[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ YEDİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL-VASIL
İmam ve Cemaatin Niyeti
Şeriat bilginleri, imam ve cemaatin niyeti hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Acaba cemaatin niyeti imamın niyetine uymalı mıdır? Başka bir
ifadeyle, namazı belirlemede ve vacip olmada cemaatin niyeti imamın niyetine
uymalı mıdır? Bazı bilginler bu uyumun zorunlu olduğunu, bazı bilginler
zorunlu olmadığını ileri sürmüştür. Her grubun burada zikredemeyeceğimiz
kanıdan vardır.
Konunun nefsle ilgili yorumu şudur:
Doğrusu, cemaatin niyetinin imamın niyetine uymasının zorunlu olmadığıdır.
Çünkü niyet, gizli bir iştir. İmamlık ise, duymak veya görmek gibi, duyunun
ilgili olduğu şeylerle gerçekleşir. Bu nedenle Şari, imamlıkta kabaca anlattığı
şeyleri ayrıntılandırmış, herhangi bir duyuyla algılanan filleri zikretmiş,
bunların arasında niyeti zikretmemiştir. Çünkü niyet kalbin amelidir. Böyle bir
uygunluğu istemek, bilinemeyecek bir şeyle yükümlü tutmak demektir.
İlahi genişliğin, Hakkın bir şahsa
iki kere ya da iki şahsa aynı şekilde tecelli etmesini imkânsız yaptığını
bilen kimse, şunu da bilir: Namazda cemaatin niyetinin imamın niyetiyle irtibatlı
olması, sadece bir takım fiilleri olması bakımından gerçekleşir. ‘Herkes için
niyet ettiği vardır.’ Çünkü tecellideki kasıt, tecelli edenden tecelli edilene
dönük bir ihsan ve lütuftur. Tecelligâhın amacı ise, bu tecelliyle haz almak ve
bilgilenmekdir.
FASIL-VASIL
Namazdaki Haller
Namaz bir takım
söz ve fiillerden oluşur. Bunların hükmü ise, hallere
bağhdır, çünkü tüm ibadetler hallere dayanır. Haller, Şari’nin dikkate aldığı
hususlardır. Böylece hüküm, bulunduğu hal bakımından yükümlüye yönelir.
İsimler ise, hallere tabidir. Bu nedenle yükümlü hakkında hüküm verirken Şari
halleri gözetir.
Malik b. Enes’e şöyle ‘Su domuzu
hakkında (suaygırı) ne dersin?’ diye sorulunca, Malik haram olduğuna fetva
vermiş. ‘O deniz balığı değil midir5 denildiğinde şöyle demiş:
‘Evet ama ona ‘domuz’ dediniz.’ Bu ifadeye başka bir şey eklememiştir.
İçimi yasaklanmış şarap
sirkeleştiğinde, şarap adını kaybeder. Çünkü ona şarap demeyi gerektiren hal
ortadan kalkmıştır. Kendisine ilişen başka bir hal nedeniyle [şarap] sirke diye
isimlendirilir. Cevher ise, aynıdır. Böylece hüküm haramlıktan helalliğe
geçmiştir. Bu hususta zâhir ve bâtın aynı hükme sahiptir. Çünkü bir hükmün
bâtını yorumu, meseleyi dinden öğrenen kimse için, şeriat tarafından
yapılmıştır.
FASIL-VASIL
Namazda Tekbir
Şeriat bilginleri,
namazdaki tekbir hususunda üç görüşe ayrılmıştır.
Bir kısmı namazdaki bütün tekbirlerin zorunlu olduğunu, bir kısmı ilk görüşün
aksine bütününün zorunlu olmadığını, bir kısmı ise başlama tekbirinin dışındaki
tekbirlerin vacip olmadığını ileri sürmüştür.
Konunun nefsle ilgili yorumu şudur: Allah
Teâlâ’yı tekbir etmek [yüceltmek] her durumda vaciptir. Fakat bunun
olabilmesi, insanın kendisini görmesine bağlıdır, insan Allah Teâlâ’dan
başkasını, hatta Allah Teâlâ’dan başkasına ait bir varlığı görmezse, tekbir
zorunlu değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın büyüklüğü kime karşı ifade edilecektir
ki? Hiçbir şey Allah Teâlâ hakkında zorunluluk ifade edemez. Tekbir ise,
başkalarının varlığı ya da başkalarının varlığının var sayılmasıyla [takdir]
anlaşılabilir.
Gören, görülen ve görme bakımından, Allah
Teâlâ’dan başka kimseyi görmediklerini iddia edenler vardır. Bundan daha genel
olan ise, fena [kulun beşeri varlığının silinmesi] halinde gerçekleşen şeydir,
insan en güzel isimleri yönünden Hakkı görürse, bu müşahede nispetleri, başka
bir ifadeyle isimlerin birbiriyle ilişkisi bakımından [Allah Teâlâ’yı]
yüceltmeyi ve tekbir etmeyi gerektirir. Söz gelişi el-Hay bütün isimlere egemen
olduğu gibi el-Alîm ismi de, el-Mürid ve el-Kadir isimlerinden daha genel bir
kapsama sahiptir. Öyleyse, tekbir kaçınılmazdır. Çünkü isimlerin hakikatleri
derece derece olduğu için, bunu gerektirirler.
Müşahede sahibi, kendisinde
toplanmaları bakımından -ki Hakk bu isimlerle isimlendirilendirilahi isimlere
bakarsa, tekbiri görmez. Bütün isimler, konuları tenzih ya da başka anlamlar
olan hakikatlere sahip olsalar bile, aynı isimlendirileni göstermek üzere
el-Mütekellim tarafından konulmuş şeylerdir. İnsan, namaz ile diğer ibadederi
ayırırsa, sadece başlama tekbirini vacip kabul eder. Bu tekbir sayesinde,
‘namaz’ denilen bu özel ibadetten kendisini çıkaracak fiilleri yapmaktan men
edilmiş ve engellenmiş olduğunun farkına varır. Böylece bütün görüşlerin bâtınî
anlamlarım zikretmiş olduk. Allah Teâlâ’ya hamdolsun.
FASIL-VASIL
Namazda Tekbir Nasıl Getirilir
Şeriat bilginleri, namazda tekbir lafzının nasıl olacağı hakkında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, sadece ‘Allah Teâlâu ekber’
lafzının yeterli olabileceğini söylemiştir. Bazı bilginler ise, bu kalıbın
dışında başka bir şekilde de söylenebileceğini kabul etmiştir. Fakat onlara
göre de büyüklük bildiren harflerin -ki onlar kef, ba ve ra harfleridirbulunması
gerekir. Bazı bilginler ise, ‘en yüce’ ya da ‘en azametli’ gibi anlam
bakımından tekbirin bulıınmasını yeterli görmüştür.
Bu konuda bizim görüşümüz, sünnete
uymanın (daha) doğru olduğudur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: ‘Namazınızı benim kıldığımı gördüğünüz gibi kılın!’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den ‘Allah Teâlâu Ekber’ lafzından başka bir lafız
gelmediği gibi bu lafız bize tevatür yoluyla ulaşmıştır.
Meselenin yorumu şudur: Şeriat sözel
bir ibadette aynı anlama sahip kelimeler içinden belirli bir lafzı seçmişse, Allah
Teâlâ’yı bilenlere göre, eş anlamlı lafızlar içinden söz konusu lafza özgü
başka bir anlamı gözetmiş ve kast etmiştir. Bizim için en uygunu, şeriatın
tercih ettiğine uymak ve -o anlamı bilsek de bilmesek defarklılığı sağlayan
anlamı dikkate almaktır. Söz konusu lafza özgü anlamı bilseydik, zaten ondan
yüz çeviremezdik. Bilmediğimizde ise, onu belirten Şari’nin bilgisine uyarak
yerine getirir ve başka bir lafzı onun yerine koymak için kendiliğimizden bir
hüküm vermezdik.
Allah Teâlâ, peygamberine daha
fazlasını istemesini emrederek şöyle buyurmuştur: ‘De ki,
Rabbim bilgimi artır.’276 Bilgili bir insan aynı zamanda
hikmet sahibiyse, yakın anlamlı başka bir şeye değil de belirli bir şeye, özel
bir nitelik olmaksızın yönelmez. Biz de, [bilgili ve hikmet sahibinin tercih
ettiği] o özel niteliği dikkate alırız, davranış veya sözle ondan caymayız. O
lafzı kullanmaktan yüz çeviren kimse, bu özel kullanımın yararından mahrum
kalır ve hiç kuşkusuz ki Şari’nin emrine karşı çıkmış olur.
FASIL-VASIL
Namazda Tevcih
[Yüzümü Sana Yönelttim Duası]
Bazı
bilginler onun (tevcih duası) vacip, bazı
bilginler ise vacip olmadığını kabul etmiştir. Tevcihin şekli ise tekbirden
sonra şöyle demektir: ‘Yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ben müşrik değilim.’277 Ya da, ‘Namazım,
orucum, ölümüm, hayatım âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ içindir. O’nun ortağı
yoktur, bunu yapmam emredildi, ben müslümanların ilkiyim’278
demektir. Bazı bilginler ise, bizzat bu lafzı söylemese bile, tespih etmesi
gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise, bü iki ayet ile teşbih ve tevcihi
birleştirmesi gerektiği görüşündedir.
Benim kanaatim ise, tevcihin
farzlarda değil, gece kılınan teheccüt namazlarında olmasıdır. Farzlara
gelirsek, tekbir ve sure okuma arasında başkası duymayacak şekilde şunu okumak
gerekir: ‘Allah Teâlâ’m! Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi
hatalarımı benden uzaklaştır. Allah Teâlâ’m! Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin
gibi beni hatalardan temizle. Allah Teâlâ’m! Beni kar, su ve yağmur ile
hatalarımdan temizle.’ Benim tercih ettiğim ‘tevcih’ ifadesi bü olduğu gibi
Sünnet de onu dile getirmiştir. Bizim mezhebimiz, Sünneti benimsemek, onunla
amel etmektir. Bunu farz görmesek bile -çünkü Allah Teâlâ onu farz
kılmadı[peygamberin sünnetine] uymak daha uygundur.
Allah Teâlâ ehline göre meselenin
yorumu şudur: Tevcih (yüzümü yönelttim duası), bir halden bir Hakk ve bir
halde yapılır: Allah Teâlâ’dandır, Allah Teâlâ iledir, Allah Teâlâ’yadır, Allah
Teâlâ’la beraberdir, Allah Teâlâ’nın (isimleri) içindedir^ Allah Teâlâ içindir,
Allah Teâlâ’ya karşıdır. Tevcih, Allah Teâlâ’dan başlar; yardım ve desteği Allah
Teâlâ’ya bağlıdır (O’nunladır); gayesi ve sonucu Allah Teâlâ’yadır; eşlik
ederek ve gözeterek Allah Teâlâ ile beraberdir; umarak ve isteyerek Allah Teâlâ’tadır;
yakınlaşma isteyerek Allah Teâlâ içindir; tevekkül ve itimat ederek Allah
Teâlâ’ya karşıdır. Ardından, ‘tevcih’te yer alan lafızların bâtınî anlamları
zikredileceği gibi tekbir ve okuma arasında zikrettiğimiz dua da yorumlanacaktır.
[Duada geçen] Su, hayat ve canlılık
demektir. ‘Allah Teâlâ her'şeyi sudan yarattı.’ Başka bir ifadeyle, seni
zikretmem için canlandıracağın şeylerle [kalbimi temizle], organlarımı ise sana
itaat etmek için canlandır. Bu durumda onlar ancak itaatte kullanılır. Çünkü
organlar, kıyamette insanın lehinde ya da aleyhinde doğru sözlü tanıklar
olacaktır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm’de organların tanıklığı zikredilmiştir.
[Duadaki] Kar [serinlik] ise,
güvenilir bir hadiste geçen ‘parmakların serinliği’ gibi ‘inancın
serinliği’nden gelir. Bu sayede insan, bilgide kesinliğe ulaşır. Bunun yanı
sıra, söz konusu kesin bilgiyle seçilmiş kul, Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgili
yüksek mertebelere duyduğu özlemin hararetinden ‘tenzih edilen en yüce’nin
katında serinliğe kavuşur.
Duadaki kar, ‘kalbin karı’
ifadesinden gelir. Kalbin karı, Allah Teâlâ’nın ikram ettiği tecelli ve
müşahede nedeniyle kalbin duyduğu sevinçtir.
Namaz Kılanın Namazdaki Durmaları
Bunlardan biri,
başlangıç tekbirinden sonra ve okumaya başlamadan öncedir. Bu, birinci
duraktır. İkincisi ise, Fatiha suresi tamamlandığındadır. Üçüncüsü ise, okuma
bitip rükûya gitmeden öncedir. Okuduğunu düşünmek ya da nefesini düzenlemek
için her ayette durmak şeklindeki sekteler ise, bunlardan başkadır. Üçüncü
sekte ise, Fatiha’dan sonra başka bir sure okuyan kimse içindir. Kişi Fatiha
suresini okumakla yetinirse, bu durumda sadece iki sekte olur. Bilesin.
Allah Teâlâ ehline göre bu meselenin
bâtını yorumu şudur: İnsanların bir kısmı imamın sektelerini kabul etmezken,
bir kısmı onları hoş görür. Sektelerin sünnet olduğunda kuşku yoktur. Bunların
bâtınî yorumuna gelirsek, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namazı kulumla aramda yarıya
böldüm.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurur: ‘Sanki O'nu
görüyormuş gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Namaz kılan kişi, Rabbiyle konuşmak
ister ve O’nu kıblesinde gözlerinin önüne getirir. Meselenin nefsteki yorumu
da böyledir. Fakat, bir sınırlama ya da teşbih olmaksızın, celaline yaraşır
şekilde Allah Teâlâ’yı gözlerinin önüne getirir. Namaz kılan insan ‘kıblesinde
Rabbiyle yüz yüze bulunur.’ Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
böyle söylediği aktarılmıştır.
Münacat, mufâale [bir şeyin
karşılıklı yapılması] babından bir mastardır. Bu bab, bazı durumlarda iki
öznenin fiilidir ki, namaz da onlardan biridir. Kul namazda ‘övgü âlemlerin
Rabbi Allah Teâlâ’yadır’ deyince, Allah Teâlâ kuldan bu sözü ‘dinleyen’dir. Bu
nedenle ayeti bitirdiğinde kulun ‘gördüğü halde kulak vermesi gerekir.’ Kul, Hakk
karşısında saygının gereği olarak, Hakkın ne söylediğini görmek için susar. Bu
esnada kulun söze karışması uygun değildir. Çünkü susmak, karşılıklı
konuşmalarda saygının gereğidir. Hakk ise, saygı gösterilmeye en layık olandır.
Allah Teâlâ ise ‘kulum beni övdü’ der. Allah Teâlâ’nın kullarından bir kısmı,
bu sözü kulağıyla duyar. Kulağınla duymasan bile, inanarak bunu duymalısın.
Çünkü Allah Teâlâ, bunu bildirdi. Her ayette, o ayetin gerektirdiği şekilde Allah
Teâlâ sana böyle söyler.
Karşılıklı konuştuğun kimsenin
söylediğine kulak vermek, saygıdandır. Onun sözüne müdahale ettiğinde, yani
konuşurken sözünü kestiğin-
de saygısızlık etmiş olursun. Bu
düstur, karşılıklı konuşan herkes için gereklidir. Öyleyse, bir faydanın
ortaya çıkması için, konuşmanın sırayla yapılması gerekir. Saygısız bir insanın
hükümdarların yanında yeri olamayacağı gibi onu dost ve arkadaş
edinmeyeceklerini de bilmelisin!
FASIL-VASIL
Namazda Okumaya Başlarken Besmele Çekmek
Şeriat
bilginleri, namazda okumaya başlarken besmele çekmek hakkında görüş
ayrılığına düşmüştür. Kimi bilginler, hem Fatiha suresinde hem diğer surelerde
açık ya da gizli olarak besmele okunmasını uygun görmemiştir. Bu durum, farz
namazlar içindir. Bu görüştekiler, nafile namazlarda besmele okumayı caiz
görmüştür. Bazı bilginler, her rekâtta Fatiha’yla birlikte gizlice
okunabileceğini kabul etmiş, bazı bilginler ise, sesli okunan surelerde sesli,
gizli okunan surelerde gizli okunabileceğini kabul etmiştir.
Bana göre, namazda ya da başka bir
durumda Kur'an-ı Kerîm okumaya başlarken ‘euzu-besmele’ çekmek farzdır. Bunun
nedeni, ‘Kur'an okuduğunda taşlanmış şeytandan Allah Teâlâ’ya
sığın”79 ayetinde
yer alan ilahi emirdir. Öyleyse farz ya da nafile namazlarda Fatiha ve sureleri
okurken besmele çekmek, çekmemekten daha iyidir. Çünkü namaz kılana farz olan
şey, ‘Kuran'dan kolayına geleni okumaktır.’ Bu hükmü, namazda Kur'an-ı Kerîm
okunmasını isteyen -ki o, okunması kolay gelen suredirAllah Teâlâ belirledi. Allah
Teâlâ belirsizi zikrettikten sonra belirliyi zikretmiştir. Belirli olan,
Fatiha’dır. Öyleyse insanın kolayına gelen şey besmeleyi okumak ise, onu okur.
Fatiha ve diğer surelerde besmele çekmek kolayına gelmezse, herhangi bir
sorumluluğu yoktur.
Fatiha suresi namazda zorunludur.
Fatiha okunmazsa, kılınan namaz ‘Allah Teâlâ’nın kendisiyle kulu arasında
böldüğü namaz değildir.’ Bize göre besmele, Kur'an-ı Kerîm’de yer aldığı için
bir ayettir. Besmele, sadece enNeml suresinde Süleyman’ın mektubunda bir ayet
değildir. Orada tam bir ayet değil, ayetin bir parçasıdır. Allah Teâlâ en
doğrusunu bilir.
Allah Teâlâ ehline göre Besmelenin
bâtınî yorumu şudur: ‘Allah Teâlâ’nın isminin üzerine
zikredildiği şeylerden yiyiniz (Besmeleyle kesilen şeyleri).’2110 ‘Allah
Teâlâ’nın isminin üzerine zikredilmediği şeylerden yemeyiniz’181 Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın
kelamıdır. Bir rivayette ‘imam arkasında bulunandan yemek istediğinde, ona
yemek vermelidir’ denilir. Böylece onu ‘yemek’ diye isimlendirmiş, böylece
yeme fiiline uygun olmuştur. Bu nedenle, bâtınî yorumunda yemeyle ilgili
ayederi zikrettik. Allah Teâlâ’nın kelamı olduğuna inanarak Kur'an-ı Kerîm’i
okuyan kimse, böyle bir isim yer almasa bile, Allah Teâlâ’yı el-Mütekellim diye
isimlendirir. Anlayasın.
Allah Teâlâ bize ve size, hitabının
bağlamlarını öğretsin!
FASIL-VASIL
Namazda Kıraat (Okuma) ve Okunacak Sureler
Bazı insanlar
namazda okumayı farz saymıştır ki, çoğunluk bu görüştedir.
Bazı insanlar [bilginler], okumayı farz saymamış, bazıları ise kimi namazlarda
farz, bazılarında ise farz saymamıştır. Bana göre, namazda Fatiha suresini
okumak vaciptir. Bu sure okunmazsa, namaz caiz değildir.
Bilginler, namazda Kur’an-ı Kerîmden
okunacak miktar hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı ezberlenmiş ise
Fatiha’yı okumayı vacip saymıştır, ki ben de bu görüşteyim. Fatihanın dışındaki
surelerde ise, sınırlama yoktur. Bazı bilginler, her rekâta Fatiha okumayı
vacip saymış, bir kısmı namazın çoğunda, bir kısmı namazın yarısında, bir kısmı
namazın tek bir rekâtında vacip saymıştır. Bir kısmı ise, Kur’an-ı Kerîm’den
herhangi bir ayeti okumayı vacip saymıştır. Bilginlerin bir kısmı, kısa
ayederden üç ayet, ya da borçlanma ayeti gibi tek bir ayetie sınırlamıştır. Bu
durum, ilk iki rekâtta geçerlidir. Diğer iki rekâta gelirsek, bir grup
Kur’an-ı Kerîm okumayı değil, teşbihi müstehap saymıştır. Çoğunluk ise,
namazın bütününde Kur’an-ı Kerîm okumayı uygun görmüştür. Ben de, bu
görüşteyim.
Allah Teâlâ ehlinin bu konudaki
bâtınî yorumu şudur: ‘Namaz kılan Rabbiyle münacat eder (konuşur).’ Münacat
bir sözdür. Kur’an-ı Kerîm de
Allah Teâlâ’nın bir sözüdür. Kul,
namazda Allah Teâlâ’nın kendisini çağırdığı münacat esnasında Rabbiyle hangi
sözle konuşacağını kendi kendine bilemez. Bu nedenle ‘namazı kulum ile aramda
ikiye ayırdım’ dediğinde Allah Teâlâ, kendisiyle nasıl konuşacağını ve hangi
sözle münacat edeceğini ona bildirir. Sonra şöyle der: ‘Kul övgü âlemlerin
Rabbi Allah Teâlâ’yadır’ der. Bu ifade, kula Rabbiyle hangi sözle konuşacağını
öğreten bir bildirimdir. Allah Teâlâ ‘kulum beni övdü’ der. Allah Teâlâ, namaz
kılan kulu hakkında kendisiyle karşılıklı konuşması için kelamından başka bir
şeyi zikretmedi.
Allah Teâlâ, kelamının içinden
[kendisiyle konuşmak için] kulu adına Fatiha suresini belirledi. Çünkü kul
namazda ancak Allah Teâlâ’nın kelamı ve kelamını toplayan [üm, ana] sureyle
konuşabilir. Üm, toplayıcı demektir ve Fatiha suresi, ‘ümmü'l-Kur'an’, Kur'an-ı
Kerîm'i toplayan demektir. Allah Teâlâ, bize nasıl ve neyle kendisiyle
konuşacağımızı öğrettikten sonra, Allah Teâlâ karşısında saygılı davranan
akıllı-bilgili kişi namaza girdiğinde sâdece Fatiha suresiyle konuşur. Böylece
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbinden aktardığı bu kutsi
güvenilir hadis, ‘Kur'an-ı Kerîm'den kolayına geleni oku’ ayetini yorumlayan
bir hadistir. Şari önce genel bir ifade söyleyip daha sonra bu genel ifadenin
yorumu olan özel bir yorum zikredebilir. Böyle bir durumda bilgili-saygılı
kimselerin yapması gereken şey, sözü söyleyenin yaptığı bu yorumu aşmamaktır.
Yorumlayan ise, Allah Teâlâ’dır ve o yorumun sınırında kalmak gerekir.
Allah Teâlâ, namazın diğer hallerinde
değil, özellikle ayaktayken Hakkın sözüyle konuşmayı emretti. Çünkü kul namazda
ayaktayken, kaim kılma [bilfiil varlık kazandırma] niteliği ortaya çıkar. Allah
Teâlâ ise ‘kazandığı her şeyle her nefsi gözetir.’ Kulun Rabbinin sözünü
[okuyarak] ayakta durmasında büyük bir bilgi vardır. Kul ayakta olduğu sürede,
sadece Rabbiyle ve O’nun sözüyle konuşur. Acaba konuşurken kime aktarmaktadır?
Kimden aktarır? Aktaran kimdir? ‘Allah Teâlâ’nın üzerinde hakim olduğu nefs ne
kazanmıştır? İlahi inayet ve ihsan olmasaydı, kul kimdir ki efendisi, ‘kul
şöyle dedi, Allah Teâlâ da böyle dedi’ der?
Şöyle bir itiraz yöneltilebilir:
‘Kaim kılmak’ niteliği hakkında işaret ettiğin şeyi anladık. Rükûdan kalkmak da
bir tür ayakta olmaktır, fakat onda okuma yoktur. Buna şöyle yanıt veririz.
Rükûdan kalkmak, rükû ile secdeleri ayırt etmek için emredildi. Ayakta olduktan
sonra secde edilebilir. İnsan rükûdan secdeye gitseydi, bu durum bir eğilmeden
meydana gelen başka bir eğilme olurdu. Bir eğilmeden başka bir eğilmenin
meydana gelmesi doğru değildir. Çünkü öyle bir şey, girilen bir şeyden çıkmanın
ta kendisidir. Tevazu [alçalmak], ancak bir yükseldikten olabilir. Bayağı bir
nefsin görünüşteki tevazusu tevazu değil, sadece nefsin zayıflığıdır.
Dolayısıyla, o tevazu olmaz. Bunun bir örneği, yokluğun yokluğudur. Yolduğun
yolduğu, varlığın ta kendisidir.
. İki secde ayrışsın diye aralarına
‘başı kaldırma’ yerleştirildi. Böylece, kendilerini ayıran bir ayraç ile iki
secde farklılaşır. Bu durumda, biçimde ortak olsalar dahi, ortada başka bir
durum olduğu anlaşılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona
benzerleri verildi.’282 Biz ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesiyle özdeşliğinde herhangi
bir kuşku duymayız. Kur’an-ı Kerîm’in otuz altı yerinde biçimsel olarak bu
ifade aynı şekilde yer alır. Zevk sahibi [arif] ise, yer aldıkları bağlamın
farklığı nedeniyle bunların ‘tatları’nın da değiştiğini bilir. Bunu
anlayabilirsen, anla! Bu durum, namaz rekâdarının görünüşte birbirine
benzemesi gibidir. Halbuki herhangi bir rekâtın başkasında bulunmayan kendisine
özgü bir tadı ve zevki vardır. Kuşkusuz, iki benzer bir zıt ile
ayrıştırıldığında, farklılaşırlar.
Hükümdarın karşısındaki saygının
gereği, selamlahdıklarında eğilerek selamlanmalarıdır. Eğilme, rükûdur. Ya da,
onları yüceltmek için yüz toprağa konulur ki, bü da secdedir. Hükümdarlar
övüldüğünde veya kendileriyle konuşulduğunda, onları öven veya onlarla konuşan
kimse önlerinde ayağa kalkar. Oturarak ya da ayakta olmadan başka bir halle
hükümdarlarla konuşulmaz. Bu, aşağı mertebedeldlerin hükümdarın karşısında
bilinegelen saygı davranışıdır. Öyleyse, özgürlük kabul etmeyecek şekilde,
kölesi olunan kimse karşısında nasıl davranılmalıdır?
[Namazda okumanın anlamına gelirsek]
Kur’an-ı Kerîm’in dildeki anlamından ve lafzın kullanımından anlaşılan şey,
‘toplayan’ olmasıdır. Namaz da, toplayıcı bir davranıştır. Namazda köle
efendisiyle bir araya geldiği gibi aynı zamanda namaz Allah Teâlâ ile kulu bir
araya getiren bir haldir. Çünkü Allah Teâlâ, namazı kuluyla arasında ikiye
bölmüştür. Böylece, [toplayıcılık anlamında] Kur’an ile namaz arasında
karşılıklı ilişki gerçekleşmiş, bu nedenle namazda Kur'an-ı Kerîm’den başka
bir şeyin okunması uygun olmamıştır.
Ayakta durmak, yazılı harflerden
Elife benzer. Elif, harflerin aslıdır. Tüm harfler, göğüsten iki dudağa
kadarki mahreçlerde kesilmesiyle Eliften ortaya çıktı. Öyleyse Elif, harflerin
varlıklarını kendinde toplayan şeydir. Harflerin varlıkları ise, onların
kalpten -Ki gayb âlemidirşehâdet âlemine çıkış ve yolculuklarındaki mertebe ve
menzilleridir. [Elif ile ayakta durmak arasındaki bu benzerlik nedeniyle]
Ayakta durmak rükû, secde ve oturmak gibi namazın bütün unsurlarını kendinde
toplayan bir harekettir. Gerçi [secdeden sonraki] oturuş, bir bakıma ayakta
durmaya benzer. Çünkü oturmak ayakta durmanın yarısıdır.
Toplayıcı olması halanımdan Kur’an-ı
Kerîm’in ayaktayken okunması, daha uygundur. Çünkü ayakta olmak, doğrusal
harekettir. Doğruluk ise, Allah Teâlâ’dan istenen şeydir. Nitekim kul ‘bizi
dosdoğru yola ulaştır’2S3 der. Çünkü Allah Teâlâ, ‘sana
emredildiği gibi dosdoğru oT2Sİ buyurdu.
Bütün bu söylediklerimizle, dince
namaz diye adlandırılan şeyin en azı olan vitir namazında olsa bile, namazın
her rekâtında Fatiha’yı okumanın farz olduğu ve bu surenin Kur'an-ı Kerîm’deki
diğer ayetlerden üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Rekâtları en az olan namaz vitir
namazıdır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazını tek
rekât kılmıştır.
Öyleyse namaz kılan kimse, zorunlu
olarak veya uygun olanı gözettiği için ayaktayken Fatiha’yı okumalıdır. Bu
nedenle şimdi, Allah Teâlâ’yı bilenlerin namazdaki konuşmalarında onu nasıl
okuduklarını açıklayalım!
VASIL
Namazda Sııre Okumanın Tarzı
Namaz kılan kişi [musalli], kelimenin kökeni hakkında açıkladığımız
gibi, İkincidir. Onun ikinci olması ise, gerçek bir durum değil, sadece
imandaki tevhit tanıklığına göre gerçekleşmiş göreli bir durumdur. Öyleyse söz
konusu olan imanın ikinciliğidir. Başka bir ifadeyle imanın iki noktada ortaya
çıkmasıdır: şehâdet ve namazda. Nitekim imanı zekât ile birlikte üçleriz.
Fakat daha fazlası yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ, imanda artışı zikretmiş ve
şöyle buyurmuştur: ‘Onların imanını artırır.’285
İman, tek bir hakikattir. Çokluk ise, onun mertebelerde gözükmesiyle ortaya
çıkar. Sayıları ortaya çıkaran ve kendiliğinde çoğalmazken sayıları çoğaltan
bir de böyledir. Bir sayı mertebesi birden yoksun ise, onun ne hükmü ne
varilliği kalabilir. Bunu görmüyor musunuz?
Allah Teâlâ ‘bir
kısmına inanır, bir kısmını inkar ederiz’286 diyenler hakkında ‘onlar
kâfirlerin ta kendileridir’287 demiş, onlar imanı bir mertebeden
[bazı ayetlere inanmaktan] dışlayınca, Allah Teâlâ da kendilerinden imanı bütünüyle
soyutiamıştır. Böyle insanlara verilebilecek en uygun isim, ‘örtmek’
anlamındaki küfür ismidir. Çünkü asıl kâfir, Hakkın kendisinden gizlendiği
kimse demektir. Kâfir, imanı bilen ve onu örten kimsedir. Nitekim şöyle
demişti: ‘Bir kısmına inanırız.’ Dolayısıyla böyle bir insan, imanı tanımayana
göre ‘kâfir’ ismini almaya daha layıktır.
Hakkın ilk oluşu İkinciyi kabul
etmediği için, Allah Teâlâ ‘namazı kulum ile aramda böldüm’ demiş, kendisini
zikretmiş, sonra kulunu zikretmiştir. Burada ne kendisi ne kulu için ilk
olmayı zikretmemiştir. Bunun yerine, kendisini zamirle, kulunu ise açıkça
söyleyerek ‘ara’yı zikretmiştir [benimle kulumun ‘ara’sında]. Ara, kulun
Rabbinden ayrışmasını sağlayan sınırdır. Allah Teâlâ, ‘âra’yı zikrederken önce
kendisini zikretti ve ‘benim aram’ dedi. Bu öncelemeden sonra, kula ait arayı
zikrederek ‘kulumun arasında’ demiştir. Böylece söz konusu kimsenin, arzusunun
değil, kendisinin kulu olduğunu belirtmek için onu kendisine izafe etti. Çünkü
Allah Teâlâ ‘arzusunu ilah edineni gördün mü’288 diyendir. Burada belirtilen kul,
kendisi bakımından arzu gücünün kuludur. Gerçekte ise o, Rabbinin katindadır
[rabbinin kuludur].
Kulun [köle] efendisi karşısında
herhangi bir iradesi yoktur. Efendi dilediği şekilde kendisinde hüküm
sahibidir. Hakk, özü gereği zorunlu varlıktır. Kul ise, aslı yokluk olduğu
için, varlığını Haktan kazanandır. Hakk bu mertebede kula öncelik verir. Çünkü
‘aralık’ ancak iki şey arasında düşünülebilir ki iki şey, Rabb ve kuldur.
, Hakk, ‘aramda’ ifadesinde kendisini
önce zikretmesinin karşılığında kulun sözünü Hakkın sözünün önüne almış ve
şöyle demiştir: ‘Kul, ‘övgü âlemlerinin Rabbinedir’ der.’ Böylece kulun sözünü
öncelemiş, sonra şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der ...’ Burada ise, kendi
sözünü kulun sözünün ardından getirdi. Bunun gayesi, ‘aramda’ -ki burada
öncelediderken ‘önceden’ ve ‘Allah Teâlâ der ki’ ifadesinde ise ‘sonradan’
‘işin
O'na ait olduğunu’ bize açıklamaktır.
Allah Teâlâ, İlle ve Son’dur [el-Evvel ve el-Âhir], Böylece ‘aramda’ ifadesinde
Hakkın ilk oluşunun İkinciyi kabul etmeyi gerektirmediğinin bilinmesi için,
kul adma ‘ilk olmayı’ ortaya koydu. Onun ikinci olduğu zannını veren budur.
Namazda insan, söze önce başladı.
Maksadın ‘türeyen’ bir bileşim değil,
mertebeleri tanıtmak olduğunu sana açıklamış olduk. Çünkü Allah Teâlâ ‘kulumun
arasında’ ifadesinde doğmadığı gibi ‘Allah Teâlâ der ki, kulum beni övdü’
ifadesinde de ‘doğmadı.’ Akıl kendi teorik düşünce ve kanıtıyla gerçekte O’nu
algılayabilse ve zatını bilebilseydi, hiç kuşkusuz, teorik aklından doğmuş
olurdu. Halbuki Allah Teâlâ, akıllar nedeniyle ‘doğmadığı’ gibi varlıkta da
doğmamıştır. Aynı zamanda, âlemi yaratmakla da ‘doğurmamıştır.’ Alemin varlığı
ile Hakkın varlığı arasmda hiçbir ilişki yoktur. İlişki, baba ile oğul arasmda
düşünülebilir. Çünkü bir öncül, kendisine uygun olmayan bir şeyi meydana
getiremez. Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında ise, âlemin var olmada
kendisine muhtaçlığının dışında bir ilişki yoktur. ‘Allah Teâlâ, âlemlere muhtaç
değildir.’
Hakkın ilk oluşu İkinciyi kabul
etmediği gibi kulun sözde ilk oluşu da Hakkın ikinci olmasını gerektirmez.
Çünkü bu sayısal birincilik değildir. Kulun karşısında bulunan Haktır ve kul
O’na münacat eder.
Allah Teâlâ, [namazla ilgili kutsi
hadiste] başkasını zikretmeye karşı çıkmadı. Bir insan, namazında başkasını,
Hakkı onda görmekten ya dâ onu Hakta görmekten ya da onun Hakk’tan meydana
çıkmasını görmekten soyutlanmış bir şekilde görebilir. Bir şeyi Haktan meydana
çıkışı bakımından görmek, ‘gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyen
Ebu Bekir’in sözüdür. Bu görme türlerinden herhangi birine sahip olmayan kimse,
gerçekte namaz kılmış değildir. Namaz kılmamışsa, Hakka münacat etmiş de
değildir. Öyleyse Hakk ile sözlerle değil, O’nün karşısında huzur ve bilinç
sahibi olmakla konuşulur.
Kul, Hakkın karşısında ‘huzur
(bilinç)’ sahibi değilse, ‘övgü âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır’2*9 diyen
kulun hakikati ya da varlığı değil, sa-, dece dili olur. Allah Teâlâ ise,
‘kulumun dili beni övdü, benimle konuşmasını emrettiğim kimse değil’ der. Kişi
sözlerinde bilinç ve huzur sahibiyse, Allah Teâlâ ‘kulum beni övdü’ der ve Allah
Teâlâ’nın ihsanıyla daha önce zikredilen şeyleri elde eder. Çünkü kul huzur
sahibi olduğunda, bu huzur, dil ve
diğer organların huzur sahibi
olmasını barındırır. Çünkü göz, hepsini birleştirir. Göz ‘huzur’ halinde
değilse, başka bir organ ya da nefsinden başka bir şey huzuru elde edemez.
Kamette ‘hayye ale’s-salat [haydin
namaza]’ ifadesinde Hakkın nidası kulu önceler. Bu nedenle kul, kendisine
namazın dışındaki davranışları yasaklayan başlama tekbirini alır. Namazının
sonuna kadar tekbiri üzerinde kalır ve [namazı bozacak davranışları] kendisine
yasaklamasında dürüst olur ve bu sözün hakkını yerine getirirse, Allah Teâlâ
da onun karşılığını verir. Çünkü Allah Teâlâ ‘dürüstleri
dürüstlükleri için ödüllendirir.’290 Başka bir ayette ise,
‘sizinle ahitleştiğimiz sözü yerine getirin’29' buyurdu.
Gerçekte Hakkı [bu ödülü vermeye] zorlayan kimse yoktur. Kul namazdaki
‘yasaklama’ tekbirinin gereğini yerine getirmeyip aklına ailesini, dükkanını
veya bir gayesini getirirse, onun işi Allah Teâlâ’ya kalır. Allah Teâlâ, böyle
bir kuluna hakkındaki bilgisinin gereğine göre davranır.
‘Namaz’ denilen belirli bir hali
seçip belirlediğinde, kul ‘yasaklama’ tekbirini takip ederek ‘Allah Teâlâu
Ekber [Allah Teâlâ en büyüktür]’ der. Adeta şöyle der. ‘Allah Teâlâ kendisini
bir halin sımrlayamayacağı kadar büyüktür. Allah Teâlâ, [namazdan ibaret olan
bu özel halin dışında] her halde de bulunur.’ Hayır! Allah Teâlâ, hallerin
tümüdür. Daha doğrusu, bütün haller O’nun elindedir. Hiçbir hal O’nun dışında
kalmaz. Böylece kul, aklın değil, vehim gücünün yargısı olan böyle bir
değerlendirmeden Allah Teâlâ’yı yüceltir. Çünkü insanda akıl kadar vehmin de
bir etkisi vardır. Şari, başlama tekbirini ‘ihram [yasaklama]’ tekbiri diye
isimlendirdi. Anlamı, engellemek ve men etmek demektir. Kul şöyle der: ‘Bu,
hiçbir varlığın büyüklüğünün ortak olamayacağı zatın büyüklüğüdür.’
Allah Teâlâ’nın bize bildirdiği gerçeğe göre ise,
kendisinin aynı olan nasıl O’na ortak olabilir ki? Nitekim Allah Teâlâ kulunun
‘kulağı, gözü, dili, eli ve ayağı’ olacağını belirtir. Bir şey, kendisine ortak
olamaz. Çünkü bir tek kişi vardır. Öyleyse Allah Teâlâ, ululayan ve büyük
olandır. O, büyüklüktür. O’ndan başka yüce yoktur. Allah Teâlâ, kendisinin aynı
olan bir şeyin büyüklüğüyle büyüklenmekten münezzeh ve mukaddestir. Arif bu
nitelikle Hakkın önünde durup, duruşunda ve tekbirinde Allah Teâlâ’dan
başkasını görmediğinde ‘hayye ale’s-salat [haydin namaza]’ dediğinde Rabbinin
nidasına kulak verir. Bunun anlamı, benimle konuşmaya başla demektir. Allah
Teâlâ ona ‘elbiseni temizle’292 demiştir. Namaz kılan kişi, bu makamda
Allah Teâlâ’ya övgüler sunar. Bu sayede, namazda bereket talep eder. Çünkü
kul, Allah Teâlâ’nın amelini kendisine döndüreceğini bilir. Nitekim içimizden
biri dindar bir insana ‘benim adıma teberrüken şu elbiseyi giy!’ der, sonra da
elbiseyi giyen kişi, teberrük niyetiyle elbiseyi sahibine giydirir.
Zikrettiğimiz şeye karşı Allah Teâlâ
‘kulum beni övdü’, yani ‘bana övgü elbisesi giydirdi’ der. Gerçekte ise,
kulunun diliyle kendisini öven Hakk’tır. Nitekim, kutsi bir hadiste ‘Allah
Teâlâ kulunun diliyle kendisini öveni duydu’ diye bildirilir. Namaz kılan
kimsenin mertebesinin ne kadar yüksek olduğuna bakınız! Hakk, onu efendisine
övgü elbisesi giydirmekle nasıl nitelemiştir? Bu hal sahibi namaz kılanlar
nerededir? Yazık!
Üstelik insanlar, bu övgüyü ifade
ederken dillerini kendilerine vekil yaparlar. Bunun nedeni, saygısızlıkları ve
kendilerini kimin ve neyi övmeye çağırdığını bilmeyişleridir. Dolayısıyla
sadece bedenleriyle çağrıya olumlu karşılık verip kalpleriyle kendi amaçlarına
giderler. Onlar, namazlarından değil, namazlarının içinde gafil kalan namaz
kılıcılardır. ‘Namazlarından değil’ dememizin nedeni, görünüşte Hakkın
çağrısına karşılık vermiş olmalarıdır. Bunun yanı sıra onlar, Allah Teâlâ’nın
emrine uyarak, bedenlerini kıblenin önünde kendilerine vekil bırakmıştır. Allah
Teâlâ onları bu makama çağırdığında, Allah Teâlâ’yı bilen kişi gelir ve
‘yasaklama’ tekbiri getirir. Söz konusu kişi, ‘elbiseni
temizle’293 ayetinin
gereği olarak, temizliğini yenilemeden Rabbiyle konuşmaya kendisini ehil
görmez. Bâtınî anlamıyla elbise, kalp demektir. Nitekim bedevi Arap şöyle der:
. Elbisemi
elbisenden sök çıkart!
‘Elbiseni temizle’294 ayetinin yorumundan söz edilirken,
onun elbiseyi kısaltmayla ilgili, bir emir olduğu belirtilir. Ali b. Ebî Talip
(r.a.) bu konuda şöyle der:
Elbiseyi gerçekte kısaltman
Daha temiz, daha sağlam ve daha korunmuş [bir davranıştır]
Kul, Rabbine yaptığı itaaderde kusur
ve eksikliğini görmek zorundadır. Çünkü özü gereği kul, Rabbinin şanının Hakk
ettiği yüceltmeyi yerine getirmede eksiktir. Dolayısıyla elbiseyle ilgili emir,
kulun kalbini temizlemesi hususunda ilahi bir ikazdır. Çünkü kalp ‘beni kulumun
kalbi sığdırdı’ anlamındaki kutsi hadiste Hakla barındıran Rabbin elbisesidir.
Bu makamda temizlenmesi emredilen şey, böyle bir elbisedir.
Arif, Rabbi ile konuşmak için kalbini
temizleyeceği zaman, Rabbi vasıtasıyla değil de kendi kendine kalbini
temizlemeye kalktığında, bu durumun kalbinin daha çok kirlenmesine yol
açacağını görür. Bu durum, sıvı olduğu içine elbisesindeki pisliği idrarıyla
temizleyen kimsenin haline benzer. Halbuki burada istenilen temizlik,
nefsinden uzaklaşmak ve bütün işleri Allah Teâlâ’ya havale etmektir. Çünkü Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Bütün iş O'na döner, O'na ibadet et,’295
Bu nedenle bize göre, namaz kılan
insanın O’nun kelamından başkasıyla Rabbiyle konuşması geçerli değildir. Çünkü
namazda beşeri bir sözün bulunması yakışık olmaz. Nitekim bir rivayette
‘Namazda insan sözünün bulunması uygun değildir, namaz teşbihtir’ denilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Yüce Rabbinin
adını teşbih et’296 ayeti
indiğinde ‘rükûlarınızda [Hakkı] teşbih edin’ diyerek pekiştirdi. ‘En yüce
Rabbinin adım teşbih et,29? ayeti indiğinde ise, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bunu da secdelerinizde okuyun’ diye emretti.
Böylece Kur'an-ı Kerîm, ayakta
durmak, rükûya gitmek ve secde etmek gibi bütün hallerimizi içermiştir. İnsan
namazda ancak peygamberin diliyle belirlenmiş şeyleri okuyabilir. Biliyoruz ki
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kendi
arzusundan konuşmaz, sadece kendisine vahy edileni söyler. ’298
İlahi her kelamı ‘Kur'an’ diye isimlendirmesek de [çünkü kutsi hadisler de Hakkın
sözleridir], onun Allah Teâlâ’nın kelamı olduğunu biliyoruz. Öyleyse Kur'an-ı
Kerîm Allah Teâlâ’nın sözüdür ancak Allah Teâlâ’nın her sözü Kur’an-ı Kerîm
değildir. O halde, [ilahi denilenlerin] hepsi Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve
namazın herhangi bir bölümünde sadece kendi sözüyle Allah Teâlâ ile konuşabiliriz.
Aynı şey, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ‘elbiseni temizle’299 ayetinde emredilen temizlenme için
geçerlidir. Arif, bu emre uyarak, ‘yasaklama’ tekbiriyle Fatiha suresinin
okunuşu arasında ‘Allah Teâlâ’m, benimle hatalarımın arasını aç’ der. Bunlar,
elbisesine ilişmiş pisliklerdir. ‘Doğuyla batıyı birbirinden uzaklaştırdığın
gibi.’ Çünkü Allah Teâlâ bilgili kulu kendisiyle konuşmaya davet ettiğinde,
hiç kuşkusuz, kendisine yakınlık makamını ona tahsis etmiştir. Yakınlık
makamındayken Allah Teâlâ, hatalarını kula gösterdiğinde -ki bunlar zatında,
yani bu mekândan uzaklık mahallinde bulunan şeylerdirkul Hakkın kendisinden
istediği yakınlıktan uzakta bulunur. Bu nedenle, konuşmaya başlamazdan önce
kendisi ile hatalarını görmesi arasına perde olması için dua eder. Hakkın
kuluyla hataları arasında bir perde olması, yakınlık makamı olan bu mertebede
kulunun kalbine zuhur etmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle bazı kimseler, ‘tövbe
günahını unutmaktır’ demiştir. Çünkü ‘sefa mahallinde sıkıntıyı hatırlamak,
sıkıntıdır.’ Tecrübe yoluyla bu makama yerleştiğini gördüklerimden biri,
insanlar karşısında makamında oturan bir hükümdardı. O, hatırlamak veya
tahayyül etmek şeklinde herhangi bir hatasının kendisine gösterilmesini
istemez.
‘Doğuyla batıyı birbirinden
uzaklaştırdığın gibi.’ Bu benzetmede, büyük ve önemli bir bilgi vardır. Fakat Allah
Teâlâ burada iki zıt arasında bulunan uzaklığı kastetti. Çünkü iki zıt, bir
araya gelmez. Bizim dikkat çektiğimiz bilgi ise, bu iki zıtta gizlidir. Çünkü
iki zıt, bir nitelikte bir araya gelebilir. Örnek olarak, renk olmada bir araya
gelen siyah ve beyazı ya da zorunluluk niteliğinde bir araya gelen yaratılmış
veya yaratılmamışı verebiliriz. Doğu, görünüşte batıdan uzak olsa bile, hiç
kuşkusuz, her biri diğerini ‘karşılıklılık’ bakımından görür. Söz konusu olan,
iki noktadaki duyusal uzaklık, doğmak ve batmak itibariyle manevi uzaklıktır.
Çünkü batmak doğmanın zıddı olduğu gibi doğuş yeri -ki o doğudurbatış yerinden
-ki o batıdırson derece uzaktır. Burada ‘siyahlık ve beyazlığın birbirinden
uzak olması gibi’ demedi. Çünkü renk olmak, o ikisini birleştirir.
Bu öğretimin ne kadar sağlam, gerçek
ve hassas olduğuna dikkat edeniz! Arif, hatalarından uzaklaşmayı isteyip
silinmelerini istemeyerek Allah Teâlâ karşısında saygılı davranmıştır.
Hatalarını silmesini isteseydi, bu [yakınlık] makamında kendi çıkarı için gayret
eden ve çalışan biri ölürdü. Böyle bir durumda arif, hükümdarın kendisine
teveccüh gösterip huzuruna aldığı bir kimseye benzer. Adam, hükümdarın huzuruna
girdiğinde ise, daha işin babında kendisine lazım olan şeyleri istemeye başlar.
Böyle bir şey, saygısızlıktır. Halbuki arife yakışan şey, bu özel halin gereği
olan efendisiyle konuşmak için hazırlanmaya layık şeyleri Haktan istemektir. Bu
nedenle arif, hatalarından uzaklık isteyip onların silinmesini istememiştir.
Tevcih Hadisinin Açıklanmasına Ek
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m, beyaz
elbise kirden nasıl temizleniyorsa beni de hatalarımdan öyle temizle.’ Böyle
bir talebin nedeni, Allah Teâlâ’nın ‘elbiseni temizle’300 diye
buyurmuş olmasıdır. Böylece peygamber, ‘ta ki
bilelim’301 ayetinin
gereği olarak, Hakkı bilgilendirmek için duasında ‘elbiseyi’ zikretti. Bu ise,
bilgisini inancına terk ettiği için saygının son noktasıdır. Başka bir ifadeyle
duamın konusu, seninle konuşmak için elbisemi temizlemekle ilgili yapmamı
emrettiğin iştir. Öyleyse, ey Rabbim! Sen de, benim elbisemi temizleme işimi
üstlen! Çünkü sen olmadan ne gücüm ne de kuvvetim vardır. Senin şanına yaraşmayan
her nitelik, bir hatadır.’ Bu kelime, kulun haddini aşıp kendi yerinden başka
bir yerde bulunması, ona ait olmayan bir alanda dolaşması anlamındaki ‘tahatta’
kelimesinden türetilmiştir. Haddi aşan insan, adeta gasp edilmiş bir yerde
geziniyor gibidir. Binaenaleyh kul, efendisinin emrettiğinin dışında bir yerde
dolaştığında, bu davranış ve hareket hata, kendisi de ‘hatalı’ diye
isimlendirilir. O halde kul kuldur, Rabb de Rabb. ,
VASIL
Duanın Kalan Kısmı
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem duasında şöyle, der: ‘Allah
Teâlâ’m! Hatalarımı su, kar ve yağmur ile temizle.’ Rabbim! Sen benim
hatalarımı temizleme işini üstlen. Böylece peygamber, [hataları] temizleme ve
yıkama işini Hakka izafe etti. Burada şöyle demektedir: Bana ‘Allah Teâlâ’dan
başka güç ve kudret sahibi yoktur’ demeyi emreden sensin. ‘Ancak
sana ibadet ederiz’302 dediğimde de, ‘Ancak
senden yardım dileriz’303 -sana ibadet etmededemeyi emreden de
şendin. Seninle konuşmak için bana emrettiğin zatımı temizlemede gücün ve
kuvvetinle benim işimi üsdenmezsen, ‘kir’ saydığın bir haldeyken seninle nasıl
konuşabilirim? Sen ise ‘Her şeyi sudan canlı yaptık’304 buyurdun. ‘Hatalarımı suyla yıka!’
Tövbe ve iyi davranışla
günahlarımı iyiliğe çevirerek
‘kalbimi canlandır.’ Söz konusu canlılık, burada suyun kir ve necasete temas
etmesiyle temizlenme demektir. Başka bir ifadeyle, kir olan şey arınmışlığa,
necaset (kaba pislik) ise temizliğe dönüşür. Çünkü bir şeyin kirve necaseti, o
şeyin özünden kaynaklanmaz. Kirli ve necis olmak, bir yere özgü dini bir
hükümden kaynaklamr. Kir, üzerine dökülen suyla bir araya geldiğinde ise, bu
birleşmenin temizlik ve arınma diye isimlendirilen başka bir sonucu olur.
Böylece çirkin güzele, günah iyiliğe dönüşür. İstenilen de budur. Başka bir
ifadeyle amaç, varlığı ortadan kaldırmak değil, hükmü ortadan kaldırmaktır.
Çünkü varlık, suyla birleşirken de mevcuttur.
Hadiste geçen ‘kar’ sözüne gelirsek,
insanın kalbi bir nedenle mutlu olduğunda ‘falancanın kalbi kar oldu’, başka
bir ifadeyle ‘mutlu bir duruma geldi’ denilir. Bu yorumla peygamber şöyle der:
‘Rabbim! Bu yıkamayı yaptığında, kalbim mutlu olur.’ Bu sayede, senin hoşnut olduğun
şeyle kalbim de hoşnut olur, kalbin üzüntüsü mutluluğa dönüşür.
(Hadiste geçen ve soğuk su denilen
berd’in başka bir yorumu olarak) ‘Berd (kül)’ tutuşmuş korların sönmesiyle
ortaya çıkan şeydir. Bu ateş, Rabbi onu kendisiyle konuşmaya davet ettiğinde,
Rabbinin huzurunda durması uygun olmayan bir halde kalbinde bulunuyordu. Arif,
o ateşi söndürecek şeyi sever. Kelime, ‘bered’ diye zikredildiği gibi başka bir
rivayette ‘mâ-i bârid’, ‘soğuk su’ şeklinde de geçer. Bu, Araplarca kullanılmış
bir ifadedir. Biz de sözü onlardan böyle aktardık. Şairleri (bered’in ateşin
sönmesi anlamında kullanımına örnek olarak) şöyle der:
Develerimin yükünü boşalt, çünkü onlar . Bazı ciğerlerin ateşini söndürecek
(bered, ciğerlerindeki ateş küllenecek), diğerlerini ağlatacak
Şiirin açıklaması şudur: Benim
yaşamam nedeniyle bazı insanların içinde bir ateş, kıskançlık ve düşmanlık
ateşi vardır. Onlar benim develerimi başıboş görünce, öldüğümü anlar ve
yaşamamdan dolayı duydukları ateş soğur, yaşamamı isteyen dosdarım ise ağlar.
Böylece ölümümle düşmanların niteliği dosdara, dosdarın niteliği ise
düşmanlara geçer. Dünya hayatında velilerin Rabblerine itaat etme uğruna
çektilderi sıkıntı, karşılaştıkları horluk, yorgunluk, mücadele, didişme ve
sıkıntılar, cehennemde zorba bedbahtlara geçtiği gibi dünyada zorbaların
muduluğu ve zenginlerin rahatı, ahirette cennetliklere geçer.
Şairin şiirinde zikrettiği durum, her
varlığın halidir. Çünkü herkesin dostu ve düşmanı vardır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Benim ve sizin düşmanınızı dost edinmeyin!™5 Böylece bazı kimseleri düşmanları
saymıştır. Nitekim onları cezalandırırken de ‘Bu, Allah
Teâlâ’nın düşmanlarının cezasıdır’3“ der. Allah Teâlâ’nın
düşmanları olduğuna göre, âlemdeki her cinsin düşmanı olmaz mı? Aynı şey,
dostluk için de söz konusudur. Allah Teâlâ’nın dostu olduğu gibi her varlığın
da dostu vardır. Öyleyse, Allah Teâlâ’yı bilen ve O’nunla ilgilenen kişi
‘sadece Allah Teâlâ ve ben varız’ diyendir. Böylece, herkesi Allah Teâlâ’nın
katında yok sayar. Bu en uygunudur ve böyle bir insan gerçek dosttur. Çünkü bu
hal, Hakka ve yaratıklara yayılmıştır. Allah Teâlâ müminlerin dostu olduğu
gibi kâfirlerin de düşmanıdır. Öyleyse kullar, bir yandan Allah Teâlâ’nın
kulları öte yandan O’nun düşmanlarıdır. Peki, içlerindeki hırs ve kıskançlık
duygusuyla, insanların birbiriyle ilişkileri nasıldır?
Arif, yasaklama tekbirinden sonra Allah
Teâlâ’dan böyle bir temizlenmeyi ister. Bundan sonra ise, ‘tevcih’e başlar.
VASIL
Tevcih’teki En Yetkin Dua
Burada en yetkin duayı [ya da namazı] zikretmemizin nedeni, Allah Teâlâ’yı
bilen kişinin zorunlu olmadığı halde söz ve fiillerinde Allah Teâlâ katında
duaların en yetkinine yönelmesidir. Fakat Allah Teâlâ’nın velileri, ibadederin
en yetkinine layıktır. Onlar, zorunlulukla gerçek yetkinliğe sahip olanla
konuşmaktadır. Bu durum, onların üzerinde bir yükümlülük olduğu gibi marifet
ve müşahedeleri de bunu gerektirir.
[Hakka yüzü çevirmek anlamındaki]
Tevcih kulun şu sözüyle başlar: ‘Yüzümü çevirdim.’ Kul, O’nun karşısında
bilinçle bulunmanın gereği olan saygı nedeniyle, Rabbinin emriyle yüzü
kendisine izafe eder. Çünkü Allah Teâlâ kulunun ‘konuştuğu dili’ olduğunu
bildirdi. ‘Namazı benimle kulum arasında böldüm’ sözü ise, kulunu yüzü
kendisine izafeye davet etmiştir. Böylece Allah Teâlâ, kulun varlığını ortaya
koymuştur. Kul ise, sadece Efendisine izafe edilir. Saygılı-arif kul,
‘efendisinin yüzü’dür. Ona bir şey izafe etmek uygun değildir. Aksine izafe
edilen, kulun kendisidir, ona izafe yapılmaz. Efendi, ‘Sizin
ilâhınız”07 gibi
ayederde olduğu gibi, kendisini kula izafe edersç bu durum, kulu şereflendirme
ve bildirme amacı taşır. Kul da, Allah Teâlâ’nın ameli kula izafe edip ‘Kul Allah
Teâlâ’ya hamd olsun der’ dediğini bildiği için, tevcihi kendisine izafe eder.
Söz de, bir ameldir.
Öyleyse bilgili kul, sürekli Hakkın
maksatlarına göre hareket eder. Nitekim Allah Teâlâ, ‘İnsanı
yarattı, ona beyanı öğretti”08 buyurdu. Böylece kuluna mertebeleri
ve orada nasıl olacağını bildirmiştir. Kulu kendi haline bıralcsaydı, hiç
kuşkusuz çıktığı yokluğa dönerdi. Allah Teâlâ ise, ona varlığı ve onun ayrılmaz
özelliklerini vermiş, onunla izhar ettiği fiillerle kulda zuhur etmiştir. Allah
Teâlâ kulu için bir ‘ilk’ yarattı. Bu yön, kulun [Tanrı’nın bilgisinde] sabit
olarak bilinmesidir. Bir ‘son’ yarattı. Bu ise, kulun dış varlıkta bilinen ve
belirlenim bakımından da akledilir bir varlılc olmasıdır. Bir ‘zâhir’ yarattı.
Bu yön, kuldan ortaya çıkan ve gözüken yöndür. Bir de ‘bâtın’ yarattı. Bu ise,
kuldan gizli kalan yöndür.
Allah Teâlâ, kulu bu sınırlarla
sınırladığında, onu bunlardan soyudamış ve ‘sen O değdsin’ demiştir. Bilakis ‘
ilk, son, bâtın ve zâhir olan O'dur.’ Böylece kulu varlığında da imkân
(olabdirlik) özeüiğinde bıraktı. Kul bu halinden ayrılmaz ve ayrılması da
mümkün değildir. Burada bir iddianın geçerli olmadığı hususunda tam bir kesin
inanç bulunduğu için, Allah Teâlâ fiilleri kula izafe etti. Aüah şöyle buyurur:
‘Bütün iş O’na döner.”09 Başka bir ayette ise, ‘Yaratan
yaratmayan gibi midir, düşünmüyor musunuz?’310 buyrulur.
Bu nedenle bilgili insan, yüzü çevirme eylemini [çevirdim sözüyle] kendisine
izafe etti. Bir şeyin yüzü, onun zati ve hakikati demektir. Başka bir
ifadeyle, kul şöyle der: Bana emrettiğin gibi, zatımı ayağa diktim.
Sonra şöyle der: ‘Gökleri
ve yeri yaratana.”11
Kastedilen, ‘O ikisini birbirinden ayırdı”12 ayetidir. Başka bir ifadeyle ben,
dışımı içimden, görünmeyen yönümü görünen yönümden ayıran; gökleri birbirinden
ayırdığı gibi zatındaki ruhsal güçleri birbirinden ayırt eden zat için ayağa
kalkarım. Bu bağlamda Allah Teâlâ, benim göğümün güçlerinden her birine
yerleştirdiği şeyle ‘Allah Teâlâ, her göğe vahyetti.’ ‘Yere de vahyetti.’ Burada
ise, organlarımı birbirinden ayırdı demektir. Allah Teâlâ göz için bir hüküm,
kulak için bir hüküm ve diğer organlar için de ayrı ayrı hükümler belirledi. Bu
ise, ‘Onların besinlerini belirledi’313 ayetiyle aynı anlama gelir. Besin,
insan aidinin kendileriyle beslendiği bilgilerdir. Bunları insana veren,
duyularıdır. Düşünce gücü ise, duyu verilerini birleştirir. Söz konusu bilgiler
Allah Teâlâ’yı bilmek ve Allah Teâlâ’nın bilinmesinin emrettiği şeyle
ilgilidir.
Allah Teâlâ’yı bileri kişi, ‘Gökleri
ve yeri yaratan1314 ayetiyle
tevcih yaparken bu ve benzeri şeyleri düşünür. Bu konu, engin bir deryadır.
Arifin elde ettiği ve ‘Gökleri ve yeri yaratan’ demesini gerektiren bilgilerden
söz etmeye başlasaydık, bir kitap onları sığdıramayacağı gibi, tek bir gökle
ilgili olanları diller de anlatamazdı.
Sonra ‘Hanif olarak’ der. Bunun
anlamı, yönelen demektir. Hanef, meyletmek ve yönelmek demektir. Burada arif,
mümkün bir varille olmaktan Rabbim nedeniyle varlığımın zorunluluğuna
yönelirim der. Böylece, benim adıma yokluktan kurtulmak geçerli olabilir ve
beni mutlak iyilikte bırakır. Arifin ‘hanif olarak’ demesinin anlamı budur.
Ardından şöyle der: Bu yönelmede
‘müşriklerden değilim.’ Ben, kendiliğimden yönelmiş değilim. Nitekim salih kul
[Hızır, öldürdüğü çocuk hakkmda] ‘Ben onu kendiliğimden yapmadım’315 demişti. Nasıl, neyle ve kimden
O’na yöneleceğimi, O’na yönelirken hangi halde olacağımı öğreten bizzat
Haktır. Allah Teâlâ’yı bilenler, ‘tevcih’ yaparken bütün bunları bilmelidir.
Bilmeden bütün bu sözü söyleseler bile, tevcih yapmış sayılmazlardı.
Namaz kılan kişi, [tevcih yaparken]
bu sözüyle kendisinden ortak koşma halini uzaklaştırır. Kul, fiili kendisine
izafe etse bile, fiilinde [Hakka] ortak değildir. Kula özgü olan şey, sadece bu
fiilden ait olabilecek şeydir. Hakka özgü olan da, bu fiilde Hakka ait
olabilecek kısımdır. Kul, kulluğunda [aynı zamanda köle-kölelik] efendisine
ortak değildir. Çünkü efendi köle olamayacağı gibi köle de kölesi olduğu yönden
efendisinin efendisi olamaz.
Sonra şöyle der: ‘Namazım, orucum,
hayatım ve ölümüm.’ Burada hepsini kendisine izafe etti. Çünkü bu fiiller kulun
varlığı olmaksızın ortaya çıkamayacağı gibi böyle bir şey mümkün de değildir.
Çünkü var etme olmaksızın, bu fiillerin Hakka izafesi mümkün ve geçerli
değildir. Bunlar, dışta kendilerini var etmesi bakımından Hakka izafe edilirken
dış varlıklarının ortaya çıktığı bir yer olması bakımından da kula izafe
edilir. Böylece kul, ‘ikinci’dir [musalli]. Nitekim hareket ettirilen, hareketli
olandır, yoksa hareket ettiren değildir. Dolayısıyla kul, gerçek anlamda
hareketli olandır. Hakkın hareketli olması ise, mümkün değildir. Hareketlinin
kendisinden dolayı harekedi olması da mümkün değildir. Çünkü onu durağan
görmekteyiz.
Bunu bil ki, akıl bakımından Rabbine
izafe edemeyeceğin şeylerden kendine izafe ettiğin şeylerin mahiyetini öğren!
Ayrıca, dince kendine izafe edemeyip Rabbine izafe ettiğin şeylerin mahiyetini
de böyle öğrenirsin. Duadaki ‘nüsuk’, ibadetler demektir. Namazım ve ibadetim,
horluğum, ölümüm ve hayatım, başka bir ifadeyle ölümüm ve canlı kalmam,
[âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ içindir ve O’nun sayesinde mümkündür].
Ardından ‘Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ
içindir’ der. Bütün bunların var edilme sebebi, ben değil Allah Teâlâ’dır.
Başka bir ifadeyle bütün bunların bende ortaya çıkması, Allah Teâlâ içindir.
Yoksa, bunları yapmak sayesinde bana dönecek iyilikten kaynaklanmaz. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım.’316 Böylece nedeni bana değil, kendi
yüce katına döndürdü. Dolayısıyla [ibadederde] birincil amaç, bize iyilik etmek
değildir. İbadederde gözetilen şey, başkasını gözetmenin kendisine yaraştığı
Hakkın mertebesidir. Öyleyse bunun böyle olması, Allah Teâlâ’nın bize bir
öğretişi ve uyarısıdır. Bu da, Rabia’nın ifadesinin anlamıdır: ‘Acaba O, ibadet
edilmeye ehil değil midir?’
Bilgili insan, Allah Teâlâ’ya Allah
Teâlâ için ibadet eder. Bilgisiz ise, ibadetinde Allah Teâlâ’dan umduğu nefs
kaynaklı hazlardan dolayı Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Bu nedenle bize
‘Âlemlerin Rabbi için’ dememiz emredildi. Âlemlerin Rabbi, âlemlerin efendisi,
sahibi ve kendilerine farz kıldığı ve açıkladığı işleri düzenleyen demektir.
Böylece onları şaşkınlıkta bırakmadı. Nitekim Allah Teâlâ kuluna olan
iyiliklerinden söz ederken şöyle der: ‘Seni
şaşırmış buldu, hidayet etti.’317 Yani, sana hidayet yolunu açıkladı.
Hidayet yolu, seni ne için yarattığını bilmendir. Yaratılış gayeni öğrenince,
ona göre ibadet eder ve Rabbinden bir kanıta sahip olursun.
Sonra şöyle der: ‘O'nun
ortağı yoktur, bana bu emredildi ve ben müslüman olanların ilkiyim.’318 Yani, bu yerde bu ibadede Allah
Teâlâ’dan başka amaçlanan bir ilah yoktur. O Allah Teâlâ, beni bunun için
yarattı. Ben, Allah Teâlâ’nın bu özellikteki kimselere taahhüt ettiği ödülü
akla getirmekle nefsimi bu ibadete ortak koşmam. Bir bilgin, ibadet yaparken
ödülü akla getirmeyi kabul etmiş, üstelik bu fileri kabul etmeyeni tekfir
etmiştir! Bu dikkate değer bir düşünce değildir. Bu görüşü söyleyen,
kelâmcıların büyüklerindendi, fakat ‘zevk’ yoluyla Allah Teâlâ’yı bilenlerden
değildi. Akılcılardan ve onlarm büyüklerinden biriydi. Söz konusu kişi, Rabia
el-Adeviyye’nin söylediği söze karşı çıkmıştı [Allah Teâlâ ibadet edilmeye ehil
değil mi ki, [ibadet için başka bir gaye taşınsın]].
Bir konuda şekilci bilginlerin bizden
farklı düşünmesi bize göre dikkate alınacak bir şey değildir. Bunun tek
istisnası, meşru hükümlerin aktarılmasıdır. Meşru hükümlerde ise, herkes
eşittir. Onların görüşleri, bilgiyi ulaştıran yolda ya da Arap dilinin
anlamında dikkate alınır. Bunun dışındaki hususlarda ise, aynı bilgiye sahip
kimselerin görüşleri dikkate alınır. [Her bilimin kendi bilim dalına mensup
insanların görüşlerini ve itirazlarını dikkate alıp başka bilim
dallarındakilerin görüşlerini dikkate almayışı anlamında] Bu durum, özel
ilimlerin her türünde yaygındır.
‘Bununla emrolundum.’ Bu ifade,
cümlenin bütününe ve her bir parçasına yaraşır şekilde bütün parçalarına döner.
Bu nedenle, ayrıntılı bir biçimde onu açıklamaya gerek görmüyoruz. Çünkü ‘Kalbi
olan ya da gördüğü halde kulak veren kimse için’ bu konuda yeterli uyarı yapıldı.
Sonra şöyle der: ‘Ben müslümanların ilkiyim.’ Başka bir ifadeyle, ‘bana bu
emredildi’ ifadesindeki emre ilk itaat eden kişiyim.
Sonra şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Sen
sahipsin.’ Böyle demesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın, kulunu önünde durmaya
çağırmış olmasıdır. Çünkü böyle bir duruma insanı ancak hükümdarlar çağırır. Bu
nedenle, ‘tevcih’ için başka bir isim değil, bu isim seçildi. Bunun için
namazda duruş halinde elleri bağlamak şart koşuldu. Çünkü orası kulun
hükümdarın önünde durduğu yerdir.
Ardından daha özel bir nitelilde
‘senden başka ilah yoktur’ der. Allah Teâlâ karşısında saygının gereği olarak,
‘senden başka hükümdar yoktur’ demedi. Çünkü Allah Teâlâ ‘Sizi
hükümdarlar yaptı319’ ayetinde yeryüzünde hükümdarlar
bulunduğunu bildirmişken ne gerçek ne de var saymak anlamıyla âlemde O’ndan
başka ilah olabileceğini reddetmiştir. Bu nedenle kul, tevcihte ‘senden başka
ilah yoktur’ der. ‘Senden başka hükümdar yoktur5 demek ise, hiç
kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın varsaydığını yok saymak olurdu. Allah Teâlâ’nın var
saydığı yok sayılamaz. Bir şeyi yok saydığında ise, onun var sayılması
kesinlikle mümkün değildir. Tevcihte kullanılan sözler, Haktan bir aktarım ise
-ki bunlar Allah Teâlâ’nın kelamıdırbu ifade, Allah Teâlâ’nın ispat ettiği ve
yok ettiği şeyi doğrulamak demektir. Bunlar peygamberin lafzıysa, böyle
söylemek, var saydığını yok saymadığı için Allah Teâlâ’nın karşısmda saygılı
olmanın gereğidir. Allah Teâlâ’dan başka hükümdar yok ise de, Allah Teâlâ
başka hükümdarların olduğunu var saymıştır.
‘Sen hükümdarsın’ demenin ardından
‘Senden başka ilah yoktur’ demenin anlamı budur. Çünkü burada ilişki
gözükmemiştir. İlah olmak mülkü içerirken mülk ilahlığı içermez. Bu nedenle,
anlamı hükümdarın varlığını gösteren bir söz gelmiştir. ‘Hükümdar5
lafzı gözükmese bile, bu lafız onu hükümdar diye isimlendiren şeydir. Öyleyse
ilah hükümdar demektir. Fakat her hükümdar, ilah değildir.
Sonra şöyle der: ‘Sen Rabbimsin, ben
senin kulunum.5 Burada Rabbi önce zikretmiş, kendisini geride
bırakmış, ikinci tekil şahıs zamiriyle kendisini Rabbine izafe etmiştir. Çünkü
o, Rabbinin önündedir. Bu ifadedeki saygıya bakınız! Kul, Allah Teâlâ’ya ‘sen
benim Rabbimsin ben senin kulunum’ diye hitap etmektedir. Sen, namazı benimle
senin aranda ikiye böldün. Bu özel kulluk yönünden ben, senin önünde durdum.
Bu hal başka bir hil değil, karşılıklı konuşma halidir. Çünkü kulun halleri,
her durumda kul olsa bile, efendisinin kendisini çağırdığı işlerin değişmesiyle
değişir.
Sonra şöyle der: ‘Nefsime haksızlık
ettim, günahımı itiraf ettim, bütün günahlarımı bağışla. Günahları senden başka
kimse bağışlayamaz.’ Kul yüzünü yönlendirmeden önceki tekbirden sonra
zikrettiğimiz duayı okumuştu. Bü dua, kendisiyle hatalarının arasım
uzaklaştırılması dileğiydi. Şimdi de, şöyle der: İşlediğim hatalar nedeniyle
‘Kendime haksızlık ettim.’ Seninle konuşmazdan önce, ‘önünde günahlarımı itiraf
ettim, günahlarımı bağışla.’ Benim adıma günahlarımı ört! Çünkü onları ancak
sen örtebilirsin. Günahlarım beni görüp bana gelmesin ve benim günahkâr olmama
yol açmasın. Ben de, onları görüp bana tatlı gelmesinler. Yoksa, onları işler
ve bundan dolayı günahkâr olurum. Bu yorumla ‘günahlarımı bağışla’ ifadesi
‘benimle hatalarımın arasını doğu ile batıyı uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır’
ifadesiyle aynı anlama gelir.
Kul şöyle demek ister: ‘Bu uzaklık
sayesinde günahlar bizden gizlendiğinde, onları görmeyiz. Böylece, beni
çağırdığın işe olumlu yanıt vermek için boşalırım. Bana günahlarımı gösterip
onları benden örtmezsen, onları gördüğümde duyacağım utanma ve korku duygusu,
beni çağırdığın işte senin talebini anlamaktan beni engeller.’ Fakat, nefsinin
hazzına yer vermesin diye, günahları silmesini istememiştir. Ayrıca istenilen
şey, o esnada günahların gizlenmesidir. Allah Teâlâ’yı bilen kişi, tövbe etse
bile* günahını her hatırladığında emre itaatsizliğin vahşet [ünsiyetin zıddı]
hali onu eddsi altına alır. Tövbe ettiği günahından dolayı sorumlu olmasa
bile, bulunduğu hal buna yol açar.
Sonra şöyle der: ‘Beni en güzel
ahlâka ulaştır. Senden başka kimse güzel ahlâka beni ulaştıramaz.’ Bu ifade,
duadaki ‘hatalarımı su, kar ve külle (ya da soğuk suyla) yıka’ ifadesi gibidir.
Başka bir ifadeyle, senin karşında layık olduğu tarzda, güzel huyları, bu yolda
kullanmamı nasip et! Örnek olarak seninle konuşurken, senden alırken, kelamında
bana ulaştırdığın ya da senin sözünle seninle konuşurken söylediklerimi anlarken
saygılı olmayı verebiliriz. Bütün bunlar güzel ahlâktır. Fiillerimde ise, bana
şart koştuğun zâhir ye bâtında önünde duruş hallerimde güzel huylara ulaşmamı
sağla. ‘En güzel ahlâka ancak sen ulaştırırsın.’
Başka bir ifadeyle, bu güzel huylara
sadece sen muvaffak kılabilirsin. Benim onlara ulaşmaya gücüm olmadığı gibi en
güzel huyların neler olduğu da sadece senin yardımın ve bildirmenle
öğrenilebilir. Çünkü bu bilgi, çalışmayla öğrenilen şeylerden değildir.
Bilakis bunlar, senin ortaya koymana ve belirlemene bağlıdır. Çünkü senin
şanın meçhul, şanına yakışan şeyler ise bilinemez. Senin karşındaki
davranışlarımızı, kölelerin efendilerinin karşısındaki davranışlarıyla
kıyaslamayız. Çünkü sen ‘benzeri yoktur’ buyurdun. Öyleyse, sana davranırken
bize gereken saygıyı ancak senden öğrenebiliriz.
Sonra şöyle der: ‘Günahları bizden
uzaklaştır, onları benden ancak sen uzaklaştırırsın.’ Başka bir ifadeyle,
[onlardan uzaklaşmayı] senin öğretmenle öğrenebiliriz. Böylece şanına
yaraşmayacak şekilde sana davranmamayı bize öğretirsin. İkinci olarak, senin
kadrine uymayan davranışiarı terk etmeyi öğretirsin. Çünkü bütün iş, senin
elindedir. Bazen kula [bunları] öğretirsin, fakat öğrettiklerini yapma imkânı
vermezsin: Bu niedenle, hem bilgi hem davranış olarak kötü huyları benden uzaklaştır.
Sonra şöyle der: ‘Lebbeyk ve sa’deyk!
[baş üstüne].’ Senin çağrına uyarak ve kapının teşrifatçısının diliyle ‘hayye
ale’s-salat’ ifadenle beni çağırdığın şeye koşarak gelirim. İşte senin çağrına
‘buyur’ diyerek ve benden istediğini olumlu karşılayarak geldim.
Sonra şöyle der: ‘Bütün iyilik senin
elindedir.’ Çünkü O, saf iyiliktir. Çünkü Hakk, herhangi bir yokluktan ya da
yokluk imkânından ya da yokluk kuşkusundan olmayan sırf-halis varlıktır. Bu
nedenle, bütün iyilik O’nun elindedir.
Sonra şöyle der: ‘Kötülük sana
ulaşamaz.’ Kötülük, sana izafe edilemez. Sırf kötülük, yokluktur. Başka bir
ifadeyle, iyiliğin yoksunluğu sana izafe edilemediği gibi kötülük senin şanına
da yaraşmaz. Kötülük kelimesi bütün kötülük türlerini içersin diye belirli
olarak zikredildi. Bu kötülük, genel anlamdaki kötülük gibi özel suretlerle
sınırlı kötülüğü de içerir. Bütün bunlar, sana ulaşamaz. Başka bir ifadeyle,
senin ‘kötü’ dediğin ya da kötü olan hiçbir şey saygının gereği ya da gerçek
anlamda sana izafe edilemez. Bu meselede [kötülüğü bir şekilde Allah Teâlâ’ya
izafe etmeyi savunan] karşıt görüş sahibinin en güçlü kanıtı ‘Allah
Teâlâ dilediğini saptırır ve dilediğine
hidayet eder’320 ile ‘Allah Teâlâ’nın
saptırdığı kimseye hidayet edecek yoktur’321 ayederidir.
Bilmelisin ki: Genel anlamda dalâlet,
hayret etmek, gerçeği ve en doğru yolu bilmemek demektir. Bu yorumda ‘Dilediğini
saptırır’322 ayeti,
dalâlet [bilgisizlik ve hayret] yolunu tanıttığı kimsenin o yolda şaşıracağı;
hidayet yolunu bildirdiği kimsenin ise doğruyu bulacağı anlamına gelir.
Hidayette bunun örneği ‘O'nun benzeri gibi yoktur’323, ‘izzet
sahibi Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir’324, ‘Allah Teâlâ’yı
hakkıyla takdir edemediler’325, ‘O'nun eşi ve dengi yoktur’326 gibi ayederdir.
Sağduyu sahibi, Haktan bu gibi
ayetleri duyduğunda doğru yolu bulur. ‘Biz
ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz’327 ya da ‘size
şah damarından daha yakınız5328 ya da
‘bana koşarak gelene, ben daha hızlı koşarım’ anlamındaki ifadeleri duyunca,
hayrete düşer ve şaşırır. İşte ‘Allah Teâlâ saptırır’ ifadesinin anlamı budur. Allah
Teâlâ, peygamberlerin dilinden ortaya çıkan niteliği bilinmeyen böyle
ifadelerle akılları şaşırtır. Akıl, böyle ifadelerle Hakkın kastettiği ve sözün
anlamına yaraşmayan anlama ulaşamaz.
Akıl, Allah Teâlâ’nın bize anlayalım
diye hitap ettiği şeyi bilir. Bu gibi ifadelerden anlaşılan şey, insanın
yaratılmış bir teşbih türüyle anladığı bütün yorumlar bakımından Allah Teâlâ
hakkmda imkânsızdır. Söz konusu teşbih türü, ya yaratılmış bir anlam veya duyu
yoluyla öğrenilmiştir. Dolayısıyla aklın bu hitabı kabul etmesi imkânsızdır ve
bu nedenle o hayrete düşer. Bu bağlamda kulun kendisinden çıkabildiği ve ilahi
inayet sayesinde uzaklaşabildiği bir hayret vardır. Bir de, kulun tek başma Allah
Teâlâ’nın akla verdiği ve onu güçlendirdiği çeşitli güçlerle çıkamayacağı
hayret vardır. Bu nedenle kanıttan hareket eden insan, delilin zorluğu
nedeniyle delilli hakkmda şaşırır.
Şeriat, akim imkânsızlığına
hükmettiği bir takım durumlar getirir. Böylece şeriat, akim imkânsız saydığı
şeyin zorunluluğunu gösteren bir takım lafızlar ortaya koyar. Akıl ise,
mahiyederini bilmeden inanarak onları kabul eder. İşte ‘sapkın’ diye
isimlendirilen şaşırmış kişi budur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğu rivayet edilir: ‘Allah Teâlâ’m! Sende hayretimi artır.’ Yani
bana öyle bir şekilde tenezzül et ki, sana ve şanına yaraşan nitelikleri
algılamaktan acizliğini öğrensin diye, akıl onu her bakımdan imkânsız saysın.
Nefislerin acı duyduğu ve
nimetlendiği durumları ifade eden bedbahtlık ve mutluluğa gelirsek, bunlar,
duyu ve duyulur bakımından nefislere ait genel bir konudur. Biz ise, şimdi
başka bir konudan söz ediyoruz. O da, hakikatlerin bilinmesine dönen bir
konudur.
Sonra şöyle der: ‘Sana aidim ve sana
döneceğim.’ Yani, başlangıcım seninledir, kendimden değil. Bu ifade, ‘insan
başkasıyla var olmuştur’ dememiz gibidir. ‘Sana’ ise, varlığım sana döner
demektir. Ben ne isem, sen osun. Çünkü ben senden sadece varlık kazandım. Sen,
varlığın kendisisin. Ben ise, özüm gereği yokluktayım. Ne bir hal ne bir hüküm
benim üzerimde başkalaşmaz. Sürekli, imkân [olabilirlik] halindeyim.
Sonra şöyle der: ‘Sen mübareksin!’
Bereket ve artış, sana aittir, bana değil. Sen, varlığın sahibisin. Sonra ben
yok iken onu bana giydirdin. Böylece varlıkta bereket ve artış, iki nispet
vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Varlık benimle zuhur etmiş ve sana nispet
edilmiştir. O, senin varlığın ve bizzat kendinsin.
Sonra şöyle der: ‘Münezzehsin.’ Sen
başkasıyla zuhur etmeyecek kadar münezzehsin. Dolayısıyla sana nispet edilen
varhk, senin hüviyetinden başkası olamaz. ‘Mübarek ve münezzehsin’ ifadesinin
anlamı budur.
Sonra şöyle der: ‘Senden bağışlanma
diliyorum ve sana dönüyorum.’ Hakikatimden habersiz kalıp varhk sahibi olduğum
iddiasında bulunmayayım diye, varlıkla nitelenmekten beni ‘örtmeni’ istiyorum.
Ben varlık değilim, sensin Varlık. Ben de sen değilim. Ben, özü gereği
bulunduğum haldeyim. Sen de, özün gereği bulunduğun haldesin. Beni nitelediğin
varlıkla bende zuhur etmek, sana aittir. Ben ise, hakikatimin gereği olan imkân
hah nedeniyle sende zuhur edemem.
Sonra şöyle der: ‘Sana tövbe
ediyorum!’ Beni nitelediğin varhk bakımından sana dönüyorum. Çünkü varlığın
kendisi olan sen, onunla nitelenen ise benim. Varlığın sana dönmesi ‘sana
dönüyorum’ ifademdir.
Böylece kulun okuduğu dua ile
Kur'an-ı Kerîm okumayla tekbir arasındaki ‘tevcih [yüzü Allah Teâlâ’ya
çevirme]’ sona erdi. Şimdi, Allah Teâlâ izin verirse, başka durumlarda değil
sadece namazda Allah Teâlâ’yı bilenlerin diliyle Fatiha’yı okumanın anlamına
başlayalım.
VASIL
Namazda Fatiha Suresini Okumanın Yorumu
Allah Teâlâ’yı
bilen kişi, zikrettiğimiz tevcihi bitirince Allah Teâlâ’nın
emrettiği tarzda ‘euzu’ çekerek Kur'an-ı Kerîm okumaya başlar. Bunu ise, namaz
kıldığı için değil, Kur'an-ı Kerîm okuduğu için yapar. Kulun okuduğu ayetin
hükmüne göre Allah Teâlâ’nın kendisine yanıt olarak ‘şöyle, böyle’ dediğini
belirtmiştim. Bu nedenle insan, Kur’an-ı Kerîm okurken ayetin manasını anladığı
ölçüde bilinçli olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın cevabı, o ayetten zihinde
canlandırılan şeyle örtüşür. Bu nedenle, sıradan insanların en düşüğünün
mertebesi genel olarak cevapta yer almıştır. Çünkü sıradan insana ve okuduğunun
anlamını bilmeyen yabancıya Allah Teâlâ’nın cevabı, rivayette geçtiği şekilde
olabilir. Zihnindeki düşünceyi ayrıntılandırdığında ise, Allah Teâlâ da verdiği
cevabı ayrıntılandırır. Dolayısıyla okumada bu miktarı kaçırmaman gerekir.
Çünkü Allah Teâlâ’yı bilenlerin ve namazdaki insanların mertebeleri, bu sayede
farklılaşır.
insan tevcihi bitirdiğinde, şöyle
demelidir: ‘Kovulmuş şeytandan Allah Teâlâ’ya sığınırım.’ Bu, Kur’an-ı Kerîmin
buyruğudur ve sahih hadiste de ‘Kovulmuş şeytandan duyan ve bilen Allah
Teâlâ’ya sığınıyorum’ şeklinde yer almıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kur'an-ı
Kerîm okuduğunda kovulmuş şeytandan Allah Teâlâ’ya sığın.’329 Arif, Allah
Teâlâ’ya sığındığında sığınmasını gerektiren hali, kendisiyle sığındığı şeyin
hakikatine ve kendisiyle sığınması gereken şeye bakar ve ona göre Allah
Teâlâ’ya sığınır.
Bir arife egemen olan hal,
kendisinden Allah Teâlâ’ya sığındığı her şeyin Efendisinin elinde bulunduğunu
görmek olabilir. Bunun yanı sıra, kendisiyle Hakka sığınılan her şeyin
efendisinin elinde bulunduğunu; kendisinin ise, tasarruf ve başkalaştırma
mahalli bir kul olduğunu görür. Böyle bir arif, efendisinden efendisine
sığınır. Bu durum, ‘Senden Sana sığınırım’ hadisinin anlamıdır. Bu, birleme
sığınışıdır. Böylece arif, birlemeden O’na sığınır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Tat,
çünkü sen yüce ve kerimdin.’330 Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler’331
denilmiştir. Allah Teâlâ kutsi hadiste şöyle buyurur: ‘Büyüklük örtüm, azamet
perdemdir. Bu ikisi hakkında benimle çatışanı yok ederim.’
Allah Teâlâ’ya sığınmada daha aşağı
derecede bulunan kimseler ise, fiil ya da nitelik olarak [mizaca] yatkın ve uygun
olmayan şeyden yatkın olanla sığınır. Bu, genel bir hükümdür. Hal ise,
hükümleri belirlediği gibi hüküm onlara göre gerçekleşir. Bir rivayette ‘Allah
Teâlâ’m! Senin öfkenden rızana sığınıyorum’ denilmiştir. Yani, seni kızdıran
şeyden seni memnun eden şeye sığınıyorum. Böylece kul, sevgilisine saygı
göstermekle kendi payını göz ardı etmiştir. İşte bu, [sığınmanın] Allah Teâlâ
için olmasıdır. insana ait olan ise, ‘azabından bağışlamana sığınıyorum’
ifadesidir. Bu ifade, insanın payıyla ilgilidir. İki mertebeden hangisi
üstündür? Tartışılabilir.
Mümkün varlığın Allah Teâlâ’nın
şanının gereğine ulaşamayacağını, başka bir ifadeyle mümkünün hakikatinin Allah
Teâlâ’nın şanına lâyık saygı ve yüceltmeyi yerine getiremeyeceğini ve böyle
bir şeyi yapmanın da gerçekte imkânsız olduğunu düşünenler, kendi payının
[peşinde] olmak gerektiği görüşündedir. Çünkü [bu konudaki gayreti] kendisine
dönecektir. ‘İnsanları ve cinleri ancak bana
ibadet etsinler diye yarattım’332 ayetini dikkate alan ise şöyle
düşünür: Rabbim karşısında sorumluluğum, gücümle sınırlıdır. Ben de, kendi
payım için değil, Rabbimin hakkını yerine getirmek için çalışırım. Şari, bu
iki şahıs için iki ‘sığınma [kalıbı]’ belirlemiştir. Varlığının Rabbinin
varlığı olduğunu gören ise -çünkü kendisi olmak bakımından insanın bir varlığı
yoktur‘Senden sana sığınırım’ der. Bu ise, üçüncü mertebedir. Bu mertebede
ise, kulun hakikati ortaya çıkar.
İnsan Kur’an-ı Kerîm okurken Allah
Teâlâ’ya sığındığında, onu yükümlü tutan -ki Allah Teâlâ’dırnasıl, kimle ve
kimden sığınacağını kendisine öğretir ve şöyle der: ‘Kur'an
okuduğunda, kovulmuş şeytandan Allah Teâlâ’ya sığın.’333
Böylece toplayıcı ismi [Allah Teâlâ ismi] ona vermiş, onun adına Kuran’ı zikretmiş,
belirli bir ayet seçmemiştir. Bu nedenle de, belirli bir isim seçmemiş, [en
genel isim olan] Allah Teâlâ ismini zikretmiştir. Öyleyse okuyucu, okuduğu
ayete bakar. Ayette kendisinden sığınılması gereken şeyi düşünür ve sığınırken
onu zikreder. Allah Teâlâ’nın hangi ismiyle sığınılması gerektiğini düşünür ve
sığınışında bunu söyleyerek onu belirler.
Kur’an-ı Kerîm okuyucusu, Allah Teâlâ
ile oturan kişidir, çünkü Kur’an-ı Kerîm zikirdir ve zikreden Allah Teâlâ ile
oturur. Buna namazda Allah Teâlâ ile karşılıklı konuşma halini ekler. Bu ise,
tıpkı nur üstüne nur gibi, yalanlık üstüne yakınlıkur. Bu nedenle en uygunu, Allah
Teâlâ ismine sığmmaktır ve sığınma şeytandan olmalıdır. Çünkü şeytan, koyulmuş
ve uzaklaştırılmış olandır. [Şeytanın kelime anlamı] Çok derin olduğunda
söylenen bi’ru şatûn, dipsiz kuyu’dan gelir. Uzaklık yakınlığın zıddıdır.
Öyleyse bu yakınlık halindeyken kul, kendisini bu yakınlıktan uzaklaştıracak
şeylerden [Allah Teâlâ’ya] sığınır. Bunu ifade etmek için ise, şeytandan daha
uygun bir isim olamaz.
Sonra şeytanı ‘racîm [taşlanmış]’
diye niteledi. Bu kalıp, meful [fiilden etkilenen] anlamında olabilir. Bu
durumda kelimenin anlamı, şihab, yani yakıcı ışınlarla taşlanan şeytan
demektir. Allah Teâlâ ‘onları’334 yani yıldızları ‘şeytanlar
için taşlar yaptık’335 buyurur. Bu bağlamda “Namaz da
nurdur [ışık].’ Allah Teâlâ, şeytanı nurlarla taşlamıştır. Öyleyse namaz,
şeytanın kuldan uzaklaşmasını sağlayan şeydir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namaz
kötülükten ve ahlâksızlıktan alı koyar.’336 Çünkü namaz, ‘ihram
[alıkoyma]’özelliğiyle nitelenir.
Racîm özne anlamında [taşlayan] da
olabilir. Bu isimlendirme, kulun kalbini taşlayan çirkin düşünceler,
vesvese've kötü niyederle ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
gece namazına kalkıp ‘ihram [yasaklama, başlama tekbiri]’ tekbirini
getirdiğinde şöyle derdi: ‘Allah Teâlâu ekber kebiran... Yani, Allah Teâlâ en
büyüktür, Allah Teâlâ en büyüktür, Allah Teâlâ en büyüktür. O'na sonsuz
övgüler! O'na sonsuz övgüler, O'na sonsuz övgüler! Sabah-akşam Allah Teâlâ’yı
tenzih ederim, sabah-akşam Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, sabah-akşam Allah Teâlâ’yı
tenzih ederim. Kovulmuş şeytanın üflemesinden ve vesvesesinden [hemze] Allah
Teâlâ’ya sığınırım.’ İbn Abbas şöyle der: ‘Şeytanın ‘hemzesi’ namazda insana
verdiği vesvese, nefesi şiir, üflemesi namazda insana verdiği kuşkulardır.
Unutma da buna dahildir’. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘sehiv secdesi şeytanı öfkelendirir’ der. Öyleyse namaz kılan insan, Rabbinin
korumasını dileyerek, duru bir kalple taşlanmış şeytandan Allah Teâlâ’ya
sığınmalıdır.
Şeytanın namazda verdiği kötü düşünce
ve vesveseler bilinmezse, bunları uzaklaştıracak ismi belirlemek de mümkün
olmaz. Bu nedenle, [sığınma için] bütün isimlerin anlamını toplayan Allah Teâlâ
ismi gelmiştir. Çünkü bu ismin gücünde, kovulması gereken her düşüncenin mukabilinde
kovan her ismin hakikati bulunur. Allah Teâlâ kendisini muvaffak kılarsa,
namaz kılanın sığınışında bu halde olması gerekir.
Sığındıktan sonra şöyle der: ‘Rahman
ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla [besmele}.’337 Bunu söylediğinde, Allah Teâlâ
‘kulum beni zikrediyor5 der. Bu yorumla, besmeledeki âmilin [söz
gelişi başlarım fiili değil], ezkuru, yani ‘zikrediyorum’ ifadesi olmalıdır. Be
harfi [ıbi-ism] de, bu rivayet doğru ise, zikretmek fiiliyle ilgili olmalıdır.
Rivayet doğru değilse fiil, ‘Allah Teâlâ’nın adıyla okurum’ olmalıdır. Bu
durum, ‘Rabbinin adıyla oku’3311 ayetinde açıktır.
Böyle bir zorlamaya gitmemizin nedeni
dilcilerin şu görüşüdür: Mastarlar sadece öne geçtiklerinde fiillerin işlevini
görür. Sonra geldiklerinde ise, işlevleri zayıflar. Bizce bu görüş, sebebi
saptamada kabul edilebilir değildir. Çünkü burada belirtilen şey, nahivcinin
bir dayatmasıdır. Çünkü Arapiar, [bu gibi dizilişlerde bir anlam] düşünmez ve
bir sebep görmez. Öyleyse besmele, bana göre, ‘Övgü, isimleriyle birlikte
Allah Teâlâ’yadır’ ifadesiyle
ilgilidir. Çünkü Allah Teâlâ, sadece isimleriyle övülebilir. Başka bir şey söz
konusu olamaz. Bir zorunluluk yoksa -ki burada zorunluluk yokturKur’an-ı
Kerîm’de ‘düşmüş kelime (mahzuf)’ bulmaya kendimizi zorlamamız uygun değildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini aktarır: ‘Kul namazda kendisiyle
konuşurken ‘Rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’ dediğinde, Allah Teâlâ
‘kulum beni zikrediyor’ der’. Bu hadis güvenilir ise, tartışmaya mahal yoktur.
Abdullah b. Ziyad b. Sem’an el-Ala’dan, o da babasından, o da Ebu Hureyre’den,
o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den şöyle bir hadis aktarmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir insan Fatiha suresini okumadan
namaz kılarsa, kıldığı namaz eksiktir, tam değildir. Bu sözü üç kez tekrarlamıştır.’
Ebu Hureyre’ye ‘İmamın arkasındayken ne yapacağız?’ diye sorulmuş, o da
‘içinden okursun’ diye yanıt vermiş. Sonra da eklemiş: ‘Çünkü ben, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu duydum: ‘Namazı kendim ile
kulumun arasında ikiye ayırdım. Kulum için istediği vardır. Kulum namaza
başladığında ‘rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’ der. Böylece kulum beni
zikreder. Kul ‘Övgü âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır’ der. Allah Teâlâ, ‘kulum
beni övdü’ der.’ Hadis, daha önce ‘tevcih’in sözlerinde yaptığımız gibi,
Fatiha suresinin sonuna kadar her bir kelimesiyle ayrıntılı olarak ele
alınacaktır, imam Müslim hadisi Süfyan b. Uyeyne’den, o da el-Ala’dan, o da
babasından, o da Ebu Hureyre’den aktarmış, fakat besmeleyi hadiste
zikretmemiştir.
Allah Teâlâ’yı bilen kişi ‘Rahman ve
rahim Allah Teâlâ’nın adıyla [bismillah]’ dediğinde, daha önce de
belirttiğimiz gibi, Ba harfini övme mastarındaki fiil anlamına bağlar. Böylece
şunu der: Allah Teâlâ ancak güzel isimleriyle övülebilir. Bunlardan üç ismi
zikreder. Birincisi, herhangi bir anlamdan türetilmemiş toplayıcı isim olan Allah
Teâlâ’dır. Bu isim nitelenir, fakat başka bir şeyin niteliği olmaz. Bu ismin
isimlerle ilişkisi, zatın niteliklerle ilişkisine benzer. Böylece insan,
dildeki bütün özel isimler gibi, zatı göstermesi bakımından önce onu zikreder.
Bununla birlikte bu isim, tıpkı es-Sultan ismi gibi, [tam bir özel isim değil,
bunun yanı sıra ilahlık denilen] mertebenin niteliği olduğu için, özel isimler
kadar güçlü değildir. ‘Allah Teâlâ’ genel anlamda nispederi [nitelikler]
olmaksızın kendisi olmak bakımından soyut zattan başkasını göstermediği için,
kökeninde türetilmişlik düşünülmez. Bu nedenle, bu isim besmele diye
isimlendirildi. Besmele, ismin Allah Teâlâ kelimesiyle birlikte
zikredilmesidir. Bu bileşiklik, ‘abdele [ya da çoğulu abadile, Abdullahlar]’
kalıbına benzer. Abdele, [kul anlamındaki] abd ile Allah Teâlâ isminin bileşimi
olarak Abdullah’tır. Başka bir örnek ise, güç ve kuvvet kelimelerinin Allah
Teâlâ ile birlikte zikredilmesi olan ‘havkale’dir.
Kul ‘bismillah’ dedikten sonra,
‘er-rahmani’r-rahim’ der. Bu iki isim, bileşik isim olarak zikredilir. Bileşik
isimlere örnek olarak, Ba’lbekke, Râme-hürmüz gibi isimleri verebiliriz.
Böylece merhamet edilenler ya da rahmetin onlara ilişmesi yönünden değil, bir
adı olması bakımından Allah Teâlâ’yı isimlendirir. Daha doğru bir ifadeyle,
bir niteliği olması bakımından O’nu böyle isimlendirir. Çünkü besmele’de Allah
Teâlâ’dan başkası zikredilemez.
İsim talep eden bir varlığın
öncelemediği ya da ismin talep ettiği bir varlığın daha sonra geldiği bir ilahi
isim ayette geçebilir. Böyle bir isme arif, isimden anlaşılan nitelik ya da
varlığın ondan talep ettiği türev bakımından değil, onunla isimlendirilen zatı
göstermesi bakımından bakar. Bir isim herhangi bir varlığın ardında bulunursa
ya da ismin ardında bir varlık gelirse ya da iki varlık arasında gelirse, durum
farklıdır. Çünkü bir varlık ismin ardında gelirse, varlık ismin neticesidir.
İsim de onunla ilgilidir ve onu istemiştir. Çünkü söz konusu varlıktan meydana
gelmiştir. Derinden düşündüğünde, bunun böyle olduğunu anlarsın. Örnek olarak ‘Rahman,
Kuran'ı öğretti, insanı yarattı’339 ayetini verebiliriz.
Varlık önce gelip ilahi isim onun
ardında gelirse, birincinin tersi olur Örnek olarak ‘Siz
sakının Allah Teâlâ’dan [Allah Teâlâ’dan korkunuzJ’340,
‘Allah Teâlâ size öğretir”41 gibi ayetleri verebiliriz. Burada
sakınma, sakınacağımız şeyi ortaya çıkarmıştır ki, o da, ‘Allah Teâlâ’ ismidir.
İlkinde ise, ilahi isim insanın varlığını ortaya çıkarmıştı. Aynı şekilde,
‘Öğretir size Allah Teâlâ’ ayetinde de öğretme işi ilahi ismi ortaya
çıkarmıştır. Bu isim de, Allah Teâlâ’dır.
Varlık iki ilahi isim arasında
zikredilmişse, birinci isim için sonuç, diğeri için ise öncül hükmündedir.
Örnek olarak, ‘Rabbü'l-âlemîn, errahman [Rabbidir
âlemlerin, rahman'dır]’342 ayetinde âlemler kelimesinin Rabb ve
Rahman isimlerinin arasında gelmesini verebiliriz. Başka bir örnek ise, ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, size öğretir O Allah Teâlâ’343 ayetini verebiliriz. Burada iki
isim arasında ‘size öğretir’ ifadesi gelmiştir. Birinci Allah Teâlâ ondan önce,
ikinci Allah Teâlâ ismi ise bu fiilden sonra gelmiştir. Bu ayette bu iki isim,
farklı iki anlama sahiptir. Birinci isim öğretme isteğini meydana getirmişken
[takvanın sonucu olarak öğrenme] ikinci isimle öğretimi kabul etmiştir.
İlahi bir isim, önceki bir isim ile
kendisinden sonra gelen varhk arasında bulunduğunda da durum böyledir. Örnek
olarak, ez-Zümer suresinin sonundaki ‘Hamd Allah
Teâlâ’yadır, Rabbi âlemlerin’344 ayetinde Rabb isminin âlemler ve Allah
Teâlâ ismi arasında gelmesini verebiliriz. Ya da, önceki varlık ile sonra
gelen ilahi bir isim arasında bulunabilir. Örnek olarak ‘Rabbidir
âlemlerin. Rahman ve Rahim'dir. Maliktir’345 ayetini verebiliriz. Burada
Rahman-Rahim’den önce ‘âlemler5 gelmiş, ardından ise ‘Maliki din
gününün’ gelmiştir. Böylece, âlemler kelimesi RahmanRahim5i ortaya
çıkarmıştır. Bunun nedeni, âlemlerin iki rahmete, genel ve özel, zorunlu ve
ihsan rahmetine muhtaç olmasıdır.
Rahman-Rahim ise, sahip olması
bakımından Rahman-Rahim isminin otoritesini izhar etsin diye ‘Malik5
ismini ortaya çıkardı. Çünkü hükümdar ve sahibin [melik veya malik] katından
olan rahmet, hiçbir şeye muhtaç olmamasıyla bir üstünlük ve lütuf rahmetidir.
Melik olmayanın rahmeti ise öyle değildir. Örnek olarak, doğal şefkat sonucu
annenin çocuğuna karşı merhametini verebiliriz. Anne çocuğuna merhamet
ederek, ondan dolayı duyduğu içindeki acıyı uzaklaştırabilir. Öyleyse anne,
gerçekte kendisine acımış, kendi [rahatı] için çalışmıştır. Çocuğu sebebiyle bu
durumu bilememiştir. O halde, çocuğa iyilik nedensellik yoluyla anneye döner,
yoksa ihsanın kaynağı anne değildir. Çocuğa merhamet ise, dolaylıdır.
Hükümdarın merhameti ise, böyle değildir. Çünkü bu merhamet, yönettikleri
arasından seçilmiş bu özel kişiye muhtaç olmayan bir izzet ve zenginlikten
ortaya çıkar.
İlahi bir isim iki ilahi isim
arasında da yer alabilir. Örnek olarak ‘0 Allah
Teâlâ, yaratan, var edendir’346 ayetini verebiliriz. Yaratan
(el-Hâlik) ismi, el-Bâri ile Allah Teâlâ ismi arasmda geldiği gibi el-Bâri ismi
de Yaratan ve elMusavvir isimleri arasmda yer alır. Bu gibi örnelder çoktur.
Burada Yaratan ismi Allah Teâlâ’nın niteliği, el-Bari5nin
nitelenenidir.
Ariflerin her iki Idtabı okuyuşları
bu yönteme göre gerçekleşir. Bu iki kitap, Kur5an-ı Kerîm ve bütün
âlem kitabıdır. Kur5an, varlığın kendisinde bulunduğu yazılı bir
kitap ve açılmış bir sayfadır. Ariflerin zikirleri de böyle gerçekleşir J
Varlıklar hakkında da durum böyledir.
Bir varlık iki varlık arasında bulunduğunda, birincinin oğlu, sonrakinin ise
babası olur. Bu nedenle Allah Teâlâ, kul ‘Rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın
adıyla’ dediğinde, ‘kulum beni zikretti’ der. Bu zikretmeyi ise, zikredenlerin
hali, başka bir ifadeyle onları zikre sevkeden sebeplerin farklılığı nedeniyle
herhangi bir şeyle sınırlamadı. Bu bağlamda bazılarını zikre istek, bazılarını
da korku ya da yüceltme ve saygı sevk edebilir. Allah Teâlâ ise, âlemdekilerin
en düşüğünün mertebesine karşılık vermiştir. Söz konusu kişi, diliyle okurken
kalbi okuduğunu anlamaz. Çünkü o, -dili biliyorsasöylediğini ya da zikrettiğini
düşünmez. Okuduğu şeyi ya da zikrini düşünen insana Hakkın karşılık vermesi
ise, okuduğu hakkında elde ettiği bilgiye göre gerçekleşir. Burada ortaya
koyduğumuz meseleyi iyice düşün!
Kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Kul namazda ‘Övgü âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır’ dediğinde, Allah
Teâlâ ‘kulum beni övdü der.’ Arif ‘elhamdu lillah [övgü Allah Teâlâ’ya aittir]’
der. Başka bir ifadeyle, övgünün sonuçları Allah Teâlâ’ya döner. Övgünün
sonuçları şu anlama gelir: Allah Teâlâ’dan başka her varlığın kendisiyle
övüldüğü bütün övgülerin sonuçları, iki yoldan Allah Teâlâ’ya döner. Birinci
yol şudur: Bir varlık, övülmesini gerektiren iyi niteliklere sahip olması
nedeniyle övülebileceği gibi onunla bilfiil varlık kazanan iyi niteliklerin
sonuçlarının kendiliğinden ortaya çıkması nedeniyle övülebilir. Hangi tarzda
olursa olsun, bu övgü varlığa değil, Allah Teâlâ’ya döner. Çünkü Allah Teâlâ, o
nitelik ve eserleri yaratandır. Böylece, bir varlığın övülmesinin sonucu Allah
Teâlâ’ya döner.
Diğer yol ise, arifin mümkünlerin
kazanılmış varlıklarının Hakkın onlarda zuhur etmesinden ibaret olduğunu
görmesidir. Öyleyse övgü, varlıklarla değil, Allah Teâlâ ile ilgilidir. Sonra
arif, ‘Allah Teâlâ için’ ifadesinde sebeplilik bildiren ‘Lam’ harfine bakar ve
övenin, övülenin kendisi olduğunu görür. Binaenaleyh Allah Teâlâ, öven ve
övülendir. Bu durumda arif, öven olması bakımından varlığın [Hakkı]
övebileceğim reddeder. Varlığın övülebileceğini de reddeder. Öyleyse varlık,
bir açıdan -öven değilövülen iken, bir açıdan da ne övendir ne de övülen.
Varlığın [kul] öven olmadığını daha önce açıklamıştık. Çünkü övmek bir fiildir
ve bütün fiiller Allah Teâlâ’ya aittir. Övülen olmayışı da şöyle açıklanabilir:
Bir şey, başkasına değil, kendisine ait niteliklerle övülebilir. Varlıklar
ise, hiçbir şeye sahip değildir. Dolayısıyla [Allah Teâlâ’dan başka] bir
varlığın övülmesi söz konusu değildir. Nitekim bunu açıklayan bir ifadede şöyle
denilir: ‘Sahip olmadığı şeyle karnını doyuran insan, (kendisine ait olmayan)
yalan elbiseleriyle giyinen kimseye benzer.’
Arif, ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah
Teâlâ’yadır’ ayetinde bütün bu zikrettiklerimizi ve er-Rabb isminin verdiği
direnç, ıslah etmek, terbiye etmek, sahiplik ve efendilik anlamlarını düşünür.
Bu beş şey, er-Rabb isminin gereği olan anlamlardır. Ayrıca, âlemin Allah
Teâlâ’ya delil oluşunu da aklına getirir! Öyleyse Allah Teâlâ’nın ‘kulum beni
övdü’ şeklindeki cevabı, en düşük mertebeyle kendisini övene yönelik bir cevap
olur. Çünkü Allah Teâlâ, cömertliği nedeniyle kendisini bilmede bir pay nasip
etmediği en zayıf kulunu dikkate alır. Bunun nedeni, kuluna merhametidir. Çünkü
Allah Teâlâ, [kendisine dua eden ya da ayetini okuyan] bilgili kulunun dua ya
da okuyuşundaki anlamların farkında olduğunu bilir ve bildiği anlamlara göre
ona karşılık verir. Allah Teâlâ’nın sıradan kuluna özetle ifade ettiği cevaba,
bilgisi az veya okuduğu şeyin anlamı hakkında bilgisi olmayan yabancı kulu da
girer. Bunu anla! İlham eden Allah Teâlâ’dır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Kul namazda ‘RahmanRahim’ deyince Allah
Teâlâ, ‘kulum beni övdü’ der.’ Bu iki ismin kendisinden türetildiği rahmet
özelliğiyle ‘kulum beni övdü.’ Rahmeti genel olduğu için, rahmetin hangi konuda
olduğunu belirtmedi. Bunun başka bir sebebi de şudur: Sıradan insan, kendisine
zarar verse bile maksadına uygun ya da -bedbahtlığı onda bulunsa biledoğasına
uygun şeyi vermedikçe, Allah Teâlâ’nın ona olan merhametini anlayamaz. Arif
ise, böyle değildir. Çünkü ilahi rahmet, bazen sevimsiz bir biçimde insana
gelebilir. Örnek olarak, tadı ve kokusu kötü ilacın hasta tarafından içilmesini
verebiliriz. Halbuki ilaçta şifa gizlidir.
Kul‘Rahman-Rahim’dediğinde, Hakkın
rahmetle nitelenmesi ve rahmet edilen varlığın istediği şey bakımından -çünkü
bütün bunları bilmektedirbu sözün anlamını zihninde canlandırır. Ayrıca, dünya
hayatında bütün yaratıklarına, başka bir ifadeyle insanlara, cinlere, itaatkârlara,
isyankârlara, kâfirlere ve müminlere bölünmüş tek bir rahmeti akima getirir. Bu
rahmet, onların hepsini kuşatmıştır. Arif, bu tek rahmetin hakikatinin
kullarını rızıklandırmasını istediğini ve bunu gerektirdiğini görür. Allah
Teâlâ onunla cansız, bitki, hayvan, insan, cin gibi yaratıklarını
rızıklandırır ve onu kâfir ya da mümin ya da itaatkâr ve isyankârdan saklamaz.
Arif bilir Ki, rahmet olması bakımından rahmet, bunu gerektirir.
Vahiy bu tek rahmetin izinden gelir
ve bütün canlılarda annenin yavrusuna şefkat göstermesini sağlayan âleme
yayılmış bu tek rahmetin yüz rahmetten biri olduğunu bildirir. Allah Teâlâ,
kulları için ahirette doksan dokuz rahmet daha saklamıştır. Kıyamet günü çatıp Allah
Teâlâ’nın hükmü, takdiri ve kazası bu tek rahmetle âleme yayılır ve işler.
Hesap biter ve insanlar iki diyardaki [cennet veya cehennem] konaklarına
yerleşir. Allah Teâlâ, [dünyada âleme yayılmış] bu tek rahmeti doksan dokuza
ekler ve rahmet yüze tamamlanır. Ardından tamamlanmış bu rahmeti iki yerde
bulunan kullarına gönderir. Böylece rahmet, her şeye yayılır ve her şeyi
kapsar. Bu bağlamda bazı varlıkları zorunlu olarak, bazılarını bir lütuf ve
ihsan olarak kapsar.
Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi
kendi yerinde ve ‘şeyliği’nde [bilgideki sabitlik hali] kuşatır. Böylece
harareti artmış kişi soğukla, donmuş kişi ise ateşle nimetlenir. Bu iki
sınıftan her birine itidal hali gelseydi, hiç kuşkusuz, azap duyarlardı.
Cennetlikler cehennemliklerin halini gördüğünde, [cennete erme] başarıları,
onların nimetlerine eklenir. Cehennemlikler cennetliklerin halini öğrenseydi,
hiç kuşkusuz, kendilerindeki sapma nedeniyle [cennetliklerin] itidal halinden
azap görürlerdi. Bu nedenle yüz rahmetin her şeyi kuşatması nedeniyle, onlara
zıddıyla karşılık verildi. Dünyadaki hüküm, daha önce öğrendiğiniz gibi,
dünyaf'ya yayılmış rahmetin yüzde birlik bölümü olan] rahmet ile verilmişti.
Şimdi ahirette ise dünyadaki rahmet yüzün içine katılmıştır. Öyleyse ahirette
durum nasıl olabilir!1 Bu kadar açıklama kafi!
Böyle bir değerlendirmeyle arif,
namazında ‘Rahman-Rahim’ der. Buradan, meseleye böyle bakan kişiye Hakkın nasıl
karşılık verdiğini öğrenirsin.
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kul
‘din gününün sahibi’ der. Allah Teâlâ ise ‘kulum beni yüceltti’ der. Başka bir
rivayette ise, ‘kulum bana sığındı’ der. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu ifade
genel bir cevap ve genel bir tepkidir. Bununla kast edilen şey nedir? Arif‘din
gününün sahibi’ dediğinde, din gününü ahiret ile sınırlamaz ve
‘Rahman-Rahim’in ‘din gününün sahibi’ ifadesinden ayrılmadığını düşünür. Çünkü
bu ifade, onların bir niteliğidir. Böylece ceza [din günü: ceza ve karşılık
verme günü], dünya ve ahirette gerçekleşir. Bunun yanı sıra, dince saptanmış
cezaların uygulanması ve ‘Yaptıklarının bir kısmını tatmaları için, insanların
işledikleri fiiller nedeniyle karada ve denizde bozgunculuğun ortaya
çıkmasıyla’ cezalandırma dünyada da gerçekleşir. Dünyada karşılaşılan bu
olaylar, cezanın ta kendisidir. Dolayısıyla dünya hayatı da cezalandırmanın
gerçekleştiği bir yerdir ve AUah, ‘din [cezalandırma] gününün sahibi ve
hükümdarıdır.’
Arif, [günahları bilen] keffarederin
dünyada yaygın olarak bulunduğunu ve insanın içini daraltan ve duyusal ya da
akıl bakımından ona acı veren şeylerden kurtulamayacağını görür. Bunun en
küçüğü, pire ısırması veya tökezlemektir. Acılar, sınırlı ve zamanlı, Allah
Teâlâ’nın rahmeti ise sınırlı değildir. Çünkü rahmet, her şeyi kapsamıştır. Bu
rahmetin bir kısmı, varlıklara ihsan yoluyla ulaşır ve etkin olur. Rahmette
asıl olan da, ihsan ve lütuftur. Bir kısmı ise ‘Rabbiniz
kendisine rahmeti yazdı’347 ayetinde ‘zorunluluk’ yolundan Haktan
alman rahmettir. Başka bir ayette ise, ‘rahmeti
yazacaktır’348 buyrulur.
İnsanlar, rahmeti bir karşılık olarak aldıkları gibi bazı yaratıklar ise
bulundukları her yerde ihsan ve lütuf yoluyla elde eder.
Dünya ve ahirette çekilen her acı,
işlenmiş sınırlı ve zamanlı günahları örter. Bu durum, acı duyan küçük-büyük
herkes için bir karşılık ve cezadır. Şu var ki acının günahları örtmesi için,
akledilmesi gerekir. Yoksa, sadece acıyı duyumsamak yeterli değildir. Bir şeyi
ancak o şeyin hakikatini gören kimse algılayabilir. Sözgelimi bebek, duyurmuyor
olsa da acıyı anlayamaz. Babası ve annesi vb. seveni ve sevmeyenleri çocukta
hastalık görünce üzülür ve üzüntüyü aklederler. Bu durum, acıyı akleden
kimsenin günahlarını örten bir bedeldir. Acıyı görmeye çocuğa acıma duygusu da
eklenirse, kefaretin yanı sıra kişi ödüllendirilir. Çünkü ‘her yaş ciğere bir
ödül vardır [her yorgunluk için ödül vardır].’ Her ciğer yaştır, çünkü ciğer,
kanın evidir. Kan ise, hayatin ilkesi olarak akışkan ve yaştır.
Küçük çocuk acı duygusunu akledip
acıyı doğuran sebeplerden kaçmak ve uzaklaşmak istediğinde, bu davranışı ondan
ortaya çıkan ve başkasmı üzen şeyleri örten bir karşılık olur. ‘Başkası’ derken,
canlı ya da kendi cinsinden bir şahsı kastediyoruz. Çocuktan çıkan ve başkasını
üzen işlere başka bir örnek ise, anası veya babasının çağırdığı işlerden geri
durması ya da ondan bir şey istendiğinde buna direnip ihtiyacını karşılamadığı
için dilenciyi üzmesini ve acı çekmesine sebep olmasını verebiliriz. Küçük acı
duyduğunda ise, bu acı, dileğine karşılık vermeyerek dilenciyi üzmesinin
cezası olur. Çocuk, herhangi bir hayvana acı verebilir. Söz gelişi bir köpeğe
taş atabilir veya çekirge veya pireyi öldürebilir veya ayağıyla karıncaya
basıp onu ezebilir. Kısaca kaşıdı veya kasıtsız olarak kendisinden ortaya
çıkan davranış bir hayvana acı verebilir. Bu işin sırrı şaşırtıcıdır ve bütün
varlıklara yayılmıştır. Öyle ki insan, bir tasa nedeniyle üzülse ve gönlü
daralsa, bu da yapıp da unuttuğu ve işlediği günahların kefareti olur.
Keşif sahibi, bütün bunları ‘din
gününün sahibi’ ayetinde gerçekleşmiş görür. Kul bu ayeti okuyunca Allah Teâlâ
‘kulum bana tevekkül etti’ ya da ‘kulum beni yüceltti’ ya da her ikisini birden
söyler. Yüceltme, zatının gereği ve âlemin kendisine dayanması yönüyle Hakkın
mertebesine döner. Tevekkül ise, sadece âlemin Hakka dayanması yönünden O’na
döner. Çünkü Allah Teâlâ, onların kabul etmesiyle vekilleridir. Böylece Allah
Teâlâ, bir grup hakkında ve bir gayeye göre ‘beni kulum yüceltti’ derken bir
grup ve bir gayeye göre de ‘kulum bana tevekkül etti’ der. Çünkü kul iki
maksadı bir araya getirdiği gibi Allah Teâlâ da cevabında yüceltme ve tevekkülü
birleştirir. Bu durum bütünüyle ilahlık mertebesine tahsis edilmiştir ve kulun
onda bir ortaklığı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kul,
‘Ancak sana ibadet eder ve senden yardım umarız’ der. Buna karşılık Allah
Teâlâ, ‘Bu, kulumla benim aramdadır ve kuluma istenilen verilecektir’ der. Bu
ayet, ikinci tekil şahıs zamiriyle isteyeni ve istenileni içerir. Bu da, her
ikisinde yer alan ‘iyyâke [ancak sana ve senden] kelimesindeki Kef [sana]
zamiridir. İbadet ederiz ve yardım isteriz, kula ait ifadelerdir. Çünkü ibadet
eden ve yardım isteyen kuldur. Kul, ‘sana’ dediğinde hiç kuşkusuz hitap
harfiyle Allah Teâlâ’yı birler ve Hakkı tam karşısına yerleştirir. Bunu
yapması, sınırlama anlamı taşımaksızın, Şari’nin böyle bir dilek sahibine
[Cebrail] öğretmek bağlamında söylediği söze uyma amacından kaynaklanır.
Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ihsanın anlamını sorduğunda,
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet etmendir.’ Dolayısıyla, ikinci
şahıs zamiriyle Allah Teâlâ’yı tam karşına yerleştirmen gerekir, ikinci şahıs
zamiri, dişi ve erkek zamir olabilir. Çünkü bazen zatın dişiliğini dikkate
alarak zamiri dişi olarak kullanabilirim.
İnsanın Hakkı karşısına
yerleştirmesi, hayalî bir müşahededir: Dolayısıyla berzah mertebesine aittir.,
Bu ayet [ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz], berzah
özelliğinde gelmiş ve Hakk ile kulu arasmda bu ayette ortaklık gerçekleşmiştir.
Fatiha’nın önceki kısmı Allah Teâlâ’ya ait iken kalan kısımları kula aittir.
İncelediğimiz bu ayet ise, ortaktır. Kul, Hakkı birlemiş ve çoğaltmamıştır.
Çünkü ibadet edilen, tektir. Kul ise, ibadet ve yardım fiilini zikrederken
çoğul zamiri kullanarak kendisini çoğul yapmıştır. Çünkü ibadet eden kullar pek
çoktur ve her biri, yardım ister. İbadederle yönelinen amaç ise birdir. Gözün
bir ibadeti olduğu gibi kulağın, dilin, elin, midenin, cinsel uzvun, ayağın ve
kalbin de bir ibadeti vardır. Bu nedenle çoğul zamirle ‘ibadet ederiz ve yardım
isteriz’ demiştir.
Çünkü âlem [insan], varlığının ayrıntılarına
ve namazın içte ve dışta bütün âlemi kuşattığına bakmıştır. Namaz belirli bir
parçasına özgü değildir. Çünkü insan bütünüyle birlikte ayakta durur, bütünüyle
rükû eder, bütünüyle birlikte oturur. Öyleyse insanın âlemlerinin [parçaları,
iç-dış organları] toplamı Rabbine ibadet etmede birleşerek kendisine ibadet
edebilmek için O’ndan yardım istemiştir. Bu nedenle ‘ibadet ederiz ve yardım
isteriz’ ayetinde kullar çoğul olarak zikredilmiştir. Böylece dil, çoğulu ifade
etmiştir. Nitekim hükümdarın huzurunda topluluk adına bir kişi konuşur. Bu
ayeti indirdiğinde kul, Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet edilemeyeceğini Haktan
öğrenir.
Ayet kulu çoğul olarak zikretti
(sınırladı). Bu durum, kulun zâhirî ve bâtınî tüm güç ve organlarıyla birlikte Allah
Teâlâ’ya ibadet etmesi gibi yine bu şekilde yardım dilemesi gerektiği anlamına
gelir. İnsan Rabbine 'ibadet ederken bütün parçalarını böyle bir araya
getirmediği sürece, ‘ancak sana ibadet eder ve senden yardım umarız’ ayetini
yalan yere okuyordur. Çünkü Allah Teâlâ ona bakmakta ve namazında sağa-sola
baktığını, fikrinin dükkanıyla veya ticaretiyle meşgul olduğunu görmektedir.
Kul ise bütün bunlara rağmen ‘ibadet ederiz’ demektedir. Halbuki yalan
söylemektedir. Allah Teâlâ öyle bir kula şöyle der: Bütününle bana ibadet
etmendeki ifadende yalan söyledin. Gözünle kıbleden başka bir yere yönelmedin
mi? Kulağını oradakilerin sözüne vermedin mi? Kalbinle sana söylenenleri
düşünmedin mi? O halde ‘ibadet ederiz’ sözündeki dürüsdüğün nerede kaldı?!
Arif, bütün bunları aklına getirir.
‘Yalan söyledin’ denilmesin diye, namazda Allah Teâlâ ile konuşurken ‘ancak
sana ibadet ederiz’ derken haya eder. Bu durumdaki bir insan Rabbine ibadet
ederken bütün güçlerini toplamalıdır. Bunu yaparsa, ayeti okuduğunda Hakk
kendisine ‘bana ibadet edip yardımımı dilemede bütün güçlerini topladığını
söylerken doğru söyledin’ diyebilir.
Şeyhizim el-Mukri Ebu Bekir Muhammed
b. Half b. Saf el-Lahmî, salih-üstadarından birinin şöyle söylediğini bize
aktardı: Küçük bir çocuk, kendisine Kur’an okurmuş. Kur’an okurken çocuğun
sarardığını görmüş. Sebebini sorduğunda, kendisine çocuğun bütün geceyi Kur’an
okuyarak geçirdiği söylenmiş. Çocuğa, ‘evladım! Bütün geceyi Kur’an okuyarak
geçirdiğini duydum’ demiş. Çocuk, ‘Doğru, sana söylendiği gibi’ diye cevap
vermiş. ‘Evladım! Geceyi okuyarak geçirirken, karşında, benim olduğumu düşün.
Namaz lalarken Kuran’ı bana oku ve beni unutma’ demiş. Genç ‘peki’ demiş.
Sabah
olduğunda, Şeyh çocuğa, ‘söylediğimi yaptın mı?’ diye sormuş. Çocuk ‘Evet,
üstadım’ demiş. Şeyh ‘Peki Kuran’ı bitirebildin mi?’ demiş. Çocuk: ‘Yarısından
daha fazlasını bitiremedim’ diye cevap vermiş. Şeyh şöyle demiş: ‘Pekala! Bu
gece ise, Kuran'ı Peygamberden dinlemiş olan sahabeden dilediğin birini
kıblende canlandır. Kuran'ı oku ve dikkatli ol. Çünkü onlar, Kuran'ı
peygamberden dinlemişlerdir. Okurken yanlış yapma!’ Çocuk ‘Allah Teâlâ izin
verirse, öyle yaparım üstadım!’ demiş. '
Sabah olduğunda, şeyh geceyi nasıl
geçirdiğini sormuş. Çocuk ‘Üstadım! Kuran'm ancak çeyreğini okuyabildim’
demiş. Bunun üzerine ‘Evladım! Bu gece Kuran'ın indirildiği Peygamberi karşında
canlandır ve kimin önünde okuduğunun farkında ol!’ demiş. Çocuk ‘Peki’ demiş.
Sabah olunca ‘Üstadım! Bütün gece boyunca yaklaşık bir cüzden daha fazlasmı
okuyamadım’ demiş. Şeyh ‘Evladım! Bu gece Kur'an-ı Kerîm'i Peygamberin kalbine
indiren Cebrail'in önünde okuduğunu düşün ve kime Kur'an okuduğunun farkında
ol’ demiş. Sabah olduğunda çocuk, ‘Üstadım! Şu kadardan daha fazlasını
okuyamadım’ demiş ve Kur'an-ı Kerîm’den birkaç ayet zikretmiş.
Şeyh ‘Evladım! Bu gece Allah Teâlâ’ya
tövbe et, teşbih et ve namaz kılanın Rabbiyle konuştuğunu bil. Kelamını okurken
Rabbinin önünde dur-
duğunu bilerek Kur'an-ı Kerim'den
senin payının ne olduğuna bak! Okuduğunun anlamını iyi düşün. Kur'an okumaktan
maksat, harfleri bir araya getirmek ya da onları birleştirmek veya sözleri
aktarmak değildir. Gaye, okuduğunun anlamlarını düşünmektir. Cahil olma’
demiş.
Sabah olduğunda şeyh çocuğu beklemiş,
çocuk gelmemiş. Çocuğun durumunu soruşturmak üzere biri gitmiş, kendisine
‘çocuk hastalandı’ denilmiş. Şeyh çocuğu ziyarete gitmiş. Çocuk şeyhi, görünce
ağlamış ve ‘Üstadım! Allah Teâlâ benden dolayı senin mükafatını versin!’
demiş. ‘Dün geceye kadar yalancı olduğumu bilmiyordum. Namaza kalkıp Hakk’ı
kıblemde düşünüp O’nun öiıünde kitabını okurken yalancı olduğumu anladım.
Fatiha suresine başlayıp ‘Sana ibadet ederiz*349 ayetine ulaştığımda, kendime baktım.
Gördüm ki, nefsim beni doğrulamıyor. Bunun üzerine, yalancı olduğumu en iyi
bilen olduğü halde Allah Teâlâ’nın önünde ‘Ancak sana ibadet ederiz’ ayetini
okumaktan utandım. Çünkü, kendimi Allah Teâlâ’ya ibadetten habersiz kendi
düşünceleriyle oyalanır buldum. Fatiha suresinin başından ‘Din gününün
sahibi*350 ayetine
kadar okumayı tekrarlamak istedim. Bunu yapamadığım için ‘Ancak
sana ibadet ederiz*351 demeyi başaramadım. Allah Teâlâ’nın
önünde yalan söyleyip bu nedenle beni cezalandırmasından çekinir bir halde
kalakaldım. Şafak sökene kadar rükûya gidemedim. Yorgunluğum arttı. Şimdi de,
kendimden hoşnut olmadığım bir halde Allah Teâlâ’ya gitmekteyim.’
Üçüncü gün geçmeden çocuk öldü.
Defnedildiğinde, şeyh kabrine gelmiş ve durumunu kendisine sormuş: Çocuğun
kabrinden şöyle dediğini duymuş:
Artık hayat sahibinin katında diriyim Beni hiçbir şey
nedeniyle hesaba çekmedi.
Olayı aktaran ravi şöyle ekledi: Şeyh
evine dönmüş, yatağına girmiş, çocuğun halinm etkisiyle hastalanmış ve çok
geçmeden vefat,etmiş: ‘Ancak sana ibadet ederiz’ ayetini çocuğun okuduğu gibi
okuyan gerçekte onu okumuştur. :
Kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der:
Kul ‘Bizi dosdoğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ulaştır, öfkelendiklerinin
ya da sapkınların yoluna değil’ der. Allah Teâlâ ‘bunlar kulum içindir. Kuluma
istediği verilecektir’ der. Arif ‘bizi ulaştır’ dediğinde, el-Hâdî ismini
düşünür ve bu isimden kendisini dosdoğru yola ulaştırmasını ister. Başka bir
ifadeyle, kendisine o yolu açıklamasını ve o yolda yürüme imkânı vermesini
ister. Söz konusu yol, iki tevhit [birleme] yoludur: zat ve mertebe tevhidi.
Söz konusu mertebe, ayrılmaz özellikleri olan meşru hükümleriyle birlikte
uluhiyet mertebesidir. Bu hükümler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
‘[Kelime-i şehadet getirenle savaşmam hadisinde] İslâm’ın hakkı dışında
hesapları Allah Teâlâ’ya kalmıştır5 hadisinde dile getirdiği
‘İslâm’ın hakkı’dır. Bu ayeti okurken arif, Rabbin üzerinde bulunduğu doğru
yolu zihninde canlandırır. Rabb, o yolda yürüyen kimseleri mutluluğa yönlendirmesi
bakımından o yoldadır.
Allah Teâlâ,
Hud peygamberin ‘Rabbim dosdoğru yol üzerindedir’352 buyurduğunu bildirdi. Çünkü arif,
Hakk’ın verdiği bir müşahedeye göre, üzerinde Allah Teâlâ’nın bulunduğu doğru
yolda yürüdüğünde, önünde bulunan Haktır. Kul da, zorunlu olarak, o yolda
Hakka uyar. Perçemi Rabbinin elindeyken ve Rabbi kendisini sürüklerken, kul
nasıl zorlanan ve uyan olmasın ki? Allah Teâlâ ‘hiçbir
canlı yoktur ki, Allah Teâlâ onun perçeminden tutmasın. Rabbim dosdoğru yol
üzerindedir’353 buyurdu.
Böylece, yücesiyle-düşüğüyle bütün hareketliler, kul olarak ve hor bir şekilde
bu ayetin hükmüne girer. İnsanlar ise, bu ayeti anlamada ya alındaki eli gören
keşif sahibi veya [görmediği halde ayete inanan] mümin olmak üzere ikiye
ayrılır. İnsan ve cinlerin dışında bütün canlılar (dabbe) genel olarak bu hükme
girmişken, insan ve cinlerden sadece salih kimseler bu hükme girer. <
Bütün insanlar, ve cinler ayetin
hükmüne girseydi, hiç kuşkusuz, hepsi doğru yolda, başka bir ifadeyle ‘Rab’
olması bakımından Allah Teâlâ’nın yolunda olurdu. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şey Allah Teâlâ’nın övgüsünü teşbih eder.’354 Alınlarını (perçem) eline vermeyen
-ki bunun anlamı emir ve yasaklarında iradelerini Allah Teâlâ’nın iradesine
bırakmaktırinsanlar ve cinler hakkında ise, korkutmak ve tehdit amacıyla ‘Sizin
için boş olacağız.’355 der. Bu nedenle ‘nimet
verdiklerinin yoluna’356 demiştir. Burada, bu Hakk ulaştırdığı
kimseleri kast eder. Söz konusu olanlar bütün âlemler [insanlar ve cinlerden
başka bütün yaratıklar], insanların arasından ise peygamberler, nebiler,
veliler, salih müminler olduğu gibi cinlerden de böyle olanlardır. Dolayısıyla Allah
Teâlâ, doğru yolu ancak peygamber, nebi, özü sözü bir kimseler, şehit ve iyi
insanlar gibi nimet verdiklerine ait yapmıştır. Allah Teâlâ, ‘her canlının
alnından tutmuştur.’
Arif bu ayeti böyle bir bilinçle
okuduğunda, hüviyetinin bilinmezliğinde perçemini Allah Teâlâ’nın eline verir.
‘Geri duran ateşe düşer.’ Bunlar, Allah Teâlâ’nın ‘gazap
edilenlerin değil’357 ayetinde istisna ettikleridir.
Onları ‘haydi namaza’ ifadesiyle çağırdığında, onlar bu çağrıya uymadıkları
için Allah Teâlâ’nın kızdığı kimselerdir. Ya da ‘dalalete
düşenlerden başkaları.’35* Burada Allah Teâlâ, şaşıranları dışta
tutmuştur. Bunlar, kızılanlardan daha iyi durumdadır. Rabbini ‘Rab’ olarak
tanımayıp ilahlık hakkına sahip olmayanları onun ilahlığına ortak yapan,
gazaba uğrayan kimsedir.
Arif bu ayetleri okurken bu gibi
şeyleri zihninde canlandırdığında, melekler ‘amin [kabul edilmesini ümit
ederiz]’ dediği gibi insanın bâtını da ‘amin’ der. Batın, yaratılış ve
temizliklerinde meleklere ortak olan insanın ruhudur. Bunun anlamı, okuyan ve
dua eden dil olduğu için, iyilik bekledik demektir. Sonra kalbine kulak verir.
Ruhunun Fatiha suresini okumasının dilinin okumasıyla örtüştüğünü duyar. Bunun
üzerine dil, duasına karşı, başka bir ifadeyle ruhunun ‘bizi ulaştır’ diye
okuduğu duaya karşılık‘amin’der.
‘Amin demesi meleklerin amin demesine
uyan kimsenin duası kabul edilir.’ Söz konusu olan, saygın ve nezih zadarın
temizlik ve arınmışlık niteliğine uymaktır. Böyle bir insanın diliyle ve
kalbiyle ‘amin’ demesine Allah Teâlâ olumlu karşılık verir. Kul yükselir, Hakk
onun dili haline gelir ve Hakk kendi kelamını kula okur. Bu durumda ‘amin’ dediğinde,
bütün ilahi isimler de ‘amin’ diye karşılık verir. Ayrıca kulun kendileriyle
ahlâklandığı bütün isimler de ‘amin’ der. Öyleyse ahlâklan-dığı isimlerinin
‘amin’ demesi, Yaratan’ın isimlerinin ‘amin’ demesiyle örtüşen kimse, bütünüyle
Hakk olur.
Namazda ne şekilde Kur'an-ı Kerîm
okumak gerektiğini açıklamış olduk. Sen de, anlayışının genişliği ve
hareketinin hızı ölçüsünde, buna göre hareket et. ‘Her birimizin belli bir
makamı vardır. Bizden saf saf durup teşbih edenler vardır.’
FASIL-VASIL
Rükû’da Kur'an-ı Kerîm Okumak
Rükûda Kur'an-ı Kerîm okumaya gelirsek, bazı bilginler bunu kabul
etmemiş, bazıları caiz görmüştür. Görüş birliğine varılan ise, rükûda
teşbihtir. Bilginler, teşbih için belirli bir ifadenin bulunup bulunmadığında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, bu konuda bir sınırlama yoktur
derken, bazı bilginler de belirlemenin olduğunu kabul etmiştir. Bu sınır,
rükûda üç kez ‘Subhane rabbiye’l-azîm [azim-yüce Rabbimi tenzih ederim]’,
secdede de üç kere ‘Subhane rabbiye’l-a’la [en yüce Rabbimi tenzih ederim]’
demektir. Bu görüş sahiplerinin bir kısmı, bunun farz olduğunu ve
yapılmadığında namazın geçersiz olacağını -ki en azı üç keredirsöylerken, bir
kısmı farz olmadığını iddia etmiştir. Bunlar, çoğunluğu teşkil eder. Bazı
bilginler ise, cemaatin üç kere söyleyebilmesi için, imamın teşbihi beş kere
söylemesi gerektiği görüşündedir.
Meselenin sırları hakkında şöyle
derim: Namaz kılan, Rabbinin önünde ayakta durduğunda, Hakkın her şeyi bilfiil
var etmesi (kayyum) özelliğiyle ilişkilidir. Ardından ‘eğilmek’ anlamındaki
rükûya, sonra da secdeye gider. Böyle bir niteliğin Allah Teâlâ’ya ait olması
uygun değildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Yüce Rabbinin
ismini teşbih et’359 ayeti indirildiğinde, Allah Teâlâ
sözünün anlamına göre şöyle buyurdu: ‘Bu teşbihi rükûlarınızda yapınız.’ Sonra ‘En
yüce Rabbinin adım teşbih et’360 ayeti indiğinde
ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bunu da secdelerinizde yapın’
demiştir. Böylece ‘teşbih et’361
ifadesinde bulunan Allah Teâlâ’nın emrini secde ve rükûya bitiştirerek bu
emrin namazdaki yerini gösterdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Rabbinizin yüceliğini düşüklükten (hudu’) tenzih
ediniz.’ Çünkü düşüklük de Allah Teâlâ’ya aittir, fakat bir nitelik olarak
O’nunla var olmaz. Bu yönüyle düşüklük özelliğinin Allah Teâlâ’ta bulunması
imkânsızdır. Böylece peygamber, teşbihi er-Rabb ismiyle ilişkilendirdi. Çünkü
bu isim, Rabbi olacağı şeyi talep eder. Rab, üç temel isimden biridir ve diğer
isimlere göre Kur’an-ı Kerîm’de daha çok yer alan ve zikredilen bir isimdir.
Kur’an-ı Kerîm’de ana isimler üç tanedir: ‘Allah Teâlâ, Rahman ve Rab.’
Teşbihin bu isimle olan ilişkisine
gelince, bu durum, Hakkın o ismin sahibi olması yönünden mutlak anlamda değil,
teşbih edene göreli olarak ilişir. Bu nedenle kul ‘yüce Rabbimi [kula ait rab]
teşbih ederim’ der. Öyleyse teşbih, herkese tamlama yapılmışken er-Rabb ismine
ilişir. Çünkü herkesin Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi derece derecedir. Her
insan, Allah Teâlâ’ya başkasından farklı bir şekilde inanır. Başka bir ifadeyle
her şahıs, Rabb olduğuna inandığı rabbini teşbih eder. Nice kimseler vardır ki,
başkasının inandığı Rabbe inanmaz. Bir insanın Rabbine nispet ettiği
özelliklere göre inandığı tasavvur, başka bir insana göre Rabble
ilişkilendirilemeyecek özelliklerdir ve bu nedenle başkasını kâfir sayar. Bir
insan Allah Teâlâ’yı herkesin inancıyla mutlak anlamda teşbih ve tenzih etseydi,
kendisinin Haklcı tenzih ettiğine inanmayan bu şahsın da Hakkı tesbih ettiğine
inanırdı. Bu nedenle herkes, kendi inancının gereğini Allah Teâlâ’ya izafe
etmiştir.
Arife düşen, herkesin diliyle Rabbini
teşbih etmektir. Arif, Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne bakar ve kendisinde düşüklük
bilfiil bulunamayacak kadar münezzeh, süflilikten yüce olduğunu düşünür. Çünkü
kul, secde ederken bedenin yaratılış ilkesini arar. Bu ilke, su ve topraktır.
Ayakta dururken ruhunun ilkesini arar. Çünkü Allah Teâlâ ruhlar hakkında ‘siz
üstün olanlarsınız’362 demiştir. Rükû ise, ayakta durmak
ile secde arasmda ortaara bir mertebe haline geldi. Bu durum, mümkünün Haktan
kazandığı varlığın, özü gereği zorunlu varlık ile özü gereği mümkün arasında
ara bir şey olmasına benzer. Mümkün, özü gereği yokluktur, çünkü yokluk,
kazanılamaz. Çünkü yokluğun kazanılacağı kimse yoktur. Varlığı zorunlu olan
ise, özü gereği varhk sahibidir. Böylece bir tür ara durum -ki o kulun
varlığıdırrükû haline benzer olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla bu kazanılmış
varlığın mümkünün kendisi olduğu denilemediği gibi mümkünden başka ya da Hakkın
aynısı ya da Haktan başkası da denilemez. Binaenaleyh kazanılmış bu varlığın
iki yönü vardır ki, arif bunları bilir.
Arif, rükû halinde iki durumu ayıran
bü ara hali düşünür. Söz konusu ara hal, Rabb ile kulu (Rabbi kuldan) ayıran
akledilir bir anlamdır. Bunun yanı sıra, kulun Rabbinin niteliklerini
kazanmasını, Rabbin de Rabbi olduğu şeyin -sıfadarıyla değil, çünkü gerçekte
onlar vasıftırvasıflarıyla nitelenmesini sağlayan akledilir bir anlamdır. Sıfat
yerine ‘vasıf dedik, çünkü sıfattan [zatın üzerine] ilave bir durum ve
nitelenen üzerine fazladan bir varlık anlaşılabilir. Vasıf ise, özel bir
bağıntı nedeniyle nitelenenin aynısıdır ve onun mevcut bir varhğı yoktur.
Rükûda Dua
Bilginler, rükûda Allah Teâlâ’yı övmenin caiz ya da -riikûyu namazın geçerlilik şartı sayana
görevacip olduğu hususunda görüş birliğine varmıştı. Rükûda dua etmek hakkında
ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, rükûda duayı mekruh sayarken
bazı bilginler caiz görmüştür. Ben de bu görüşteyim. Bilginler, namazda dua
etmek hakkında da görüş ayrılığına düşmüş, bazı bilginler Kur'an-ı Kerîm
lafızlarından başka sözlerle dua etmeyi caiz görmemiş, bazı bilginler ise bunu
caiz görmüştür.
Namazın anlamı ‘dua’ olduğuna göre
duanın namazın bir parçası olması ve böylece bir bütünün, parçasının adıyla
isimlendirilmesi mümkündür. Namazda duayı mekruh sayanların görüşü şöyle değerlendirilebilir:
Ara durumun iki yönü vardır: Biri, Hakka, diğeri yaratıklara ve âleme bakar.
Rükûdaki müşahedesi Hakka dönük olan kimse, duayı mekruh sayar, fakat haram
saymaz. Bunun nedeni, rükûnun mümkünün bazen kendisiyle nitelendiği kaimlik
özelliğini [kayyumluk, bilfiil varlık veya üstün olmak] temsil etmesidir. Allah
Teâlâ [söz gelişi erkeklerin bu özellikle nitelenmesi bağlamında] şöyle
buyurur: ‘er-Ricalü kavvâmûne ale’rı-nisa [Erkekler kadınlardan
üstündür].’363 Rükûda
yaratıklara bakan yönü tercih eden ise, dua etmeyi caiz görür. Sünnet böyle
aktarılmıştır. Bu görüş, İmam Buhari’nin (r.a.) mezhebidir.
Namazda Kur’an lafızlarından
başkasıyla duayı kabul etmeyenler için de aynı şey söylenebilir. Böyle bir
insan, Allah Teâlâ’nın Kur'an-ı Kerîm’de bir takım dualar belirlediğini görür.
Bu duaları bırakıp insan sözlerine dönmek, nefsin yaratılışında bulunan ve
Rabbine uymasını engelleyen ‘emre karşı çıkma’ özelliğinden kaynaklanır.
Saygıya uyan ve geçerli olan, başka lafızları kullanmamaktır. Namazda Allah
Teâlâ’ya sadece kendi sözleriyle münacat ettiğimiz gibi bize indirdiği ve
Kur'an-ı Kerîm veya Sünnette bize bildirdiği namazda söylenmesi gerekli
ifadelerle Allah Teâlâ’ya dua etmeliyiz. Her ne şekilde olursa olsun, namazda
duayı serbestçe yapan kimse, Allah Teâlâ’dan başka kimse ve Allah Teâlâ’dan
başka konuşan olmadığı duygusunun kalbine egemen olduğu insandır. Ne ‘Allah
Teâlâ kulunun di-
liyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni
duydu’ der’ ifadesindeki gibi fiiliyle ne başka bir şekilde Allah Teâlâ’dan
başka konuşan yoktur.
FASIL-VASL
Namazda Teşehhüt
Bilginler, namazda
teşehhüdün [ikinci veya son rekâtta oturmak]
zorunlu olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler bunu
zorunlu saymışken bazı bilginler zorunlu saymamıştır.
Teşehhüt, gerçekte huzura [Allah
Teâlâ karşısında bulunma bilinci] ulaşmak demektir. Çünkü kelime, [görmek
anlamındaki] şuhûd kelimesinin tefaul babıdır. Şuhud ise, huzur demektir.
İnsana namazında huzur sahibi (bilinçli) o İmale emredildi. Dolayısıyla
teşehhüt, namazda gereklidir ve teşehhüde oturmak, uygun ve doğrudur. Hüküm verenin
[akıl] aksine, ‘şahit’ [duyular] gördüğü hakkındaki bilgisiyle muhatap olduğuna
göre, huzur ve huzura ulaşmak bir bilgi olmadıkça geçerli değildir. Dolayısıyla
Hakka dair bilinci ve huzuru, O’nu bildiği kadardır. İnsan bundan daha
fazlasıyla muhatap değildir.
İnsanların ilah hakkındaki görüşleri
farklı farklıdır. Görüşler farklılaştığına göre, akıllı kişi Rabbi hakkında
kendine özgü bir bilgi edindiğinde bu bilgi de teorik düşüncenin ortaya
çıkardığı bu görüşlerden biri olmalıdır. Bunlar ise, farklı farklıdır. Öyleyse
sağduyu sahibi, kendi teorik düşüncesinin olduğu kadar başkalarının
düşüncesinin de Allah Teâlâ hakkında verdiği bilgiden yüz çevirerek
peygamberlerin söylediği ve Kur'an-ı Kerîm’in dile getirdiğine dönen kimsedir.
Buna inanır ve namazındaki hareket ve duruşlarında ona göre davranır.
Peygamberin bildirdiğine uymak, kendi düşüncesiyle Allah Teâlâ karşısında
kendi düşüncesiyle bulunmaktan daha uygundur.
Bazı insanlar, bu konuda bir takım
hatalarla karşılaşabilir. Bu hatanın kaynağı şöyle düşünmektir: insan akıl
vasıtasıyla Tanrı’nın varlığını, birliğini, peygamber göndermesinin imkânım ve
yasalar koyduğunu saptamış olmalıdır. Bunlar olmadığı sürece, şeriat insanın
katında sabit olmaz. [Bu doğru düşünceden hareket ederek] Namazda Hakkın karşısında
[teorik. akılla elde ettiği] bu bilgiyle bulunmayı yeğler. Halbuki gerçek öyle
değildir. Çünkü Hakkın varlığını, birliğini ve şeriatın imkânım ispat,
getirdiği şeylerde peygamberi doğrulamada insanın düşüncesi doğru ve geçerli
olsa bile, şunu da biliyoruz: Allah Teâlâ, tek başına akıldan hareket
ettiğimizde kabul edemeyeceğimiz bir takım özelliklerle kendisini bizim için
nitelemiştir.
Allah Teâlâ ve O’nun bilinmesi
hakkında peygamberin getirdiği bu nitelikleri bazı ibadederin talep ettiğini
gördük. Bu ibadetler, teorik aklın kanıdarın tek başma sağladığı bilgiden o
niteliklerle daha yalan ilişkidedir. Bu nedenle şu görüşe vardık: Teşehhüt ve
namazda Hakk’ın karşısında ilahi bilgiyle durmak -ki bu bilgiyi Kur'an-ı
Kerîm’de ve mütevatir Sünnette peygamber’den öğrenirizaklın görüşleriyle Allah
Teâlâ karşısında bulunmaktan daha doğrudur.
Bundan sonra, namazda teşehhüt
hakkında yer alan ifadeleri ele alacağız. Onları da ‘tevcih’ ve okumada takip
ettiğimiz yöntemle yorumlayacağız.
Otuz
yedinci kısım sona erdi. Onu otuz sekizinci kısım takip edecektir. .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar