MEKASID-I SALİKIN
kaddesellâhü
sırrahu’l âli
MEKASID-I
SALİKIN
Hazırlayan
Zahir SÜSLÜ
Edirne-2011
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى
اله وصحبه وسلم اجمعين
ŞEYH AHMED HÜSÂMEDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ
HAYATI ve HAKKINDAKİ BİLGİ[1]
1264
senesi Rebîu’l-evvelinde (Şubat-Mart 1848) Ban vilâyeti’nin - Dâğistân’da -
Rukkâl şehrinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri Seyyid Saîd b.
Seyyid Sefer b. Seyyid Haydar b. Seyyid Hasan b. Seyyid Kâsım b. Seyyid
Muhammed b. Seyyid Dâvûd b. Seyyid Ca’feri es-sâlis b. Seyyid Muhammed Zâhid b.
Seyyid Mûsâ Kâzım es-sânî b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid İsmâîl b. Seyyid Mustafa
el-Ahrâr b. Seyyid Ahmed-i Bağdâdî b. Seyyid Süleymân b. Seyyid Îsâ el-Ahrâr b.
Seyyid Abdullâh Tâhir b. Seyyidinâ Hz. Pîr İbrâhîm ed-Dessûkî b. Seyyid
Ebu’l-Mecd b. Seyyid Kureyş b. Seyyid Muhammed et-Tayyib b. Seyyid Ebu’n-Nücâ
b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid Muhammed b. Seyyid
Muhammed Ebu’t-Tayyib b. Seyyid Abdülkâtim b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid
Ebu’l-Kâsım b. Seyyid Ca’fer el-Mehdî b. Seyyid Ali el-Hâdî b. Seyyid Muhammed
el-Cevâd b. Seyyid Mûsâ el-Kâzım b. Seyyid İmâm Ca’fer es-Sâdık b. Seyyid
Muhammed el-Bâkır b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Hz. İmâm Hüseyin b. Hz. Alî (kerrema'llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anhum).
İsm-i
âlîleri, Ahmed; künyeleri, Ebu’l-Haydar; lakab-ı şerîfleri, Sefer, Hüsâmeddîn,
Tevfîk, Hamdî ve Abdulgafûr’dur. Nakş-ı hâtem-i siyâdetleri,
"Ni'me’r-refîk Ahmed-i Tevfîk"tır. Vâlidelerinin ismi, Şerîfe binti
Abdullâh’dır.
Mehâdim-i
kirâmından Seyyid Ali Rızâ Efendi, Mevâlid-i
Ehl-i Beyt nâmıyla bir eser te’lîf edip, pederlerinin ve ecdâdının
tercüme-i hâlini bunda yazmıştır. Mütâlaaya şâyân bir kitâbdır. Bunda
yazıldığına göre, 1277/(1860-61)’de, berây-ı hacc-ı şerîf âzimi Mekke-i
Mükerreme olan pederiyle birlikde bulunup, pederlerinin Mekke’de irtihâli
üzerine Medîne-i Münevvere'ye gitmiştir. Bir müddet sonra İstanbul'a gelip
pederlerinin vasiyeti üzerine Denizli’de, Şeyh Hacı Hasan Feyzî Efendi’ye mülâkî
olduktan sonra, Uluborlu’da, pederlerinin mürîdânından Şeyh Hacı Mustafa Efendi
merhûmun nezdine azîmetle zamân-ı mev’ûdun hulûlüne kadar tedrîs-i ulûm ile
iştigâl etmiştir. Hacı Mustafa Efendi müşârünileyhe baldızı hanımı tezvîc
eylemiştir.
1300/(1883)
târîhinde, işâret-i ma’neviyye üzerine Sivrihisâr’a azîmetle neşr-i envâr-ı
irfân eylediler. Şöhretini istirkâb edenlerin ağrâzı neticesi Ankara’da ikâmete
me’mûr olup, Vâli Âbidîn Paşa merhûmun hürmetini celb ile, 1305/(1888)
senesinde Bursa’ya /136/ azîmet ve ihtiyâr-ı ikâmet eylemiştir. Maksem
civârında, Ahmediyye nâmıyla bir medrese, bir mescid ve bir de hâne yaptırıp,
1313/(1895) târîhine kadar tedrîs ve ta’lîm ile meşgûl olmuştur. Burada da
ashâb-ı ağrâzın ta’rîzına dûçâr olup, Sultân Abdülhamîd Hân’ın emriyle
Trablusgarb’da ikâmete me’mûr edildiler. Burada da zamânlarını te’lîf-i âsâra
hasr ile Tefsîr-i Kebîr ve
Muşahhasât-ı Suver-ı Kur’âniyye nâm eserlerini yazdılar.
1324/(1908)
senesinde inkılâb-ı hükûmet vâki’ olunca, vâli Receb Paşa merhûmla İstanbul’a
gelerek, Bursa’daki mescid ve medreselerinin ta’mîrine şitâbân oldular. Bir
buçuk sene Bursa’da kalarak İstanbul’a avdetle, Çapa civârında Ârifî Paşa
merhûmun konağını iştirâ ile 1324/(1908) sonuna kadar ikâmet buyurdular.
1331/(1915)’de Sivrihisâr’a gidip iki sene kaldılar. 1334/(1918)’de İzmir’e
azîmetle yirmi gün misâfir oldular. İstanbul’a avdetlerinde, harîk-ı kebîrde
konakları yandı. Burada âsâr-ı aliyyelerinden yüz cildden fazlası yanmıştır.
Ba’dehû Bursa’ya nakl-i hâne ettiler. Balıkesir-Bandırma’ya gittiler. Şubat
1337/(1921)’de İstanbul’a avdetle Hz. Sünbül civârında, Çınar Karakolu’na yakın
“Voyvoda Konağı” denilen ikâmet-gâhda bulundular. Ahîren Beşiktaş’da bir hâneye
nakledip, son günlerde Cerrâhpaşa civârında iştirâ buyurdukları hâneyi mesken
ittihâz eylediler.
Nakşıbendî,
Kâdirî, Çeşti ve Sühreverdî tarîklarının ve daha doğrusu tarîk-ı hikmet ü
irfânın câmiü’l-esrârı bulunuyorlar.
Nakşî Silsilesi:
es-Seyyid
eş-Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh Gulâm Ali,
eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh Hân, eş-Şeyh es-Seyyid Nûr Muhammed el-Bedvânî,
eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî
es-Serhendî, eş-Şeyh Muhammed el-Bâkî, eş-Şeyh Hâce Emkinekî, eş-Şeyh Dervîş
Muhammed, eş-Şeyh Muhammed-i Zâhid, eş-Şeyh Hâce Ahrâr-ı Ubeydullâh, eş-Şeyh
Muhammed el-Attâr, eş-Şeyh kutbu’t-tarîka Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
Kâdirî Silsilesi:
es-Seyyid
Ahmed Bahâeddîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, eş-Şeyh
Mîrzâ Cân-ı Cânân, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Âbid, /137/
eş-Şeyh Abdülahad, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî, eş-Şeyh
Seyyid İskenderî, eş-Şeyh Seyyid Kemâleddîn-i Kengî, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı
Sânî, eş-Şeyh Fuzayl, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı evvel, eş-Şeyh Ebu’l-Hasan, eş-Şeyh
Şemseddîn-i Sahrâî, eş-Şeyh Seyyid Ukeyl, eş-Şeyh Abdülvehhâb, eş-Şeyh
Bahâeddîn, eş-Şeyh Şerefeddîn, eş-Şeyh Abdürrezzâk, eş-Şeyh kutbu’l-hakîka
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Ahmed Efendi hazretleri ilm-i
tevhîdde ferîdü’l-asr olduklan gibi hakîkaten gavvâs-ı deryâ-yı Kur’ân’dır.
Esrâr-ı maânî-i Hz. Kur’ân’a vâsıl, sâhib-i te’vîlât u makâmât bir pîr-i
kâmildir. Mislini asırlar idrâk edememiş denilecek derecede,
te’vîl-i ma’nâ-i Kur’ân’da vahîd-i zamândır. Hakk-ı âlîlerinde mu’teriz olan zevât vardır.
"Ebcedci" ve "Hurûfî" diye hakîkat-i mesleklerinden
haber-dâr olamayarak söz söyleyenler eksik değildir.
Bir
gün huzûr-ı âlîlerinde bulundum. Esteîzü bi’llâh, (عَمَّ يَتَسَاءلُونَ، عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ)[2] âyet-i kerîmesinde yalnız, (عمَ)
üzerindeki tedkîkâtı bir sâatten ziyâde sürmüştür. Hakâyık-ı beyâniyyeleri
karşısında mütehayyir kaldık. Derece-i irfânı yüksektir. Fakat avâm için
imkân-ı istifâde görünmez. Meclis-i zikrden ziyâde neş’eleri sohbette görünür.
Harîm-i ismet-i ma’nâ-i Kur’ân’dır Hüsâmeddîn
Nedîm-i Hazret-i cânân-ı irfândır Hüsâmeddîn
Hakâyık âleminde mürşid-i âlî-tebâr oldu
Hakîm-i sırr-ı insân mağz-ı Kur’ân’dır
Hüsâmeddîn
Nübû’-ı hikmet olmuş kalb-i âlîsi serâirden
Vücûdu mülk-i aşka ayn-ı ihsândır Hüsâmeddîn
Uluvv-i kadrine eyler şehâdet bunca âsârı
Tecellî-gâh-ı feyz-i kudsi sübhândır Hüsâmeddîn
Muhibb-i kemter-i Vassâf'ı istişfâ ider her ân
Muhakkak bilmeli yektâ-yı devrândır Hüsâmeddîn
Şemâili :
Boyları
mu’tedil, omuzlarının arası geniş, başları büyük, renkleri beyâz ise de humreti
gâlib, gözleri büyücek, sakalı mutavassıt ve beyâz olup, kâl ü hâlleriyle
herkesi kendilerine müsahhar kılarlar, /138/ hilmi gâlib, tab’ı mülâyim,
mükrim ve fukarâ-perverdirler. Mâ-lâya’nî ile iştigâl buyurmazlar, dâimâ
mebâhis-i Kur’âniyye’den zevk alırlar. Az şehlâ bakışlı olup, hâfızaları pek
kuvvetlidir.
Âsâr-ı Aliyyeleri :
-- Muşahhasât-ı Suveri’l-Kur’âniyye’den :
- Hakâyıku’t-Tecrîd fî Menâzili’t-Tevhîd. Arabçadır,
matbû'dur.
- Esrâr-ı Ceberûtı'l-A'lâ. Matbû'dır, çok mühimdir.
- Muşahhasât-ı Suver-i Kur’âniyye,
- Rûhu’l-hikem, Muşahhasât-ı Sûre-i
Meryem. Matbû'dur.
- Hikmetü’l-Envâr, Muşahhasât-ı Sûre-i Kehf.
Matbû'dur.
- Nûru’l-hüdâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Tâhâ.
Matbû'dur.
- Huccetü’l-Hucec, Muşahhasât-ı Sûre-i Hac.
Matbû'dur.
- Burhânu’l-Asfiyâ, Muşahhasât-ı Sûre-i
Enbiyâ. Matbû'dur.
- Huccetü’l-Melei’l-A’lâ, Muşahhasât-ı Sûre-i
Abese. Matbû'dur.
- Mezâhirü’l-Vücûd alâ
Menâbiri’ş-Şuhûd. Türkçe’dir. Kısmen matbû'dur.
- Makâsıd-ı Sâlikîn. Matbû'dur
- Mevâridü’t-Tenzîl fî Tercümeti
Kur’âni’l-Celîl. Tefsîru’l-Kur’ân. Gayr-i
matbû'dur.
- Lem’atü’l-Âfâk fi’z-Zuhûri
ve’l-İşrâk. Gayr-i matbû'dur.
- Zübdetü’l-Makâl fi’l-Kevni
ve’l-Hayâl. Gayr-i matbû'dur.
- Niyyetü’l-Hurûf alâ
Cedveli’l-Ma’rûf. Gayr-i matbû'dur.
- Zübdetü’l-Merâtib. Türkçedir, gayr-i matbû'dur.
Hakk-ı
âlîlerinde Tunus kadısı şu yolda kelimât-ı ta’zîmiyyede bulunmuştur:
الهمام
الفاضل والإمام
البارع، البالغ
أقصى الفضائل،
الشيخ الكامل
المتورع والمرشد
الواصل المتشرع
أستاذنا وأستاذ
الأساتذة الكاملين
وصاحب الشفقة
على عباد
الله أجمعين
السيد السند
مولانا أحمد
حسام الدين
الداغستانى النقشبندى
الحسينى صاحب
مفسر القرآن
الكريم بإذن
من جده الخلق العظيم
عليه أفضل
الصلوة وأزكى
التسليم أدام
الله إجلاله
وزاد فى
الخلق فضله
وكماله ونفع
بمعارفه المسلمين
ونظمنا ببركاته
فى سلك
أهل الصدق
واليقين.[3]
Seyyid
İsmet, Seyyid Ali Rıza, Seyyid Mahmûd
Müctebâ ve Seyyid Mûsa Kâzım nâmında dört evlâdı vardır. İsmet ve Rıza Efendiler Mevâlid-i Ehl-i Beyt’i yazmışlar, neşr etmişlerdir.
Hz.
Şeyh’in hangi bir eseri mütâlâa olunsa, tarîk-ı te’vîldeki rüsûhuna hayrân
olmamak kâbil değildir. /139/ İlm-i hey’et, tabakâtu’l-arz, nebâtât,
hayvânât, tıb ve fünûn-ı mütenevviaya dâir olan mebâhiste henüz fennen ma'lûm
ve mekşûf olmayan bir çok noktalara tesâdüf edilir.
Bursa’da
ekâbir-i urefâ ve evliyâ-yı asfiyâdan Kâdî Hân merhûmun şeref-i sohbetlerine
mazhar olduğum zamân müşârünileyh Ahmed Efendi hazretlerinin kutb-ı memleket
olduğunu lisân-ı ta’zîm ile söylemişlerdi. Kâdî Hân, Buhârâlı olup, eâzımdan
idi. (Kuddise sırruhû)
Ahmed Efendi’nin tekkeleri yoktur. Haftada bir gün nezd-i
âlîlerinde ictimâ’ eden erbâb-ı aşk u muhabbet, hazîne-i ârifânelerinden
müstefîd olurlar. Mürîdlerinden
ve urefâdan Hilmi Bey: “Bir gün, azîzimin huzûrunda idim. Mübâhase-i dakîka
cereyân ediyordu. Biri, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[4] hadîs-i şerîfini okudu. Hz. Şeyh
gözlerinden meserret yaşları dökerek, (وأنا مفتاحها)[5] buyurdular.” diye nakl etmiştir.
Mezâhiru’l-Vücûd nâm eserlerinden:
“Cenâb-ı
Hakk’ın umûm beşeriyyete inzâl buyurduğu Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân, her biri birer
levh-i mahfûz olan bütün eşyâyı muhît ve ulûm u fünûnu câmi’dir. (وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ، بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ، فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ)[6] Kur’ân’ın Levh-ı mahfûzu insândır. Mevcûdat,
şuûnat, ma’kûlât, mahsûsât, ma’nâ-yı Kurân’dır. Şu cihânda meşhûdumuz olan
saltanat u azamet-i ilâhiyye, ma’nâ-yı Kur’ân’la tecellî eder. Ma’nâ-yı Kur’ân,
envâr-ı risâlettir. Kime verilmiş ise, vâris-i nebî ve İmâm-ı vakt olur.
Vâris-i nebî olan zât, tercümeye sağmayan Kur’ân’ın ma’nâsını söyler ve halkı
hakâyık-ı kevniyyeye âgâh eder.
Tevrât,
Zebûr ve İncîl, Kur’ân’da nasıl mevcûd ise, Kur’ân dahi insân-ı kâmilin
isti’dâdında mevcûddur. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in elfâz-ı şerîfesine bakılıp da,
ma’nâ verilemez. İnsân-ı kâmil, avâlim-i ilâhiyye vü kevniyyeyi câmi’dir.”
Hulefâsı:
- Seyyid Abdülkerîm Efendi. Mekke-i Mükerremede,
reîsü’l-müsevvidîndir.
- Dağıstânî Abdülkerim Efendi. İlm-i Kelâm mütehâssısı ve müellefât-ı
adîde sâhibi olup, Medîne-i Münevvere’dedir.
- Müftü Hasan Efendi.
Sivrihisâr’dadır.
- Bilâl-zâde Mustafa Efendi. Sivrihisâr'dadır.
- Sûfî Muhammed
Efendi. Sivrihisâr’dadır.
/140/ - Müderris Muhammed Efendi. Ankara’dadır.
- Müderris İbrâhîm Efendi.
Ankara’dadır.
- Sâlih Efendi. Ankara’dadır.
- Hacı Kara Yûsuf Efendi. Sâbık reîsü’l-müsevvidîn,
Bursa’dadır.
- Hacı Mustafa Efendi, Dağistânî. Bursa'dadır.
- Hacı Sâdık Efendi, Bağavî-zâde. Sâbık reîsü’l-müderrisîn,
Bursa’dadır.
- Mustafa Efendi. İçelli, Bursa’dadır.
- Şeyh Bekir Efendi. Eğinli
Müftü-zâde, İzmir’dedir.
- Hacı Alımed Efendi. Tireli, İzmir’dedir.
- Hacı Muhammed Efendi. İzmir’dedir.
- Hâfız Edhem Efendi. Rodos’tadır.
- Müftü Ahmed Kemâleddîn Efendi. Bandırma’dadır.
- Hâfız Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.
- Ulemâdan Hacı
Muhammed Efendi. Bandırma’dadır.
- Sefer Efendi. Manyas’ta.
- Hacı Abdülkerîm Efendi. Karacabey’dedir.
- Hacı Ömer Efendi. Gönen’dedir.
- Hacı İsmâîl Efendi. Edincik’tedir.
- Hacı Muhammed Efendi. Yozgâdî, Bandırma’dadır.
- Tevfîk Efendi. Bandırma’dadır.
- Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.
- Halîl Efendi. Hacı Kâmûsî-zâde, Karesi’dedir.
- Hâlid Efendi. Karesi’dedir.
- Halîl Efendi. Karesi’dedir.
- Şeyh Şa’bân Efendi. Kirmastı’da.
- Hacı Abdurrahmân el-Mücâhid. Antep’dedir.
- Muhammed Mübârek Efendi. Şam’dadır. Tarîk-ı
Halvetî’de ilk bey’at aldığım şeyhimdir.
- Müftü Hacı İbrâhîm Efendi. Gelibolu’dadır.
- Müderris Süleymân
Efendi. Fatsa’dadır.
- Müderris Seyfeddîn
Efendi. İstanbul’dadır.
/141/ - Müderris Hacı Ya’kûb Efendi. Rizeli, İstanbul’dadır.
- Muhaddis Hacı Ömer
Efendi. Eğinli, İstanbul’dadır.
- Hâfız Muhammed Efendi. Filibeli, İstanbul’dadır.
- Hacı Muhammed Efendi. Siverekli, İstanbul’dadır.
- Hacı Saîd Efendi. “Beytü’l-ilm” denilmekle ma’rûf, Dağıstan’dadır.
- Seyyid Kâzım Efendi. Müderris ve kadı,
Dağıstan’dadır.
- Abdülkâdir Efendi. Dağıstan’dadır.
- Şeyh Şa’bân Efendi. Dağıstan’dadır.
- Hacı Muhammed el-Kerûkî. Müderris, Dağıstan’dadır.
- Muhammed el-Mihrâkî. kadı, Dağıstan’dadır.
- Hacı Mîkâîl. Dağıstan’dadır.
- Pîr Muhammed. Kadı, Dağıstan’dadır.
- Necmeddîn-i Avârî. Ulemâdan, Dağıstan’dadır.
- Şeyh Ali Süğûrî. Dağıstan’dadır.
- Hacı Nasrullâh-ı Kûbâdî. Dağıstan’dadır.
- Hacı Abdurrahmân. Ejderhânî, Dağıstan’dadır.
- Abdülkâdir. Ulemâdan, Kaşgar’da.
- Seyyid Tâhir. Çin
vâizi.
- Abdüllatîf et-Tarakânî. Türkistân-ı Çinî’de.
- Saîd-i Niyâzî. Âhûn’da.
- Şeyh el-Hâc Şâkir. Semerkand’da.
- Hacı Abdülbârî. Lökçin’de.
- Sâdık-ı Hıttânî. Lökçin’de.
- Şeyh Abdurrahmân. Hârbîn’de.
- Şeyh Ahmed Efendi. Mûk’da.
- Seyyid Müctebâ Hân. Râmpur hâkimi, Hindistan’da.
- Şeyh İsmâîl es-Safâyî. Muhaddisîn-i kirâmdan, ulemâ-yı
benâmdan, Tunus kadısı.
- Şeyh Hasan el-Uveydân. Trablusgarb’da.
- Şeyh Ahmed. Fas’da.
/142/ -
Şeyh Hacı Muhammed-i Şenkîtî. Fas’da.
İrtihâli :
Şeyh-i
müşârünileyh ile târîh-i irtihâllerinden bir buçuk ay mukaddem müşerref olmuş
idim. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem bir mürşid-i mükerrem olmuş gördüm. Fuyûzât-ı
ârifânelerinden müstefîd oldum. Ser-â-pâ deryâ-yı aşk u ma’rifete müstağrak
olup, hep hakâyık-ı Kur’âniyye’den bahs buyurdular.
Birkaç gün hafîf bir hastalığı müteâkib 1343 senesi şehr-i
Ramazânının onsekizinci (11 Nisan 1925) Cumartesi günü alaturka sâat yedi buçuk
(sabâh 03.00) râddelerinde “Hû” ism-i şerîfine muvâzıb oldukları hâlde
irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemişlerdir.
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Na’ş-ı mübâreklerini
halîfelerinden Dersiâm Hacı Ömer Efendi gasl edip Fâtih Câmi'-i şerîfine ertesi
Pazar günü cenâzeleri eyâdî-i ihtirâmda nakl edilerek öğle namâzını müteâkib
salât-ı cenâzeyi yine mûmâileyh Ömer Efendi kıldırmış ve oradan Edirnekapısı
hâricindeki, İbn Kemâl merhûmun kabrinin karşısındaki mezârlıkda defîn-i hâk-i
gufrân kılınmıştır. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten
vâsia)
Cenâzelerinde
tekellüfât ihtiyâr olunmamasını ve fukarâ-yı müslimîn mezârlığına defnini
vasiyyet buyurmuşlardır.
İrtihâllerinden
evvelce haber-dâr olamadığımdan, cenâzelerinde bulunamadığıma çok müteessirim.
Evrâk-ı havâdisde bi'l-âhare görülen i’lân nüsha-i matbûası bir hâtıra olarak
telsîk edildi :
“İrtihâl
Sâdât-ı
Hüseyniyye’den ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den Dağıstânî Ahmed Hüsâmeddîn
er-Rükkâlî hazretleri irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylemişlerdir. Bu gün Davutpaşa
civârındaki hânelerinden kaldırılarak, ikindi vakti Fâtih Câmi'-i şerîfinden
namâzı ba’de’l-edâ Edirnekapı’daki makber-i mahsûsuna defîn-i hâk-i gufrân
kılınacaktır (Rahmetu'llâhi aleyh).”
Müşârünileyhin
irtihâli âlem-i irfân için azîm bir zıyâ’dır, Cenâb-ı Hak bizleri mazhar-ı
şefâati buyursun. Âmîn.
Şeyh
Muhammed Şehrî-i Gülşenî onun vefâtı üzerine şu târîhi söylemiştir:
هو
شمس بعد
الألف بل
هو مدارها
إختفى عنا
واها سيدى
حسام الدين
اعلم سره
مفرقات وارفع
فهمه
وكان شمس
الهدى سيدى
حسام الدين
سيد رجال
القوم وأكمل
الورى
أمين علوم
الورى سيدى
حسام الدين
مفتاح باب
العلوم فريد
عصره
فاق أماثله
سيدى حسام
الدين
ولن يبلغ
الواصف مدة
عمره
إذ العصر
لم ير
مثله سيدى
حسام الدين
فهم العجز
شهريا لوصفه
إلهام من
الله سيدى
حسام الدين
إمام الهدى
شمس وبها
تاريخه
هكذا عرفنى
سيدى حسام
الدين
هاتف علمنى
تاريخ خفائه
مات قطب
وقته سيد
حسام الدين[7]
Hânedân-ı
ehl-i beyte ben dahilem tâ ezel
İtmezem (..........) güft ü gûsundan
hazer
Şemsi-i Mısrî mükerrer itdi sizden
iktibâs
Feyzinizden oldu ma’nen kâm-yâb u
kâm-ver
25
Muharrem 1343-26 Ağustos 1341/(1924)
Şeyh-i
müşârünileyhin hulefâsından Süleymân Sâmi Efendi, Rehber-i Talibîn nâm eserinde azîzin Türkçe na’t ve nutuklarını
derc etmiştir:
Enâm olmuş risâletde ukûs-ı vechine mir’ât
Enâmdan ism-i pâkin pür-ayândır Yâ Rasûla’llâh
Ehad isminde zâid olsa bir mîm’-i nübüvvet kim
Ehad mîm-i muhabbetde nihândır Yâ Rasûla’llâh
* * *
Şemsim bu vücûdum virür ecsâda zılâli
Nutkum bu şuhûdum virür ekbâda hayâli
Efrâd-ı şuhûdumla bu heb hâver-i güftâr
Subhum ki berâzıhda tutan rûz u leyâli
Deryâ gibi emvâca takıl eyleme nefret
Kesretde müşâhid olasın tâ O Cemâl’i
* * *
Sâilim kapuna geldim eyle ihsân Yâ Rasûl
Tut elim kurtar beni hâlim perîşân Yâ Rasûl
Sîne mecrûh dîde giryân âh u efgân eylerim
Aşkının bîmârıyım kıl derde dermân Yâ Rasûl
Hz.
Şeyh’in Sultân Muhammed Reşâd Hân merhûma muhabbeti var idi. Hz. Pâdişâh da ona dâimâ
seccâdecisi Zekeriyyâ Bey’i gönderirdi. Bu arîzayı ârzû-yı pâdişâhî üzerine
yazmış, Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla takdîm etmiş idi. Bir nüshası elime geçti,
aynen nakl olundu:
“Mübesmelen bi’smihî teâlâ!
Hâmil-i livâ-yı hilâfet selâtin-i izâm hazarâtının kalb-i
hümâyûnlarını mevrid-i ilhâm, zikr u ibâdet-i âhâddan efdal olan fikr-i
şâhâneleri sebeb-i intifâ’-ı enâm olduğundan, selef-i sâlihîn, kendilerini
meşgûl edecek derecede evrâd ve ezkâr ta'lîmini tecvîz etmeyerek, yalnız teberrük
için mutalsam hırka ve gömlek ihdâ ve hâssası müsbet ve müberhen vird ü esmâ
ta’lîm ve i’tâsında bir be’s görmemişlerdir.
Evrâd u ezkâr, menfaat-ı husûsiyyeyi celb ve istishâbdan, efkâr-ı
hilâfet-penâhî ise, umûm-ı müslimîn ü reâyânın hukûk u menâfiini muhâfaza ve
isticlâbdan ibâret olup, husûs üzerine bi-tarîkı’l-evlâ, umûmun fevâid ü
menfaatini ihtiyâr, dâreynde hâiz-i şeref ü i’tibârdır.
Muktezâ-yı beşeriyyet, telâtum-ı efkâr ve tevârüd-i şuûn u âsâr
ile kalb-i hümâyûna teâküs edecek hümûm u gumûmun zuhûru evânında, Hz.
Cibrîl’in melekûtu’l-arz ile münâsebâtını müeyyed bulunan hazerât-ı hamsede
mutasarrıf, mâddeten vecîz, ma’nen bütün maâliyyâtı şâmil şu, (سبوح قدوس ربنا ورب الملائكة والروح)[8] elfâz-ı celîleyi günde yedi def'a kırâatla
me’zûniyyet i’tâ ve âcizâne ihdâ ettim. Her gün yedi def'a kırâatına devâm ile kalb-i
hümâyûnda bir inşirâh-ı tâm husûle geldiği gibi, avârız-ı mezkûrenin dahi
ânen-fe-ânen mübeddel-i neşât u sürûr olduğu bi’l-fi’l müşâhede olunur. Hilâfet bir
emr-i azîmdir. Makâm-ı muallâ-yı hilâfete kalb ü cân ile merbûtiyyet esâsına
ibtinâen uhde-dâr olduğumuz vazâifden biri de selâmet-i mülk ü millet ve
teâlî-i şân u şevket ve tezâyüd-i ömr ü âfiyet-i hilâfet-penâhîye gece ve
gündüz hayr duâdır.
Hâdimü’l-fukarâ min Âl-i Abâ
Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn.”
SEYYİD AHMED HÜSAMÜ’D-DIN HAZRETLERİ’NİN
ÂSÂRI’NDAN
MEKÂSID-I SÂLİKlN
Tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet’ten doğmuş bir disiplindir. Amacı, ferdin
sürekli olarak Allah’ı hatırlaması ve kendini O’nun rızasına uygun işleri
yapmaya sevk etmesi olan tasavvuf, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ve arkadaşlarının yaşadığı zühd hayatıyla önce ferdî, sonradan ictimaî bir
disiplin hâlini aldı. Bu disiplin başlangıcından yüzyıllar sonra çeşitli yanlış
yorumlamalar ve sahte şeyhlerin anlayışlarındaki sakatlıklardan dolayı
istikâmetinden sapmışsa da Kur’ân ve Sünnet’in dışına çıkmadan ve İslâm’ın
özünü bozmadan bu geleneği devam ettirenler daha çoğunluktadır. Bunlardan biri
de “Mekâsıd-ı Sâlikîn” müellifi Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî’dir.
19. asır sonlarında ve 20. asır başlarında yaşamış olan ve tasavvuf
geleneğini devam ettiren; manevî kemâli, güzel ahlâkı, yazdığı eserleri,
sohbetleri ve onlarca halîfesi ve de kendisine intisâb eden binlerce müridiyle;
büyük mutasavvıflardan ve kıymetli şahsiyetlerden biri olan Şeyh Ahmed
Hüsâmeddîn-i Dağıstânî’yi tanıtması, alanına katkı sağlaması ve yeni
çalışmalara da kaynaklık etmesi yönüyle önem arz ettiği kanaatindeyiz.
MEKÂSID-I SÂLİKlN eserinden şu sonuçları çıkarılabiliriz.
1. Tasavvuf, İslâm dâiresi
içinde; kökü ve kaynağı, Kur’ân ve Sünnet olan bir disiplindir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’in hem zâhirî
hem bâtınî mânâları vardır. Herkes bâtın mânâsını anlamaya ehliyetli değildir.
Aynı zamanda herkese bâtın mânâsını bilmek vâcip de değildir. Ancak herkes
zâhir mânâsını bilip ona uymakla mükelleftir.
3. Müellif, şerî’atsız tarîkat
olamayacağını kat’î şekilde belirtmiş ve ehl-i sünnet dışında yorum ve açıklama
getiren anlayışları yanlış görmüştür.
4. Rûh ve nefs insanın iki
farklı yanını oluşturmaktadır. Her fert, tüm cesedi kaplayan ve devamlı olarak
kötülüğü emreden nefsi tasavvuf terbiyesi ve disipliniyle terbiye ve tezkiye
etmelidir.
5. Müellife göre tarîk, önce
Cenâb-ı Hakk’a kisb-i ma’rifet; sonra eşyâya ma’rifet tarîkıdır.
6. İ’tikâd doğru olmadan,
amellerin bir fâidesi yoktur. Böyle bir kimse için manevî makâm yoktur.
7. Abdestsiz kimsenin namazı
kabul olmayacağı gibi, bir kimse için sülûk olmadan seyr olmaz. Yani ahlâkî
eğitim olmadan Hakk’a ulaşılamaz.
8. Tarîkatta şeyh, Hakk ve mürid arasında “râbıta”dır. Aynı denizin bir
yakasından diğer yakasına geçmek isteyen yolcu için geminin vâsıta olması gibi.
Ve râbıta, Ehl-i Beyt’e vâsıl olan silsileden olmakla sahîh olur. Böyle olmayan
râbıta için irtibât yoktur.
9. İnsan âlem-i emr olan kalb,
rûh, sırr, hafâ, ahfâ ve âlem-i halk olan ateş, su, toprak, hava, nefstir.
Bunlardan evvelkisi nûrânî, ikincisi zulmânîdir.
10. Müellif tasavvufî olan bu
eserinin önemli bir kısmını Kelime-i Tevhîd’e ve Sûre-i İhlâs’a ayırmıştır.
11. Karâmita, Dürûz ve Melâmiyye
tâifelerinden bazıları eşyâ, Allah’ın vücûdunun gölgesidir derler. Müellif bunu
ilhâd ve şirk olarak görür. Zira yaratanla yaratılanın vücûdu bir arada olmaz.
Nasıl ki güneş doğunca gecenin karanlığından eser kalmıyorsa.
12. Kur’ân’da her ilim vardır. Herkes nasibi miktarınca alır. İlm-i ma’rifet ve ilm-i hakîkat, ilm-i şerî’at ayrı ayrı ilimler ve
zevklerdir. Ancak bunlar bir birlerine muhalif de değillerdir. Nasıl ki ilm-i
hendese, ilm-i mantık’a muvâfık değilse de kimse ilm-i hendeseye ilm değildir
diyemeyeceği gibi. İlm-i hakîkati tahsil için şartlar vardır. Abdesti olmayan
kişinin namazı sahîh ve câiz olmadığı gibi, şerî’ti bilmeyen, tarîkate,
tarîkati bilmeyen ma’rifete, ma’rifeti bilmeyen de hakîkate ulaşamaz.
MEKÂSID-I SÂLİKlN
Mündericât
Zâtü’l-Baht
- Murâkabetü’s-Sübüt Fi’l-Vücüd - Kelime-i Tevhîd Nefy ü İsbât - Makâmât-ı
Sâlikîn - İştigâl-i Zikr - Mülâhaza-i Rabıta - Süre-i Celîl-i İhlâs ve Letâif-i
»amse - Şe’nü’l-Câmi - Râbıta İle İştigâl - Râbıta Kimlere Câizdir?
- Tenbîh - Aczânın Zikri - Letâif ve Letâifle İştigâl - Menâzil-i Tevhîd’in
Nefy ü İsbâtı - Macnâ-yı Tevhîd’i Mülâhaza - Tarîka-i Letâif Üzre Murâkabe-i
Ehadiyyet Murâkabe-i Rüh - Murâkabe-i Sırr - Murâkabe-i Hafâ - Murâkabe-i Ahfâ
- Kalb - Rüh - Kalbe Olan Murâkabe - Nefs-i Nâtıka - Nüfüs-i Seb’a - İstiğfâr
Kaç Kısımdır? - Şeriat - Tarîkat - Marifet - Hakikat - İlm-i Bâtın - İlm-i
Zâhir - İlm-i Mükâşefe - Mürşid
Kâffe-i
Hukükı Mahfüzdur.
Tâbic
ve Nâşiri: Seyyid Alî Rızâ Şehzâdebaşı: Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası 1339-1341
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى
اله وصحبه وسلم اجمعين
[3]
Bl’SMl’LLÂHİ’R-RAHMÂNİ’R-RAHlM ZÂTÜ’L-BAHT:
“Zâtü’l-Baht”
demek (Kâne’llâhü ve lem yekün macahü şeyün)
mantükunca
¡amâ’da yacnî henüz Esmâ ve Sıfât ile izâfet ve ittişâf etmeyip de mertebe-i
tenzîhde bir zâtdır ki o Zât-ı Akdes (Küntü kenzen mahfiyyen. Fe-ahbebtü
en
ucrafe fe-halaktü’l-halka li-ucrafe)[9]
medlülünce kendisinin bilinmesini murâd ve
*
2
O’na mahabbet
edip (İzâ erâde’llâhü şeyen en yeküle lehü kün fe-yekün)
* •
muktezâsınca
mertebe-i Ulühiyyet’e nüzül etdi. Kendi Hazretü’l-cîlmiyyesinde sâbit olan
acyâna “Kün” emri nisbetiyle bir tecellî etdi, acyân-ı sâbite yacnî ervâh (Ene
ve Ente) imtiyâz etdi. Tâ ol tecellî-i “Kün” feyz-i akdesden acyânı tekvîn
mertebesine inzâl etdi. Tekvîniyyet ile bir tecellî etdi. Ol tecellî, feyz-i
mukaddesden bizi ve cemîc-i cavâlimi “Fe-yekün” meydânında izhâr etdi; kâffe-i
mezâhir-i Esmâsı zuhüra geldi. Hattâ Kuddüsiyyet ile tecellî etdi, ervâh-ı
mukaddese zuhür etdi. (Selâmiyyet) ile tecellî [4] etdi: Rusül-i °izâm
“caleyhimüsselâm” zuhüra geldi. “Müheyminiyyet” ile tecellî etdi: Ehlullâh ve
enbiyâ’ zuhüra geldi. “cAzîziyyet” ve “Mütekebbiriyyet” ve “Cebbâriyyet” ile tecellî
etdi: Nefs ve şeytân gibi süfliyyât zuhüra geldi. îşte Vech-i Ehadiyyet bu
merâyâda mütefâvit şüretde göründü.
Ke-ennehü,
bu câlem; bir âyîne-i münkesireden cibâret olup bacz-ı cüzünde Zât-ı Vâhid
carîz olarak muntabic oldu. Ve cüz’-i digerinde tavîl olarak cilve-ger oldu.
Hâlbuki Zât, Zâhir ve Ehad’dir. Bu icvicâc ve tezâd, ancak mir’ât ve mezâhirin
ihtilâfından ileri gelmişdir. Yoksa hakîkatde ihtilâf yokdur ve bu âyîne-i
münkesire-i câlem, esmâ’-i mütekâbilenin zılâli olduğundan şems-i
zât işrâk etdiginde baczısında mükedder görünüp baczısında berrâk ve
mücellâ olarak zuhür etdi. Meselâ, şems-i zât baczısını kâfir irâe etdi. Ol
kâfir, “Kahhâriyyet”inin zıllı olduğundandır. Baczısını mümin gösterdi, bu da
“Hâdiyyet”inin zıllı olduğuçündür. Hâşılı, bu merâyâ-ı “Fe- yekün” tefâruk ve
tekâbül-i Esmâ ve Sıfâtı irâe etdi. Zîrâ, isticdâd-ı mükevvenât, mütefâvitdir.
[5]
MURÂKABETÜ’Ş-ŞÜBÜT
FÎ’L-VÜCÜD
“Murâkabetü’ş-Sübüt
fi’l-Vücüd” demek, şeyiyyetü’s-sübüt câleminden cayn-i şâbit ya‘cnî rühumuzun
işbu “Fe-yekün” meydânına yacnî şey’iyyetü’l-vücüda keyfiyet-i nüzül ve
zuhüruna cilm-i yakîn ve şühüd-i vicdânî istihşâl etmek üzre meselâ tecellP-i
efcâle catf-ı mülâhaza ve murâkabe etmekdir. Ve murâkabe, ke- ennehü
şey’iyyetü’s-sübüt câlemi tavrında bulunup Zâtü’l-Baht’dan vârid olan feyz-i
Îlâhî’nin mertebe-i zâtü’l-mukaddese ve ondan tecellP-i efcâle ve ondan
şeyiyyetü’l- vücüdumuza feyezân ve nüzülünü mülâhaza eder.
Sübüt,
şeyiyyetü’ş-şübüt câlemine ıtlâk olunup vücüd, bu câlem-i eşbâhdaki
şey’iyyetimize ıtlâk olunur.
Zîrâ,
bu câlem-i eşbâha zuhürdan evvel şeyiyyetü’ş-şübüt câleminde bizim bir cayn-i
şâbitimiz var idi ki (Ve eşhedehüm calâ enfüsihim)[10]
medlülünce Cenâb-ı Hak, rüh ve cayn-i şâbitemize nefsimizi ve her harekâtımızı
kable’z-zuhür işhâd ve ıtlâc etmişdir.
Şurası
hafî kalmasın ki bizim tarîkımız Hakk’dan halk’a zuhür tarîkı olduğundan
şey’iyyetü’ş-şübüt câleminden işbu şeyiyyetü’l-vücüda doğru murâkabe edilir.
Nitekim, Sıddîk-i Ekber “radıyallâhü canh” Efendimiz (Mâ raeytü şeyen illâ ve
kad ra’eytü’llâhe kablehü) buyurmuşlardır. Bu tarik, evvelâ Cenâb-ı Hakk’a
kisb-i macrifet; sâniyyen, eşyâya macrifet tarîkidir.
[6]
Baczı meşâyihin tarîkı,
halk’dan Hakk’a ‘urüc tankıdır. Bu fırka (Ra’eytü’llâhe bacdehü) dediler.
cUlemâ’-i müstedillîn ve nazariyyün da bu tarîkdendir. Zîrâ, bunlar âsârdan
mü’essire vuşüldedirler. Bu fırka (Hüve’z-Zâhir) dediler ki eşyâdan ve âsârdan
mü’essiri istişhâd etdiler. Bizim tarîkimiz şahv u bekâ tarîkı dır ki tedrîcen halka nüzül edilir, risâletin
gölgesidir. Fırka-i mezkürenin tarîkı ise, halkdan sübüta terakkî
tarîkı
olduğundan fenâ ve mahvdır ve hübüt tarîkıdır. Bizim tarîkımız, meczüb-i sâlik
meslekidir.
Fırka-i
mezkürenin tarîkı sâlik-i meczüb tarîkıdır. Onun içün bizim tarîkımızın
bidâyeti turuk-ı sâirenin nihâyetidir. Kalb ve rüh ve emsâlî içün tıbkı seng
gibi şahş ve vücüdları vardır ki bunlara vücüd-i müktesebe-i macneviyye ıtlâk
olunur.
Bu
vücüdiyyât ve eşhâş rüh ve kalb içün elbise gibidir. Ammâ zât-ı rüh meselâ
evell-i emr-i Rabb’dir ki ona cilm tacalluk edemez. Bu vücüd ıtlâk edilen şey,
melbüsdur; lâbis degildir ve bu vücüdiyyât-i mesrüdeyi teşkîl eden ğıdâ ve
canâşır-ı macneviyye, âti’l-beyândır. Şöyle ki, şahş-ı kalbi teşkîl eden
canâşır-ı macneviyye, erkân-ı şalâtdir. Zîrâ, şalâtdeki kıyâm, cunşür-ı nâr
mesâbesindedir ki, cazameti müşcirdir.
Rüküc,
havâ gibidir ki tabaka-i havâiyye râkic gibi arzın üzerindedir. Secde ise şu
gibidir ki arz ile berâber olup ğâyet-i nüzüldedir. Ktfüd dahî türâb
hükmündedir. Şahş-ı rühu [7] teşkîl eden canâşır-ı erbaca, rühun tecellî’-i
efcâl nis betiyle kalbden iktibâs etdigi canâşır-ı macneviy yedir. Yacnî türâb
mukâbilinde olan şalât ile ki, yemek gibidir.
Ve havâ
mukâbilinde olan hacc ile ve nâr mukâbilinde olan zekât ile.. Zîrâ, fî
sebîlillâh verilen bir mâlda bir ihtirâk-ı macnevî vardır ve şu mukâbilinde
bulunan şavm ile.. Zîrâ, şavmda bir nevc-i hayât vardır. îşte bu canâşıra-i
macneviyye-i mesrüde ile rüh kendisine bir vücüd-i müktesebe-i macneviyye yacnî
vücüd-i îmânî teşkîl eder.
Nitekim,
Cenâb-ı Hakk, Îbrâhîm-i rüha (Fe-huz erbecaten mine’t-tayri fe- şur-hünne
ileyke şümme’ccal calâ külli cebelin min-hünne cüzen. Sümme’dcuhünne yeGneke
sacyen)[11]
buyurdular. Yacnî cibâl-i erbaca vazc olunarak mecmücı rühun taşarrufuna mutîc
ve münkâd olup da rüha mürâcacat etdikleri ve rüh ve vücüd-i cunşurîyi teşkîl
etdigi gibi kalbden iktibâs etdigi canâşır-ı erbaca-i macneviyye-i sâlife ile
de vücüd-i müktesebe-i macneviyyeyi tesîs eder. Ve bu beyândan, rüha Îbrâhîmî
ıtlâkının nüktesi de müstebân olur.
Bu
nüktenin menşe’i bu gibi zalemenin şalât ve zekât gibi ümür-i mefrüza ile
iştigâlleri olmadığından kalbleri şeytânın mesrükudur. Beyân-ı sâbıkımızdan
müstebân olduğu vechle vücüd, rüh ve kalbi teşkîl eden canâşır-ı macneviyye,
erkân-ı şalât ve zekât gibi ümür-i manşüşa-i Şeriyyedir. Vücüdiyyât-i Letâif’in
beyânında bu kadarla iktifâ olundu.
[8] KELİME-Î TEVHÎD “LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN
RASÜLULLÂH”
Rasülullâh
Efendimizin ism-i şerîfleri “Muhammed” “caleyhisselâm”dır.
Kırk
yaşından şonra risâletle mebcüş oldu. Risâletinde ancak halkı Kelime-i Tevhîd’e
dacvet ve kendine nâzil olan Kur’ân-ı cazîmüşşândaki Ahkâm-ı Îlâhiyye’yi teblîğ
ile hükm-i şerîfi icrâ ve bu yolda her dürlü meşâ’ib ü âlâma gögüs gererek
vazîfe-i nübüvvet-penâhîlerini îfâdan cibâret idi. Her müşkilâtı iktihâm eder
ve hîç bir şeye karşı geri durmazdı.
(Ve mâ
Muhammedün illâ rasül)[12]
Muhammed burada bi-hasebi’l-beşeriyye menfîdir. Rasülullâh, O’nun nübüvvetiyle
ve risâletiyle zât-ı melekütlarının vücüd-i beşeriyyetini müstesnâ mertebede
gösteren müsbetidir. Hakîkatde şüreti, tamâm bizim beşeriyyetimizin en
zirvesinde ve herkesin müşâhedesinin fevkinde kemâlât izhâr etmişdir. Kendisine
bakan, melek midir, beşer midir diye, Hazret-i Yüsuf’a “caleyhisselâm” bakanlar
gibi, mütehayyir kalırdı. Rasülullâh Efendimiz, bir “melek- i kerîm” idiler. Halkın
ve beşeriyyetin tahammül edemeyecegi kudret ve kemâlât göstermişlerdir.
Zâhirî olan ahvâl-i sacâdet-iştimâl-i risâlet-penâhîleri kütüb-i siyerde
ber-tafşîl beyân edilmiş olduğundan, biz burada o cihetleri [9] tekrâr etmek
niyyetinde degiliz. Risâlet-penâh Efendimiz Hazretleri, İslâm’ın esâsını ve
îmânın hakîkatini müştemil ve Câmi bir zikr ile halkı dîne dacvet buyururlar
idi. Medcuvvün ileyhi de Kelime-i Tevhîd’den (Lâ İlâhe İllallah Muhammedün
Rasülullâh) idi.
Vüscat
derecesinde Kelime-i Münciyye’nin macânî-i mactüre ile ihtivâ etdigi macnâyı
ihvân-ı mübîne carz u beyân etmek istiyoruz.
(Kâle
Rasülullâhi “şallallâhü caleyhi ve sellem”: “Ümirtü bi’l-cilmi sümme bi’l-kavli
sümme bi’l-cameli.)[13]
Burada “cilm”den murâd, kalb-i mü’minde ve rtikâd-ı muvahhidînde mevcüd olan
şıdk u hulüşiyyet; “kavl”den murâd, lisâna mütecallik olan mü’min ve müslimin
ahvâlidir ki o da ikrârdır. “Amel” den murâd, Allâhü aclem, her mümin ve
müslimin şavm ü şalât, hacc u zekât gibi mâ-vecebe caleyh olan huşüşâtı
icrâdır. cîlm ve cibâdet, hulüş ve huşüşiyyete mukârin olmalıdır. Bir kimse
mücerred, lisânıyla (Lâ İlâhe İlallâh) derse, bir fâ’idesi olmaz. Nasıl ki
(Ekmek, Ekmek) demekle insânın karnı doymaz. Mücerred kavl, ictikâdsız ve
camelsiz bir netîce vermez. Bununla, insân bir yere gidemez. Zîrâ, nefy ü
isbâtı bi-hakkın icrâ etmemişdir.
İkrâr-ı
müslim nedir? (Men selime’l-halka min yedihî ve lisânihî)[14]
“Elinden ve lisânından mahlükât-ı İlâhiyyenin selâmetde olması”dır.
“Halk” kaydı burada mahlükâtın mecmü‘una şümülü olsun içündür. Însân, eliyle
mahlüku; diliyle insânları taczîb ve rencîde eder. Îkrârun bi’l-lisân [10]
budur ki, kendisinde camel ve ictikâd ile bir temkîn takarrür etmiş olsun. Îkrârın lisâna nisbet olunması
sâ’ir cevâriha nisbetle müsteşnâ bir mevkMe bulunması ve tekmîl cevârihin
hâkimi olması ictibârıyladır. Yed dahî mukırr-ı îmândır. Bir müzminin
lisânından sâlim olduğu gibi yedinden de Allâh’ın mahlükı sâlim olmalıdır.
Însânın emr-i maişetinde temîn etmege memür olduğu müvâzene de bu kabîldendir.
Bir mü’minin îmânındaki kemâli şıfât-ı zemîmeden tecerrüd ve ahlâk-ı
hamide ile tahalluk ve ittişâf etmesiyle huşüle gelür. Mücerred şüret-i Îslâm
olmazsa îmânı da taşıyamaz.
Ammâ
(Ümirtü bi’l-cilmi) “Ben cilmle emr olundum.” demek, kalbde huşül
bulan ve kalbe mütecallik olan cilmleri taleb ve istihşâl etmek, demekdir. Bir
kimse lisânına mütecallik olan cilmi ögrenir ve cevârihlarına mütecallik olan
harekâtı verirse, şu cilm ve harekât sebebiyle müslümânlar içünde kendi
maişetini temîn etmiş olur. Bir âdam, kalbini bilmezse ve kalbe mütecallik olan
cilmi vermezse, bu şecere-i Tevhîd cacabâ nerede neşv ü nemâ bulacak? (Lâ Îlâhe
Îllallâh) didigimiz vakt, bunun kökü kalbdedir.
Bir
âdam in
âhirete mütecallik cilmi olmazsa - bu cilm ki Mkâddan cibâretdir - cameli naşıl
icrâ edebilir? Zîrâ, camelde bulunmağı insâna icbâr eden ictikâddır. Kezâlik,
her bir kalb şâhibi olan kimseye cilm-i âhireti ögrenmek içün ülü’l-elbâba
mürâcacat etmek vâcibdir. Bu vücübu (Ve mâ yezzekkeru illâ ülü’l-elbâb)[15]
Âyet-i Kerîmesi âşikâr bir şüretde [11] göstermekdedir. Buradaki vücüb, vücüb-ı
istihsânî demekdir, yoksa vücüb-ı Şer°î degildir.
Bir
âdam İslâmiyyeti ne kadar güzel yapar ve kuvvetlendirirse, o nisbetde hem
kalbini ve hem de kâlıbını güzel yapar ve kuvvetlendirir. Kalbini envâr-ı
Tevhîd ile tenvîr eder. Bununla, kalbinde bir °ilm-i yakîn huşüle gelir.
Kalbindeki fâ’ide dahî namâz ve zikr gibi envâr-ı îmânın, cevârihinde
müşâhedesiyle hakîkaten bir şâhid-i câdil olmakdır. Bu şehâdet ise, Allâh’ın
vahdâniyyeti ile Rasül’ün mürsel olduğuna şâhid olmakla vücüda gelir.
(Sümme
bi’l-camel) kavl-i şerîfi bize neyi gösteriyor? İttihâd-ı İslâmiyye ile uhuvvet
ve müsâvât-i İslâmiyyeyi gösteriyor. (Hayye cale’ş-şalâh) ve (Hayye cale’l-
felâh) ile Tevhîd’e dacvet olunan müslümânların bu İslâmiyyete, bu müsâvâta, bu
uhuvvete câ’id mecmacı ve mecvâsı cevâmic-i şerîfe ve mesâcid-i mübârekedir. Bu
Câmilere ve mescidlere girmek içün lâzım olan âdâb ve uşül-i İslâmiyye medrese
ve mekteblerde ögrenilir.
Medrese
ve mektebde kendi üzerine vâcib olan şeyleri tacallüm etmeyenlerin halkı taklîd
ile kıldıkları namâz bile fâ’ideden hâlî degildir. İnsân niyyet-i hâlişa ile
cazîmet etmeli, Allâh’ı ve Peyğamber’i görür gibi camel etmelidir.
(El-ihsânü
en tacbüde rabbeke ke-enneke terâhü ve in lem tekün terâhü [12] fe-innehü
yerâke)[16]
Allâh’a ibâdet etmenin şartı, O’nu görür gibi bir niyyet-i hâlişa ve bir kalb-i
şâfîye mâlikiyyetle cubüdiyyet etmekdir. Peyğambere ümmet olmak dahî Zât-ı
Akdes-i Risâlet-penâhî’ye cemîc-i beşerden ve cemîc-i nâsdan, evlâd ü cayâlden,
hattâ kendi nefsinden dahî cazîz ve muhterem tutmakla olur. Bu yolda hareket
etmesi lâzımgelen bir müslümân, hıseb-i îcâb nefsi ğalebe etmekle büsbütün
İslâmiyyet kendisinden mürtefic oldu; bu fenâ âdamdır, diye sü’-i zann etmek
câ’iz degildir. Müslümân kardeşleri onu kâbiliyyet ve ahlâkı nisbetinde hayra
sevk etmeli. Gılzat ile iş görülmez. Leyyinet ve re’fet ile görülür. Câmie girdigimiz
vakt mü’ezzin (Sevvü şufüfeküm!) diyerek nidâ eder ve bize bu şüretle
müsâvâtımızı gösterir. Ondan şonra imâma iktidâ ederiz. İmâm Efendi (Allâhü
Ekber) demekle namâza şurüc eder ve ittihâd-ı Îslâmiyyenin böylece yek-dil ve
yek-zebân olduğunu gösterir. Salâti bacde’l-edâ selâm verir ki bu selâm
uhuvvetimizi irâ’e eden bir selâmdır. Böyle yek-dil ve yek-vücüd olan insânlar
cemciyyet-i Îslâmiyyenin bir hey’et-i külliyyesidir. Bunun birâzını mekrüh ve
birâzını makbül tutarsa bu, nifâk ve şikâkı ve bacdehü su’-i ahlâkı netîce
vermeden ğayrî bir şey huşüle getirmez.
(Künü
ihvânen ke-mâ emera-kümullâh)[17]
“Allâhü Tecâlânın size emr etdigi
gibi
ihvân olunuz. Uhuvvet meslekini terk itmeyiniz.” (Înneme’l-mü’minüne
2
ıhvetün)
cümüm müslümânlar namâzda, zekâtda, orucda, ekl ve şürbde, gerek
câlim ve gerek fâsık imâma, iktidâda müsâvât üzredir.
[13] NEFY Ü ÎSBÂT
(LÂ ÎLÂHE ÎLLALLÂH)
Burada
dört dâne (Lâ), dört dâne (Elif) ve iki dâne (Hâ) vardır. Zîrâ, Lafza-i Celâl,
bu harflerden teşekkül etmişdir. Gerek nefy cihetinden olsun ve gerek işbât
cihetinden olsun her ikisi de (Allâh) demekdir.
Nefy
ile işbât şahş ictibârıyladır ve müşahhaşın hakîkatine nazar ederler. (Lâ
Îlâhe) ğaflet ve hicâb ile, (Îllallâh) huzür ve yakaza ictibârıyla (Allâh)
demekdir.
Evvelki
(Lâ), Lâ-i nâfiyedir. Buradaki nefy ancak mevcüd tevehhümât ve şucabât-ı
havâdisi nefydir. Bu ise, havâdır. Bu havâyı (Lâ) ihtimâl etmiş ve bununla
tecânuk eylemişdir. Mahmülâtıyla (Lâ) bâtıldır. Bu (Lâ)nın adına ehl-i ftivâr -
ehl-i tecrîd demekdir. - (Lârnu’l-bâtıli’l-mutlaka) derler. (Lâ) ile (Îlâhe)
arasında olan hemze’-i evvelî râyet-i hicâbı sencîde ederek “Îlâhe” kelimesinin
ikinci Lâm’ına cubür etmekle mümânecat etmek istiyorsa da sâlikin sacy ve [14]
ğayreti bu perdeyi yırtarak atmışdır. Onun içün ehl-i zikr evdiye’-i zann ve
caraşât-ı vehmde zulümât ve hicâb içünde neyi nefy ve neyi isbât edecegine
mütereddid ve mütehayyir kalmışdır. İkinci Lâm’a vuşül buldu. Ona nazar etdi,
gördü ki o da câdât-i kavm ü kânün intizâm-ı câlem tecânuk etmiş ve bu “Lâ”ya
şuünen havâdisle “Şibh-i Hakk” derler. Bu (Lâ) Şibh-i Hakk, velâkin kendisi
bâtıldır. Zîrâ, zulümât içünde muvahhid, teşmîr-i sâk edip câdet-i kavme taklîd
ile kendisi Şibh-i Hakk ise de dâ’ire-i bâtıliyyetden cubür edememişdir.
“Lâ”nın burada hakkâniyyeti tebeyyün etmemişdir. Süret ve resmde kalmışdır.
Tâlib-i Hakk bu minhâc-i müstakîmden seyr ü sülük eder iken görmüş olduğu hüviyyet-i
mutlaka Hakk’a ve hakîkate vuşüle mucâvenet edemeyecek şüret ve câdet hükmünde
kaldığından bu menzilden bunun önünde olan menzil-i sânîye cubürunu ihtiyâr
etdi. Onu hucub-i zulümât dahî istikbâl eyledi ki bu da “İüâ”nm hemzesidir. Bu
“İllâ”ya geldi. Bu hicâbları kap eyledikden şonra bu dâ’iredeki “Lâ”ya catf-ı
nazar eyledi. Oradan vehle-i ülâda onu bâtıl zann etdi. Zîrâ, tamâmıyla
beşeriyyete ve beşeriyyetin ise şüret ve hayvâniyyete müşâbehet-i tâmmesi
olduğundan bunu Hak diyemez. Velâkin fikrini tacvîk etdi. Kendisinde olan hüviyyet-i
mutlakanın bırakmış olduğu te’sîrât-ı belîğa yavaş yavaş zuhür etmege ve
nümâyân [15] olmağa başladı. Hadd-i zâtında “İllâ” kelimesi “Lâ”ya benzese de
bunun bu benzemesi şibh-i bâtıl ismini verdiler. Hâlbuki bu “Lâ” böyle görünse
de hak ve hakîkatdir. Burada seyr ü sülük mebdei seyr-i ila’llâhdır.
Bu
makâmda sâbit ve sâkit olmadı. Makâm-ı sânîye cubüriyyeti ârzü etdi. Burada
kendi zâtından ve şıfâtından şey’en fe-şey’â tecerrüd ederek kendi vücüdu hayâl
gibi ve Hakk’ın vücüdu zâhir gibi göründü.
“İllallâh”
Lafza-i Celâl’in iki Lâm’ı vardır. Birisi Lâmu’l-Havâyic ki Süretü’l-Cemâl
demekdir. Birisi de Lâmu’l-Hakâyık’dır. Buna da Lâmu’l-Vişâl ıtlâk olunur.
Sâlik-i
Hakk, kendisini Hakk’da müstehlik etdi. cÂlem-i Mülk’den tâ cÂlem- i Ceberüt’a
kadar vücüdunu müşâhede etdi. (Ve eşhedehüm calâ enfüsıhim)[18]
sırrına mazhariyyet ile kendisinin fânî olduğu gibi Allâh’a vuşülüne dâ’ir bir
dest-res olamadı. Bunda cazîm bir te’şîrât varsa kendisinin fânî ve muzmahil
olmaklığıdır. Buradan seyr ü sülükun ikinci “Lâ”ya geçerken Lafza-i Celâl’i
çeken “Elif”, Şuünât-ı Zât’dır.
(Înnenî
Ene’llâhü Lâ Îlâhe Îllâ Ene Fa'budnî)[19]
hitâbıyla kendini muhâtab gördü. Yine bir cazîmet etdi. O cazîmetinde dahî
kendini [16] Hakk’a mir’ât buldu. Bu mir’âtdan nümâyân olan hakîkat lisâna
sığmaz. Burada sâlik kâl ile anlaşılmayacak hâl mertebesine curüc etmişdir. (Ve
enne ilâ Rabbike’l-müntehâ)[20]
Makâmı’ndan (Îrcicî ilâ Rabbiki)[21]
hıtâbıyla (Râzıyeten)[22]
ve (Merzıyyeten)[23]
şıfatlarıyla sâlik muttaşaf oldu. Baczısı Hakk’dan halk’a rucüc ile irşâd ve
teblîğe mahküm ve baczısı beşeriyyete bir daha gelmek içün yol bulamayıp
Hakk’da fânî ve muzmahil oldu.
[17] KEYFÎYYET-Î ÎŞTİĞÂL-Î ZÎKR
Maclüm
olsun ki zâkir zikr ile iştigâli murâd etdigi vaktde güzelce âbdest alır.
Huzürı tamâm olmak içün halveti ihtiyâr eder. Kapılardan ve pencerelerden
zihnini işğâl eden şeyleri tebcîd eder. Sonra iki rikcat şalât-ı vuzü kılar.
Bacdehü kıbleyi istikbâl eder olduğu hâlde oturur ve namâzdakinin caksine
olarak diz çöker. 25 kerre “Estağfîrullâh” der. Besmele ile bir kerre Fâtiha-i
Şerîfe okur. Hangi şalât olursa olsun 15 defca Nebiyy-i muhterem “şallallâhü
caleyhi ve sellem” Efendimize şalevât getirir. 3 kerre Îhlâş-ı Şerîf kırâ’at
eder. Bacdehü kalbiyle iştigâl eder. Şöyle ki, zâkir, kalbini şol memesinin
altında yan tarafına mâ’il olarak mülâhaza eder ve kalbinin ortasında bir nür
mülâhaza eder ki ona îmân nüru denilir. Bu nüru kalbinin ortasına nür-ı
beyzâdan yazılmış Lafzatullâh hey’eti üzerine mülâhaza etmek mutlakâ lâzımdır.
Huzür-ı kalbine mutma’in oldukdan sonra şeyhini hayâline kendisiyle peygamberi
arasında vâsıta olarak mülâhaza eder. Ke-enne, şeyhinin kalbine Nebiyyünâ ve
Seyyidünâ Muhammed “şallallâhü caleyhi ve sellem” Hazretlerinin kalbinden bir
nür caks eder. Müştağil olan zâkir, şeyhinin kalbine macküs olan [18] nürun
kendi kalbine caks etdigini mülâhaza eyler. İşte bu mülâhazaya müştağil kalbini
şeyhinin kalbi vâsıtasıyla Rasülullâhın kalbine rabt etdigi içün Mülâhaza-i
Râbıta denilir. Bu mezkürât, Rabbü’l-‘âlemîn olan Melik-i Mütecâl
Hazretleri’nin rızâ-yı şerîfine vâşıl olmak içün ehaşşu’l-havâşşm hâlidir.
Bu
mülâhazâtdan sonra ber-vech-i maclüm şalevât-ı şerîfe ve ihlâş-ı şerîf ve
fâtiha-i şerîfe kırâ’et edilip tarikatımızın sâdâtı ervâhına hediyye idilir.
Bu
ihdâ, nisbet-i silsileyi tahrîk ederek rühâniyyetlerinden bi’l-mukâbele mezîd-i
feyzân-ı nisbet ve fuyüzâtı bâdî olmuş olur.
[19]
MURÂKABETÜ’Ş-ŞÜBÜT
Fİ’L-VÜCÜD
Murâkabetü’s-Sübüt
Fi’l-Vücüd, Murakabe-i Ehadiyyet’dir. Yalnız, Murakabe-i Ehadiyyet’in envâcını
beyân eder eşmel bir tacbîrdir. Murâkabe-i Ehadiyyet, Süre-i Celîle-i İhlâş’ın
nürundan muktebes ve müstefâzdır. Nitekim Murâkabe-i Mahabbet (Yuhibbühüm ve
yuhibbünehü)[24]
ve (Kul in küntüm tühibbüne’llâhe fe’ttebicünî)[25]
Murâkabe-i Maciyyet; (Kul Hüve’llâhü Ehad)[26]
Kalb;
1 2 3
(Allahü^-şamed)
Rüh; (Lem yelid)
Sırr;
(Ve lem yüled)
Hafä; (Ve lem yekün lehü küfüven ehad)4 Ahfa’dır.
(Kul
Hüve’llähü Ehad) Kaf, Zatü’l-Baht’da olan Südne-i Seb’a ve Rahman gibi Esmä ve Şıfat-ı
Îlahiyye’dir ki mezähir ve menäzil mütälebe edip (Läm) istMädäta yacnî münzel ve kitäb, insäna geldiler. Hüviyyet-i
mutlaka zuhür etdi ki buña cAmäde ber-Ehadiyyet denir; bu hüviyyet
mertebe-i Ulühiyyet’e nüzül etdi. Tä ki me’lühuñ
mir’atında
kendisini müşahede etdi.
İstedi
ki Sırr-ı Vahdet’i bilinsin, Hazretü’Kİlmiyyesi’nde (Kün) emrinden ol säbite olan acyäna
(Kün) emri
ile bir tecellî etdi ki cÄlem-i
Erväh “Ene” ve “Ente” ve “Hüve” gibi şahşiyyat mümtäz olarak zuhüra geldi. Käfir ve Mümin mecmücunda bi- lä imtiyäz Vahdet’i nümäyän oldu. Acyänm keyfiyyet-i zuhürı Zätü’l-Baht tacbîrini beyän meyämnda iräe edilmişdir.
[20]
(Allähü’ş-Samed) Bu izhar ve zuhür, Cenab-ı Hakk’iñ ihtiyacından ileri gelmedi.
Zîra, Cenab-ı Hakk, bundan müstağnîdir. Bu Samedäniyyet bir ümmeti müşahhaşa-i
külliyye ve rasüli iktizä etdi ki
Ümmet-i İcabet ve Ümmet-i Dacvet zuhür ederek bi-lä imtiyäz Käfir ve Müzminde Ehadiyyetî cilve-ger oldu. Yalñız bu iktizä,
Tekvîniyyet
tecellîsi ile feyz-i mukaddesden (Fe-yekün) meydanında Acyan’ı irä’eden soñra tekaza-yı
Samedäniyyet’dir ki bir karınca, İrade ve
Kudretinde diger bir hayväna muhtäc degildir.
Her bir ferd-i zî-rüh, kendisinde müstakill olup digerine ihtiyacı yokdur. Her
bir ferdiñ miratında “calä haddetin” Sırr-ı Ehadiyyet görünür.
Cenab-ı
Hakk, Samedäniyyetini ve Samedäniyyeti, mir’ätmda iräe etmekdedir.
(Lem
yelid) Eşyayı Cenab-ı Hakk tevlîd tarîkıyla veyä inficälät ve ıztırabat-ı batıniyyeden
mecbüren istigräg etmedi. cAcz ü ihtiyäc kendisinde taşavvur olunmaz.
Zira,
Samed’dir. Belki Sırr-ı Ehadiyyetini iclam içün
Şeyiyyetü’ş-Sübut’den Tekvini Vücuda getirdi. İşte (Lem yelid) sırrında dahi
Ehadiyyeti hüveyda kıldı.
(Ve
lem yuled) Bu eşyayı terekküb ve ictimac etdikden sonra Cenâb-ı Hakk eşyadan
beynUnet ve müfarakat de etmedi. “Tecale’llahü ¡an zalike ¡ulüvven kebiran” Bu
nekayış, Cenab-ı Hakk’dan meslUbdur Zira, bunların kaffesi emare-i ihtiyaç ve
hudUşdur. Bu şUretde (Ve lem yûled) sırrında dahi Ehadiyyetinin nümayan olması
Samedaniyyet vasıtasıyladır.
[21]
(Ve lem yekün lehü
küfüven ehad) İşbu Ehadiyyet, Ehadiyyet-i sabıkanın ¡aynidir. Zira, Ehadiyyet,
tacaddüd etmez. Yalnız burada Ehadiyyet küfüvviyyetden münselibdir. Ehadiyyet,
zat-ı bi-la kayd ¡umUm ve huşUş ve zat-ı bi- la şıfat ve bi-la esmadan
¡ibaretdir. Ehadiyyet’de kayd olmaz.
Amma
Vahidiyyet, Hazretü’l-Esma olduğundan, Esma-i mütecaddideye nisbeti vardır.
Ve
buna lisan-ı haşşda “±at ma‘ş-~ıfat ve’l-Esma” ıtlak olunur. Bu halde
Vahidiyyet, Esma-i mütekabile-i mütecaddidenin miratında zahir olur.
(Kul
Hüve’llahü Ehad) Sırr-ı Tecelli-i Efcal olduğundan, kalbe menşe olup kalb dahi onun mevredidir. Zira, beyanımız
vechle (Kul), mezahir ve menazili müstecill ve metalib-i esma ve isticdadatdan
cibaretdir ki menzil ve miratı kalbdir.
(Allahü’ş-şamed)
Sırr-ı Sıfat-ı SübUtiyye’dir ki rUha menşe olup rUh onun mevredidir. Zira,
rUhda tekaza ve nisbet-i Samedaniyyet aşkardır ki rUh bedenden müstağnidir.
RUh,
emr-i Rabbdir ki memUr olamaz. Yalnız (Li-yem^e’llähü’l-hablse
mine’t-tayyibi)[27]
mışdakınca beden de mümeyyizdir. Kalbi nefs-i habiş ile taşarrufundan temyiz
içün belki nefsi dahi habaiş-i behimiyye-i tabiciyyeden tathir edip de ¡ayn-ı
ruh, râzıyye ve merzıyye etmek içün Şeyiyyetü’s-Sübüt’den Şeyiyyetü’l-Vücüd’a
nüzul etmişdir.
(Lem
yelid) Şuünatü’z-Zat’dır ki Sırr’a menşe olup Sırr, onuñ [22] mevredidir. Zîrâ, Sırr, zâtınm şuünâtı
olarak zuhür etdi. Yoksa tevlîd-i nakîşasından ötürü ifrâğ olunmadı.
(Ve
lem yüled) Sıfât-ı Selbiyye’dir ki Hafâ’ya menşe olup Hafâ, onuñ mevredidir.
(Ve
lem yekün lehü küfüven ehad) Şanü’l-Câmi ve Hazretü’l-¡Ílmiyye’dir ki Ahfâ’ya menşe olup
Ahfâ, onuñ mevredidir. Ve bu makâm, Muhammed
“şallallâhü ¡aleyhi ve sellem”e hâşş olup diğerlerinden meslübdür.
Hazret-i
Fâtıma “radıyallâhü ¡anhâ” buyurmuşlar ki: “Pederim Hazret-i Muhammed’iñ “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem”
vech-i mübâreklerine dikkatle nazar etdigimde bir nür gördüm ki iki kaşınm
arasında lemecân ediyor ve o nürdan insânlarm kalblerine intişâr ediyor idi.
Hazret-i Fahr-i ¡Âlem “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Efendimizden vâk^ olan
suâlime cevâben (O nür baña olan îmânın
nürudur ki nâsa vâşıl olur. Bunda şübhe yokdur.)[28]
buyurdular.”
îmdi,
irtibâtm fâidesi, kulüb-i nâsa vâşıl olan mezkür nüra vâsıtadır. Öyle ise, her
tâlib-i Hak içün kendisi ile talebi beyninde râbıtanm lüzümu âşikârdır.
Nitekim, Cenâb-ı Hakk Kurân-ı Kerîm’de (Ve’btegü ileyhi’l-vesîle)[29]
buyurmuşdur. Cenâb-ı Hakk ile ¡abdi beynindeki vesîle, ancak beşer olur. Şu
hâlde, vesfleniñ a^âsı [23] risâletdir. Zırâ,
rasül, Allâh ile kulları arasında vesiledir. Kezâlik, zâkir ile Rasülullâh
beyninde bir vesîleye lüzüm vardır ki ümmet ile Cenâb-ı Hakk’m Rasülü arasında
vâsıta olsun. İşte o vâsıta, cilmiyle câmil, muhakkık, mudakkık ve mütesennin
olan zâtdır.
Bu
vâsıta, vesîle mülâbesesiyledir. Lâkin mütelevvin olanlar onu o kadar telvîn
etdiler ki câlimler ondan müştekî oldular. İşte bu televvün, eser-i taklîdden
hâşıl olmuşdur. Zîrâ, şu Tarîkat-i cAliyye’de taklîd, küfrdür.
Nitekim,
evliyâ’ullâhdan Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” Hazretleri “Vaktsiz teşeyyuh
eden kimse kâfirdir.” buyurmuşdur. Buradaki küfr, hırmân macnâsınadır.
Teşeyyuh, ancak taklîd ile olur. Taklîd ise, makâtıc-i tackîd ve makânic-i raybdir.
Denildi ki her şeyhe ve her câlime râbıta etmek, câiz degildir. Ancak, rabtı
Nebî caleyhisselâma münâsib olan zâta râbıta etmelidir. Onun içün Hazret-i
Hâlid[-i Osmânî-i Bağdâdî] “kuddise sirruh” Hazretleri, hulefâsını nefslerine
râbıta etmekden menc eder idi.
Hüsâmüddîn
ve Ebu’l-cAvn Hazretleri buyururlar ki: “Râbıta, beyt-i Muştafâ ve Murtezâ’ya
vâşıl olan silsileden olmakla şahîh olur. Böyle olmayan râbıta içün irtibât
yokdur.”
Ammâ
irşâd-i cibâd içün rucüc eden şeyh-ı mercüc, ehl-i râbıtadan degildir.
Muvâşala, mümâsele mümkin olmadığı gibi, Nebiyy-i Ekrem’e “şallallâhü caleyhi
ve sellem” murâbeta olmaksızın muvâşala da hâşıl olmaz. Bu şüretle bu gibi
meşâyihin senedleri şahîh ise, râbıtadan civaz [24] olarak onlar üzerine
ilbâs-i hırka câiz ve mü’essirdir. Eger senedleri şahîh degil ise, Zeyd ve cAmr’a
hırka giydirmekde bir fâ’ide yokdur. Zîrâ, ilbâs-i hırka şahîh, müsned zacîf
gibi aksâma taksîm olunmakda rivâyet-i Hadîs gibidir.
Seyyidünâ
Muhammed “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimiz Hazretleri’ne ve Ehl-i Beyt-i
Kirâmı’na intisâbsız tarîkat, câiz olmayıp belki ricâl-i ümmetden isticdâdı
olan kimselere câiz ise de bunların da esbâb-ı tarîkatdan Nebiyy- i Ekrem
“şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimize bir münâsebetleri olması lâzımdır.
Binâen
caleyh, Cacfer-i Şâdık “kuddise sirruhu’l-cazîz” Hazretleri (İnnemâ
yürîdu’llâhü li-yüzhibe can-kümü’r-ricse ehle’l-beyti ve yutahhira-küm
tethîran)[30]
Äyet-i Kerîmesi’niñ hîn-i nüzQlünde Nebiyy-i muhterem “şallallâhü
caleyhi ve sellem” Hazretleriniñ iktisâ
buyurdukları hırka-i şerîfeyi birtakım pârçalara ayırıp müntesiblerinden
baczılarına ftâ buyurdular. Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruhu’l- cazîz” ve sâire gibi. İşte şu
hırka Ehl-i Beyt’e dâhil olmağa calâmetdir. Bu bâbda birçok Ehâdîş-i Nebeviyye
varsa da ben yazmadım. Ancak ceddim RasQlullâh “şallallâhü caleyhi ve sellem” Efendimiziñ emr buyurduklarını yazdım. Eger
siz benim sözime inanırsanız, rahmet siziñ
üzerinize
olsun. İnanmazsanız da bes yokdur. Yine, Allâh size merhamet buyursun.
Ehl-i
Beyt-i Nübüvvet’e müntesib olan meşâyih kardeşlerime tenbîhdirı
RasQl-i
Ekreme “şallallâhü caleyhi ve sellem” kurbiyyet peydâ edemeyen kimse Allâhü
Tecâlâ Hazretlerine karîb olamaz. Zîrâ, Velâyet-i Muhammediyye, Velâyet-i Kübrâ
levâzımındandır.
Muhammed
caleyhisselâmıñ ehline dâhil olmayan kimse ehlullâh miyânına dâhil olamaz.
Cenâb-ı Hakk’m (Fe’dhulî fî cibâdî)[31]
Kavl-i Kerîmindeki cibâddan murâd, Ehl-i Muhammed’dir. “şallallâhü caleyhi ve
sellem” Her kim Ehl-i Beyt’e dâhil olursa, her şeyden emîn olur. Nitekim
RasQl-i müctebâ “şallallâhü caleyhi ve sellem” Hazretleri (Mehabbetü Ehli
Beytî ke-sefîneti Nflhun. Men dehale-hâ kâne âminen.)* ve (Mehabbetü Ehli Beytî
emânün li-ehli’l-ardı ke-bâbi huttatin) buyurmuşlardır. (Ve’dhulî cennet!)[32]
Kavl-i Keriminden murâd, Velâyet-i Kübrâ’dan ¡ibâretdir.
Ma¡lüm olsun ki tahkîk-ı mahabbet, ümür-i
hayâliyyeden olup hayâl de ümürunu hâricden ahz eder. Hangi şey ki hâricde
kendisi içün vücüd bulunmaz, o şey içün vücüd-i zihnî de olmaz. Tahakküm iden
kimse, kânün-ı zahir hilâfına yolsuzluk etmiş olur. Nitekim (Kul in küntüm
tühıbbüne’llâhe fe’ttebicünî yuhbibkümu’llâh)[33]
buyurulmuşdur. Ma^â-yı şerîfi: “Habîbim, sen onlara de ki: ‘Eger siz Allâh’a
mahabbet ediyor iseñiz, baña ittibâc ediñiz ki Allâh da size mahabbet buyursun.’”
[26]
Evet, Nebiyy-i Ekrem
“şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Efendimiz içün Vücüd-i Haricî Kitâb ile
Sünnet’dir. Her kim ki kendisi içün Kitâb ve Sünnet yokdur,
0 kimse
içün Vücüd-i Hâricî de yokdur. Ammâ Rasül-i Ekrem “şallallâhü ¡aleyhi ve sellem” Hazretleriniñ bir Hadîs-i Şerîflerindeki (Ve
Sünnetü »ulefâ^i’r-râşidîh) kavl-i ¡âlîlerinden murâd; vücüdı ¡indinde eser-i pakiniñ muktezâsıyla ¡ameldir. Gaybübeti zamânında
eger Sünnet-i meşhüre olup da sen de
oña i¡tina ederseñ câizdir.
Eger Sünnet-i meşhüre olmayıp da Kitâb ve Sünnet’e muvafık olursa, Kitâb ve
Sünnet’le ¡amel olunur. Ve illâ tevehhüme i¡tibar olunmaz.
A'ZÁNIÑ ZİKRİ:
Zakiriñ sem¡i, Rabbisiniñ zikrine mahal olmak içün
sema¡a müte¡allik olan şeyle iştigâlidir. îmdi,
her ¡uzv içün zikr vardır. G0züñ zikri,
ruyeti mülâhazadır. Nüruñ mülahazası
kalben zikr olup zâkir, dilini üst çeñesine yapışdırmak, tekmîl aczâsmı hâl-i
sükünet üzre bulundurmak, gözlerini kapamak, ¡âdeti üzre nefes almak
a¡za’-i mezküreniñ zikridir.
Kulağıñ
zikri; kalbiniñ Allâh, Allâh diye zikr etdigini işidiyor
gibi mülâhaza etmekdir.
[27]
Gözün zikri; kalbi çâm
kozalağı şüretinde tahayyül edip tâm ortasında nür-ı beyzâ’ ile Lafza-i Celâle
yazıldığını görür gibi mülâhaza etmek ve mülâhazayı huzür devâm etdigi müddetçe
imtidâd etdirmekdir. Bu şırada kalbine bir şey hutür itse, havâtır zâ’il
oluncaya kadar lisânıyla istiğfâr etmek ve havâtırın izâlesini müte’âkib
(Îlâhî, Ente makşüdî ve rızâke matlübî) ducâsını okumakdır.
Mânic-i
huzür olmamak içün caded-i zikr tacdâd olunmaz. Müddet-i iştigâl; müddet-i
huzürdur. Huzür, cavârız-ı ahvâldendir.
Müştağil
içün Allâhü cAzîmüşşân’ın Sıfâtı’nı ve Kibriyâsı’nı, kendi kalbinin zâkir,
Allâh’ın Semîc olduğunu mülâhaza etmek lâzımdır.
Allâhü
Tecâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Âdem’i on eczâdan halk etmişdir. Beşi câlem-i
emrden ve diger beşi câlem-i halkdandır. Evvelki kısm, latîf-i nürânî; ikinci
kısm, keşîf-i zulmânîdir.
Mebde’-i
evvel; cArş’ın fevkinde olan câlem-i emrden olup buna, Îsm-i “Rahmân”ın
taşarrufundan olduğu içün, câlem-i rahmüvvet denilir.
Mebde’-i
şânî; câlem-i halkdandır. Îsm-i “Rabb”in taşarrufundan olduğu içün buna vücüd-i
kevn tacânuk eder.
[28]
Letâ’if-i Hamse-i
Nürâniyye: Kalb, Rüh, Sırr, Hafâ, Ahfâ’dır.
Keşîf-i
zulmânîden cibâret olan Letâ’if-i Hamse’nin birincisi, toprakdır. Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm’de (Ekeferte bi’llezî haleka-ke min türâbin şümme min nutfetin)[34]
buyurulmuşdur. Macnâ-yı Şerîfi: (Seni evvelâ toprakdan, sonra nutfeden halk
buyuran Zât-ı ecell ü aclâyı inkâr mı edersin?)
İkincisi;
şudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de (Fe’l-yenzuri’l-insânü mimme hulık. Hulika min
mâm dâfık)[35]
buyurulmuşdur. Macnâ-yı Şerîfi: (İnsan, neden [hangi şeyden] «alk
olunduğuna nazar etsin. İnsan, şiddetle yerinden kopan bir şudan [meni]
yaradılmışdır.)
Üçüncüsü;
âteşdir. Nitekim Kur’ân-i ¡Azîmü’ş-şân’da (Ve in min-küm illâ vâridühâ)
buyurulmuşdur. Ma^â-yı Şerîfi: (Siz ancak âteşden geldiniz.)
Dördüncüsü;
havadır. Nitekim Furkân-ı Mübîn’de (Ve emmâ men hâfe mekâme rabbihî ve nehe’n-nefse
cani’l-hevâ. Fe-inne’l-cennete hiye’l-mevâ) buyurulmuşdur. Ma^â-yı
Münîfi: (Ve amma şu bir kimse ki Rabbisinin makamından korkar ve nefsini havâdan
nehy eder; işte cennet o kimsenin durağıdır.)
Beşincisi;
nefsdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: (»aleka-küm min nefsin vâhıdetin)[36]
buyurulmuşdur. [29] Ma^â-yı Münîfi: (Cenâb-ı Hakk sizi nefs-i
vâhideden
halk buyurdu.) Bu Âyet-i Kerîme, nefsin ¡Âlem-i Halk’dan olduğuna delâlet eder.
Letâ’ifle iştigâl, sâbıkî misillidir.
Evvelâ,
zikr ile iştigâl eder. Kalb-i Muhammedî’den kendi Kalbine ve kalbinden Rühuna
vâşıl olan nür, mümted olur. Keenne, o nür, bir silsiledir ki, şöylece imtidâd
eder: Şeyhin Kalbinden mürîdin Kalbine, mürîdin Kalbinden mürîdin Rühuna,
Rüh’dan Sırr’a, Sırr’dan Hafâ’ya, Hafâ’dan Ahfâ’ya, Ahfâ’dan Latîfe-i Nefs’e,
Latîfe-i Nefs’den Letâ^fü’l-Letâ^if’e, Letâ[37]ifü’l-Letâif’den
Latîfe-i Cemîc-i Cesed’e.
Bu
teselsülün dahâ ziyâde tafşîlinden, nazar-ı taklîdden ihtifâsı içün, mahallini
göstermekde müsâmaha eyledim. Şu °ilm, taklîde mü’eddâ olmaması içün yazılması
câiz olmayan şeylerdendir.
Mutaşavvıfanın
kitablarıyla ¡amel caiz değildir. Zira, tabayic ve ahlak,
mütefâvitdir. ¡İlm, ancak ¡amel ve irşad iledir.
Tarikat’ın
irşadı yalnız mahsüs ve mackülden caizdir. Amma, meşayihin halet-i menamdaki
ruyeti, senin kendinden olan haldir. Meşayihin değildir. Zira, senin içün
¡Âlem-i Misal’de hayyiz ve mekanet vardır. Eger benim rüyam olmazsa senin
dimağın hayalden yahüd vehmden bir şey ile karışmışdır.
Amma,
meşayihi halet-i menamda ruyet, senin kendinden olan hal olup, meşayihin
değildir. Zira, zevaya-yı dimağıyyen, hayal yahüd [30] vehmden
bir şey ile ihtilat etmemiş ise, senin içün ¡Âlem-i Misal’de hayyiz ve mekanet
vardır.
Ruyetin
şıhhati içün birtakım şartları vardır. Ruyet, şurütuna muvafık olmazsa, o menam
ve meşanic, hayal yahüd vehm kabilindendir. Eger şurütuna muvafık olursa,
ilham-ı vahy kabilindendir. Bunun tafşili, müellefatımızdan olan “Lemcatü’l-Âfak
Fi’z-Zuhüri Ve’l-îşrâk”da mündericdir.
MENÂZÎL-1TEVHÎDDEN
NEFY Ü ÎSBÂT
Maclüm
olsun ki, Tevhid içün birtakım menziller vardır: Hiss, Ruyet, Taklid, ¡Aceb,
Hayal, Vehm, İkrah, Nifak. Bunların hepsi, birer menzildir. Bu menzillere
Tevhid-i ¡İlm-i Şuhüdi denilir.
Amma
Tevhid-i ¡İlm-i Gaybi: Fıkh, ¡Amel, İ^ikad, İrtibat, İttibac, Meyl, Meveddet,
Mahabbet, ¡İlm, Hayret, Heyman’dır.
Bundan
sonra muvahhid, Mertebe-i Tecrid’e vaşıl olur ve üzerine kelimat-ı mahv u fena
ilka olunur. Sonra şıfatı mahv ve muzmahill olur; ¡alaık ve ¡avayıkın
inkıtacından sonra vücüdu ve nefsi ile kaim olan Mertebe-i Tefrid’e vaşıl
oluncaya kadar [31] Ekvan’dan kendisi içün olan şeylerin hepsinden tecerrüd
ederek zatıyla teferrüd eder. Bu şüretde vücüdda İlah-ı Ferd ve Melüh-i
Ferd’den başka bir şey kalmaz. Bu da, ¡ubüdiyyetin müntehasıdır. Münteha ise,
Rabbinedir. Bu makamın fevkinde başka makam yokdur.
Denildi
ki: Fakr tamam olduğu vakt, küfr de tamam olur. Küfr tamam olduğu vakt, ancak
Allah kalır. Ya^i, Makam-ı ¡Abd olan ¡Ubüdiyyet’in intihası, Makam-ı Fakr’dır.
Vücüd-ı ¡abd, küfr ve hicabdır. Küfr ve hicab refc olunduğu vakt, ¡abdin
sübühat-i vechi yanar. Zira, sübühat-i vech, vücüd-i hulki’den ¡ibaretdir.
Maclüm
olsun ki, zakir, nefy ü isbat zikriyle meşğül olduğu vakt, nefsini ittisacdan
hıfz etmege ve havatırı azaltmağa ve (Men ketebe La İlahe İllallah ¡ala şadrih!
emine min
suali’l-münkerayni)[38]
Hadis-i Şerif’i mücebince şadrı üzerine (La İlahe İHallah) mektüb olduğu halde
müşahede eylediği nüra mü^at edip nefy halinde hudüs macnasını mülahaza eylemek
zakir üzerine vacibdir.
Bu
icta-yı Hakk, nefydir. Menfi ise, haricde mevhüm olan (İlahe) kelimesidir.
Bunun şadr üzerindeki makamı, Makam-ı Hafa olup, Sıfat-ı Selbiyye macnasını
müştemil olan Hazret-i ¡Îseviyyet’den ¡ibaretdir.
İmdi,
(La) kelimesi hattda (İlahe) kelimesiyle (Allahü) kelimesi beyninde
mütevassıtdır. Zakir, onu şadrı üzerine yazılmış olduğunu tahayyül eder. Bundan
sonra Hafa’ya meyl eder. Nefy macnasını [32] yazılmış olan (İlahe) hattı
üzerine mülahaza eder. Sonra (İlahin elifiyle bed edip ¡Âlem-i Kevn-i
Şuhüdi’den ¡Âlem-i Kevn-i Kalbi’ye rucüc etdigi vakt (La) ile beraber mülahaza
eyler. Bunun şadr üzerindeki mahalli, Makam-ı Kalb olup Hazret-i Âdemiyyet’den
¡ibaretdir.
(Allahü)
kelimesinin
hattını, kalbi üzerine yazılmış olduğunu mülahaza eder. Sonra nefy ü isbat
macnasını mülahaza eyler. Bu ma^a, mübtedi ¡indinde (La macbüde İHallah),
mürid-i mütevassıt ¡indinde (La makşüde İllallah), müntehi ¡indinde (La mevcüde
İllallah) olup, Mevlana ve Seyyidüna İmam-ı Düsüki “kaddesallahü tecala
sırrahü” Hazretleri’nin ¡indinde zakir, hüviyyet-i mutlaka ile zikr etmekdir. Eger
bununla nefy ü isbat makası murad olunursa, nefyde (La İlahe)dir.
İsbât-ı
Zât’da (İllâ Hüve)dir. Zîrâ, Cenâb-ı Bârî’nin Zât-ı Şerıf’i, halkdan münezzeh
olup elbette şıfâtından lâzımdır ki bu da hüviyyet-i mutlakadır.
Bir
kimse (Lâ ma‘büd)ı mülâhaza ederse, °ibâdete ancak macbüd bi’l-hak müstehak
olur. Kevnden makşüd, ancak rızâ-yı Zât’dır.
[33]
Vücüd-ı mevcüdât içün Allâh’dan başka Vâcid yokdur. Yacnî, Vâcid, Mâcid ancak
Allâh’dır. Vücüd-ı Kadîm’in macnâsı, kendisini cadem sebk etmez; kendisi içün
bidâyet ve nihâyet yokdur, demekdir. Hâdisi cadem sebk eder. Kevn de insân
mevcüd olduğu müddetçe ebedîdir.
Karâmita,
Dürüz, Melâmiyye tâ’ifelerinden baczıları şu zikr etdigimiz macnâdan ittihâd-ı
vücüd macnâsı murâd etdiler ve (Lâ mevcüde min mâ terâ-hü fî cÂlemi’l-Kevni İllâ Hüve) kavlleriyle
cÂlem-i Kevn’de gördügün şeylerden bir vücüd yokdur, ancak Allâh’ın vücüdu
vardır. Zîrâ, eşyâ, Allâh’ın Vücüdunun gölgesidir, dediler. İşte bu, ilhâd ve
şirkdir. Sen Vücüd-ı Kadîm’i, hâdisle berâber bulamazsın. İkisinin cemci,
mümtenMir. Meselâ, şems tulüc etdigi vakt, zulümât-ı leylden eser kalmaz.
(Sübhâne’llâhi cammâ yesıfün)[39]
Onların tavşîf etdikleri şeyden Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ve takdîs ederim.
“(Lâ
macbüde), Tevhîd-i Efcâl’dir. (Lâ makşüde), Tevhîd-i Sıfât’dır. (Lâ mevcüde),
Tevhîd-i Zât’dır.” sözlerindeki şirkiyyet, vâzıhdır. Te’vîle mecâl yokdur.
Bunun tafşîlini murâd eden kimse, “Hakâyıku’t-Tecıîd Fî Menâzili’t-Tevhîd”
ismiyle
müsemmâ olan risâlemize mürâcacat etsin.
Allahümme
şalli ¡ala seyyidina Muhammedin ve ¡ala Âli Seyyidina Muhammed. Bi-cadedi
halkı-ke ve rıza^e [34] nefsi-ke. Veznü-hü ¡Arşü-ke ve midadi kelimati’Hah. La
havle ve la kuvvete illa bi’llah. Ya Erhame’r-rahımin. (El-hamdü li’llahi’llezî
heda-na li-haza ve ma künna li-nehtediye lev la en hedane’llah.)[40]
(Va’llahü yekülu’l-Hakka ve Hüve yehdi’s-sebil.)[41]
(Fe’llahü hayrun Hafizan ve Hüve Erhamü’r-rahımîn.)[42]
TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE
MURÂKABE-İ EHADİYYET
Evvela,
mürid; şüret-i mahşüşadan hayalinde tecelli eden şeyle kalbini mülahaza eder.
Bu mülahaza, ebvab-ı Ehadiyyet’in inkişafı içün miftahdır. Zira Mertebe-i
Ehadiyyet, ¡urüc şıfatının müntehasıdır. Bunun tafşili, Seyyid ¡Îsa El-Ahrar
“radıyallahü ¡anh” Hazretlerinin evlad-ı kiramından Seyyid Müdekkık Ahmed
Hüsamüddin-i Hüseyni Efendimizin taşnifatından “Lemcatü’l-Envar” adlı kitab-ı
müstetabında mündericdir.
Kalbin
mahalli, şol memenin altındadır. Menşe-i feyzi, Zatü’l-Baht’den ism-i Rabb’dir.
İmdi, Rabb, tecelli eder. İsm-i Halık zahir olur. Halıkıyyet tecelli eder. Âdem
zahir olur. Âdem’in tacallüm etdigi Esma, zıllına müncakis oldu. Bu zıll, bir
vücüd-ı muhakkakdan ¡ibaretdir ki onun kalbine, Kalb-i Muhammedi’nin
envarı ¡aks etmişdir. Onun kalbinden de senin kalbine ¡aks etdi. Öyle ise,
menşe-i feyz; İsm-i Rabb’dir ve mevredi de, o kalbdir.
[35]
TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE
MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN MURÂKABE-İ RÜH
Hasebü’t-takdîr,
Rüh’un mahalli, şağ memenin altındadır. Lâkin sen onu dimâğdan cibâret olan
cebîninde bulursun. Evet, o Rüh, hakîkat-i haysiyyetinden menâzil mikdârı
üzerinedir. Ammâ bidâyet hasebiyle Esmâ, eşyâya nâzil olmazdan mukaddem,
Emr’dir. Bunun tafşîli de “Lemcatü’l-Envâr”dadır.
Her
murâkıb içün evvelâ, mahalli bi-hasebi’t-takdîr şağ memenin altında olan Rühunu
murâkabe etmek lâzımdır. Hayâlinde feyzden tecellî eden şey ile, onun menşeli
feyzi Zâtü’l-Baht’den; Sıfât-ı Sübütiyye’den olan “Hayy” İsm-i Celîli’nedir. İsmi
Sıfata ıtlâk taclîm-i tarîkî üzerinedir. Hakîkat üzerine degildir. Zîrâ,
Hayât’ın hakîkati, Rüh’dur.
Şu
ıtlâk; tacayyünât ve tacakkulât kabîlindendir. Mevred-i feyzî, kendisinde
Rüh’un mülâhaza olunduğu mahall-i mahşüşdur.
Matlebü’l-Esmâ,
İsm-i Hayy’dan Hayât’ı medcuvvdür. O da Hazret-i İbrâhîmiyye’dir. Hazret-i
İbrâhîmiyye’den hayât, zıllına caks eder. Bu da senin cesedinden cibâretdir.
(Fe-huz
erbecaten mine’t-tayr)[43]
Âyet-i Celîlesi müfâdınca; menşe-i hayât, Zâtü’l-Baht’den canâşır-ı erbaca-i
münteşire vâsıtasıyla menzil-i hayât olan cesede vârid olur.
Tuyür-i
erbaca’dan evvelkisi; Hayy şıfatının hayât-ı cunşuriyye-i İbrâhîmiyye’nin
terkîbi üzerine caks etmesidir.
[36]
Tayr -i Sânî; Kudretinin
cism üzerine caksidir.
Tayr-i
Sâlis; Sırrının mahall-i vürüduna caksidir. O da vücüd-i hâricî ile zihn
beyninde olan nisbet-i râbıtadan cibâretdir.
Tayr-ı
Râbic; şağ memenin altında mülâhaza olunan Rüh üzerine caksidir.
LEJÂİF TARÎKİ ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN SIRRIN
MURÂKABESİ
Evvelâ,
şağ memenin üstünde olan mahall-i Sırr’ı mülâhaza etmekdir.
Bunun
menşe’-i feyzi, Zâtü’l-Baht’dandır. Zâtü’l-Baht, Mertebe-i Ehadiyyet’den
tecellî eder. Sonra şuünâtı İsm-i Hâlık’a incikâs eyler. Hâlık, tecellî
etdikden sonra, şu’ünâtı beden-i kalbden ve mahallinden cibâret olan toprağa
müncakis olur. Türâb, mahall-i Rubübiyyet’dir ve Hazret-i Âdemiyyet’de merşad-ı
zuhürdur. Nitekim mâ-sebkda maclümun oldu. Zikr olunan Esmâ’-i Hazarât’dan
murâd, mefhüm-ı küllîden cibâretdir.
Vâridât,
türâbdan nâra müncakis olur. Nâr da Sırr-ı türâbdır. Nârdan Hazret-i
Müseviyyet’e, Müseviyyet’den zıllına incikâs eder. Zıll, senin şeyhinden
cibâret olup, şeyhden senin Sırrına müncakis olur.
Sırr’dan
murâd; insânlardan baczılarının vâkıcâtdan yâhüd [37] hafâyâ-yı ümüra vuküfdan
veyâ bunların gayrîsinden ztfm etdikleri gibi degildir.
Sırr;
sâlik üzerine İlm-i Kalbî’dir.
Baczıları
dediler ki:
Sırr’ın
macnâsı, sâlikin Zât ile Sıfât beynindeki nisbetidir. Baczıları da, sâlik ile
Hâlık’ı beynindeki nisbetdir, dedi.
Hakîkat-i
hâl, Cenâb-ı Allâh’ın mahlükundan bir zât-ı muhakkikin muttalic olduğu şeydir. (Men lem yezuk, lem
yacrif.)
TARÎKA-İ LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYET
Bunun
menşei feyzi, Zatü’l-Baht’dan Sıfat-ı Selbiyye’dir.
Mevred-i
feyzi, Hafa-i müriddir.
Keyfiyyet-i
vürüdı; evvela, şağ memenin üstünde olup Sırr-ı Rüh ıtlak olunan mahall-i
Hafa’yı mülahaza etmekdir.
Hava,
ecza-i insanın mürekkeb olduğu ¡anaşırdan Sırr-ı ma olduğu gibi, Hafa da Sırr-ı
Rüh’dur.
Nitekim
Rüh; Sırr-ı Kalb, Kalb; Sırr-ı Beden, Beden; Sırr-ı Türab, Türab; Sırr-ı
Rabbü’l-Erbab’dır. Türab’dan murad; türab-ı halişdir.
Cenab-ı
Hakk, Hadis-i Kudsi’de (Âdemü sim ve ene sirruhü)[44]
buyurmuşdur ki macna-yı münifi: (Âdem benim sırrım ve ben de Âdem’in sırrıyım.)
[38]
İmdi, Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz evvela Sıfat-ı Selbiyye’ye vürüd etmişdir
ki, o da bizim şıfatımızdan ¡ibaretdir.
Sıfat-ı
Selbiyye’den Hazret-i ¡Îseviyyet’e, ondan zıllına, ondan senin Hafa’na varid
olur. Bu, Kavs-i Üla’nın ve halkın Halıkından ¡Âlem-i Kevn-i Şuhüdi’ye cari ve
nazil olan Kavs’in nihayetidir.
Beni-Âdem’in
muhtac olduğu her şey, mahlükdur. Mezahir-i Kevn’den feyz tevarüd etdi. ¡Îsa
“‘aleyhisselam” gibi vücüduyla tekeyyüf etdi.
TARÎKA-İ
LETÂİF ÜZERİNE MURÂKABE-İ EHADİYYETDEN AHFÂ
Bu
murakabe, beden-i insan gibidir ki şüreti ziyade zahir ve aşkardır. Batını
hayal üzerine Hafa, başar üzerine Ahfa’dır. Menşe-i feyzi, ‘Âlem-i Halk’dan
Şuünat-ı Sıfatiyye’yi ve ¡Âlem-i Emr’den Şuünat-ı Vücüdiyye’yi camf olan
Şendir. Mevred-i feyzi, Ahfa-yı müriddir.
Keyfiyyet-i vürüdu; feyzin Zâtü’l-Baht’dan vârid olması
haysiyyetiyle Mertebe-i Ulühiyyetedir. Mertebe-i Ulühiyyet’den Külliyye-i
Muhammediyye’ye; Külliyye-i Muhammediyye’den Mertebe-i cUbüdiyyet-i
Kâmile’yedir. Külliyye-i Muhammediyye; Muhammed caleyhisselâmın vücüd-ı
câlîsidir. Vücüd-ı cÂlî-i Muhammed’den, zıllınadır ki o da °ibâdet ile emrdir.
[39] (Ve mâ ümirü illâ li- yacbudu’llâhe)[45]
Macnâ-yı münîfi: (Onlar ancak Allâh’a cibâdet ile emr olundular.)
ŞerFat-i Muhammediyye’den cibâret olan o emri, nüfüs-i külliyye
istikbâl etdi. İşte bu, Kavs-i Nüzülî’nin müntehâsıdır.
İmdi, Ahfâ; zâhir eşyâdır ki o da Sırr-ı Ulühiyyet’dir. Nitekim,
Allâhü Celle ve Aclâ Hazretleri Hadîs-i Kudsî’de (Âdemü sim ve ene sirruhü)
buyurur ki Acyân-ı Sâbite’ye işâretdir.
Âdemiyyet’in zıllıdır ki, Cenâb-ı Hakk, Âdem “caleyhisselâm”
hakkında (Haleka-hü min türâbin) buyurdu. Bu aşl-ı Âdem olan türâb, ihyâ ve
inbât ve imâte gibi efcâl ile müttaşaf olduğundan Âdemiyyet, mazhar-ı tecellî-i
efcâl oldu. Bu imâte ve ihyâ ve temzîc ve tebdîl gibi efcâl, kalbde de vardır.
Zîrâ, kalb, tekâzâ’-i Esmâiyye hasebiyle vürüd iden tecellî-i efcâl ile bedende
şerâyîn ve curük ve lifâf vâsıtasıyla ihyâ ve imâte ve temzîc ve bacz-ı
mevâdd-i radiyyeyi ihrâc ile meşğüldür. Her hâlde kalbin mevride-i tecellî-i
efcâl olduğu vâreste-i ihticâcdır. Bu beyândan istifâde ile, kalb, zıll-i
Âdemiyyet’dir.
Bizim rühumuz dahi Şems-i Külliyye-i Muhammediyye’nin zıllıdır.
Fakat, Sıfat-ı Sübütiyye nisbetiyle ve İbrahimiyyet tarikiyle geldiginden,
İbrahimiyyet’in zıllı denilir. [40] Hakikatde, Şems-i Külliyye-i
Muhammediyye’nin gölgesidir. Bu Latife’de de istifaza Nisbet-i Muhammediyye ile
taharri eylediginden miyanede şeyh, tevassut etdirilir ki istifaza, Nisbet-i
Muhammediyye ile cari olsun. Bizim Sırrımız da, Şems-i Külliyye-i
Muhammediyye’nin zıllıdır. Fakat, Şuünatü’z-Zat nisbetiyle gelmişdir.
Sırr, zıllının zıllıdır. Zıll-ı evvel kalb, zıll-i sani rühdur.
Zira, sırr, vücüd ile şuhüd yani nübüvvet meydanında berzahdır. Denilse ki, berzah,
Tevhid’e şalih degildir. Mümtezic olduğu içün denilir ki berzahdan iki tarafı
tecerrüd ederse ¡ayn-i Tevhid olur. İşte bu nisbet, beyne’l-müntesibin “Sıfat-ı
Selbiyye ve Sübütiyye” tecerrüdü, Tevhid-i mahz olur.
Bu iki renkli şıfatın miyanında vakic zat mıdır yoksa
şuünatü’z-zat mı? (Rüh, Hafa) itibar olunur, bu ise zatın ğayrî degildir.
Müsa ¡aleyhisselamdan nacleyn tecerrüdü, Rüh ve Hafa’nın tecerrüdü
demekdir. İbrahimiyyet ve ¡Îseviyyet’den tecerrüdü, ervahın envac-ı şecerinden yani
ihtilafından demekdir.
Müsa ¡aleyhisselam Şuünatının Tür-ı Sırrında Tevhid-i Enaiyyeti
matleb olan nür, cüzi ve külli tarikasıyla olmadığı gibi bunda havaşş-ı
mekandan olan şark ve ğarb dahi taşavvur olunamaz. Belki işbu şuünat, afaki ve
enfüsi muhit tarikiyledir. Hulül [41] ve ittihad ve muhit ve muhat tarikiyle
degildir. Zira, mahdüd degildir. Gayriyyet ve ¡ayniyyet tarikiyle de degildir.
Zira, Tevhid, izafatı iskat eder. İşte bu mezküratın esrar-ı Tevhidi ki
Tevhid-i Enaiyyet’e vadi-i Müseviyyet’de Zıll-
i Muhammedi’nin miftahının lüzümu la-büddür.
Ve kezalik, sair-i enbiya-i ¡izam “şalevatullahi ¡ala nebiyyina ve
¡aleyhimüsselam” Hazaratı her hangi murakabe olur ise olsun o Latife’de o
nisbetin ve o Vadi-i Eymen’in şecere-i şalahıdır. Mesela,
Kelâm’a Vâdî-i Fem’de Şecere-i Müsevî-i Lisân mevrid olduğu gibi,
menşe bulunmuş olan hançereden zıll-i şavt vâsıtasıyla işbu sübüt-i mevrid-i
sâbıkı olan lisânda teşekkül edecek hurüfun mehârici (cÎseviyyet ve
İbrâhîmiyyet’dir) dahî müştâkdır.
Kezâlik, mehâric-i esrâr ve mehâbit-i envâc, ilmâc ve işrâkında
bir zıll hükmünde olan şeyhin vücüduna muhtâcdır. Elbette şavt, harf içün
mehârice muhtâc degildir. Velâkin şavtsız harf içün vücüd olmaz. Ammâ cÎsâ’nın
İbrâhîm’e nisbeti, Nün Harfi’nin lisâna nisbeti gibidir. Lâkin, menşec
cihetinde bir nisbetle müttehid olur. Hafâmız da Şems-i Külliyye-i
Muhammediyye’nin zıllı olup, yalnız Sıfât-ı Selbiyye nisbetiyle gelmişdir.
Artık, Ahfâ’da hükm, vâzıhdır.
Cenâb-ı Hakk’a en karîb, Kalb’dir ki Kalb, feyz-i akdesdir. (Kün)
emr-i tecellîsi evvelâ Kalb’e zuhür edip cayn-i mütecellî ile bir kevniyyet
[42] ve şey’iyyet iktisâ etdi. Rüh, o şey ile Cenâb-ı Hakk miyânesinde bir
nisbetden cibâretdir. Bacdehü, o şey’iyyet, Sırr’a nüzül ederek Şuünâtü’z-Zât
oldu ki bir vücüd-ı zihnî ve bir şüret-i zihniyye kabîlinden olarak keennehü
tohm-i mezrücanın nemâ bulan filizi gibi göründü. Bacdehü, Mertebe-i Hafâ’ya
nüzül etdi. Ağşân peydâ edip bir ağaç hükmünü kazandı. Yacnî, külliyyet ve
cüziyyet ve sâ’ire evşâf-ı havâdis iktisâ etdi ki bunların kâffesi Cenâb-ı
Hakk’dan meslübdur ve Sıfât-ı Selbiyye, Hafâ’nın nisbet ve tekâzâsıdır ve bizi
Cenâb-ı Hakk’dan temyîz eden Sıfât-ı Selbiyye ve Hafâ’dır. Hattâ, mechül
tarafına fikrimizi şarf ve nevm ve yakazamız ve semimiz ve başarımız kâffesi
Sıfât-ı Selbiyye tekâzâsı olarak bizde peydâ oluyor. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk, bizim
gibi görmez ve bizim gibi istimâc etmez. Belki O’nun Semc ve Başar’ı kadîmdir.
Yalnız, bu semc ve başar-ı hâdisimiz terakkî ederse, Sıfât-ı Sübütiyye’ye vâşıl
olur. İşbu sâlik-i müterakkî hakkında Cenâb-ı Hakk (Küntü le-ke semcan
ve beşaran ve yeden müeyyeden ve riclen ve lisânen)[46]
buyurur ki, lisân-ı hâssda bu mertebeye kurb-i nevâfil” ıtlâk olunur.
Hatta, “yed-i şahih şahibi” tacbiri işbu (Küntü le-ke yeden)
sırrını ihraz edenler içündür. O şey, Hafa’ya nüzülden sonra Ahfa’ya nüzül
ederek Ahfa’dan tamm-i vücüd ile (Fe-yekün) meydanında görünür. Zira, Ahfamız,
nefsimize en karib bir Latife’dir ki şiddet-i kurbetden Ahfa olmuşdur. Ahfa,
nefsimize müteveccihdir. Nefsimiz, onun maddesidir. [43] Bu şüretde ‘Âlem-i
Kevn’e en yakin, Ahfamız oluyor. Görülmez mi ki başıramız bize ekrab olmasıyla
beraber onu ruyet, ¡adimü’l- imkan ve ğayet-i müstehildir. Ma haşal-ı kelam,
bizim filimizi ve harekatımızı meydana muntazaman ihrac eden, Ahfamızdır. Kalb,
Cenab-ı Hakk’a en karib ve bize en ba^iddir ki, şırf-ı batındır. Fakat, Ahfa,
Kabe Kavseyn’dir ki, bir tarafı batın ve bir tarafı zahirdir. Zira, ¡Âlem-i
Kevn’den olan Nefs’e nazırdır. Ahfa, bir tarafı kırmızı camlı ve bir tarafı
beyaz camlı bir fener gibidir. Kalb, evveldir; Ahfa, ahirdir. Kalb, batındır;
Ahfa, zahirdir. Letaif-i Hamse’nin bedende asar-ı taşarrufları nedir? Beyanımız
vechle, Kalb, bedende ecza-i vücüdiyyeyi temzic ve tebdil ve redd ile muttaşaf
bir ¡amil gibidir.
Rüh, hayat ve sair-i halat-i rühaniyyeyi tehiyye ile meşğüldür.
Hafa, şarf-ı fikr ve taklib-i fikr ile meşgüldür. Sırr, daniş ve ¡ilm peyda
eder. Ahfa ise, sırr ve hafi olan şey-i mackülü zahire ihrac eder. ¡Îseviyyet
ve Müseviyyet ve bunların emsali Sırr ve Hafamızın üzerinde bir peygamber var
demek degildir. Belki Nisbet-i ¡Îseviyyet ve Nisbet-i Müseviyyet’den istifaza,
demekdir. Zira, ¡Îsa ve Müsa ve sair-i enbiyaya “¡aleyhimüşşalevatü
vetteslimat” nisbetimiz Şercan şabitdir ki, enbiyadan “¡aleyhimüşşalevatü
vetteslimat” birini inkar, küfrdür.
(Âmene’r-rasülü bi-ma ünzile ileyhi min Rabbi-hT ve’l-mü’minün.
Küllün amene bi’llahi ve mela^iketi-hi ve kütübi-hi ve rusülih. La nüferriku
beyne ehadin min rusülih.)[47]
Bir de bu [44] enbiyaya nisbetimiz hangi vücüdlar ile olduğunu beyandır. Onun
içün, Kalb’de Cenab-ı Hakk’a vaşıl olsa o veli, meşreb-i Âdemi olur. Rüh’da
vaşıl olsa, meşreb-i İbrahimi olur. Sairleri de bu kıyas iledir. Fakat, Âdem
“caleyhisselâm” ile İbrâhîm “caleyhisselâm” miyânesinde mürür eden enbiyâ-yı
zî- şân “caleyhimüşşalevâtü vetteslîmât” Âdem caleyhisselâmın rişte ve Suhufu
üzeredir. İbrâhîm “caleyhisselâm” ile Müsâ “caleyhisselâm” arasında mürür eden
peyğamberân “caleyhimüşşalevâtü vetteslîmât” İbrâhîm caleyhisselâmın nisbeti
üzeredir. Semâc-i dînde Muhammed caleyhisselâm şems olup enbiyâ-yı sâ’ire,
nücümdur. Elbette şemse nisbet-i kübrâmız olduğu gibi nücüm-i sâ’ireye de bir
nisbetimiz vardır. Esrâr-ı murâkabât, vicdâniyyâtdan cibâret olduğundan,
yakîniyyâtdır. İstidlâl ile bilinemez. Belki terakkiyyât-ı macneviyye ile
bedâheten bâtında zâhir olur. cAtş ve cüc ve sâ’ir-i ümür-i vicdâniyyâtı
idrâkde delîl ve ihticâca mesâğ var mıdır? Ve bu esrâr-ı murâkabâtın Kur’ân-ı
Kerîm’de berâhîni vardır. Fakat, sırr ve bâtın olduğundan, zevken anlaşılır.
Sâlik, zikrde temkîn ve rusüh bulmak içün kesret-i zikr ile meşğül
olmalıdır ve bu rusüh ve temkîn kalbin hâl ve zikrini eczâ’-i bedene dökmek ile
bulur. Zîrâ, kalb, Şems-i Muhammediyye’nin zıllı olduğundan cayn-i zikr
olmuşdur. Fakat o zıllı kalbe medd etmek be-heme-hâl eczâ’ât-i bedenin ve
cadalâtın zikr ile tahrîki ile olur ki kalb mir’âtına nazar ile olan kesret-i
zikr tıbkî onun hâlini ve o [45] zıllı kâlıba ifrâğ eder. Bunun hâricde
temsîli, meselâ; kalben hüsn-i hattı bilirsen ve o hüsn-i hatt vücüd zıllı
olarak kalbinde muntabMir. Binâ’en caleyh, mücerred kalbde hüsn-i hattın
intıbâcında bir hükm ve fâide yokdur. Belki mirât-i kalbinde hüsn-i hatt-ı
müntabica nazar, cevârihin kitâbetle kesret-i iştigâliyle o vücüd-i kalbînin
hârice calâ tıbkıhî ihrâcında hüsn ve medh vardır ve o hâric, cayn-i şüret-i
kalbiyyeye muvâfakat idebilir. İşte cemF-i eczâ’-i bedeniyyeyi zâkir
etmek ve bu yolda zıll-i kalbin bedene imtidâdı ile olur. Her Latîfe’de zıllden
murâd, hazret-i şeyhdir. Hîn-i murâkabede cârız olan ğaybübet hâli,
beyne’n-nevm ve’l-yakaza olur. Egerçi yakaza hâline nevm ğalebe ederse bu hâle
huzür ıtlâk olunur ve eger nevmi hâline, yakazasına ğalebe ederse, hâl-i
istiğrâk tacbîr olunur. Büsbütün nevm gibi degildir. Ve bu istiğrâk hâli çok
vaktler imtidâd etmez. Onun içün, murâkıb, huzür ve müsâcade bulduğu vakt,
murâkabe ile meşğül olacakdır. Zîrâ, ümür-i mefrüza-i hamseyi edâya ve sâ’ir-i
ümür-i macîşet ve infâkı tehvîne mânic olur derecede murâkabe tecvîz edilemez.
Ve bu istiğrak halinden bir güna ¡ulüm sünüh eder. Derün-i risalede işaret
edilen murakabe-i maciyyet ve murakabe-i mahabbet ve (Allahü eclemü haysü
yeccalü risaleteh)[48] Nazm-ı
Celil’i nürundan iktibas edilen murakabe-i risalet ve (Yulkı’r-rüha min emrihi
¡ala men yeşa’)[49] Âyet-i
Kerimesi ’nden iktibas edilen murakabe-i ülü’l- ¡azm lüzüm görüldükçe,
inşaallah, ileride yazılır.
[46] MURÂKABETÜ’S-SÜBÜT FİL-VÜCÜD KALBE OLAN MURÂKABE
İşbu murakabede salik, iştiğal-i zikr zamanıyla zikrden ferağı
zamanında muhayyerdir. Zikre iştigal esnasında murakabe, rabıta makamındadır.
On dakika kadar her bir Latife’de murakabe ederek üslüb-i sabık üzerine yine
zikre mübaderet eder. Zikrsiz murakabede yirmi dört sacat zarfında ne kadar
huzür bulabilir ise, o kadar meşğül olur.
(Murakabe-i Mutlaka): Menşe tarafından feyz-i İlahi’nin Makamat-ı
Mertebe’den müteselsilen mevredleri olan Letaif’e cereyan ve vürüdunu
mülahazadır.
(Latife’-i Kalb’de Murakabe): Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i
İlahi’nin evvela tecelli-i Efcal’e, ondan, Âdemiyyet makamına Âdemiyyet’in
Esma’ya olan ‘ilminin nisbetinden Âdemiyyet’in zıllına varid olur. Bu makamda
zıllden murad, hazret-i şeyhin kalbidir. Zıllden mevred-i feyz olan kalb-i
salike cereyan eder ve vürüdunu fikr ve mülahazadan ‘ibaretdir.
Bizim ‘indimizde Kalb, mazharu’l-Esmâ olan Âdemiyyet’in mir’ât ve
zılâli mesâbesinde olduğundan Âdemiyyet, bizim pederimizdir. Zîrâ, kulübün
istifâzası, cale’l-cumüm Âdemiyyet’dendir. Kalb, yüz Esmâ’-i İlâhiyye’nin
tekâzâsı hasebiyle âsâr-ı ficliyyeye mazhar olup ebdânda edevât-i mâddiyye-i
teşrîhiyye ve havâss-i zâhire ve bâtına vâsıtasıyla mutaşarrıfdır. Meselâ; [47]
mMede olan taşarrufâtı, lifâf ve şerâyîn vâsıtasıyla hazm ve netîce-i hazmı
curük ve acşâba tevzîc ile tebdîlât ve temzîcât-ı tabFiyyeden cibâretdir.
Bedende şıhhat ve maraz ve cüc ve catş ve hattâ bâşırada ebşâr ve
taklîb-i hadeka ve lâmisenin lemsi ve helm-i cerâ zâhirî ve bâtınî küllî ve
cüzî mucâmelât-ı bedeniyye kalbin tahrîk ve icbârıyla cârî olmakdadır. Zîrâ,
Kalb, Hâlık-ı muktedir-i muhtâr Hazretleri’nin mazhariyyet-i esmâsıyla beden-i
cüz’îde halîfesidir.
Kalbde kâbızıyyet ve bâsitıyyet ve mürîdiyyet ve muktediriyyet ve
şu’ünât-ı Hâlıkıyyet ve Muhtâriyyet ve sâir-i tekâzâ’-i
Esmâ’iyye’nin bulunması, hilâfeti muktezâsıdır. Şurası hafî kalmaya ki Kalb,
Şu’ünât-ı Melekütiyye’den bir Latîfe olduğundan, beden-i cüzî de hakîkatde
Cenâb-ı Hakk’ın Hâlıkıyyetiyle bir melek hükmünde olup cünüd-i İlâhiyye’dendir.
Muktediriyyet ve Hâlıkıyyet ve emsâliyle tavşîf, mazhariyyet calâkasıyla
mecâzdır. Şuünât tacbîri de bunu mukayyiddir. Binâ’en caleyh, Kalb, bedende
Cenâb-ı Hakk’ın taşarrufunda vâsıtadır. Lâ-siyemmâ, Kalb, Emr-i Rabb olan
Rüh’un Tekvîn tarafına olan vechesidir. Herhâlde muzâfun ileyhin ficlinin
muzâfa nisbeti kabîlindendir. Nitekim (Ve mâ rameyte iz rameyte velâkinne’llâhe
ramâ)[50] Nazm-ı
Celîli’nin sırrı bu kabîldendir.
Cenâb-ı Hakk, caleyhişşalâtü vesselâm Efendîmizden ramyi selb ve
isbât etdiler. İşbu hükm-i vâhıdde ficl-i vâhidi selb ve isbât, cemc-i zıddeyn
degildir. Zîrâ, cihetleri başka başkadır ki ficl-i ramy-i selb, [48] hakîkatde
fâcil Cenâb-ı Hakk olması ictibâriyle olup isbât dahî hasebü’z-zâhir, râmî,
Risâlet-penâh olması ictibârıyladır.
İşte Kalb-i Meleküti, cünüd-i İlahiyye’den olduğundan Esma’dan
varid olan varidat hasebiyle taşarrufatda muztarr ve mecbürdur. Zira, melekütiyyet,
hamil-i emrdir. (La yacşüne’llahe ma emera-hüm)[51] Ke-zalik
Kalb’in cünüdu olan edevat-i maddiyye-i bedeniyye, taşarrufat-ı Kalb’e ser-fürü
muticdirler. Kalb, Levh-i Efcal’de teheyyü’e olunan taşarrufatı, bi-la ziyade
ve la nokşan, tabicatıyla taşarruf eder.
Kalb, bize nisbetle ridadır yani vuşüle manidir. Vücüd-i beşeri
ise izardır. Lakin Kalb içün iki veche olup, bir vechesi Hakk’adır ki
batınu’r-rida tesmiye kılınır. Bir vechesi halk adır ki, zahiru’r-rida tesmiye
olunur. Zahiru’r-rida hasebiyle manic-i vuşül; batınu’r-rida hasebiyle
¡aynü’l-vuşüldür. Zira, Rida-i Kalb’in zahiri, ¡ala hasebi’l-varidat, bedende
taşarrufat-i Efcaliyye ile meşğül olduğundan, hicabdır. Hulaşa, hicab ve rida,
batın itibarıyla mahcübe müşahiddir. Zahiri ictibarıyla manic-i vuşül ve
şühüddur. Haşıl-ı kelam, Kalb, Esma ve Sıfatı mütelebbisen halife-i Rabb olup
hasebü’l-hilafe ve müavenet-i Esmaullah ile bedende mutaşarrıfdır. Zira,
Sırru’l-Hakk olan Âdemiyyet’in zıllıdır. (Âdemü sim ve ene sirruhü.) ve
(İnne’nahe haleka Âdeme ¡ala şüratihl ey ¡ala şıfatihT.) Öyle ise Kalb, arz-ı
beden-i cüziye nisbetle cüzi olup, edevat-i teşrihiyye ve havass-i batına ve
zahire melaikesi mesabesindedir. Zira, kaffesi, taşarrufat-ı Kalb’e münkad ve
muticdirler. Secdeden makşad, zaten inkıyaddır.
[49]
Kalb,
¡Âlem-i Emkine’de türab gibidir. Nitekim, türab, tekaza-yı Halıkıyyet’e mazhar
olup, ¡Âlemü’l-Gayb’dan ahz edip ¡Âlemü’ş-Şehadet’e ızhar eder ve
¡Âlemü’ş-Şehadet’den ahz edip ¡Adem’e nakl eder. İnbat ve imate ile mevşüf
olduğu gibi Kalb, ¡Âlemü’l-Gayb’dan lisan-ı haşş üzerine (Kaf)dan yani
Külliyyat-i Esma’dan ahz edip ¡ala hasebi’t-tekaza’i’l-Esmaiyye, bedende tedbir
ve taşarruf eder. Bu halde, Kalb lafzında (Lam), o Latife-i Melekütiyye olan
Kalb olup (Be) ise, beden-i vücüd-i mevhübdur. Kalb, Rüh’un emri olup, Rüh’a
nisbetle kesîfdir. Ke- zâlik, Kalb, bedenden bedel-i mâ yetehallî de alıp
Melekütiyyet’e itâre ve nakl eder.
Kalb, şekl-i şanevberî olup, zamân-ı kabzda küçülür ve zamân-ı
bastda ise tevessüc eder. İşbu şekl-i şanevberî birtakım ğılâf, lifâf, ağtıye
ve ağşiyeden cibâretdir. Her bir lifin curük ve acşâba ve sâ’ir-i âlât-i
bedeniyyeye münâsebeti olmağla, Kalb, bu lifâf vâsıtasıyla taşarruf eder. Bu
şüretde şekl-i mezküra Kalb ıtlâkı da vech-i meşrüh üzre hâlin ismi mahalline
nisbetle, mecâzdır.
(Ve’ccal lî lisâne şıdkın fi’l-âhırîh)[52]
kabîlinden olmuş olur. Kalb’in Rüh tarafından sekiz lifi olup Ahlâk-ı Hamîde-i
Semâniyye meknündur. Şimâl tarafında yedi liff olup, Ahlâk-ı Zemîme-i Seb’a
mestürdur.
Sâlikin Latîfe-i Rüh’a murâkabe edecegi zamân Zâtü’l-Baht’dan
vârid olan feyz-i İlâhî evvelâ Sıfât-ı Sübütiyye’nin zıllı olan İbrâhîmiyyet’e,
İbrâhîmiyyet’in Nisbet-i Sübütiyyesi’nden zılla ki hazret-i şeyhin rühuna,
ondan rüh-ı sâlike feyzin cereyânını mülâhaza eder. Her hâlde ve her Latîfe’de
sâlik, kendisini hazret-i şeyhin
zıll-i
macküsü farz eder. İbrâhîmiyyet, lisân-ı hâşşda Sıfât-ı Sübütiyye’nin zıllı
Mertebe-i
Sıfât da insân-ı ekber degil midir?
Ervâh, Makâm-ı İbrâhîmiyyet’de neşet ve zuhür eylediginden min
ciheti’l- Ervâh, pederimizdir. Bu ecilden, Rühu’l-Küllî ve Ferş-i Acyân-ı
Sâbite tesmiye kılınır. Şurası hafî kalmaya ki, İbrâhîm ıtlâk olunan zât, işbu
Makâm-ı İbrâhîmiyyeti hâiz ve hâmil olan bir zât ve nebiyy-i zî-şândır ki,
cihet-i Ervâhda bize peder olan o zâtdır. İbrâhîmiyyet’e peder ıtlâkı,
maşdariyyet-i Ervâh gibi bacz-ı ictibârât ve nisbet iledir. İbrâhîm, Allâh’ı
bize Sıfât-ı Sübütiyye ile bildiren bir harfdir. Bu cihet, “Esrâr-ı Ceberüt-i Aclâ”
nâmındaki eserimizde muşarrahdır. (Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l- hacci yetüke
ricalen)[53] Nazm-ı
Celil’inin sırrı ve bu ezan-i rical-i bağy Ervah’ın Makam-ı İbrahimiyyet’e
zuhür ve bed ve neşeti ve Ervah ’ın Ene ve Ente ile imtiyazı, Elest sırrı,
Makam-ı İbrahimiyyet’de olması ictibarıyladır. “Rical”, “racül”ün cemci
olduğundan, imtiyaz-ı meşrühu gösterir. Zi^ühun kaffesine hayat, İbrahimiyyet
vasıtasıyla [51] varid olur. Bu makamda dahi Tecelli, Yüz İsm ile olur. Rüh,
¡Âlem-i Emkine’de şu gibidir.
Nitekim şu (Ve ce’alna mine’l-ma^ külle şeyin hayyin.)[54] Delili ile
ihya edip, narı ıtfa etdigi gibi Rüh dahi ihya ve ıtfa eder. Nitekim, Ervahın
zi’z-zıllı olan İbrahim ¡aleyhis selamda olduğu gibi ki (Ya naru küm berden ve
selamen ala İbrahim.) Âyet-i Celilesi natıkdır. Haşıl-ı müfad, Tecelliyyat-i
Maiyye, Tekaza-yı İbrahimiyyet’dendir.
Tecelliyyat-i Maiyye-i Külliyye’de Rühu’l-Külli olan İbrahimiyyet
mutaşarrıf olduğu beden-i cüzide İbrahimiyyet’in cünüd ve zılali olan Ervah-ı
Cüziyye, ‘unşur-ı ma-i cüzide müdirdir.
Zatü’l-Baht’dan varid olan feyz-i İlahi, evvela Şuünat-ı Zat
Makamı’na, ondan zıllı olan Müseviyyet’e, Müseviyyet’den zıllına ki, hazret-i
şeyh muraddır. Sırr-ı salike, cereyan-ı feyz mülahaza olunacakdır. İşbu
Müseviyyet’de tecelli, Zat’dan Veniyyet-i İlahiyye’dendir. Zira, zat, şuünatın
manşeidir. Müsa “¡aleyhisselam” na’leynine nazar etdiginde, (Fe’hle’ na’leyk)[55] sırrı
zuhür etdi ki bu tecelli, Ef’al’dendir. “Na’leyn-i Sübühat-ı Vech” olan hucub-ı
nariyye ve hucub-ı nüriyyedir. Mezâhir-i Mümkinât’a nazar etdiginde ulvî ve
süflî, küllî ve cüzî eşyâdan ya’nî şecere-i kâ’inâtdan (İnnenî Ene’llâhü lâ
ilâhe illâ Ene fe’budnî.)[56]
sırrı zuhür etdi. Fakat, Tecellî-i Evvel, Rubübiyyet’den olup Tecellî-i [52]
Sânî Hazretü’l- Esmâ olan Vâhidiyyet ve Ulühiyyet’dendir. Müsâ aleyhisselâma
olan tecelliyyâtın kâffesi eşyâdan olduğundan, Müsâ ve Tevrât, şırf-ı zâhirdir.
Hattâ Müsâ aleyhisselâmdan zuhüra gelen havârik-ı âdiyye, aşâ gibi, edevât-ı
zâhireden şırf-ı âfâkî olarak zuhüra gelmişdir. Hattâ bu sırrdandır ki, Kavm-i
Müsâ (Erine’llâhe cehraten)[57]
dediler. Yanî (Cenâb-ı Hakk’ı bize cehraten göster) dediler. Lâkin, İsâ
“aleyhisselâm” şırf-ı bâtın ve rühânî olduğundan, ihyâ’-i emvât
gibi havârik-ı enfüsiyye ve bâtıniyye zuhüra geldi. Hattâ, o kadar ekl ve
şürble ünsiyyetleri yok idi. Lâkin, kavmi, levâzimât-i beşeriyyeye inhimâk
eylediklerinden, Ahkâm-ı İncîliyye, üzerlerinden ref olundu. Dînlerini zâyi
etdiler.
Âlem-i
Sırr, âteş gibidir.
‘Unşurda Nâr, Sırr’ın şuünâtıdır. Zîrâ, Sırr, Müsâ aleyhisselâmın
zıllıdır. Müsâ “aleyhisselâm” kendisi, Nârî olduğundan, tâbüta mevzüen Nîl’e
kazf olundular. Zîrâ, şu, âteşi ıtfâ eder. (En’ıkzi fî-hi fi’t-tâbüti fakzi
fî-hi fi’l-yemmi.) ve (İhhI ânestü nâran)[58]
Âyet-i Kerîmeleri nâtıkdır. Müseviyyet, Tecellî-i Rahmân’dır. Zîrâ, Rahmân, Arş
üzerinde cilve-ger oldu. Hâlbuki, Arş-ı Rahmân, şu üzerindedir. Müsâ
aleyhisselâm da şuya kazf olundu. Sırr da, Tecellî-i Letâ’if-i sâire gibi Yüz
Esmâ’-i İlâhiyye ile olur.
Zatü’l-Baht’dan
varid olan feyz-i İlahi, Sıfat-ı Selbiyye’ye, ondan, ¡Îseviyyet’e,
¡Îseviyyet’den zılla ki, hazret-i şeyhin Hafasına, ondan da salikin Hafasına
cereyan-ı feyz mülahaza olunacakdır. Sıfat-ı Selbiyye, Cenab-ı Hakk’ı ekl ve
şürb ve tahayyüz ve temekkün ve hulülden ve sair-i mahlükun muttaşaf olduğu
evşafdan, mesela, ¡abdin mevşüf olduğu müridiyyet ve muktediriyyet-i hadiseden
ve emsalinden tenzihden ¡ibaretdir.
Hazret-i
¡Îsa “¡aleyhisselam” şırf-ı meleküti olduğundan, kuyüdat-ı beşeriyyeden
münselıh idiler. Bu eclden, istifazaları, Selbiyye’dendir. ¡Îsa ¡aleyhisselamın
beşeriyyete münasebeti, valideleri tarafındandır. Bu cihetden, Hafa,
İbrahimiyyet’in yani Rüh’un sırrı olup bize Hafa’dır. Âdemiyyet’le münasebeti
yok gibidir. Zira, hılkat dört nevdir: Evvelkisi, Âdem ¡aleyhisselamın
hılkatidir. İkincisi, Havva’nın hılkatidir. Üçüncüsü, ¡Îsa ¡aleyhisselamın
hılkatidir. Dördüncüsü, bizim hılkatimizdir. Bu dört nevin yek-digerine
münasebeti, min vechdir. Hafa, ¡Âlem-i Halk’da hava gibidir. Zira,
¡Îseviyyet’in zıllıdır.
¡Îsa
“¡aleyhisselam” havaya urüc etdiler. Nitekim, Hadis-i Şerif şeref-şudür oldu:
(Semitü enne Isa aleyhisselam yemşi fi’l-ma:Ji ve lev ezdade yakinen
li-yemşi fi’l-heva.)[59]
Ya ¡ni (¡Isa aleyhisselam, işitdim ki, şuda meşy edermiş. Egerçi, yakini müzdad
olsa, havada meşy eder.) buyurulmuşdur.
Zatü’l-Baht’dan
varid olan feyz-i İlahi, evvela, Şenü’l-Cami Makamı’na,
ondan
Hazret-i Muhammedi’ye, ondan zıllına, ondan, Ahfa-yı salike feyzin cereyanı
mülahaza edecekdir. Hazret-i Risalet-penah Efendimiz, Mecamicu’ş-Şuünat
olduklarından, (Kavseyn)e (Kâb)[60]
olmuşdur. Zîrâ, Şarkî de degillerdir, Garbî de degillerdir. Kavs-i Zâhirî’yi,
Kavs-i Bâtınî’yi muhtevîdirler. Onun içün, insânın Ahfâ’sı vesatda vâkı
olmuşdur. Aleyhişşalâtü vesselâm Efendimizden zuhüra gelen mucizât-ı bâhire hem
zâhirî, hem bâtınîdir. Beyân olunduğu vechle, Müsâ ve Îsâ aleyhimüsselâm
Hazarâtı’nın böyle degildir. Ahfâ, Âlem-i İmkân’da nefs mukâbilindedir. (Le-kad
âe-küm Rasülün min enfüsi-küm.)[61]
buyuruldu. Letâ’if-i sâ’irenin eczâ’-i unsuriyyenin birine münâsebetleri olup
da Ahfâ’nın eczâ-yı ‘unşuriyyeyi câmi olan Nefs-i Nâtıka mukâbilinde olması,
Ahfâ’nın Kavs-i Muhammed’e olan münâsebeti hasebiyledir.
Zîrâ, Muhammed “aleyhisselâm”, Şe’nü’l-CâmMir. Âlem-i Emr’i câmi
olduğu gibi, Âlem-i Halk’da da câmMir. Bu makâmda, Tecellî, yine Yüz Esmâ
iledir. Gerek şırf-ı murâkabede ve gerek zikrden evvelki murâkabede ve gerek
zikre huzür bulmak şartdır. Yoksa bir oturuşda mecmü-ı Letâ’if’e murâkabe ve
zikr lâzım degildir. Her ikisinde huzür-ı sâlik, miyâr tutulur. Murâkabede
ahvâl-i Mevt ve ahvâl-i Kabr ve ahvâl-i Sırât ve Haşr ve Muhâsebe ve Mecâşî
(Vel-tenzur [55] nefsün mâ kaddemet li-ğadin ve’tteku’llâhe) Nazm-ı Celîli
muktezâsı üzre ilâve-i tefekkür edilecekdir.
İhvânlara tefhîmi işbu Tefekkür-i Murâkabeden sonra ve Fâtiha’dan
evvel Hatm-i Şerîf kırâ’et etdiren zât, cehren “İtişâm-i şerîf^’ dir. Mecmü-ı
ihvân da Ahfâlarında habl-i metîn ve urvetü’l-vüskâ olan Kitâb ve Sünnet’i
mülâhaza eder. Ke-eyyihimâ, kâffe-i ümmeti ve vücüdumuzu müstevlî bir nür
taşavvur ederler. Tefekkür ve İtişâm-i Şerîf, ihvânların derslerinde dahî
muteber ve mültezem tutulacakdır.
(Allahümme şalli ve sellim ve bank ‘ala seyyidina Muhammed.)
Letaifü’l- Letaif’e darb olunup mecmü-ı cünüd-i Rusül ve Enbiya’
“¡aleyhimüsselam” Hazaratı ve içlerinde Muhammed “¡aleyhisselam” Ser-darı ve
cemini muhtevi mülahaza olunacakdır.
(Ve inne cünde-na le-hürnU’l-galibün)[62] Nazm-ı
Celili’nden murad, Cünüd-i Rusül ve “Nün”dan murad, mecmü-ı Rusül’i cami
İnsan-ı Ekber olan Muhammed ¡aleyhisselamdır.
Rusül-i kiram Hazaratı’yla münasebet-i Muhammediyye, cesed-i
Muhammediyye’dir ki, Rusül-i kiram Hazaratı’na (Cim) yani hulaşa-i ekl ve şürb
vasıtasıyla aşlab-i paklerinden müteselsilen neşet-i ‘unşuriyyede zuhür
etmişlerdir. Haşıl-ı kelam, Muhammed “aleyhisselam” Cesed-i Müddehir olarak
içlerinde mevcüd olup yani Ecza-i Ferdiyye-i İmkaniyye olarak beşeriyyetleri,
içlerinde mevcüd olup, hakikatleri (Sin) yani İnsan-ı Kebir olarak cümlesini
[56] havi belki Hazret-i Âdem’de bile Sırr-ı Aczam Muhammed ¡aleyhisselamdır.
“Secde”deki “sin” işbu Sırr-ı Aczam-ı Rühu’l-Ekber olup Âdem’de olduğu
itibarıyla Cesed-i Muhammediyyesi’nin “sin”i, “mim”i üzerine takaddüm etmişdir.
(Küntü nebiyyen ve Âdeme beyne’l-mai ve’t-tm) Hadis-i Şerif’i bunu natıkdır.
Zira, “sin” Rühu’l- Ekber-i Muhammediyye’dir ki neşet-i rühaniyye itibarıyla
Müahhar ve Hatem olduğundan “sin”, “cim” den teahhur ederek cesed olmuşdur.
Zira, lisan-ı haşşda (Cim), ekl ve şürb ve münisdir.
(Ve Âl-i Seyyidina Muhammed) Letaif, cemic-i cesede darb
olunacakdır. İnsan, Nüsha-i Kübra olduğundan, cemic-i ¡avalim mesabesindedir.
Bu şüretde kaffe-i kainat, insana nisbetle ceseddir. “Âl”den murad, Sıddik-ı
Ekber’dir. İla yevmi’t- tenad, zuhüra gelen ve gelecek ümmet-i mutlaka-i
külliyyedir. Mecmüc-ı ümmet ve Nesl-i Pak-i Ahmedi ve Mim-i Ahmedi bile
birlikde bu makamda mülahaza olunacakdır. Yalnız, Eşhab “rıdvanullahi ¡aleyhim
ecrna^in” Hazaratının Muhammed caleyhisselâma münâsebetleri, Vücüd-i Muhammedî
ictibârıyladır. Yine bu Vücüd, Cesed’dir. Fakat, “sîn”in beşeriyyete nüzülü
yacnî neşet-i beşeriyyetde Muhammed caleyhisselâmın zuhüruyla Cesed, Vücüd
olmuşdur. Lâkin Tâbicîn ve bizim nisbetimiz, Cism-i Muhammedî vâsıtasıyladır ki
(Cîm) yacnî Evlâd-ı Nesl-i Pâk-i Ahmedî ve “mîm” yacnî Şuünât-i Vahyiyye ki
Kitâb ve ŞerFat’i el-ân içimizde mevcüd olup bununla münâsebetimiz vardır.
(İnnî teraktü fî-kümü’s-şekaleyn. Kitâbu’llâhi ve cltratî)[63]
Cism’in “sîn”i, Melekütiyyet-i Muhammedî’den cibâret olmakla “cîm ve “mîm”in
vesâtati olmaksızın münâsebet, müstehîldir.
[57] “Cîm-Sîn” dahî curüc etseler, Cism-i Muhammedi’nin
Dâru’s-Selâm ve yâhüd Dâru’l-Huld olması lâzımgelir ki her ikisi de cennetdir.
Böyle ğâyet-i teshîkde olan Dârü’s-Selâm ve yâhüd Dâru’l-Huld, Zılâl-i
Hakîkat-i Muhammediyye’dir ki her ikisine münâsebet ne keyfiyyetde olur? Bizim
bu beyânımızda emvâte râbıta edenlere cevâb var. Zîrâ, berzah-ı kabrde
rühâniyyetden istifâza etmek, Anadolu’da bulunan bir kimsenin İstânbul’da
bulunan bir âdam ile mükâleme etmesi kabîlinden olur ki aralarında berzah-ı
bahr hâil olduğundan muhâvere muhâldir. cÂlem-i Kabr, cÂlem-i Meleküt’ün bile
fevkindedir. Zîrâ, melekler de mevti zâ’ikdir.
Beşeriyyet ile cÂlem-i Kabr arasında ne kadar beyn-i bacîd vardır.
Bu istifâza teslîm olunmasa, Cenâb-ı Hakk’ın bir peyğamber göndermesi lâzım
gelir idi. Zîrâ, rühâniyyet, ebedîdir. İşbu münâsebet iktisâb olunmakla caşren
bacde caşrin nebiyy-i hayy tacaddüd eyledi.
(Bi-cadedi
halkı-ke) Kalbe darb olunup Kalb, mülâhaza olunacakdır. Nüsha-
i Kübrâ olup da mecmüc-ı cÂlem-i Vücüd’dan
cüz olan Âdem’in gölgesi Kalb olduğundan, gerek süflî ve gerek culvî,
mahlükât-ı İlâhiyye, Mahmür-i Kalb’de devr etmiş gibidir.
(Ve nzâ^e nefsi-ke) Rüh’a darb olunacakdır. Cenâb-ı Hakk içün nefs
taşavvur etmek müstehîl olduğundan, nefsden murâd, iklîm-i [58] Vücüd’da Ser-i
Hilâfet! edegelmekde olan Rüh’dur ki o Rüh, Nefs-i Rahmânî (Ve nefah-tü fî-hi
min ruhî)[64]
sırrının bir lemca-i Lâhütiyyesidir. Rüh ve Nefs ve Kalb sâ’irlerince bir ise de
bizce min vech muğâyeretleri vardır. Nefs ve ¡Akl ve Kalb; Rüh’un tedbîr ve
tasarrufuna edevât ve cevârih mesâbesindedir. Şey’in edevât ve cevârihi, şey’in
gayrî
degildir.
Fakat, ¡aynî de degildir. (Hebbet ileyye nefesü’r-rahmâni can
cânibi’l-
2
_ _____
Yemen)
mantük-ı münıfinden murâd, işbu “nefh” olan “rüh”dur. Zırâ, Rüh-ı Şarkı
olup yemîn tarafından nüzül etmişdir. Fakat, Kalb, şimâlîdir. Rüh,
Cenâb-ı Hakk ¡indinde merzâ olduğundan Emr-i Rabb’dir. Nefs-i Nâtıka’ya Rüh’un
rızâsını tahsîl etdirmek lâzımdır. Bu da mücâhedeye ibzâl-i mesâcî ederek
Nefs-i Emmâre’yi hadd-i îtmi’nân ve Râzıye ve Merziyye Makâmları’na îsâl ile
nefsi, Ahlâk ve Rüh ile ittisâf etdirmek ile olur.
Nefs, emzice-i
behîmiyye ve ahlâta macküs bir zıllî olduğundan, mir’ât-i tabîcatda zuhüru
zıll-i Rüh’a nefs ictibârını kazandırdı. Zulmet-i
tabîcatle fevka’l-câde âlüde olan nüfüs-i süfliyye bir ğayriyyet ve bir vücüd-i
kesâfet iktisâb eyledi. Nefs, Rüh, Şemc-i Rüh ile fitîle-i
ahlât-ı tabîciyyenin ictimâc ve iştimâlinin netîcesidir.
Rüh, eb; ve ahlât, ümm mesâbesindedir. Ümmetin zulmet-i
behîmiyyeye inhimâki, ahlâkını da mahv ve muzmahil eylediğinden, şiddet-i
izmihlâl, min haysi hey hey ümm eylemişdir ki, mü’ennese calem olan nefs [59] lafzı, kendisine calem oldu.
Fakat, nüfüs-i tayyibeye nefs ıtlâk olunması kevn-i sâbık ve
yâhüd ğalebe-i isticmâl iledir. Mâ hüve’l-vâkıca nazaran “Zıll-i Rühu’l-Kuds”
demek, sezâdır. Nefs, her hâlde berzah-ı tabFatden
tahlîsi ile ona Rızâ’-i Rüh’ı tahsîl etdirmek ancak mücâhede ve riyâzate ictinâ
ile olur. Zîrâ, Rüh ile Nefs arasındaki muğâyeret, kedüret-i
tabîciyyeden ileri gelmişdir.
(Veznü-hü
cArşu-ke) Sırr’a darb olunacakdır.
(Ve midâdi kelimâti-ke yâ Erhame’r-Râhimîn) Hafâ’ya Kavs-i
Muhammedî’de yacnî Ahfâ’da derc ile Ahfâ’ya darb olunacakdır. ^â
“¡aleyhisselam” ile Muhammed “¡aleyhisselam” beyninde kelimat olmakda fark
yokdur. Her ikisi de kelimedir. Kelime-i Muhammediyye ve Kelime-i ¡Îseviyye
denilir.
Cenab-ı Hakk tecelli edince (Cecale-hü dekken)[65]
Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın benligi paralandı. (Ve harra Müsa sacikan) Yani,
Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın benligi kalmayıp Fena-Fi’llah’da Fena-ender-Fena
olup Hakk’la baki
3
kaldı. (Fe-lemma efaka) Vakta ki Hazret-i Müsa ¡aleyhisselamın
benligi gidip Fena- Fi’llah’da tecelli-i Bari ile mahv-ı mutlak olup Hakk’ı,
göziyle müşahede etdi ise (Kale sübhane-ke tübtü ileyke ve ene
evvelü’l-mü^mimn.)[66] Yani
(Benlikden tevbe eden müzminlerden oldum.) dedi.
İstiğfar üç kısmdır: Biri, mübtedilerin istiğfarıdır ki ibtida
inabe etdikleri vakt günahlarına istiğfar eder.
İkincisi; saliklerin istiğfarıdır ki, sülükünde Hakk’dan ğayri ne
var ise cümlesine istiğfar ederler.
Üçüncüsü; benligine istiğfardır ki, Nitekim Hazret-i Müsa
¡aleyhisselamın istiğfarı gibi.
Ey cezbe-i İlahiyye ile meczüb olup Cemali hüsnüne hayran olan
¡aşık-ı şadıklar! Müsa “¡aleyhisselam” ülü’l-cazm peyğamber iken, Bari Teala’yı
görmek mümkin olmasa, kendini göster, diye münacat eder mi idi? İmdi, ¡Âlem-i
mahviyyetden müşahede-i Cemal-i Bari, her ¡aşıka müyesserdir. Gerçi, buna
tedkik ve müşahedesi tahkik mertebesine vaşıl olmayanlar kail olmazlar. Bu
Âyet-i Kerime’nin macnasından bi-haber olarak hem kendileri müşahededen
korkarlar ve hem kendilerine uyanları tahvif ederler.
Kur’an-ı ¡Azimü’ş-şan, dört ¡ilm üzre şeref-nüzül olmuşdur. Bu
dört ¡ilmi camicdir ki, ibtidası ¡İlm-i Şericat; İkincisi, ¡İlm-i Tarikat;
üçüncüsü, ¡İlm-i Marifet; dördüncüsü, ¡İlm-i Hakikat’dir.
[61]
¡Ulema-yı
zahir, ancak ¡İlm-i Şericat’i biliyorlar. ¡İlm-i Tarikat’i ve ¡İlm-i Marifet’i
ve ¡İlm-i Hakikat’i bilmediklerinden, ¡ilm; ¡İlm-i Şericat’dir ve ¡ulema,
¡ulema-i Şericat’dir, diyerek ¡ulema-i tarikat ve ¡ulema-i macrifet ve ¡ulema-i
hakikat olanları görmek ve bilmek istememişlerse de yek-digerini anlayamamakdan
ileri gelen bu hal, tedricen zail olmuşdur. (Ve ma yaclemü te^vlle- hü
illallah. Ve’r-rasihüne fi’l-cilmi)[67]
mışdakınca (Bari Tecala’nın sırrını ve kelimatını yine kendi bilir ve biri dahi
¡ulema-i rasihün bilir.) demekdir. ¡Ulema-i Rasihün’dan murad, ¡Ulema-i
Hakikat’dir. ‘Ulema’-i Tarikat ve ¡Ulema-i Marifet degildir. Gerçi, ¡Ulema-i Marifet,
Hakk’ın sırrını ve hikmetlerini bilir amma her sırrını ve her hikmetlerini
bilmez. Lakin, ¡Ulema-i Hakikat her sırrını ve her hikmetlerini bilir. Hakk’dan
ne ¡ilm ve ne hikmet zuhür ederse, ¡Ulema-i Hakikat, idrak ve tacakkul
edebilir. Bir şey, gizli degildir. Zira, onlar, Hakk’la kaimdirler. Ve,
¡ulema-i zahirin ancak bilmesi lazımgelen şeyler, Sırr-ı Rubübiyyet ve ¡İlm-i
Hakikat’dir. Zira, dünyaya ancak Sırr-ı Rubübiyyeti ve ¡İlm-i Hakikat’i bilmek
içün gelmişizdir. ¡İbadetden murad, ¡İlm ve Hakikat’i yani Macbüdun bi’l-hak
olan Allahü Tecala Hazretleri’ni bilmekdir. Yaramaz hüylardan geçip iyi hüyla
hüylandıkdan sonra Tecelliyyat-ı Bari ile kendi vücüdu keşf olup Hakk’la kaim
olduğu halde ¡Âlem-i Kübra ve ¡Âlem-i Şuğra’yı vücüdunda bulmaktır. ¡Âlem-i
Hakikat ile ve ¡İlm-i Ahlak ile ve sırr-ı mukadderat ile [62] hâşıl-ı kelâm,
Bârî Tecâlâ’nın kendine mahşüş olan cilmleri ile câlim olan cUlemâ-i
Rabbâniyyün ve câşık-ı şâdıklar dâimî bir feyz ve huzürda olup halkın teveccüh
ve iltifâtına müftekır degildirler. cUlemâ-i bâtın, vâris
i cilm-i nübüvvetdir. Nitekim, Peygamber
Efendimiz “caleyhisselâm” buyurur ki: (El- culemâü veresetü’l-enbiyâ’)[68]
Yacnî cUlemâ-i bâtın, Peygamberimiz’den “şallallâhü
tecâlâ
caleyhi ve sellem” cilm-i ledün ki cilm-i hakîkati irs ile ahz edip (c'Ulemâ’ü
• 2 • *
ümmetî
ke-enbiyâ^i Bem-Isrâ!!) Yacnî (İlm-i bâtın câlimleri Bem-İsrâîl
Peygamberleri gibidir.) Onların muccizatları cUlemâ-yı bâtın olan
ümmetin kerâmetleri, onların muccizâtları gibidir. İmdi, hakîkatde câlim iken
bunlardan baczılarına ümmî dedikleri, Peygamberimiz Efendimizden irsen tevârüs
tarîkiyledir. İlm-i Marifet, İlm-i Hakîkat culemâsının akvâlini vehleten hükm-i
katî vererek vesîle-i tacrîz etmek, erbâb-ı inşâfa yakışmaz. Bunların macrifet
ve hakîkat cihetlerine mütacallik olan kelâmlarını, hemân, ŞerFat’de yeri yokdur,
diyerek inkâr etmek ve fi’l-hâl küfrlerine yormak âdâb-ı mtfâşeret ve ışlâh-bîn
esâslarıyla telîf edilemeyecek ahvâlden macdüddur. Aşl şurası mülâhaza ve
teemmül edilmelidir ki İlm-i Marifet ve İlm-i Hakîkat, cayniyle, bi-temâmihâ, İlm-i
ŞerFat’de bulunmaz. Eger bulunmak iktizâ etse, Allâhü Tecâlânın cilmi, ancak
ŞerFat’e mahşüş ve mahşür olurdu. Ve Kurân, bu dört cilm üzre nâzil olmazdı.
Dört cilm diyerek bundan haşr ve kaşr murâd etmiyoruz.
[63] Kurân’da her cilm vardır. İşte bu imlerden, naşîbi mikdârını
istihrâc ve istikmâl, büyük bir kemâldir. İlm-i Marifet ve İlm-i
Hakîkat, İlm-i Şerîcat’e uymaz çünki bunların her birerleri başka imlerdir.
Böyle olunca, İlm-i Marifet ve İlm-i Hakîkat, İlm-i Şerîcat’e naşıl muvâfık
olabilir? Bunlar, İlm-i ŞerFat’de olmayınca, ne şüretle muvâfık ve ne vechle
muhâlif olur? Gerek muvâfakati ve gerek muhâlefeti ne ile anlaşılır? İlm-i
Hendese, İlm-i Mantık’a mutâbık ve muvâfık olmadığı içün cilm degildir diye
kimse iddicâ edemez. İlm-i Marifet ve cîlm-i Hakîkat dahî böyledir.
Mutlakâ zâhire muvâfakati îcâb etmez. İlm, caded gibi lâ- yetenahidir. Hiç bir
vakt, hiç bir şüretle haşr ve kaşr edilemez. ¡İlm-i Hakikat’i tahşil içün
şurüt-ı ¡adide vardır. Âbdesti olmayan kimsenin kılacağı namaz şahih olmadığı
ve caiz olmadığı gibi, Şericat’i bilmeyen Tarikat’e, Tarikat’i bilmeyen de
Matifet’e, Marifet’i bilmeyen de Hakikat’e dest-res olamaz.
Bu ¡ilmler, birbirinin lazımı ve mütemmimidir. Eda-yı feraciz ile
ŞerFat’i muhafaza etmeyenlerin Tarikat’e sülükü, abdestsiz namaz kılan kimsenin
namazı gibidir. ¡Ulema-yı Marifet ve ¡Ulema-yı Hakikat’in ¡ilmleri, ¡İlm-i
Kuran’a aşla muhalif degildir. Belki Kuran’dan ¡İlm-i Marifet’i ve ¡İlm-i
Hakikat’i istihrac edecek derecede haiz-i ihtişaş olmayanlar, kendi ma^ümatlarına
kıyas ederek muhalif gibi görürler. İhsan-ı [64] bi-payan olan Kuran-ı
¡Azimü’ş-şan’dan Ehl-i Şericat, ¡İlm-i Şeriat’i ve Ehl-i Marifet dahi ¡İlm-i Marifet’i
ve ¡İlm-i Hakikat’i istihrac eder.
(Eş-Şer^atü şeceratün. Ve’t-tarikatü ağşanüha. Ve’l-Marifetü
evrakuha. Ve’l-Hakikatü esmaruha. Ve’l-Kur’anü camicu bi-cemPiha.)
Şericat ağacının Tarikat, dalı, budağı; Marifet, yaprakları; Hakikat,
meyveleridir.
¡İlm-i batını inkar etmek olamaz. Bir şey ki manevi olmakla
beraber maddi bir eseri görünür, naşıl inkar edilebilir? Evliyaullahın
kerameti, Cenab-ı Hakk’ın ¡inayetiyledir. Keramet, mutlaka Şericat ile ¡amil
olarak Tarikat’e sülük ve Marifet’e
ve Hakikat’e vuşül edenlerden zuhür eder. Bunlardan biri tamam
olmadıkça keramet zuhüru mümkin degildir. Bunun içündir ki şırf zahir ile
meşğül olan zevat ne kadar ¡ibadet etseler, onlardan keramet zahir olmaz. Zira,
bu ¡ulüm, seyr ve sülük ile mümkinü’t-tahşildir. ¡İlm-i Hakikat, Bari Tecala
Hazretlerinin kendisine mahşüs olan ¡ilmidir. ¡Âşık-ı İlahi olanlar, bu derya-yı
bi-giranın ğavvaşlarıdır. ¡İlm-i zahir, o deryanın bir kenarı mesabesindedir.
Derya ortasında olan dalgıçların ne çıkardıklarını kenarda olanlar bilir mi?
¡Acaba onlar cevher mi çıkarıyorlar yoksa altın mı çıkarıyorlar? Yalnız
karşıdan görmekle bi-hakkın keşf ve istidlal kabil midir?
Tabîîdir ki, zann ile verilecek hükm, yakîn ifâde etmez. ¡Ulemâ’-i
bâtın, kendilerine seng-endâz-ı tacarruz olanları şu sebebe
mebnî[65]dir ki nazar-ı lâ-kaydî ve müsâmaha ile görerek onları ma¡zür ¡add ederler.
Çünki, kendileriniñ bildikleri
şeylere, onlanñ ‘ilm ve iktidârı yokdur. ¡Ulemâ-i
bâtın, ¡Ulemâ’-i zâhirm ¡ilmini muhîtdir. Bâtın ¡ulemâsı, ¡îlm-i zâhiri ikmâl
etmekle o ğâyeye vâsıl oldukları içün ¡ulemâ’-i zâhirm ¡ilmine vuküf ve
ıttılâcları olmak zarüriyyât ümürundandır. Buña mebnîdir ki, ¡ulemâ-i bâtın içün
¡ulemâ’-i zâhirm ¡ilminden hîç bir şey gizli degildir. ¡Ulemâ’-i zâhir ile
¡ulemâ-i bâtınm arasında tahaddüs eden ihtilâf, esâsa ¡âid olmayıp, Hazret-i
Hızr ile Hazret-i Müsâ “salevâtullâhi ¡alâ nebiyyinâ ve ¡aleyhimâ” Kıssalarına beñzer.
(Ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinne’llâhe ramâ)[69]
mantükunca hakîkat-i meselede ihtilâf yokdur. ¡Akl-ı macâşını, ledünniyyâta
vuküf peydâ edecek mertebede incilâ ettiremeyenler, ¡ulemâ-i batınm akvâlini
kendi ¡ilmlerine muhâlif zann ve zehâbında bulunurlar. Hâlbuki bu ihtilâf,
¡Akl-ı macâşıñ muhâlefetindendir.
Nitekim, makâm-ı Şerîcat’de Bârî Tecâlâ Hazretleri yerde degil,
gökde degil, şağda degil, solda degil, cihâtdan münezzehdir, demek, makâm-ı
Marifet’de (Ve Hüve meca-küm eyne-mâ küntüm) Yacnî (Nerede olursaüız,
Allâhü Tecâlâ, siziñle berâberdir.) demek. Makâm-ı
Hakîkat’de (Küllü şeyin hâlikün illâ veche-hü) ve (Hüve’l-Evvelü ve’l-Ahıru
ve’z-Zâhiru ve’l-Bâtın.)[70]
ve (Fe-eyne-mâ tüvellü fe- semme vechu’llâh)[71]
demekdir.
[66] Marifet
kapısının Tevhid’i başka, Hakikat kapısının Tevhid’i başkadır.
¡Akl-ı macaş, makam-ı ¡aşkdan şadır olan akvali naşıl idrak ve ne
şüretle tacyin ve takdir edebilir? Tarikate girip dünya ve ¡ukbayı terk etmek
ve Hakk yolunda cümle muradından geçmek lazımdır ki, Hakikat’den naşibe-dar
olsun. Çünki, bu sırrlar, nefsi kurban etmedikçe fehm olunmaz.
(Ve’l-Kuranü camin bi-cemicıha) bunların başka başka birer ¡ilm
olduğunu zahir bir şüretde gösterir. Bir kelam ki ehlullahdan şadır olur,
elbette bunlardan birisine muvafıkdır.
Anadan doğma
gözsüzler ke-ma hiye görmez eşyayı Sorarsan vech-i dil-darı ülü’l-ebşar olandan
şor.
Maclüm ola ki, ¡ulüm, üç kısmdır. Lakin, maclümat ictibarıyla
degil; tacyin ve tahşiş tarikiyledir. Zira, maclümatın inkısamıyla ¡ilmin
inkısamı ğayr-i mahşürdur.
Kısm-ı evvel, ¡İlm-i zahirdir. ¡İlm-i zahir ile murad, ¡ibadat ve
muamelat cihetinden mükellefe lazım olan mesail ile mukayyed ¡İlm-i
Şericat’dir. Bunun vech- i devranı, Tefsir ve Hadis ve Fıkh üzerinedir. Bu da
¡ulema-i ahiret fetvasından, farzı ¡ayndır. Bundan mu°raz [67] olan ahiretde
Malikü’l-Mülük’ün satvetiyle halikdir. Nitekim, acmal-i zahireden icraz eden,
fukaha-i dünya fetvasında, selatinin seyfiyle halik olduğu gibi. Hakikat-i
nazar ise, Şarkin zemm etdigi riya, ¡ucb, ğışş, hubb-i ¡uluvv, hubb-i sena, hubb-i
fahr ve tamac gibi ahlak-ı zemimeden ittika; ihlaş, şükr, şabr, zühd, takva,
kanacat ahkamının şalahından içün bilmedigine varis olmak üzre ¡ilmiyle ¡amel
içün, ahlak-ı hamide ile ittişaf ve taşfiye-i kalb ve tehzib-i nefsdir.
¡Amelsiz ¡ilm, ğayetsiz bir vesiledir. ¡Aksi, cinayetdir. Veracsız
ittika, bi-la ücret, külfetdir. Elzem-i ümür, zühd ve istikametdir. Bu da, ¡ilm
ve ¡ameliyle intifac içündür.
Üçüncü kısm, İlm-i Mükâşefe’dir. Bu da, bir nürdur ki, kalbin
taşfiyesi hâlinde, kalbde zâhir olur.
Macânî-i mücmelenin zuhüruyla Cenâb-ı Hakk’a ve Esmâ ve Sıfâtına
ve Kütüb ve Rusülüne macrifet hâşıl olur.
Ve esrârın hazînesinin astârı, kendisi içün keşf olunur.
İslâmiyyete münkâd ol ki, cemîc-i mekârihden selâmet bulasın. Münkirlerden olma
ki, helâkleri ile helâk olursun. cÂrifler buyurmuşlardır ki, bir kimse içün şu İlm-i
Mükâşefe’den bir şey bulunmazsa, o kimsenin su-i hâtimesinden korkulur. [68] Ve
bu cilmin ilminden insânın ednâ-yı naşîbi, İlm-i Mükâşefe’yi taşdîk ve ehlini
teslîm etmekdir. Ve cilmin bu kısmı, İlm-i Yakîn’de muhakkık olan mürşidlerin
makâmıdır.
Bir kimse bu makâma vâşıl olmazsa, ona iktidâ şahîh olmaz ve câiz
olmaz. Zîrâ, sülük, cehâlet üzerine ibtinâ edilemez. Bir kimse bu İlm-i
Mükâşefe’yi iddicâ etse, hâlbuki kendisinde İlm-i Mükâşefe’den hîç bir şey
olmasa, ancak geçmiş zevât-ı kirâm olan mutaşavvıfların makâlâtı ve sâlikînin
efcâli vardır, böyle olan kimse, her bir hâlde tâbic gibidir. Hakîkat, Tarîkat
ve Şerîcat’e cadem-i vuküfu hasebiyle bunları ne kendisi görür ve ne de bir kimseye
gösterebilir.
Kaynak: Zahir SÜSLÜ, Mekasıd-ı Salikın (Metin-İnceleme), T.C.
Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim
Dalı Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 2011
[1] Not:
Hayatı Hakındaki Bilgi kısmı [Sefîne-i Evliyâ, Osmânzâde Hüseyin Vassaf, Mehmet
Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul 2006, cilt II, s.266-277] kısımdan alıntılanmıştır.
[2]
"Birbirlerine neyi soruyorlar? Büyük haberi mi?" 83. Nebe' sûresi,
1,2. (H)
[3] “Fazîletli ve
himmet sâhibi, mümtâz bir insan, fazîletin en ileri derecesine ulaşmış, Allah’a
karşı gelmekten son derece sakınan kâmil bir şeyh, Allah’ın emrettiklerine
bağlı kalarak vuslata erişmiş bir mürşid, kâmil, hocaların hocası, Allah’ın
bütün kullarına karşı şefkatli, hocamız Mevlânâ Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn-i
Dağıstânî en-Nakşıbendî el-Hüseynî, dedesinden icâzetli bir Kur’ân müfessiri
idi. En güzel salât ve en temiz selâm ona olsun. Cenâb-ı onun derecesini
artırsın, ilmini ve fazîletini yüceltsin. Marifetinden bütün Müslümanlar
faydalansın. Bereketiyle, bizim doğruların ve gerçek iman sahiplerinin yolunda
dosdoğru gitmemizi nasibetsin.” (H)
[4] “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır”
el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I. s. 203. (H)
[5] “Ben ise anahtarıyım.” (H)
[6] “Allah onları arkalarından çepeçevre
kuşatmaktadır. Doğrusu bu yüce Kur’ân’dır. Levh-i mahfûz’da yazılıdır.” Burûc
sûresi, 20, 21, 22. (H).
[7] “O, (hicrî) bin senesinden sonra güneş
(gibi)dir, hattâ güneşin medârı sayılır. Bizden seyyidim Hüsâmeddîn gizlendi.
Furkân
(K. Kerîm)in sırrını en iyi bilen ve onu en yüksek derecede anlayandır. Hidâyet
güneşinin dükkânı seyyidim Hüsâmeddîn:
Milletin
dayanağı ve işlerinin en üstünü, vâris ilimlerinin üstâdı seyyidim Hüsâmeddîn
İlim
kapısının anahtarı, asrının seçkini, emsâllerine üstün geldi seyyidim
Hüsâmeddîn
Onu
tanımlayacak olanın ömrü bu işe yetmeyecektir. Asır benzerini görmedi. Dînin
yardımcısıdır.
Onu
tanımlamada acizlik anlaşıldı. Allah’tan ilhamdır ve seyyiddir.
Hidâyet
imâmı bir güneştir. Onunla târîhi bilinir. Seyyidim böylece bildirdi.
Hatiften
bir ses bana onun gizlenişinin târîhini öğretti: Zamânının kutbu seyyid
Hüsâmeddin vefât etti.” (H)
[8] “Sübbûh ve Kuddûs olan Rabbimiz, meleklerin
ve Cebrâilin Rabbi.” (H)
[9] “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim
de mahlukatı yarattım.” Kudsî Hadîs-i Şerîf
[10] “Hani
Rabbin Ademoğlunun sulbünden zürriyetlerini çıkarıp onları nefislerine şahit
tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet
Rabbimizsin, şahit olduk’ demişlerdi. Bu şahit tutuşumuzun sebebi, Kıyamet
gününde: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’”A’râf Sûresi/172, [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[11] “Bir vakit İbrahim demişti ki: Rabbim
ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster. Allah ‘İnanmıyor musun?’ demişti de
İbrahim: ‘İnanıyorum, ama kalbim huzura kavuşsun, yatışsın diye sordum’
demişti. Allah buyurmuştu ki: ‘Dört kuş tut, onları iyice inceleyip kendi
elinle parçala ve her birini bir dağın üzerine koy, sonra onları çağır, uçarak
sana gelecekler. Bil ki Allah elbette aziz ve hakîmdir.” Bakara Sûresi/260, [Metinde
bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki
yanlışlık düzeltilmiştir.]
[12] “Muhammed ancak bir elçidir” Âl-i
‘İmrân Sûresi/144
[13] Resulullah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben
önce öğrenmekle emrolundum. Sonra tebliğ etmek ile sonra da amel ile
emrolundum.” Hadîs-i Şerîf
[14] Hadîs-i Şerîf
[15] “Sana Kur’an’ı indiren, O’dur.
Kur’an’ın esasını teşkil eden bir kısım ayetler açık ve kesindir. Diğer bir
kısmı ise mecazi manalar taşır. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak
için, o mecazlı ayetleri tevil ederler ve onlara uyarlar. Halbuki onların
gerçek anlamlarını ancak Allah bilir. İlme vakıf olmuş idrak sahibi kimseler
‘Biz ona inanırız. Açık ve kapalı ayetlerin hepsi Allah’tan gelmiştir’ derler.
Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünür.” Âl-i ‘İmrân Sûresi/7, [Metinde bir
kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[16] “İhsân; Allahu Teala’ya, onu görüyormuş
gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmesen de o seni görür.” Hadîs-i Şerîf
[17] Hadîs-i Şerîf
[18] “Hani Rabbin Ademoğlunun sulbünden
zürriyetlerini cıkarıp onları nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabbimizsin, şahit olduk’
[19] “Gerçekten ben, Allah’ım. Benden başka
bir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” Tâhâ
Sûresi/14, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[20] “Şüphesiz sonunda Rabbine varılacak”
Ve’n-Necm Sûresi, 42 [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]
[21] “Rabbine dön, sen O’ndan razı, o da
senden razı olarak.” Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı verilen ayetin
tamamının meâli verilmiştir.]
[22] Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli dipnot 3’te verilmiştir.]
[23] Ve’l-Fecr Sûresi/28 [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli dipnot 3’te verilmiştir.]
[24] “Ey iman edenler! İçinizden kim
dininden dönerse bilsin ki, Allah onun yerine Allah’ı seven, Allah’ın da onları
sevdiği müminlere karşı onurlu ve zorlu Allah yolunda mücadele eden, dil
uzatanın kınanmasından korkmayan bir kavim getirir. Bu, Allah’ın dilediği
kimseye verdiği ihsandır. Allah, ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.” Mâ’ide
Sûresi/54, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[25] “Resulüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı
seviyorsanız hemen bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” Âl-i ‘İmrân
Sûresi/31, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[26] “O, Allah bir tektir.” İhlâs Sûresi/1
[27] “Allah murdarı temizden ayırır, murdarı
birbirinin üstüne koyup topunu birden yığar da cehenneme atar. İşte bunlar
nefislerine ziyan ve yazık edenlerdir.” Enfâl Sûresi/37, [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[28] Hadîs-i Şerîf.
[29] “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve
O’nun rahmetine yaklaşmaya vesile arayın. O’nun yolunda savaşın ki kurtuluşa
eresiniz.” Mâ’ide Sûresi/35, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[30] “Evinizde oturun. Evvelki cahiliyyet
yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı dosdoğru kılın. Zekatı verin, Allah’a ve
Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi
tertemiz yapmak istiyor.” Ahzâb Sûresi/33, [Metinde bir kısmı verilen ayetin
tamamının meâli verilmiştir.]
[31] “Haydi, kullarımın arasına karış.” Ve’l-Fecr
Sûresi/29
* “Ehl-i
beytime karşı muhabbet, Nuh’un gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse güvende
olur.” Hadîs-i Şerîf.
[32] “Cennetime gir.” Ve’l-Fecr Sûresi/30
[33] Âl-i ‘İmrân Sûresi, 31
[34] Kehf Sûresi/37
[35] “Ve’t-Târık Sûresi/5, 6
[36] A’râf Sûresi, 189
[37] Ve’n-Nâzi’ât Sûresi/40, 41
[38]
“Göğsüne ‘Lâ İlâhe İllallah yazan kimse
Münker ve Nekir’in sualinden emin olur.” Hadîs-i Şerif.
[39] “Allah onların isnad ettikleri
noksanlıklardan münezzehtir.” Ve’s-Sâffât Sûresi/159 [Orijinal metindeki
yanlışlık düzeltilmiştir.]
[40] “O cennetliklerin gönüllerindeki kini
söküp atarız. Cennetle, altlarından ırmaklar akarken: ‘Hidayetine eriştirip
bizi buna kavuşturan Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola
iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Andolsun ki Rabbimizin
peygamberlerine bize gerçeği getirmiştir.’ derler. Onlara: ‘İşte yaptığınız
işlere karşılık miras olarak elde ettiğiniz cennet budur’ diye seslenilir.”
A’râf Sûresi/43, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[41] “Allah bir adamın göğsünde iki kalp
yaratmamıştır. Kendilerinden ‘Zıhar’ yaptığınız karılarınızı, analarınız
kılmadığı gibi, evlatlıklarınızı oğullarınız gibi kılmadı. Bu sizin
ağızlarınızdaki sözünüzdür. Allah ise hakkı söyler ve O yolu gösterir.” Ahzâb Sûresi/4,
[Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[42] “(Yakub) ‘Bundan önce kardeşiniz
Yusuf’u size emanet ettiğim gibi şimdi onu hiç size emanet eder miyim? Şüphe
yok ki Allah koruyucuların en hayırlısı ve merhametlilerin en merhametlisidir.’”
Yûsuf Sûresi/64, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]
[43] “Bir
vakit İbrahim demişti ki: ‘Rabbim ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’. Allah:
‘İnanmıyor musun?’ demişti de İbrahim: ‘İnanıyorum, ama kalbim huzura kavuşsun,
yatışsın diye sordum’ demişti. Allah buyurmuştu ki: ‘Dört kuş tut, onları iyice
inceleyip kendi elinle parçala ve her birini bir dağın üzerine koy, sonra
onları çağır, uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah elbette aziz ve hakîmdir.”
Bakara Sûresi/260, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]
[44] Kudsî Hadîs-i Şerif.
[45] Beyyine Sûresi, 5
[46] “Ben sana
kulak, göz, sağlam bir el, ayak ve dil oldum.” Kudsî Hadîs-i Şerîf.
[47] “Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Kalbinizde olan şeyleri açıklasanız da
gizleseniz de, Allah sizi onunla hesaba çeker. Allah dilediğini bağışlar ve
dilediğine azap verir.
O, her şeye gücü yetendir.” Bakara
Sûresi/284, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[48] “Mekkelilere bir ayet geldi mi ‘Allah’ın
peygamberlerine geldiği gibi bize de bir ayet gelmedikçe inanmayız’ derler.
Allah peygamberliğini kime vereceğini bilir. Suç işleyenlere, Allah katından
aşağılık ve hilelerinden dolayı da şiddeti bir azap gelip çatacaktır.” En’âm
Sûresi/124, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[49] “Arş sahibi ve varlıkların en yücesi olan
Allah, kavuşma gününü ihtar etmek için kullarından dilediğine emriyle vahyi
indirir.” Mü’min Sûresi/15, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[50] “Bedir’de kafir düşmanlarınızı siz
öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Habibim düşmanının gözüne bir avuç toprak
attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Ve bunu müminere güzel bir
ganimet ve zafer tecrübesi vermek için (yaptı). Muhakkak ki Allah işiten ve
bilendir.” Enfâl Sûresi/17, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[51] “ Ey iman edenler! Kendinizi, çoluk ve
çocuklarınızı öylesine bir ateşten koruyunuz ki onun yakacağı şeyler insanlarla
put taşlarıdır. O ateşin üzerinde melekler vardırki çok sert ve çok
kuvvetlidirler. Allah kendilerine ne emrettiyse, isyan etmezler ve emredilen
her şeyi yaparlar.” Tahrîm Sûresi/6, [Metinde bir kısmı verilen ayetin
tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]
[52] “Benden sonra gelenlerin beni güzel
şekilde anlamalarını sağla.” Şu’arâ’ Sûresi/84, [Metinde bir kısmı verilen
ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[53] “İnsanlara haccı ilan et. Gerek yaya
olarak gerek uzak yoldan binek üzerinde senin huzuruna gelsinler.” Hacc
Sûresi/27, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[54] “O kafir olanlar bitişik bir halde
bulunan yerle göğü birbirinden ayırdığımızı ve her diri şeyi de sudan
yarattığımızı görmediler mi? Hala inanmıyorlar mı?” Enbiyâ Sûresi/30, [Metinde
bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki
yanlışlık düzeltilmiştir.]
[55] “Haberin olsun, ben senin Rabbinim.
Haydi ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadide ‘Tuva’dasın.” Tâhâ
Sûresi/12, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[56] “Gerçekten ben, Allah’ım. Benden başka
bir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” Tâhâ
Sûresi/14, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[57] Nisâ Sûresi/153
[58] “Musa yola çıktı. Tur tarafından bir
ateş gördü. Ailesine: ‘Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir
haber yahut bir kor getiririm de ısınabilirsiniz’ dedi.” Kasas Sûresi/29,
[Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[59] Hadîs-i Şerîf.
[60] “İki yay arası kadar yahut daha az
oldu.” Ve’n-Necm Sûresi/9, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[61] Berâ’et Sûresi/128
[62] “Muhakkak ki bizim ordumuz galip
gelecektir.” Ve’s-Sâffâti Sûresi/173, [Metinde bir kısmı verilen ayetin
tamamının meâli verilmiştir.]; [Orijinal metindeki yanlışlık düzeltilmiştir.]
[63] “Ben size iki şey bıraktım: Allah’ın
kitabı ve ehl-i beytim.” Hadîs-i Şerîf.
[64] “‘Ben onu yaratıp ona ruh verdiğim zaman
siz hemen onun için secdeye kapanın’ demişti.” Hicr Sûresi/29, [Metinde bir
kısmı verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[65] “Musa tayin ettiğimiz müddet içinde
gelip Rabbi onunla konuşunca Musa: ‘Rabbim! Cemalini bana göster, sana bakayım’
dedi. Allah: ‘Sen beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o
yerinde durabilirse, sen de beni görebilirsin’ dedi. Derken Rabbi o dağa
tecelli edince, onu yerle bir etti ve Musa bayılarak yere düştü. Ayılınca da:
‘Yarabbi, seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben iman
edenlerin ilkiyim’ dedi.” A’râf Sûresi/143, [Metinde bir kısmı verilen ayetin
tamamının meâli verilmiştir.]
[66] A’râf Sûresi, 143, [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli dipnot 1’de verilmiştir.]
[67] Âl-i
‘İmrân Sûresi, 7
[68] “(Hakiki) Alimler peygamberlerin
varisleridir.” Hadîs-i Şerîf.
[69] “Bedir’de kafir düşmanlarınızı siz
öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Habibim düşmanının gözüne bir avuç toprak
attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Ve bunu müminlere güzel bir
ganimet ve zafer tecrübesi vermek için (yaptı). Muhakkak ki Allah işiten ve
bilendir.” Enfâl Sûresi/17, [Metinde bir kısmı verilen ayetin tamamının meâli
verilmiştir.]
[70] “O, her şeyden evveldir. Ve de ahirdir.
Zahirdir ve gizlidir. O, her şeyi bilendir.” Hadîd Sûresi/3, [Metinde bir kısmı
verilen ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
[71] “Doğu ve batının hakimi Allah’tır. Hangi
tarafa yönelirseniz Allah’ı orada bulursunuz. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti
geniştir, O, her şeyi bilendir.” Bakara Sûresi/115, [Metinde bir kısmı verilen
ayetin tamamının meâli verilmiştir.]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar