur "

Ey İlâhî “Tevhid” ilmi nuru ile dimağı dopdolu olmaya müstait olan vefalı âşık! Senin için her yer emniyet ve huzur makamıdır. Senin için hiç bir yerde korku, gam ve keder olamaz. Şayet lüzumlu tevhidi ehlinden kazanabilirsen senin için her yer, dağ üstü bile olsa bağ olur.

“Çişt-ü tevhid nezd-i uşşâkî”

“Heme fâni şüd izd bâkî"

Önce, tevhidin hakikat ehli katında neden ibaret olduğunun bilinmesi gereklidir. Tevhid, Hakk’ı gerçekten talep eden kimsenin sinesinde aşk ve arzunun uyanması için Allah’a çok niyazda bulunması, yalvarması demektir. Bu niyazları sonunda “Müfâz-ı küll” (Bütün feyizleri üzerinde toplamış zât) olan “İnsân-ı Kâmil”, onu terbiyesi altına alır. Hakk’ı talep eden kimse kalbini, hayâlini ve dimağını nefsinin bütün arzu ve heveslerinden tahliye ve tasfiye eder ve varlığını yalnız Hakk varlığına tahsis ederek nefsini yâni benliğini aradan çıkarır.

“Heme şeb hemçü şem 'a tâbeseher ”

“Sine pür süz ve dîde bâ yed ter ”

Bu terbiye ve tasfiye sayesinde şimdi Hakk’ı talep eden o kimsenin zâhiri (dış yüzü) halk, bâtını (iç yüzü) Hakk ile olduğundan, bütün gece balmumu gibi tâ seher vaktine kadar sînesi yanar ve gözünün yaşı da o nisbette akar. İşte, kısaca tevhid budur.

“Ruy-i hâcet behakk taâlâ kün ”

“Meyl-i hâtır besü-yi bâlâ kün”

Bu en yüksek makama erişmek isteyen kimsenin, azim ve kastını İnsân-ı Kâmil’e çevirmesi, ve bütün arzu ve fikrini, hattâ bütün güç ve kuvvetini bu maksada ulaşmak yolunda sarf etmesi, ve her iş ve hareketini bu maksada erişmek uğruna hasretmeye çalışması lâzımdır.

"Meğer ân âfitâb-ı âlemtâb "

"Şeb-i târik râ şeve d mehtâb ”

Umulur ki, ol âlemi aydınlandıran şems-i hakikî senin bu karanlık gecelerini yâni senin bütün müşkilât ve maksadlarını mâh-ı tâb eder, yâni aydınlandırır, açar ve halleder.

"Zulmet-i şeb zîmûy-i û-bînî"

"Hâne rûşen berû-yi û-bînî”

Onun zülfünün telinden gecenin daha karanlık olduğunu göresin. Yâni, insanların bilgisizlik, tembellik ve taasuplarından dolayı kahır ve Celâl-i ilâhı vâdisinde aldanıp kaldıklarından, Hakk’ın birlik ve azametini hissedemediklerini anlayıp bilesin ve göresin. Ancak, hânesi sana açık olursa O’nun Cemâl-i bâ kemâlini yâni güzelliğini görmeye muvaffak olursun.

"Pes temâşâ-yı ân cemâl kimi'

"Dest-ü der gerden-i visâl küni”

Sonra, o Cemâl-i bâ kemâli (Tam ve mükemmel güzellik) seyir ve temaşa etmekte devam ederek de elini o hakikî mâşukun visâl-i gerdanına koyarsın.

“An ki âmed zî hûd şeved fâni"

“Hamdî reft-ü benureş umânî”

Nitekim bu mesnevinin yazan Cenâb-ı Hamdi O’nun nûru ile parlayıp daha bu âlem-i şehadette iken beşeriyet arzularından vaz geçip hakikat âlemine uçup gitmiştir. Ama O’nun Cemâl-i bâ kemâli sizinle kalıcıdır, hemen O’nun nûru ile aydınlanıp siz de cemâlini burada görmeğe çalışınız.

“Her ki fâni şeved ez lezzâleş"

“Mî tabîd her vücûd cüz zâteş

Her kim ki, nefsinin hevâ ve heveslerinin lezzetlerinden fani olur ve geçerse o kimsenin zât ve hakikatinden başka nefsine taalluk eden her vücûd, her varlık ve her hevesi muhakkak ki kendisinden mahv ve perişan olur, yol olur gider. Bu da, işte, visâl demektir.

“Rûh bû mest-ü der serây-ı harâb ”

“Arzu dâred ez cenâb-ı hitâb

Âşık-ı sadıktaki rûh sultanı, asıl makam olan Ruhlar âleminden (ki bu makam-ı evvel ve sübût âlemidir) ayrıldığı için, ölüme ve harap olmaya mahkûm olan maddî bedeninde, baykuş gibi sıkılıp hazin feryad ve figanlarla ağıt okur.

“Kadehi lyş-i aşk-ı cânânest”

“Mürg-i mürde be sayd-ı miirgânest

Âşık-ı sâdık, İlâhî aşk şarabından bir kadeh içmesiyle cânânının visâl ve mülâkatımn lezzetini duyar ve tadar. Ama, leş kartalı gibi karın ve boğazının lezzetleri ve nefsinin arzulan uğrunda uğraşan ve dolaşan kimseler kendi avlan ile meşgul olduklarından bu nûş ve işret tarafına atf-ı nazar edemezler.

“Ger haberdar murg-ü râm şeve d"

“Bâ ’de zan nist-ü ve hest nâm şeved”

Eğer, ruhu uyanık, basireti (ön görüşü) açık, anka kuşu gibi cânân tarafına uçmaya lâyık bir âşık-ı sâdık, İnsân-ı Kâmil’e tâbi olmaya karar verirse o tâlib-i sâdık bu kararı ve gayreti dolayısı ile ve İnsân-ı Kâmil’in terbiyesi sayesinde ölü gibi olup her hevesinden geçer, mahv ve fani olur. Ama akıbet, bekayı yâni devamlılığı kazanıp Hakk varlığı ile var olur.

“Ne zî âfet-i dehir pervây ”

“Ne zîferyâd-ı mürdüm ârây "

Artık, onun ne dehrin (dünyânın) âfetlerinden ne de zamanın değişmelerinden korkusu olur ve ne de şöhret ve riya yoluyla ses, sada ve insanların feryadından rüsûm alayım ve âyin icra edeyim diye meclis donatarak insanları aldatmak arzusu kalır. Bunlardan hiçbirisi ile münasebeti kalmaz.

“Çun talep ger d müstahak bâşed"

“Cihet-i hem zî Hakk behakk bâşed

Madem ki, Hakk tâlibi Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bulmak için gösterdiği istek ve arzusunda sebat ederek yükseldi, o, takva erbabının yâni Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçınanların cennette bulunacakları makamı kazanmayı hakk etti.

“Sûret-i ihtiyaç lokma vü dalk ”

“İn kader bes ki şüden cânib-i halk”

Ancak, kendisinden korkulmaması, insanlarla münasebetinin devamı ve vücûdlarının idamesi için gereğinde azıcık yemesi ve içmesi ve herkes gibi giyinmesi lâzımdır. Bu yüce zât, diğer insanlar gibi yemek, içmek, elbise giymek ve insanlara karışmak hususunda iktisat ve kanaatkârlık gösterir Kendisini herkesten üstün tutmaz ve mânâsının hak olduğunu gizleyerek belli etmez. Bu zâta da bu kadar halk tarafi kâfidir

***



SALAVÂT-I CAFERİYE

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İmam Cafer-i Sâdık Hazretleri’e ait olan Salavât-ı Caferiye’nin sık sık okunmasını kendisini sevenlere tavsiye ederlerdi. Seyyid Hazretleri’nin bu salavât-ı şerifeye vermiş oldukları anlamı kitabımıza ilâve etmekte yarar gördük.

“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve âli seyyidinâ Muhammed. Biadedi halkıke ve rizai nefsike vezineti arşike ve midâdi kelimâtike yâ erhemerrâhimin”

“Allahümme”

Ey Hazret-i Muhammed’in bize bildirmiş ve göstermiş olduğu Allah! Seni bildik ve gördük, Sana imân ettik. Sana ibâdetten, Senin nzâ-i şerifinden ve muhabbetinden ayrılmayacağız.

Salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin”

Allahım! Toplumumuzu ve bizi, kitap ve şânı yüce Kur’ân’a uygun bütün davranışlarımızı Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin davranışlarına ve yüksek sünnetlerine uymaktan, saadet, selâmet, bereket ve rızasından ayırma.

uVe âl-i seyyidina Muhammed”

Ehl-i Beyt’e tâbi ve onların davranışlarına, saadet ve bereketlerine uygun olmak, saadetli huzûrlarında bulunmak ve onları görmek, onları sevmek, onlarla konuşmak ve sohbet etmek, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin huzûr ve sofrasında bulunmak gibi terbiyeli ve uyanık halde bulunmayı gerektirir. Bu yoldan bizi ayırma yâ Rabbi!

“Biadedi halkıke” [47]

Sağlığımızı Sen muhafaza et yâ Rabbi!

“Ve rizai nefsike”

Senin güzel isimlerine mazhar olan varlığımızı, riza-i şerifinden ayırma yâ Rabbi!

“Vezinet-i arşike”

Senin arşın olan kalbimizi Senin muhabbet ve rızandan ayırma. Akıl, fikir ve vehmimizin dengesini de doğruluk yolundan ayırma yâ Rabbi!

“Ve midâd-ı kelimâtike”

Bizi, Ehl-i Beyt’in yardım, şefaat ve kutsal himmetlerinden ayırma yâ rabbi!

“Yâ erhamerrâhimîn”

Devleti idare edenleri ve bizi muhafaza eden kumandanları Senin rizâ-i şerifine uygun hareket ettir ve oların insaf ve merhametlerini fakirlerin ve zayıfların üzerine ziyade kılmanı ve onlara doğruluk, adâlet ve uzun ömürler ihsan etmeni;

”Rahmeten lilâlemin  olan Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yolundan kıl kadar bile sapmamalarını senden niyaz ediyorum, mülk ve vatanımızı bütün tehlikelerden, dış ve içte olacak keder ve âfetlerden koru, yâ Rabbelâlemin!



SONSÖZ

Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin hayatı hakkında bir kitap yazma projesi için ilerlemiş yaşına rağmen gayretli bir çalışma yapmış ve bu eserin tamamlanıp baskıya hazır hâle gelmesinden bir hafta sonra 25 Mayıs 1996 Cumartesi günü İzmir, Menderes’deki evinde Hakk’a yürümüştür..

Kitabını 1996 sonbaharında neşretmeyi planladığı için O’nun arzusuna bağlı kalarak bu tarihte yayınlamayı uygun gördüm.

Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, uzun yıllar boyunca bütün çalışmasını kıymetli babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin eserlerini bugünkü neslin anlayacağı şekilde sadeleştirerek bu engin hâzineden yararlanılmasına yönlendirmişti

Eserlerinde, yüce dinimizin gerçek şekli ile anlaşılması doğrultusunda irşad edici hususlar ele alınmıştır. İnsanların dikkatlerini Allah, Peygamberimiz Hazreti Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine çekmeye çalışmış ve bu üç mefhumun doğru tanınması için çaba sarfetmişti. Birbirlerini tamamlayıcı özellikteki eserleri okundukça bu ağır konu, okuyucunun fikrinde olgunluğa erişmektedir.

Babam, Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk fikirleri, hayat görüşü ve yaşantısı ile herzaman bizlere rehber olmaya devam edecektir.

Allah, bizleri O’nun mânevi himayesinden ayırmasın.

F.Aymelek Öztürk İzmir,
27.6.1996

SEYYİD MÛSÂ KÂZIM ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ

Edvâr-ı Alem'den Parçalar,

(I.Baskı) İstanbul 1953 (II.Baskı) İstanbul 1967

Külliyat’tan Seçmeler

İstanbul 1959

İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler

(I.Baskı) Ankara 1969 (II.Baskı) İzmir 1989 .

Niçin Hz.İsâ?

(I.Baskı) Ankara 1972 (II.Baskı) İstanbul 1994

Kur'ân'ın 20. Asra Göre Anlamı

Cilt I, Ankara 1974 (I.Baskı)

Cilt I, İstanbul 1995 (II.Baskı)

Cilt II, Ankara 1976

Cilt III, Ankara 1980

Cilt IV, İzmir 1985

İslâm'da Kutsal Günler Ve Geceler

Ankara 1976

Tûbâ Ağacının Çiçekleri

Ankara 1980

İman Nuru Ve Gerçek Ahlâk

 İzmir 1984

Te’vil

İzmir 1987 •

Mektubât

İzmir 1989

İsrailoğulları Ve Büyük Göç

İstanbul 1995

Hakikat Yolunu Arayanlar

İstanbul 1995

Kur’ân Rehberliğinde Günlük Hayatımız

İstanbul 1996

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. Hayatı Eserleri,

1996 İstanbul

 



[1] Derbend: Serhat üzerinde bulunan küçük kale; dağ üzerindeki geçitlerde ve boğazlarda bulunan karakol. Konumu dolayısı ile şehre bu isim verilmiştir.

[2] “Bursa’da Yeşil cami yoktur, Yeşil Camii vardır. Silivri Kapı değil Silivri Kapısı, Edirne Kapı değil Edirne Kapısı olacak. Esası böyle. 200-300 sene önceki kayıtlarda böyle yazılı. Dilimizi bozuyoruz. Kutlular olacak, kutlar diyoruz”. [Kaynak: Süheyl Ünver Hoca’dan Notlar (Menâkıbı Süheyl Bey)  hzl: Yrd.Doç.Dr. Zuhal ÖZAYDIN Türk Tıp Tarihi Kurumu Yayınları No : 5 , 1997, İSTANBUL]

[3] Bu türbeler. İran’daki Kaçar hanedanından Nasreddin Şah zamanında yapılmaya başlanmış ancak 1905 de oğlu Muzaffereddin tarafından tamamlanmıştır.

[4]  İlm-i Ledün Allah'ın sırlarına ait manevî bilgi, gayb ilmi

[5] Arnavut hanedanından Ahmed Dino'nun oğlu olan Abidin Paşa (Preveze 1842-İstanbuI 1908) vezirlik ve birçok valiliklerde bulunmuştur. Paşa, Arnavutça ve Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Fransızca’yı  mükemmel bilir ve anadili gibi konuşurdu. Yunancaya öyle hâkimdi ki bu dilde yazdığı şiirleri İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştı.

[6]  Ümmü Gülsüm hanım (1870 -3 Eylül 1961)

[7] Osmanlılarda taşra idaresinde vâli, mutasarrıf gibi yüksek memurlar merkezden tayin edilirdi Merkezî hükümete karşı halkın ve halka karşı da merkezî hükümetin temsilcisi durumunda bulunan ve halk ile devlet arasındaki işleri yürüten meclis üyelerine Ayân denilirdi. Ayanlar memleketin zenginlerinden ve nüfuz sahiplerinden olup halk tarafından seçilirlerdi.

[8] 1895-1897 yılları arasında Bursa valiliği yapmıştır.

[9] Kitabın “Eserler” bölümünde şiirin tamamı yazılmıştır.

 

[10] Babasının ders olarak verdiği bu tercüme, Seyyide Fatma Zehra’nın Bursa’da vefatından sonra ağabeyi Seyyid Ali Rıza tarafından, biricik kız kardeşinin hatırasını yaşatmak düşüncesiyle “Zübde-tül Merâtib” adı altında yayınlanmıştır

[11] Seyyid Hazretleri, “Tedahrucî” tâbir ettiği üçüncü özellik olarak dünyânın içindeki zararlıları dışarı çıkarma (Yanardağlarda olduğu gibi) hassasından bahseder.

[12] Ebced hesabına göre: M40+Y(ı) 10+M40+G1000+V6+R200+Elif(A) 1=1297

[13] 1881. Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu yıldır.

[14] Emir Sultan Hz.’nin asıl adı Şemseddin Muhammed (Buhara 1369?-Bursa 1429?) olup, İmam Mûsâ Kâzım Hz.’nin oğlu İbrahim’in soyundandır. Osmanlı padişahlarından Yıldırım Bayezıd’ın damadıdır.

[15] Kitabımızın, Seyyid Hazretlerinin eserlerine ayrılan kısmında bunlara temas edilecektir.

[16] İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi yâni bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi

[17] Bugün Mimar Sinan Üniversitesi olarak kullanılan binalar

[18] Seyyid Hazretleri ve ailesine muhabbet ve tam teslimiyet ile bağlı olan ve dostları arasında Hacı Bey olarak tanınan Bahriye çarkçıbaşısı Mehmet bey. Eğinli (Kemaliyeli) idi.

2: Ezânı saat Güneşin batışının 12 olarak kabulü sureti ile hesaplanan saat

[20] Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ile Mekkeli müşrikler arasındaki 624 yılında yapılan ilk savaş

[21]  Peygamber soyuna mensup olan Seyyid Abdüsselam el-Esmer (1475-1574) Trablusgarp’ın Zelitan bölgesinde nyaşamış ve Kuzey Afrika’da etkili olmuş bir sûfidir. Türbesi hâlâ önemli bir  ziyaretgâhtır.

[22] Kitabın baş tarafındaki fotoğraf, Seyyid Hazretlerinin otomobilin içinde çekilen bu fotoğrafından alınan bir portresidir.

[23] Erbab kelimesi, rab kelimesinin çoğul hâlidir.

[24]       Türkçeleştirildi orijinal metinde konu yarım kaldığı için M. Kâzım Öztürk’ün “Edvâr-ı Alemden Parçalar” adlı kitabına bu bölüm alınmamıştır.

[25] Zaviye: Hücre, küçük oda demektir Tekkenin küçüğüne verilen addır.

[26] M Kâzım öztürk. Kur’ân’m 20. Asra Göre Anlamı, cilt III. 1980 Ayyıldız Matbaası

[27] Daha geniş bilgi için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil” ve aynı yazarın “İslâmda Kutsal Günler ve Geceler”adlı eserine baş vurulabilinir.

[28] Hürmetli (Harâm) aylar Kamerî yılın birbirini takip eden Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile İslâm öncesi Mukat kabilesi tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve Şaban ayları arasında yer alan Recep ayıdır.

[29] M.Kâzım Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322

[30] M.Kâzım Öztürk/’Kur’ân’ın 20 Asra Göre Anlamı” Cilt I,s.216

10«

[31] Mekrûh:Din bakımından haram olmayan fakat kullanılması ancak zorunlu hallerde izinli olan

[32] Edvâr-ı Âlem’den Parçalar”, (I.Baskı),Burhaneddin Erenler Matbaası, İstanbul 1953; (II.Baskı) Yeni Savaş Matbaası, İstanbul 1967

[33] “İsrailoğulları ve Büyük Göç”, Karakuş Matbaası, İstanbul 1995

[34] (Dersaadet, Matbaa-ı Ahmed Kâmil, Bayazitte Çadırcılar Kapısı 1341)

[35] “Hakikat Yolunu Arayanlar”, Karakaş Matbaası. İstanbul 1995

[36] “Kur’ân’ın 20 asra göre anlamı”, Cilt I, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1974 ve aynı eser Cilt II, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1976

[37] Aynı eser Cilt III, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1980

[38] Aynı eser Cilt IV, Karınca Matbaası. İzmir 1985

[39] Te’vil ", Karınca Matbaası, İzmir 1987

[40] Peygamber soyundan olanların işlerini görmek üzere içlerinden hükümetce tayin olunan memur

[41] “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” (I.Baskı) Yenigün Matbaası Ankara 1969; (II.Baskı) Karınca Matbaası İzmir 1989

[42] Yıldızların konak yerleri

[43] Tasavvufta: Ayn ve ilim mertebelerindeki 7 çeşit zuhuru itibariyle Hakk’ın Zât’ı. Aynı zamanda 7 âyetten meydana gelen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresini teşkil eden “Fâtihâ" sûresi için de kullanılır.

[44] Külliyetlisinden kendisinde toplayan İlâhî birlik (Vahidiyet) mertebesi itibariyle Hakk’ın ismi.

[45] Ceberut:Mülk ve Melekût, diğer bir deyimle Şehâdet ve Gayb yani maddî ve mânevi âlemlerin arasında bulunan orta âlem. Ceberut âlemi, cismânî âlemin de ruhanî âlemin de bâzı özelliklerine sahiptir. Bu bir berzah ve misâl âlemidir.

[46] Mesnevî: Her beytinin mısraları kendi aralarında kafiyeli olan bir nazım türüdür. Beyit sayısı en az 15 olan mesnevi, kafiye bulma sıkıntısına yol açmadığı için genellikle uzun konuların anlatımında kullanılır.

[47] Orijinal metnin bu bölümünde Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin insan vücûdunun hücre yapısına kadar inceleyen kısa bir açıklaması vardır.
















Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar