Print Friendly and PDF

MEKASID-I SALİKIN



SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN

kaddesellâhü sırrahu’l âli

 

MEKASID-I SALİKIN

 

 


 

Hazırlayan
Zahir SÜSLÜ
Edirne-2011


 



بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد

وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

ŞEYH AHMED HÜSÂMEDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ

HAYATI ve HAKKINDAKİ BİLGİ[1]

1264 senesi Rebîu’l-evvelinde (Şubat-Mart 1848) Ban vilâyeti’nin - Dâğistân’da - Rukkâl şehrinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri Seyyid Saîd b. Seyyid Sefer b. Seyyid Haydar b. Seyyid Hasan b. Seyyid Kâsım b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Dâvûd b. Seyyid Ca’feri es-sâlis b. Seyyid Muhammed Zâhid b. Seyyid Mûsâ Kâzım es-sânî b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid İsmâîl b. Seyyid Mustafa el-Ahrâr b. Seyyid Ahmed-i Bağdâdî b. Seyyid Süleymân b. Seyyid Îsâ el-Ahrâr b. Seyyid Abdullâh Tâhir b. Seyyidinâ Hz. Pîr İbrâhîm ed-Dessûkî b. Seyyid Ebu’l-Mecd b. Seyyid Kureyş b. Seyyid Muhammed et-Tayyib b. Seyyid Ebu’n-Nücâ b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Muhammed Ebu’t-Tayyib b. Seyyid Abdülkâtim b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid Ebu’l-Kâsım b. Seyyid Ca’fer el-Mehdî b. Seyyid Ali el-Hâdî b. Seyyid Muhammed el-Cevâd b. Seyyid Mûsâ el-Kâzım b. Seyyid İmâm Ca’fer es-Sâdık b. Seyyid Muhammed el-Bâkır b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Hz. İmâm Hüseyin b. Hz. Alî (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum).

İsm-i âlîleri, Ahmed; künyeleri, Ebu’l-Haydar; lakab-ı şerîfleri, Sefer, Hüsâmeddîn, Tevfîk, Hamdî ve Abdulgafûr’dur. Nakş-ı hâtem-i siyâdetleri, "Ni'me’r-refîk Ahmed-i Tevfîk"tır. Vâlidelerinin ismi, Şerîfe binti Abdullâh’dır.

Mehâdim-i kirâmından Seyyid Ali Rızâ Efendi, Mevâlid-i Ehl-i Beyt nâmıyla bir eser te’lîf edip, pederlerinin ve ecdâdının tercüme-i hâlini bunda yazmıştır. Mütâlaaya şâyân bir kitâbdır. Bunda yazıldığına göre, 1277/(1860-61)’de, berây-ı hacc-ı şerîf âzimi Mekke-i Mükerreme olan pederiyle birlikde bulunup, pederlerinin Mekke’de irtihâli üzerine Medîne-i Münevvere'ye gitmiştir. Bir müddet sonra İstanbul'a gelip pederlerinin vasiyeti üzerine Denizli’de, Şeyh Hacı Hasan Feyzî Efendi’ye mülâkî olduktan sonra, Uluborlu’da, pederlerinin mürîdânından Şeyh Hacı Mustafa Efendi merhûmun nezdine azîmetle zamân-ı mev’ûdun hulûlüne kadar tedrîs-i ulûm ile iştigâl etmiştir. Hacı Mustafa Efendi müşârünileyhe baldızı hanımı tezvîc eylemiştir.

1300/(1883) târîhinde, işâret-i ma’neviyye üzerine Sivrihisâr’a azîmetle neşr-i envâr-ı irfân eylediler. Şöhretini istirkâb edenlerin ağrâzı neticesi Ankara’da ikâmete me’mûr olup, Vâli Âbidîn Paşa merhûmun hürmetini celb ile, 1305/(1888) senesinde Bursa’ya /136/ azîmet ve ihtiyâr-ı ikâmet eylemiştir. Maksem civârında, Ahmediyye nâmıyla bir medrese, bir mescid ve bir de hâne yaptırıp, 1313/(1895) târîhine kadar tedrîs ve ta’lîm ile meşgûl olmuştur. Burada da ashâb-ı ağrâzın ta’rîzına dûçâr olup, Sultân Abdülhamîd Hân’ın emriyle Trablusgarb’da ikâmete me’mûr edildiler. Burada da zamânlarını te’lîf-i âsâra hasr ile Tefsîr-i Kebîr ve Muşahhasât-ı Suver-ı Kur’âniyye nâm eserlerini yazdılar.

1324/(1908) senesinde inkılâb-ı hükûmet vâki’ olunca, vâli Receb Paşa merhûmla İstanbul’a gelerek, Bursa’daki mescid ve medreselerinin ta’mîrine şitâbân oldular. Bir buçuk sene Bursa’da kalarak İstanbul’a avdetle, Çapa civârında Ârifî Paşa merhûmun konağını iştirâ ile 1324/(1908) sonuna kadar ikâmet buyurdular. 1331/(1915)’de Sivrihisâr’a gidip iki sene kaldılar. 1334/(1918)’de İzmir’e azîmetle yirmi gün misâfir oldular. İstanbul’a avdetlerinde, harîk-ı kebîrde konakları yandı. Burada âsâr-ı aliyyelerinden yüz cildden fazlası yanmıştır. Ba’dehû Bursa’ya nakl-i hâne ettiler. Balıkesir-Bandırma’ya gittiler. Şubat 1337/(1921)’de İstanbul’a avdetle Hz. Sünbül civârında, Çınar Karakolu’na yakın “Voyvoda Konağı” denilen ikâmet-gâhda bulundular. Ahîren Beşiktaş’da bir hâneye nakledip, son günlerde Cerrâhpaşa civârında iştirâ buyurdukları hâneyi mesken ittihâz eylediler.

Nakşıbendî, Kâdirî, Çeşti ve Sühreverdî tarîklarının ve daha doğrusu tarîk-ı hikmet ü irfânın câmiü’l-esrârı bulunuyorlar.

Nakşî Silsilesi:

es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh Gulâm Ali, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh Hân, eş-Şeyh es-Seyyid Nûr Muhammed el-Bedvânî, eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî es-Serhendî, eş-Şeyh Muhammed el-Bâkî, eş-Şeyh Hâce Emkinekî, eş-Şeyh Dervîş Muhammed, eş-Şeyh Muhammed-i Zâhid, eş-Şeyh Hâce Ahrâr-ı Ubeydullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Attâr, eş-Şeyh kutbu’t-tarîka Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Kâdirî Silsilesi:

es-Seyyid Ahmed Bahâeddîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, eş-Şeyh Mîrzâ Cân-ı Cânân, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Âbid, /137/ eş-Şeyh Abdülahad, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî, eş-Şeyh Seyyid İskenderî, eş-Şeyh Seyyid Kemâleddîn-i Kengî, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı Sânî, eş-Şeyh Fuzayl, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı evvel, eş-Şeyh Ebu’l-Hasan, eş-Şeyh Şemseddîn-i Sahrâî, eş-Şeyh Seyyid Ukeyl, eş-Şeyh Abdülvehhâb, eş-Şeyh Bahâeddîn, eş-Şeyh Şerefeddîn, eş-Şeyh Abdürrezzâk, eş-Şeyh kutbu’l-hakîka Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Ahmed Efendi hazretleri ilm-i tevhîdde ferîdü’l-asr olduklan gibi hakîkaten gavvâs-ı deryâ-yı Kur’ân’dır. Esrâr-ı maânî-i Hz. Kur’ân’a vâsıl, sâhib-i te’vîlât u makâmât bir pîr-i kâmildir. Mislini asırlar idrâk edememiş denilecek derecede, te’vîl-i ma’nâ-i Kur’ân’da vahîd-i zamândır. Hakk-ı âlîlerinde mu’teriz olan zevât vardır. "Ebcedci" ve "Hurûfî" diye hakîkat-i mesleklerinden haber-dâr olamayarak söz söyleyenler eksik değildir.

Bir gün huzûr-ı âlîlerinde bulundum. Esteîzü bi’llâh, (عَمَّ يَتَسَاءلُونَ،  عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ)[2] âyet-i kerîmesinde yalnız, (عمَ) üzerindeki tedkîkâtı bir sâatten ziyâde sürmüştür. Hakâyık-ı beyâniyyeleri karşısında mütehayyir kaldık. Derece-i irfânı yüksektir. Fakat avâm için imkân-ı istifâde görünmez. Meclis-i zikrden ziyâde neş’eleri sohbette görünür.

 

Harîm-i ismet-i ma’nâ-i Kur’ân’dır Hüsâmeddîn

Nedîm-i Hazret-i cânân-ı irfândır Hüsâmeddîn

 

Hakâyık âleminde mürşid-i âlî-tebâr oldu

Hakîm-i sırr-ı insân mağz-ı Kur’ân’dır Hüsâmeddîn

 

Nübû’-ı hikmet olmuş kalb-i âlîsi serâirden

Vücûdu mülk-i aşka ayn-ı ihsândır Hüsâmeddîn

 

Uluvv-i kadrine eyler şehâdet bunca âsârı

Tecellî-gâh-ı feyz-i kudsi sübhândır Hüsâmeddîn

 

Muhibb-i kemter-i Vassâf'ı istişfâ ider her ân

Muhakkak bilmeli yektâ-yı devrândır Hüsâmeddîn

 

Şemâili :

Boyları mu’tedil, omuzlarının arası geniş, başları büyük, renkleri beyâz ise de humreti gâlib, gözleri büyücek, sakalı mutavassıt ve beyâz olup, kâl ü hâlleriyle herkesi kendilerine müsahhar kılarlar, /138/ hilmi gâlib, tab’ı mülâyim, mükrim ve fukarâ-perverdirler. Mâ-lâya’nî ile iştigâl buyurmazlar, dâimâ mebâhis-i Kur’âniyye’den zevk alırlar. Az şehlâ bakışlı olup, hâfızaları pek kuvvetlidir.

Âsâr-ı Aliyyeleri :

-- Muşahhasât-ı Suveri’l-Kur’âniyye’den :

- Hakâyıku’t-Tecrîd fî Menâzili’t-Tevhîd. Arabçadır, matbû'dur.

- Esrâr-ı Ceberûtı'l-A'lâ. Matbû'dır, çok mühimdir.

- Muşahhasât-ı Suver-i Kur’âniyye,

- Rûhu’l-hikem, Muşahhasât-ı Sûre-i Meryem. Matbû'dur.

- Hikmetü’l-Envâr, Muşahhasât-ı Sûre-i Kehf. Matbû'dur.

- Nûru’l-hüdâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Tâhâ. Matbû'dur.

- Huccetü’l-Hucec, Muşahhasât-ı Sûre-i Hac. Matbû'dur.

- Burhânu’l-Asfiyâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Enbiyâ. Matbû'dur.

- Huccetü’l-Melei’l-A’lâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Abese. Matbû'dur.

- Mezâhirü’l-Vücûd alâ Menâbiri’ş-Şuhûd. Türkçe’dir. Kısmen matbû'dur.

- Makâsıd-ı Sâlikîn. Matbû'dur

- Mevâridü’t-Tenzîl fî Tercümeti Kur’âni’l-Celîl. Tefsîru’l-Kur’ân. Gayr-i matbû'dur.

- Lem’atü’l-Âfâk fi’z-Zuhûri ve’l-İşrâk. Gayr-i matbû'dur.

- Zübdetü’l-Makâl fi’l-Kevni ve’l-Hayâl. Gayr-i matbû'dur. 

- Niyyetü’l-Hurûf alâ Cedveli’l-Ma’rûf. Gayr-i matbû'dur. 

- Zübdetü’l-Merâtib. Türkçedir, gayr-i matbû'dur.

Hakk-ı âlîlerinde Tunus kadısı şu yolda kelimât-ı ta’zîmiyyede bulunmuştur:

الهمام الفاضل والإمام البارع، البالغ أقصى الفضائل، الشيخ الكامل المتورع والمرشد الواصل المتشرع أستاذنا وأستاذ الأساتذة الكاملين وصاحب الشفقة على عباد الله أجمعين السيد السند مولانا أحمد حسام الدين الداغستانى النقشبندى الحسينى صاحب مفسر القرآن الكريم بإذن من جده  الخلق العظيم عليه أفضل الصلوة وأزكى التسليم أدام الله إجلاله وزاد فى الخلق فضله وكماله ونفع بمعارفه المسلمين ونظمنا ببركاته فى سلك أهل الصدق واليقين.[3]

Seyyid İsmet, Seyyid Ali Rıza, Seyyid Mahmûd Müctebâ ve Seyyid Mûsa Kâzım nâmında dört evlâdı vardır. İsmet ve Rıza Efendiler Mevâlid-i Ehl-i Beyt’i yazmışlar, neşr etmişlerdir.

Hz. Şeyh’in hangi bir eseri mütâlâa olunsa, tarîk-ı te’vîldeki rüsûhuna hayrân olmamak kâbil değildir. /139/ İlm-i hey’et, tabakâtu’l-arz, nebâtât, hayvânât, tıb ve fünûn-ı mütenevviaya dâir olan mebâhiste henüz fennen ma'lûm ve mekşûf olmayan bir çok noktalara tesâdüf edilir.

Bursa’da ekâbir-i urefâ ve evliyâ-yı asfiyâdan Kâdî Hân merhûmun şeref-i sohbetlerine mazhar olduğum zamân müşârünileyh Ahmed Efendi hazretlerinin kutb-ı memleket olduğunu lisân-ı ta’zîm ile söylemişlerdi. Kâdî Hân, Buhârâlı olup, eâzımdan idi. (Kuddise sırruhû)

Ahmed Efendi’nin tekkeleri yoktur. Haftada bir gün nezd-i âlîlerinde ictimâ’ eden erbâb-ı aşk u muhabbet, hazîne-i ârifânelerinden müstefîd olurlar. Mürîdlerinden ve urefâdan Hilmi Bey: “Bir gün, azîzimin huzûrunda idim. Mübâhase-i dakîka cereyân ediyordu. Biri, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[4] hadîs-i şerîfini okudu. Hz. Şeyh gözlerinden meserret yaşları dökerek, (وأنا مفتاحها)[5] buyurdular.” diye nakl etmiştir.

Mezâhiru’l-Vücûd nâm eserlerinden:

“Cenâb-ı Hakk’ın umûm beşeriyyete inzâl buyurduğu Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân, her biri birer levh-i mahfûz olan bütün eşyâyı muhît ve ulûm u fünûnu câmi’dir. (وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ،  بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ،  فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ)[6] Kur’ân’ın Levh-ı mahfûzu insândır. Mevcûdat, şuûnat, ma’kûlât, mahsûsât, ma’nâ-yı Kurân’dır. Şu cihânda meşhûdumuz olan saltanat u azamet-i ilâhiyye, ma’nâ-yı Kur’ân’la tecellî eder. Ma’nâ-yı Kur’ân, envâr-ı risâlettir. Kime verilmiş ise, vâris-i nebî ve İmâm-ı vakt olur. Vâris-i nebî olan zât, tercümeye sağmayan Kur’ân’ın ma’nâsını söyler ve halkı hakâyık-ı kevniyyeye âgâh eder.

Tevrât, Zebûr ve İncîl, Kur’ân’da nasıl mevcûd ise, Kur’ân dahi insân-ı kâmilin isti’dâdında mevcûddur. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in elfâz-ı şerîfesine bakılıp da, ma’nâ verilemez. İnsân-ı kâmil, avâlim-i ilâhiyye vü kevniyyeyi câmi’dir.”

 

Hulefâsı:

- Seyyid Abdülkerîm Efendi. Mekke-i Mükerremede, reîsü’l-müsevvidîndir.

- Dağıstânî Abdülkerim Efendi. İlm-i Kelâm mütehâssısı ve müellefât-ı adîde sâhibi olup, Medîne-i Münevvere’dedir.

- Müftü Hasan Efendi. Sivrihisâr’dadır.

- Bilâl-zâde Mustafa Efendi. Sivrihisâr'dadır.

- Sûfî Muhammed Efendi. Sivrihisâr’dadır.

/140/             - Müderris Muhammed Efendi. Ankara’dadır.

- Müderris İbrâhîm Efendi. Ankara’dadır.

- Sâlih Efendi. Ankara’dadır.

- Hacı Kara Yûsuf Efendi. Sâbık reîsü’l-müsevvidîn, Bursa’dadır.

- Hacı Mustafa Efendi, Dağistânî. Bursa'dadır.

- Hacı Sâdık Efendi, Bağavî-zâde. Sâbık reîsü’l-müderrisîn, Bursa’dadır.

- Mustafa Efendi. İçelli, Bursa’dadır.

- Şeyh Bekir Efendi.  Eğinli Müftü-zâde, İzmir’dedir.

- Hacı Alımed Efendi. Tireli, İzmir’dedir.

- Hacı Muhammed Efendi. İzmir’dedir.

- Hâfız Edhem Efendi. Rodos’tadır.

- Müftü Ahmed Kemâleddîn Efendi. Bandırma’dadır.

- Hâfız Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.

- Ulemâdan Hacı Muhammed Efendi. Bandırma’dadır.

- Sefer Efendi. Manyas’ta.

- Hacı Abdülkerîm Efendi. Karacabey’dedir.

- Hacı Ömer Efendi. Gönen’dedir.

- Hacı İsmâîl Efendi. Edincik’tedir.

- Hacı Muhammed Efendi. Yozgâdî, Bandırma’dadır.

- Tevfîk Efendi. Bandırma’dadır.

- Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.

- Halîl Efendi. Hacı Kâmûsî-zâde, Karesi’dedir.

- Hâlid Efendi. Karesi’dedir.

- Halîl Efendi. Karesi’dedir.

- Şeyh Şa’bân Efendi. Kirmastı’da.

- Hacı Abdurrahmân el-Mücâhid. Antep’dedir.

- Muhammed Mübârek Efendi. Şam’dadır. Tarîk-ı Halvetî’de ilk bey’at aldığım şeyhimdir.

- Müftü Hacı İbrâhîm Efendi. Gelibolu’dadır.

- Müderris Süleymân Efendi. Fatsa’dadır.

- Müderris Seyfeddîn Efendi. İstanbul’dadır.

/141/             - Müderris Hacı Ya’kûb Efendi. Rizeli, İstanbul’dadır.

- Muhaddis Hacı Ömer Efendi. Eğinli, İstanbul’dadır.

- Hâfız Muhammed Efendi. Filibeli, İstanbul’dadır.

- Hacı Muhammed Efendi. Siverekli, İstanbul’dadır.

- Hacı Saîd Efendi. “Beytü’l-ilm” denilmekle ma’rûf, Dağıstan’dadır.

- Seyyid Kâzım Efendi. Müderris ve kadı, Dağıstan’dadır.

- Abdülkâdir Efendi. Dağıstan’dadır.

- Şeyh Şa’bân Efendi. Dağıstan’dadır.

- Hacı Muhammed el-Kerûkî. Müderris, Dağıstan’dadır.

- Muhammed el-Mihrâkî. kadı, Dağıstan’dadır.

- Hacı Mîkâîl. Dağıstan’dadır.

- Pîr Muhammed. Kadı, Dağıstan’dadır.

- Necmeddîn-i Avârî. Ulemâdan, Dağıstan’dadır.

- Şeyh Ali Süğûrî. Dağıstan’dadır.

- Hacı Nasrullâh-ı Kûbâdî. Dağıstan’dadır.

- Hacı Abdurrahmân. Ejderhânî, Dağıstan’dadır.

- Abdülkâdir. Ulemâdan, Kaşgar’da.

- Seyyid Tâhir. Çin vâizi.

- Abdüllatîf et-Tarakânî. Türkistân-ı Çinî’de.

- Saîd-i Niyâzî. Âhûn’da.

- Şeyh el-Hâc Şâkir. Semerkand’da.

- Hacı Abdülbârî. Lökçin’de.

- Sâdık-ı Hıttânî. Lökçin’de.

- Şeyh Abdurrahmân. Hârbîn’de.

- Şeyh Ahmed Efendi. Mûk’da.

- Seyyid Müctebâ Hân. Râmpur hâkimi, Hindistan’da.

- Şeyh İsmâîl es-Safâyî. Muhaddisîn-i kirâmdan, ulemâ-yı benâmdan, Tunus kadısı.

- Şeyh Hasan el-Uveydân. Trablusgarb’da.

- Şeyh Ahmed. Fas’da.

/142/             - Şeyh Hacı Muhammed-i Şenkîtî. Fas’da.

 

İrtihâli :

Şeyh-i müşârünileyh ile târîh-i irtihâllerinden bir buçuk ay mukaddem müşerref olmuş idim. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem bir mürşid-i mükerrem olmuş gördüm. Fuyûzât-ı ârifânelerinden müstefîd oldum. Ser-â-pâ deryâ-yı aşk u ma’rifete müstağrak olup, hep hakâyık-ı Kur’âniyye’den bahs buyurdular.

Birkaç gün hafîf bir hastalığı müteâkib 1343 senesi şehr-i Ramazânının onsekizinci (11 Nisan 1925) Cumartesi günü alaturka sâat yedi buçuk (sabâh 03.00) râddelerinde “Hû” ism-i şerîfine muvâzıb oldukları hâlde irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Na’ş-ı mübâreklerini halîfelerinden Dersiâm Hacı Ömer Efendi gasl edip Fâtih Câmi'-i şerîfine ertesi Pazar günü cenâzeleri eyâdî-i ihtirâmda nakl edilerek öğle namâzını müteâkib salât-ı cenâzeyi yine mûmâileyh Ömer Efendi kıldırmış ve oradan Edirnekapısı hâricindeki, İbn Kemâl merhûmun kabrinin karşısındaki mezârlıkda defîn-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Cenâzelerinde tekellüfât ihtiyâr olunmamasını ve fukarâ-yı müslimîn mezârlığına defnini vasiyyet buyurmuşlardır.

İrtihâllerinden evvelce haber-dâr olamadığımdan, cenâzelerinde bulunamadığıma çok müteessirim. Evrâk-ı havâdisde bi'l-âhare görülen i’lân nüsha-i matbûası bir hâtıra olarak telsîk edildi :

“İrtihâl

Sâdât-ı Hüseyniyye’den ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den Dağıstânî Ahmed Hüsâmeddîn er-Rükkâlî hazretleri irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylemişlerdir. Bu gün Davutpaşa civârındaki hânelerinden kaldırılarak, ikindi vakti Fâtih Câmi'-i şerîfinden namâzı ba’de’l-edâ Edirnekapı’daki makber-i mahsûsuna defîn-i hâk-i gufrân kılınacaktır (Rahmetu'llâhi aleyh).”

Müşârünileyhin irtihâli âlem-i irfân için azîm bir zıyâ’dır, Cenâb-ı Hak bizleri mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.

Şeyh Muhammed Şehrî-i Gülşenî onun vefâtı üzerine şu târîhi söylemiştir:

هو شمس بعد الألف بل هو مدارها

إختفى عنا واها سيدى حسام الدين

 

اعلم سره مفرقات وارفع فهمه

وكان شمس الهدى سيدى حسام الدين

 

سيد رجال القوم وأكمل الورى

أمين علوم الورى سيدى حسام الدين

 

مفتاح باب العلوم فريد عصره

فاق أماثله سيدى حسام الدين

 

ولن يبلغ الواصف مدة عمره

إذ العصر لم ير مثله سيدى حسام الدين

 

فهم العجز شهريا لوصفه

إلهام من الله سيدى حسام الدين

 

إمام الهدى شمس وبها تاريخه

هكذا عرفنى سيدى حسام الدين

 

هاتف علمنى تاريخ خفائه

مات قطب وقته سيد حسام الدين[7] 

Hânedân-ı ehl-i beyte ben dahilem tâ ezel

İtmezem (..........) güft ü gûsundan hazer

Şemsi-i Mısrî mükerrer itdi sizden iktibâs

Feyzinizden oldu ma’nen kâm-yâb u kâm-ver

25 Muharrem 1343-26 Ağustos 1341/(1924)

Şeyh-i müşârünileyhin hulefâsından Süleymân Sâmi Efendi, Rehber-i Talibîn nâm eserinde azîzin Türkçe na’t ve nutuklarını derc etmiştir:

Enâm olmuş risâletde ukûs-ı vechine mir’ât

Enâmdan ism-i pâkin pür-ayândır Yâ Rasûla’llâh

 

Ehad isminde zâid olsa bir mîm’-i nübüvvet kim

Ehad mîm-i muhabbetde nihândır Yâ Rasûla’llâh

 

                              *   *   *

Şemsim bu vücûdum virür ecsâda zılâli

Nutkum bu şuhûdum virür ekbâda hayâli

 

Efrâd-ı şuhûdumla bu heb hâver-i güftâr

Subhum ki berâzıhda tutan rûz u leyâli

 

Deryâ gibi emvâca takıl eyleme nefret

Kesretde müşâhid olasın tâ O Cemâl’i

 

                              *   *   *

Sâilim kapuna geldim eyle ihsân Yâ Rasûl

Tut elim kurtar beni hâlim perîşân Yâ Rasûl

 

Sîne mecrûh dîde giryân âh u efgân eylerim

Aşkının bîmârıyım kıl derde dermân Yâ Rasûl

Hz. Şeyh’in Sultân Muhammed Reşâd Hân merhûma muhabbeti var idi. Hz. Pâdişâh da ona dâimâ seccâdecisi Zekeriyyâ Bey’i gönderirdi. Bu arîzayı ârzû-yı pâdişâhî üzerine yazmış, Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla takdîm etmiş idi. Bir nüshası elime geçti, aynen nakl olundu:

“Mübesmelen bi’smihî teâlâ!
Hâmil-i livâ-yı hilâfet selâtin-i izâm hazarâtının kalb-i hümâyûnlarını mevrid-i ilhâm, zikr u ibâdet-i âhâddan efdal olan fikr-i şâhâneleri sebeb-i intifâ’-ı enâm olduğundan, selef-i sâlihîn, kendilerini meşgûl edecek derecede evrâd ve ezkâr ta'lîmini tecvîz etmeyerek, yalnız teberrük için mutalsam hırka ve gömlek ihdâ ve hâssası müsbet ve müberhen vird ü esmâ ta’lîm ve i’tâsında bir be’s görmemişlerdir.
Evrâd u ezkâr, menfaat-ı husûsiyyeyi celb ve istishâbdan, efkâr-ı hilâfet-penâhî ise, umûm-ı müslimîn ü reâyânın hukûk u menâfiini muhâfaza ve isticlâbdan ibâret olup, husûs üzerine bi-tarîkı’l-evlâ, umûmun fevâid ü menfaatini ihtiyâr, dâreynde hâiz-i şeref ü i’tibârdır.
Muktezâ-yı beşeriyyet, telâtum-ı efkâr ve tevârüd-i şuûn u âsâr ile kalb-i hümâyûna teâküs edecek hümûm u gumûmun zuhûru evânında, Hz. Cibrîl’in melekûtu’l-arz ile münâsebâtını müeyyed bulunan hazerât-ı hamsede mutasarrıf, mâddeten vecîz, ma’nen bütün maâliyyâtı şâmil şu, (سبوح قدوس ربنا ورب الملائكة والروح)[8] elfâz-ı celîleyi günde yedi def'a kırâatla me’zûniyyet i’tâ ve âcizâne ihdâ ettim. Her gün yedi def'a kırâatına devâm ile kalb-i hümâyûnda bir inşirâh-ı tâm husûle geldiği gibi, avârız-ı mezkûrenin dahi ânen-fe-ânen mübeddel-i neşât u sürûr olduğu bi’l-fi’l müşâhede olunur. Hilâfet bir emr-i azîmdir. Makâm-ı muallâ-yı hilâfete kalb ü cân ile merbûtiyyet esâsına ibtinâen uhde-dâr olduğumuz vazâifden biri de selâmet-i mülk ü millet ve teâlî-i şân u şevket ve tezâyüd-i ömr ü âfiyet-i hilâfet-penâhîye gece ve gündüz hayr duâdır.
Hâdimü’l-fukarâ min Âl-i Abâ
   Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn.”

 


SEYYİD AHMED HÜSAMÜ’D-DIN HAZRETLERİ’NİN ÂSÂRI’NDAN
MEKÂSID-I SÂLİKlN

Tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet’ten doğmuş bir disiplindir. Amacı, ferdin sürekli olarak Allah’ı hatırlaması ve kendini O’nun rızasına uygun işleri yapmaya sevk etmesi olan tasavvuf, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarının yaşadığı zühd hayatıyla önce ferdî, sonradan ictimaî bir disiplin hâlini aldı. Bu disiplin başlangıcından yüzyıllar sonra çeşitli yanlış yorumlamalar ve sahte şeyhlerin anlayışlarındaki sakatlıklardan dolayı istikâmetinden sapmışsa da Kur’ân ve Sünnet’in dışına çıkmadan ve İslâm’ın özünü bozmadan bu geleneği devam ettirenler daha çoğunluktadır. Bunlardan biri de “Mekâsıd-ı Sâlikîn” müellifi Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî’dir.

19. asır sonlarında ve 20. asır başlarında yaşamış olan ve tasavvuf geleneğini devam ettiren; manevî kemâli, güzel ahlâkı, yazdığı eserleri, sohbetleri ve onlarca halîfesi ve de kendisine intisâb eden binlerce müridiyle; büyük mutasavvıflardan ve kıymetli şahsiyetlerden biri olan Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî’yi tanıtması, alanına katkı sağlaması ve yeni çalışmalara da kaynaklık etmesi yönüyle önem arz ettiği kanaatindeyiz.

MEKÂSID-I SÂLİKlN eserinden şu sonuçları çıkarılabiliriz.

1.       Tasavvuf, İslâm dâiresi içinde; kökü ve kaynağı, Kur’ân ve Sünnet olan bir disiplindir.

2.       Kur’ân-ı Kerîm’in hem zâhirî hem bâtınî mânâları vardır. Herkes bâtın mânâsını anlamaya ehliyetli değildir. Aynı zamanda herkese bâtın mânâsını bilmek vâcip de değildir. Ancak herkes zâhir mânâsını bilip ona uymakla mükelleftir.

3.       Müellif, şerî’atsız tarîkat olamayacağını kat’î şekilde belirtmiş ve ehl-i sünnet dışında yorum ve açıklama getiren anlayışları yanlış görmüştür.

4.       Rûh ve nefs insanın iki farklı yanını oluşturmaktadır. Her fert, tüm cesedi kaplayan ve devamlı olarak kötülüğü emreden nefsi tasavvuf terbiyesi ve disipliniyle terbiye ve tezkiye etmelidir.

5.       Müellife göre tarîk, önce Cenâb-ı Hakk’a kisb-i ma’rifet; sonra eşyâya ma’rifet tarîkıdır.

6.       İ’tikâd doğru olmadan, amellerin bir fâidesi yoktur. Böyle bir kimse için manevî makâm yoktur.

7.       Abdestsiz kimsenin namazı kabul olmayacağı gibi, bir kimse için sülûk olmadan seyr olmaz. Yani ahlâkî eğitim olmadan Hakk’a ulaşılamaz.

8.       Tarîkatta şeyh, Hakk ve mürid arasında “râbıta”dır. Aynı denizin bir yakasından diğer yakasına geçmek isteyen yolcu için geminin vâsıta olması gibi. Ve râbıta, Ehl-i Beyt’e vâsıl olan silsileden olmakla sahîh olur. Böyle olmayan râbıta için irtibât yoktur.

9.       İnsan âlem-i emr olan kalb, rûh, sırr, hafâ, ahfâ ve âlem-i halk olan ateş, su, toprak, hava, nefstir. Bunlardan evvelkisi nûrânî, ikincisi zulmânîdir.

10.     Müellif tasavvufî olan bu eserinin önemli bir kısmını Kelime-i Tevhîd’e ve Sûre-i İhlâs’a ayırmıştır.

11.     Karâmita, Dürûz ve Melâmiyye tâifelerinden bazıları eşyâ, Allah’ın vücûdunun gölgesidir derler. Müellif bunu ilhâd ve şirk olarak görür. Zira yaratanla yaratılanın vücûdu bir arada olmaz. Nasıl ki güneş doğunca gecenin karanlığından eser kalmıyorsa.

12.     Kur’ân’da her ilim vardır. Herkes nasibi miktarınca alır. İlm-i ma’rifet ve ilm-i hakîkat, ilm-i şerî’at ayrı ayrı ilimler ve zevklerdir. Ancak bunlar bir birlerine muhalif de değillerdir. Nasıl ki ilm-i hendese, ilm-i mantık’a muvâfık değilse de kimse ilm-i hendeseye ilm değildir diyemeyeceği gibi. İlm-i hakîkati tahsil için şartlar vardır. Abdesti olmayan kişinin namazı sahîh ve câiz olmadığı gibi, şerî’ti bilmeyen, tarîkate, tarîkati bilmeyen ma’rifete, ma’rifeti bilmeyen de hakîkate ulaşamaz.

 


MEKÂSID-I SÂLİKlN

Mündericât

Zâtü’l-Baht - Murâkabetü’s-Sübüt Fi’l-Vücüd - Kelime-i Tevhîd Nefy ü İsbât - Makâmât-ı Sâlikîn - İştigâl-i Zikr - Mülâhaza-i Rabıta - Süre-i Celîl-i İhlâs ve Letâif-i »amse - Şenü’l-Câmi - Râbıta İle İştigâl - Râbıta Kimlere Câizdir? - Tenbîh - Aczânın Zikri - Letâif ve Letâifle İştigâl - Menâzil-i Tevhîd’in Nefy ü İsbâtı - Macnâ-yı Tevhîd’i Mülâhaza - Tarîka-i Letâif Üzre Murâkabe-i Ehadiyyet Murâkabe-i Rüh - Murâkabe-i Sırr - Murâkabe-i Hafâ - Murâkabe-i Ahfâ - Kalb - Rüh - Kalbe Olan Murâkabe - Nefs-i Nâtıka - Nüfüs-i Seb’a - İstiğfâr Kaç Kısımdır? - Şeriat - Tarîkat - Marifet - Hakikat - İlm-i Bâtın - İlm-i Zâhir - İlm-i Mükâşefe - Mürşid

Kâffe-i Hukükı Mahfüzdur.

Tâbic ve Nâşiri: Seyyid Alî Rızâ Şehzâdebaşı: Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası 1339-1341


 

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد

وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

 

[3] Bl’SMl’LLÂHİ’R-RAHMÂNİ’R-RAHlM ZÂTÜ’L-BAHT:

“Zâtü’l-Baht” demek (Kâne’llâhü ve lem yekün macahü şeyün)

mantükunca ¡amâ’da yacnî henüz Esmâ ve Sıfât ile izâfet ve ittişâf etmeyip de mertebe-i tenzîhde bir zâtdır ki o Zât-ı Akdes (Küntü kenzen mahfiyyen. Fe-ahbebtü

en ucrafe fe-halaktü’l-halka li-ucrafe)[9] medlülünce kendisinin bilinmesini murâd ve

* 2

O’na mahabbet edip (İzâ erâde’llâhü şeyen en yeküle lehü kün fe-yekün)

*

muktezâsınca mertebe-i Ulühiyyet’e nüzül etdi. Kendi Hazretü’l-cîlmiyyesinde sâbit olan acyâna “Kün” emri nisbetiyle bir tecellî etdi, acyân-ı sâbite yacnî ervâh (Ene ve Ente) imtiyâz etdi. Tâ ol tecellî-i “Kün” feyz-i akdesden acyânı tekvîn mertebesine inzâl etdi. Tekvîniyyet ile bir tecellî etdi. Ol tecellî, feyz-i mukaddesden bizi ve cemîc-i cavâlimi “Fe-yekün” meydânında izhâr etdi; kâffe-i mezâhir-i Esmâsı zuhüra geldi. Hattâ Kuddüsiyyet ile tecellî etdi, ervâh-ı mukaddese zuhür etdi. (Selâmiyyet) ile tecellî [4] etdi: Rusül-i °izâm “caleyhimüsselâm” zuhüra geldi. “Müheyminiyyet” ile tecellî etdi: Ehlullâh ve enbiyâ’ zuhüra geldi. “cAzîziyyet” ve “Mütekebbiriyyet” ve “Cebbâriyyet” ile tecellî etdi: Nefs ve şeytân gibi süfliyyât zuhüra geldi. îşte Vech-i Ehadiyyet bu merâyâda mütefâvit şüretde göründü.

Ke-ennehü, bu câlem; bir âyîne-i münkesireden cibâret olup bacz-ı cüzünde Zât-ı Vâhid carîz olarak muntabic oldu. Ve cüz’-i digerinde tavîl olarak cilve-ger oldu. Hâlbuki Zât, Zâhir ve Ehad’dir. Bu icvicâc ve tezâd, ancak mir’ât ve mezâhirin ihtilâfından ileri gelmişdir. Yoksa hakîkatde ihtilâf yokdur ve bu âyîne-i münkesire-i câlem, esmâ’-i mütekâbilenin zılâli olduğundan şems-i zât işrâk etdiginde baczısında mükedder görünüp baczısında berrâk ve mücellâ olarak zuhür etdi. Meselâ, şems-i zât baczısını kâfir irâe etdi. Ol kâfir, “Kahhâriyyet”inin zıllı olduğundandır. Baczısını mümin gösterdi, bu da “Hâdiyyet”inin zıllı olduğuçündür. Hâşılı, bu merâyâ-ı “Fe- yekün” tefâruk ve tekâbül-i Esmâ ve Sıfâtı irâe etdi. Zîrâ, isticdâd-ı mükevvenât, mütefâvitdir.

[5]                                                                 MURÂKABETÜ’Ş-ŞÜBÜT FÎ’L-VÜCÜD

“Murâkabetü’ş-Sübüt fi’l-Vücüd” demek, şeyiyyetü’s-sübüt câleminden cayn-i şâbit ya‘cnî rühumuzun işbu “Fe-yekün” meydânına yacnî şey’iyyetü’l-vücüda keyfiyet-i nüzül ve zuhüruna cilm-i yakîn ve şühüd-i vicdânî istihşâl etmek üzre meselâ tecellP-i efcâle catf-ı mülâhaza ve murâkabe etmekdir. Ve murâkabe, ke- ennehü şey’iyyetü’s-sübüt câlemi tavrında bulunup Zâtü’l-Baht’dan vârid olan feyz-i Îlâhî’nin mertebe-i zâtü’l-mukaddese ve ondan tecellP-i efcâle ve ondan şeyiyyetü’l- vücüdumuza feyezân ve nüzülünü mülâhaza eder.

Sübüt, şeyiyyetü’ş-şübüt câlemine ıtlâk olunup vücüd, bu câlem-i eşbâhdaki şey’iyyetimize ıtlâk olunur.

Zîrâ, bu câlem-i eşbâha zuhürdan evvel şeyiyyetü’ş-şübüt câleminde bizim bir cayn-i şâbitimiz var idi ki (Ve eşhedehüm calâ enfüsihim)[10] medlülünce Cenâb-ı Hak, rüh ve cayn-i şâbitemize nefsimizi ve her harekâtımızı kable’z-zuhür işhâd ve ıtlâc etmişdir.

Şurası hafî kalmasın ki bizim tarîkımız Hakk’dan halk’a zuhür tarîkı olduğundan şey’iyyetü’ş-şübüt câleminden işbu şeyiyyetü’l-vücüda doğru murâkabe edilir. Nitekim, Sıddîk-i Ekber “radıyallâhü canh” Efendimiz (Mâ raeytü şeyen illâ ve kad ra’eytü’llâhe kablehü) buyurmuşlardır. Bu tarik, evvelâ Cenâb-ı Hakk’a kisb-i macrifet; sâniyyen, eşyâya macrifet tarîkidir.

[6]                               Baczı meşâyihin tarîkı, halk’dan Hakk’a ‘urüc tankıdır. Bu fırka (Ra’eytü’llâhe bacdehü) dediler. cUlemâ’-i müstedillîn ve nazariyyün da bu tarîkdendir. Zîrâ, bunlar âsârdan mü’essire vuşüldedirler. Bu fırka (Hüve’z-Zâhir) dediler ki eşyâdan ve âsârdan mü’essiri istişhâd etdiler. Bizim tarîkimiz şahv u bekâ tarîkı dır ki tedrîcen halka nüzül edilir, risâletin gölgesidir. Fırka-i mezkürenin tarîkı ise, halkdan sübüta terakkî tarîkı olduğundan fenâ ve mahvdır ve hübüt tarîkıdır. Bizim tarîkımız, meczüb-i sâlik meslekidir.

Fırka-i mezkürenin tarîkı sâlik-i meczüb tarîkıdır. Onun içün bizim tarîkımızın bidâyeti turuk-ı sâirenin nihâyetidir. Kalb ve rüh ve emsâlî içün tıbkı seng gibi şahş ve vücüdları vardır ki bunlara vücüd-i müktesebe-i macneviyye ıtlâk olunur.

Bu vücüdiyyât ve eşhâş rüh ve kalb içün elbise gibidir. Ammâ zât-ı rüh meselâ evell-i emr-i Rabb’dir ki ona cilm tacalluk edemez. Bu vücüd ıtlâk edilen şey, melbüsdur; lâbis degildir ve bu vücüdiyyât-i mesrüdeyi teşkîl eden ğıdâ ve canâşır-ı macneviyye, âti’l-beyândır. Şöyle ki, şahş-ı kalbi teşkîl eden canâşır-ı macneviyye, erkân-ı şalâtdir. Zîrâ, şalâtdeki kıyâm, cunşür-ı nâr mesâbesindedir ki, cazameti müşcirdir.

Rüküc, havâ gibidir ki tabaka-i havâiyye râkic gibi arzın üzerindedir. Secde ise şu gibidir ki arz ile berâber olup ğâyet-i nüzüldedir. Ktfüd dahî türâb hükmündedir. Şahş-ı rühu [7] teşkîl eden canâşır-ı erbaca, rühun tecellî’-i efcâl nis betiyle kalbden iktibâs etdigi canâşır-ı macneviy yedir. Yacnî türâb mukâbilinde olan şalât ile ki, yemek gibidir.

Ve havâ mukâbilinde olan hacc ile ve nâr mukâbilinde olan zekât ile.. Zîrâ, fî sebîlillâh verilen bir mâlda bir ihtirâk-ı macnevî vardır ve şu mukâbilinde bulunan şavm ile.. Zîrâ, şavmda bir nevc-i hayât vardır. îşte bu canâşıra-i macneviyye-i mesrüde ile rüh kendisine bir vücüd-i müktesebe-i macneviyye yacnî vücüd-i îmânî teşkîl eder.

Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Îbrâhîm-i rüha (Fe-huz erbecaten mine’t-tayri fe- şur-hünne ileyke şümme’ccal calâ külli cebelin min-hünne cüzen. Sümme’dcuhünne yeGneke sacyen)[11] buyurdular. Yacnî cibâl-i erbaca vazc olunarak mecmücı rühun taşarrufuna mutîc ve münkâd olup da rüha mürâcacat etdikleri ve rüh ve vücüd-i cunşurîyi teşkîl etdigi gibi kalbden iktibâs etdigi canâşır-ı erbaca-i macneviyye-i sâlife ile de vücüd-i müktesebe-i macneviyyeyi tesîs eder. Ve bu beyândan, rüha Îbrâhîmî ıtlâkının nüktesi de müstebân olur.

Bu nüktenin menşe’i bu gibi zalemenin şalât ve zekât gibi ümür-i mefrüza ile iştigâlleri olmadığından kalbleri şeytânın mesrükudur. Beyân-ı sâbıkımızdan müstebân olduğu vechle vücüd, rüh ve kalbi teşkîl eden canâşır-ı macneviyye, erkân-ı şalât ve zekât gibi ümür-i manşüşa-i Şeriyyedir. Vücüdiyyât-i Letâif’in beyânında bu kadarla iktifâ olundu.

[8] KELİME-Î TEVHÎD “LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASÜLULLÂH”

Rasülullâh Efendimizin ism-i şerîfleri “Muhammed” “caleyhisselâm”dır.

Kırk yaşından şonra risâletle mebcüş oldu. Risâletinde ancak halkı Kelime-i Tevhîd’e dacvet ve kendine nâzil olan Kur’ân-ı cazîmüşşândaki Ahkâm-ı Îlâhiyye’yi teblîğ ile hükm-i şerîfi icrâ ve bu yolda her dürlü meşâ’ib ü âlâma gögüs gererek vazîfe-i nübüvvet-penâhîlerini îfâdan cibâret idi. Her müşkilâtı iktihâm eder ve hîç bir şeye karşı geri durmazdı.

(Ve mâ Muhammedün illâ rasül)[12] Muhammed burada bi-hasebi’l-beşeriyye menfîdir. Rasülullâh, O’nun nübüvvetiyle ve risâletiyle zât-ı melekütlarının vücüd-i beşeriyyetini müstesnâ mertebede gösteren müsbetidir. Hakîkatde şüreti, tamâm bizim beşeriyyetimizin en zirvesinde ve herkesin müşâhedesinin fevkinde kemâlât izhâr etmişdir. Kendisine bakan, melek midir, beşer midir diye, Hazret-i Yüsuf’a “caleyhisselâm” bakanlar gibi, mütehayyir kalırdı. Rasülullâh Efendimiz, bir “melek- i kerîm” idiler. Halkın ve beşeriyyetin tahammül edemeyecegi kudret ve kemâlât göstermişlerdir. Zâhirî olan ahvâl-i sacâdet-iştimâl-i risâlet-penâhîleri kütüb-i siyerde ber-tafşîl beyân edilmiş olduğundan, biz burada o cihetleri [9] tekrâr etmek niyyetinde degiliz. Risâlet-penâh Efendimiz Hazretleri, İslâm’ın esâsını ve îmânın hakîkatini müştemil ve Câmi bir zikr ile halkı dîne dacvet buyururlar idi. Medcuvvün ileyhi de Kelime-i Tevhîd’den (Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Rasülullâh) idi.

Vüscat derecesinde Kelime-i Münciyye’nin macânî-i mactüre ile ihtivâ etdigi macnâyı ihvân-ı mübîne carz u beyân etmek istiyoruz.

(Kâle Rasülullâhi “şallallâhü caleyhi ve sellem”: “Ümirtü bi’l-cilmi sümme bi’l-kavli sümme bi’l-cameli.)[13] Burada “cilm”den murâd, kalb-i mü’minde ve rtikâd-ı muvahhidînde mevcüd olan şıdk u hulüşiyyet; “kavl”den murâd, lisâna mütecallik olan mü’min ve müslimin ahvâlidir ki o da ikrârdır. “Amel” den murâd, Allâhü aclem, her mümin ve müslimin şavm ü şalât, hacc u zekât gibi mâ-vecebe caleyh olan huşüşâtı icrâdır. cîlm ve cibâdet, hulüş ve huşüşiyyete mukârin olmalıdır. Bir kimse mücerred, lisânıyla (Lâ İlâhe İlallâh) derse, bir fâ’idesi olmaz. Nasıl ki (Ekmek, Ekmek) demekle insânın karnı doymaz. Mücerred kavl, ictikâdsız ve camelsiz bir netîce vermez. Bununla, insân bir yere gidemez. Zîrâ, nefy ü isbâtı bi-hakkın icrâ etmemişdir.

İkrâr-ı müslim nedir? (Men selime’l-halka min yedihî ve lisânihî)[14] “Elinden ve lisânından mahlükât-ı İlâhiyyenin selâmetde olması”dır. “Halk” kaydı burada mahlükâtın mecmü‘una şümülü olsun içündür. Însân, eliyle mahlüku; diliyle insânları taczîb ve rencîde eder. Îkrârun bi’l-lisân [10] budur ki, kendisinde camel ve ictikâd ile bir temkîn takarrür etmiş olsun. Îkrârın lisâna nisbet olunması sâ’ir cevâriha nisbetle müsteşnâ bir mevkMe bulunması ve tekmîl cevârihin hâkimi olması ictibârıyladır. Yed dahî mukırr-ı îmândır. Bir müzminin lisânından sâlim olduğu gibi yedinden de Allâh’ın mahlükı sâlim olmalıdır. Însânın emr-i maişetinde temîn etmege memür olduğu müvâzene de bu kabîldendir. Bir mü’minin îmânındaki kemâli şıfât-ı zemîmeden tecerrüd ve ahlâk-ı hamide ile tahalluk ve ittişâf etmesiyle huşüle gelür. Mücerred şüret-i Îslâm olmazsa îmânı da taşıyamaz.

Ammâ (Ümirtü bi’l-cilmi) “Ben cilmle emr olundum.” demek, kalbde huşül bulan ve kalbe mütecallik olan cilmleri taleb ve istihşâl etmek, demekdir. Bir kimse lisânına mütecallik olan cilmi ögrenir ve cevârihlarına mütecallik olan harekâtı verirse, şu cilm ve harekât sebebiyle müslümânlar içünde kendi maişetini temîn etmiş olur. Bir âdam, kalbini bilmezse ve kalbe mütecallik olan cilmi vermezse, bu şecere-i Tevhîd cacabâ nerede neşv ü nemâ bulacak? (Lâ Îlâhe Îllallâh) didigimiz vakt, bunun kökü kalbdedir.

Bir âdam in âhirete mütecallik cilmi olmazsa - bu cilm ki Mkâddan cibâretdir - cameli naşıl icrâ edebilir? Zîrâ, camelde bulunmağı insâna icbâr eden ictikâddır. Kezâlik, her bir kalb şâhibi olan kimseye cilm-i âhireti ögrenmek içün ülü’l-elbâba mürâcacat etmek vâcibdir. Bu vücübu (Ve mâ yezzekkeru illâ ülü’l-elbâb)[15] Âyet-i Kerîmesi âşikâr bir şüretde [11] göstermekdedir. Buradaki vücüb, vücüb-ı istihsânî demekdir, yoksa vücüb-ı Şer°î degildir.

Bir âdam İslâmiyyeti ne kadar güzel yapar ve kuvvetlendirirse, o nisbetde hem kalbini ve hem de kâlıbını güzel yapar ve kuvvetlendirir. Kalbini envâr-ı Tevhîd ile tenvîr eder. Bununla, kalbinde bir °ilm-i yakîn huşüle gelir. Kalbindeki fâ’ide dahî namâz ve zikr gibi envâr-ı îmânın, cevârihinde müşâhedesiyle hakîkaten bir şâhid-i câdil olmakdır. Bu şehâdet ise, Allâh’ın vahdâniyyeti ile Rasül’ün mürsel olduğuna şâhid olmakla vücüda gelir.

(Sümme bi’l-camel) kavl-i şerîfi bize neyi gösteriyor? İttihâd-ı İslâmiyye ile uhuvvet ve müsâvât-i İslâmiyyeyi gösteriyor. (Hayye cale’ş-şalâh) ve (Hayye cale’l- felâh) ile Tevhîd’e dacvet olunan müslümânların bu İslâmiyyete, bu müsâvâta, bu uhuvvete câ’id mecmacı ve mecvâsı cevâmic-i şerîfe ve mesâcid-i mübârekedir. Bu Câmilere ve mescidlere girmek içün lâzım olan âdâb ve uşül-i İslâmiyye medrese ve mekteblerde ögrenilir.

Medrese ve mektebde kendi üzerine vâcib olan şeyleri tacallüm etmeyenlerin halkı taklîd ile kıldıkları namâz bile fâ’ideden hâlî degildir. İnsân niyyet-i hâlişa ile cazîmet etmeli, Allâh’ı ve Peyğamber’i görür gibi camel etmelidir.

(El-ihsânü en tacbüde rabbeke ke-enneke terâhü ve in lem tekün terâhü [12] fe-innehü yerâke)[16] Allâh’a ibâdet etmenin şartı, O’nu görür gibi bir niyyet-i hâlişa ve bir kalb-i şâfîye mâlikiyyetle cubüdiyyet etmekdir. Peyğambere ümmet olmak dahî Zât-ı Akdes-i Risâlet-penâhî’ye cemîc-i beşerden ve cemîc-i nâsdan, evlâd ü cayâlden, hattâ kendi nefsinden dahî cazîz ve muhterem tutmakla olur. Bu yolda hareket etmesi lâzımgelen bir müslümân, hıseb-i îcâb nefsi ğalebe etmekle büsbütün İslâmiyyet kendisinden mürtefic oldu; bu fenâ âdamdır, diye sü’-i zann etmek câ’iz degildir. Müslümân kardeşleri onu kâbiliyyet ve ahlâkı nisbetinde hayra sevk etmeli. Gılzat ile iş görülmez. Leyyinet ve re’fet ile görülür. Câmie girdigimiz vakt mü’ezzin (Sevvü şufüfeküm!) diyerek nidâ eder ve bize bu şüretle müsâvâtımızı gösterir. Ondan şonra imâma iktidâ ederiz. İmâm Efendi (Allâhü Ekber) demekle namâza şurüc eder ve ittihâd-ı Îslâmiyyenin böylece yek-dil ve yek-zebân olduğunu gösterir. Salâti bacde’l-edâ selâm verir ki bu selâm uhuvvetimizi irâ’e eden bir selâmdır. Böyle yek-dil ve yek-vücüd olan insânlar cemciyyet-i Îslâmiyyenin bir hey’et-i külliyyesidir. Bunun birâzını mekrüh ve birâzını makbül tutarsa bu, nifâk ve şikâkı ve bacdehü su’-i ahlâkı netîce vermeden ğayrî bir şey huşüle getirmez.

(Künü ihvânen ke-mâ emera-kümullâh)[17] “Allâhü Tecâlânın size emr etdigi

gibi ihvân olunuz. Uhuvvet meslekini terk itmeyiniz.” (Înneme’l-mü’minüne

2

ıhvetün) cümüm müslümânlar namâzda, zekâtda, orucda, ekl ve şürbde, gerek câlim ve gerek fâsık imâma, iktidâda müsâvât üzredir.

[13] NEFY Ü ÎSBÂT

(LÂ ÎLÂHE ÎLLALLÂH)

Burada dört dâne (Lâ), dört dâne (Elif) ve iki dâne (Hâ) vardır. Zîrâ, Lafza-i Celâl, bu harflerden teşekkül etmişdir. Gerek nefy cihetinden olsun ve gerek işbât cihetinden olsun her ikisi de (Allâh) demekdir.

Nefy ile işbât şahş ictibârıyladır ve müşahhaşın hakîkatine nazar ederler. (Lâ Îlâhe) ğaflet ve hicâb ile, (Îllallâh) huzür ve yakaza ictibârıyla (Allâh) demekdir.

Evvelki (Lâ), Lâ-i nâfiyedir. Buradaki nefy ancak mevcüd tevehhümât ve şucabât-ı havâdisi nefydir. Bu ise, havâdır. Bu havâyı (Lâ) ihtimâl etmiş ve bununla tecânuk eylemişdir. Mahmülâtıyla (Lâ) bâtıldır. Bu (Lâ)nın adına ehl-i ftivâr - ehl-i tecrîd demekdir. - (Lârnu’l-bâtıli’l-mutlaka) derler. (Lâ) ile (Îlâhe) arasında olan hemze’-i evvelî râyet-i hicâbı sencîde ederek “Îlâhe” kelimesinin ikinci Lâm’ına cubür etmekle mümânecat etmek istiyorsa da sâlikin sacy ve [14] ğayreti bu perdeyi yırtarak atmışdır. Onun içün ehl-i zikr evdiye’-i zann ve caraşât-ı vehmde zulümât ve hicâb içünde neyi nefy ve neyi isbât edecegine mütereddid ve mütehayyir kalmışdır. İkinci Lâm’a vuşül buldu. Ona nazar etdi, gördü ki o da câdât-i kavm ü kânün intizâm-ı câlem tecânuk etmiş ve bu “Lâ”ya şuünen havâdisle “Şibh-i Hakk” derler. Bu (Lâ) Şibh-i Hakk, velâkin kendisi bâtıldır. Zîrâ, zulümât içünde muvahhid, teşmîr-i sâk edip câdet-i kavme taklîd ile kendisi Şibh-i Hakk ise de dâ’ire-i bâtıliyyetden cubür edememişdir. “Lâ”nın burada hakkâniyyeti tebeyyün etmemişdir. Süret ve resmde kalmışdır. Tâlib-i Hakk bu minhâc-i müstakîmden seyr ü sülük eder iken görmüş olduğu hüviyyet-i mutlaka Hakk’a ve hakîkate vuşüle mucâvenet edemeyecek şüret ve câdet hükmünde kaldığından bu menzilden bunun önünde olan menzil-i sânîye cubürunu ihtiyâr etdi. Onu hucub-i zulümât dahî istikbâl eyledi ki bu da “İüâ”nm hemzesidir. Bu “İllâ”ya geldi. Bu hicâbları kap eyledikden şonra bu dâ’iredeki “Lâ”ya catf-ı nazar eyledi. Oradan vehle-i ülâda onu bâtıl zann etdi. Zîrâ, tamâmıyla beşeriyyete ve beşeriyyetin ise şüret ve hayvâniyyete müşâbehet-i tâmmesi olduğundan bunu Hak diyemez. Velâkin fikrini tacvîk etdi. Kendisinde olan hüviyyet-i mutlakanın bırakmış olduğu te’sîrât-ı belîğa yavaş yavaş zuhür etmege ve nümâyân [15] olmağa başladı. Hadd-i zâtında “İllâ” kelimesi “Lâ”ya benzese de bunun bu benzemesi şibh-i bâtıl ismini verdiler. Hâlbuki bu “Lâ” böyle görünse de hak ve hakîkatdir. Burada seyr ü sülük mebdei seyr-i ila’llâhdır.

Bu makâmda sâbit ve sâkit olmadı. Makâm-ı sânîye cubüriyyeti ârzü etdi. Burada kendi zâtından ve şıfâtından şey’en fe-şey’â tecerrüd ederek kendi vücüdu hayâl gibi ve Hakk’ın vücüdu zâhir gibi göründü.

“İllallâh” Lafza-i Celâl’in iki Lâm’ı vardır. Birisi Lâmu’l-Havâyic ki Süretü’l-Cemâl demekdir. Birisi de Lâmu’l-Hakâyık’dır. Buna da Lâmu’l-Vişâl ıtlâk olunur.

Sâlik-i Hakk, kendisini Hakk’da müstehlik etdi. cÂlem-i Mülk’den tâ cÂlem- i Ceberüt’a kadar vücüdunu müşâhede etdi. (Ve eşhedehüm calâ enfüsıhim)[18] sırrına mazhariyyet ile kendisinin fânî olduğu gibi Allâh’a vuşülüne dâ’ir bir dest-res olamadı. Bunda cazîm bir te’şîrât varsa kendisinin fânî ve muzmahil olmaklığıdır. Buradan seyr ü sülükun ikinci “Lâ”ya geçerken Lafza-i Celâl’i çeken “Elif”, Şuünât-ı Zât’dır.

(Înnenî Ene’llâhü Lâ Îlâhe Îllâ Ene Fa'budnî)[19] hitâbıyla kendini muhâtab gördü. Yine bir cazîmet etdi. O cazîmetinde dahî kendini [16] Hakk’a mir’ât buldu. Bu mir’âtdan nümâyân olan hakîkat lisâna sığmaz. Burada sâlik kâl ile anlaşılmayacak hâl mertebesine curüc etmişdir. (Ve enne ilâ Rabbike’l-müntehâ)[20] Makâmı’ndan (Îrcicî ilâ Rabbiki)[21] hıtâbıyla (Râzıyeten)[22] ve (Merzıyyeten)[23] şıfatlarıyla sâlik muttaşaf oldu. Baczısı Hakk’dan halk’a rucüc ile irşâd ve teblîğe mahküm ve baczısı beşeriyyete bir daha gelmek içün yol bulamayıp Hakk’da fânî ve muzmahil oldu.

[17] KEYFÎYYET-Î ÎŞTİĞÂL-Î ZÎKR

Maclüm olsun ki zâkir zikr ile iştigâli murâd etdigi vaktde güzelce âbdest alır. Huzürı tamâm olmak içün halveti ihtiyâr eder. Kapılardan ve pencerelerden zihnini işğâl eden şeyleri tebcîd eder. Sonra iki rikcat şalât-ı vuzü kılar. Bacdehü kıbleyi istikbâl eder olduğu hâlde oturur ve namâzdakinin caksine olarak diz çöker. 25 kerre “Estağfîrullâh” der. Besmele ile bir kerre Fâtiha-i Şerîfe okur. Hangi şalât olursa olsun 15 defca Nebiyy-i muhterem “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimize şalevât getirir. 3 kerre Îhlâş-ı Şerîf kırâ’at eder. Bacdehü kalbiyle iştigâl eder. Şöyle ki, zâkir, kalbini şol memesinin altında yan tarafına mâ’il olarak mülâhaza eder ve kalbinin ortasında bir nür mülâhaza eder ki ona îmân nüru denilir. Bu nüru kalbinin ortasına nür-ı beyzâdan yazılmış Lafzatullâh hey’eti üzerine mülâhaza etmek mutlakâ lâzımdır. Huzür-ı kalbine mutma’in oldukdan sonra şeyhini hayâline kendisiyle peygamberi arasında vâsıta olarak mülâhaza eder. Ke-enne, şeyhinin kalbine Nebiyyünâ ve Seyyidünâ Muhammed “şallallâhü caleyhi ve sellem” Hazretlerinin kalbinden bir nür caks eder. Müştağil olan zâkir, şeyhinin kalbine macküs olan [18] nürun kendi kalbine caks etdigini mülâhaza eyler. İşte bu mülâhazaya müştağil kalbini şeyhinin kalbi vâsıtasıyla Rasülullâhın kalbine rabt etdigi içün Mülâhaza-i Râbıta denilir. Bu mezkürât, Rabbü’l-‘âlemîn olan Melik-i Mütecâl Hazretleri’nin rızâ-yı şerîfine vâşıl olmak içün ehaşşu’l-havâşşm hâlidir.

Bu mülâhazâtdan sonra ber-vech-i maclüm şalevât-ı şerîfe ve ihlâş-ı şerîf ve fâtiha-i şerîfe kırâ’et edilip tarikatımızın sâdâtı ervâhına hediyye idilir.

Bu ihdâ, nisbet-i silsileyi tahrîk ederek rühâniyyetlerinden bi’l-mukâbele mezîd-i feyzân-ı nisbet ve fuyüzâtı bâdî olmuş olur.

[19]                                                                MURÂKABETÜ’Ş-ŞÜBÜT Fİ’L-VÜCÜD

Murâkabetü’s-Sübüt Fi’l-Vücüd, Murakabe-i Ehadiyyet’dir. Yalnız, Murakabe-i Ehadiyyet’in envâcını beyân eder eşmel bir tacbîrdir. Murâkabe-i Ehadiyyet, Süre-i Celîle-i İhlâş’ın nürundan muktebes ve müstefâzdır. Nitekim Murâkabe-i Mahabbet (Yuhibbühüm ve yuhibbünehü)[24] ve (Kul in küntüm tühibbüne’llâhe fe’ttebicünî)[25] Murâkabe-i Maciyyet; (Kul Hüve’llâhü Ehad)[26] Kalb;

1                                                        2                                 3

(Allahü^-şamed) Rüh; (Lem yelid) Sırr; (Ve lem yüled) Hafä; (Ve lem yekün lehü küfüven ehad)4 Ahfa’dır.

(Kul Hüve’llähü Ehad) Kaf, Zatü’l-Baht’da olan Südne-i Seb’a ve Rahman gibi Esmä ve Şıfat-ı Îlahiyye’dir ki mezähir ve menäzil mütälebe edip (Läm) istMädäta yacnî münzel ve kitäb, insäna geldiler. Hüviyyet-i mutlaka zuhür etdi ki buña cAmäde ber-Ehadiyyet denir; bu hüviyyet mertebe-i Ulühiyyet’e nüzül etdi. Tä ki me’lühuñ mir’atında kendisini müşahede etdi.

İstedi ki Sırr-ı Vahdet’i bilinsin, Hazretü’Kİlmiyyesi’nde (Kün) emrinden ol säbite olan acyäna (Kün) emri ile bir tecellî etdi ki cÄlem-i Erväh “Ene” ve “Ente” ve “Hüve” gibi şahşiyyat mümtäz olarak zuhüra geldi. Käfir ve Mümin mecmücunda bi- lä imtiyäz Vahdet’i nümäyän oldu. Acyänm keyfiyyet-i zuhürı Zätü’l-Baht tacbîrini beyän meyämnda iräe edilmişdir.

[20]                              (Allähü’ş-Samed) Bu izhar ve zuhür, Cenab-ı Hakk’iñ ihtiyacından ileri gelmedi. Zîra, Cenab-ı Hakk, bundan müstağnîdir. Bu Samedäniyyet bir ümmet­i müşahhaşa-i külliyye ve rasüli iktizä etdi ki Ümmet-i İcabet ve Ümmet-i Dacvet zuhür ederek bi-lä imtiyäz Käfir ve Müzminde Ehadiyyetî cilve-ger oldu. Yalñız bu iktizä, Tekvîniyyet tecellîsi ile feyz-i mukaddesden (Fe-yekün) meydanında Acyan’ı irä’eden soñra tekaza-yı Samedäniyyet’dir ki bir karınca, İrade ve Kudretinde diger bir hayväna muhtäc degildir. Her bir ferd-i zî-rüh, kendisinde müstakill olup digerine ihtiyacı yokdur. Her bir ferdiñ miratında “calä haddetin” Sırr-ı Ehadiyyet görünür.

Cenab-ı Hakk, Samedäniyyetini ve Samedäniyyeti, mir’ätmda iräe etmekdedir.

(Lem yelid) Eşyayı Cenab-ı Hakk tevlîd tarîkıyla veyä inficälät ve ıztırabat-ı batıniyyeden mecbüren istigräg etmedi. cAcz ü ihtiyäc kendisinde taşavvur olunmaz.

Zira, Samed’dir. Belki Sırr-ı Ehadiyyetini iclam içün Şeyiyyetü’ş-Sübut’den Tekvin­i Vücuda getirdi. İşte (Lem yelid) sırrında dahi Ehadiyyeti hüveyda kıldı.

(Ve lem yuled) Bu eşyayı terekküb ve ictimac etdikden sonra Cenâb-ı Hakk eşyadan beynUnet ve müfarakat de etmedi. “Tecale’llahü ¡an zalike ¡ulüvven kebiran” Bu nekayış, Cenab-ı Hakk’dan meslUbdur Zira, bunların kaffesi emare-i ihtiyaç ve hudUşdur. Bu şUretde (Ve lem yûled) sırrında dahi Ehadiyyetinin nümayan olması Samedaniyyet vasıtasıyladır.

[21]                              (Ve lem yekün lehü küfüven ehad) İşbu Ehadiyyet, Ehadiyyet-i sabıkanın ¡aynidir. Zira, Ehadiyyet, tacaddüd etmez. Yalnız burada Ehadiyyet küfüvviyyetden münselibdir. Ehadiyyet, zat-ı bi-la kayd ¡umUm ve huşUş ve zat-ı bi- la şıfat ve bi-la esmadan ¡ibaretdir. Ehadiyyet’de kayd olmaz.

Amma Vahidiyyet, Hazretü’l-Esma olduğundan, Esma-i mütecaddideye nisbeti vardır.

Ve buna lisan-ı haşşda “±at ma‘ş-~ıfat ve’l-Esma” ıtlak olunur. Bu halde Vahidiyyet, Esma-i mütekabile-i mütecaddidenin miratında zahir olur.

(Kul Hüve’llahü Ehad) Sırr-ı Tecelli-i Efcal olduğundan, kalbe menşe olup kalb dahi onun mevredidir. Zira, beyanımız vechle (Kul), mezahir ve menazili müstecill ve metalib-i esma ve isticdadatdan cibaretdir ki menzil ve miratı kalbdir.

(Allahü’ş-şamed) Sırr-ı Sıfat-ı SübUtiyye’dir ki rUha menşe olup rUh onun mevredidir. Zira, rUhda tekaza ve nisbet-i Samedaniyyet aşkardır ki rUh bedenden müstağnidir.

RUh, emr-i Rabbdir ki memUr olamaz. Yalnız (Li-yem^e’llähü’l-hablse mine’t-tayyibi)[27] mışdakınca beden de mümeyyizdir. Kalbi nefs-i habiş ile taşarrufundan temyiz içün belki nefsi dahi habaiş-i behimiyye-i tabiciyyeden tathir edip de ¡ayn-ı ruh, râzıyye ve merzıyye etmek içün Şeyiyyetü’s-Sübüt’den Şeyiyyetü’l-Vücüd’a nüzul etmişdir.

(Lem yelid) Şuünatü’z-Zat’dır ki Sırr’a menşe olup Sırr, onuñ [22] mevredidir. Zîrâ, Sırr, zâtınm şuünâtı olarak zuhür etdi. Yoksa tevlîd-i nakîşasından ötürü ifrâğ olunmadı.

(Ve lem yüled) Sıfât-ı Selbiyye’dir ki Hafâ’ya menşe olup Hafâ, onuñ mevredidir.

(Ve lem yekün lehü küfüven ehad) Şanü’l-Câmi ve Hazretü’l-¡Ílmiyye’dir ki Ahfâ’ya menşe olup Ahfâ, onuñ mevredidir. Ve bu makâm, Muhammed “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem”e hâşş olup diğerlerinden meslübdür.

RÂBITA VE RÂBITA İLE İŞTİĞÂL

Hazret-i Fâtıma “radıyallâhü ¡anhâ” buyurmuşlar ki: “Pederim Hazret-i Muhammed’iñ “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” vech-i mübâreklerine dikkatle nazar etdigimde bir nür gördüm ki iki kaşınm arasında lemecân ediyor ve o nürdan insânlarm kalblerine intişâr ediyor idi. Hazret-i Fahr-i ¡Âlem “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Efendimizden vâk^ olan suâlime cevâben (O nür baña olan îmânın nürudur ki nâsa vâşıl olur. Bunda şübhe yokdur.)[28] buyurdular.”

îmdi, irtibâtm fâidesi, kulüb-i nâsa vâşıl olan mezkür nüra vâsıtadır. Öyle ise, her tâlib-i Hak içün kendisi ile talebi beyninde râbıtanm lüzümu âşikârdır. Nitekim, Cenâb-ı Hakk Kurân-ı Kerîm’de (Ve’btegü ileyhi’l-vesîle)[29] buyurmuşdur. Cenâb-ı Hakk ile ¡abdi beynindeki vesîle, ancak beşer olur. Şu hâlde, vesfleniñ a^âsı [23] risâletdir. Zırâ, rasül, Allâh ile kulları arasında vesiledir. Kezâlik, zâkir ile Rasülullâh beyninde bir vesîleye lüzüm vardır ki ümmet ile Cenâb-ı Hakk’m Rasülü arasında vâsıta olsun. İşte o vâsıta, cilmiyle câmil, muhakkık, mudakkık ve mütesennin olan zâtdır.

Bu vâsıta, vesîle mülâbesesiyledir. Lâkin mütelevvin olanlar onu o kadar telvîn etdiler ki câlimler ondan müştekî oldular. İşte bu televvün, eser-i taklîdden hâşıl olmuşdur. Zîrâ, şu Tarîkat-i cAliyye’de taklîd, küfrdür.

Nitekim, evliyâ’ullâhdan Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” Hazretleri “Vaktsiz teşeyyuh eden kimse kâfirdir.” buyurmuşdur. Buradaki küfr, hırmân macnâsınadır. Teşeyyuh, ancak taklîd ile olur. Taklîd ise, makâtıc-i tackîd ve makânic-i raybdir. Denildi ki her şeyhe ve her câlime râbıta etmek, câiz degildir. Ancak, rabtı Nebî caleyhisselâma münâsib olan zâta râbıta etmelidir. Onun içün Hazret-i Hâlid[-i Osmânî-i Bağdâdî] “kuddise sirruh” Hazretleri, hulefâsını nefslerine râbıta etmekden menc eder idi.

Hüsâmüddîn ve Ebu’l-cAvn Hazretleri buyururlar ki: “Râbıta, beyt-i Muştafâ ve Murtezâ’ya vâşıl olan silsileden olmakla şahîh olur. Böyle olmayan râbıta içün irtibât yokdur.”

Ammâ irşâd-i cibâd içün rucüc eden şeyh-ı mercüc, ehl-i râbıtadan degildir. Muvâşala, mümâsele mümkin olmadığı gibi, Nebiyy-i Ekrem’e “şallallâhü caleyhi ve sellem” murâbeta olmaksızın muvâşala da hâşıl olmaz. Bu şüretle bu gibi meşâyihin senedleri şahîh ise, râbıtadan civaz [24] olarak onlar üzerine ilbâs-i hırka câiz ve mü’essirdir. Eger senedleri şahîh degil ise, Zeyd ve cAmr’a hırka giydirmekde bir fâ’ide yokdur. Zîrâ, ilbâs-i hırka şahîh, müsned zacîf gibi aksâma taksîm olunmakda rivâyet-i Hadîs gibidir.

Seyyidünâ Muhammed “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimiz Hazretleri’ne ve Ehl-i Beyt-i Kirâmı’na intisâbsız tarîkat, câiz olmayıp belki ricâl-i ümmetden isticdâdı olan kimselere câiz ise de bunların da esbâb-ı tarîkatdan Nebiyy- i Ekrem “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimize bir münâsebetleri olması lâzımdır.

Binâen caleyh, Cacfer-i Şâdık “kuddise sirruhu’l-cazîz” Hazretleri (İnnemâ yürîdu’llâhü li-yüzhibe can-kümü’r-ricse ehle’l-beyti ve yutahhira-küm tethîran)[30]

Äyet-i Kerîmesi’niñ hîn-i nüzQlünde Nebiyy-i muhterem “şallallâhü caleyhi ve sellem” Hazretleriniñ iktisâ buyurdukları hırka-i şerîfeyi birtakım pârçalara ayırıp müntesiblerinden baczılarına ftâ buyurdular. Bâyezîd-i Bistâ “kuddise sirruhu’l- cazîz” ve sâire gibi. İşte şu hırka Ehl-i Beyt’e dâhil olmağa calâmetdir. Bu bâbda birçok Ehâdîş-i Nebeviyye varsa da ben yazmadım. Ancak ceddim RasQlullâh “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimiziñ emr buyurduklarını yazdım. Eger siz benim sözime inanırsanız, rahmet siziñ üzerinize olsun. İnanmazsanız da bes yokdur. Yine, Allâh size merhamet buyursun.

[25]                                                                                                           “TENBlH”

Ehl-i Beyt-i Nübüvvet’e müntesib olan meşâyih kardeşlerime tenbîhdirı

RasQl-i Ekreme “şallallâhü caleyhi ve sellem” kurbiyyet peydâ edemeyen kimse Allâhü Tecâlâ Hazretlerine karîb olamaz. Zîrâ, Velâyet-i Muhammediyye, Velâyet-i Kübrâ levâzımındandır.

Muhammed caleyhisselâmıñ ehline dâhil olmayan kimse ehlullâh miyânına dâhil olamaz. Cenâb-ı Hakk’m (Fe’dhulî fî cibâdî)[31] Kavl-i Kerîmindeki cibâddan murâd, Ehl-i Muhammed’dir. “şallallâhü caleyhi ve sellem” Her kim Ehl-i Beyt’e dâhil olursa, her şeyden emîn olur. Nitekim RasQl-i müctebâ “şallallâhü caleyhi ve sellem” Hazretleri (Mehabbetü Ehli Beytî ke-sefîneti Nflhun. Men dehale-hâ kâne âminen.)* ve (Mehabbetü Ehli Beytî emânün li-ehli’l-ardı ke-bâbi huttatin) buyurmuşlardır. (Ve’dhulî cennet!)[32] Kavl-i Keriminden murâd, Velâyet-i Kübrâ’dan ¡ibâretdir.

Ma¡lüm olsun ki tahkîk-ı mahabbet, ümür-i hayâliyyeden olup hayâl de ümürunu hâricden ahz eder. Hangi şey ki hâricde kendisi içün vücüd bulunmaz, o şey içün vücüd-i zihnî de olmaz. Tahakküm iden kimse, kânün-ı zahir hilâfına yolsuzluk etmiş olur. Nitekim (Kul in küntüm tühıbbüne’llâhe fe’ttebicünî yuhbibkümu’llâh)[33] buyurulmuşdur. Ma^â-yı şerîfi: “Habîbim, sen onlara de ki: ‘Eger siz Allâh’a mahabbet ediyor iseñiz, baña ittibâc ediñiz ki Allâh da size mahabbet buyursun.’”

[26]                             Evet, Nebiyy-i Ekrem “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Efendimiz içün Vücüd-i Haricî Kitâb ile Sünnet’dir. Her kim ki kendisi içün Kitâb ve Sünnet yokdur,

0   kimse içün Vücüd-i Hâricî de yokdur. Ammâ Rasül-i Ekrem “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Hazretleriniñ bir Hadîs-i Şerîflerindeki (Ve Sünnetü »ulefâ^i’r-râşidîh) kavl-i ¡âlîlerinden murâd; vücüdı ¡indinde eser-i pakiniñ muktezâsıyla ¡ameldir. Gaybübeti zamânında eger Sünnet-i meşhüre olup da sen de oña i¡tina ederseñ câizdir. Eger Sünnet-i meşhüre olmayıp da Kitâb ve Sünnet’e muvafık olursa, Kitâb ve Sünnet’le ¡amel olunur. Ve illâ tevehhüme i¡tibar olunmaz.

A'ZÁNIÑ ZİKRİ:

Zakiriñ sem¡i, Rabbisiniñ zikrine mahal olmak içün sema¡a müte¡allik olan şeyle iştigâlidir. îmdi, her ¡uzv içün zikr vardır. G0züñ zikri, ruyeti mülâhazadır. Nüruñ mülahazası kalben zikr olup zâkir, dilini üst çeñesine yapışdırmak, tekmîl aczâsmı hâl-i sükünet üzre bulundurmak, gözlerini kapamak, ¡âdeti üzre nefes almak a¡za’-i mezküreniñ zikridir.

Kulağıñ zikri; kalbiniñ Allâh, Allâh diye zikr etdigini işidiyor gibi mülâhaza etmekdir.

[27]                             Gözün zikri; kalbi çâm kozalağı şüretinde tahayyül edip tâm ortasında nür-ı beyzâ’ ile Lafza-i Celâle yazıldığını görür gibi mülâhaza etmek ve mülâhazayı huzür devâm etdigi müddetçe imtidâd etdirmekdir. Bu şırada kalbine bir şey hutür itse, havâtır zâ’il oluncaya kadar lisânıyla istiğfâr etmek ve havâtırın izâlesini müte’âkib (Îlâhî, Ente makşüdî ve rızâke matlübî) ducâsını okumakdır.

Mânic-i huzür olmamak içün caded-i zikr tacdâd olunmaz. Müddet-i iştigâl; müddet-i huzürdur. Huzür, cavârız-ı ahvâldendir.

Müştağil içün Allâhü cAzîmüşşân’ın Sıfâtı’nı ve Kibriyâsı’nı, kendi kalbinin zâkir, Allâh’ın Semîc olduğunu mülâhaza etmek lâzımdır.

LETÂ’ÎF VE LETÂ’ÎFLE İŞTİGÂL:

Allâhü Tecâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Âdem’i on eczâdan halk etmişdir. Beşi câlem-i emrden ve diger beşi câlem-i halkdandır. Evvelki kısm, latîf-i nürânî; ikinci kısm, keşîf-i zulmânîdir.

Mebde’-i evvel; cArş’ın fevkinde olan câlem-i emrden olup buna, Îsm-i “Rahmân”ın taşarrufundan olduğu içün, câlem-i rahmüvvet denilir.

Mebde’-i şânî; câlem-i halkdandır. Îsm-i “Rabb”in taşarrufundan olduğu içün buna vücüd-i kevn tacânuk eder.

[28]                           Letâ’if-i Hamse-i Nürâniyye: Kalb, Rüh, Sırr, Hafâ, Ahfâ’dır.

Keşîf-i zulmânîden cibâret olan Letâ’if-i Hamse’nin birincisi, toprakdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de (Ekeferte bi’llezî haleka-ke min türâbin şümme min nutfetin)[34] buyurulmuşdur. Macnâ-yı Şerîfi: (Seni evvelâ toprakdan, sonra nutfeden halk buyuran Zât-ı ecell ü aclâyı inkâr mı edersin?)

İkincisi; şudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de (Fe’l-yenzuri’l-insânü mimme hulık. Hulika min mâm dâfık)[35] buyurulmuşdur. Macnâ-yı Şerîfi: (İnsan, neden [hangi şeyden] «alk olunduğuna nazar etsin. İnsan, şiddetle yerinden kopan bir şudan [meni] yaradılmışdır.)

Üçüncüsü; âteşdir. Nitekim Kur’ân-i ¡Azîmü’ş-şân’da (Ve in min-küm illâ vâridühâ) buyurulmuşdur. Ma^â-yı Şerîfi: (Siz ancak âteşden geldiniz.)

Dördüncüsü; havadır. Nitekim Furkân-ı Mübîn’de (Ve emmâ men hâfe mekâme rabbihî ve nehe’n-nefse cani’l-hevâ. Fe-inne’l-cennete hiye’l-mevâ) buyurulmuşdur. Ma^â-yı Münîfi: (Ve amma şu bir kimse ki Rabbisinin makamından korkar ve nefsini havâdan nehy eder; işte cennet o kimsenin durağıdır.)

Beşincisi; nefsdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: (»aleka-küm min nefsin vâhıdetin)[36] buyurulmuşdur. [29] Ma^â-yı Münîfi: (Cenâb-ı Hakk sizi nefs-i

vâhideden halk buyurdu.) Bu Âyet-i Kerîme, nefsin ¡Âlem-i Halk’dan olduğuna delâlet eder. Letâ’ifle iştigâl, sâbıkî misillidir.

Evvelâ, zikr ile iştigâl eder. Kalb-i Muhammedî’den kendi Kalbine ve kalbinden Rühuna vâşıl olan nür, mümted olur. Keenne, o nür, bir silsiledir ki, şöylece imtidâd eder: Şeyhin Kalbinden mürîdin Kalbine, mürîdin Kalbinden mürîdin Rühuna, Rüh’dan Sırr’a, Sırr’dan Hafâ’ya, Hafâ’dan Ahfâ’ya, Ahfâ’dan Latîfe-i Nefs’e, Latîfe-i Nefs’den Letâ^fü’l-Letâ^if’e, Letâ[37]ifü’l-Letâif’den Latîfe-i Cemîc-i Cesed’e.

Bu teselsülün dahâ ziyâde tafşîlinden, nazar-ı taklîdden ihtifâsı içün, mahallini göstermekde müsâmaha eyledim. Şu °ilm, taklîde mü’eddâ olmaması içün yazılması câiz olmayan şeylerdendir.

Mutaşavvıfanın kitablarıyla ¡amel caiz değildir. Zira, tabayic ve ahlak, mütefâvitdir. ¡İlm, ancak ¡amel ve irşad iledir.

Tarikat’ın irşadı yalnız mahsüs ve mackülden caizdir. Amma, meşayihin halet-i menamdaki ruyeti, senin kendinden olan haldir. Meşayihin değildir. Zira, senin içün ¡Âlem-i Misal’de hayyiz ve mekanet vardır. Eger benim rüyam olmazsa senin dimağın hayalden yahüd vehmden bir şey ile karışmışdır.

Amma, meşayihi halet-i menamda ruyet, senin kendinden olan hal olup, meşayihin değildir. Zira, zevaya-yı dimağıyyen, hayal yahüd [30] vehmden bir şey ile ihtilat etmemiş ise, senin içün ¡Âlem-i Misal’de hayyiz ve mekanet vardır.

Ruyetin şıhhati içün birtakım şartları vardır. Ruyet, şurütuna muvafık olmazsa, o menam ve meşanic, hayal yahüd vehm kabilindendir. Eger şurütuna muvafık olursa, ilham-ı vahy kabilindendir. Bunun tafşili, müellefatımızdan olan “Lemcatü’l-Âfak Fi’z-Zuhüri Ve’l-îşrâk”da mündericdir.

MENÂZÎL-1TEVHÎDDEN NEFY Ü ÎSBÂT

Maclüm olsun ki, Tevhid içün birtakım menziller vardır: Hiss, Ruyet, Taklid, ¡Aceb, Hayal, Vehm, İkrah, Nifak. Bunların hepsi, birer menzildir. Bu menzillere Tevhid-i ¡İlm-i Şuhüdi denilir.

Amma Tevhid-i ¡İlm-i Gaybi: Fıkh, ¡Amel, İ^ikad, İrtibat, İttibac, Meyl, Meveddet, Mahabbet, ¡İlm, Hayret, Heyman’dır.

Bundan sonra muvahhid, Mertebe-i Tecrid’e vaşıl olur ve üzerine kelimat-ı mahv u fena ilka olunur. Sonra şıfatı mahv ve muzmahill olur; ¡alaık ve ¡avayıkın inkıtacından sonra vücüdu ve nefsi ile kaim olan Mertebe-i Tefrid’e vaşıl oluncaya kadar [31] Ekvan’dan kendisi içün olan şeylerin hepsinden tecerrüd ederek zatıyla teferrüd eder. Bu şüretde vücüdda İlah-ı Ferd ve Melüh-i Ferd’den başka bir şey kalmaz. Bu da, ¡ubüdiyyetin müntehasıdır. Münteha ise, Rabbinedir. Bu makamın fevkinde başka makam yokdur.

Denildi ki: Fakr tamam olduğu vakt, küfr de tamam olur. Küfr tamam olduğu vakt, ancak Allah kalır. Ya^i, Makam-ı ¡Abd olan ¡Ubüdiyyet’in intihası, Makam-ı Fakr’dır. Vücüd-ı ¡abd, küfr ve hicabdır. Küfr ve hicab refc olunduğu vakt, ¡abdin sübühat-i vechi yanar. Zira, sübühat-i vech, vücüd-i hulki’den ¡ibaretdir.

Maclüm olsun ki, zakir, nefy ü isbat zikriyle meşğül olduğu vakt, nefsini ittisacdan hıfz etmege ve havatırı azaltmağa ve (Men ketebe La İlahe İllallah ¡ala şadrih! emine min suali’l-münkerayni)[38] Hadis-i Şerif’i mücebince şadrı üzerine (La İlahe İHallah) mektüb olduğu halde müşahede eylediği nüra mü^at edip nefy halinde hudüs macnasını mülahaza eylemek zakir üzerine vacibdir.

Bu icta-yı Hakk, nefydir. Menfi ise, haricde mevhüm olan (İlahe) kelimesidir. Bunun şadr üzerindeki makamı, Makam-ı Hafa olup, Sıfat-ı Selbiyye macnasını müştemil olan Hazret-i ¡Îseviyyet’den ¡ibaretdir.

İmdi, (La) kelimesi hattda (İlahe) kelimesiyle (Allahü) kelimesi beyninde mütevassıtdır. Zakir, onu şadrı üzerine yazılmış olduğunu tahayyül eder. Bundan sonra Hafa’ya meyl eder. Nefy macnasını [32] yazılmış olan (İlahe) hattı üzerine mülahaza eder. Sonra (İlahin elifiyle bed edip ¡Âlem-i Kevn-i Şuhüdi’den ¡Âlem-i Kevn-i Kalbi’ye rucüc etdigi vakt (La) ile beraber mülahaza eyler. Bunun şadr üzerindeki mahalli, Makam-ı Kalb olup Hazret-i Âdemiyyet’den ¡ibaretdir.

(Allahü) kelimesinin hattını, kalbi üzerine yazılmış olduğunu mülahaza eder. Sonra nefy ü isbat macnasını mülahaza eyler. Bu ma^a, mübtedi ¡indinde (La macbüde İHallah), mürid-i mütevassıt ¡indinde (La makşüde İllallah), müntehi ¡indinde (La mevcüde İllallah) olup, Mevlana ve Seyyidüna İmam-ı Düsüki “kaddesallahü tecala sırrahü” Hazretleri’nin ¡indinde zakir, hüviyyet-i mutlaka ile zikr etmekdir. Eger bununla nefy ü isbat makası murad olunursa, nefyde (La İlahe)dir.

İsbât-ı Zât’da (İllâ Hüve)dir. Zîrâ, Cenâb-ı Bârî’nin Zât-ı Şerıf’i, halkdan münezzeh olup elbette şıfâtından lâzımdır ki bu da hüviyyet-i mutlakadır.

MAcNÂ-YI TEVHİDİ MÜLÂHAZA

Bir kimse (Lâ ma‘büd)ı mülâhaza ederse, °ibâdete ancak macbüd bi’l-hak müstehak olur. Kevnden makşüd, ancak rızâ-yı Zât’dır.

[33] Vücüd-ı mevcüdât içün Allâh’dan başka Vâcid yokdur. Yacnî, Vâcid, Mâcid ancak Allâh’dır. Vücüd-ı Kadîm’in macnâsı, kendisini cadem sebk etmez; kendisi içün bidâyet ve nihâyet yokdur, demekdir. Hâdisi cadem sebk eder. Kevn de insân mevcüd olduğu müddetçe ebedîdir.

“Tenbîh”:

Karâmita, Dürüz, Melâmiyye tâ’ifelerinden baczıları şu zikr etdigimiz macnâdan ittihâd-ı vücüd macnâsı murâd etdiler ve (Lâ mevcüde min mâ terâ-hü fî cÂlemi’l-Kevni İllâ Hüve) kavlleriyle cÂlem-i Kevn’de gördügün şeylerden bir vücüd yokdur, ancak Allâh’ın vücüdu vardır. Zîrâ, eşyâ, Allâh’ın Vücüdunun gölgesidir, dediler. İşte bu, ilhâd ve şirkdir. Sen Vücüd-ı Kadîm’i, hâdisle berâber bulamazsın. İkisinin cemci, mümtenMir. Meselâ, şems tulüc etdigi vakt, zulümât-ı leylden eser kalmaz. (Sübhâne’llâhi cammâ yesıfün)[39] Onların tavşîf etdikleri şeyden Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ve takdîs ederim.

“(Lâ macbüde), Tevhîd-i Efcâl’dir. (Lâ makşüde), Tevhîd-i Sıfât’dır. (Lâ mevcüde), Tevhîd-i Zât’dır.” sözlerindeki şirkiyyet, vâzıhdır. Te’vîle mecâl yokdur. Bunun tafşîlini murâd eden kimse, “Hakâyıku’t-Tecıîd Fî Menâzili’t-Tevhîd”

ismiyle müsemmâ olan risâlemize mürâcacat etsin.

Allahümme şalli ¡ala seyyidina Muhammedin ve ¡ala Âli Seyyidina Muhammed. Bi-cadedi halkı-ke ve rıza^e [34] nefsi-ke. Veznü-hü ¡Arşü-ke ve midadi kelimati’Hah. La havle ve la kuvvete illa bi’llah. Ya Erhame’r-rahımin. (El-hamdü li’llahi’llezî heda-na li-haza ve ma künna li-nehtediye lev la en hedane’llah.)[40] (Va’llahü yekülu’l-Hakka ve Hüve yehdi’s-sebil.)[41] (Fe’llahü hayrun Hafizan ve Hüve Erhamü’r-rahımîn.)[42]

TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYET

Evvela, mürid; şüret-i mahşüşadan hayalinde tecelli eden şeyle kalbini mülahaza eder. Bu mülahaza, ebvab-ı Ehadiyyet’in inkişafı içün miftahdır. Zira Mertebe-i Ehadiyyet, ¡urüc şıfatının müntehasıdır. Bunun tafşili, Seyyid ¡Îsa El-Ahrar “radıyallahü ¡anh” Hazretlerinin evlad-ı kiramından Seyyid Müdekkık Ahmed Hüsamüddin-i Hüseyni Efendimizin taşnifatından “Lemcatü’l-Envar” adlı kitab-ı müstetabında mündericdir.

Kalbin mahalli, şol memenin altındadır. Menşe-i feyzi, Zatü’l-Baht’den ism-i Rabb’dir. İmdi, Rabb, tecelli eder. İsm-i Halık zahir olur. Halıkıyyet tecelli eder. Âdem zahir olur. Âdem’in tacallüm etdigi Esma, zıllına müncakis oldu. Bu zıll, bir vücüd-ı muhakkakdan ¡ibaretdir ki onun kalbine, Kalb-i Muhammedi’nin envarı ¡aks etmişdir. Onun kalbinden de senin kalbine ¡aks etdi. Öyle ise, menşe-i feyz; İsm-i Rabb’dir ve mevredi de, o kalbdir.

[35]                           TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN MURÂKABE-İ RÜH

Hasebü’t-takdîr, Rüh’un mahalli, şağ memenin altındadır. Lâkin sen onu dimâğdan cibâret olan cebîninde bulursun. Evet, o Rüh, hakîkat-i haysiyyetinden menâzil mikdârı üzerinedir. Ammâ bidâyet hasebiyle Esmâ, eşyâya nâzil olmazdan mukaddem, Emr’dir. Bunun tafşîli de “Lemcatü’l-Envâr”dadır.

Her murâkıb içün evvelâ, mahalli bi-hasebi’t-takdîr şağ memenin altında olan Rühunu murâkabe etmek lâzımdır. Hayâlinde feyzden tecellî eden şey ile, onun menşeli feyzi Zâtü’l-Baht’den; Sıfât-ı Sübütiyye’den olan “Hayy” İsm-i Celîli’nedir. İsmi Sıfata ıtlâk taclîm-i tarîkî üzerinedir. Hakîkat üzerine degildir. Zîrâ, Hayât’ın hakîkati, Rüh’dur.

Şu ıtlâk; tacayyünât ve tacakkulât kabîlindendir. Mevred-i feyzî, kendisinde Rüh’un mülâhaza olunduğu mahall-i mahşüşdur.

Matlebü’l-Esmâ, İsm-i Hayy’dan Hayât’ı medcuvvdür. O da Hazret-i İbrâhîmiyye’dir. Hazret-i İbrâhîmiyye’den hayât, zıllına caks eder. Bu da senin cesedinden cibâretdir.

(Fe-huz erbecaten mine’t-tayr)[43] Âyet-i Celîlesi müfâdınca; menşe-i hayât, Zâtü’l-Baht’den canâşır-ı erbaca-i münteşire vâsıtasıyla menzil-i hayât olan cesede vârid olur.

Tuyür-i erbaca’dan evvelkisi; Hayy şıfatının hayât-ı cunşuriyye-i İbrâhîmiyye’nin terkîbi üzerine caks etmesidir.

[36]                           Tayr -i Sânî; Kudretinin cism üzerine caksidir.

Tayr-i Sâlis; Sırrının mahall-i vürüduna caksidir. O da vücüd-i hâricî ile zihn beyninde olan nisbet-i râbıtadan cibâretdir.

Tayr-ı Râbic; şağ memenin altında mülâhaza olunan Rüh üzerine caksidir.

LEJÂİF TARÎKİ ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN SIRRIN MURÂKABESİ

Evvelâ, şağ memenin üstünde olan mahall-i Sırr’ı mülâhaza etmekdir.

Bunun menşe’-i feyzi, Zâtü’l-Baht’dandır. Zâtü’l-Baht, Mertebe-i Ehadiyyet’den tecellî eder. Sonra şuünâtı İsm-i Hâlık’a incikâs eyler. Hâlık, tecellî etdikden sonra, şu’ünâtı beden-i kalbden ve mahallinden cibâret olan toprağa müncakis olur. Türâb, mahall-i Rubübiyyet’dir ve Hazret-i Âdemiyyet’de merşad-ı zuhürdur. Nitekim mâ-sebkda maclümun oldu. Zikr olunan Esmâ’-i Hazarât’dan murâd, mefhüm-ı küllîden cibâretdir.

Vâridât, türâbdan nâra müncakis olur. Nâr da Sırr-ı türâbdır. Nârdan Hazret-i Müseviyyet’e, Müseviyyet’den zıllına incikâs eder. Zıll, senin şeyhinden cibâret olup, şeyhden senin Sırrına müncakis olur.

Sırr’dan murâd; insânlardan baczılarının vâkıcâtdan yâhüd [37] hafâyâ-yı ümüra vuküfdan veyâ bunların gayrîsinden ztfm etdikleri gibi degildir.

Sırr; sâlik üzerine İlm-i Kalbî’dir.

Baczıları dediler ki:

Sırr’ın macnâsı, sâlikin Zât ile Sıfât beynindeki nisbetidir. Baczıları da, sâlik ile Hâlık’ı beynindeki nisbetdir, dedi.

Hakîkat-i hâl, Cenâb-ı Allâh’ın mahlükundan bir zât-ı muhakkikin muttalic olduğu şeydir. (Men lem yezuk, lem yacrif.)

TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYET

Bunun menşei feyzi, Zatü’l-Baht’dan Sıfat-ı Selbiyye’dir.

Mevred-i feyzi, Hafa-i müriddir.

Keyfiyyet-i vürüdı; evvela, şağ memenin üstünde olup Sırr-ı Rüh ıtlak olunan mahall-i Hafa’yı mülahaza etmekdir.

Hava, ecza-i insanın mürekkeb olduğu ¡anaşırdan Sırr-ı ma olduğu gibi, Hafa da Sırr-ı Rüh’dur.

Nitekim Rüh; Sırr-ı Kalb, Kalb; Sırr-ı Beden, Beden; Sırr-ı Türab, Türab; Sırr-ı Rabbü’l-Erbab’dır. Türab’dan murad; türab-ı halişdir.

Cenab-ı Hakk, Hadis-i Kudsi’de (Âdemü sim ve ene sirruhü)[44] buyurmuşdur ki macna-yı münifi: (Âdem benim sırrım ve ben de Âdem’in sırrıyım.)

[38] İmdi, Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz evvela Sıfat-ı Selbiyye’ye vürüd etmişdir ki, o da bizim şıfatımızdan ¡ibaretdir.

Sıfat-ı Selbiyye’den Hazret-i ¡Îseviyyet’e, ondan zıllına, ondan senin Hafa’na varid olur. Bu, Kavs-i Üla’nın ve halkın Halıkından ¡Âlem-i Kevn-i Şuhüdi’ye cari ve nazil olan Kavs’in nihayetidir.

Beni-Âdem’in muhtac olduğu her şey, mahlükdur. Mezahir-i Kevn’den feyz tevarüd etdi. ¡Îsa “‘aleyhisselam” gibi vücüduyla tekeyyüf etdi.

TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN AHFÂ

Bu murakabe, beden-i insan gibidir ki şüreti ziyade zahir ve aşkardır. Batını hayal üzerine Hafa, başar üzerine Ahfa’dır. Menşe-i feyzi, ‘Âlem-i Halk’dan Şuünat-ı Sıfatiyye’yi ve ¡Âlem-i Emr’den Şuünat-ı Vücüdiyye’yi camf olan Şendir. Mevred-i feyzi, Ahfa-yı müriddir.

Keyfiyyet-i vürüdu; feyzin Zâtü’l-Baht’dan vârid olması haysiyyetiyle Mertebe-i Ulühiyyetedir. Mertebe-i Ulühiyyet’den Külliyye-i Muhammediyye’ye; Külliyye-i Muhammediyye’den Mertebe-i cUbüdiyyet-i Kâmile’yedir. Külliyye-i Muhammediyye; Muhammed caleyhisselâmın vücüd-ı câlîsidir. Vücüd-ı cÂlî-i Muhammed’den, zıllınadır ki o da °ibâdet ile emrdir. [39] (Ve mâ ümirü illâ li- yacbudu’llâhe)[45] Macnâ-yı münîfi: (Onlar ancak Allâh’a cibâdet ile emr olundular.)

ŞerFat-i Muhammediyye’den cibâret olan o emri, nüfüs-i külliyye istikbâl etdi. İşte bu, Kavs-i Nüzülî’nin müntehâsıdır.

İmdi, Ahfâ; zâhir eşyâdır ki o da Sırr-ı Ulühiyyet’dir. Nitekim, Allâhü Celle ve Aclâ Hazretleri Hadîs-i Kudsî’de (Âdemü sim ve ene sirruhü) buyurur ki Acyân-ı Sâbite’ye işâretdir.

KALB

Âdemiyyet’in zıllıdır ki, Cenâb-ı Hakk, Âdem “caleyhisselâm” hakkında (Haleka-hü min türâbin) buyurdu. Bu aşl-ı Âdem olan türâb, ihyâ ve inbât ve imâte gibi efcâl ile müttaşaf olduğundan Âdemiyyet, mazhar-ı tecellî-i efcâl oldu. Bu imâte ve ihyâ ve temzîc ve tebdîl gibi efcâl, kalbde de vardır. Zîrâ, kalb, tekâzâ’-i Esmâiyye hasebiyle vürüd iden tecellî-i efcâl ile bedende şerâyîn ve curük ve lifâf vâsıtasıyla ihyâ ve imâte ve temzîc ve bacz-ı mevâdd-i radiyyeyi ihrâc ile meşğüldür. Her hâlde kalbin mevride-i tecellî-i efcâl olduğu vâreste-i ihticâcdır. Bu beyândan istifâde ile, kalb, zıll-i Âdemiyyet’dir.

RÜH

Bizim rühumuz dahi Şems-i Külliyye-i Muhammediyye’nin zıllıdır. Fakat, Sıfat-ı Sübütiyye nisbetiyle ve İbrahimiyyet tarikiyle geldiginden, İbrahimiyyet’in zıllı denilir. [40] Hakikatde, Şems-i Külliyye-i Muhammediyye’nin gölgesidir. Bu Latife’de de istifaza Nisbet-i Muhammediyye ile taharri eylediginden miyanede şeyh, tevassut etdirilir ki istifaza, Nisbet-i Muhammediyye ile cari olsun. Bizim Sırrımız da, Şems-i Külliyye-i Muhammediyye’nin zıllıdır. Fakat, Şuünatü’z-Zat nisbetiyle gelmişdir.

Sırr, zıllının zıllıdır. Zıll-ı evvel kalb, zıll-i sani rühdur. Zira, sırr, vücüd ile şuhüd yani nübüvvet meydanında berzahdır. Denilse ki, berzah, Tevhid’e şalih degildir. Mümtezic olduğu içün denilir ki berzahdan iki tarafı tecerrüd ederse ¡ayn-i Tevhid olur. İşte bu nisbet, beyne’l-müntesibin “Sıfat-ı Selbiyye ve Sübütiyye” tecerrüdü, Tevhid-i mahz olur.

Bu iki renkli şıfatın miyanında vakic zat mıdır yoksa şuünatü’z-zat mı? (Rüh, Hafa) itibar olunur, bu ise zatın ğayrî degildir.

Müsa ¡aleyhisselamdan nacleyn tecerrüdü, Rüh ve Hafa’nın tecerrüdü demekdir. İbrahimiyyet ve ¡Îseviyyet’den tecerrüdü, ervahın envac-ı şecerinden yani ihtilafından demekdir.

Müsa ¡aleyhisselam Şuünatının Tür-ı Sırrında Tevhid-i Enaiyyeti matleb olan nür, cüzi ve külli tarikasıyla olmadığı gibi bunda havaşş-ı mekandan olan şark ve ğarb dahi taşavvur olunamaz. Belki işbu şuünat, afaki ve enfüsi muhit tarikiyledir. Hulül [41] ve ittihad ve muhit ve muhat tarikiyle degildir. Zira, mahdüd degildir. Gayriyyet ve ¡ayniyyet tarikiyle de degildir. Zira, Tevhid, izafatı iskat eder. İşte bu mezküratın esrar-ı Tevhidi ki Tevhid-i Enaiyyet’e vadi-i Müseviyyet’de Zıll-

i    Muhammedi’nin miftahının lüzümu la-büddür. Ve kezalik, sair-i enbiya-i ¡izam “şalevatullahi ¡ala nebiyyina ve ¡aleyhimüsselam” Hazaratı her hangi murakabe olur ise olsun o Latife’de o nisbetin ve o Vadi-i Eymen’in şecere-i şalahıdır. Mesela,

Kelâm’a Vâdî-i Fem’de Şecere-i Müsevî-i Lisân mevrid olduğu gibi, menşe bulunmuş olan hançereden zıll-i şavt vâsıtasıyla işbu sübüt-i mevrid-i sâbıkı olan lisânda teşekkül edecek hurüfun mehârici (cÎseviyyet ve İbrâhîmiyyet’dir) dahî müştâkdır.

Kezâlik, mehâric-i esrâr ve mehâbit-i envâc, ilmâc ve işrâkında bir zıll hükmünde olan şeyhin vücüduna muhtâcdır. Elbette şavt, harf içün mehârice muhtâc degildir. Velâkin şavtsız harf içün vücüd olmaz. Ammâ cÎsâ’nın İbrâhîm’e nisbeti, Nün Harfi’nin lisâna nisbeti gibidir. Lâkin, menşec cihetinde bir nisbetle müttehid olur. Hafâmız da Şems-i Külliyye-i Muhammediyye’nin zıllı olup, yalnız Sıfât-ı Selbiyye nisbetiyle gelmişdir. Artık, Ahfâ’da hükm, vâzıhdır.

Cenâb-ı Hakk’a en karîb, Kalb’dir ki Kalb, feyz-i akdesdir. (Kün) emr-i tecellîsi evvelâ Kalb’e zuhür edip cayn-i mütecellî ile bir kevniyyet [42] ve şey’iyyet iktisâ etdi. Rüh, o şey ile Cenâb-ı Hakk miyânesinde bir nisbetden cibâretdir. Bacdehü, o şey’iyyet, Sırr’a nüzül ederek Şuünâtü’z-Zât oldu ki bir vücüd-ı zihnî ve bir şüret-i zihniyye kabîlinden olarak keennehü tohm-i mezrücanın nemâ bulan filizi gibi göründü. Bacdehü, Mertebe-i Hafâ’ya nüzül etdi. Ağşân peydâ edip bir ağaç hükmünü kazandı. Yacnî, külliyyet ve cüziyyet ve sâ’ire evşâf-ı havâdis iktisâ etdi ki bunların kâffesi Cenâb-ı Hakk’dan meslübdur ve Sıfât-ı Selbiyye, Hafâ’nın nisbet ve tekâzâsıdır ve bizi Cenâb-ı Hakk’dan temyîz eden Sıfât-ı Selbiyye ve Hafâ’dır. Hattâ, mechül tarafına fikrimizi şarf ve nevm ve yakazamız ve semimiz ve başarımız kâffesi Sıfât-ı Selbiyye tekâzâsı olarak bizde peydâ oluyor. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk, bizim gibi görmez ve bizim gibi istimâc etmez. Belki O’nun Semc ve Başar’ı kadîmdir. Yalnız, bu semc ve başar-ı hâdisimiz terakkî ederse, Sıfât-ı Sübütiyye’ye vâşıl olur. İşbu sâlik-i müterakkî hakkında Cenâb-ı Hakk (Küntü le-ke semcan ve beşaran ve yeden müeyyeden ve riclen ve lisânen)[46] buyurur ki, lisân-ı hâssda bu mertebeye kurb-i nevâfil” ıtlâk olunur.

Hatta, “yed-i şahih şahibi” tacbiri işbu (Küntü le-ke yeden) sırrını ihraz edenler içündür. O şey, Hafa’ya nüzülden sonra Ahfa’ya nüzül ederek Ahfa’dan tamm-i vücüd ile (Fe-yekün) meydanında görünür. Zira, Ahfamız, nefsimize en karib bir Latife’dir ki şiddet-i kurbetden Ahfa olmuşdur. Ahfa, nefsimize müteveccihdir. Nefsimiz, onun maddesidir. [43] Bu şüretde ‘Âlem-i Kevn’e en yakin, Ahfamız oluyor. Görülmez mi ki başıramız bize ekrab olmasıyla beraber onu ruyet, ¡adimü’l- imkan ve ğayet-i müstehildir. Ma haşal-ı kelam, bizim filimizi ve harekatımızı meydana muntazaman ihrac eden, Ahfamızdır. Kalb, Cenab-ı Hakk’a en karib ve bize en ba^iddir ki, şırf-ı batındır. Fakat, Ahfa, Kabe Kavseyn’dir ki, bir tarafı batın ve bir tarafı zahirdir. Zira, ¡Âlem-i Kevn’den olan Nefs’e nazırdır. Ahfa, bir tarafı kırmızı camlı ve bir tarafı beyaz camlı bir fener gibidir. Kalb, evveldir; Ahfa, ahirdir. Kalb, batındır; Ahfa, zahirdir. Letaif-i Hamse’nin bedende asar-ı taşarrufları nedir? Beyanımız vechle, Kalb, bedende ecza-i vücüdiyyeyi temzic ve tebdil ve redd ile muttaşaf bir ¡amil gibidir.

Rüh, hayat ve sair-i halat-i rühaniyyeyi tehiyye ile meşğüldür. Hafa, şarf-ı fikr ve taklib-i fikr ile meşgüldür. Sırr, daniş ve ¡ilm peyda eder. Ahfa ise, sırr ve hafi olan şey-i mackülü zahire ihrac eder. ¡Îseviyyet ve Müseviyyet ve bunların emsali Sırr ve Hafamızın üzerinde bir peygamber var demek degildir. Belki Nisbet-i ¡Îseviyyet ve Nisbet-i Müseviyyet’den istifaza, demekdir. Zira, ¡Îsa ve Müsa ve sair-i enbiyaya “¡aleyhimüşşalevatü vetteslimat” nisbetimiz Şercan şabitdir ki, enbiyadan “¡aleyhimüşşalevatü vetteslimat” birini inkar, küfrdür.

(Âmene’r-rasülü bi-ma ünzile ileyhi min Rabbi-hT ve’l-müminün. Küllün amene bi’llahi ve mela^iketi-hi ve kütübi-hi ve rusülih. La nüferriku beyne ehadin min rusülih.)[47] Bir de bu [44] enbiyaya nisbetimiz hangi vücüdlar ile olduğunu beyandır. Onun içün, Kalb’de Cenab-ı Hakk’a vaşıl olsa o veli, meşreb-i Âdemi olur. Rüh’da vaşıl olsa, meşreb-i İbrahimi olur. Sairleri de bu kıyas iledir. Fakat, Âdem “caleyhisselâm” ile İbrâhîm “caleyhisselâm” miyânesinde mürür eden enbiyâ-yı zî- şân “caleyhimüşşalevâtü vetteslîmât” Âdem caleyhisselâmın rişte ve Suhufu üzeredir. İbrâhîm “caleyhisselâm” ile Müsâ “caleyhisselâm” arasında mürür eden peyğamberân “caleyhimüşşalevâtü vetteslîmât” İbrâhîm caleyhisselâmın nisbeti üzeredir. Semâc-i dînde Muhammed caleyhisselâm şems olup enbiyâ-yı sâ’ire, nücümdur. Elbette şemse nisbet-i kübrâmız olduğu gibi nücüm-i sâ’ireye de bir nisbetimiz vardır. Esrâr-ı murâkabât, vicdâniyyâtdan cibâret olduğundan, yakîniyyâtdır. İstidlâl ile bilinemez. Belki terakkiyyât-ı macneviyye ile bedâheten bâtında zâhir olur. cAtş ve cüc ve sâ’ir-i ümür-i vicdâniyyâtı idrâkde delîl ve ihticâca mesâğ var mıdır? Ve bu esrâr-ı murâkabâtın Kur’ân-ı Kerîm’de berâhîni vardır. Fakat, sırr ve bâtın olduğundan, zevken anlaşılır.

Sâlik, zikrde temkîn ve rusüh bulmak içün kesret-i zikr ile meşğül olmalıdır ve bu rusüh ve temkîn kalbin hâl ve zikrini eczâ’-i bedene dökmek ile bulur. Zîrâ, kalb, Şems-i Muhammediyye’nin zıllı olduğundan cayn-i zikr olmuşdur. Fakat o zıllı kalbe medd etmek be-heme-hâl eczâ’ât-i bedenin ve cadalâtın zikr ile tahrîki ile olur ki kalb mir’âtına nazar ile olan kesret-i zikr tıbkî onun hâlini ve o [45] zıllı kâlıba ifrâğ eder. Bunun hâricde temsîli, meselâ; kalben hüsn-i hattı bilirsen ve o hüsn-i hatt vücüd zıllı olarak kalbinde muntabMir. Binâ’en caleyh, mücerred kalbde hüsn-i hattın intıbâcında bir hükm ve fâide yokdur. Belki mirât-i kalbinde hüsn-i hatt-ı müntabica nazar, cevârihin kitâbetle kesret-i iştigâliyle o vücüd-i kalbînin hârice calâ tıbkıhî ihrâcında hüsn ve medh vardır ve o hâric, cayn-i şüret-i kalbiyyeye muvâfakat idebilir. İşte cemF-i eczâ-i bedeniyyeyi zâkir etmek ve bu yolda zıll-i kalbin bedene imtidâdı ile olur. Her Latîfe’de zıllden murâd, hazret-i şeyhdir. Hîn-i murâkabede cârız olan ğaybübet hâli, beyne’n-nevm ve’l-yakaza olur. Egerçi yakaza hâline nevm ğalebe ederse bu hâle huzür ıtlâk olunur ve eger nevmi hâline, yakazasına ğalebe ederse, hâl-i istiğrâk tacbîr olunur. Büsbütün nevm gibi degildir. Ve bu istiğrâk hâli çok vaktler imtidâd etmez. Onun içün, murâkıb, huzür ve müsâcade bulduğu vakt, murâkabe ile meşğül olacakdır. Zîrâ, ümür-i mefrüza-i hamseyi edâya ve sâ’ir-i ümür-i macîşet ve infâkı tehvîne mânic olur derecede murâkabe tecvîz edilemez. Ve bu istiğrak halinden bir güna ¡ulüm sünüh eder. Derün-i risalede işaret edilen murakabe-i maciyyet ve murakabe-i mahabbet ve (Allahü eclemü haysü yeccalü risaleteh)[48] Nazm-ı Celil’i nürundan iktibas edilen murakabe-i risalet ve (Yulkı’r-rüha min emrihi ¡ala men yeşa’)[49] Âyet-i Kerimesi ’nden iktibas edilen murakabe-i ülü’l- ¡azm lüzüm görüldükçe, inşaallah, ileride yazılır.

[46] MURÂKABETÜ’S-SÜBÜT FİL-VÜCÜD KALBE OLAN MURÂKABE

İşbu murakabede salik, iştiğal-i zikr zamanıyla zikrden ferağı zamanında muhayyerdir. Zikre iştigal esnasında murakabe, rabıta makamındadır. On dakika kadar her bir Latife’de murakabe ederek üslüb-i sabık üzerine yine zikre mübaderet eder. Zikrsiz murakabede yirmi dört sacat zarfında ne kadar huzür bulabilir ise, o kadar meşğül olur.

(Murakabe-i Mutlaka): Menşe tarafından feyz-i İlahi’nin Makamat-ı Mertebe’den müteselsilen mevredleri olan Letaif’e cereyan ve vürüdunu mülahazadır.

(Latife’-i Kalb’de Murakabe): Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i İlahi’nin evvela tecelli-i Efcal’e, ondan, Âdemiyyet makamına Âdemiyyet’in Esma’ya olan ‘ilminin nisbetinden Âdemiyyet’in zıllına varid olur. Bu makamda zıllden murad, hazret-i şeyhin kalbidir. Zıllden mevred-i feyz olan kalb-i salike cereyan eder ve vürüdunu fikr ve mülahazadan ‘ibaretdir.

Bizim ‘indimizde Kalb, mazharu’l-Esmâ olan Âdemiyyet’in mir’ât ve zılâli mesâbesinde olduğundan Âdemiyyet, bizim pederimizdir. Zîrâ, kulübün istifâzası, cale’l-cumüm Âdemiyyet’dendir. Kalb, yüz Esmâ’-i İlâhiyye’nin tekâzâsı hasebiyle âsâr-ı ficliyyeye mazhar olup ebdânda edevât-i mâddiyye-i teşrîhiyye ve havâss-i zâhire ve bâtına vâsıtasıyla mutaşarrıfdır. Meselâ; [47] mMede olan taşarrufâtı, lifâf ve şerâyîn vâsıtasıyla hazm ve netîce-i hazmı curük ve acşâba tevzîc ile tebdîlât ve temzîcât-ı tabFiyyeden cibâretdir.

Bedende şıhhat ve maraz ve cüc ve catş ve hattâ bâşırada ebşâr ve taklîb-i hadeka ve lâmisenin lemsi ve helm-i cerâ zâhirî ve bâtınî küllî ve cüzî mucâmelât-ı bedeniyye kalbin tahrîk ve icbârıyla cârî olmakdadır. Zîrâ, Kalb, Hâlık-ı muktedir-i muhtâr Hazretleri’nin mazhariyyet-i esmâsıyla beden-i cüz’îde halîfesidir.

Kalbde kâbızıyyet ve bâsitıyyet ve mürîdiyyet ve muktediriyyet ve şuünât-ı Hâlıkıyyet ve Muhtâriyyet ve sâir-i tekâzâ’-i Esmâ’iyye’nin bulunması, hilâfeti muktezâsıdır. Şurası hafî kalmaya ki Kalb, Şu’ünât-ı Melekütiyye’den bir Latîfe olduğundan, beden-i cüzî de hakîkatde Cenâb-ı Hakk’ın Hâlıkıyyetiyle bir melek hükmünde olup cünüd-i İlâhiyye’dendir. Muktediriyyet ve Hâlıkıyyet ve emsâliyle tavşîf, mazhariyyet calâkasıyla mecâzdır. Şuünât tacbîri de bunu mukayyiddir. Binâ’en caleyh, Kalb, bedende Cenâb-ı Hakk’ın taşarrufunda vâsıtadır. Lâ-siyemmâ, Kalb, Emr-i Rabb olan Rüh’un Tekvîn tarafına olan vechesidir. Herhâlde muzâfun ileyhin ficlinin muzâfa nisbeti kabîlindendir. Nitekim (Ve mâ rameyte iz rameyte velâkinne’llâhe ramâ)[50] Nazm-ı Celîli’nin sırrı bu kabîldendir.

Cenâb-ı Hakk, caleyhişşalâtü vesselâm Efendîmizden ramyi selb ve isbât etdiler. İşbu hükm-i vâhıdde ficl-i vâhidi selb ve isbât, cemc-i zıddeyn degildir. Zîrâ, cihetleri başka başkadır ki ficl-i ramy-i selb, [48] hakîkatde fâcil Cenâb-ı Hakk olması ictibâriyle olup isbât dahî hasebü’z-zâhir, râmî, Risâlet-penâh olması ictibârıyladır.

İşte Kalb-i Meleküti, cünüd-i İlahiyye’den olduğundan Esma’dan varid olan varidat hasebiyle taşarrufatda muztarr ve mecbürdur. Zira, melekütiyyet, hamil-i emrdir. (La yacşüne’llahe ma emera-hüm)[51] Ke-zalik Kalb’in cünüdu olan edevat-i maddiyye-i bedeniyye, taşarrufat-ı Kalb’e ser-fürü muticdirler. Kalb, Levh-i Efcal’de teheyyü’e olunan taşarrufatı, bi-la ziyade ve la nokşan, tabicatıyla taşarruf eder.

Kalb, bize nisbetle ridadır yani vuşüle manidir. Vücüd-i beşeri ise izardır. Lakin Kalb içün iki veche olup, bir vechesi Hakk’adır ki batınu’r-rida tesmiye kılınır. Bir vechesi halk adır ki, zahiru’r-rida tesmiye olunur. Zahiru’r-rida hasebiyle manic-i vuşül; batınu’r-rida hasebiyle ¡aynü’l-vuşüldür. Zira, Rida-i Kalb’in zahiri, ¡ala hasebi’l-varidat, bedende taşarrufat-i Efcaliyye ile meşğül olduğundan, hicabdır. Hulaşa, hicab ve rida, batın itibarıyla mahcübe müşahiddir. Zahiri ictibarıyla manic-i vuşül ve şühüddur. Haşıl-ı kelam, Kalb, Esma ve Sıfatı mütelebbisen halife-i Rabb olup hasebü’l-hilafe ve müavenet-i Esmaullah ile bedende mutaşarrıfdır. Zira, Sırru’l-Hakk olan Âdemiyyet’in zıllıdır. (Âdemü sim ve ene sirruhü.) ve (İnne’nahe haleka Âdeme ¡ala şüratihl ey ¡ala şıfatihT.) Öyle ise Kalb, arz-ı beden-i cüziye nisbetle cüzi olup, edevat-i teşrihiyye ve havass-i batına ve zahire melaikesi mesabesindedir. Zira, kaffesi, taşarrufat-ı Kalb’e münkad ve muticdirler. Secdeden makşad, zaten inkıyaddır.

[49]                              Kalb, ¡Âlem-i Emkine’de türab gibidir. Nitekim, türab, tekaza-yı Halıkıyyet’e mazhar olup, ¡Âlemü’l-Gayb’dan ahz edip ¡Âlemü’ş-Şehadet’e ızhar eder ve ¡Âlemü’ş-Şehadet’den ahz edip ¡Adem’e nakl eder. İnbat ve imate ile mevşüf olduğu gibi Kalb, ¡Âlemü’l-Gayb’dan lisan-ı haşş üzerine (Kaf)dan yani Külliyyat-i Esma’dan ahz edip ¡ala hasebi’t-tekaza’i’l-Esmaiyye, bedende tedbir ve taşarruf eder. Bu halde, Kalb lafzında (Lam), o Latife-i Melekütiyye olan Kalb olup (Be) ise, beden-i vücüd-i mevhübdur. Kalb, Rüh’un emri olup, Rüh’a nisbetle kesîfdir. Ke- zâlik, Kalb, bedenden bedel-i mâ yetehallî de alıp Melekütiyyet’e itâre ve nakl eder.

Kalb, şekl-i şanevberî olup, zamân-ı kabzda küçülür ve zamân-ı bastda ise tevessüc eder. İşbu şekl-i şanevberî birtakım ğılâf, lifâf, ağtıye ve ağşiyeden cibâretdir. Her bir lifin curük ve acşâba ve sâ’ir-i âlât-i bedeniyyeye münâsebeti olmağla, Kalb, bu lifâf vâsıtasıyla taşarruf eder. Bu şüretde şekl-i mezküra Kalb ıtlâkı da vech-i meşrüh üzre hâlin ismi mahalline nisbetle, mecâzdır.

(Ve’ccal lî lisâne şıdkın fi’l-âhırîh)[52] kabîlinden olmuş olur. Kalb’in Rüh tarafından sekiz lifi olup Ahlâk-ı Hamîde-i Semâniyye meknündur. Şimâl tarafında yedi liff olup, Ahlâk-ı Zemîme-i Seb’a mestürdur.

[50]                                                                              RÜHA OLACAK MURÂKABE

Sâlikin Latîfe-i Rüh’a murâkabe edecegi zamân Zâtü’l-Baht’dan vârid olan feyz-i İlâhî evvelâ Sıfât-ı Sübütiyye’nin zıllı olan İbrâhîmiyyet’e, İbrâhîmiyyet’in Nisbet-i Sübütiyyesi’nden zılla ki hazret-i şeyhin rühuna, ondan rüh-ı sâlike feyzin cereyânını mülâhaza eder. Her hâlde ve her Latîfe’de sâlik, kendisini hazret-i şeyhin

zıll-i macküsü farz eder. İbrâhîmiyyet, lisân-ı hâşşda Sıfât-ı Sübütiyye’nin zıllı

Mertebe-i Sıfât da insân-ı ekber degil midir?

Ervâh, Makâm-ı İbrâhîmiyyet’de neşet ve zuhür eylediginden min ciheti’l- Ervâh, pederimizdir. Bu ecilden, Rühu’l-Küllî ve Ferş-i Acyân-ı Sâbite tesmiye kılınır. Şurası hafî kalmaya ki, İbrâhîm ıtlâk olunan zât, işbu Makâm-ı İbrâhîmiyyeti hâiz ve hâmil olan bir zât ve nebiyy-i zî-şândır ki, cihet-i Ervâhda bize peder olan o zâtdır. İbrâhîmiyyet’e peder ıtlâkı, maşdariyyet-i Ervâh gibi bacz-ı ictibârât ve nisbet iledir. İbrâhîm, Allâh’ı bize Sıfât-ı Sübütiyye ile bildiren bir harfdir. Bu cihet, “Esrâr-ı Ceberüt-i Aclâ” nâmındaki eserimizde muşarrahdır. (Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l- hacci yetüke ricalen)[53] Nazm-ı Celil’inin sırrı ve bu ezan-i rical-i bağy Ervah’ın Makam-ı İbrahimiyyet’e zuhür ve bed ve neşeti ve Ervah ’ın Ene ve Ente ile imtiyazı, Elest sırrı, Makam-ı İbrahimiyyet’de olması ictibarıyladır. “Rical”, “racül”ün cemci olduğundan, imtiyaz-ı meşrühu gösterir. Zi^ühun kaffesine hayat, İbrahimiyyet vasıtasıyla [51] varid olur. Bu makamda dahi Tecelli, Yüz İsm ile olur. Rüh, ¡Âlem-i Emkine’de şu gibidir.

Nitekim şu (Ve ce’alna mine’l-ma^ külle şeyin hayyin.)[54] Delili ile ihya edip, narı ıtfa etdigi gibi Rüh dahi ihya ve ıtfa eder. Nitekim, Ervahın zi’z-zıllı olan İbrahim ¡aleyhis selamda olduğu gibi ki (Ya naru küm berden ve selamen ala İbrahim.) Âyet-i Celilesi natıkdır. Haşıl-ı müfad, Tecelliyyat-i Maiyye, Tekaza-yı İbrahimiyyet’dendir.

Tecelliyyat-i Maiyye-i Külliyye’de Rühu’l-Külli olan İbrahimiyyet mutaşarrıf olduğu beden-i cüzide İbrahimiyyet’in cünüd ve zılali olan Ervah-ı Cüziyye, ‘unşur-ı ma-i cüzide müdirdir.

SIRRA OLACAK MURAKABE

Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i İlahi, evvela Şuünat-ı Zat Makamı’na, ondan zıllı olan Müseviyyet’e, Müseviyyet’den zıllına ki, hazret-i şeyh muraddır. Sırr-ı salike, cereyan-ı feyz mülahaza olunacakdır. İşbu Müseviyyet’de tecelli, Zat’dan Veniyyet-i İlahiyye’dendir. Zira, zat, şuünatın manşeidir. Müsa “¡aleyhisselam” na’leynine nazar etdiginde, (Fe’hle’ na’leyk)[55] sırrı zuhür etdi ki bu tecelli, Ef’al’dendir. “Na’leyn-i Sübühat-ı Vech” olan hucub-ı nariyye ve hucub-ı nüriyyedir. Mezâhir-i Mümkinât’a nazar etdiginde ulvî ve süflî, küllî ve cüzî eşyâdan ya’nî şecere-i kâ’inâtdan (İnnenî Ene’llâhü lâ ilâhe illâ Ene fe’budnî.)[56] sırrı zuhür etdi. Fakat, Tecellî-i Evvel, Rubübiyyet’den olup Tecellî-i [52] Sânî Hazretü’l- Esmâ olan Vâhidiyyet ve Ulühiyyet’dendir. Müsâ aleyhisselâma olan tecelliyyâtın kâffesi eşyâdan olduğundan, Müsâ ve Tevrât, şırf-ı zâhirdir. Hattâ Müsâ aleyhisselâmdan zuhüra gelen havârik-ı âdiyye, aşâ gibi, edevât-ı zâhireden şırf-ı âfâkî olarak zuhüra gelmişdir. Hattâ bu sırrdandır ki, Kavm-i Müsâ (Erine’llâhe cehraten)[57] dediler. Yanî (Cenâb-ı Hakk’ı bize cehraten göster) dediler. Lâkin, İsâ

“aleyhisselâm” şırf-ı bâtın ve rühânî olduğundan, ihyâ’-i emvât gibi havârik-ı enfüsiyye ve bâtıniyye zuhüra geldi. Hattâ, o kadar ekl ve şürble ünsiyyetleri yok idi. Lâkin, kavmi, levâzimât-i beşeriyyeye inhimâk eylediklerinden, Ahkâm-ı İncîliyye, üzerlerinden ref olundu. Dînlerini zâyi etdiler.

Âlem-i Sırr, âteş gibidir.

‘Unşurda Nâr, Sırr’ın şuünâtıdır. Zîrâ, Sırr, Müsâ aleyhisselâmın zıllıdır. Müsâ “aleyhisselâm” kendisi, Nârî olduğundan, tâbüta mevzüen Nîl’e kazf olundular. Zîrâ, şu, âteşi ıtfâ eder. (En’ıkzi fî-hi fi’t-tâbüti fakzi fî-hi fi’l-yemmi.) ve (İhhI ânestü nâran)[58] Âyet-i Kerîmeleri nâtıkdır. Müseviyyet, Tecellî-i Rahmân’dır. Zîrâ, Rahmân, Arş üzerinde cilve-ger oldu. Hâlbuki, Arş-ı Rahmân, şu üzerindedir. Müsâ aleyhisselâm da şuya kazf olundu. Sırr da, Tecellî-i Letâ’if-i sâire gibi Yüz Esmâ’-i İlâhiyye ile olur.

[53]                                                                          HAFÂYA OLACAK MURÂKABE

Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i İlahi, Sıfat-ı Selbiyye’ye, ondan, ¡Îseviyyet’e, ¡Îseviyyet’den zılla ki, hazret-i şeyhin Hafasına, ondan da salikin Hafasına cereyan-ı feyz mülahaza olunacakdır. Sıfat-ı Selbiyye, Cenab-ı Hakk’ı ekl ve şürb ve tahayyüz ve temekkün ve hulülden ve sair-i mahlükun muttaşaf olduğu evşafdan, mesela, ¡abdin mevşüf olduğu müridiyyet ve muktediriyyet-i hadiseden ve emsalinden tenzihden ¡ibaretdir.

Hazret-i ¡Îsa “¡aleyhisselam” şırf-ı meleküti olduğundan, kuyüdat-ı beşeriyyeden münselıh idiler. Bu eclden, istifazaları, Selbiyye’dendir. ¡Îsa ¡aleyhisselamın beşeriyyete münasebeti, valideleri tarafındandır. Bu cihetden, Hafa, İbrahimiyyet’in yani Rüh’un sırrı olup bize Hafa’dır. Âdemiyyet’le münasebeti yok gibidir. Zira, hılkat dört nevdir: Evvelkisi, Âdem ¡aleyhisselamın hılkatidir. İkincisi, Havva’nın hılkatidir. Üçüncüsü, ¡Îsa ¡aleyhisselamın hılkatidir. Dördüncüsü, bizim hılkatimizdir. Bu dört nevin yek-digerine münasebeti, min vechdir. Hafa, ¡Âlem-i Halk’da hava gibidir. Zira, ¡Îseviyyet’in zıllıdır.

¡Îsa “¡aleyhisselam” havaya urüc etdiler. Nitekim, Hadis-i Şerif şeref-şudür oldu: (Semitü enne Isa aleyhisselam yemşi fi’l-ma:Ji ve lev ezdade yakinen li-yemşi fi’l-heva.)[59] Ya ¡ni (¡Isa aleyhisselam, işitdim ki, şuda meşy edermiş. Egerçi, yakini müzdad olsa, havada meşy eder.) buyurulmuşdur.

[54]                                                                          AHFÂYA OLACAK MURÂKABE

Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i İlahi, evvela, Şenü’l-Cami Makamı’na,

ondan Hazret-i Muhammedi’ye, ondan zıllına, ondan, Ahfa-yı salike feyzin cereyanı mülahaza edecekdir. Hazret-i Risalet-penah Efendimiz, Mecamicu’ş-Şuünat olduklarından, (Kavseyn)e (Kâb)[60] olmuşdur. Zîrâ, Şarkî de degillerdir, Garbî de degillerdir. Kavs-i Zâhirî’yi, Kavs-i Bâtınî’yi muhtevîdirler. Onun içün, insânın Ahfâ’sı vesatda vâkı olmuşdur. Aleyhişşalâtü vesselâm Efendimizden zuhüra gelen mucizât-ı bâhire hem zâhirî, hem bâtınîdir. Beyân olunduğu vechle, Müsâ ve Îsâ aleyhimüsselâm Hazarâtı’nın böyle degildir. Ahfâ, Âlem-i İmkân’da nefs mukâbilindedir. (Le-kad âe-küm Rasülün min enfüsi-küm.)[61] buyuruldu. Letâ’if-i sâ’irenin eczâ’-i unsuriyyenin birine münâsebetleri olup da Ahfâ’nın eczâ-yı ‘unşuriyyeyi câmi olan Nefs-i Nâtıka mukâbilinde olması, Ahfâ’nın Kavs-i Muhammed’e olan münâsebeti hasebiyledir.

Zîrâ, Muhammed “aleyhisselâm”, Şe’nü’l-CâmMir. Âlem-i Emr’i câmi olduğu gibi, Âlem-i Halk’da da câmMir. Bu makâmda, Tecellî, yine Yüz Esmâ iledir. Gerek şırf-ı murâkabede ve gerek zikrden evvelki murâkabede ve gerek zikre huzür bulmak şartdır. Yoksa bir oturuşda mecmü-ı Letâ’if’e murâkabe ve zikr lâzım degildir. Her ikisinde huzür-ı sâlik, miyâr tutulur. Murâkabede ahvâl-i Mevt ve ahvâl-i Kabr ve ahvâl-i Sırât ve Haşr ve Muhâsebe ve Mecâşî (Vel-tenzur [55] nefsün mâ kaddemet li-ğadin ve’tteku’llâhe) Nazm-ı Celîli muktezâsı üzre ilâve-i tefekkür edilecekdir.

İhvânlara tefhîmi işbu Tefekkür-i Murâkabeden sonra ve Fâtiha’dan evvel Hatm-i Şerîf kırâ’et etdiren zât, cehren “İtişâm-i şerîf^’ dir. Mecmü-ı ihvân da Ahfâlarında habl-i metîn ve urvetü’l-vüskâ olan Kitâb ve Sünnet’i mülâhaza eder. Ke-eyyihimâ, kâffe-i ümmeti ve vücüdumuzu müstevlî bir nür taşavvur ederler. Tefekkür ve İtişâm-i Şerîf, ihvânların derslerinde dahî muteber ve mültezem tutulacakdır.

(Allahümme şalli ve sellim ve bank ‘ala seyyidina Muhammed.) Letaifü’l- Letaif’e darb olunup mecmü-ı cünüd-i Rusül ve Enbiya’ “¡aleyhimüsselam” Hazaratı ve içlerinde Muhammed “¡aleyhisselam” Ser-darı ve cemini muhtevi mülahaza olunacakdır.

(Ve inne cünde-na le-hürnU’l-galibün)[62] Nazm-ı Celili’nden murad, Cünüd-i Rusül ve “Nün”dan murad, mecmü-ı Rusül’i cami İnsan-ı Ekber olan Muhammed ¡aleyhisselamdır.

Rusül-i kiram Hazaratı’yla münasebet-i Muhammediyye, cesed-i Muhammediyye’dir ki, Rusül-i kiram Hazaratı’na (Cim) yani hulaşa-i ekl ve şürb vasıtasıyla aşlab-i paklerinden müteselsilen neşet-i ‘unşuriyyede zuhür etmişlerdir. Haşıl-ı kelam, Muhammed “aleyhisselam” Cesed-i Müddehir olarak içlerinde mevcüd olup yani Ecza-i Ferdiyye-i İmkaniyye olarak beşeriyyetleri, içlerinde mevcüd olup, hakikatleri (Sin) yani İnsan-ı Kebir olarak cümlesini [56] havi belki Hazret-i Âdem’de bile Sırr-ı Aczam Muhammed ¡aleyhisselamdır. “Secde”deki “sin” işbu Sırr-ı Aczam-ı Rühu’l-Ekber olup Âdem’de olduğu itibarıyla Cesed-i Muhammediyyesi’nin “sin”i, “mim”i üzerine takaddüm etmişdir. (Küntü nebiyyen ve Âdeme beyne’l-mai ve’t-tm) Hadis-i Şerif’i bunu natıkdır. Zira, “sin” Rühu’l- Ekber-i Muhammediyye’dir ki neşet-i rühaniyye itibarıyla Müahhar ve Hatem olduğundan “sin”, “cim” den teahhur ederek cesed olmuşdur. Zira, lisan-ı haşşda (Cim), ekl ve şürb ve münisdir.

(Ve Âl-i Seyyidina Muhammed) Letaif, cemic-i cesede darb olunacakdır. İnsan, Nüsha-i Kübra olduğundan, cemic-i ¡avalim mesabesindedir. Bu şüretde kaffe-i kainat, insana nisbetle ceseddir. “Âl”den murad, Sıddik-ı Ekber’dir. İla yevmi’t- tenad, zuhüra gelen ve gelecek ümmet-i mutlaka-i külliyyedir. Mecmüc-ı ümmet ve Nesl-i Pak-i Ahmedi ve Mim-i Ahmedi bile birlikde bu makamda mülahaza olunacakdır. Yalnız, Eşhab “rıdvanullahi ¡aleyhim ecrna^in” Hazaratının Muhammed caleyhisselâma münâsebetleri, Vücüd-i Muhammedî ictibârıyladır. Yine bu Vücüd, Cesed’dir. Fakat, “sîn”in beşeriyyete nüzülü yacnî neşet-i beşeriyyetde Muhammed caleyhisselâmın zuhüruyla Cesed, Vücüd olmuşdur. Lâkin Tâbicîn ve bizim nisbetimiz, Cism-i Muhammedî vâsıtasıyladır ki (Cîm) yacnî Evlâd-ı Nesl-i Pâk-i Ahmedî ve “mîm” yacnî Şuünât-i Vahyiyye ki Kitâb ve ŞerFat’i el-ân içimizde mevcüd olup bununla münâsebetimiz vardır. (İnnî teraktü fî-kümü’s-şekaleyn. Kitâbu’llâhi ve cltratî)[63] Cism’in “sîn”i, Melekütiyyet-i Muhammedî’den cibâret olmakla “cîm ve “mîm”in vesâtati olmaksızın münâsebet, müstehîldir.

[57] “Cîm-Sîn” dahî curüc etseler, Cism-i Muhammedi’nin Dâru’s-Selâm ve yâhüd Dâru’l-Huld olması lâzımgelir ki her ikisi de cennetdir. Böyle ğâyet-i teshîkde olan Dârü’s-Selâm ve yâhüd Dâru’l-Huld, Zılâl-i Hakîkat-i Muhammediyye’dir ki her ikisine münâsebet ne keyfiyyetde olur? Bizim bu beyânımızda emvâte râbıta edenlere cevâb var. Zîrâ, berzah-ı kabrde rühâniyyetden istifâza etmek, Anadolu’da bulunan bir kimsenin İstânbul’da bulunan bir âdam ile mükâleme etmesi kabîlinden olur ki aralarında berzah-ı bahr hâil olduğundan muhâvere muhâldir. cÂlem-i Kabr, cÂlem-i Meleküt’ün bile fevkindedir. Zîrâ, melekler de mevti zâ’ikdir.

Beşeriyyet ile cÂlem-i Kabr arasında ne kadar beyn-i bacîd vardır. Bu istifâza teslîm olunmasa, Cenâb-ı Hakk’ın bir peyğamber göndermesi lâzım gelir idi. Zîrâ, rühâniyyet, ebedîdir. İşbu münâsebet iktisâb olunmakla caşren bacde caşrin nebiyy-i hayy tacaddüd eyledi.

(Bi-cadedi halkı-ke) Kalbe darb olunup Kalb, mülâhaza olunacakdır. Nüsha-

i    Kübrâ olup da mecmüc-ı cÂlem-i Vücüd’dan cüz olan Âdem’in gölgesi Kalb olduğundan, gerek süflî ve gerek culvî, mahlükât-ı İlâhiyye, Mahmür-i Kalb’de devr etmiş gibidir.

(Ve nzâ^e nefsi-ke) Rüh’a darb olunacakdır. Cenâb-ı Hakk içün nefs taşavvur etmek müstehîl olduğundan, nefsden murâd, iklîm-i [58] Vücüd’da Ser-i

Hilâfet! edegelmekde olan Rüh’dur ki o Rüh, Nefs-i Rahmânî (Ve nefah-tü fî-hi min ruhî)[64] sırrının bir lemca-i Lâhütiyyesidir. Rüh ve Nefs ve Kalb sâ’irlerince bir ise de bizce min vech muğâyeretleri vardır. Nefs ve ¡Akl ve Kalb; Rüh’un tedbîr ve tasarrufuna edevât ve cevârih mesâbesindedir. Şey’in edevât ve cevârihi, şey’in gayrî

degildir. Fakat, ¡aynî de degildir. (Hebbet ileyye nefesü’r-rahmâni can cânibi’l-

2                                       _ _____

Yemen) mantük-ı münıfinden murâd, işbu “nefh” olan “rüh”dur. Zırâ, Rüh-ı Şarkı

olup yemîn tarafından nüzül etmişdir. Fakat, Kalb, şimâlîdir. Rüh, Cenâb-ı Hakk ¡indinde merzâ olduğundan Emr-i Rabb’dir. Nefs-i Nâtıka’ya Rüh’un rızâsını tahsîl etdirmek lâzımdır. Bu da mücâhedeye ibzâl-i mesâcî ederek Nefs-i Emmâre’yi hadd-i îtmi’nân ve Râzıye ve Merziyye Makâmları’na îsâl ile nefsi, Ahlâk ve Rüh ile ittisâf etdirmek ile olur.

Nefs, emzice-i behîmiyye ve ahlâta macküs bir zıllî olduğundan, mir’ât-i tabîcatda zuhüru zıll-i Rüh’a nefs ictibârını kazandırdı. Zulmet-i tabîcatle fevka’l-câde âlüde olan nüfüs-i süfliyye bir ğayriyyet ve bir vücüd-i kesâfet iktisâb eyledi. Nefs, Rüh, Şemc-i Rüh ile fitîle-i ahlât-ı tabîciyyenin ictimâc ve iştimâlinin netîcesidir.

Rüh, eb; ve ahlât, ümm mesâbesindedir. Ümmetin zulmet-i behîmiyyeye inhimâki, ahlâkını da mahv ve muzmahil eylediğinden, şiddet-i izmihlâl, min haysi hey hey ümm eylemişdir ki, mü’ennese calem olan nefs [59] lafzı, kendisine calem oldu. Fakat, nüfüs-i tayyibeye nefs ıtlâk olunması kevn-i sâbık ve yâhüd ğalebe-i isticmâl iledir. Mâ hüve’l-vâkıca nazaran “Zıll-i Rühu’l-Kuds” demek, sezâdır. Nefs, her hâlde berzah-ı tabFatden tahlîsi ile ona Rızâ’-i Rüh’ı tahsîl etdirmek ancak mücâhede ve riyâzate ictinâ ile olur. Zîrâ, Rüh ile Nefs arasındaki muğâyeret, kedüret-i tabîciyyeden ileri gelmişdir.

(Veznü-hü cArşu-ke) Sırr’a darb olunacakdır.

(Ve midâdi kelimâti-ke yâ Erhame’r-Râhimîn) Hafâ’ya Kavs-i Muhammedî’de yacnî Ahfâ’da derc ile Ahfâ’ya darb olunacakdır. ^â “¡aleyhisselam” ile Muhammed “¡aleyhisselam” beyninde kelimat olmakda fark yokdur. Her ikisi de kelimedir. Kelime-i Muhammediyye ve Kelime-i ¡Îseviyye denilir.

Cenab-ı Hakk tecelli edince (Cecale-hü dekken)[65] Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın benligi paralandı. (Ve harra Müsa sacikan) Yani, Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın benligi kalmayıp Fena-Fi’llah’da Fena-ender-Fena olup Hakk’la baki

3

kaldı. (Fe-lemma efaka) Vakta ki Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın benligi gidip Fena- Fi’llah’da tecelli-i Bari ile mahv-ı mutlak olup Hakk’ı, göziyle müşahede etdi ise (Kale sübhane-ke tübtü ileyke ve ene evvelü’l-mü^mimn.)[66] Yani (Benlikden tevbe eden müzminlerden oldum.) dedi.

[60]                                                                                                           İSTİĞFÂR

İstiğfar üç kısmdır: Biri, mübtedilerin istiğfarıdır ki ibtida inabe etdikleri vakt günahlarına istiğfar eder.

İkincisi; saliklerin istiğfarıdır ki, sülükünde Hakk’dan ğayri ne var ise cümlesine istiğfar ederler.

Üçüncüsü; benligine istiğfardır ki, Nitekim Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın istiğfarı gibi.

Ey cezbe-i İlahiyye ile meczüb olup Cemali hüsnüne hayran olan ¡aşık-ı şadıklar! Müsa “¡aleyhisselam” ülü’l-cazm peyğamber iken, Bari Teala’yı görmek mümkin olmasa, kendini göster, diye münacat eder mi idi? İmdi, ¡Âlem-i mahviyyetden müşahede-i Cemal-i Bari, her ¡aşıka müyesserdir. Gerçi, buna tedkik ve müşahedesi tahkik mertebesine vaşıl olmayanlar kail olmazlar. Bu Âyet-i Kerime’nin macnasından bi-haber olarak hem kendileri müşahededen korkarlar ve hem kendilerine uyanları tahvif ederler.

cİLM

Kur’an-ı ¡Azimü’ş-şan, dört ¡ilm üzre şeref-nüzül olmuşdur. Bu dört ¡ilmi camicdir ki, ibtidası ¡İlm-i Şericat; İkincisi, ¡İlm-i Tarikat; üçüncüsü, ¡İlm-i Marifet; dördüncüsü, ¡İlm-i Hakikat’dir.

[61]                              ¡Ulema-yı zahir, ancak ¡İlm-i Şericat’i biliyorlar. ¡İlm-i Tarikat’i ve ¡İlm-i Marifet’i ve ¡İlm-i Hakikat’i bilmediklerinden, ¡ilm; ¡İlm-i Şericat’dir ve ¡ulema, ¡ulema-i Şericat’dir, diyerek ¡ulema-i tarikat ve ¡ulema-i macrifet ve ¡ulema-i hakikat olanları görmek ve bilmek istememişlerse de yek-digerini anlayamamakdan ileri gelen bu hal, tedricen zail olmuşdur. (Ve ma yaclemü te^vlle- hü illallah. Ve’r-rasihüne fi’l-cilmi)[67] mışdakınca (Bari Tecala’nın sırrını ve kelimatını yine kendi bilir ve biri dahi ¡ulema-i rasihün bilir.) demekdir. ¡Ulema-i Rasihün’dan murad, ¡Ulema-i Hakikat’dir. ‘Ulema’-i Tarikat ve ¡Ulema-i Marifet degildir. Gerçi, ¡Ulema-i Marifet, Hakk’ın sırrını ve hikmetlerini bilir amma her sırrını ve her hikmetlerini bilmez. Lakin, ¡Ulema-i Hakikat her sırrını ve her hikmetlerini bilir. Hakk’dan ne ¡ilm ve ne hikmet zuhür ederse, ¡Ulema-i Hakikat, idrak ve tacakkul edebilir. Bir şey, gizli degildir. Zira, onlar, Hakk’la kaimdirler. Ve, ¡ulema-i zahirin ancak bilmesi lazımgelen şeyler, Sırr-ı Rubübiyyet ve ¡İlm-i Hakikat’dir. Zira, dünyaya ancak Sırr-ı Rubübiyyeti ve ¡İlm-i Hakikat’i bilmek içün gelmişizdir. ¡İbadetden murad, ¡İlm ve Hakikat’i yani Macbüdun bi’l-hak olan Allahü Tecala Hazretleri’ni bilmekdir. Yaramaz hüylardan geçip iyi hüyla hüylandıkdan sonra Tecelliyyat-ı Bari ile kendi vücüdu keşf olup Hakk’la kaim olduğu halde ¡Âlem-i Kübra ve ¡Âlem-i Şuğra’yı vücüdunda bulmaktır. ¡Âlem-i Hakikat ile ve ¡İlm-i Ahlak ile ve sırr-ı mukadderat ile [62] hâşıl-ı kelâm, Bârî Tecâlâ’nın kendine mahşüş olan cilmleri ile câlim olan cUlemâ-i Rabbâniyyün ve câşık-ı şâdıklar dâimî bir feyz ve huzürda olup halkın teveccüh ve iltifâtına müftekır degildirler. cUlemâ-i bâtın, vâris­

i   cilm-i nübüvvetdir. Nitekim, Peygamber Efendimiz “caleyhisselâm” buyurur ki: (El- culemâü veresetü’l-enbiyâ’)[68] Yacnî cUlemâ-i bâtın, Peygamberimiz’den “şallallâhü

tecâlâ caleyhi ve sellem” cilm-i ledün ki cilm-i hakîkati irs ile ahz edip (c'Ulemâ’ü

2 • *

ümmetî ke-enbiyâ^i Bem-Isrâ!!) Yacnî (İlm-i bâtın câlimleri Bem-İsrâîl

Peygamberleri gibidir.) Onların muccizatları cUlemâ-yı bâtın olan ümmetin kerâmetleri, onların muccizâtları gibidir. İmdi, hakîkatde câlim iken bunlardan baczılarına ümmî dedikleri, Peygamberimiz Efendimizden irsen tevârüs tarîkiyledir. İlm-i Marifet, İlm-i Hakîkat culemâsının akvâlini vehleten hükm-i katî vererek vesîle-i tacrîz etmek, erbâb-ı inşâfa yakışmaz. Bunların macrifet ve hakîkat cihetlerine mütacallik olan kelâmlarını, hemân, ŞerFat’de yeri yokdur, diyerek inkâr etmek ve fi’l-hâl küfrlerine yormak âdâb-ı mtfâşeret ve ışlâh-bîn esâslarıyla telîf edilemeyecek ahvâlden macdüddur. Aşl şurası mülâhaza ve teemmül edilmelidir ki İlm-i Marifet ve İlm-i Hakîkat, cayniyle, bi-temâmihâ, İlm-i ŞerFat’de bulunmaz. Eger bulunmak iktizâ etse, Allâhü Tecâlânın cilmi, ancak ŞerFat’e mahşüş ve mahşür olurdu. Ve Kurân, bu dört cilm üzre nâzil olmazdı. Dört cilm diyerek bundan haşr ve kaşr murâd etmiyoruz.

[63] Kurân’da her cilm vardır. İşte bu imlerden, naşîbi mikdârını istihrâc ve istikmâl, büyük bir kemâldir. İlm-i Marifet ve İlm-i Hakîkat, İlm-i Şerîcat’e uymaz çünki bunların her birerleri başka imlerdir. Böyle olunca, İlm-i Marifet ve İlm-i Hakîkat, İlm-i Şerîcat’e naşıl muvâfık olabilir? Bunlar, İlm-i ŞerFat’de olmayınca, ne şüretle muvâfık ve ne vechle muhâlif olur? Gerek muvâfakati ve gerek muhâlefeti ne ile anlaşılır? İlm-i Hendese, İlm-i Mantık’a mutâbık ve muvâfık olmadığı içün cilm degildir diye kimse iddicâ edemez. İlm-i Marifet ve cîlm-i Hakîkat dahî böyledir. Mutlakâ zâhire muvâfakati îcâb etmez. İlm, caded gibi lâ- yetenahidir. Hiç bir vakt, hiç bir şüretle haşr ve kaşr edilemez. ¡İlm-i Hakikat’i tahşil içün şurüt-ı ¡adide vardır. Âbdesti olmayan kimsenin kılacağı namaz şahih olmadığı ve caiz olmadığı gibi, Şericat’i bilmeyen Tarikat’e, Tarikat’i bilmeyen de Matifet’e, Marifet’i bilmeyen de Hakikat’e dest-res olamaz.

Bu ¡ilmler, birbirinin lazımı ve mütemmimidir. Eda-yı feraciz ile ŞerFat’i muhafaza etmeyenlerin Tarikat’e sülükü, abdestsiz namaz kılan kimsenin namazı gibidir. ¡Ulema-yı Marifet ve ¡Ulema-yı Hakikat’in ¡ilmleri, ¡İlm-i Kuran’a aşla muhalif degildir. Belki Kuran’dan ¡İlm-i Marifet’i ve ¡İlm-i Hakikat’i istihrac edecek derecede haiz-i ihtişaş olmayanlar, kendi ma^ümatlarına kıyas ederek muhalif gibi görürler. İhsan-ı [64] bi-payan olan Kuran-ı ¡Azimü’ş-şan’dan Ehl-i Şericat, ¡İlm-i Şeriat’i ve Ehl-i Marifet dahi ¡İlm-i Marifet’i ve ¡İlm-i Hakikat’i istihrac eder.

(Eş-Şer^atü şeceratün. Ve’t-tarikatü ağşanüha. Ve’l-Marifetü evrakuha. Ve’l-Hakikatü esmaruha. Ve’l-Kuranü camicu bi-cemPiha.) Şericat ağacının Tarikat, dalı, budağı; Marifet, yaprakları; Hakikat, meyveleridir.

¡İlm-i batını inkar etmek olamaz. Bir şey ki manevi olmakla beraber maddi bir eseri görünür, naşıl inkar edilebilir? Evliyaullahın kerameti, Cenab-ı Hakk’ın ¡inayetiyledir. Keramet, mutlaka Şericat ile ¡amil olarak Tarikat’e sülük ve Marifet’e

ve Hakikat’e vuşül edenlerden zuhür eder. Bunlardan biri tamam olmadıkça keramet zuhüru mümkin degildir. Bunun içündir ki şırf zahir ile meşğül olan zevat ne kadar ¡ibadet etseler, onlardan keramet zahir olmaz. Zira, bu ¡ulüm, seyr ve sülük ile mümkinü’t-tahşildir. ¡İlm-i Hakikat, Bari Tecala Hazretlerinin kendisine mahşüs olan ¡ilmidir. ¡Âşık-ı İlahi olanlar, bu derya-yı bi-giranın ğavvaşlarıdır. ¡İlm-i zahir, o deryanın bir kenarı mesabesindedir. Derya ortasında olan dalgıçların ne çıkardıklarını kenarda olanlar bilir mi? ¡Acaba onlar cevher mi çıkarıyorlar yoksa altın mı çıkarıyorlar? Yalnız karşıdan görmekle bi-hakkın keşf ve istidlal kabil midir?

Tabîîdir ki, zann ile verilecek hükm, yakîn ifâde etmez. ¡Ulemâ’-i bâtın, kendilerine seng-endâz-ı tacarruz olanları şu sebebe mebnî[65]dir ki nazar-ı lâ-kaydî ve müsâmaha ile görerek onları ma¡zür ¡add ederler. Çünki, kendileriniñ bildikleri şeylere, onlanñ ‘ilm ve iktidârı yokdur. ¡Ulemâ-i bâtın, ¡Ulemâ’-i zâhirm ¡ilmini muhîtdir. Bâtın ¡ulemâsı, ¡îlm-i zâhiri ikmâl etmekle o ğâyeye vâsıl oldukları içün ¡ulemâ’-i zâhirm ¡ilmine vuküf ve ıttılâcları olmak zarüriyyât ümürundandır. Buña mebnîdir ki, ¡ulemâ-i bâtın içün ¡ulemâ’-i zâhirm ¡ilminden hîç bir şey gizli degildir. ¡Ulemâ’-i zâhir ile ¡ulemâ-i bâtınm arasında tahaddüs eden ihtilâf, esâsa ¡âid olmayıp, Hazret-i Hızr ile Hazret-i Müsâ “salevâtullâhi ¡alâ nebiyyinâ ve ¡aleyhimâ” Kıssalarına beñzer.

(Ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinne’llâhe ramâ)[69] mantükunca hakîkat-i meselede ihtilâf yokdur. ¡Akl-ı macâşını, ledünniyyâta vuküf peydâ edecek mertebede incilâ ettiremeyenler, ¡ulemâ-i batınm akvâlini kendi ¡ilmlerine muhâlif zann ve zehâbında bulunurlar. Hâlbuki bu ihtilâf, ¡Akl-ı macâşıñ muhâlefetindendir.

Nitekim, makâm-ı Şerîcat’de Bârî Tecâlâ Hazretleri yerde degil, gökde degil, şağda degil, solda degil, cihâtdan münezzehdir, demek, makâm-ı Marifet’de (Ve Hüve meca-küm eyne-mâ küntüm) Yacnî (Nerede olursaüız, Allâhü Tecâlâ, siziñle berâberdir.) demek. Makâm-ı Hakîkat’de (Küllü şeyin hâlikün illâ veche-hü) ve (Hüve’l-Evvelü ve’l-Ahıru ve’z-Zâhiru ve’l-Bâtın.)[70] ve (Fe-eyne-mâ tüvellü fe- semme vechu’llâh)[71] demekdir.

[66] Marifet kapısının Tevhid’i başka, Hakikat kapısının Tevhid’i başkadır.

¡Akl-ı macaş, makam-ı ¡aşkdan şadır olan akvali naşıl idrak ve ne şüretle tacyin ve takdir edebilir? Tarikate girip dünya ve ¡ukbayı terk etmek ve Hakk yolunda cümle muradından geçmek lazımdır ki, Hakikat’den naşibe-dar olsun. Çünki, bu sırrlar, nefsi kurban etmedikçe fehm olunmaz.

(Ve’l-Kuranü camin bi-cemicıha) bunların başka başka birer ¡ilm olduğunu zahir bir şüretde gösterir. Bir kelam ki ehlullahdan şadır olur, elbette bunlardan birisine muvafıkdır.

Anadan doğma gözsüzler ke-ma hiye görmez eşyayı Sorarsan vech-i dil-darı ülü’l-ebşar olandan şor.

Maclüm ola ki, ¡ulüm, üç kısmdır. Lakin, maclümat ictibarıyla degil; tacyin ve tahşiş tarikiyledir. Zira, maclümatın inkısamıyla ¡ilmin inkısamı ğayr-i mahşürdur.

Kısm-ı evvel, ¡İlm-i zahirdir. ¡İlm-i zahir ile murad, ¡ibadat ve muamelat cihetinden mükellefe lazım olan mesail ile mukayyed ¡İlm-i Şericat’dir. Bunun vech- i devranı, Tefsir ve Hadis ve Fıkh üzerinedir. Bu da ¡ulema-i ahiret fetvasından, farz­ı ¡ayndır. Bundan mu°raz [67] olan ahiretde Malikü’l-Mülük’ün satvetiyle halikdir. Nitekim, acmal-i zahireden icraz eden, fukaha-i dünya fetvasında, selatinin seyfiyle halik olduğu gibi. Hakikat-i nazar ise, Şarkin zemm etdigi riya, ¡ucb, ğışş, hubb-i ¡uluvv, hubb-i sena, hubb-i fahr ve tamac gibi ahlak-ı zemimeden ittika; ihlaş, şükr, şabr, zühd, takva, kanacat ahkamının şalahından içün bilmedigine varis olmak üzre ¡ilmiyle ¡amel içün, ahlak-ı hamide ile ittişaf ve taşfiye-i kalb ve tehzib-i nefsdir.

¡Amelsiz ¡ilm, ğayetsiz bir vesiledir. ¡Aksi, cinayetdir. Veracsız ittika, bi-la ücret, külfetdir. Elzem-i ümür, zühd ve istikametdir. Bu da, ¡ilm ve ¡ameliyle intifac içündür.

Üçüncü kısm, İlm-i Mükâşefe’dir. Bu da, bir nürdur ki, kalbin taşfiyesi hâlinde, kalbde zâhir olur.

Macânî-i mücmelenin zuhüruyla Cenâb-ı Hakk’a ve Esmâ ve Sıfâtına ve Kütüb ve Rusülüne macrifet hâşıl olur.

Ve esrârın hazînesinin astârı, kendisi içün keşf olunur. İslâmiyyete münkâd ol ki, cemîc-i mekârihden selâmet bulasın. Münkirlerden olma ki, helâkleri ile helâk olursun. cÂrifler buyurmuşlardır ki, bir kimse içün şu İlm-i Mükâşefe’den bir şey bulunmazsa, o kimsenin su-i hâtimesinden korkulur. [68] Ve bu cilmin ilminden insânın ednâ-yı naşîbi, İlm-i Mükâşefe’yi taşdîk ve ehlini teslîm etmekdir. Ve cilmin bu kısmı, İlm-i Yakîn’de muhakkık olan mürşidlerin makâmıdır.

Bir kimse bu makâma vâşıl olmazsa, ona iktidâ şahîh olmaz ve câiz olmaz. Zîrâ, sülük, cehâlet üzerine ibtinâ edilemez. Bir kimse bu İlm-i Mükâşefe’yi iddicâ etse, hâlbuki kendisinde İlm-i Mükâşefe’den hîç bir şey olmasa, ancak geçmiş zevât-ı kirâm olan mutaşavvıfların makâlâtı ve sâlikînin efcâli vardır, böyle olan kimse, her bir hâlde tâbic gibidir. Hakîkat, Tarîkat ve Şerîcat’e cadem-i vuküfu hasebiyle bunları ne kendisi görür ve ne de bir kimseye gösterebilir.

 

Kaynak: Zahir SÜSLÜ, Mekasıd-ı Salikın (Metin-İnceleme), T.C. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Edirne,  2011



[1] Not: Hayatı Hakındaki Bilgi kısmı [Sefîne-i Evliyâ, Osmânzâde Hüseyin Vassaf, Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul 2006, cilt II, s.266-277] kısımdan alıntılanmıştır.

[2] "Birbirlerine neyi soruyorlar? Büyük haberi mi?" 83. Nebe' sûresi, 1,2. (H)

[3]   “Fazîletli ve himmet sâhibi, mümtâz bir insan, fazîletin en ileri derecesine ulaşmış, Allah’a karşı gelmekten son derece sakınan kâmil bir şeyh, Allah’ın emrettiklerine bağlı kalarak vuslata erişmiş bir mürşid, kâmil, hocaların hocası, Allah’ın bütün kullarına karşı şefkatli, hocamız Mevlânâ Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî en-Nakşıbendî el-Hüseynî, dedesinden icâzetli bir Kur’ân müfessiri idi. En güzel salât ve en temiz selâm ona olsun. Cenâb-ı onun derecesini artırsın, ilmini ve fazîletini yüceltsin. Marifetinden bütün Müslümanlar faydalansın. Bereketiyle, bizim doğruların ve gerçek iman sahiplerinin yolunda dosdoğru gitmemizi nasibetsin.” (H)  

[4]          “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I. s. 203. (H)

[5]          “Ben ise anahtarıyım.” (H)

[6]          “Allah onları arkalarından çepeçevre kuşatmaktadır. Doğrusu bu yüce Kur’ân’dır. Levh-i mahfûz’da yazılıdır.” Burûc sûresi, 20, 21, 22. (H).

[7]          “O, (hicrî) bin senesinden sonra güneş (gibi)dir, hattâ güneşin medârı sayılır. Bizden seyyidim Hüsâmeddîn gizlendi.

Furkân (K. Kerîm)in sırrını en iyi bilen ve onu en yüksek derecede anlayandır. Hidâyet güneşinin dükkânı seyyidim Hüsâmeddîn:

Milletin dayanağı ve işlerinin en üstünü, vâris ilimlerinin üstâdı seyyidim Hüsâmeddîn

İlim kapısının anahtarı, asrının seçkini, emsâllerine üstün geldi seyyidim Hüsâmeddîn

Onu tanımlayacak olanın ömrü bu işe yetmeyecektir. Asır benzerini görmedi. Dînin yardımcısıdır.

Onu tanımlamada acizlik anlaşıldı. Allah’tan ilhamdır ve seyyiddir.

Hidâyet imâmı bir güneştir. Onunla târîhi bilinir. Seyyidim böylece bildirdi.

Hatiften bir ses bana onun gizlenişinin târîhini öğretti: Zamânının kutbu seyyid Hüsâmeddin vefât etti.” (H)

[8] “Sübbûh ve Kuddûs olan Rabbimiz, meleklerin ve Cebrâilin Rabbi.” (H)

[9] “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim de mahlukatı yarattım.” Kudsî Hadîs-i Şerîf

[10] “Hani Rabbin Ademoğlunun sulbünden zürriyetlerini çıkarıp onları nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabbimizsin, şahit olduk’ demişlerdi. Bu şahit tutuşumuzun sebebi, Kıyamet gününde: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’”A’râf Sûresi/172, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[11]         “Bir vakit İbrahim demişti ki: Rabbim ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster. Allah ‘İnanmıyor musun?’ demişti de İbrahim: ‘İnanıyorum, ama kalbim huzura kavuşsun, yatışsın diye sordum’ demişti. Allah buyurmuştu ki: ‘Dört kuş tut, onları iyice inceleyip kendi elinle parçala ve her birini bir dağın üzerine koy, sonra onları çağır, uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah elbette aziz ve hakîmdir.” Bakara Sûresi/260, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[12]         “Muhammed ancak bir elçidir” Âl-i ‘İmrân Sûresi/144

[13]         Resulullah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben önce öğrenmekle emrolundum. Sonra tebliğ etmek ile sonra da amel ile emrolundum.” Hadîs-i Şerîf

[14]         Hadîs-i Şerîf

[15]         “Sana Kur’an’ı indiren, O’dur. Kur’an’ın esasını teşkil eden bir kısım ayetler açık ve kesindir. Diğer bir kısmı ise mecazi manalar taşır. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için, o mecazlı ayetleri tevil ederler ve onlara uyarlar. Halbuki onların gerçek anlamlarını ancak Allah bilir. İlme vakıf olmuş idrak sahibi kimseler ‘Biz ona inanırız. Açık ve kapalı ayetlerin hepsi Allah’tan gelmiştir’ derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünür.” Âl-i ‘İmrân Sûresi/7, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[16]         “İhsân; Allahu Teala’ya, onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmesen de o seni görür.” Hadîs-i Şerîf

[17]         Hadîs-i Şerîf

[18]        “Hani Rabbin Ademoğlunun sulbünden zürriyetlerini cıkarıp onları nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabbimizsin, şahit olduk’

[19]         “Gerçekten ben, Allah’ım. Benden başka bir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” Tâhâ Sûresi/14, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[20]         “Şüphesiz sonunda Rabbine varılacak” Ve’n-Necm Sûresi, 42 [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[21]         “Rabbine dön, sen O’ndan razı, o da senden razı olarak.” Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[22]         Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli dipnot 3’te verilmiştir.]

[23]         Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli dipnot 3’te verilmiştir.]

[24]         “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onun yerine Allah’ı seven, Allah’ın da onları sevdiği müminlere karşı onurlu ve zorlu Allah yolunda mücadele eden, dil uzatanın kınanmasından korkmayan bir kavim getirir. Bu, Allah’ın dilediği kimseye verdiği ihsandır. Allah, ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.” Mâ’ide Sûresi/54, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[25]         “Resulüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” Âl-i ‘İmrân Sûresi/31, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[26]         “O, Allah bir tektir.” İhlâs Sûresi/1

[27]         “Allah murdarı temizden ayırır, murdarı birbirinin üstüne koyup topunu birden yığar da cehenneme atar. İşte bunlar nefislerine ziyan ve yazık edenlerdir.” Enfâl Sûresi/37, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[28]         Hadîs-i Şerîf.

[29]         “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’nun rahmetine yaklaşmaya vesile arayın. O’nun yolunda savaşın ki kurtuluşa eresiniz.” Mâ’ide Sûresi/35, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[30]         “Evinizde oturun. Evvelki cahiliyyet yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı dosdoğru kılın. Zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” Ahzâb Sûresi/33, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[31]         “Haydi, kullarımın arasına karış.” Ve’l-Fecr Sûresi/29

*  “Ehl-i beytime karşı muhabbet, Nuh’un gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse güvende olur.” Hadîs-i Şerîf.

[32]         “Cennetime gir.” Ve’l-Fecr Sûresi/30

[33]         Âl-i ‘İmrân Sûresi, 31

[34]        Kehf Sûresi/37

[35]         “Ve’t-Târık Sûresi/5, 6

[36]         A’râf Sûresi, 189

[37]         Ve’n-Nâzi’ât Sûresi/40, 41

[38] “Göğsüne ‘Lâ İlâhe İllallah yazan kimse Münker ve Nekir’in sualinden emin olur.” Hadîs-i Şerif.

[39]         “Allah onların isnad ettikleri noksanlıklardan münezzehtir.” Ve’s-Sâffât Sûresi/159 [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[40]         “O cennetliklerin gönüllerindeki kini söküp atarız. Cennetle, altlarından ırmaklar akarken: ‘Hidayetine eriştirip bizi buna kavuşturan Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Andolsun ki Rabbimizin peygamberlerine bize gerçeği getirmiştir.’ derler. Onlara: ‘İşte yaptığınız işlere karşılık miras olarak elde ettiğiniz cennet budur’ diye seslenilir.” A’râf Sûresi/43, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[41]         “Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. Kendilerinden ‘Zıhar’ yaptığınız karılarınızı, analarınız kılmadığı gibi, evlatlıklarınızı oğullarınız gibi kılmadı. Bu sizin ağızlarınızdaki sözünüzdür. Allah ise hakkı söyler ve O yolu gösterir.” Ahzâb Sûresi/4, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[42]         “(Yakub) ‘Bundan önce kardeşiniz Yusuf’u size emanet ettiğim gibi şimdi onu hiç size emanet eder miyim? Şüphe yok ki Allah koruyucuların en hayırlısı ve merhametlilerin en merhametlisidir.’” Yûsuf Sûresi/64, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[43] “Bir vakit İbrahim demişti ki: ‘Rabbim ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’. Allah: ‘İnanmıyor musun?’ demişti de İbrahim: ‘İnanıyorum, ama kalbim huzura kavuşsun, yatışsın diye sordum’ demişti. Allah buyurmuştu ki: ‘Dört kuş tut, onları iyice inceleyip kendi elinle parçala ve her birini bir dağın üzerine koy, sonra onları çağır, uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah elbette aziz ve hakîmdir.” Bakara Sûresi/260, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[44]         Kudsî Hadîs-i Şerif.

[45]        Beyyine Sûresi, 5

[46] “Ben sana kulak, göz, sağlam bir el, ayak ve dil oldum.” Kudsî Hadîs-i Şerîf.

[47]         “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Kalbinizde olan şeyleri açıklasanız da gizleseniz de, Allah sizi onunla hesaba çeker. Allah dilediğini bağışlar ve dilediğine azap verir.

O, her şeye gücü yetendir.” Bakara Sûresi/284, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[48]        “Mekkelilere bir ayet geldi mi ‘Allah’ın peygamberlerine geldiği gibi bize de bir ayet gelmedikçe inanmayız’ derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini bilir. Suç işleyenlere, Allah katından aşağılık ve hilelerinden dolayı da şiddeti bir azap gelip çatacaktır.” En’âm Sûresi/124, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[49]        “Arş sahibi ve varlıkların en yücesi olan Allah, kavuşma gününü ihtar etmek için kullarından dilediğine emriyle vahyi indirir.” Mü’min Sûresi/15, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[50]        “Bedir’de kafir düşmanlarınızı siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Habibim düşmanının gözüne bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Ve bunu müminere güzel bir ganimet ve zafer tecrübesi vermek için (yaptı). Muhakkak ki Allah işiten ve bilendir.” Enfâl Sûresi/17, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[51]        “ Ey iman edenler! Kendinizi, çoluk ve çocuklarınızı öylesine bir ateşten koruyunuz ki onun yakacağı şeyler insanlarla put taşlarıdır. O ateşin üzerinde melekler vardırki çok sert ve çok kuvvetlidirler. Allah kendilerine ne emrettiyse, isyan etmezler ve emredilen her şeyi yaparlar.” Tahrîm Sûresi/6, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[52]        “Benden sonra gelenlerin beni güzel şekilde anlamalarını sağla.” Şu’arâ’ Sûresi/84, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[53]        “İnsanlara haccı ilan et. Gerek yaya olarak gerek uzak yoldan binek üzerinde senin huzuruna gelsinler.” Hacc Sûresi/27, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[54]        “O kafir olanlar bitişik bir halde bulunan yerle göğü birbirinden ayırdığımızı ve her diri şeyi de sudan yarattığımızı görmediler mi? Hala inanmıyorlar mı?” Enbiyâ Sûresi/30, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[55]        “Haberin olsun, ben senin Rabbinim. Haydi ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadide ‘Tuva’dasın.” Tâhâ Sûresi/12, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[56]        “Gerçekten ben, Allah’ım. Benden başka bir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” Tâhâ Sûresi/14, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[57]        Nisâ Sûresi/153

[58]        “Musa yola çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü. Ailesine: ‘Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yahut bir kor getiririm de ısınabilirsiniz’ dedi.” Kasas Sûresi/29, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[59]        Hadîs-i Şerîf.

[60]        “İki yay arası kadar yahut daha az oldu.” Ve’n-Necm Sûresi/9, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[61]        Berâ’et Sûresi/128

[62]        “Muhakkak ki bizim ordumuz galip gelecektir.” Ve’s-Sâffâti Sûresi/173, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]

[63]        “Ben size iki şey bıraktım: Allah’ın kitabı ve ehl-i beytim.” Hadîs-i Şerîf.

[64]        “‘Ben onu yaratıp ona ruh verdiğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın’ demişti.” Hicr Sûresi/29, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[65]        “Musa tayin ettiğimiz müddet içinde gelip Rabbi onunla konuşunca Musa: ‘Rabbim! Cemalini bana göster, sana bakayım’ dedi. Allah: ‘Sen beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebilirsin’ dedi. Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu yerle bir etti ve Musa bayılarak yere düştü. Ayılınca da: ‘Yarabbi, seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben iman edenlerin ilkiyim’ dedi.” A’râf Sûresi/143, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[66]        A’râf Sûresi, 143, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli dipnot 1’de verilmiştir.]

[67] Âl-i ‘İmrân Sûresi, 7

[68]        “(Hakiki) Alimler peygamberlerin varisleridir.” Hadîs-i Şerîf.

[69]        “Bedir’de kafir düşmanlarınızı siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Habibim düşmanının gözüne bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Ve bunu müminlere güzel bir ganimet ve zafer tecrübesi vermek için (yaptı). Muhakkak ki Allah işiten ve bilendir.” Enfâl Sûresi/17, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[70]        “O, her şeyden evveldir. Ve de ahirdir. Zahirdir ve gizlidir. O, her şeyi bilendir.” Hadîd Sûresi/3, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

[71]        “Doğu ve batının hakimi Allah’tır. Hangi tarafa yönelirseniz Allah’ı orada bulursunuz. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti geniştir, O, her şeyi bilendir.” Bakara Sûresi/115, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar