FUTUHAT-I MEKKİYYE'NİN DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla Üçüncü
Bölümün Devamı
(Temel Soru Edadan)
, Temel soru edadan, dörttür. Hel
(mi), mâ (ne), keyfe (nasıl), lime (niçin).
Hel ve lime, iki basit ruhanî soru
edatıdır. Onlara mâ hüve? (o nedir?) sorusu eşlik eder. Hel ve lime yalınlar
için geçerli soru edatıdır. Çünkü ‘mâ hüve’de (o nedir, mahiyet) bir çeşit
bileşiklik vardır.
Hakikatin
verdiği hüküm bakımından bu dört soru edatı içinde Allah Teâlâ hakkında soru
sorabilmeyi sağlayacak herhangi bir edat yoktur. Çünkü tevhit bilgisinden
bilinebilecek şey, Allah Teâlâ’dan başkasında bulunan şeyin Allah Teâlâ’dan
olumsuzlanmasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Onun benzeri yoktur.,m Başka bir ayette ise ‘Onların nitelemesinden Rabbim münezzehtir’307
denilmiştir. .
O halde olumsuzlamayı bilmek, Allah Teâlâ’yı
bilmek demektir. Aynı şekilde, ruhlar hakkında da nasıl diye soru sormamız
mümkün değildir. Onlar, böyle bir sorudan münezzehtir. Çünkü onların haldkaderi
bu ibareye aykırıdır.
Ruhlar hakkında kullanılan soru
edadarının Allah Teâlâ hakkında kullanılması da caiz değildir. Yaratan ve
kendisini yoktan var eden Rabbinin mertebesine hürmet eden muvahhit (birleyen) ve
muhakkik’in Allah Teâlâ hakkında bu lafızları kullanması uygun değildir.
O halde Allah Teâlâ, bu soru
edadarıyla asla bilinemez.
(Zatıyla Algılanan, Fiiliyle Algılanan ve Asla Algılanamayan)
Hakkın dışındaki her şeyi
incelediğimizde, onların iki kısım olduğunu gördük. Bir kısmı zatıyla
algılanır. Bunlar, duyulur ve yoğun şeylerdir. Bir kısmı, fiiliyle algılanır.
Bu kısım, akledilir ve lâtif şeylerdir. Bu meyanda akledilir, duyulur olandan
daha üstündür. Bu üstünlük, onun zatının algılanamayışı ve sadece fiiliyle
algılanmasıdır.
Yaratılmışların özellikleri böyle
olunca, Allah Teâlâ duyulur şeyler gibi zatı ile ya da lâtif veya akledilir
şeyler gibi fiiliyle algılanmaktan münezzehtir. Çünkü Allah Teâlâ ile
yaratıklar arasında hiçbir bağıntı yoktur. O’nun zatı bizim tarafımızdan idrak
edilemez ki, duyulur şeye benzesin! Onun fiili lâtif şeylerin fiili gibi
değildir ki, lâtife benzesin! Çünkü Hakkın fiili, herhangi bir şeyden
olmaksızın bir şeyi yaratmaktır (ibda’). Ruhsal lâtifin fiili ise bir şeyi başka
bir şeyden yapmaktır. Şu halde, onlarm arasmda hangi münasebet olabilir ki?
Fiilde münasebet imkânsız olduğuna göre zatta benzerlik olamayacağı daha
açıktır.
Bu bölümden bir şeyi iyice öğrenmek
istersen, yapılan ürünlerin türlerine göre fiilin ürününe bakmalısın! Örnek
olarak gömlek ve sandalye gibi yapım ürünlerini verebiliriz. Bu gibi ürünlerin
yapıcısını bilmediğini gördük. Şu var ki söz konusu şey, varlığıyla
yapıcısının varlığına kanıt olduğu gibi aynı zamanda onun yaptığı işi
bildiğini de gösterir. Aynı şey, felek ve yıldızlar gibi oluşturulan ürünler
için geçerlidir. Söz konusu, şeyler de, kendilerini oluşturanı veya onları
birleştireni bilemez. O, kendilerini ihata eden tümel nefs’tir. Doğal ürünler
de böyledir. Örnek olarak, maden, bitki ve hayvanlardan türeyen şeyleri verebiliriz.
Onlar, doğal olarak bir şeyi meydana getirir, fakat kendi faillerini
bilemezler. Bu fail, felek ve gezegenlerdir.
O halde felekleri bilmek, onların
cisminden gördüğün ve duyunun algıladığı şey değildir. Güneşin cismi nerede,
onun kendisini görenin gözündeki varlığı nerede! Felekleri bilmek, ancak onlarm
ruhları ve anlamları yönünden söz konusu olabilir. Allah Teâlâ söz konusu ruh
ve anlamı felekleri ve içerdikleri şeylerin sebebi olan kuşatıcı tümel nefsten
var etmiştir.
(Başka bir şeyden) sudur yoluyla
çıkan edilgen de böyledir. Söz konusu şey, ed-Dıhyetü’l-Kelbî suretinin Cebrail
hakikatinden meydana gejişi gibi, akıldan meydana gelen tümel nefstir. Tümel
nefs, hiçbir zaman kendisinden çıktığı şeyi bilemez, çünkü o, aklın, ihatası
altındadır ve akıl onu kuşatmıştır. Çünkü tümel nefs, aklın düşüncelerinden
birisidir. Tümel nefs, ilk akıldan kendisinde bulunan şey zaten sahip olduğu
şey ise üzerinde bulunan bir şeyi nasıl bilebilir? Şü halde tümel nefs, akıldan
ancak kendisinin üzerinde bulunduğu şeyi öğrenebilir. Başka bir ifadeyle tümel
nefs, kendi sebebini değil, ancak kendisini bilmiştir.
Aynı şey, İbdaî ürün (bir şeyden
olmaksızın var edilen) için geçerlidir. İbdaî ürün bize göre Hakikat-i
Muhammediye, başkalarına göre ilk akıl’dır. İlk Akıl, Allah Teâlâ’nın bir
şeyden olmaksızın var ettiği Yüce Kalemdir. Yüce Kalem, daha önce zikredilen
bütün mehillerden failini algılamada daha yoksun ve acizdir. Çünkü daha önce
zikredildiği gibi, bütün fail ve mefuller arasında bir çeşit münasebet ve
benzerlik vardır. Dolayısıyla meful, aralarındaki münasebet ölçüşünce faili
bilebilir. Bu münasebet ise ya cevherlik veya başka bir yöndendir, ilk
yaratılan (mübdâ-i evvel) ile Hakk arasında ise kesinlikle bir münasebet yoktur.
Binaenaleyh o, başka sebeplerden meydana gelen diğer şeylerden failini bilmede
daha acizdir. O halde mefiılün birçok açıdan kendisine benzediği sebebi olan
failini algılama ve bilmede aciz olduğu sabittir.
Bu meseleyi anla ve iyice öğren!
Çünkü ö, Hakkı birleme ve yaratılmış bilginin Allah Teâlâ’ya ilişmedeki
acizliği bahsinde çok önemli bir meseledir.
(Beş Duyu ve Gerçekte İdrak Ettikleri
Şeyler)
(İnsanın bilme yetisi hakkında)
vardığımız görüşü, insanın bütün bildiklerini beş gücünden birisiyle algılaması
destekler: Birincisi, duyu gücüdür ki, beş kısma ayrılır: Koklamak, tatmak,
dokunmak, işitmek ve görmek. Göz, belirli bir yakınlık ve uzaklıktaki renkleri,
değişmeleri ve şahısları algılar. Gözün bir mil uzaklıktan algıladığı şey, iki
mil uzaktan algıladığından farklı olduğu gibi yirmi kulaç uzaktan algıladığı
şey bir mil uzaktan algıladığı şeyden farklıdır. Gözün karşısında durup eli elinin
içindeyken algıladığı şey, yirmi arşın öteden algıladığı şey değildir. Ya da
insan mıdır, ağaç mıdır bilmeden, iki mil öteden somut olarak bir şeyi
algılamak, onun insan ve belli bir boyda olduğunu bilerek bir mil uzaktan
algılamak ya da beyaz veya siyah olduğunu bilerek yirmi arşm öteden algılamak
ya da karşısında bulunduğunda onun sürmeli veya mavi gözlü olduğunu bilerek
algılamak gibi değildir. Bütün duyular, algıladıkları şeylerde bu tarz bir
yakınlık ve uzaklık ilişkisine sahiptir.
el-Bâri (Allah Teâlâ), duyulur bir
şey değildir. Başka bir ifadeyle, O’nu bilmek istediğimizde, duyu vasıtasıyla
algılanan bir şey değildir. O halde Allah Teâlâ’yı duyu yoluyla öğrenemeyiz.
Bu meyanda hayal gücüne gelince,
hayal gücü, sadece duyunun verilerini ya verdiği tarzda ya da bazı duyulurları
diğerlerine yükleyerek düşünce gücünün verdiği tarzda zapt eder. İşte, fikir
ehlinin Allah Teâlâ’yı bilme yöntemleri burada sona erer. Dolayısıyla bu,
onlarm dilidir, bizim dilimiz değil. Gerçi onlarm yöntemi de doğru olsa bile,
biz o yöntemi kendilerine nispet ediyoruz. Çünkü bu yöntem onlardan aktarılmıştır.
Binaenaleyh hayal gücü, her nasıl idrak ederse etsin, duyudan asla ayrılamaz.
Hâlbuki bize göre duyunun Allah Teâlâ’ya ilişemeyeceği kesin olarak sabittir.
Dolayısıyla hayalin O’na ilişmesi geçersizdir.
Allah Teâlâ’yı bilmede müfekkire
gücüne gelince, insan her zaman kendi nezdinde bulunan şeyler hakkmda
düşünebilir. Kendi nezdinde bulunan şeyleri ise duyulardan ve aklın
ilkelerinden öğrenmiştir. Düşünce gücünün hayal hâzinesinde bu veriler
üzerindeki çalışmasından ise bu şeyler ile arasında münasebet bulunan başka bir
şey hakkmda bilgi gerçekleşir. Allah Teâlâ ile yarattıkları arasmda bir
münasebet yoktur. O halde, fikir yönünden Allah Teâlâ’yı bilmek mümkün
değildir. Bu nedenle âlimler Allah Teâlâ’nın zatı hakkmda düşünmekten men
edilmiştir.
Akıl kuvvetinin de Allah Teâlâ’yı
algılaması mümkün değildir. Çünkü akıl, sadece bedîhi olarak bildiği ya da fikrin
verdiği şeyi kabul edebilir. Daha önce, fikir gücünün Allah Teâlâ’yı
algılayamayacağı belli olmuştu, dolayısıyla akim fikir yönünden Allah Teâlâ’yı
algılaması da geçersizdir. Fakat akıl olması itibarıyla onun sınırı, kendi
nezdinde meydana gelen şeyi akletmek ve zapt etmektir.
Allah Teâlâ akla kendisini bilmeyi
ihsan etmiştir. Böylelikle akıl, ihsan edilen bilgiyi fikir gücü bakımından
değil, akıl olması bakımından akleder. Bu imkânsız görmediğimiz bir durumdur.
Çünkü Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına ihsan ettiği bu bilgiyi, akıl, kendi
başına algılayamaz. Fakat onu kabul edebilir. Dolayısıyla söz konusu bilgiye
delil veya kanıt getiremez. Çünkü o bilgi, aklın algıladığı şeylerin
ötesindedir.
Sonra, (Allah Teâlâ’ya ait) bu zati
niteliklerin ifadesi de mümkün değildir. Çünkü onlar, örnekleme ve kıyasın
dışındadır. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘benzeri olmayandır.’ Şu halde bu bilgiden
kendisine her hangi bir şey açılmamış her akıl, bu bilginin açıldığı başka bir
akla sorar (sormalıdır). Fakat kendisine sorulan bu akıl, o bilgiyi ifade
edemez ve ona güç yetiremez. Bu nedenle Hz. Ebû Bekir ‘idraki idrakten acizlik,
idraktir’ demiş. Bu sözün iki yorumu vardır. Anla!
; Şu halde Allah
Teâlâ’yı düşünce ve teorik araştırma yönünden aklıyla bilmek isteyen,
şaşırmıştır. Yapması gereken, Allah Teâlâ’nın bu konuda ihsan edeceği şey için
hazırlanmak olmalıdır.
Hatırlama gücüne gelince, bu gücün de
Allah Teâlâ’nın bilgisine ulaşması mümkün değildir. Çünkü hatırlama gücü,
sadece akim önceden bilip unuttuğu ya da ihmal ettiği şeyi hatırlayabilir.
Kendisi, onu bilmez. O halde hatırlama gücü Allah Teâlâ’nın bilgisine ulaşamaz.
İnsanın insan oluşu yönünden ve
zatının kendisine verip içinde kendisinin bir tür çabasının bulunması
itibarıyla algılayabileceği şeyler bunlardır. Geride, aklın Hakkın kendisini
bilmekten ihsan edeceği şeyi kabul için hazırlanması kalmıştır. O halde insan,
varlığm(m) bilgisi ve O’nun bir ve ibadet edilen olduğundan başka, delil
yönünden Allah Teâlâ’yı asla bilemez. Çünkü idrak eden insan, bir şeyi ancak o
şeyin benzeri kendisinde bulunduğunda idrak edebilir. İdrak ettiği şeyin
benzeri kendisinde yok ise onu asla idrak edemez ve bilemez. Herhangi bir şeyi
o şeyin benzeri kendisinde bulunmadan bilemediğine göre, insan ancak kendisine
benzer ve aynı şekle sahip bir şeyi bilebilir. Allah Teâlâ ise hiçbir şeye
benzemez ve hiçbir şeyde O’nun benzeri bulunmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ,
hiçbir zaman bilinemez.
(Doğal Şeyler, Ancak Benzerlerinden
Beslenir)
Vardığımız, bu görüşü, doğal
varlıkların ancak kendi benzerlerinden beslenebilmesi olgusu destekler. Onlar
benzeşmediği şeylerden kesinlikle gıda kabul etmez. Örnek olarak, maden,
bitki, hayvan gibi dört unsurdan meydana gelmiş şeyleri verebiliriz. Bunlar,
ancak bu dört unsurdan gıda alabilir. Bunun nedeni, kendilerinde bu dört
unsurdan bir pay bulunmasıdır. Her hangi bir yaratılmış bu unsurların bileşimi
olan bedeninin gıdasını onların dışındaki veya onların bileşimi olmayan bir
şeyden elde etmek isterse bunu yapamayacaktır.
İşte, bir doğal cisim ancak
kendisinden meydana geldiği unsurların bileşimi olan bir şeyden
gıdalanabileceği gibi aynı şekilde hiç kimse içinde benzerinin bulunmadığı bir
şeyi bilemeyecektir. Baksanıza! Nefs akıldan ancak kendisinde ortak ve benzer
olduğu şeyleri kabul eder. Ortak olmadığı şeyleri ise asla öğrenemez. Hiç
kimsede Allah Teâlâ’dan bir şey bulunmaz ve her hangi bir şekilde bu mümkün
değildir. Dolayısıyla hiç kimse kendi nefsinden ve düşüncesinden Allah Teâlâ’yı
bilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ
gözlerden perdeli olduğu gibi akıllardan da perdelenmiştir. Yine kuşkusuz
Mele-i a’lâ (Yüce topluluk) da sizler gibi O’nu talep eder.’ Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, aklın fikir gücüyle ya da baş gözü gibi iç gözünün
de Allah Teâlâ’yı idrak edemeyeceğini bildirmiştir.
İşte bu, daha önceki bölümde işaret
ettiğimiz meseledir. Hamd ilham ettiği ve bilmediğimiz şeyi bize öğrettiği
için Allah Teâlâ’ya olsun. Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın ihsanı çok büyüktür.
(Tenzih, Teşbih ve Benzerliğin
Olumsuzlanması)
Tenzih, benzeşme ve teşbihin
olumsuzlanması böyle olmalıdır. Teşbih ehlinden sapanlar, Allah Teâlâ için
zorunlu tenzihi dikkate almaksızın, tevil edip ayet ve rivayetleri zihne
gelmeyen anlamlara yordukları için sapmıştır. Bu tutum, onları tam bir
bilgisizliğe ve katı inançsızlığa sevk etmiştir. Esenliği isteyip rivayet ve
ayederi -tevile sapmaksızınolduğu gibi bırakıp ‘bilmiyoruz’ deseler ve onların
bilgisini Allah Teâlâ’ya ve peygamberine havale etmiş olsalardı, hiç kuşkusuz,
bu durum onlar âdına daha hayırlı olurdu.
(Böyle yapsalardı), Allah Teâlâ’nın ‘O’nun benzeri yoktur’308 demesi onlara
yeterdi. Her ne zaman teşbih anlamı içeren bir hadis kendilerine gelse o
hadiste kuşkusuz Allah Teâlâ (kendisini) bir şeye benzetmiş, bununla birlikte
benzemeyi kendisinden nefyetmiştir. Dolayısıyla böyle bir rivayetin Allah
Teâlâ’nın bilebileceği ve Kur’an’ın diliyle indiği Arabın anlayışına göre
getirilmiş bir tenzih yorumu olmalıdır.
Vakıa, bir ayet ya da rivayette
sadece teşbih hakkındaki tek bir cümle bulamazsın. Böyle bir lâfzın Araplara
göre çeşidi yorumları olduğunu görürsün. Bunların bir kısmı teşbihe, bir
kısmı, tenzihe yol açar. Tevil edenin böyle bir lâfzı sadece teşbihe götürecek
şekilde yorumlaması, o lâfza karşı haksızlıktır. Çünkü böyle yapmakla lâfzın
dildeki kullanımının gerektirdiği hakkı lâfza vermemiş olmaktadır. Bu
davranış, Allah Teâlâ’ya yaraşmayan bir şeyi kendisine yüklem yaptığı için, Allah
Teâlâ’ya karşı da bir haksızlıktır.
Biz aşağıda -Allah Teâlâ izin
verirseteşbih hakkında gelen ve teşbihi bildirmeyen bazı hadisleri
zikredeceğiz: ‘En kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Allah
Teâlâ isteseydi, hepsine hidayet ederdi.’309
(Hadislerde Teşbih ve Cisimleştirme)
Bunlardan birisi, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisidir: ‘Müminin kalbi Allah Teâlâ’nın iki
parmağı arasındadır.’ Akıl hakikat ve mecazın konumunun gereğine göre, Allah
Teâlâ hakkında uzvu imkânsız görür. Parmak ise ortak anlamlı bir lâfızdır, uzuv
anlamında kullanılabildiği gibi nimet anlamında da kullanılabilir.
Çoban der ki:
Aşası zayıf, damarları çıkmış iken toprak, .
. •
İnsanlar verimsiz
bir yıl geçirdiğinde,
Onun üzerindeki nimeti
(parmağı) görürsün.
Yani: ‘Onun üzerinde kendisine iyi
bakmakla nimetten güzel bir eser görürsün:’ Araplar şöyle der: ‘Falancanın malı
üzerindeki parmağ? ne güzeldir!’ Yani ondaki eseri ne güzeldir. Bu ifadeyle,
kendisinde iyi tasarrufta bulunduğu için malının artması kastedilmiştir.
En, hızlı değişim, hacimlerinin
küçüklüğüne rağmen taşıdıkları kudretin yetkinliği nedeniyle parmakların
değiştirdiği şeydeki değişimdir. Parmakların hareketi, elin ve başka
organların hareketinden daha hızlıdır. Allah Teâlâ’nın kullarının kalplerini
değiştirmesi en hızlı değiştirme olduğu için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir duasında bunu Araplara onların anlayacağı tarzda açıklamıştır. Bize
göre değiştirmek elle olabileceği için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
değiştirmeyi parmaklara bağlamıştır. Çünkü parmaklar eldendir ve el içindedir.
Parmaklarda hız ise daha yerleşiktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
duasında şöyle derdi: ‘Ey kalpleri çeviren! Benim kalbimi senin dininde sabit
tut.’ Allah Teâlâ’nın kalplerideğiştirmesi, onlarda iyilik ve kötülük niyeti
yaratmasıdır. İnsan çelişik düşüncelerin kalbine ardarda geldiğini hisseder.
Bu durum, Hakkın kalbi şekilden şekle sokmasıdır ve insan kalbiyle ilgili bu
durumu kesin bir şekilde bilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Ey kalpleri çeviren! Benim kalbimi senin dininde sabit tut5
buyurur.
Bu hadis hakkında Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in eşlerinden birisi kendisine şöyle sormuş: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Yoksa sen de mi korkuyorsun?’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem cevap vermiş: ‘Müminin kalbi Allah Teâlâ’nın parmaklarından
iki parmak arasındadır.’ Böylece kalbin imandan inançsızlığa ve bu ikisinin
altında bulunan şeylere süratle geçtiğine işaret etmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ona günah ve takvasını ilham etmiştir.’31°
Bu ilham, değiştirmedir. Parmaklar hızı ifade eder. Hadiste zikredilen
parmakların çift olması ise iyi ve kötü düşüncedir.
Parmaklar hakkında zikrettiğimiz şey
bilinip parmak, uzuv, nimet ve iyi eser anlamına geldiğine göre, acaba bu
tenzih yorumları kendisini talep ettiği halde, onu hangi anlamda uzuv diye
yorumlayabilirsin ki? Bu ifade karşısında ya susup bilgisini Allah Teâlâ’ya ve Allah
Teâlâ’nın bildirdiği gönderilmiş peygamber veya ilham alan veliye havale
ederiz. Fakat bu durumda, uzuv anlamını ondan kesinlikle nefyetmeliyiz ki bu
zorunludur. Ya da vazifemiz olmayan bir işin bize gelip bize egemen olması
gerekir. Şu var ki, biz bidatçi-cisimleştiren ve teşbih yapana karşı bunu
ortaya koymalıydık. Dolayısıyla bü anlatılan gereksiz değildir. Aksine, bilen
kişinin bu esnada söz konusu lâfızdaki tenzih yorumunu açıklaması şarttır.
Böylece bu açıklamayla cisimleştirmeyi kabul edenin delili çürütülür.
Allah Teâlâ bize ve ona
(cisimleştiren mücessimeye) tövbe nasip eylesin, onu (bu gibi ifadedeki
anlamını) kabul etmekle rızıklandırsın! Şu halde teşbih zannı veren böyle bir
kelimeyi söylediğimizde, onu Allah Teâlâ’ya yakışır bir anlamda açıklamamız
şarttır. İşte bu, aklın dilde kelimenin kullanımı hakkmdaki payıdır.
(Kalbin İki Parmaktan Nasibi)
İki parmak, zatî yetkinlik sırrıdır.
Söz konusu yetkinlik, kıyamet günü gözlere açıldığında insan babasını tutar
-kâfir iseve ateşe atar. Bundan dolayı hiçbir acı duymadığı gibi babasına şefkat
de duymaz. Anlamları bir lâfızları farklı bu iki parmak nedeniyle, cennet ve
cehennem yaratılmış, en-Nûr ve el-Muzlim, el-Mun’im, el-Muntakim isimleri
ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh bu iki parmağı on parmaktan zannetmeyesin!
Bu bölümde
‘Allah Teâlâ’nın her iki eli de sağ eldir’ hadisinde gecen bir sırra işaret
etmemiz gerekir. Bu keşif bilgisidir. Çünkü cennet ehlinin iki nimeti vardır:
Cennet nimeti ve ateştekilerin ateşte gördüğü azap nedeniyle olan nimet.
Cehennem ehlinin de iki azabı vardır: Her iki grup Allah Teâlâ’yı isimleri
açısından görür. Nitekim onlar dünyada eşittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Allah Teâlâ hakkında dile getirdiği gibi kabza (tutuş, tutma yeri)
hadisinde işaret ettiğimiz ve anlamını belirttiğimiz bir sır vardır.. •• :
. • ... ' .
Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.311
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bütün yeryüzü O’nun kabzasıdır.’312 Başka bir
ayette ise ‘Gökler sağ elinde dürülmüştür’313 buyurur.
Akıl, kelimenin dil-, deki kullanımına bakar: Allah Teâlâ önce ayetin başında
kadrinin takdir edilmesini imkânsız kılmıştır. Çünkü zayıf akıllar, her hangi
bir yorumuyla teşbih ifade eden bir ayet ve rivayet kendilerine geldiğinde
teşbih ve meyleder cisimleştirmeye. Sadece âlimlerin anlayabileceği bu tenzihten
sonra ise Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bütün yeryüzü O’nun kabzasıdır.’314
Arapçada falan kabzam içindedir
denildiğinde, bununla onun hükmüm altında olduğunu kast edildiğini biliriz.
Benim elimde o kişiden herhangi parça olmayabilir, fakat benim emrim onda
işler ve duyusal olarak elimin sahip olduğu kimseye geçtiği gibi ve ona hâkim
olduğu gibi hükmüm ona geçer. Aynı şekilde şöyle derim: Mülküm kabzamdadır.
Bunun anlamı, mülküm kendi mülkiyetimdedir ye ben onda tasarruf edebilirim
demektir. Yani, mülküm kendisini benim tasarrufumdan alıkoyamaz. Onda tasarruf
edenler, benim izin verdiğim kölelerim olsa bile, malımı kullandığımda ve
tasarrufum esnasında şöyle söyleyebilirim: Malım tasarruf etmem için benim
elimdedir.
Allah Teâlâ’nın uzvu olamayacağına göre,
akıl kabzetmenin ruhuna, anlamına ve faydasına yönelmiştir: Bu da, o esnada
kabzedilen şeye sahip olmaktır. Gerçi kişi kabzettiğine sahip olmasa bile,
kesinlikle o şey mülkiyeti altında bulunur. Alem de, bu şekilde Hakkın
avucunun içindedir. Yeryüzü, ahirette Allah Teâlâ’nın kabzasıridadır. Burada,
bazı mülkler belirlenmiştir. Nitekim şöyle dersin: Hizmetçim kabzam içindedir.
Hizmetçi kabzan içinde bulunan kişilerden birisi olsa bile, sen onu belirli
bir nedenle özel olarak zikretmiş olursun.
Bize göre sağ el, mutlak-güçlü
tasarruf mahallidir. Çünkü sol el, sağın gücüne sahip değildir. Bu bağlamda,
Kur’an’da sağ el dürebilmenin simgesi olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla sağ
el, bir şeyi yapabilmeye işaret eder. Böylece Kur’an, Arapların zihnine kendi
bildikleri lâfızlarla yaklaşmış ve daha hızlı anlaşılabilmiştir.
Şair şöyle der:
Bir sancak şeref nedeniyle kaldırıldığında
Arap onu sağ eliyle tutar
Şeref için elle tutulur-duyulür bir
sancak yoktur, dolayısıyla sağ el, onu tutmaz. Binaenaleyh şair âdeta şunu
demek istemiştir: Şerefin duyulur bir sancağı ortaya çıksaydı, onun mahalli ya
da taşıyıcısı ancak Evs Arabmın sağ eli olabilirdi. Başka bir ifadeyle şeref,
sağ elle vardır ve onda yetkindir.
Şu halde Araplar, anlam bakımından
ortak olduğu için, uzuv kabul etmeyen şey hakkında da uzuv lâfızlarını
kullanmıştır.
• ı . - . • .
(Kalbin Sağ ve Soldan Payı: Gaybî Bakımdan
Sağ ve Sol)
Hakk kulun sırrına tecelli ettiğinde,
onu bütün sırlara sahip yapar, hürlerin içine katar, o kul sağ el yönünden zatî
tasarruf sahibi olur.
Çünkü sol elin değeri, dolaylı, sağ
elin şerefi, doğrudandır. Ardından alt anlamlara inebilirsin; Sağ elin değeri
hitaba, sol elin değeri tecelliye bağlıdır. İnsanın şerefi, kendi hakikatini
bilmesine ve onu öğrenmesine bağlıdır ve o sol eldir. İnsan olması bakımından
insanın ‘her iki eli’ sol olduğu gibi, Hakkın her iki eli de, sağ eldir.
, Birlik anlamına dönüp deriz ki:
Kulun iki eli de sağ eldir/Tevhide dönüp deriz ki: Onun iki elinden birisi sağ
el, diğeri sol eldir. Bazen cem’ halinde ve cem’ul-cem’ halinde olurum, bazen, fark ve farku’l-fark halinde
olurum. Bütün bunlar, gelen tecellinin hükmüne bağlıdır.
\ Yemenliyle karşılaşırsa bir gün Yemenlidir,
Adnanlı ile karşılaştığında ise,
. O zaman da Adnan kabilesindendir.315 :
Bunlardan birisi de şaşırma, gülme,
sevinme ve öfkelenmedir. Şaşırma, şaşılan şeyi bilmeyen bir varlıktan meydana
gelebilir, sonra onu öğrenir ve şaşar. Gülme de buna eklenir. Böyle bir şey Allah
Teâlâ hakkında imkânsızdır. Çünkü hiçbir şey Allah Teâlâ’nın bilgisinin dışına
çıkamaz. Varlıkta bize göre şaşılacak bir iş vuku bulduğunda, bu şaşırma ve
gülme, şaşırma ve gülmesi imkânsız olan kimseye hamledilir. Çünkü vuku bulan
şey, bize göre şaşılacak bir durumdur. Örnek olarak, taşkınlığı olmayan genci
verebiliriz. Böyle bir şey, şaşılacak bir durumdur. Söz konusu şey, Allah
Teâlâ katında bizim nezdimizde şaştığımız bir şeyin yerini almıştır.
Bazen gülme ve sevinme, kabul etmek
ve razı olmak anlamına gelebilir. Çünkü adına bir iş yaptığın ve bu nedenle
sana gülümseyip sevincini gösteren kimse yaptığın ö davranışı kabul etmiş ve
ondan hoşnut olmuş demektir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın gülmesi ve sevinmesi
de bizim fiillerimizi kabul etmesi ve bizden hoşnut olması anlamına gelir.
Nitekim O’nun öfkelenmesi de, intikam almak için kalbin kanının gale, yan
etmesinden münezzehtir. Çünkü Allah Teâlâ cisim ve araz olmaktan münezzehtir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın öfkelenmesi, hakkında öfkelenmenin caiz olduğu
kimselerden kızanın fiilini yapmayla ilgilidir. Allah Teâlâ’nın zalimlerden ve
emrine karşı çıkan ve sınırlarını aşanlardan intikam alması budur. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Ona öfkelendi/316 Yani
kendisine kızılanın cezasıyla onu cezalandırdı. Buna göre, cezalandıran
öfkelidir. Fiilin otaya çıkması, kendisine öfkelenilenin ismini ona vermek
demektir. Şu halde cezalandıran öfkelidir ve fiilin ortaya çıkması, ismi ona
verdirmiştir.
Tebessüm de sevinmeyle aynı anlama
girer. Bir rivayette şöyle bildirilmiştir: ‘Nariıaz kılmak ve zikir yapmak için
mescide giden adama Allah Teâlâ tebessüm eder. Alem yar olanlar nedeniyle Allah
Teâlâ’dan perdelenip Allah Teâlâ’dan başkasıyla ilgilendiğinde, bu fiilleriyle Allah
Teâlâ’dan gaflet içinde kalmış olurlar. Buna karşın, huzurun herhangi bir
çeşidiyle Allah Teâlâ’ya yönelip Allah Teâlâ da kendisini kullara sevdiren Hakk
ile sohbet, münacat ve müşahedenin hazzını kalplerine ihsan eder. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Sizi beslediği nimetleri nedeniyle Allah
Teâlâ’yı seviniz.’ Böylelikle Hakk tarafından bu fiil tebessüm kelimesiyle
ifade edilmiştir. Çünkü söz konusu fiil, sizin kendisine gelmenizle Hakkın
muduluk izhar etmesi demektir. Çünkü tebessüm, kendisine gitmenle neşelenen
kimsenin eylemidir. Sevincinin belirtisi ise kendi katında iyilik izharı,
sevinmek, nezdinde bulunan nimeüeri sana göndermektir. Bu nimeder Allah Teâlâ
katından kendisine yönelen kullarına ulaştığında, Allah Teâlâ bu durumu tebessüm
diye isimlendirmiştir.
Bunlardan birisi de unutmadır: Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları unutmuştur.''3'7 el-Bari
Teâlâ hakkında unutmak fiili imkânsızdır. Fakat kullarına ebedî azap edip
rahmeti kendilerine ulaşmadığında, onlar âdeta onun katında unutulmuş, Allah
Teâlâ ise onları unutmuş Hakk gelir. Bu unutanın ve kullarının içinde
bulunduğu acı azabı hatırlamayan kimsenin eylemidir. Çünkü onlar, dünya
hayatında Allah Teâlâ’yı unutmuş, Allah Teâlâ da bu nedenle kendi eylemleriyle
onları cezalandırmıştır. Böylelikle Allah Teâlâ, (aradaki) münasebet nedeniyle
kendi eylemlerini onlara iade etmiştir.
Bazen ‘Allah Teâlâ onları unutmuştur’
onları ertelemiştir; ‘onlar Allah Teâlâ’yı unutmuştur’ ifadeleri ise Allah
Teâlâ’nın emrini ertelemiş ve onu öğrenmemişlerdir anlamına gelebilir. Allah
Teâlâ, cehenneme giren başkalarını çıkarttığında onları ertelemiştir. Hakkın
alay etmek, tuzak kurmak ve hafife almak gibi fiillerle nitelenmesi de bu
anlama yaklaşır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ onlarla alay etmiştir.'3'8 Başka bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ onlara tuzak kurmuştur'319 ve ‘Allah Teâlâ onlarla istihza eder'320 buyurur:
(Teşbih anlamı taşıyan) kelimelerden
birisi de nefestir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü o Rahman’m nefesindendir.’ Başka bir hadiste ise
şöyle buyurur: ‘Rahman’ın nefesinin bana Yemen yönünden geldiğini duymaktayım.’
Bütün bu ifadeler tenfîs (nefes aldırma, rahadatma) kelimesinden gelir. Adeta Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şunu demek istemiştir: Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü
rüzgâr, kendisiyle Allah Teâlâ’nın kullarından güçlükleri kaldırdığı şeydir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Saba rüzgârıyla yardım aldım.’
Başka bir hadiste ise ‘Ben nefesi Yemen yönünden buluyorum, başka bir
ifadeyle, Rahman’ın kullarından güçlükleri kaldırmasını görüyorum demiştir. Bu
güçlükler, kavminin kendisini yalanlaması ve Allah Teâlâ’nın emrini reddetmeleri.
nedeniyle Peygamberde gözüken sıkıntılardır. Bu bağlamda (yardımcılar
anlamındaki) Ensar, yalanlayanlar kendisine sıkıntı verdiğinde Allah Teâlâ’nın
kendileriyle peygamberinden sıkıntıları kaldırdığı kimseler olmuştur. Çünkü Allah
Teâlâ, soluyan kimseden çıkan hava anlamındaki nefesten münezzehtir. ‘Allah
Teâlâ zalimlerin kendisine nispet ettiği’ böyle bir şeyden ‘münezzeh ve
yücedir.’
1 Bu kelimelerden
birisi de, surettir: Suret, duruma, insanlarca bilinen bir şeye ya da başka
anlamlara verilen bir kelimedir. Sahih bir hadiste suret Allah Teâlâ’ya izafe
edilir. Buna örnek olarak Ikrime’nin rivayet ettiği hadisi verebiliriz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rabbimi bir delikanlı suretinde
gördüm.’ Bu, Peygamberin bir halidir ve bu ifade Arapların deyişlerinde
bilinen ve meşhur bir söyleyiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah
Teâlâ Adem’i kendi sureti üzerinde yaratmıştır’ hadisi de böyledir.
Bilinmelidir ki: Kur’an’da yer alan
benzerlik aklî değil dilsel benzerliktir. Çünkü aklî benzerlik Allah Teâlâ
hakkmda imkânsızdır. Söz gelimi, Zeyd gücü itibarıyla aslandır, güzelliği
itibarıyla çiçektir vb. Bir varlığı bir veya iki nitelikle niteleyip, sonra da
başkasını aynı özellikle nitelediğinde, aralarında başka hakikatler yönünden
zıtlık bulunsa bile, söz konusu nitelik ve onun anlamında ortaktırlar.
Dolayısıyla bunlardan her birisi, söz konusu nitelikte diğerinin suretine
göredir. Bunu anla, dikkat et!
Allah Teâlâ’ya delil oluşuna bak!
Acaba O’nu kendinden olandan başka bir yetkinlik niteliğiyle niteledin mi?
İyice düşün! Hakkın benzeşmeden münezzehliği yönünden meseleye yaklaştığında,
senin (mümkün) hakkmda caiz olan eksiklikleri O’ndan uzaklaştırmışsın
demektir. Gerçi onlar, hiçbir şekilde Allah Teâlâ’ta bulunamaz. Fakat
cisimleştiriciler ve teşbihçiler bu nitelikleri kendisine izafe ettiğindeysen
onların yaptığı izafeyi selb edersin. Cisimleştiriciler ve teşbihçiler bu
vehimde bulunmasaydı, (ortada bu nitelikler bulunmayacağı için) bu selbi
yapmazdın. Şunu öğrenmen gerekir: Suretin pek çok bağlamı olsa bile, bu
kitapta özetlemeyi amaçladığımız için onları zikretmedik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:’321
Bu kelimelerden birisi de zira’dır
(kulaç): Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle
buyurduğu bildirilmiştir: ‘Kâfirin Cehennemde ensesinin genişliği Uhud kadar,
derisinin kalınlığı ise el-Cebbâr’ın kulacıyla kırk kulaçtır.’ Bu bir
şereflendirme tamlamasıdır: Allah Teâlâ’nın yaratıp kendisine tamlama yaptığı
miktar. Nitekim şöyle denilir: ‘Bu hükümdarın kulacıyla şu kadar kulaçtır.’ Bu
ifadeyle hükümdarın kullandığı en büyük ölçüt kast edilir. Bununla birlikte
söz gelişi hükümdarın kulacı -ki o bir organdırinsanların kulacıyla aynıdır.
Hükümdarın bir ölçü birimi yaptığı kulaç ise normal ölçünün yarısı veya bir
katı kadar fazladır. Şu halde o gerçek anlamda hükümdarın kulacı değildir.
Hükümdarın kulacı, onun ortaya koyduğu ve sonra da failine izafe edilen bir
ölçü birimidir. Bunu biliniz. (Hadiste geçen) el-Cebbâr ise y dilde büyük hükümdar
demektir.
Aynı şey, kadem, yani ayak için
geçerlidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘el-Cebbar ayaklarını
cehenneme koyar.’ Ayaklar, uzuvdur. Bu meyanda şöyle denilir: ‘Falancanın bu
işte ayağı (kadem’i) vardır.’ ‘O işte sabittir’ demektir.
Kadem, ayrıca topluluk anlamına da
gelir. Böylelikle kadem, izafe olur. Bazen el-Cebbâr’ın anlamı bir melek olabilir
ve o zaman ayaklar meleğe ait olur. Çünkü organ Allah Teâlâ hakkında
imkânsızdır. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir.
İstiva da istikrar (karar kılma),
kasıt (yönelme) ve istilâ anlamına gelir. İstikrar, cisimlerin özelliklerinden
birisidir, dolayısıyla Allah Teâlâ hakkında kullanılması imkânsızdır. Sübût
anlamında alınırsa kullanılabilir. Kast ise irade, irade ise yetkinlik
özelliklerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra göğe yöneldi.’322 Yani kast
etti. ‘Ve Arş üzerinde istiva etti.’323 Yani onu
istilâ etti.
Kuşkusuz Bişr Irak’a istiva etti (istilâ
etti)
Kılıç kullanmadan ve kan dökmeden.
Rivayet ve
ayetler pek çoktur. Bu rivayetlerin bir kısmı sahih, bir. kısmı zayıftır. Bu
gibi rivayetlerden her birisinin bir tenzih yorumu vardır. Bunu daha kolay
anlamak istersen, teşbih zannı veren bir lâfza yönel, onun ne ifade ettiğini
veya ruhunu veya ondan meydana gelen şeyi al ve Allah Teâlâ hakkında kullan. Bu
durumda başkası teşbihe düşmüşken sen tenzih derecesini elde edersin. İşte
böyle hareket et ve elbiseni temizle! ,
Bu rivayetlerle ilgili bu kadar
açıklama yeterlidir. Doğrusu, bu bölüm uzamıştır.
En Gizli
Sırr'a En Mukaddes Ruhun Üflenmesi (Teşbih Lâfızlarının Simgesel Anlamlan)
Hayret eden kişi (Hiikümdar, Hakk),
kendi suretine göre ortaya çıkıp (Âdem) tahtında halifesi olan kişiye hayret
etmiş, var olmasıyla sevinmiş, onu görmekle gülümsemiş, kendisinden yüz
çevirmesine öfkelenmiş, O’na dönmesine tebessüm etmiş ve zahirini unutmuş,
nefes vermiş, övülesi şeyleri serbest bırakmış, mülkünde sabit olmuş, takdirle
mülkü üzerinde hükümran olmuştur. Böylelikle Hakkın dilediği olmuş-* tur. Dönüş
Allah Teâlâ’yadır.
Bunlar mücerret ruhlardır. Onlara
sıra sıra dizilmiş bedenler bakar. Kavuşma vakti gelip süreler dolduğunda, gök
parçalandığında, güneş dürüldüğünde, yeryüzü başka bir yeryüzüyle
değiştirildiğinde, yıldızlar döküldüğünde, işler değiştiğinde, ahiret ortaya
çıktığında, inşan ve başka yaratıklar çukurda toplandığında, işte bu esnada
bedenler övülür, ruhlar neşelenir, el-Fettâh (Açan) tecelli eder, lâmba yanar,
şarap ışıldar, güçlü sevgi ortaya çıkar, bıkkınlık gider ve gecenin başından
sabah vaktine kadar kanatlar çırpılır. Bu ne yüce menzildir, yetkinleştirici
halden nefislere ulaşan şey ne hoştur! Allah Teâlâ bizi de onunla nimetlendirsin!
Âlemin Yaratılış Sebebi, Güzel İsimlerin Âlemin Bütünü
Karşısındaki Mertebesi
Yaratılışın sebebi ve hükümlerinde
Yaratmanın gayesi ve sağlamlığında Yücelerin gözetmenlerinin yaratılışı ile
Onun hükümdarları arasındaki farkta Bir yaratıcıyı gösteren kanıtlar vardır:
Hepsi O’nun hükümlerinin altında
ezilmiştir.
Samimî dostumuz -Allah Teâlâ ona ömür
versinAnka-i Muğrib fiM ârif eti
Hatmi’l-Evliya ve Şemsi’l-Mağrib ve bir kısmını hacca gitmek niyetiyle
dostun yanında bulunduğumuzda 1201 (598 h.) yılında yazmış olduğumuz Inşâü’d-Devâir diye isimlendirdiğimiz
kitaplarımızda yazdığımız âlemin yaratılış sebeplerini okumuş. Bu esnada
hizmetkârı Abdülcabbar -Allah Teâlâ değerini yükseltsinyazdığım kadarını
dostumuz için kaydetmekteydi. Kitabı orada tamamlayayım diye aynı sene beraberimde
Mekke’ye -Allah Teâlâ onun şerefini artırsıngötürdüm. Hâlbuki, bu kitap
(Fütuhât-ı Mekkiyye) bizi İnşâü’d-Devâir ve diğer kitaplarımızdan alı koydu.
Bunun nedeni onu yazma hakkında bize gelen ilâhî emirdir. Bununla beraber bazı
kardeşlerimiz ve fakirler, bu konuda arzulu ve daha çok şey öğrenmek için
hırslı idi. Ayrıca bu mübarek ve kıymeüi evin berekederini -ki burası bereket,
hidayet ve açık ayetler mahallidironlara dönmesini istemişlerdir.
Biz de bu konuda değerli dostumuz Ebû
Muhammed Abdülaziz el-Mehdevî’ye Mekke’nin verdiği bereketleri ve onların en
hayırlı kulluk vesilesi, aynı zamanda topraktan yaratılmış cansiz mekânların en
şereflisi olduğunu bildirmek istemiştik. Belki onun himmeti buraya yönelir ve
daha fazla ilgi duyar. Kendisine bütün hakikatleri toplama özelliği verilip de
Rabbini gözle müşahede eden ve O’na yayın iki ucu kadar yaklaşan kimseye (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem) bu tam yakınlık ve bol nasibe rağmen şu ayet
indirildi: ‘De ki: Rabbim ilmimi artır.’324
Görünmez makam ve müşahede
mertebelerinin sahibi âlim ve müşahede edenin şunu bilmesi gerekir: Mekânların
lâtif kalplerde bir tesiri vardır. Hangi yerde olursa olsun, kalp en genel
vecdi bulsa bile onun Mekke’deki vecdi daha tam ve yücedir. Ruhanî menziller
derece derece olduğu gibi cisimsel menziller de derece derecedir. Aksi halde,
hal sahibinin dışındakilerde, çamur taşın aynı değil midir!1 Makam
sahibi mükemmel ise tıpkı Hakk’ın o ikisini ayırt ettiği gibi taş ve çamuru ayırt
eder. Hakk, toprak ve kerpiçten yapılmış bir ev ile tuğlaları altın ve gümüş
olan bir evi denk tutar mı? Ermiş-hakim, her Hakk sahibine hakkını veren
kişidir. Böyle bir insan, asrmm teki ve vaktinin sahibidir. Kendisini imar
edenlerin büyük kısmının şehvetler olduğu bir şehir ile imar edicilerinin
apaçık ayeder olduğu bir şehir arasmda çok büyük fark vardır.
Acaba dostumuz, kalplerimizin
vecdlerinin bazı mekânlarda diğerlerinden daha fazla olduğu görüşümüze
katılmaz mı? Dostumuz, Tunus’un doğusunda deniz kenarında yapılmış yüksek
yapılı evlerde halvet etmez, şehrin kapışma yakın kabirlerin ortasındaki
zaviyelerde kalırdı. Bu yerler huzuru güçlendirir. Bunun sebebini sorduğumda,
şöyle cevap vermişti: ‘Kalbimi burada diğer yerlerden daha çok buluyorum.’
Kuşkuşuz ben de şeyhin söylediğini orada tecrübe ettim.
Dostum -Allah Teâlâ kendisine uzun
ömür versinbunun nedeninin ya o esnada orayı imar eden saygın melekler ya da
doğru sözlü cinlerden ya da orada yaşayıp sonra ayrılmış kimsenin himmetinden
kaynaklandığını biliyordu. Bu gibi yerlere örnek olarak,, iyilerin evi diye
isimlendirilen Ebû Yezid’in evi veya Cüneyd-i Bağdadı’nin Şunûzrye’deki
zaviyesi, İbn Edhem’in Yakîn’deki mağarasını verebiliriz. Bu diyardan göç edip
eserleri mekânlarda baki kalan salih kimselerin mekânları latif kalplere tesir
eder. Bu nedenle mescitlerin değeri, ecrin katmerlenişinde değil, kalbin
vecdinin artışında ortaya çıkar. Bu bağlamda, kalbini bir mescitte başka bir
mescide göre daha çok bulursun (vecd içinde olduğunu görürsün). Bunun nedeni
mescidin kendisinden yapıldığı etrab (toprak) değil, etrâb (akran) ile oturmak
ya da onlarm himmetleridir. Kalbinin vecdinde çarşı ile mescit arasmda fark
görmeyen kişi, makam sahibi değil hal sahibidir.
Keşif ve bilgi bakımından şundan kuşku
düymuyorüm: Bilgi ve mertebede derece derece olmalarına rağmen melekler bütün
yeryüzünü imar etseler bile, en üst mertebede bulunup bilgi ve marifetleri en
çok olanları, Mescid-i Haram’ı imar eden meleklerdir. (Yine kuşku duymuyorum
ki) Seninle oturan kim ise vecdin ona göre gerçekleşir. Çünkü insanların
himmederi kendileriyle oturanın kalbine etki eder. İnsanların himmetleri ise
mertebeleri ölçüsündedir. Üstünlük himmetler bakımından ise kuşkusuz bu evi
(Kâbe’yi) velilerin dışında yüz yirmi dört bin (124.000) peygamber tavaf
etmiştir. Binaenaleyh her peygamber ve velinin bu eve ilişmiş bir himmeti
vardır.
Bu şehir, haram şehirdir: Çünkü o Allah
Teâlâ’nın diğer evlere karşı seçtiği evidir ve bütün mabetlere karşı öncelik
sirrına sahibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘insanlar için yapılmış ilk ev mübarek Mekke’de yapılmış olandır. O
âlemlere hidayettir ve onda apaçık ayetler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya
giren kişi (korkulan her şeyden) emindir.’ Bu gibi
başka ayetler zikredilebilir.
Dostumuz -Allah Teâlâ kendisine ömiir
versinbu kıymedi haram şehri ziyaret ederse daha önce hiç görmediği ve aklına
bile gelmeyen bilgi ve nimetler bulurdu.
Dostumuz, nefsin bilgisinin suretine,
bedenin işe amelinin suretine göre diriltileceğinin bilir. Mekke’deki amelin
sureti ise başka şehirdekinden daha yetkindir. Bir kalp sahibi, bir pat bile
Mekke’ye girseydi yine bu durum gerçekleşirdi. Bir de ona komşu olsa ve oraya
yerleşip bütün farz ve ibadederi orada yerine getirse nasıl olurdu? Kuşkusuz
onun buradaki hali daha tam ve açık, kendisine gelen bilgiler daha du-. ru,
tadı ve sevimli olurdu. Çünkü dostum, mekân ve mizaçlara göre artma ve
eksilmeyi hissettiğini, bu durumun ise daha önce belirttiğimiz gibi, o mekâna
yerleşik şeyin hakikatine ve himmetine raci olduğunu bildiğini bana
bildirmişti.
Biz bu bilgi dalının, yani mekânları
bilmek, (mekânlara göre) artma ve eksilmeyi hissetmenin arifin bilgisinin
tamlığı, makamının yüksekliği, eşyadan üstünlüğü ve temyiz gücünden
kaynaklandığından şüphe duymuyoruz. Allah Teâlâ, dostumuz için bu konuda iyi
bir eser takdir eder, ona bu konuda güzel haber ihsan eder. Çünkü Allah Teâlâ
bunu yapar ve buna kadirdir.
(İlâhî İsimler ve Hakikatler)
Bilmelisin ki: Allah Teâlâ bizi, seni
ve bütün Müslümanları başarıya erdirsin! Keşif ve hakikat ehlinden Allah Teâlâ’yı
bilenlerin büyük kısmı, âlemin yaratılış sebebi olarak sadece Kadîm’in ilminin
onun yaratılışına ilişmesini bilir. Onlara göre, Allah Teâlâ var edeceğini
bildiği şeyi meydana getirir. İnsanların büyük kısmı burada durur. Biz ve Allah
Teâlâ’nın öğrendiklerimizi öğrettiği kimse ise hiç kuşkusuz, bunun dışında
başka şeyleri de bilir. Şöyle Ki: Aleme hakikat ve bağıntıları itibarıyla
ayrışmış (mufassal) halde baktığında, onun hakikat ve bağıntılarının sınırlı,
menzil ve mertebelerinin belli ve cinslerinin benzer ve farklı arasmda sonlu
olduğunu görürsün. Bu durumu öğrendiğinde, bu işin ince bir sırrı ve şaşılacak
bir durumu olduğunu da öğrenirsin. Onun hakikati, düşünce ve teorik akliri
araştırmasıyla değil, keşif ilimlerinden verilmiş bir bilgi ye himmetlere
eşlik eden mücâhedelerin neticesiyle algılanabilir. Ancak o mücâhede sahibinin
bulduğu duyarlılık ve durulukta etkindir.
Bilmelisin ki: Allah Teâlâ sana
hikmederin sırlarını öğretsin ve bütün hakikatleri toplama özelliğini ihsan
etsin! Adedi belli isimlerin üzerinde olmakla birlikte muduluk vermesi
bakımından onların aşağısında bulunan özel isimler, bu âlemde etkin
isimlerdir. Bunlar, kendilerini Haktan başkasının bilmediği ilk anahtarlardır.
Her hakikatin kendisine özgü bir ismi vardır.
Hakikat derken bir hakikat cinsini
kendinde toplayan şeyi kastetmekteyim. O hakikatin Rabbi, söz konusu isimdir.
Bu hakikat onun kuludur ve onun teklifi altındadır Bundan başka bir şey yoktur.
Bir şey pek çok ismi birleştirmiş olsa bile, iş sandığın gibi değildir. Çünkü
sen o şeye baktığında onun bazı yönlerden delâlet ettiği bu isimlerin karşısında
bulunduğunu görürsün ki, onlar zikrettiğimiz hakikatlerdir. Buna şöyle örnek
verebiliriz: Bir mevcut hakkında onun cevher-i fert, yani bölünmeyen parça gibi
bölünmeyen birey olduğu hükmü senin için sabit olur. Bununla beraber onda
farklı hakikatler bulunur. Bu hakikatler, kendi sayılarınca İlâhî isimleri
talep eder. Söz konusu şeyin var edilme hakikati, el-Kâdir (kudret sahibi) ismini,
sağlamca yapılışı yönü elAlim ismini, onun seçilmesi el-Mürîd (irade sahibi)
ismini, ortaya çıkması el-Basîr (basiretli) ve er-Râî (gören) isimlerini talep
eder vb. Cevher tek olsa bile, bu ve zikretmediğimiz başka yönler kendisine
aittir.
Her yönünde ise kendilerine göre isim
talep eden pek çok yönü vardır. İşte bu yönler, bize göre hakikatler ve ikincil
şeylerdir. Bunları öğrenmek güç, tam olarak ortaya çıkartmak ise daha da
güçtür.
(İlâhî İsimlerin Anaları)
Bilinmelidir ki: İsimleri âlemden arayanların
yönlerini düşündüğümüzde, onları çoklukları üzere biralarız (Alemdeki şeylerin
sayısı İlâhî isimlerin sayısı kadardır ya da bunun tersi). Bunu dikkate
almayıp müstağni kalınamayacak ana meselelere döndüğümüzde, şunu biliriz: Ana
isimlerin dayandığı bir takım isimler vardır ki, bunlar aynı zamanda isimlerin
analarıdır. Böylece inceleme kolaylaşır, maksat tamamlanır. Bu analardan
kızlara geçiş yapmak kolaylaştığı gibi kızları annelerine döndürmek de
kolaylaşır. Ulvî ve süflî âlemde bilinen bütün isimleri incelediğimde, onların
kelâm ilmi bilginlerine göre sıfatlar diye ifade edilmiş yedi isim tarafından
içerildiğini görürsün. Biz, bu konuyu İnşaü’d-Devair diye isimlendirdiğimiz kitabımızda
zikrettik.
Bu kitaptaki gayemiz, sıfadar diye
ifade edilen bu yedi ismi açıklamak değildir. Bunun yerine, bu kitapta âlemin
yaratılışında gerekli isimleri açıklamak istedik. Nitekim Hakkı sadece mevcut,
bilen, irade eden, kâdir ve diri olması itibarıyla bilmede aklın kanıtına
muhtacız. Buna ilâve edilecek her şey, teklif (yükümlülük, şeriat) tarafından
gerektirilir. Peygamberin gelişi, el-Mütekellim (konuşan) olarak Allah Teâlâ’yı
bilmemizi sağlamıştır. Teklif ise Allah Teâlâ’yı es-Semi’ (işiten), el-Basîr
(gören) ve benzeri isimlerle bilmemizi sağlar. Bu bağlamda, isimler hakkında
bilgisine muhtaç olduğumuz şey, âlemin varlığına aittir. Söz konusu isimler,
isimlerin Rableridir. Diğer isimler ise tıpkı bu Rab isimlerinin birbirlerinin
koruyucusu olması gibi, onların koruyucusu olan isimlerdir.
İsimlerin anaları şunlardır: el-Hayy
(diri), el-Alim, el-Mürîd (irade eden), el-Kâil (söyleyen), el-Cevâd (cömert),
el-Muksit (hakkı gözeten, adaletli). Bu isimler, iki ilâhî ismin kızlarıdır:
el-Müdebbir (yöneten, düzenleyen) ve el-Mufassıl.(ayrıntılandıran). el-Hayy ismi,
varlığından önce ve sonra anlamanı ispat eder. el-Alim ismi ise varlığında
hikmete göre var olmanı, varlığından önce ise takdir edilmeni sağlar. el-Mürîd
. ismi, senin reçilmeni saplar. el-Kâdir, senin yok oluşunu ispat
eder. elKâil kadimliğini ispat eder. el-Cevâd, yaratılışını ispat eder.
Bunlar, var olmaları kaçınılmaz
hakikatlerdir. Dolayısıyla, onların Rableri olan isimler de bulunmalıdır;
el-Hayy ismi, Rablerin ve merbûbların (Rabbin kulu, terbiye edilen) rabbidir.
O, imamdır. Onu mertebede el-Alim ismi takip eder. el-Alim ismini ise el-Mürîd,
onu elKâil, el-Kâil’i el-Kadir, el-Kadir’i el-Cevâd takip eder. Sonuncusu ise
elMuksid ismidir. Çünkü o, mertebelerin Rabbidir, o varlık menzillerinin
sonuncusudur. Diğer isimler ise bu imam Rablerin emri altındadır.
(İlâhî İsimlerin Anaları)
Alemi var etmede bu isimlerin Allah
Teâlâ ismine yönelişlerinin sebebi, hakikatleriyle birlikte (zikretmediğimiz)
kalan isimlerdir. Şu var ki, âleme bakmaksızın isimlerin anaları dört isimdir:
el-Hayy, elMütekellim (konuşan), es-Semi’ ve el-Basîr. Çünkü Allah Teâlâ kendi
kelâmını işitip zatım gördüğünde, âleme bakmaksızın varlığı kendi zatında
yetkinleşmiştir. Biz, burada sadece âlemin varlığının dayandığı isimleri ele
almak istedik. Hâlbuki karşılaştığımız isimler çoktur. Bu nedenle onlarm
Rablerine yöneldik ve kendi mertebelerinde onları öğrendik. Böylece,
zikrettiğimiz ve müşahede ettiğimiz tarzda ortaya koyduğumuz bu isimlerden
başkasmı görmedik. Böylelikle dış varlıklarımızı var etmede isimlerin
Rablerinin Allah Teâlâ ismine yönelmesinin sebebi, diğer isimler oldu.
Bu âlemin talebine karşılık vermek
için ayağa kalkan ilk isim, elMelik isminin dileğiyle Allah Teâlâ’nın
el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimleriydi. Bu iki isim, öncesel bir yokluk söz
konusu değilken, bilenin nefsinde örneğin kendisinden var olduğu şeye
yönelmiştir. Burada söz konusu olan öncelik, bir varlık önceliği değil, mertebe
önceliğidir. Mertebe önceliğine örnek olarak, gündüzün başlangıcı güneşin
doğuşuna bitişik olsa bile, güneşin doğumunun gündüzün başlangıcına önceliğini
verebiliriz. Fakat gündüzün var olmasındaki nedenin güneşin doğumu olduğu
bellidir. Kuşkusuz bu var oluşta ona bitişmiştir. İşte (yaratılış) durumu da
böyledir.
(Konuya dönersek) Bu isim
(el-Müdebbir ve el-Mufassıl), öncesel bir bilgisizlik ya da bilginin yokluğu
(bilgisizlik) olmaksızın âlemi tedbir ve tafsil edip, örneğin sureti bilenin
nefsinde meydana geldiğinde, Allah Teâlâ’nın el-Alim ismi, bu esnada o örneğe
ilişmiştir. Bu durum, mevcut olmadığı için görülmese bile âlemin varlığının
kendisinden alındığı surete Allah Teâlâ’nın bilgisinin ilişmesine benzer. Bu
konuyu ‘âlem nereden var olmuştur5 bahsinde açıklayacağız.
(Alemin İlk İsimleri)
Âlemin ilk isimleri, bu iki İlâhî
isimdir. el-Müdebbir, takdir edilmiş yaratma vaktini gerçekleştiren isimdir.
Ardından el-Mürîd ismi, elMüdebbir isminin ibraz ettiği tarzda ona ilişir. Bu
iki isim âlemde her neyi meydana getirse diğer isimlerin katılımıyla
gerçekleştirir. Fakat diğer isimlerin katılması, bu iki ismin perdesi ardından
gerçekleşir. Bu nedenle bu iki ismin imamlığı sahih olmuş, diğer isimler ise
örneğin sureti ortaya çıkıncaya kadar bunun farkına varamamıştır. Suret ortaya
çıkınca, diğer isimler onda (âlemdeki) kendilerine uygun hakikatleri görmüş,
böylece her isim, örneğin suretindeki kendi hakikatine âşık olmuş, fakat ona
etki yapamamıştır. Çünkü bu örneğin içinde ortaya çıktığı mertebe, bunu
vermemiştir.
}
Böylelikle
bu aşk ve sevgi, otoritelerinin ortaya çıkması ve gerçek anlamda var olmaları
için, kendilerini bu örneğin suretini var etmek için çalışmaya ve bunu
arzulamaya-sevk etmiştir. Çünkü güçlü bir insanın kahrı altında zelil olup
otoritesini geçerli kılacak şekilde kendisine egemen olacağı güçlü bir insan
bulamamasından daha ağır bir iş yoktur. Ya da, zenginliğine muhtaç kimseyi
bulamayan zenginlikten daha ağır bir durum yoktur. İşte bütün İlâhî isimler
böyledir. Böylelikle, diğer isimler kendi Rablerine, yani zikretmiş olduğumuz
yedi imama iltica etmiştir. Onlar, kendisini bilenin zatında müşahede
ettikleri bu örnek suretini var etmek istemiştir. Söz konusu örnek âlem diye
ifade edilir. _
(İsimler Zat Bakımından Bir, İlişmeler
Bakımından İse Farklıdır)
Bir insan şunu iddia edebilir. Ey
muhakkik! Nasıl olur da bütün isimler o örneği görebilir? Hâlbuki onu sadece
el-Basîr (gören) isrrii görebilir, diğer isimler değil. Her isim, kendisinden
başka bir ismin sahip olmadığı bir hakikate sahip değil mi?
Buna cevap olarak deriz ki: Allah
Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Her İlâhî isim, bütün isimleri
içerir ve her isim kendi anlamında bütün isimlerle nitelenir. Şu halde her
isim, bilgisinde ve ufkunda el-
Hayy, el-Kâdir, es-Semî, el-Basîr ve
el-Mütekellim’dir. Aksi halde, her İlâhî isim kendi kulu için bir Rab nasıl
olabilirdi? Heyhat ki heyhat!
Şu var ki, burada farkına varılmayan
bir sır vardır. Şöyle ki: Buğday tanelerinde şu durumu kesin olarak
öğrenmişsindir Bir buğday tanesi diğerinin aynı olmadığını bildiğin halde her
tanede kardeşinde bulunan hakikatler bulunur. Bununla birlikte onlar,
birbirlerine benzer olduğu için, benzer hakikatleri içerir. Artık bu iki tohumu
ayırt edip bu tohum şunun aynı değildir demeni sağlayan o hakikati araştır! Bu
durum birbirlerine benzeşmeleri yönünden, bütün benzerlerde yaygındır. İlâhî
isimlerin durumu da böyledir: Her isim, diğer isimlerin içermiş olduğu hakikatleri
kendinde toplar. Bunun ardından, buğday tanelerini ve benzer her şeyi ayırt
etmeni sağlayan özellik nedeniyle, herhangi bir ismin başka bir ismin aynı
olmadığını kesin olarak bilirsin.
Bu konuyu iyice araştır ki, onu fikir
vasıtasıyla değil zikir vasıtasıyla öğrenesin.
Şu var ki, ben daha önce hiç kimsenin
dile getirmediği, belki de daha önce hiç kimsenin öğrenmemiş olduğu ve sadece
bana tahsis edilmiş bir gerçeği sana öğretmek istiyorum. Benden sonra da, bu
bilginin bana verildiği mertebeden bir başkasına verilip verilmeyeceğini
bilmiyorum? Bir insan benim kitabımdan söz konusu gerçeği araştırıp öğrenirse
bu durumda ben onun öğretmeniyim, benden öncekiler ise onu öğrenememiştir.325
Bu bilgi şudur: İki benzeri ayırt
etmeni sağlayan lâtife (sır) kendisinde bulunmakla birlikte, her İlâhî isim,
daha önce ortaya koyduğumuz gibi isimlerin hakikatlerini kendinde toplar ve
onları içerir. Söz gelimi, el-Mün‘im (nimedendiren) ve el-Muazzib
(azaplandıran) isimleri -ki bunlar zâhir ve bâtındırbu isimlerden her birisi
başından sonuna kadar koruyucusunun326 içermiş olduğu her şeyi
içerir. Şu var ki, isimlerin Rableri ve onların dışındaki isimler üç
mertebedir. Bir kısmı isimlerin Rablerinin derecelerine katılan isimlerdir.
Diğeri, tek bir dereceye sahip olan derecedir. Bir kısmı ise el-Mün‘im isminin
derecesine, bir kısmı ise el-Muazzib isminin derecesine tayin edilmiştir.
İşte âlemin isimleri, bu kadardır.
Yardımcımız Allah Teâlâ’dır.
Bütün isimler bu imam isimlere, imam
isimler ise Allah Teâlâ ismine yönelir. Allah Teâlâ ismi ise kendisinden
istedikleri şeyi yerine getirmesini dileyerek zat’a yönelir. Lütuf ve
cömertlik sahibi zat, bu dileğe isimlere muhtaç olmayışı bakımından karşılık
vermiş ve Allah Teâlâ ismine şöyle demiştir: ‘imam isimlere söyle!
Hakikatlerinin gereğine göre âlemi ortaya çıkarmaya yönelsinler.’ .
Ardından Allah Teâlâ ismi, imam
isimlerin yanına çıkmış ve haberi kendilerine bildirmiştir. Bütün isimler
sevinç ve neşeyle işe koyulmuş ve sürekli böyle kalmışlardır. Onlar, elinizdeki
kitabın altıncı bölümünde zikrettiğimiz mertebeye bakmışlar ve -Allah Teâlâ
izin verirsedaha sonraki bölümlerde zikredeceğimiz şekilde âlemi meydana
getirmişlerdir.
‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’327
' ***
Besmele'nin ve Fatiha Suresinin Tüm Yönlerden Değil,
Herhangi Bir Yönden Sırlarinın Bilinmesi.
İsimlerin besmelesi iki görünümlüdür
Hakikati baki kılma ve yok etme arasmda.
Karıncanın iki parçaya ayrılmasından
korkarak O kişiye söz söyleyene (karınca) göre ise böyle değildir.
Karıncanın sözüne
gülen o kişi demiştir ki:
‘Bir hakikatten
sonra talep edilen bir eser mi?
Ey nefsim, ey nefsim! Dosdoğru ol, kuşkusuz
Karıncamızdan iki kabzayı gördün.
Hamd’de de böyledir, artık ona övgü diz Dilersen
seni iki cennetle nimetlendirmesini!
Birisi, bütünü parlak bir altından Kardeşi
ise gümüştendir.
Ey yüce Kur’an’ın
anası (Fatiha suresi)!
Hiç iki fırkanın
ayrılığı bir yönden görülür mü?
Sen bizim için seb-i
mesânîsin (ikili yedi)
Sadece Efendimizin tahsis
edildiğisin
Artık sen sakınanlar
için rehberlik anahtarısın .
Sana düşmanlık eden
ise iki fırkaya tahsis edildi.
Şimdi, varlığın ve âlemin
yaratılışının bilgisini açıklamak istiyoruz: Bize göre âlem, büyük mushaf tır.
Büyük Mushaf, Kur’an Hakkın sözlü okuması olduğu gibi, Hakkın bize okuduğu hal
okumasıdır. Bu Mushaf, açılmış varlık sayfasında yazılmış ve rakamlanmış
harflerdir. Yazmak, kendisinde sonsuza dek ve bitmeden sürer. Allah Teâlâ yüce
kitabını Fatiha suresiyle açtığı ve bu da, yani hakkında konuştuğumuz âlem de
bir kitap olduğu için, söze Fatiha’nın sırlarıyla başlamak istedik.
Besmele (Bismillah, yani Allah
Teâlâ’nın Adıyla), fatiha’nın açılışıdır. Besmele, fatihanın ilk ayeti ya da
âlimler arasmda meşhur görüş ayrılığım dikkate alırsak, bir ek gibi onun
ayrılmaz parçasıdır. Binaenaleyh besmele’den söz etmek gerekir. Muhtemelen
Hakkın kelâmıyla bereketlenmek niyetiyle, Bakara suresinin ayetlerinden, yani
iki veya üç ayetten söz ederek başlayacağız. Sonra, Allah Teâlâ izin verirse
bahsin diğer bölümlerini ortaya koyacağız.
(Besmele ve Fatiha’nın Girişi)
Daha önce belirttiğimiz gibi, ilâhî
isimler âlemin varlık sebebi ve âlemde egemen ve etkin şeyler oldukları için,
Bismillâhirrahmanirrahîm (besmele, Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla)
bize göre gizli bir mübtedanın (başlangıçtaki isim) haberi olmuştur.328
Söz konusu başlama, âlemin varlığının başlaması ve ortaya çıkmasından
ibarettir. Buna göre Allah Teâlâ âdeta şöyle demek istemiştir: Âlemin ortaya
çıkışı, Bismillahirrahmanirrahîm’dir. Başka bir ifadeyle, Rahman ve Rahîm Olan Allah
Teâlâ’nın Adıyla âlem ortaya çıkmıştır.
Besmele, üç ilâhî isme tahsis
edilmiştir, çünkü hakikatler bunu gerektirmiştir. Allah Teâlâ ismi bütün
isimleri toplayan isimdir. er-Rahman, genel bir niteliktir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahman’ıdır. Bu genel rahmet ile Allah Teâlâ âlemdeki
her şeye dünyada rahmet eder.
Ahirette rahmet ancak mutluluk
avucuna tahsis edildiği için, bu rahmet, kardeşi olan diğer rahmetten ayrılır.
Dünyada ise rahmet karışık idi: Kişi kâfir doğup mümin ölebilir. Başka bir
anlatımla şehadet âleminde kâfir olarak yetişebilir ya da bunun tersi olabilir.
Alemin bir kısmı, doğru haber vasıtasıyla diğer avuçtan ayrışmıştır. Böylelikle
erRahîm ismi, ahiret hayatında iman eden herkese tahsis edilmiştir. Âlem bu üç
isim vasıtasıyla, Allah Teâlâ isminde genel, er-Rahman ve er-Rahîm isimlerinde
ise ayrıntılı olarak tamamlanmıştır.
Sana zikrettiğimiz meseleyi iyice
araştır. Çünkü ben, daha önce taahhüt ettiğim Besmele’nin ve Fatiha suresinin
içerdiği bazı sırlara girmek istiyorum. Artık açıklamaya başlayabiliriz, şöyle
derim:
(Ba Harfinin Simgesel Anlamı)
Bismi (bi-ismihi, Allah Teâlâ’nın
adıyla): Varlık Ba harfi ile zuhur etmiş, nokta sayesinde ibadet eden
ettiğinden, âbid mabuddan ayrışmıştır.
İmam Şiblî’ye (r.a) sorulmuş:
-‘Sen Şiblî misin?’
Yanıt vermiş:
-‘Ben Ba harfinin altındaki
noktayım.’
Bu ifade, bizim nokta ayırmak içindir (âbid ve mabudu) deyişimizin aynıdır. Söz konusu
ayırım, kulun kulluk hakikatinin gerektirdiği şekilde var olmasıdır. Şeyh Ebû
Medyen (r.a) şöyle derdi: ‘Her ne gördümse üzerinde Ba yazılıydı.’
Bütün varlıklara eşlik eden Ba harfi,
cem ve vücûd (vâhidiyet mertebesi) mertebesinde Hakkın mertebesindendir. Yani,
her şey Ba harfi vasıtasıyla var olmuş ve ortaya çıkmıştır. O, aynı zamanda
şehadet âlemindendir. Ba, Ba gelmeden önce isimde bulunan vasi hemzesinin yerini
almıştır. Ba ona eklendiğinde ise sakin harfe uygun olmadığı için kendisine
gerek duyulmuştur. Böylece kudret diye ifade edilmiş hemze ; harekeli olarak
çekilmiş -ki o varlıktan ibarettirve nutka ulaştırılmıştır. Nutk ise yoktan var
etme ve yaratmadır. Sakin (harekesizlik) ise yokluktur. Bu, sonradan
yaratılmışın yok iken var olma vaktidir ki, o da (Bismi’deki) Sin harfidir.
Böylece yokluk, harfler âleminde varlığın simgesi olan Mim harfi sayesinde
mülke girdi: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim. Onlar da 'evet Rabbimizsin’ demiştir. ’329
(Ba ve Elif Arasındaki Fark)
Ba harfi, vasi hemzesinin, yani ezelî
kudretin yerini almış, Ba’nin harekesi de, var etme anlamındaki hemzenin
harekesi olmuş, Ba ve vasi Elifi arasında fark meydana gelmiştir. Çünkü Elif
zatı, Ba sıfatı ifade eder. Bu nedenle altındaki nokta sayesinde yaratılış için
Eliften daha Hakk sahibi olmuştur. Nokta, var olanlardır. Böylece Ba harfinde
üç tür meydana gelmiştir; Ba’nın şekli, nokta ve hareke. Âlemler ise üçtür.
Orta âlemde belirli bir vehmetme
bulunduğu gibi Ba’nın noktasında da aynı durum vardır. Ba melekût, nokta
ceberut, hareke ise şehadet ve mülk âlemindendir. Ba harfinin yerini aldığı
düşmüş Elif ise her şeyi var eden hakikattir. Söz konusu hakikat, kendisinden
bir rahmet olarak, Ba’nın altındaki bir nokta vasıtasıyla perdelenmiştir.
Bu bölümdeki bütün meseleleri
özetleyerek ele alacağız. Buna göre bismi ve (Bakara suresinin ilk harfleri
olan) Elif-Lam-Mim birdir.
(Elif in Simgesel Anlamı)
Bism’deki Elifin ikra' bismi rabbike (rabbinin adıyla oku)3i0 ve bismillahi mecrâhâ (Geminin yüzüp gitmesi, Allah
Teâlâ’nın adıyladır)331 ifadelerinde Ba ve Sin arasında ortaya çıktığını
gördük. Hâlbuki Sin ve Mim harfleri arasında gözükmemiştir. Elif gemiden söz
eden ayetteki bismillahi mecrâhâ ifadesinde
ortaya çıkmasaydı, gemi yürümez, ikra’ bismi rabbike ayetinde ortaya çıkmasaydı, hiçbir
benzer kendi hakikatini bilemez ve suretini göremezdi.
Artık gaflet uykusundan uyan ve
kendine gel!
Elifin surelerin başında kullanımı
artınca, söyleyişte onun yerini alan benzeri nedeniyle kendisi düşürülmüştür.
Benzeri, Ba harfidir. Böylece benzer, yani Ba harfi, Sin harfinin aynası, Sin
ise misal haline gelmiştir. İşte terkip nizamı, bu sıraya göre düzenlenir.
Elif, Sin ve Mim harfleri -ki bunlar
başkalaştırma ve fiillerin niteliklerinin mahallidirarasında ortaya
çıkmamıştır. Çünkü orada Elif ortaya çıkmış olsaydı, Sin ve Mim harfleri yok
olurdu. Çünkü bu iki harf, Ba harfi gibi, Kadîm’in ayrılmaz özelliği değildir.
Böylelikle Elifin onlardan gizlenmesi, kendilerine bir rahmettir. Çünkü bu
durum onların varlıklarını sürdürme sebebi olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Bir vahiy veya perde vardı veya elçi göndermek
olmaksızın Allah Teâlâ hiç kimse ile konuşmamıştır.’332 Elif,
elçidir. Ba, Sin ve Mim harfleri ise bütün âlemdir (dolayısıyla Elif
harflerinin bu harflerle bir aradalığı belli şekillerde olabilir).
(Ba harfinin Mim’deki İşlevi)
Ba harfi Mim’i yaratılmışa benzerlik
yoluyla kesre yapar. Çünkü Mim, mülk âlemidir ve bu âlem kulluk diyarıdır. Ba o
âlemi kesre yapmıştır: Yani ona kendisini bildirmiş ve kendi hakikatine onu
vakıf kılmıştır. Binaenaleyh her ne zaman Ba var olursa Mim harfi de
teslimiyet makamında var olur.
Ba harfi geçici bir nedenle
kaybolursa -ki bu geçici neden Mim harfinin iman makamına yükselmesidirceberut
âleminde sebbih’i-sme rabbike’l-a'la (rabbinin
yüce ismini tespih et) ve buna benzer ifadelerde Mim harfini fetha yapar.
Böylelikle benzerin ortaya çıkması için mahalli arındırmakla memur olur. Bu
bağlamda ona şöyle denilir: ‘Rabbinin yüce ismini tespih et.’’333 Ki o seni
İlâhî maddeler vasıtasıyla besleyendir, dolayısıyla Rabbindir. Böylelikle Mim
harfini fetha yapar. Elif harfi de görünür Hakk gelir ve Ba kaybolur. Çünkü
tespih emri ona yönelmiştir, o ise bunu yerine getirecek güce sahip değildir.
Ba ise Mim harfinin kendisi gibi bir yaratılmıştır. Yaratılmışın ise
hakikatlere göre, asla fiili yoktur ve Mim harfinin emre bağlanması gerekir.
Dolayısıyla kadîm fail olan Elifin ortaya çıkması şarttır.
(Elifin Ortaya Çıkması)
‘Rabbinin ismini tenzih et’ ayetinde
Elif ortaya çıkmış, kudret Mim harfinde tespihi meydana getirmiş, o da,
kendisine emredildiği gibi tespih etmiştir. Bunun üzerine Mim’e ‘en üstün’
denilmiştir. Çünkü Mim Ba harfiyle beraber en aşağıdadır. Bu makamda ise
ortadadır. Bir kimse benzerini ya da kendisinden daha aşağıda bulunan birisini
tespih etmez. Dolayısıyla tespih edilenin üstün olması kaçınılmaz bir durumdur.
Adı geçen sureyi (A‘la suresi) tefsir
ediyor olsaydık, sırlarını ortaya koyardık.
Mim harfi, kendiliğinde münezzeh
oluncaya kadar bu makamda bulunur. Çünkü herhangi bir kimsenin tenzih ettiği,
tenzih edenin tenzihinden de münezzehtir. Dolayısıyla bu tenzihin tenzihi
yapana dönmesi gerekir Ki, bu durumda tenzihi yapan en üstün olur. Çünkü Hakka
gerçek anlamıyla en üstün ismi verilemez. En üstün, göreli isimlerden
(üstün-en üstün) ve bağıntı yönlerinden birisidir. Dolayısıyla Hakk, en üstün
ya da en düşük ya da en orta olamaz. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzeh ve
mütealdir! Bilakisken üst, en orta ve en aşağı yönlerinin O’na nispeti birdir.
Mim, münezzeh olduğunda emrin
sınırından çıkmış, duyma perdesini aşmış, en yüce makamı elde etmiştir.
Böylelikle Mim, elKadîm’in müşahedesine yükselmiş, ‘Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi münezzehtir334 ifadesiyle
kendisinden tam övgü meydana gelmiştir.
İsim, isimlendirilenin aynı olduğu
gibi, kul da efendinin aynıdır. ‘Allah Teâlâ karşısmda tevazu,göstereni Allah
Teâlâ yükseltir.’ Sahih bir rivayette ise Hakkın kulun eli, ayağı, dili,
görmesi ve duyması olacağı bildirilmiştir. Gerçekte ise Mim harfi bismi’deki Ba
harfinden etkilenmeyi kabul etmemiş olsaydı, sonuçta onun adına tebareke’smü (ismi mübarektir) ifadesinde
belirtilen yükseklik meydana gelmeyecekti.
(Besmele’deki Üçleme)
Bilmelisin ki: Bismi ifadesindeki her harf, âlemlerin tabakalarına göre, üçlüdür.
Ba’nın ismi, Ba, Elif ve Hemze’dir. Sin ismi, Sin, Ya ve Nun’dur. Mim ismi,
Mim, Ya ve Mim’dir. Ya, Ba’nın aynıdır ve o nida kapısındaki kulun hakikatidir.335
O halde bu varlık (harfler âlemi) ne kadar değerlidir ve ibadet eden ve edilen
kısımlarıyla nasıl sınırlanmıştır. İşte bu, karşısmda zıddın bulunmadığı salt
bir üstünlüktür. Çünkü Hakkın varlığının dışındakiler ve kulun varlığı, bir
hakikate sahip olmayan mutlak yokluktur.
Bismi’deki Sin harfi, muhtaçlık ve
yoksulluk horluğu altında sakin336 olmuştur. Allah Teâlâ ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’337 buyurduğunda
peygamberin itaati altında sakin olduğumuz gibi (sükun), böylelikle bismi
ifadesindeki Sin, Ba’dan kesin inancı telakki etmek için, sakin oldu. Sin
harfi, sakin olmadan önce harekeli olsaydı, kendi başma zorbalaşır, bir
(benlik) dava güdecek diye onun adına korkulurdu. Hâlbuki o, (bu gibi
eksiklerden) mukaddes Sin’dir! Bu nedenle sakin olmuştur.
Sin harfi, Ba’dan istenilen hakikati
telâkki ettiğinde ise hareke verilmiştir. Böylece Sin bazı yerlerde ancak Ba
harfi kaybolduktan sonra harekelenmiştir. Çünkü öğrencinin şeyhin huzurunda
herhangi bir meselede konuşması, saygısızlıktır. Ancak şeyh, kendisine
emrederse konuşabilir. Bu durumda emre uymak, edeptir.
Sin Ba’dan ayrışırken en yüce (daha
önce bahsi geçen tespih makamı, Rabbinin en yüce adını tespih et) makamda
kendisi için meydana gelmiş şeyden şaşırarak, iddia sahiplerine şöyle der: ‘Kibirlenenleri ayetlerimden yüz çevirteceğim,’338
Ardından, kendisine itaat eden kimse için merhamet ve yumuşaklıkla harekelenmiş339
ve şöyle demiştir: ‘Selâmün aleyküm, tıbtüm (Size selâm olsun, iyi işler
yaptınız, orada kalıcılar olarak giriniz.)’340 Kast
ettiği yer, Ba’nın mertebesidir. Çünkü cennet, peygamberin mertebesi iken
görme yeri Hakkın mertebesidir.
Artık, dürüst ol ve kabul et, böyle
yaparsan keşfedersin ve katılırsın!
Söz konusu bu mertebe (Ba’nın
mertebesi) Sin harfini arzuladığı Elif harfine taşıyacak olan mertebedir.
Binaenaleyh peygamber seni Allah Teâlâ’ya intikal ettirdiği gibi onun mertebesi
de -ki onun mertebesi cennettirHakkın mertebesi olan Kesib’e (Yakınında olan)
ulaştırır.
(Besmeledeki Düşmüş Tenvin)
Bilmelisin ki: Bismin ifadesindeki
tenvin, kulluğu gerçekleştirir ve bölünmeye gönderme yapar, isimden tenvin
çıktığında, apaçık Hakk şereflendirmek ve temkin izafesiyle kendisini seçmiş ve
şöyle buyurur: ‘Bismillah (Allah Teâlâ’nın Adıyla).’ Böylece ilâhî mertebeye
tamlama yapıldığı için kula ait tenvin düşmüştür.
Söz konusu tenvin, ahlaklaşma tenvini
olduğu için, kulun onu elde etmesi mümkün olmuştur. Aksi halde, siikûn onun
için daha iyidir. Bunu bilmelisin!
Dokuzuncu kısım tamamlanmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar