Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYENİN YİRMİ BİRİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Kutuplardan Makam-ı Muhammed'e Ulaşanların ve Ulaşmayanların Bilinmesi

Nübüvvet ve velayet arasmda bir ayırıcı vardır Fakat en büyük ve tam şeref ona aittir

Kuşatıcı felek sırrıyla onu anlatır Yüce ve haşmetli kalem de onu anlatır.

Nübüvvet ve risalet vardı

Fakat kesildiler, en doğru yol ona aittir

Velayet için sağlam bir ev inşa etti Zatında; en sürekli beka ona aittir

Onu kendisine koştuğu bir nihayet olarak talep etmez Ki ona ulaştığında, perişan olur

Devam özelliği, özü gereği şeyin kendisindendir O, velidir ve yermesi de yamandır

Nebi ve resulü kendisine sığınır

Yüce âlem ve daha kadim olan herkes gibi

(Risalet, Nübüvvet ve Velayet)

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söylediği bildirilmiş: ‘Kuşkusuz risalet ve peygamberlik bitmiştir. Benden sonra artık ne resul ne peygamber var­dır.’ Bu hadis (Benden sonra nebi ve resul yoktur, hadisi), velilerin acı­sını tattıkları en şiddetli ifadelerden biridir. Hadis, insan ile Tanrı’ya kulluk arasındaki bağı koparır, insan ile en yetkin kulluk arasındaki vus­lat bağı koptuğunda, insan ile Allah Teâlâ arasındaki bağ da kopar. Çünkü kul, kendisini Hakka kulluğun dışına çıkaran şeyler ölçüsünde, Efendi­sine yaklaşmakta eksik kalır. Çünkü kul, Rabbiyle isimlerinde çatışır, çatışmanın esası ise isimlenmedir. Allah Teâlâ bizim hakkımızda (peygamber­likten sonra) el-Veli ismini bırakmıştır. O da, Allah Teâlâ’nın isimlerinden bi­ridir. Bu isim, Allah Teâlâ’nın peygamberinden çıkarıp ve yine ona giydirip, onu kul ve resul diye isimlendirdiği isimdir. Allah Teâlâ’ya resul ismi yaraş­maz, binaenaleyh el-Veli ismi kulluğun özelliklerinden biridir. Bu ismin verilmesinin nedeni, risaletin varlığıdır. Risalet ise kesilmiştir. Böylece risalet kalktığı için bu ismin Allah Teâlâ’dan olması bakımından hükmü de kalkmıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinde bu kâseyi yudumlayacak kimseler ol­duğunu, onların içlerinde yaşadıkları acıyı bilmiş, bu nedenle onlara acıyarak abîdu’l-abîd (kulun kulu) olabilmeleri için onlara bundan bir pay vermiştir. Bu bağlamda sahabesine şöyle demiştir: ‘Burada bulu­nan, bulunmayana tebliğ etsin.’ Böylelikle Allah Teâlâ, kendisine tebliği em­rettiği gibi, onlara da tebliğ emrini vermiş ve kullara özgü elçiler ismi verilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ, sözümü duyup ezberleyen ve duyduğu gibi ulaştırana merhamet etsin.’ Duyduğu gibi, harfi harfine demektir. Bu ise, ancak Kuran veya hadisten bir vahyi laf­zıyla ulaştıran için mümkündür. Bu imkan, sadece Kuran hafızları ve hadisçiler gibi vahyi aktaranlar için gerçekleşir. Süfyan es-Sevrî ve baş­kalarının düşündüğü gibi fakihler veya hadisi anlamıyla nakleden kim­selerin bu konuda bir pay veya nasibi yoktur. Çünkü anlamı aktaran ki­şi, bize peygamberin hadisinden anladığını nakletmiştir. Bize anladığını nakleden ise, kendisinin elçisidir. O, kıyamet günü duyduğu şekilde vahyi ulaştıran ve risaleti yerine getirenler ile birlikte haşredilmez. Hâl­buki Kuran hafızı ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadislerini lafzen aktaran kim­seler, peygamberlerin safında haşr edilecektir.

Sahabe, vahyi lafzıyla naklettiklerinde, Allah Teâlâ’nın elçilerinin elçileri; (sonraki nesil olan) tabiûn ise, sahabenin elçileridir. Böylece iş nesilden nesile, kıyamete kadar sürer. Bize tebliğ edene Allah Teâlâ’nın elçisi diyebilece­ğimiz gibi o kişiyi, kendisinden, aktardığı kişiye de izafe edebiliriz. Ri­vayette vasıtaların düşmesini onayladık. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, kendisine Allah Teâlâ’nın meleği olan Cebrail vahyi getirdiği halde, ona Cebrail’in elçisi değil, Allah Teâlâ’nın elçisi diyoruz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mu­hammed Allah Teâlâ’nın elçisidir.’22' Başka bir ayette ise, ‘Muhammed sizden biri­nin babası değil, Allah Teâlâ’nın peygamberidir.’222 buyrulmuştur. Başka bir ayette ise, ‘Ruhu’l-Emin onu senin kalbine indirmiştir’223 demiş, bununla birlikte, Allah Teâlâ onu sadece kendisine izafe etmiştir.

Kulluktan onlar için kalan şey, bu kadarıdır ve bu, Allah Teâlâ’nın onlara ihsan ettiği büyük bir iyiliktir. Bir şahıs, kesintisiz bir isnada onu ak­tarmazsa bu makama sahip olamaz, onun kokusunu duyamaz. Böyle bi­ri el-Veli isminde Hakk ile tartışan velilerden biri olur. Bu kulluktaki ek­sildiği, bu isim ölçüsündedir. Bu nedenle, ona veli yerine mukaddes (kendisine hadis söylenen, hadisçi) demek daha yerindedir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra peygamberlik makamına ancak açıkladığımız öl­çüde ulaşılabilir. Allah Teâlâ’nın bizim için bıraktığı kısım budur. Peygamber­lerin sahip olduğu kulluğun üstün makamı öğrenmiş olduğu gibi vahyi rivayet ederek taşıyanların değeri de buradan öğrenilir. Bu nedenle ka­pının kapanması bize ağır gelmiştir; Allah Teâlâ’nın bizi, sahip olmamız gere­ken özel kulluk halinden çıkardığını anlamış olduk. Nübüvvete gelince, kuşkusuz daha önce onu Efrad’ın -ki onlar süvarilerdirbilinmesi bö­lümünde açıklamıştık.

Allah Teâlâ kulluktan ve kulluk makamından bizi kovması bağlamında şöyle buyurmuştur: “Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm.’ Biz kimiz de, bizimle Allah Teâlâ arasında bölünme gerçekleşsin? O, efendi­dir, faildir ve hareket ettirendir. Allah Teâlâ, ‘Ancak sana ibadet ederiz’ gibi bize izafe ettiği sözlerde bizleri konuşturandır. Ayakta dururken, rükû ve secde ederken, otururken ve konuşurken onun kudretiyle hareket et­tiğimizi anladık. Kul, ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’224 deyince, Allah Teâlâ şöyle karşılık verir: ‘Kulum bana hamd etti.’ Bu O’ndan bir lütuftur. Çünkü kula bunu söyleten kimdir? Kulun değeri nedir ki, efendisi ‘ku­lum dedi, ben de ona söyledim’ desin? Bu, kapalı bir perdedir.

İnsan, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı gizli bir tuzağı olduğunu bilmelidir. Herkes, Rabbini bildiği ölçüde onun tarafından tuzağa düşürülür. Bu ilahi ihsan, nimete girdirilmiş Allah Teâlâ’nın bir denemesi sayılır. Kişi, namaz kılıp ayet okuduğunda ve ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ dediğinde, bunu nama­zındaki ibadetinin sahih olması emredildiği için demiştir. O cevabı bek­lemez ve cevap verilsin diye söylemez. Bilakis Efendisinin kendisini so­rumlu tuttuğu amelle ilgilenir. Böylece bu cevap ve nimetlendirme onu söylemesi nedeniyle değil, Efendisinden meydana gelir. Çünkü gerçekte söyleyen, o kişide sözü yaratandır. Böylece bu aldanmadan kurtuluruz. Bu insanın makamı, gerçekte yüksek bir menzil (konak) olsa bile, ken­disinden aşağıdaki başka bir menzilde bulunana göre yüksek menzildir.

Kapısı bize kapatılmış bu makamdan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ancak zik­retmiş olduğumuz hususlarda vâris olduk. Bunlar, Hakkın kedisine aç­tığı ve Kitap ve Sünnetten rivayet yoluyla vahyi aktarmanın bilgisiyle rızıklandırdığı kimseye lutfudur. O halde, hadisçi ve Kuran hafızı olan ravilerin makamı ne yüksektir! Allah Teâlâ, bizi de Kuran ve hadisi nakletme işini tahsis ettiklerinden etsin! Çünkü ‘Kuran ehli, Allah Teâlâ’nın ehli ve seç­kinleridir.’ Hadis de, ayet ile belirtildiği üzere, Kuran gibidir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, arzusundan konuşmaz, onun sözleri vahiydir.

Bizimle birlikte bu makama ulaşanlardan biri, Ebû Yezid elBestami’ydi. Bu makam, niyaz ve dilekten sonra, iğne deliği kadarıyla kendisine gösterilmiş. Ebû Yezid ise, ayağını bu makama koymak iste­miş, ayağı yanmış, bu makama zevk yoluyla ulaşılamayacağını anlamış­tır. Bü makam kulluğun yetkinliğidir.

Kuşkusuz bizim için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den bir nişan ortaya çıkmıştır ki, bu durum, bilenler için çoktur. Yaratıklarda, onun sadece gölgesi bulunur. Allah Teâlâ, beni ona muttali kılınca, bu durum, benim dileğimle olmamış, Allah Teâlâ’nın inayeti olarak gerçekleşmiştir. Sonra, Allah Teâlâ beni o makamda edeple desteklemiştir. Bu ise, O’nun kendi katından bir rızkı ve bana olan ihsanıydı. Bu nedenle, o makamda Ebû Yezid’den meyda­na gelen şey benden çıkmamıştır. Bilakis, ben o makama ulaştım ve merdivenlerinde yükselmem için emir geldi. Böylece onun bir sınama hitabı ve deneme emri olduğunu anladım. Bazı denemeler şereflendir­mek niyeti taşısa bile, burada söz konusu olan, şereflendirme hitabı de­ğildir. Bunun üzerine durdum ve perde istedim. Neyi istediğim anlaşıl­dı. Böylece, benimle makam arasına perde çekildi ve bunun için bana teşekkür edildi. Ardından Allah Teâlâ, ondan bana zikrettiğimiz bir nişanı ih­san etti. Bu ilahi bir tahsis idi. Ben de Allah Teâlâ’ya bu nişan’la, verdiği ihtisa­sından dolayı şükrettim, fakat şükrümle ihsanın artmasını istemedim. Kulluğun yetkinliği olan perdeyi istemişken, artırmasını nasıl talep ede­bilirdim ki?

Böylece kulluk, bana nüfuz etmiş, otoritesi ortaya çıkmış, kendim ile efendilik mertebesi arasına perde olmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

Nice şeye çağrıldım ve icabet etmedim. Allah Teâlâ izin verirse, ahirette de mutlak bir kul olmak isterim. Allah Teâlâ beni bütün âleme sahip kılsaydı, onda sadece Allah Teâlâ’ya kulluğa sahip olur, âlemin bütün kulluğunu zatım yerine getirirdi.

İnsanların bu noktada kimi mertebeleri vardır. Kula gereken şey, bu isme başkasını eklememektir. Allah Teâlâ, insanların dillerini Allah Teâlâ’nın velisi diye onun hakkında konuşturup Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bir ismi ona verdiğini görürse, verenden bu ismi fail anlamında değil, meful (edil­gin) anlamında duymalıdır. Böylece onda kulluk kokusunu duyar. Çün­kü velî isminin geldiği faîl kalıbı, bazen fail anlamında olabilir.

Bütün bunları söylememizin nedeni, sadece halife yapıldığımız ve gerçekte Allah Teâlâ’ya ait işlerde Allah Teâlâ’yı vekil edinmekle emr olunmamızdır. Çünkü böyle bir şeyde (halife atanmak), gizli bir tuzak vardır, ondan sakınmalısın! Sana bunun emredilmiş olması, üahi tuzaktan koruyucu bir uyarı olarak yeterlidir. Artık sen de onu vekil edin ve zinhar sahiplik iddiasında bulunma! Çünkü Allah Teâlâ, senin işlerini üstlenmiştir. Şöyle bu­yurmuştur: ‘Allah Teâlâ salihleri dost edinir.’225 Burada salih, kulluğun özelliği­dir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini salih diye nitelemiştir. Çünkü o, sadece kâmil kullara ait olabilecek bir halde olmayı benimsemiştir.

Onlardan biri de, kendisinden bir müjde olarak, Allah Teâlâ’nın hakkında tanıklık yaptığı kimsedir. Allah Teâlâ, kulu Yahya hakkında şöyle demiştir: ‘O salihlerden bir kul idi.’226 Peygamberi İsa hakkında ise şöyle demiştir: ‘Salihlerden idi.’227 Hz. İbrahim hakkında ise şöyle buyurmuş: ‘O ahirette salihlerdendir.’22* Bunun nedeni, Hz. İbrahim’den dünya hayatında meydana gelmiş üç şeydir. Birincisi, eşi Sara hakkında, tevil ederek ‘kardeşimdir’ demesi; İkincisi mazeret göstererek, ‘ben hastayım’229 de­mesi; üçüncüsü ise, delil getirmek için ‘onu büyükleri yaptı’230 demesidir.

Hz. İbrahim, kıyamet günü insanlar kendisinden Rabbinin nez­dinde şefaat kapısını açmasını istediklerinde, bu üç şey ile mazeret belir­tecektir. Bu nedenle Kuran, bu konuda hesaba çekilmeyeceği için, ahirette onun iyiliğini belirtmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye.’231 Başka bir ayette ise, Allah Teâlâ seni affetsin, onlara niye izin verdin’232 buyurur. Böylece azarlamadan önce müjde gelmiştir. Bu ayet, bize göre azarlama içermeyen özel anlamdaki bir müjdedir. Bilakis ayet, insaf sahibi ve ilim ehline haklarını veren kimse için, soru sorma kalıbıdır.

Süleyman ve benzeri peygamberlere gelince, Allah Teâlâ bize Süley­man’ın şöyle söylediğini bildirmiştir: ‘Rahmetinle beni salih kullarının arasına koy.’233 Peygamberler, gerçekte ve Allah Teâlâ katında, iyi olan kimse­lerdir. Onlar, iyi olmak (salah) Allah Teâlâ’ya yaraşmayan bir kulluk özelliği olsa bile, iyiliği dileyenler ile iyi oldukları hakkında tanıklık yapılan kimseler arasında bulunur. Peki, Allah Teâlâ’nın fail anlamıyla isimlendiği elVeli ismi hakkında ne diyebilirsin? Bu yorumla bu ismin de kula veril­memesi gerekir. Hakk bu ismi ona verirse bile, bu durum kendisine (Hakka) döner. İnsanın Allah Teâlâ’ya kulluk etmesi ve peygamberine indirdi­ği kitapta lafız olarak Allah Teâlâ’ya verilmeyen isimlerden kula özgü isimlerle adlanması gerekir. Allah Teâlâ, kulu Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e bu ayeti indirdiğinde -ki insanlara bildirmesi için indirmiştiradeta peygamberinden söyle­mesi ve dillendirmesi gereken şeyi aktarmıştır. Böylece Allah Teâlâ, onu oku­nan bir Kuran yapmıştır. Çünkü o da, gerçekte kulların özelliklerindendir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim velim kitabı indiren Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ, iyile­ri dost edinir.’23* Burada Allah Teâlâ, onun hakkında iyililde tanıklık etmiştir. Hakk, bu ayette aktaran değil de emreden olsaydı, bu durumda Hakk da iyililde tanıklık edilenlerden olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ, onu dost edindiğini bize bildirmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, Allah Teâlâ’nın sadece iyileri dost edindiği­ni belirtmiştir. Böylece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisi adına zikrettiğimiz tarzda tanıklık etti. Bu durum, diğer peygamberlerden nakledilmemiştir. Onlardan nakledilen, Hz. İsa’nın ifadesine benzeyen sözlerdir. Hz. İsa şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’nın kuluyum, bana kitap vermiş, beni peygamber yapmış, doğduğum gün beni mübarek kılmış, yaşadığım sürece namaz kıl­mayı, zekât vermeyi, anneme iyilik yapmayı bana emretmiştir. O, beni zalim yapmamıştır. Doğduğum gün, öldüğüm gün ve diriltileceğim gün bana selam olsun:235 Allah Teâlâ şöyle buyurur. ‘Bunlar bir kısmını diğerlerinden üstün yap­tığımız peygamberlerdir.,236 Yani, Ey Muhammed, sen de böylesin. Dola­yısıyla, böyle bir makama ulaşmış olmak Allah Teâlâ’nın ihsanındandır.

Ey dost! Allah Teâlâ’nın güzel isimleriyle ahlâklanırken kendini koru. Çünkü âlimler, bu isimlerle ahlâklanmak hususunda görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Güzel isimlerle ahlâklanmak nasip olunca, onların şen­deki eserlerini görmekten habersiz kalma! isimlerde ve isimlerin karşı­sında, onların vekili hükmüyle bulun ki, peygamberin isminin benzeri olasın. İsimlerinden birini sana vermede, bu anlamıyla Allah Teâlâ’ya ortak olma! Edebe sarıl, ‘Rabbim! ilmimi artır’237 de.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

Hakk Civarından Kendisini Uzaklaştırdığında Velinin Sığınacağı Menzilin Bilinmesi

Veli düştüğünde, bu düşüş, gerçekte Yücelik mertebelerde bir yükseliş ve terakkidir.

Çünkü Hakta sınırlanma yoktur Uzaklıkta yakınlık vardır.

Seçilmişin her durumdaki hali Yüksekliğin yüksekliğinde terakkidir.

Hiçbir bakımdan ona hüküm yoktur Taşkınlığın da onda bir etkisi yoktur

Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Adem’e secde et.’ Onda emir ortaya çılonıştı. Adem ve Havva’ya ise ‘bu ağaca yaldaşmayın demiş’, onlar hakkında ise, yasaklama ortaya çıkmıştır. Yükümlü tutma (teklif), emir ve yasaklama olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ikisi, bir karine zorunluluktan çıkarmadığı sürece, zorunluluk ifade eder (olarak yüklem olurlar). Gerçi bizim onlar hakkındaki görüşümüz ilahi belirlemedir. Böylece emre ve yasağa uyma belirlenmiştir. İşte bu emir ve yasak, doğal âlemde ortaya çıkmış ilk emir ve yasaktır.

İlk hatıra gelen düşüncenin ve bütün ilklerin ancak rabbani olabile­ceğini sana bildirmiştim. Bu nedenle onlar, doğrudur ve asla yanılmaz­lar, sahibi de onlarla kesin hüküm verir. Öyleyse ilk olanın otoritesi, güçlüdür. İlk emir ve yasak böyle olunca, emre karşı gelinince cezalan­dırma gerçekleşmiş ve ertelenmemiştir. Emirler dolaylı geldiğinde ise, ilk emrin gücüne sahip olmazlar. Onlar, bize peygamberlerin dilleri va­sıtasıyla gelen emirlerdir.

Bu emirler iki kısımdır: Ya ikincildirler; bu kısım, Allah Teâlâ’nın meleğin vasıtası olmaksızın peygamberine ulaştırdığı şeylerdir. Böylece ilahi emir, bize ulaşır. Bize ulaşırken bir oluş mertebesinden geçer ve daha önce sahip olmadığı bir hal kazanır. Çünkü ilahi isimler, onu bu kevnî mertebede telakki eder, kendi hükümleriyle onun hükmüne ortak olur veya bu emir ile melek peygambere iner. Bu durumda ilahi emir, iki oluş mertebesini geçmiştir. Bu iki mertebe, Cebrail ve Muhammed ve­ya herhangi bir peygamber veya melektir. Bu durumda, emrin fiil ve etkisi, birinci ve ikinci emrin gücünün aşağısında bulunur. Bu nedenle hemen cezalandırma gerçekleşmemiştir. Çeza ya ahirete bırakılmış veya affedilmiştir ve o günah karşılığında asla cezalandırma olmaz. Allah Teâlâ, bunu kullarına merhametinin gereği olarak yapmıştır.

Allah Teâlâ, Adem’e ve Havva’ya yasağı tahsis etmiştir. Bu ise, ameli bir yükümlülük değildir, çünkü varlıksal olmayan bir emir içerir Ki o da ‘yapma!’ emridir. Mümkünün hakikati, yapmamak’tır. Allah Teâlâ, Adem’e adeta şöyle der: ‘Aslından ayrılma.’ Emir ise böyle değildir. Çünkü emir, var olan bir durumu içerir Ki o da, yapmak tır. Allah Teâlâ, İblis’e adeta şöyle der: ‘Aslından çık.’ Emir, yasaktan nefse daha ağır gelir, çünkü o, asıldan çıkmaktır. İblis isyan edip secde etmediğinde, başkasına karşı kendisine nispet ettiği büyüklenme ve üstünlük iddialarını söylemeseydi bu ölçüde kulluğundan çıkmış olurdu, bu nedenle Allah Teâlâ’nın kendisini ce­zalandırması helal olmuştur. Âdem ve Havva’nın cezası ise, kendi asıllarından çıkma noktasında (nehiyle, yapmamayla) yükümlü tutuldukla­rında idi ki bu, yemeyi terk etmekti; terk etmek, yolduğa mensup bir durumdur, yemek ise varlıksal bir durumdur. Böylece Allah Teâlâ, tek bir zamirde İblis’i, Âdem’i ve Havva’yı bir araya getirmiştir. Bu ise Âdem’e verilebilecek en şiddetli cezaydı. Bu meyanda onlara çoğul zamiriyle ‘ininiz’ denilmiştir.

iniş, Âdem ve Havva için bir ceza değil, sadece İblis için bir cezay­dı. Çünkü Âdem, vaadin doğruluğu için indirilmişti. Bu vaad, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde bir halife yaratacağı vaadiydi. Onun halife olması, Allah Teâlâ’nın kendisine dönüp onu seçmesi ve günahını kabul ederek ve Rabbinden kelimeleri almasıyla gerçekleşir. O halde, Âdem’in günahı itiraf etmesi, ‘Ben ondan daha hayırlıyım’ şeklindeki İblis’in sözünün karşılığıydı. Böylece Allah Teâlâ, bize Allah Teâlâ katında itirafın yerini ve emrine uymadığı­mızda onu yol edinelim diye meydana getirdiği mutluluğu bildirmiştir. İblis’in iddiasını ve sözünü ise, günah işlediğimizde benzerinden sakına­lım diye, bize bildirmiştir.

Havva çoğalmak, İblis ise saptırmak için indirilmiştir. Âdem’in ve Havva’nın inişi keramet, İblis’in inişi ise başarısızlık, cezalandırma ve günahları kazanma inişiydi. Çünkü onun günahı, bedbahtlığın sonsuz olmasını gerektirmez. Çünkü o, Allah Teâlâ’ya ortak koşmamış, Allah Teâlâ’nın ken­disini yarattığı özellikle gururlanmış, Allah Teâlâ da onun yazgısını bedbaht (şakî) yapmıştır. Bedbahtlık diyarı ise, şirk koşanlara mahsustur. Böyle­ce Allah Teâlâ, İblis’i kulların kalplerine vesvese vererek şirk günahını işlesin diye yeryüzüne indirmiştir. Onlar, şirk koştuklarında ve İblis de şirkten ve failinden yüz çevirdiğinde, bu yüz çevirme, ona fayda vermez. Çün­kü Allah Teâlâ’nın bildirdiği gibi ona (müşrike) ‘inkâr.et* diyen, İblis’in ta kendisidir. Böylece kendisi birleyen olsa bile, âlemdeki bütün müşrikle­rin günahını yüklenmiştir. Çünkü ‘kötü bir âdet çıkaran kimse, o âdetin günahı ve onu yapanların günahını yüklenir.’

İblis ve Âdemoğulları gibi doğal (varoluşla varolan) bir şahıs, orta­ya çıkarmak istediği bir şeyin örneğini zihninde tasavvur etmelidir. Bi­naenaleyh İblis, sahibinin nefsinde meydana geldiğinde tevhidini izale edecek şekilde nefsinde tasavvur etmediği sürece, şirki ve insanı şirke kışkırtma günahını işleyemez. Şirki bu şekilde nefsinde tasavvur etti­ğinde ise, tevhid onun nefsindeki tasavvurundan zorunlu olarak çıkmış olur. Çünkü şirk koşan, onu kendi içinde Hakkın yanında tasavvur eder. Dolayısıyla, onu yalnız bırakmaz. Şu halde İblis, hiç kuşkusuz kendi nefsinde müşrikti. Onun nefsinde, şirk koşulan şeyin sureti bu­lunmalıdır. Böylece her an, o suret sayesinde şirk koşanlara yardım eder. Çünkü İblis, şirk özelliği kendilerinden gidip Allah Teâlâ’yı birler ve böy­lece mutlu olurlar diye endişe etmektedir.

İblis, kendi nefsinde şirk koşulan şeyin suretini korur ve onunla o vakitte doğuda, batıda, güneyde ve kuzeydeki (dünyanın her bir tara­fındaki) müşriklerin kalplerini gözetlediği gibi henüz müşrik olmayan tevhid ehlini gelecekte şirke düşürür. O halde İblis, hiçbir zaman şirk­ten ayrılmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, onu bedbaht yapmıştır. Çünkü bu nite­lik, kendisine eşlik ettiği ve şirk koşanın nefsinde kalması için çalıştığı bu özellik nedeniyle tevhidi bir nefes bile tasavvur edemez. Bu nitelik onun nefsinden gitseydi, müşrik nefsinde şirki dile getiren kimseyi bu­lamaz. Böylece şirk ondan gider, İblis de ortağı tasavvur edemezdi. Çünkü bu durumda, onun nefsinden ortağın sureti kaybolmuş, bu müşrikin şirkten uzaklaştığını bilemez olmuştur. Bu durum, ortağın her zaman İblis’e eşlik ettiğini gösterir. İblis, Allah Teâlâ’ya ilk şirk koşan olduğu gibi aynı zamanda şirki ilk âdet edinen kimsedir. Bu yönüyle o, âlemdekilerin en bedbahtı dır.

İblis, Allah Teâlâ’nın tam ihsanından olan rahmete tamah etmiştir. Bu ne­denle şöyle dedik: Adem hakkında cezalandırma, kendilerine İniniz! di­ye hitap ettiğinde, İblis ile aynı zamirde bir araya gelmektir. Allah Teâlâ, on­lara celaline yaraşan kelam ile hitap etmiştir. Fakat kelamda lafzın ge­rektirdiği nitelik vardır. Çünkü lafzın sureti özel anlamı gerektirir. Bu yorum, bilginlerin değerini bilemedikleri bir yöntemdir.

(Ariflerin Hatası, Avamın Hatası)

Burada, Adem meselesini zikretmemizin nedeni, hata yapıp ma­kamlarından düştüklerinde, bu düşmenin mutlaka bedbaht olduklarını göstermediğine Allah Teâlâ ehlini ısındırmaktır. Onların düşüşleri, Âdem’in düşüşü gibi olabilir. Çünkü Allah Teâlâ, herhangi bir mekânda bulunmaz ve sınırlanmaz. Hal böyle ise ve Allah Teâlâ bu sınırsız özelliğinde bulunduğuna göre, hata işlediğinde veya onda horluk, utanma ve kırıldık meydana geldiğinde veliliğin düşmesi, bulunduğu makamdan daha yükseğine çıkmak olur. Çünkü onun yükselmesi, marifet ve Hakk bağlıdır. Bazen velinin daha önce sahip olmadığı Allah Teâlâ’ya dair bilgisi ve horluk ve kırık­lık hali artabilir. İşte bu, daha üstün bir makama yükselmenin ta kendi­sidir.      ,

İnsan, horluğunda bu makamı yitirip pişmanlık duymaz, hor ve kı­rık olmaz ise ve de ‘rabbinin makamından korkmaz’ ise, böyle bir insan bu yolun ehli değildir. Bilakis o, İblis ile beraber oturandır. Hatta İblis’in hali ondan daha güzeldir. Çünkü İblis, inançsızlıkta kendisine itaat eden kimseye şöyle der: ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım.’238

Biz Allah Teâlâ ehlinden meydana gelen sürçmelerden söz ediyoruz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar yaptıklarında ısrar etmez.’239 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyurur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ Hâlbuki veli insan, bulunduğu makamda veya bulunduğu halde ondan haz aldığında, bu durumda haz alması onun halinden haz almadır. Çünkü Allah Teâlâ, kendisiyle haz alın­maktan münezzehtir. Veli hata işleyip hali kendisine horluk ve kırıldık getirdiğinde, zorunlu olarak varlığıyla hazlandığı hal ortadan kalkar. Bu hal, itaat ve emre uyma halidir.

Veli, bu hali kaybettiğinde, Allah Teâlâ’nın gözünden düştüğünü zanne­der. Hâlbuki kendisinden gittiğinde bu halden uzaklaşmıştır. Çünkü o yükselmeyi gerektiren bir hal idi. Veli, şimdi horluk, pişmanlık, yoksul­luk, kırıldık günahı itiraf, Allah Teâlâ karşısında edep ve O’ndan utanma miracında bulunur ve bu miraçta yükselir. Böylece bu kul, bu miracın sonunda sahip olduğu halden daha üstün bir hal bulur. O hali buldu­ğunda ise düşmediğini, yükselişte olduğunu fark etmeden, bir üst Hakk ulaştığını anlar.

Allah Teâlâ, bu durumu günahlarda kendisine karşı çıkmasınlar diye veli­lerinden gizlemiştir. Nitekim Allah Teâlâ, bedbaht yaptığı kimselerde de istidracı (aldatıcı keramet) gizlemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Farkında olmadıkları yönden onları şaşırtacağım ’240 Onlar, Allah Teâlâ’nın haklarında şöy­le buyurduğu kimselerdir: ‘İyi yaptıklarını zanneder.’241 Allah Teâlâ, günahına ağlamak, hatasını görmek ve kitabında ona bakmakla meşgul ettiği mutlu kullarında da kendisine yakınlığı ve inayetini gizlemiştir. Bu kişi, bu pişmanlığın Allah Teâlâ katında yükselmesini sağlayacağından habersizdir. Çünkü Allah Teâlâ, ona tövbesini kabul etmek müjdesini vermemiştir. Şu halde o, günahın gerçekleştiğini bilir, Allah Teâlâ kendisini bu günah nede­niyle cezalandırmamış olsa bile, gerçekleşen günahtan utanma duygusu ve kırıklık onda hâkimdir. Böylelikle istidrac, iyilikte ve kötülükte mut­lu ve bedbahtiarda meydana gelmiştir.

Fas şehrinde aba giymiş bir adamla karşılaştım. Adam fırında çalı­şıyordu. Ona, büyüle şeyhlerden biri olan Ebu’l-Abbas el-Hassâr’ı sor­dum. Çünkü o adamın şeyh ile oturup kalktığını ve onu sevdiğini gör­müştüm. Bana şöyle dedi: ‘Sözünü ettiğin kişi, bir makamda bulunup oradan düşmüştür. Falan makamdaydı. O kadar utandı ve kırıldı ki, in­sanların konuşması karşısında susması şart oldu. Onunla sürekli böyle ilaçlarla şakalaşıyorum, ilaçla ondan bu horluğvın hastalığını gidermeye çalışıyorum.’ Adam, beni yakınına oturtmuştu. Oradayken bu tedavi onun uzuvlarına yayıldı. Bunun üzerine gülümsedi, kalp gözünde kabu­le dönük bir kapı açıldı. Bununla beraber, haya duygusu kendisine eşlik ediyordu.

Büyüklerin sürçmelerinin mubah sınırında kalması gerekir. Nadir olarak, onlardan günah meydana gelebilir. Ebû Yezid el-Bestami’ye şöyle denilmiş: ‘Bir arif günah işler mi?’ Cevabı da şu olmuş: ‘Allah Teâlâ’nın emri takdir edilmiştir.’ Burada, onların günah işlemesinin Allah Teâlâ’nın ya­saklarına dalma gayesinden değil, kendilerinde hüküm sahibi olan kade­re bağlı olduğunu belirtmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Allah Teâlâ katın­dan veli olduklarında bu makamda korunmuşlardır. Şu halde onlardan başkalarının günahları gibi Allah Teâlâ’nın haramlarına dalarak bir günah

•                                                                                                                                                                                                              o

meydana gelmez. Çünkü kalplere yazılmış iman bunu engeller. Bir kıs­mı, farkında olmadan günah işler, bir kısmı ise, ilahi bir keşif nedeniyle bilinçli olarak günah işler. Allah Teâlâ, kendisine o günahta takdir ettiği şeyi gerçekleşmeden önce bildirmiştir. Böyle bir insan, işinde basiretli ve Râbbinden bir delile sahiptir.

Bu hal, ‘Allah Teâlâ "senin gelmiş geçmiş günahlarım bağışlasın’242 ayetinde geçen müjdeye benzer. Allah Teâlâ, bağışlanan işlenmiş günahlarını ona bil­dirmiştir. Bağışlandıkları için bu günahların onda bir hükmü ve etkisi yoktur. Günahların ortaya çıkma vakti geldiğinde, onlara el-Gaffar ismi eşlik eder. Böylece günahlar kula yerleşir. el-Gaffar ise onların hükmü­nü perdeler. Bu durumda günahlar ateşe atılıp yanmayan kimse gibidir. Örnek olarak Hz. İbrahim’i verebiliriz. O ateşteydi ve perde nedeniyle ateşin onda bir hükmü yoktu.

Takdir atı keşf makamının sahibi olan arifin günahı da böyledir: Be­la ona gelir, hükmü ise ondan uzaktır, dolayısıyla makamına etki etmez. Bu durum, kendisi için takdir edilen şeye dair bir bilgi ve kanıt sahibi olmayan insana belanın gelmesinden farklıdır. Bu durum, onun utan­masını, pişman ve hor olmasını gerektirir. Arif ise, böyle değildir. Bu­rada ifade etme imkanımız olmayan bir takım ilahi sırlar vardır.

Ariflerin bu makamdaki mertebeleri belirtip ariflerin günahlarıyla şekilci âlimler ve onların taklitçileri gibi sıradan insanların günahları arasındaki farkı izah ettikten sonra, bilmelisin ki: Bir arifin şöyle söyle­diği rivayet edilir: ‘Yaygı üzerinde otur.’ Burada kastedilen kulluk yay­gısıdır. ‘Yayılmaktan salan.’ Başka bir ifadeyle, Efendisinin tanımlamış olduğu bir takım şeylerle sorumlu olması yönünden kulluk hakikatinin verdiği hükme sarıl. Çünkü bu işler olmasaydı onun makamı övünme, böbürlenme ve gevşekliğe yol açardı. Nitekim bir gün, Utbetü’l-Ğulâm büyüklenmiş ve böbürlenmiş. Bunun üzerine ona ‘üzerinde gördüğü­müz bu büyüklenme nedir, daha önce senden böyle bir şey görmemiş­tik?’ denilmiş. Cevap vermiş: ‘Nasıl böbürlenmem ki: Benim bir Efen­dim oldu, ben de onun kölesi oldum.’

Binaenaleyh kulu laubalilikten ve dünyada ahirette olacağı gibi davranmaktan alıkoyan şey yükümlülüktür (teklif). Onlar, dünyadan ayrılıncaya kadar efendilerinin emirleriyle ilgilenir. Bir işleri kalmadı­ğında ise, kulluğun gerektirmiş olduğu serbestlik makamına yerleşirler. Bu durum ise, ancak ahirette olabilir. Çünkü yükümlülük, onlar için dünya hayatında her nefes sürer. O halde bu dünyada kendini bırakan herkes, bıraktığı ölçüde Allah Teâlâ’ya dair bilgiden eksik kalır, kendisini her­hangi bir an bırakmayanın derecesine ulaşamaz. Çünkü kendisini bırak­tığında, pek çok nefesi geçirmiş, üzerindeki yükümlülük sorumlulu­ğundan habersiz kalmıştır. Bu yükümlülük, onun kendini bırakmayla ilgilenmesini engeller.

Dünya, kendini bırakma yeri değildir. Kendini bırakmakla beraber, Abdüllcadir el-Cîlî’yi görmez misin? Ölüm, kendisine gelip bu dünyada birkaç nefeslik vakti kaldığında çenesini yere koymuş (secdeye kapan­


mış), şu an olduğu durumun kulun bu dünyada yerine getirmesi gere­ken Hakk olduğunu itiraf etmiştir. Bunun nedeni, Hakk kendisine olayla­rın gerçekleşeceğini bildirdiğinde, bazı vakitlerde kendisini bırakmasıydı. Talebesi Ebu’s-Suud ise bu bırakmadan uzak durmuş, ölene kadar her nefeste, sorumlu olduğu kulluğa bağlanmıştır. Ölürken halinin, şeyhi Abdülkadir gibi başkalaştığı aktarılmamıştır.

Güvenilir bir ravi bize şöyle aktardı: ‘Onun şöyle söylediğini duy­dum: Abdiilkadir’in yolu, velilerin yollan içinde gariptir. Bizim yolu­muz ise, Abdülkadir’in yolu içinde gariptir.’ Allah Teâlâ, onlardan razı olsun ve bizi onlardan yararlandırsın! Allah Teâlâ bizi kendisine karşı çıkmaktan ko­rusun. Hakkımızda bu takdir edilmişse, Allah Teâlâ’dan onu basiret üzere iş­lemeyi bize nasip etmesini diliyoruz. Bu durumda, o günah sayesinde derecelere yükselmek mümkün olabilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KIRKINCI BÖLÜM

Oluş İlimlerinden Tikel Bir İlme Komşu Olanın Menzi­linin Bilinmesi. Onun Tertibi, Sırları ve Kutupları.

Tercümanı Olduğum Şeyi İçerin Nazım

Kevnî ilmin komşusu, ilahi ilim’dir (metafizik)

Onu verene hakiki keşif denir

O berzahlar ilminden saf değildir Ne ulvidir ne de süfli

Onun yücelerde bir vechi vardır ki, gariptir, kesindir Süflide de bir vechi vardır, hakikatlerle ulvidir

Onu bilen, halis melek değildir                                                                            '

Ya da o cinni veya insan da değildir

Fakat varlıklar birleştiğinde

Kazanılmış bir şekil sana görünür, kevni olarak

Artık istediğini söyle: Aslı onu kabul eder Onu görmezsin: O göz için görülürdür

O ne mahkûm, ne de hâkimdir Ne görünmezdir ne de duyulur

Onun aydınlığı cihetlerin sığdırmasından münezzehtir Ne doğuludur, ne de batılı

Zatım gözden gizleyen münezzehtir

Ondan bir örnek ise bitişik olarak bize sirayet eder

Gördüğümüzde onu görürüz, onun aynı değildir Fakat o, sahih hayali-keşiftir

Her surette gözün görüşüne tecelli etti '

İşte ‘misali’ derken kastetiğim budur

(Harikulade: Mucizeler, Kerametler ve Sihir)

Allah Teâlâ sana Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki: Bu menzil, celal ve cemal menziline komşu olan yetkinlik menzilidir. Yetkinlik menzili, en yüce menzillerden olduğu gibi, onda konaklayan kimse de en yetkin kişidir.

Bilmelisin Ki: Âdetin aşılması üç şekildedir: Birincisi, algılanışı âdette kendisiyle ilişkili bir kuvvete göründüğü tarzıyla göze veya bir güce dönen kısımdır. Hâlbuki gerçekte o şey, söz konusu kuvvetin algı­ladığından farklıdır. Örnek olarak ‘sihrin etkisinden, onlarm koştuğunu zannettims ayetini verebiliriz. Bu kısım, beşer gücünün altındadır ve o da iki kısma ayrılır. Bir kısmı, nefsi kuvvete döner, bir kısmı ise, isimle­rin özelliklerine döner. İnsan, bu isimleri telaffuz ettiğinde, bu suretler görenin gözünde veya kulağında hayal olarak ortaya çıkar. Gerçekte ise, yani duyulur düzlemde ise, görülen ve duyulan herhangi bir suret yok­tur. O, sadece sihirbazın eylemidir. Sihirbaz, gözlerde ve kulaklarda meydana gelenlerin gerçekte var olmadığını bilir. Nefsi kuvvetten ibaret olan diğer kısım ise, gözün gördüğü veya herhangi bir idrakin algıladığı isimlerin özelliklerinden meydana gelen bir şeyin nefsi kuvvetten mey­dana gelmesidir.

İkisinin arasındaki fark şudur: İsimler yoluyla bir şey yapan kişi yani sihirbaz, görünürde bir şey olmadığını bilir. Sihirbazın, sadece orada bulunanların hayali üzerinde bir otoritesi vardır. Böylelikle gö­renlerin gözlerini çekip alır. Bu durumda kişi, uykusunda rüya gören gibi, algıladığının dışında bir şey bulunmadığı halde hayalinde suretler görür.

Nefsi kuvvete ait olan diğer kısma gelince, bunu yapanların bir kısmı, dışta bir şey bulunmadığını bilir. Bir kısmı ise, bunu bilmez ve işin, gördüğü gibi olduğuna inanır.

Ebû Abdullah es-Sülemî Makâmâtü’l-Evliya adlı kitabının keramet­ler bölümünde Uleym el-Esved’den -ki tasavvuf ehlinin büyüklerindendişöyle bir olay aktarır: Salih kimselerden biriyle bir hadise yaşamış. Bu hadise Uleym el-Esved mescitte bulunan mermer bir sütuna vurma­sına neden olmuş. Bir anda mermer sütun altına dönüşmüş, adam onu altın olarak görmüş. Şaşırmış ve kendisine şöyle demiş: ‘Be adam! Ha­kikatler değişmez. Sen, Rabbin karşısındaki hakikatin nedeniyle onu böyle görüyorsun. Gerçekte durum böyle değildir.’ Şeyler hakkında bilgisi olmayan kimseye göre şeyhin ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla, altın olarak görülen şey gerçekte taştı. Sütunun altın olarak görülmesi, görenin düz bakışında gerçekleşen bir durumdur. Aynı adam, (hali de­ğiştiğinde) tekrar daha önceki gibi sütunu taş olarak görmüştür.

Allah Teâlâ, Hz. Musa’nın asası hakkında şöyle buyurur: ‘Elindeki nedir ey Musa? Asamdır244 der. Sonra ‘Onu yere at, ey Musa,’ diye buyurur, o da atar. Bir de ne görsün, asa bir yılan olmuş sürünüyor’245 Musa (as.) ondan korktuğunda -ki insanların yılandan korkması yılanın insana verdiği za­rar nedeniyle doğaldırondan kaçmış ve Musa Allah Teâlâ’nın bu işteki mura­dını anlayamamıştır. Anlasaydı, korkmazdı. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu tut ve korkma. Biz onu önceki haline döndüreceğiz’246 Yani, daha önceki gibi asa olacak veya sen onu yine asa göreceksin. Ayet yo­ruma açıktır. Çünkü ‘onu ilk haline döndüreceğiz’ ayetinde geçen za­mir, Hz. Musa’nın gözünde yılan olarak görünen halinde asa değil ise, zamir dönecek yer bulamaz. Sana iyilik edip sonra kötülük yapan biri bir hediye gönderdiğinde, ona şöyle dersin: ‘Bana karşı tavrın değişti, sen bana iyilik yapan değildin.’ Hâlbuki her iki durumda da onun aym kişi olduğu bilinir. Buna rağmen ona şöyle denilir: ‘Senin karşında daha önce iyilik yaptığı ilk haline döndü. Şeklinde ise değişmez. Fakat senin karşında fiili değişir.’

Allah Teâlâ, bunu sihirbazların kendisine böyle bir şey göstereceği ilmin­de belirlenmiş olduğu için Musa’yı konuya alıştırmak maksadıyla öne almıştır. Bu sayede Musa, iplerini ve asalarını yere atıp gerçekleşen si­hirden ürkmesin ve korkmasın diye bu konuda bir bilgi sahibi olmuş­tur. ‘Musa’ya, onlar koşuyor gibi göründü.’ Allah Teâlâ Musa’ya şöyle der: ‘Onların bu sihirlerini gördüğünde sakın korkma.’ Böylece onun korku­sunu gidermiştir.

Allah Teâlâ’nın bize Kuran’da anlattığına göre, sihirbazların sihirleri ger­çekleşip vadi onların attığı ip ve asalarıyla dolduğunda, Musa kendine doğru koşan yılanlar olarak onları görmüş ve içinde bir korku duymuş. Bu durumdaki korkusu, ille durumdaki korkusu gibi değildi. Çünkü bi­rinci korku yılandan kaynaklanmıştı. ‘Geri kaçtı ve takip etmedi.’ Ta Ki Allah Teâlâ kendisine onun yılan olmadığını bildirdi. Sihirbazların seyircileri etkileri altına almalarını sağlayan diğer korku ise, sihirbazların kanıtla kendisine baskın gelmemesi içindi. Böylelikle insanlarda iş belirsizleş­mişti. Bu nedenle Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘Korkma, üstün gelecek olan kesin­likle sensin2*7 demiştir.

Sihirbazlar, Musa’nın gördüğünden korktuğunu fark edince, kor­kunun sebebini anlamamıştı. Musa neden korkmuştu? Böylece Mu­sa’nın sihir sanatı haldcında bilgisi olmadığını anlamışlardı. Çünkü si­hirbaz, sihrin dışta bir gerçekliğinin olmadığını bildiği için, bir sihirba­zın yaptığından korkmaz. Allah Teâlâ ise, ona asasını atmasını emretmiş ve asasının ‘onların yaptıkları işi yalayıp yutacağını’ bildirmiştir.

Hz. Musa asasını yere attığında, asa bir yılan haline gelmiş ve bü­tün sihirbazlar bu esnada Musa’nın yaptığının kendilerini imana davet ettiği Allah Teâlâ katından olan bilinmeyen bir iş olduğunu anlamıştı. Musa sihir hakkmda bir bilgiye sahip değildi. Ardından bu yılan (Musa’nın asası) asa ve ipleri, yani vadide bulunan yılan suretlerini yutmaya ko­yulmuş, ipler ve asalar olduğu gibi görünmeye başlamıştı. Çünkü Allah Teâlâ, ‘yaptıklarını yutsun248 demiştir. Onlar asa ve ipleri sadece bakanların gözlerinde yılan suretleri yapmıştı. İşte Musa’nın asasının yuttuğu, su­retlerdi.

Burada dikkatini çektiğimiz şeyin farkına var! Müfessirler, Allah Teâlâ’nın bildirdiği işte bu idrakten habersiz kalmıştır. Allah Teâlâ, ‘onların asalarını ve iplerini yutar’ dememiştir. Sihirbazlara göre mucize, Musa’nın korkma­sı ve ip ve asalardan yılan suretlerinin alınmasıydı. Böylece Musa’nın getirdiği şeyin Allah Teâlâ katından olduğunu anlamışlardır. Böylelikle Mu­sa’nın kendilerinden farklı olarak getirdiği şeye iman etmiş, bu mucize gerçekleştiğinde secdeye kapanıp ‘âlemlerin Rabbine iman ettik, Mu­sa’nın ve Harun’un Rabbine’ demişlerdir. ‘Harun ve Musa’nın rabbi1249 diyerek belirsizliği gidermişlerdir. Çünkü ‘âlemlerin (rabbi)’ demekle yetinselerdi, Firavun daha önce ‘Ben âlemlerin rabbiyim’ dediği için, ‘sa­dece bana ilgi gösterin’ diyebilirdi. Sihirbazlar ise ‘Musa’nın ve Ha­run’un rabbi’, başka bir ifadeyle ‘Musa ve Harun’un çağırdığı rab’ ifade­sini eldemiş ve belirsizlik ortadan kalkmıştır. Firavun ise, onları azaplandırmakla tehdit etmiş, onlar ise, dünya azabını ahiret azabına yeğlemiştir. Onların sözlerinin bir kısmı, Allah Teâlâ’nın bize anlattığıdır.

Avam, Hz. Musa’nın getirdiği şeyi sihirbazların getirmiş olduğu şeyle aynı saymıştır. Avama göre Musa’nın getirdiği, sihirbazlarınkinden daha güçlüydü ve Musa’nın yılan olan asasının diğer yılan görüntü­lerini yutmasının gösterdiği kadarıyla Musa sihri daha iyi biliyordu. Bunun üzerine şöyle demişler: ‘Musa’nın yaptığı büyük bir sihirdir.’ Si­hirbazlara göre Musa’nın mucizesi, sadece onun korkması, iplerden ve asalardan özellikle yılanların suretlerini almasıydı. Çünkü böyle bir şey, ille bakışta Musa’dan meydana gelen korku nedeniyle, nefsin gücü ve isimlerin özelliklerinin dışındadır. Fiil ise, Allah Teâlâ’dan gelmiştir.

Sihirbazlar asa ve ipleri yılan şeldinde göstermekle görenlerin göz­lerini şaşırtınca, Allah Teâlâ onlara bildikleri işten yaklaşmak istemiştir. Nite­kim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların yaptığı şaşırtmayla kendilerini şaşırt­tık.’250 Çünkü Allah Teâlâ, işlerde ilişkileri gözetir. Böylece asayı insanların genelinin gözünde sihirbazların asalarının yılan olması gibi yılan yap­mış, sihirbazları da Musa’nın korkmasını göstermekle şaşırtmıştır. Böy­lece onlar, Musa’nın yılandan korktuğunu zannetmiştir. Hâlbuki Musa, gerçekte yılanlardan korkmuyordu. Nitekim bu durum, kendisine ‘onu eline al ve korkma’251 diye emrettiğinde, Allah Teâlâ tarafından birinci fiilde daha önce gerçekleşmişti. Böylece Allah Teâlâ, onu yılanlardan korkmaktan men etmiş, bunun onun adına bir mucize olduğunu bildirmiştir. Mu­sa’nın ikinci korkusu, delil ve şüphe karışmasın diye, insanlara karşıydı. Hâlbuki sihirbazlar, onun yılanlardan korktuğunu zannetmiş, onlar in­sanları şaşırttıkları gibi Allah Teâlâ da Musa’nın korkmasıyla sihirbazları şa­şırtmıştı.

Bu durum, ilişkileri gözetmede işin zirvesidir. Çünkü sihirbazlar, Musa’nın korkusunun kanıda baskın gelmekten kaynaklandığını anlasa­lardı, imana koşmazlardı. Sonra, Musa’nın yılanı diğerlerini yutmuş, onların yılanlarından ise yutma veya herhangi bir etki meydana gelme­miştir. Çünkü onlar gerçekte ip ve asaydı.

Bu bölümde zikrettiğimiz bu menzil, doğa ilimlerinden tikel bir ilme komşudur. Bu tikel ilim, mucizeler ilmidir. Çünkü o, nefsin bir kuvveti veya isimlerin özelliklerinden meydana gelmiş değildir. Çünkü asanın yılan haline gelmesi Musa’nın himmeti veya ona verilen isimlerin gücünden kaynaklansaydı, Musa ‘geriye dönüp kaçmazdı.’ Buradan, aracılığıyla mucizelerin gerçekleştiği kimsenin bilmediği Hakk’ın ilmin­de bulunan bazı durumlar olduğunu anladık. Bu menzil, bir hile olma­yışında peygamberlerin getirmiş olduğu şeye komşudur. Fakat onlar, peygamberlerin mucizeleri gibi değildir. Çünkü peygamberlerin getir­dikleri mucizeler hakkında bilgileri yoktur. Bunlar, velilerin himmetleri veya nefislerinin gücü veya doğrulukları sayesinde ortaya çıkar. Bunlar­dan hangisini istersen söyleyebilirsin. Bu nedenle onlara keramet denil­miş, mucize veya sihir diye isimlendirilmemişlerdir.

Çünkü mucize, ya engellenerek veya -nefsin gücünün olmayışı ve isimlerin özelliklerinin dışında kalmasından dolayıinsanın gücünün ye­teceği bir şey olmaması nedeniyle, yaratıkların benzerini yerine getir­mekten aciz kaldığı şey demektir. Mucizeler, peygamberlerin ellerinde ortaya çıkar. Sihir ise, gerçekte doğru olmadığı halde, içinde doğruya dönük bir yön bulunan şeydir. Kelime, zamanla ilgili seher (vakti) ke­limesinden türetilmiştir. Seher, ışık ve karanlığın karışımı demektir. Başka bir ifadeyle seher, kendisine sabah aydınlığı karıştığı için, ne ge­cedir ne de güneşin ışığı gözlere vurmadığı için gündüzdür. Sihir deni­len şey de böyledir. Sihir, ne mutlaka geçersiz sayılıp yok olan bir şey­dir. Çünkü göz belirli bir durumu algılamıştır ve bunda kuşku yoktur.

Aynı zamanda sihir, sırf.gerçeklik de değildir. Böyle olsaydı, dışta varlı­ğı olurdu. Çünkü gözün tanık olduğu ve görenin zannettiği gibi sihrin kendiliğinde varlığı yoktur.

Velilerin kerametleri ise, sihir kabilinden şeyler değildir. Çünkü ke­rametlerin kendiliklerinde varlıksal bir gerçeklikleri vardır. Fakat onlar, mucize de değildir. Çünkü keramet (mucizenin peygamberin bilgisinin ve himmet gücünün dışında gerçekleştiğini hesaba katarsak), bilgi ve himmet gücüne dayanarak meydana gelir.

Sülemî’nin aktardığı Uleym’in ‘Rabbin olan hakikatin nedeniyle sen altın görürsün, gerçekte hakikatler başkalaşmaz’ demesine gelince, bunun anlamı şudur: Uleym, adamın gördüğü şeyin gözünde büyüdü­ğünü anlayınca, kendisine şöyle demiş: ‘Kendini bilmen, gördüğünden daha değerlidir. O bilgiyle nitelen. Çünkü kendini bilmen, sütunun gerçekte altın olmasından daha kıymedidir.’ Böylece ona hakikatlerin değişmeyeceğini öğretmiştir. Gerçekte söylediği doğrudur. Başka bir ifadeyle taş olan bir şey altına dönüşmez. Çünkü taşlık hakikatini bu cevher kabul etmiştir. Nitekim cisim sıcaklığı kabul etmiş ve ona sıcak denilmiş. Allah Teâlâ, bu cevhere altın sureti giydirmek isteyince, taş suretini ondan çıkarmış, altın suretini giydirmiştir. Böylece cevher veya cisim, sıcak cisimden sıcaklık soyutlanarak soğukluk giydirilip soğuk Hakk gel­diği gibi, taş ve akın olarak ortaya çıkmıştır. Bu örnekte sıcaklık soğuk­luğa dönüşmemiştir. Soğuk cisim, bizzat sıcak olan şeydir. Şu halde gerçekler değişmemiştir.

Uleym’in öyküsü de böyledir: Kendisine dokunulduğunda altın su­retini kabul eden cevher, daha önce taş suretini kabul etmiş cevherdir. O cevher, bizzat bu cevherdir. Şu halde ne taş altına dönüşmüş ne de altın taşa dönüşmüştür. Nitekim maddesel cevher, su suretini kabul et­miş, ona su denilmiştir. Suyu kaba koyup buhara dönüşünceye kadar ateşte' kaynatıldığında, bu durumda su suretinin kesin olarak ondan git­tiğini ve buhar suretini kabul ettiğini anlarsın. Böylece o, en büyük un­suruna yükselmek ister. Nitekim su sureti kendisinde bulunduğunda ise, en büyük unsurunu talep edip aşağıya düşer.

İşte bu, velilere özgü olan ve mucize ilmine bitişik himmede ilgili ‘kuşkusuz hakikatler başkalaşmaz’ anlamındaki Uleym’in sözünün an­lamıdır.

Uleym’in, ‘rabbin karşısında senin hakikatin nedeniyle’ ifadesine gelince, yani hakikatini öğrendiğinde kendini zayıf, ölü, aciz ve bu cev­her gibi varlığı olmayan mutlak bir kul olarak bulursun. Bu cevher, su­retleri giymediği sürece, onun varlıkta bir görüntüsü ortaya çıkmaz. İş­te bu kul, ilahi isimlerin suretlerini giyer, onlar sayesinde dış varlığı or­taya çıkar. Giydiği ilk elbise ise varlıktır. Böylece var olan bir şey olarak ortaya çıkar ve varhk oluşu yönünden varlığın kabul ettiği her şeyi ka­bul eder. Bu bağlamda, Hakkın ona giydirdiği bütün ilahi isimleri ka­bul eder. Bu esnada el-Hay, el-Kâdir, el-Alim, el-Mürîd, es-Semî’, elBasîr, el-Mütelcellim, eş-Şekûr, er-Rahîm, el-Hâlılc, el-Musavvir ve di­ğer bütün isimlerle nitelenir. Nitekim bu cisim de taş, altın, gümüş, kurşun, su ve hava ile nitelenir. Bu nitelikler, var olmakla birlikte, cisimlik hakikati hiç birinden ayrılmaz. Aynı şekilde, bu ilahi isimler ken­disinde bulunmakla beraber, insandan da bir kul olması ayrılmaz.

İşte bu Uleym’in, ‘rabbin karşısındaki hakikatin’, yani ‘hakikatinin rabbinle irtibatı’ deyişinin anlamıdır. Böylece, onda ortaya çıkan ilahi bir suretten yoksun kalmaz. Bu cisim de, kendisinde ortaya çıkan suret­ten yoksun değildir. Sen, ilahi isimlerle halden Hakk girip her surete gö­re diğer isimden farklı bir isim aldığın gibi, kendisi nedeniyle değil, ni­telik nedeniyle bu cevhere de taş veya altın adı verilir.

Geçen ifadelerimizde, âdetin aşılmasındaki üç kısmı açıklamış ol­duk: Bu üç kısım, mucizeler, kerametler ve sihirdi. Bunların dışında âdetin aşılmasının başka bir tarzı yoktur. Kerametler ile himmet gücün­den meydana gelen şeyi kastediyorum, yoksa o şahıs için meydana ge­len ilahi yakınlığı kastetmiyorum. Çünkü o, bir aldatma ve tuzak olarak da meydana gelebilir. Genellikle olduğu için, ona keramet dedim. Onda tuzak ise son derece azdır.

İşte bu menzil, peygamberlerin mucizelerine bitişiktir. O, doğa ilimlerinden tikel bir ilimdir ve sihre yalcın değildir. Çünkü velinin ke­rameti ve âdeti aşması, peygambere uymak ve sünnetine göre yaşamak­la meydana gelir. Dolayısıyla keramet, adeta o peygamberin mucizesindendir. Çünkü peygambere uymakla, uyma gerçekleştiği için lcerameder ortaya çıkmış, bu nedenle ona bitişmiştir.

Bu menzilin kutupları, kendi himmetinin dışında üzerinde âdetin aşılmasının gözüktüğü her velidir. Böylece himmeti vasıtasıyla âdetin aşılmasının kendisinden ortaya çıktığı kimseden peygamberliğe daha yakın olur. Peygamberler ise, asılları üzere, kullardır. Bu menzilin ku­tupları da öyledir. Hallerin peygamberlerin hallerine yaklaştığı ölçüde, kullukta daha sağlam bulunursun ve senin lehinde kanıt ortaya çıkar, şeytanın üzerinde bir otoritesi olmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kullarımın üzerinde bir otoriten yoktur.’252 Başka bir ayette ise ‘Şeytan, önünden ve ardından insana gelir.’253 Şeytanın peygamberlerde hiçbir et­kisi olmadığı gibi onlara yalan olanlara da bir etkisi yoktur.

Bu müşahede mertebesini gördüğümde, şöyle başlayan bir kaside okudum:

Bir gece melekler kalbime tenezzül etti

Bir gerdanlık gibi onun etrafında döndüler

Lanetlinin aktarmasından sakınmak için; gördüğünde.

Gayb ilimlerinin kalbe indiğini

İşte bu bizim gibilerde Allah Teâlâ’nın korumasıdır

Onun peygamberleri koruması ise hiç kuşkusuzdur

Kasidenin tamamı, elinizdeki kitabın üç yüz otuzuncu bölümünün başında zikredilmiştir.

(Bedenlerin Ruhlaşması ve Ruhların Bedenleşmesi)

Bu bölümün sırlanışı, âdetin aşılması mertebelerinden zikrettiğimizdir. Ondaki sırlara gelince, bunlar görünmede insanın ruhanilere katılması, surette ruhanilerin insana katılması, onlardan bir suretin ken­disiyle göründükleri surete benzemesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona ya­kışıklı bir adam suretinde görünmüştür.’254 Böylece Cebrail, bir ruh oldu­ğu gibi, o da ruh diye isimlendirilmiştir. Bu nedenle Cebrail gibi ölüleri diriltmiştir. İbn Abbas şöyle der: ‘Cebrail, yeryüzünün hangi parçasına dokunursa dokunsun, o parça hayat bulur.’ Bu nedenle Sâmiri, Musa’ya gelişinde tanıdığı Cebrail’in ayak izinden bir tutam almıştı. Sâmiri, Cebrail’in bastığı yerin ve dokunduğu şeylerin canlanacağını biliyordu. Böylece peygamberin izinden bir tutam almış, onu yapmış olduğu bu­zağıya atmış, böylece buzağı canlanmış. Bu durum, şeytanın Sâmiri’nin nefsine aktardığı bir bilgiydi. Çünkü şeytan, ruhların konumunu bili­yordu. Böylece Sâmiri, içinde bu gücü bulmuş, onun İblis’in ilkası ol­duğunu anlamamış ve şöyle demiş: ‘İşte nefsim bunu bana böyle süslemiş­tir.’255 İblis ise, içinde Allah Teâlâ’ya ortak koşma inancı bulunduğu için, Sâmiri’yi saptırma hırsından yapmıştır.

Böylelikle Hz. İsa, mana, isim ve görünür surette Cebrail’in sure­tinde ortaya çıkmış, insan ruhaniye katışmış, ruhani aynı mertebede beşer suretine katılmıştır.

Bu bölümde bu kadarı yeterlidir. Çünkü bu bölüm geniş konuları içerir. Hz, Meryem, Asiye ve peygamberlerin hakikatleriyle ilgili geniş konuları ele almak gerekir. Çünkü bu, yetkinlik menzilidir. Onu elde eden kimse, türünün oğullarının efendisi olur, celal ve cemal sahibi kar­şısında hükümran olarak ortaya çıkar. Bu makam, Ebû Yezid elBestami ve Efrad’ın makamlarından biridir.

Allah Teâlâ halde söyler ve doğruya ulaştırır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar