FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN ONSEKİZİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
OTUZUNCU BÖLÜM
Süvari Kutuplardan Birinci ve İkinci Tabakanın Bilinmesi
Allah
Teâlâ’nın öyle kulları
vardır ki
Kapkaranlık
gecede amel bineklerine binmişlerdir
Düşük
himmetler onlar sayesinde yükselmiştir Her şeyi bilen Tek Aziz’in katına.
Onları
seçti ve kendilerine tecelli etti Dostum kaseleriyle onları karşıladı
Zillet
içinde yükseklik sahibi olan kimse el-Azim’in (Yüce, azametli) kıymetini bilir
Yaratılmışın
rütbesi, eğer iyice araştırırsan Onda el-Kadîm ile ortaya çıkar.
Allah Teâlâ’nın
öyle genel ilimleri vardır ki Nebi, resul ve velide bulunur.
Bu
bilgilerin varlıkları latifleşmiştir Onları nefesler âleminden başkası
algılayamaz.
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Asalet (Nucûb) sahipleri, yaygın kullanımda süvariler demektir.
Şair şöyle der:
Keşke
şöyle bir topluluğum olsaydı, bineklerine bindiklerinde Atlı ve deve binicileri
(fürsan ve rükban) olarak şiddetle hücum ederler.
Şiirde geçen fürsan, at süvarileri,
rükban ise, deve binicileri demektir. Atlar ise, Arap olan ve olmayan herkesin
bindiği şeylerdir. Yarış devesini ise sadece Arapiar kullanır. Arapiar, düzgün
konuşan, övünen ve cömert insanlardır. Söz konusu nitelilder bu grupta baskın
olduğu için onları süvari diye isimlendirdik. Bu bağlamda onların bir kısmı
himmet bineklerine, bir kısmı amel bineklerine biner. Bu nedenle onları iki tabaka
saydık: Birinci ve ikinci tabaka.
Süvariler, bu yolda Efrad’dır
(fertler, telder). Çünkü onlar, tabaka tabakadır: Kutuplar, İmamlar, Direlder,
Bedeller, Nakipler, Necipler, Recebiyyûn ve Efrad onlardandır. Onlardan her bir
grubu gördüm ve batı şehirlerinde, Hicaz ve doğu şehirlerinde onlarla oturup
kalktım.
Bu bölüm Efrad’a aittir. Onlar,
Kutub’un hükmünün dışındaki yegâne gruptur. Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur.
Sayıları üç ve daha yukarısı olan tek sayılardır. Onlarm veya başkalarının ilk
tek sayı olan ki o üçtürsayının aşağısıyla ilişkileri yoktur. Çünkü mutlak
birlik anlamındaki ahadiyet -ki o, bir demektirHakkın zatına aittir. İki ise
mertebeye aittir, o da, ulûhiyetin birlenmesidir. Üç ise oluşun (âlem) Allah
Teâlâ’dan var olmasının ilkesidir.
Melekler sınıfında Efrad, Allah
Teâlâ’nın cemal ve celalinde kendilerinden geçmiş meleklerdir. Onlar, amade
kılınmış ve yazı ve tedvin âleminde (oluş âlemi, şehadet âlemi) bulunan
yönetici meleklerin dışındaki meleklerdir. Onlar, Kalem ve Akıl’dan aşağıya
doğru mertebelerde bulunan meleklerdir.
insanlar içinde Efrad, melekler içinde
kendilerinden geçmiş güçlü melekler gibidir. Teklerin ilki, üçtür. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: TJç, bir topluluktur.’, ille topluluk, üç
kişidir ve ondan yukarıya doğru devam eder. .
İlahi mertebelerden onlara ait
mertebe, ferdâniyet (teldik) mertebesidir. Bu mertebede
onlar ayrışır. Onlara ait ilahi isim, el-Ferd ismidir.
Onların kalplerine gelen maddeler,
kendilerinden geçmiş meleklere gelen makamdan gelir. Bu nedenle makamları ve
getirdikleri şey bilinmez. Bu durum, Hz. Musa’nın Hızır’a tepki göstermesine
benzer. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Hızır’ın lehinde tanıklık etmiş, onun
mertebesini bildirmiş, onu tezkiye etmiş, onunla arkadaş olmak istediğinde
kendisine itiraz etmeyeceğine dair Musa’dan söz almıştır.
Hızır, Hz. Musa’nın kendisinin
bulunduğu makam hakkında bir tecrübesinin olmadığını anladığı gibi Hızır da
Musa’nın sahip olduğu ve Allah Teâlâ’nın ona öğretmiş olduğu bilgi hakkında
herhangi bir zevke sahip değildi. Şu var ki Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel
bir müşahede nedeniyle, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi
gerektirmemiş,tir. Hz. Musa’nın ve peygamberlerin makamları ise, getirdikleri
vahyin dışında olduğunu gördükleri her işte, peygamber olmaları yönünden
itirazı gerektirir.
Bu konuda vardığımız görüşün kanıtı,
Hızır’ın Musa hakkındaki şu ifadesidir: ‘Bilgice
kuşatamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin.’128 Hızır bir peygamber olsaydı, Hz.
Musa’ya ‘bilgice kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın davranışı,
peygamberlik makamından değildi. Ayrıca Musa’ya farklılıklarından söz ederken
şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır Musa’ya şöyle demiştir:
‘Ey Musa! Ben Allah Teâlâ’nın bana öğretmiş olduğu senin bilmediğin bir bilgiye
sahibim. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğretmiş olduğu ve benim bilmediğim bir
bilgiye sahipsin.’ Böylece Hızır ve Musa ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a) tepki
göstermesiyle de farklılaşmışlardır.
(Başkalarının getirdiği bilgiyi veya
bu bilgi nedeniyle onların dindarlığını) İnkâr etmek, Efrad’ın özelliği
değildir. Çünkü onlar, her işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr
edilir, fakat onlar inkâr etmez. Cüneyd (el-Bağdadî) şöyle der: ‘Bir kimse, bin
güvenilir insan tarafından zındık diye suçlanmadıkça hakikat derecelerine
yükselemez.’ Onların inkâr edilişi, Allah Teâlâ’dan sadece kendilerinin bildiği
şeyleri öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib’in eliyle
göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir: ‘Burada öyle ilimler vardır
ki, keşke onları taşıyacak kimseler bulabilseydim.’ Hz. Ali Efrad’dan idi.
Böyle bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı. Ebû Hureyre, buna
benzer başka bir şey söylemişti. Buhari, es-Sahih’inde
Ebû Hureyre’nin şöyle söylediğini
aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den iki ilim aldım. Birincisi
size bildirdiğimdir. İkincisini açıklamış olsaydım, şu gırdağım (bulgum)
kesilirdi.’ Hadiste geçen bulgum, yemek borusu demektir.
Ebû Hureyre, bu ilmi Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den aldığını belirtir. Dolayısıyla o, kendi zevki
olmaksızın, salt bir taşıyıcıdır. Fakat yine de o ilimdir. Çünkü Ebû Hureyre
onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den duymuştur. Biz ise, Allah Teâlâ’nın
kelamı hakkında bir anlayışın verildiği kimseden söz ediyoruz. Söz konusu
anlayış, Efrad’ın ilmidir.
Efrad’dan biri de, Abdullah b.
el-Abbas idi. O, bilgisinin genişliği nedeniyle, ‘derya’ diye
isimlendirilmişti. İbn Abbas, ‘Yedi
gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’dır"29 ayeti hakkında şöyle derdi: ‘Size bu
ayetin tefsirini söyleseydim beni taşlardınız.’ Başka bir rivayette ise ‘kâfir
olduğumu söylerdiniz’ demiştir. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebû Talip,
Zeyne’lAbidin’den aktardığı bir ifadesinde bu ilme işaret etmiştir. Gerçi hangisinin
bu sözü söylediğini tam olarak bilmiyorum:
Nice
bilgi cevheri vardır ki, onu açıklasaydım
Bana
‘sen puta tapanlardansın’ denilirdi .
Müslüman
adamlar kanımı helal görür Yaptıkları en çirkin işi (beni öldürmeyi) iyi
sayarlardı
Burada, ‘puta tapanlar’ sözüyle
maksadına dikkat çekmiştir. Hz.
A t
‘
Peygamber’in ‘kuşkusuz Allah Teâlâ,
Adem’i kendi suretine göre yaratmıştır’ sözünde zamir Allah Teâlâ’ya
döndürüldüğünde hadisin tevili söz konusu ifadeye benzer. Bu da, onun
yorumlarından biridir.
Kardeşim, Allah Teâlâ aşkına! Sana
söylediğim konuda, bana karşı insaf göster. Kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen ve rabbini sevinmek, gülmek, şaşırmak,
neşelenmek, kızmak, tereddüt etmek, kerih görmek, sevmek, arzu duymak gibi
hallerle niteleyen bütün haberlere inanman ve onları doğrulaman gerekir. Bu
ilahi mertebeden keşif, tecelli ve ilahi bildirim olarak, velilerin kalplerine
esintiler gelse ve onlar peygamberin diliyle bu gibi lafızlarla ifade edilmiş
böyle şeyleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenip göstermesiyle müşahede
ederlerse, kuşkusuz ben ve sen bunların hepsine iman etmişizdir. Diyorum ki;
bir veli, Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgi getirdiğinde, Cüneyd’in
söylediği gibi, onu zındık ilan etmez misin? Bu adam, (Allah Teâlâ’yı
yaratıklarına benzetiyor anlamında) teşbih yapmaktadır ve ‘o, putperestir’
demez misin? ‘Hakk, yaratılmışın nitelendiği özellikle nasıl nitelenebilir’
(demez misin)? ‘Putperestler, bundan daha fazlasını yapmamıştır’ (demez
misin). Nitekim Ali b. Hüseyin böyle söylemiştir. Sen öyle bir insanı öldürmez
misin veya İbn-i Abbas’ın söylediği gibi ölümüne fetva vermez misin?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
Allah Teâlâ hakkında akıl delillerinin imkansız gördüğü ve tevil edilmesi
yasaklanmış ifadeleri duyduğunda, gerçekte neye iman etmiştin? Tevil yasaklansa
bile Eş’arî, kendince bir tenzih anlamına göre onları tevil etmiştir. İnsaf,
nerede kalmıştır? ‘İlahi kudret, peygambere verdiği sırların bilgisini bu
veliye verecek kadar geniştir’ diyebilir misin? Çünkü böyle bir bilgi
peygamberliğin özelliklerinden olmadığı gibi (çünkü peygamberliğin özelliği
olan şey hüküm koyma, teşrîdir) Şarî de, ümmetini bu konuda engellememiş,
herhangi bir şey söylememiş ve şöyle demiştir: ‘Ümmetim içinde sezgi sahipleri
var ise, Ömer onlardan biridir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
ümmeti içinde peygamber olmayan sezgi sahiplerinin bulunacağını belirtmiştir.
Bazen böyle bir sezgi gerçekleşebilir. Çünkü bu durumda sezgi, helal ve haram
gibi teşriî hükümlerin dışındadır. Teşri’ (helal veya haram gibi hüküm koyma)
yetkisi, peygamberlik özelliğidir. İlahi ilimlerin gizemlerine ulaşmak, (yasa
koyucu anlamında) teşriî peygamberliğin bir özelliği değil, peygamber, veli,
uyan ve uyulan gibi Allah Teâlâ’nın kullarına yayılmış bir özelliktir.
Dostum! Hiç mi insafın kalmadı?
Peygamberin getirdiği bilginin sırlarına vakıf olmak, velilerin firavunları ve Allah
Teâlâ’nın salih kullarının deccalları olan fakihler ve akılcılar içinde de
mevcut değil midir? Allah Teâlâ, kendisine farz kılınan şeyle amel eden
herhangi birimize şunu der: Allah Teâlâ, emrini yerine getiren kimseye öğretir
ve amellerinin meydana getireceği bilgilerin öğretim işini üstlenir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ’dan korkunuz, o size öğretir: Allah Teâlâ her şeyi bilendir."30 Başka bir ayette ise şöyle
buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir.’13'
Bu makamın kutuplarından biri de, Ömer
b. Hattâb ve Ahmed b. Hanbel’dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ömer
b. Hattâb’a Allah Teâlâ’nın verdiği gücü zikrederek şöyle demiştir: ‘Ömer!
Şeytan bir mevzide şenle karşılaşsa, yolunu değiştirir.’ Bu durum, masum
peygamberin tanıklığıyla Ömer’in korunmuşluğunu gösterir. Şeytanın bizi sadece
batıla yönlendireceğini biliyoruz. Batıl ise, Ömer b. el Hattâb’ın gittiği yol
değildir. Ömer, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in tespitiyle, sadece
doğruluk yollarına giderdi. Böylece de, Allah Teâlâ yolundaki bütün işlerinde
kınayanın kınamasının alıkoyamadığı kimselerden olmuştur. Kudret, doğruluğa
aittir.
Doğruluk ulaşılması zor, nefislerde
taşınması ağır olduğu için, nefisler onu taşıyamaz ve kabul edemez, bilakis
onu reddeder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur:
‘Doğruluk Ömer’de bir gedik bırakmamış!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hiç kuşkusuz doğru söylemiştir. Hz. Ömer, dışında ve içinde doğru idi.
Dışında doğru idi, bunun nedeni, başkasından insaf beldemeyişi, riyaset
sevgisinin olmayışı, Allah Teâlâ’ya kulluktan çıkmayışı, kendisini
ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmayışı, kendisiyle ve eksiğiyle ilgilenerek
insanların ayıplarını görmediği için Hakkın çağırdığı işten yüz
çevirmeyişiydi.
Ömer içinde de doğru idi, çünkü Allah
Teâlâ, Ömer’in kalbinde bir gedik bırakmamıştır. Dolayısıyla onun Allah
Teâlâ’dan başkasına bir ilgisi yoktu.
En şaşılacak iş, söz konusu inkârcı
gruptan birine ‘kendinle ilgilen’ dediğinde, şöyle yanıt vermesidir: ‘Ben Allah
Teâlâ’nın dinini koruyorum ve ona düşkünlüğümden hareket ediyorum. Allah Teâlâ
hakkında gayret imandandır... vb.’ Durmaz ve düşünmez ki: Acaba böyle bir şey
imkan dâhilinde midir, değil midir? Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ bir
velisine -Hızır’a olduğu gibiyaratıklarında uygulayacağı şeyleri bildirmiş ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in dile getirdiği ifadelerle anlatılabilecek
bilgileri kendi nezdinden ona öğretmiş olamaz mı? Hızır şöyle demişti: ‘Ben
bunu kendiliğimden yapmadım.’132 Bu inkârcı kişi, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onu getirdiğinde kendi zannınca buna inanır.
Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu
inkârcı o ifadelere (gerçekte) iman etmiş olsaydı, veli de (onları
söylediğinde) inkâr etmezdi. Çünkü Şâri’, istiva etmek, inmek, beraberlik,
gülmek, sevinmek, neşelenmek ve şaşırmak gibi ifadeleri Allah Teâlâ hakkında
kullanmayı reddetmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah
Teâlâ’nın kullarından birini bunları kullanmaktan men ettiği kesinlikle
aktarılmamıştır. Bilakis Allah Teâlâ’nın bize şöyle söylediğini bildirmiştir:‘Sizin
için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek vardır.’133 Böylece Allah Teâlâ, bize bu kapıyı
açmış ve bizi ona uymaya teşvik etmiştir: ‘Allah
Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’134 İşte söz
konusu durum, peygambere uymak ve onu örnek almanın bir parçasıdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
uymanın bir yönü de şudur: Haktan bir varid bize gelip onun mertebesinden bir
bilgi öğrendiğimizde, Allah Teâlâ’nın kendisiyle bizi kuşattığı bir rahmet ve
inayet o bilgide bulunur. Her nerede bulunursak, Rabbimizden gelen bir delile
sahip oluruz ve bizim tarafımızdan bir şahit
o
delili okur. Bu durum, peygamberin sünnetine uymamız ve bizim için ortaya
koyduğu hükmü takip etmemiz anlamına gelir. Biz ondan hiçbir şeyi ihlal
etmeyiz. Ve emre karşı çıkmak hatasını işlemedik. Örnek olarak, Allah Teâlâ’nın
yasakladığı şeyi helal saymak veya helal saydığı şeyi haram saymayı
verebiliriz. Böylece Hakkın katından öğrendiğimiz bu bilinenle bu gibi nebevi
ifadeleri talep ederiz. Çünkü Allah Teâlâ, bu özellikteki kişinin ‘Allah
Teâlâ’ya basiret üzere çağırdığını bildirmiştir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
uymakla ilgili emrin bir yönü de, söz konusu anlamlara peygamberlerin
kullandığı bu gibi lafızları vermemizdir. Onlardan daha anlaşılır ifadeler
olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları kullanırdı. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine indirilen şeyi bize açıklamakla memurdur.
Bu nedenle ‘O’nun benzeri yoktur’ hükmünü bilmekle birlikte, (benzetme anlamı
taşıyan bilgiyi) açıklamak istediğimizde başka lafızlara yönelmedik. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kullandığından başka lafızlara yönelseydik Allah
Teâlâ’nın hakkını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden daha iyi ve daha
nezih şekilde bildiğimizi iddia etmiş olurduk. Bu ise, olabilecek en kötü
saygısızlıktır.
Anlamın dinleyene nüfuz etmesi
gerekir. Çünkü senin karşı çıktığın lafız, insanların en fasihinin lafzıdır
ki, o da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Kuran ise, büsbütün
örtüşecek şekilde o anlama delalet etmez. Bu nedenle bize Peygamber’e uymayı
farz kılmıştır. Böyle bir bilgi getiren veliyi inkâr ve tekfir eden insan,
bütün bunları düşünmekten bihaberdir. Bunun iki nedeni -veya iki nedenden
sadece birivardır. İnkâr eden kişi, bilgiliyse kıskançlığı nedeniyle böyle
davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘içlerindeki
kıskançlık nedeniyle:135 Cahil ise, (veliye tepki gösterirken)
bu durumda o, peygamberliği hiç bilmemektedir.
Ey dostum! Bu makamın kutuplarından
yetmişten fazla bir grupla Mekke’de Ebû Kubeys dağında karşılaştık. Bu sınıfın
kendi yollarında hiçbir talebeleri yoktu. Onlar, hiç kimseyi terbiye ederek
sulûk ettirmiyordu. Bunun yerine tavsiye ediyor, nasihat ve bilgi
yayıyorlardı. Kim muvaffak olursa, onu alırdı. Ebu’s-Suud’un onlardan biri
olduğu söylenir. Ben onunla karşılaşmadım ve onu görmedim. Fakat ona dair
güzel bir koku ve hoş bir nefes kokladım. Abdüllcadir el-Cilî’nin -ki o güvenilir
biri ve vaktinin kutbu idiMuhammed b. Kâid el-Evânî’nin bu makamda olduğuna
tanıklık ettiği bana ulaşmıştır. Bize böyle nakledilmiştir, sorumluluk ise
nakledene aittir.
İbn Kâid, bu makamdayken önünde
peygamberin ayağından başka bir ayale görmediğini iddia etmiştir. Böyle bir
durum ise, vaktin Telc’i için olabilir. Efrad’dan olmasaydı, peygamberin
ayağının yanı sıra şayet imam isevaktin kutbunun ayağını da görmesi gerekirdi;
direk ise, bu durumda önünde üç ayale; bedel ise, dört ayale görmelidir vs. Şu
var ki bunun olabilmesi için ‘uyma’ mertebesine yerleştirilmiş olması gerekir.
Uyma mertebelerine yerleştirilmemiş ve yolun sağından saptırılmışsa, başka bir
ifadeyle, yol ile odacık (Kutub’a ait özel oda) arasında
bulunursa, önünde herhangi bir ayak görmez. İşte bu, özel
yön yoludur.
Bu özel yön, Haktan her bir varlığa yöneliktir. Tepki görmelerine ve
zındıklıkla suçlanmalarına yol açan bütün bu ilimler, velilere söz konusu özel
yönden açılır. Peygamberden geldiğinde onlara inanan kimse, velileri bu
bilgiler nedeniyle zındık ilan edip tekfir eder. Hâlbuki bunlar, aynı
ilimlerdir. Nitekim bu hususu daha önce belirtmiştik.
Bu makam mensupları, âlemde tasarruf
ve güç sahibidir. Onların birinci tabakası, Allah Teâlâ kendilerine bu gücü
vermiş olmakla birlikte, yaratıklarında tasarrufu Allah Teâlâ’ya bırakmış
kimselerdir. Allah Teâlâ, onlara bu gücü bir emir olarak değil, sunum olarak
vermiştir. Bu nedenle onlar, gizliliğe bürünmüş, bilinmezlik örtülerine
girmiş, alışkanlık perdeleriyle gizlenmiş, kulluk ve yoksunluğa
bağlanmışlardır. Onlar yiğitler, zarifler, melâmîler, gizliler ve iyilerdir. :
Ebu’s-Suud onlardan biri ve ‘O’nu vekil
edin’136 ayetindeki Allah Teâlâ’nın emrine
uyanlardandı. Vekil, tasarruf yetkisine sahip demektir. Kendisine emredilse,
emre uyardı. Bu durum, onların özelliklerindendir. Abdülleadir’e gelince,
halinden anlaşıldığı kadarıyla Abdüllcadir (Geylani) tasarruf etmekle, memurdu.
Bu nedenle tasarruf onda görünmüştür. Binaenaleyh böyle dememiz, onun gibiler
hakkındaki zannımızdır.
Muhammed el-Evânî ise, Allah Teâlâ’nın
tasarruf yetkisi verdiğini kendisinin de bunu kabul ettiğini söylerdi. Bu
nedenle tasarruf ederdi. Eğer tasarruf etmesi emredilmeseydi, denenirdi. Bu
durum, onu Ebu’sSuud’un üstün olduğu bilgiden eksik bırakmıştır. Ebu’s-Suud,
süvariler grubunun birinci sınıfının diliyle konuşurdu.
Onlara kutuplar dedik, bunun nedeni, sabit
olmalarıdır. Ayrıca bu makam, yani kulluk makamı, onların üzerinde döner.
Onların kutup olduğunu söylerken, emirleri altında bir grup var da, onlar da bu
grubun reisleri ve kutuplarıdır demek istemedik. Onlar, böyle bir şeyden
münezzeh ve yücedir! Gerçek kulluğa ulaştıkları için, içlerinde asla başkanlık
sevdası yoktur. Hakkın işi, öne geçmiştir. Dolayısıyla, onlara her ne gelir
ise, kulluğu tam olarak yerine getirdikleri için o emre bağlanmaları gerekir.
Böylece, kulluk makamında efendilerinin emrine bağlanarak emri yerine
getirirler. Serbest bırakıldıklarında veya kendilerine söylenen şey bir emir
değil de arz olduğunda veya makamı elde etme talebi var ise, kendisi için
yaratılmış olduğu kulluk makamına ulaşmayan kimse onu izhar edemez.
İşte ey dostum! Bu bölümde sana
onların makamlarını bildirdim. Geride ise, onların esaslarını bildirmek, ikinci
tabakadaki yönetici kutupların hallerini açıklamak kaldı. Bunları, Allah
Teâlâ’nın izniyle daha sonra belirteceğiz.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’ O’ndan başka rab yoktur.
OTUZ
BİRİNCİ BÖLÜM
Süvarilerin Esaslarının Bilinmesi
Dehr bize ilgi gösterdi ve müşfik davrandı Hükmünde geçti
ve ihmal etmedi
Biz de onu sevdik ve övgüsünü söyledik,
umulur ki Dehr müstağniliğin gerçekleşmesiyle sevinir
Biz seni kendimizde hakim yaptık
Dilersen sen de hüküm ver: Aleyhimizde
veya lehimizde -
Kuşkusuz hüküm O’na aittir
Bizim hakkımızdaki hüküm, Dehr’e ait
değildir '
Benim şefaatçim Dehr’imdir
Dehr’i yönlendiren zat bizi de
yönlendirendir
Aslı aramak üzere süvari olduk
O asıl bizim nezdimizde sırrı aleni
yapmıştır
Ondan bize ait olan bizi hareket
ettirendir
Bizden O’na ait olan ise bizi
durağanlaştırandır
Dehr’in bizdeki hareketleri görülür
Şöyle dedi: ‘Bizi durağanlaştıran O’na
aittir.’ .
Ben seçilmiş hor kulum
Ve ben Hakkım, Hakk ise ben değildir
(Hareketten
Soyutlanmak)
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Süvarilerin dayandığı esaslar çoktur. Bunlardan
biri, kendisine yerleştirildiğinde hareketten soyutlanmaktır. Bu nedenle süvari
olmuşlardır. Onlar, binelderi üzerinde durağan, bineklerinin hareket
ettirmesiyle hareket eden kimselerdir. Onlar, kesilmesi emredilen şeyi, kendileri ile değil, başkaları vasıtasıyla keserler.
Böylece hareketin güçlüğünün vermiş olduğu sıkıntıdan rahariayarak ve hareketin
yol açtığı iddiadan uzaklaşarak ererler. Kısa bir zamanda uzak mesafeleri kat etmekle övünselerdi, bu övünme
kendilerine değil, vasıtasıyla o mesafeyi kat ettikleri bineğe dönerdi. Onlar,
yüz çevirenlerdir ve bir iddiaları yoktur. Düsturları, ‘Allah Teâlâ’dan
başkasının güç ve kuvveti yoktur’ ifadesi; ayetleri, ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah
Teâlâ attı’137 ayetidir. ,
Onlara şöyle denilir: Bu mesafeleri kat ettiğinizde, onları siz değil,
binekler kat etmiştir. Onlar, taşınanlardır. Dolayısıyla kulun gücü, efendisinin
otoritesine bağlıdır. Kendisi ise, horluk, acizlik, gevşeklik ve zayıflık
sahibidir.
Onlar, Allah Teâlâ’nın ‘Gece ve gündüzde durağan her şey
0’nundur,l3s ayetiyle dikkat çektiğini gördüklerinde, harekette bir iddia
bulunduğunu, hâlbuki durağanlığa iddianın bulaşmadığını öğrenmişlerdi. Çünkü durağanlık,
hareketin reddidir. Bunun üzerine şöyle derler: ‘Allah Teâlâ bize bu manevi
mesafenin kat edilmesini emretmiştir. Biz onu kendi kendimize kat etmiş
olsaydık bile, vuslat mertebesinde onunla övülmek için nefislerimize
güvenmezdik. Çünkü nefisler inatçılık, öne geçme ve övünmeyi sevme özelliğinde
yaratılmıştır. Bu konuda nefislerimize dayansaydık, o yüce mertebeye
göstermemiz gereken saygı ölçüsünde eksik kalırdık.
Şöyle derler: ‘Bu mesafeleri kendileriyle kat edeceğimiz binekler
edinmeliyiz. Övülmek isterlerse, övünme nefislere değil, bineklere döner.
Bunun üzerine, kendisinden başka güç ve kudret sahibi olmayandan soylu develer
edinmişlerdir. Develer susuzluğa ve açlığa, at ve benzeri bineklerden daha
dayanıklıdır. Yol çorak ve susuzdur, susatır. Devenin özelliğine sahip olmayan
binekler, o yolda perişan olur. Bu nedenle, binek olmaya uygun diğer binekleri
değil, soylu develeri seçmişlerdir.
Bu yolu ‘el-Hamdü lillah (Hamd Allah Teâlâ’yadır)’ bineğinin geçmesi
mümkün değildir. Çünkü bu zikir, vuslatın özelliğidir. SübhanAllah Teâlâ (Allah
Teâlâ münezzehtir) bineği de uygun binek değildir. O da, tecellinin
özelliklerindendir. La ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)
cümlesi de, uygun binek değildir. O da, iddia özelliklerindendir. Allah Teâlâu
Ekber (Allah Teâlâ en büyüktür) de uygun binek değildir. Bu da, mukayeseli
üstünlüğün özelliklerindendir. Böylece, La havle vela kuvvete illa billah (Allah
Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur) ifadesi (binek olarak) ortaya
çıkmıştır. Bu ifade, söz, fiil, zâhir ve bâtın olarak amellerin özelliklerindendir.
Çünkü söz konusu kimselere amel işlemeleri emredilmiştir.
Yolculuk kalp, beden, mana ve duyu olarak bir ameldir. B a amel, La havle
vela kuvvete illa billah (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur)
ifadesine özgüdür. Çünkü onlar bununla La ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur) derler; biz ise onunla, Subhanallah (Allah Teâlâ
münezzehtir) vb. diğer söz ve amelleri söyleriz.
Durağanlık hareketin yolduğu, yolduk ise onların aslıdır. Bu durum, ‘daha önce bir şey değilken seni
yarattım’139 ayetinde dile getirilir
Burada Allah Teâlâ, (‘bir şey’ ile) varolanı kastetmiştir. Onlar,
durağanlığı harekete yeğlemiştir. Durağanlık, asıl üzere kalmak demektir. Allah
Teâlâ, ‘gece ve gündüzde durağan her şey O’nunduf140 ayetinde yaratıkların yolduğu onun
için kabul ettiklerine, varlıkta ise onu iddia ettiklerine dikkat çekti.
Hakikatler babından ise Allah Teâlâ, ‘gece ve gündüzde durağan her şey
O’na aittir’ ayetiyle bu ayette iddia ettikleri şeyi kendilerine izafe etmelerini
engellemiştir. (Durağan ile) Kastedilen, sabit olan şey demektir. Sabit olmak,
varlıksal bir durumdur, akılda var olur, dışta değil, dahası göreli olarak
vardır. ‘Allah Teâlâ her şeyi işiten ve
bilendir."41 Allah Teâlâ, O’na ait olan şeyi kendinize nispet ettiğiniz iddiasını ‘işitir.’ Gerçeğin ise, sizin iddia ettiğinizden farklı olduğunu ‘bilir.’
Onların bir esası da, ‘benimle konuşur, benimle görür, benimle duyar’
diliyle tevhittir. Bu ise, (kök mesabesindeki farz) amellerin dalları -Ki
bunlar nafile ibadetlerdirvasıtasıyla meydana gelen makamdır. Çünkü fer’î
ibadeder, ilahi sevgiyi meydana getirir. Sevgi ise, kulun bu nitelikte olmasını
sağlar. Bu nitelik, bu sınıftaki kulların Hızır’ın hüküm ve bilgisinden bildikleri
verdilderi hükümlerdeki kaynaklarıdır. Söz konusu asıl, kazanılmış bir asildir
ve o, Hızır için Allah Teâlâ’nın verdiği rahmetle ilahi inayetin dayanağıdır.
Hz. Musa’nın Hızır’dan ‘öğrenmek istediği bilgi’ bu rahmetten meydana
gelmiştir.
Ortaya koyduğumuz meseleyi iyice düşünürsen, Muhammed milletinin ve
ümmetinin velayetinin değerini ve mertebesini öğrenirsin. Bu ümmetin geneli
hakkında şeriat yapılmış kökten çıkan dallarda oluşan çiçeğin meyvesi, Hızır’ın
bilgilerinin kaynağıdır, aslıdır. Hızır, kendisiyle karşılaşmakla Allah Teâlâ’nın
kulu Musa’ya ihsanda bulunduğu ve vasıtasıyla Musa’ya edep öğrettiği kimsedir.
Böylece Muhammedi için, Hızır için kök olan şeyin aslının dalının dalının dalı
meydana gelir. Musa gibiler ise, Hızır’dan sahip olduğu bilgiyi kendilerine
öğretmesini ister. O halde, bu Muhammedi arifin mertebesinin nerede
farklılaştığına bakınız!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Rabbinden aktardığı kutsi bir
hadiste şöyle der: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurur: Bana yaklaşan kullarım, farz
kıldığım şeyleri yerine getirmekten daha sevimli bir şeyle bana
yaklaşmamıştır.’ Asıl olan budur: Farzları yerine getirmek. Sonra şöyle buyurur: ‘Kul, bana nafile ibadetlerle yaldaşmayı sürdürür.’
Nafile ibadeder, farzlara ilave, fakat farzlar kendileri için asıl olabilsin
diye onlarm cinsinden olan ibadetlerdir. Örnek olarak namaz, zekât, oruç/hac
ve zikir gibi nafile iyililderi verebiliriz. İşte bu, köke en yakın daldır.
Sonra, bu amel -ki nafiledirAllah Teâlâ’nın kulu sevmesini sağlar. Bu durumda
söz konusu olan bir lütuf sevgisi değil, özel bir bedel olarak özel sevgidir.
Çünkü esastaki lütuf sevgisinde, Allah Teâlâ katında bütün mutlular ortaktır.
Bu sevgi, o kimselere nafile iyiliklerle Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlamıştır.
Sonra bu sevgi -ki o çiçek mesabesindeki ikinci daldırHakkın kulun işitmesi,
görmesi ve eli olmasını sağlar. Bu ise, üçüncü daldır ve çiçekten çıkan meyve
mesabesindedir. Bu esnada kul, Hakk ile konuşur, Hakk ile duyar, Hakk ile
görür, Hakk ile tutar ve Hakk ile idrak eder. İşte bu, bu makamın vermiş olduğu
özel ilahi vahiydir. Melek, bu vahiyde aracı değildir. Bu nedenle Hızır,
Musa’ya ‘bilgice ihata edemediğin şey’ demiştir. Çünkü peygamberlerin vahyi, Allah
Teâlâ ve peygamberi arasındaki elçi olan melek vasıtasıyla gelir. Dolayısıyla
peygamberin şehadet âleminde hükmü uygulamada (Hızır’da tahsis edilmiş) bu
zevke dair bir bilgisi yoktur.
Şehadet âleminde ilahi hükümleri yasa yapmak için peygamber göndermenin
âdet olmuş tek yolu, peygamberin kalbine inen ya da ona bir surette kendini
gösteren meleğin aracılığı olmuştur. Peygamber şeriatı ancak bu nitelikte
olduğunda bilebilir. Şeriattan başkasını bilemez. Çünkü peygambere ait olan
şey, farzları yerine getirmenin sağladığı yakınlık, onlara dayanan Allah
Teâlâ’nın kulunu sevmesi ve bu sevginin doğurduğu şeylerdir. Hızır’a ait olan
ise, nafile ibadetlerin sağladığı yakınlık, onun sevgisi ve bu sevginin ona
verdiği bilgidir. Bu bilgi, Allah Teâlâ’ya dair bilgidir. Yoksa hüküm koyma
ilmi ve şehadet âleminde hükmü uygulama ilmi değildir. O halde ‘bilgice
kuşatamadığın şey1 bu kabildendir. İşte Musa’ya değil de Hızır’a tahsis edilen ilim, bu
ilimdir.
Bu noktada Şeriat hakkında önceden bilgisi olmayan Muhammedi, aktarım
vasıtasıyla ve fıkıh, hadis okuyarak şerî hükümleri öğrenerek hüküm verir.
Böylece bu makam sahibinin bilgisi, bu mertebeden indirilmiş şeriatın
bulunduğu hal üzere, şeriatın bildirdiği hükmün bilgisiyle örtüşür. Söz konusu
kişi, peygamber değildir ve burada söz konusu olan, sadece ilahi bildirim ve bu makamın vermiş olduğu korunmadır. (Hüküm getiren) peygamberliğin
onda bir payı yoktur. İşte bu, ‘bilgice kuşatamadığın şey’ ayetinin anlamıdır.
Çünkü peygamber, bu hükmü ancak Cebrail’in kalbine inmesiyle veya meleğin ona
bir adam şeklinde görünmesiyle almıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra peygamberlik ve risalet
sona erdiğine göre, bu şahsa olan bildirim, Muhammedi şeriatın şehadet âleminde
bulunduğu duruma göre gerçekleşir. Hz. Musa’nın zamanı gibi, şeriat gönderilen
bir zamanda olsaydı bu veliden hüküm, meleğin vasıtası olmaksızın Hakka
yakınlık mertebesinden Hızır’dan ortaya çıktığı gibi çıkardı. O halde resul ve
nebi, tıpkı bu veli gibi, Hakka yakınlık mertebesinin sahibidir. Veli ise, bu
mertebeden hüküm koyma hakkına sahip değildir. Hüküm koymak, ancak melek
vasıtasıyla peygamber için gerçekleşebilir ve o da son bulmuştur.
Burada şöyle bir durum vardır: Sonradan gelen peygamber için önceld
peygamberin şeriatından kendisi için şeriat olarak kalan kısım, acaba
şeriatının diğer kısımları gibi Ruh (Cebrail) vasıtasıyla mı meydana gelir?
Yoksa söz konusu kısım, sonraki peygamber için Hızır ve aramızdan veliler için
gerçekleştiği gibi yalcınlık mertebesinden mi meydana gelir? Bana göre bu durum
o peygamberin tahsis edildiği hükümlerin gerçekleştiği tarzda meydana gelir.
Bu nedenle, güvenilir adil kişi ‘bilgice kuşatamadığın şey’ ifadesini doğrular.
Bu görüşe yolumuzdan herhangi bir kimsenin karşı çıktığı ve muhalefet
ettiğinin bilinmediği gibi biz de böyle birinin varlığını öğrenmedik. Böyle
bir görüş ayrılığı olduğunu farz etsek bile, bu konuda bizimle görüş ayrılığı
ancak İki kişiden biri için düşünülebilir:
Birincisi gerçeği karıştırıp ilahi bildirimi hüküm sayan Allah Teâlâ ehlidir.
Böylece, nebi veya peygamberin bu ümmet içinde öyle olabileceğini mümkün
görür. Önceki zamanda ise, hüküm önce gelmiş peygambere aitti ve o mudaka bu
başkasına ait bir hükümdür diye melek vasıtasıyla peygambere bir bildirimdir. Allah
Teâlâ, peygamberleri zikrettiğinde şöyle demiştir: ‘Onlar, Allah Teâlâ’nın hidayet
ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.’142 Allah Teâlâ, peygamber için ‘Onların hidayetini vahiy ve ruh vasıtasıyla
zikretmiştir.’
Bizimle görüş ayrılığına düşecek diğer kişi ise hükmü haber vermeye
kıyaslayan kimsedir. Bu ikisinin dışındalcilerle aramızda bir görüş ayrılığı
olmaz. Bununla birlikte, belirttiğimiz konuda herhangi bir kimsenin görüş
ayrılığı veya görüşümüze katılma bize ulaşmamıştır.
Bu tabakanın esaslarından biri de, Allah Teâlâ’nın duyduğu şey ile konuştuğunu
kabul etmektir. Onlardan başkası, zevk yönünden bunu söyleyemez. Fakat bunu iddia eden kimse, aklı delil
yönünden onu dile getirebilir. Hâlbuki onlar, bu bilgiyi ilahi tecelliden
almış, başkaları ise, onu kendiliğindeki duruma uygun -ki o gerçek demektirdoğru düşünceden almıştır. Görüş ayrılığı sadece bu yolda
gerçekleşir. Bu yol ise, gayeden ibaret olan menzilde birleşseler bile, o yol
değildir.
Şu halde Allah Teâlâ, kendisi nedeniyle duyan, kendisi nedeniyle gören,
kendisi nedeniyle bilendir. Allah Teâlâ’yı isimlendirdiğin veya -Allah
Teâlâ’nın kendisine nispet ettiği şey için sıfat veya na’t lafzını
kullandığında Allah Teâlâ’ya karşı edepsizlik yapanlardan isennitelediğin veya
betimlediğin her şeyde durum böyledir. Allah Teâlâ, bu gibi durumlarda sadece
isim lafzını kullanmış ve şöyle demiştir: ‘Rabbinin ismini teşbih et’,143 ‘Rabbinin ismi
münezzehtir’, 144 ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya
aittir, onlarla Allah Teâlâ’ya dua ediniz.’145 Müşrikler hakkında ise şöyle buyurdu: ‘De ki: Onları isimlendiriniz.’146 Hâlbuki ‘onları niteleyin, betimleyin’ buyurmadı.
Bunun yerine Allah Teâlâ, ‘Rabbin onların nitelemelerinden
münezzehtir’147 buyurdu. Böylece Allah Teâlâ, -saygılı ve anlayışlı biriysenkendisini
lafız ve anlam olarak nitelikten tenzih etmiştir. ‘Allah Teâlâ’ya karşı
edepsizlik yapanlardan isen’ dememin sebebi budur.
Bize karşı çıkan kimseler şöyle iddia etmektedir: Allah Teâlâ bir bilgiyle bilir, bir kudretle güç yetirir, bir görmeyle görür. Tenzih niteliklerinin dışında, Allah Teâlâ’nın isimlendiği her şey
böyledir. Çünkü bizimle farklı düşünen grup, el-Ganî vb. gibi niteliklerinde
böyle söylemez. Onlardan biri, bütün nitelikleri Allah Teâlâ’nın zatı ile var
olan anlamlar sayar: Bunlar, ‘ne O’dur, ne de O’ndan başkadır’; bilakis zatı
üzerine ilave hakikatlerdir.
Üstad Ebû İshale (el-İsferâinî), yedi sıfatı Allah Teâlâ’nın zatına ilave
asıllar saymıştır. Allah Teâlâ’nın zatı onlarla nitelenir. Her ismi de
delaletinin verdiği anlama bağlamıştır. Bütün tenzih nitelilderini, el Hayy
isminin cetveline; el-Habîr, el-Hasîb, el-Alim, el-Muhsî ve kardeşlerini ilim cetveline; eş-Şekûr ismini kelam cetveline yerleştirmiştir. Böylece bütün nitelikleri, yani yedi
sıfattan her birini, el-Hâlık, er-Râzık isimlerini kudrete katması gibi, bu
yöntemle kendilerine uygun isimlere katmıştır. Üstadın yöntemi buydu.
Eş’arî kelamcılar, zata ilave niteliklerin bulunduğunda görüş birliğine
varmış, sonra da deliller ortaya koymuşlardır. Ardından, ilave hakkında görüş birliğine varsalar bile, şu konuda kesin kanıt
bulamamışlardır: Acaba zata ilave bu şey, farklı hükümleri olan -ki ilave ise
böyle olması kaçınılmazdırtek hakikat mi, yoksa farklı hakikatler midir? Eş’arî
uzmanlar, bu konuda bir şey söylememiştir. Bunun yerine, bir kısmı işin
kendiliğinde tek bir hakikate dönebileceğini iddia ederken bir kısmı farklı hakikatlere
döndüğünü iddia etmiştir. Şu var Ki, O’nun zat üzerine ilave bir şey olması
kaçınılmazdır.
Bu kelamcının ortaya koyduğu düşüncenin hüküm vermeyişin dışında
herhangi bir yararı yoktur. Çünkü zat, (birinci kabule göre) kendisine ilave
tek bir hakikat kabul edildiğinde, pek çok ilave şeyi de kabul edebilir. Bu
durumda, çoklukları sayılamayan ‘kadimler meydana gelir. Bu, Ebû Bekir b.
et-Tayyib’in (el-Bakillanî) görüşüdür. Bu konudaki görüş ayrılığı uzar.
Bizim yöntemimiz, bu esasa dayanmaz. ‘Bu esas’ derken, onların
görüşlerini reddetmek ve tartışmayı kastediyorum. Bizim yöntemimiz, herkesin
(bilgi) kaynaklarını açıklamaktır: Her grup, bir şey aktarırken aktardığı şeyi
nereden aktarmıştır? Böyle düşünmesinin sebebi nedir? Görüşü, onun muduluğuna
etki edecek mi, etmeyecek midir? İşte bu, Allah Teâlâ yolunun ehlinin Allah Teâlâ’yı
bilmeye dair payıdır. O halde biz, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi
birinin görüşünü reddetmekle ilgilenmeyiz. Bunun yerine, bazen ilahi genişlik
nedeniyle bu konuda onlar adına mazeret bile sunarız. Çünkü Allah Teâlâ,
kendisince bir delil olduğunu görerek, Allah Teâlâ ile beraber başka ilaha bir
kanıt nedeniyle dua edenler hakkında bile mazeret ortaya koymuştur. Bu
bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hiçbir delili olmadığı halde Allah
Teâlâ’dan başkasma tapan kimse’148
Onların bir esası da, Allah Teâlâ’ya karşı saygıdır. Bu nedenle, Allah Teâlâ’yı
ancak O’nun kendisini isimlendirdiği şeyle isimlendirir, sadece. O’nun
kendisine izafe ettiği şeyi izafe ederler. Nitekim Allah Teâlâ ‘Sana ulaşan her
iyilik Allah Teâlâ’dandır’ buyurur: Kötülük haldcında ise, ‘sana ulaşan her kötülük
kendindendir’149 buyurur. Ardından şöyle demiştir: ‘De ki: Hepsi Allah Teâlâ kalındandır.’150 Bunu her ikisi hakkında belirtmiştir. İyilik ve kötülük bir araya
geldiğinde, ‘bunlar Allah Teâlâ’dandır’ deme, (Allah Teâlâ katındanciır de).
Böylece Kuran, kullanılan (bir şeyin Allah Teâlâ’dan ya da Allah
Teâlâ’nın katından olması örneğinde) lafza dikkat etmiştir.
Bilmelisin ki: Bir toplam, tek başına kalıp başkasıyla birleşmediğinde
her tekil hakikatten farklı bir anlama sahiptir. Örnek olarak, kara boya ile
mazı arasında mürekkebin siyahlığını verebiliriz. Bu bağlamda Allah Teâlâ, kendisinden olan ile katından olanı ayırt etmiştir. Allah Teâlâ, belirli bir grup hakkında şöyle der: ‘'Allah Teâlâ, en hayırlısı ve en
kalıcısıdır.’151 Burada ifade, üstünlük bildiren kalıpla gelmiş ve (aralarında) bir
ilişki yoktur. Nitelilderi belirli bir grup hakkında ise demiştir ki, ‘Allah
Teâlâ’nın katında olan daha hayırlı ve daha
kalıcıdır.’152 ‘Allah Teâlâ’nın katında olan Allah Teâlâ’dan olan’la aynı olmadığı gibi
hüviyetinin aynı da değildir. O halde iki grup arasındaki fark, iki mertebe
arasındaki farktır.
Nitekim birine ‘ailene ne bıraktın’ (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Hz. Ebû Bekir’e söylediği söz) denilmiş ‘Allah Teâlâ ve peygamberini
bıraktım’ diye yanıt vermiş, aynı soru başkasına sorulmuş, o ise, ‘malımın
yarısını bıraktım’ diye yanıt vermiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de ‘Aranızdaki fark, kelimelerinizin arasındaki farktır’ buyurdu. Başka
bir anlatımla, mertebedeki farkınız belirtildiği gibidir. Kul, Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyden yüz çevirdiğinde, onu Allah Teâlâ katında daha hayırlı ve
kalıcı yapar. Kul, onu bir yönden âlemden alırsa -ki bu perdelenme, uzaklık ve
kınanmayı gerektirironu Allah Teâlâ katında daha hayırlı ve kalıcı yapmıştır.
Artık sen de, mertebeleri ayrıştır!
Allah Teâlâ, edeplileri ve onların kendisini bilme derecelerini bize bildirmiştir.
Bu bağlamda, dostu İbrahim’in şöyle söylediğini belirtir: ‘Beni yaratan, beni hidayete ulaştırandır.
O, beni doyuran ve. içir endir.’153 Hz. İbrahim, ‘beni aç bırakan’ dememiştir. ‘Hastalandığımda -fakat beni hasta eden dememişbana şifa verendir’154 demiştir. Böylece Hz. İbrahim, şifayı Allah Teâlâ’ya, hastalığı
kendisine nispet etmiştir. Bununla birlikte hepsi, Allah Teâlâ katındandır.
Fakat Allah Teâlâ peygamberlerine edebi öğretmiştir. Çünkü ölümden farklı
olarak nefisler hastalığı kabul etmez.
Ariflerin fazileriileri, bu hapisten kurtulmak için ölümü ister. Peygamberler
ise, Allah Teâlâ’ya kavuşmak için ölümü isterler. Allah Teâlâ ehli de böyledir.
Bu nedenle bir peygamber ölümü tercih edip etmemede özgür (muhayyer)
bırakılsaydı, ölümü tercih ederdi. Çünkü ölümde Allah Teâlâ’ya kavuşma vardır.
Başka bir ifadeyle ölüm, Allah Teâlâ’dan peygamberine bir nimettir. Hastalık
ise, hissettirdiği acı nedeniyle, Allah Teâlâ’nın farz kıldığı yükümlülükleri
yerine getirmeyi engelleyen bir meşgaledir. Kul, sorumluluk mahallindedir.
Acıyı sadece hayvanî ruh hisseder ve bedeni yöneten ruhu bu dünyada çağrıldığı işten alıkoyar. Bu
nedenle Hz. İbrahim, hastalığı kendisine, iyileşmeyi ve ölümü ise, Hakka izafe
etmiştir.
Nitekim Hz. Musa’nın arkadaşı da (Hızır) onu ayıp bir eylem saydığı için
gemiyi tahrip işini kendisine nispet etmiştir. Hâlbuki ebeveyne merhamet
içerdiği için çocuğu öldürmeyi kendisine ve Rabbine izafe etmiştir. Hızır, bu
davranışların kötüsünü kendisine, duvarı onarmayı ise Rabbine izafe etmiştir.
Çünkü onarımda, iyilik ve hayır vardır. Allah Teâlâ, kulu Hızır’ın geminin
parçalanması hakkında şöyle söylediğini bildirir: ‘Ona bir kusur vereyim istedim.’155 Bunun nedeni, yüce mertebeyi örfte ve âdette görünüşü çirkin bir şeyi
kendisine izafe etmekten tenzihtir.
Duvarın onarımı hakkında ise, iki öksüze bir rahmet içerdiği için çünkü
bu onarım nedeniyle çoculdara bir hayır ulaşacaktırşöyle demiştir: ‘Rabbin
irade buyurmuştur ki:’ Burada Hızır, Hz. Musa’ya bildiriyor: ‘Bu iki yetim olgunluklarına ulaşsın ve
Rabbinden bir merhamet olarak hâzineleri ortaya çıkarsınlar.’156 Hz. Musa’ya öldürdüğü çocuk hakkında da şöyle demiştir: ‘O kâfir olarak
yaratılmıştı.’ İnançsızlık, kötü bir niteliktir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulları için küfrü hoş
görmez.’157 Hızır, Musa’ya Allah Teâlâ’nın o çocuğun anne ve babasına ‘bir iyilik ve temizlik olarak’15* küfrü değiştirdiğini bildirmek istedi. Hz. Musa’ya göre bir ayıp olan bu
meseledeki eksikliği kendisine izafe etmek istedi. Nitekim Hz. Musa bu
davranışı yadırganacak bir iş saymış ve onu kısas karşılığında olmaksızın
öldürülmüş masum bir kişi saymıştır. Hızır şöyle dedi: ‘Rablerinin onları değiştirmesini
istedik.’159 Burada fiil, çoğul zamiriyle gelmiştir. Hızır’ın çocuğu öldürmesinde
iki durum vardır: Birincisi iyiliğe, diğeri ise, Hz. Musa’ya ve yerleşik âdete
göre kötülüğe sevk eder. Fiildeki iyilik, çoğul zamiri yönünden Allah Teâlâ’ya
ait iken görünüşte ve o vakitte Hz. Musa’nın bakışına göre yadırganan yön ise,
yine çoğul zamiri nedeniyle Hızır’dan kaynaklanır. Başka bir anlatımla çoğul
zamir, çoğul anlamı taşıdığı için, iki anlamlıdır. Birincisi iyiliğe -ki onunla
Hızır işi Allah Teâlâ’ya izafe etti-, diğeri ise eksikliğe dönüktür. Onun
vasıtasıyla da eksildiği kendisine izafe etmiştir.
Çocuğun öldürülmesi, uçta değil gemi ve duvar (olayı) arasında
gerçekleşmiştir. Böylece hadisedeki ayıp-kusurlu gemi bakımından iyilik ise,
duvar yönünden meydana gelir. Çocuğun durumu öykünün başında ya da sonunda
zikredilseydi, kendisine bir iyilik veya kötülük katışmaksızın, hikmet her
yönün saf olmasını sağlamazdı. Çocuğun öldürülme olayı başta zikredilse ve
geminin delinmesi (hadisesi) ortada zikredilseydi, çocuğun öldürülmesindeki
iyilik -ki bu iyilik hem çocuğa hem de ebeveyne aittirulaşıp görünüşte belirli
bir mertebeye uğramazdı. Kastedilen, gemidir. Bu durumda söz konusu iyilik,
duvarın onarılmasındaki iyiliğe bitişirdi. Duvarın onarımı ortada zikredilse ve
çocuğun durumu geride bırakılsaydı, geminin delinmesindeki ayıp çocuğun
öldürülmesindeki eksikliğe ulaşmaz, böylece duvarın onarımındaki iyiliğe temas
etmez, kendisine uygun olmayan bir şeye uğramış olurdu.
Mertebelerin özelliği, kendilerine uğradığında şeylerin ‘ayân’ını, başka
bir ifadeyle, özelliklerini değiştirmektir. Bu nedenle, Hızır-Musa kıssasında
çocuğun öldürülmesi meselesi ortada zikredilmiştir. Bu durumda, olaydaki kusur
yönü geminin delinmesini takip etmiş, hayır yönü ise, duvarın onarımını takip
etmiş, böylece hikmet ortaya çıkmıştır.
‘Hızır niçin çoğul zamirinde kendisiyle Allah Teâlâ’yı bir araya getirmiştir?’
diye sorarsan, şöyle cevap veririz: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir
hatibin Allah Teâlâ’yı ve peygamberini ‘o ikisine isyan eden’ sözüyle tek
zamirde birleştirdiğini duyduğunda, ‘ne kötü hatipsin’ demiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu ifadesinin ortaya koyduğumuz meselenin bir
yönü olduğunu bilmelisin. Şöyle ki: Hakka sadece Hakkın kendisine izafe ettiği
veya peygamberine veya Hızır örneğindeki gibi hakkında nass bulunan ve
katından bilgi verdiği kimseye öğrettiği bir şey izafe edilebilir. İşte bu, söz
konusu meseleyle ilgilidir. Hatip, bu ledünni bilgiden yoksun ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de böyle bir ifadeyi kullanmasına müsaade
etmeyince, onu kınamış ve ‘ne kötü hatipsin sen’ demiştir. Çünkü Hakkı ve
yaratıkları, peygamberden gelen ilahi bir izin veya (Hızır’daki gibi) ledünnî
bilgi olmaksızın tek bir zamirde bir araya getirmesi uygun değildi. Bu iki
durumdan herhangi biri hatipte yoktu. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem onu kınamıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir hadisinde, Allah Teâlâ’yı
zikretmiş, kendisini zikretmiş, sonra da Rabbi ile kendisini tek zamirde
birleştirerek şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’ya ve resulüne itaat eden, hiç
kuşkusuz doğruya ulaşmıştır. O ikisine isyan eden, sadece kendisine zarar
verir, Allah Teâlâ’ya asla zarar veremez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kendi heva ve arzusundan konuşmaz. ‘Onun konuştuğu, sadece kendisine vahyedilen
vahiydir.’ Hızır da, aynı şeyi söylemiştir: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’
Başka bir ifadeyle yapmış olduğu bütün işler ve Musa’ya söylemiş olduğu bütün
sözler, Hızır’ın kendi başına yaptığı ve söylediği şeyler değildir. Bunu anla!
Onların usulleri hakkında yeterli açıklama yaptık. Süvariler, irade
edilenler, çekilenler, sırları ‘yumurta’ içinde sakınılmış kimselerdir. Dolayısıyla,
o sırlara hava asla girmez. Onların bu durumu, ‘cibinliklerde duran’,
‘gözlerini bir an olsun onlardan ayırmayan’ ‘sakınılmış yumurta’ gibi olan
hurilerin durumuna benzer.
Süvarilerin bir özelliği de, uyurken yüzlerini açmamaktır. Sırt üstü
yatarlar. Algılamak onlara aittir. Onlar, ancak ilahi emirle hareket eder,
ilahi iradeyle dururlar. Onların iradesi, kendilerinden istenilen şeydir.
Durağanlık, var olmayan bir durum olduğu için, ona emri değil, iradeyi
bitiştirdik. Hareket etmek bir varlık durumu olduğu için -şayet anlayabilirsenona
ilahi emri bitiştirdik. ;
Onlar, ne sıkıntı verir ve ne de sıkıntıya maruz kalır. Dillerinden en
çok dökülen şey, maşaAllah Teâlâ (Allah Teâlâ dilerse) ifadesidir. Buludar, onların hizmetine sunulmuş,
gayblerin ilminde derinlik kazanmışlardır. Her gecede, onların ruhsal bir
miracı, hatta gece veya gündüz her uykuda miraçları vardır. İşlerin
hakikatlerini öğrenmek, onların özelliğidir. Böylece onlar, göklerin ve yerin
hükümranlığını görürler.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Böylece inananlardan olması için
İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik’160 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
hakkında ise şöyle demiştir: ‘Bir gece vakti kulunu Mescid-i Haram’dan,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah Teâlâ
münezzehtir.’16' Burada söz konusu olan, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in gece yolculuğudur ve âlimler, peygamberlerin
vârisleridir.
Onların halleri gizlemektir. Dilim dilim kesilseler bile, sahip oldukları
şey öğrenilemez. Bu nedenle Hızır şöyle demiştir: ‘Bunu kendiliğimden yapmadım.’162 Binaenaleyh gizlemek, onların esaslarından biridir. Şu var ki, açıklama
ve bildirme emri alırlarsa, bunu da yaparlar.
Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
OTUZ
İKİNCİ BÖLÜM
İkinci Tabakadan Yönetici Süvarilerin Bilinmesi
Derin düşünmek, sahibince sevilen bir özelliktir.
İsimler ve devletler ona aşıktır. '
Selefler ona dayanarak hüküm verdi.
Amel olmasının gerektirdiği her şeyde .
Oluştaki sır ona dayanır
Her oluşun onun ilminde bir eceli vardır
Bu tabakadan bir grupla Endülüs şehirlerinden İşbiliyye’de karşılaştım.
Onlardan biri, Ebû Yahya es-Sunhâcî ed-Darîr idi. Zübeydî mescidinde otururdu.
Ölünceye kadar kendisiyle arkadaşlık ettim ve Doğu’da çok rüzgârlı yüksek bir
dağa defnedildi. Yüksekliği ve rüzgârının şiddeti nedeniyle o dağa çıkmak,
insanlara çetin gelirdi. Allah Teâlâ dağın rüzgârını kesti ve onu dağa
koyduğumuz andan itibaren rüzgâr esmedi. İnsanlar, onun kabrini kazmaya
başladı, taşını kestiler. Defin işini tamamlayıp kabrine yerleştirdiğimizde
ayrıldık. Ayrılır ayrılmaz, eskiden olduğu gibi, tekrar rüzgâr esmeye
başlayınca, insanlar bu olaya şaşırmıştır.
Karşılaştıklarımdan bazıları, Salih el-Berberî ve Ebû Abdullah eşŞarkî,
Ebu’l-Haccâc Yûsuf eş-Şuburbelî idi. Bu saydıklarımızdan Salih, kırk yıl
yolculuk yapmış, İşbiliyye’de Rutandâiî mescidinde kırk şene yolculuğundaki
gibi yalnız yaşamıştır. Abdullah eş-Şarkî ise, iz bırakmış biriydi. Yaklaşık
elli sene evinde kandil yanmadan yaşamıştır. Pek çok garip işini gördüm.
Ebu’l-Haccâc eş-Şuburbelî ise, Şuburbel denilen İşbiliyye’nin doğusundaki bir köydendi. Su üzerinde
yürüyenlerden biriydi ve ruhlar onunla muaşaret ederdi. Bu insanların her
biriyle aramızda karşılıklı bir sevgi ve dostluk ilişkisi oluştu ve bu
minvalde görüşür olduk. Onları ahiret yolunda yararlandığım kimseleri
zikrederken diğer şeyhlerimle beraber ed-Dürretü’l-Fâhire adlı kitabımda zikrettim.
Bu dört kişi, bu makam ehliydi. Onlar, Melâmî velilerin en
büyülclerindendi. Yönetme ve ayrıştırma ilmi onların eline verilmiş, dolayısıyla
el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimleri onlara aitti. Onların düstûru, ‘işi
yönetir, ayederi tafsil eder’ ayetidir. Onlar, oturaklara oturmuş gelinlerdir . Onlara ait alışılmış ve alışılmamış pek çok keramet vardır.
Bütün âlem, onlara göre apaçık ayederdir. Sıradan insanlara göre ise
ayeder, ancak alışık olunmayan şeyler olabilir. Ancak öyle olan şeyler,
sıradan insanları Allah Teâlâ’yı yüceltmek için uyarabilir. Allah Teâlâ,
alışıldık ayederi kullarından farklı sınıflara tahsis etmiştir: Bir kısmı, akıl
sahipleri içindir. Bu kısma örnek olarak, ‘Göklerin ve yerin yaratılışında,
gecenin ve gündüzün birbirini takip edişinde, denizde yüzen gemilerde, Allah
Teâlâ’nın gökten indirdiği ve ölümünden sonra yeri canlandırdığı suda,
rüzgârları ve bulutları gök ve yer arasmda amade olarak yönlendirmesinde akıl
sahibi bir grup için ayetler vardır’163 ayetini verebiliriz. Bu bağlamda, akıl sahipleri için hepsi alışık olan
pek çok ayet vardır. Bazı ayeüer inanan kimseler için, bazı ayeder ince düşünce
sahipleri için, bazı ayeder yasaldara dikkat edenler, bazı ayeder duyanlar
-onlar Allah Teâlâ’dan öğrenen kimselerdir-, bazı ayeder bilenler, bazı ayeder
âlemler, bazı ayeder müminler, bazı ayeder düşünenler, bazı ayeder ise öğüt
alanlar içindir.
Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın farklı nitelilderle ve farklı ayederle
betimlediği sınıflardır ve hepsini Kuran’da bize zikretmiştir. Bu ayederi
inceleyip düşündüğünde, farklı şeylere dair ayet ve kanıdar olduklarını, sonuçta
ise tek bir hakikate döndüklerini anlarsın, insanların çoğu bundan habersiz
olduğu için Kuran bu sınıfları saymıştır.
Zikredilen alışıldık ayederden bir kısmı, insan, cin ve melek oluşları
halamından insanın (ve cin ve meleklerin) gösterdikleri şeyi algılayabildikleri
ayederdir. Onlar, Kuran’ın âlemin idrak edebileceğini belirttiği ayederdir.
Bazı ayeder ise kapalıdır. Bu ayederi ancak şardanmalardan arınmış düşünce
sahibi idrak edebilir. Bazı ayetierin delil oluşu ince düşünce sahiplerinin
bulunmasına bağlıdır. Onlar, işlerin kabuklarına değil, özüne bakan akıl
sahipleridir. Bu nedenle onlar manaları araştırır.
Elbâb (derin akıllar, lübb’ün çoğulu, öz) ve tıüha (akıl) demek olsa bile, Allah Teâlâ akıl lafzıyla yetinmemiş, ayetlerini ulul-elbâb (derin âkil sahipleri) için zikretmiştir. Akıl sahibi herkes, işlerin
özüne ve hakikatine bakmaz. Çünkü zâhir ehlinin de, hiç kuşkusuz, akılları
vardır, ama ulu’lelbâb, yani işin özüne bakan derin akıl sahibi değillerdir. Günahkârların
akılları vardır, fakat onlar, tıüha sahibi değillerdir. Bu nedenle özellikleri farklılaşmıştır. Çünkü her
nitelik, bir bilgi sınıfı verir. Bu bilgi, ancak hali bu nitelik olan kimse için
gerçekleşebilir. Allah Teâlâ hiçbir türü boş yere zikretmemiştir.
Allah Teâlâ, Yüce Kuran’ında ayetler ifadesini bolca kullanmıştır. Bu
bağlamda, çeşitli yerlerde onları eş anlamda kullanmış, bir kısmı bir kısmını
takip etmiş, onları bilenlerin niteliğini belirtmiştir. Bazı yerlerde ise,
ayederi tek tek zikretmiştir. Ayetlerin ardışık gelişine örnek olarak, Rum
Suresi’ndeki geçişlerini verebiliriz. Burada Allah Teâlâ sürekli ‘O’nun ayetlerindendif,164 ‘O’nun
ayetlerindendif165 ‘O’nun ayetlerindendif166 der. Bütün insanlar bu ayetleri okur, fakat onları ancak özel olarak
her ayette zikredilen sınıflar fark edebilir. Adeta bu ayeder söz konusu
kimseler için ayet olarak indirilmiş, başkaları hakkında ise, karşılığında
sevap almak üzere sadece okumak için indirilmiştir.
Bu tabakanın makamındayken bu sureyi (Rum suresi) okuyup ‘O’nun ayetlerinden biri de, gece ve gündüz
uyumanız ve O’nun ihsanını aramanızdır’167 ayetine ulaştığımda, Kuran’m dizilişi ve toplanışındaki güzellikten
büsbütün hayrete düştüm. Niçin Kuran görünüşte alda göre bu sıralanıştan başka
olması gereken şeyi önce zikretmiştir? Gündüz, Allah Teâlâ’nın nimetini aramak,
gece ise uyumak içindir. Nitekim el-Kasas suresinde ‘O’nun ayetlerinden biri, sizin için gece
ve gündüzü yaratmasıdır’168 buyurur. Böylece Allah Teâlâ, ayetin devamındaki zamiri geceye göndermiştir.
‘O’nun ihsanını
aramanız için.’169 Burada gündüzde aramayı kastetmektedir ve ifade gizli gelmiştir. İki
zamir de, aym anlama gelebilir. Çünkü sanatkâr, bazen gece çalışır ve gece
alış-veriş yapabileceği gibi gündüz uyur ve dinlenebilir. Fakat işlerde yaygın
olan dildcate alınır.
Bunun üzerine, bu ayetin -ki o, ‘gece ve gündüz uyumanız O’nun
ayetlerindendif ayetidirperdesinin ve nefis
ifadesinin ardından ilave bir anlam bana doğdu. Bu anlam, genel anlamda
gündüzün rızık aramak, gecenin ise uyumak olması şeldinde hal karinesiyle
ayetten anlaşılan şeyden farklı bir anlam ifade etmekteydi. İşte onu şimdi
zikrediyorum.
Allah Teâlâ bu ayet ile ahiretin duyusal yaratılışının bu dünyadaki
yaratılışa benzediğine, fakat onun bizzat aynısı olmayıp farklı bir bileşim ve
başka bir karışım olduğuna dikkat çekmiştir. Nitekim bu hayatm mizacı haldcında
şeriadar ve peygamberin bildirimleri böyle gelmiştir. Bu cevherler, onlarm
aynı olsa bile onlar kabirlerde diriltilen ve haşredilen şeyler olacaktır.
Fakat bileşim ve mizaç, buraya yaraşmayan, o diyara layık araz ve özelliklerle
farklılaşacaktır. Bununla birlikte göz, kulak, burun, ağız, iki el ve İki
ayakta yaratılışın yetişkinliğiyle buradaki suret ile oradaki suret birdir.
Fakat yine de farklılık açıktır. Bu bağlamda onun bir kısmının farkına varılır
ve duyulur bir kısmı ise fark edilmez.
Ahiret hayatında yaratılış sureti, bu dünyadaki yaratılış suretine göre
olunca, dikkat ettiğimiz şey anlaşılmamıştır. Hüküm farklı olduğuna göre
mizacın da farklı olduğunu anladık. İşte bu duyu ve aldın nasibi arasındaki
farktır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun ayetlerinden biri de gece ve gündüz
uyumanızdır.’ Burada uyanıklığı zilcretmemiştir, hâlbuki o da, ayetlerden
biridir. Allah Teâlâ, dünya halinde uyanıklığı değil, uykuyu zikretmiştir. Bu
durum, uyanmanın ancak ölümde gerçekleşeceğini ve ölmediği sürece insanın
sürekli uykuda olduğunu gösterir. Allah Teâlâ, böylece uyanıklık ve uykuda
insanın gece ve gündüz uyuduğunu belirtmiştir. Bir rivayette şöyle denilir:
‘insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar.’
Ayette ‘gündüz’170 kelimesinin başına b harfinin (‘bi’n-nehâr’ şeklin-, de) gelmediğine dildcat etmiyor musunuz?
Onun yerine bu ortaklıkla alışıla gelen uyanıldık halindeki uykuyu kastettiği
tam olarak anlaşılsın diye, gece kelimesinin b’si ile yetinmiştir (bi’l-leyl). Böylece gündüz kelimesinden
b harfinin düşürülmesi, ayet hakkmda ortaya koyduğumuz yorumu güçlendiren
bir kanıttır.
Uyku, uyurken insanın içinde bulunduğu haldir. Uyandığında ise şöyle der:
‘Şöyle şöyle rüya gördüm.’ Bu durum, ölünceye kadar dünya hayatında insanın
sürekli uykuda olduğuna kanıttır. Hatta insan, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar’ hadisinde ortaya
koyduğumuz gibi uyurken ve uyanıklıkta uykudadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, dünya hayatmda insanları uyuyor olmakla nitelemiştir.
(Dünya Tabir Edilmesi Gereken Bir
Rüya, Geçilmesi Gereken Bir
Köprüdür)
Sıradan insanlar, genel olarak uyku diye isimlendirilen şeyin dışındaki
uyumayı çoğunlukla bilmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise dünya
hayatında bulunduğu sürece insanın sürekli uykuda bulunduğuna dildcat çekmiş
hatta bunu açıkça belirtmiştir, insan ahirette uyanır. Ölüm, ahiret hallerinin
ilkidir. Böylece Allah Teâlâ, ‘O’nun ayetlerinden biri de gece ve gündüz
uykunuzdur’ ayetiyle Peygamberini tasdik etmiştir. Gece uykusu, genelde
bilinen uykudur. Gündüz uykusu ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
açıklamış olduğu bu uykudur.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, dünyayı ibret
(geçmek), geçilmesi gerekli bir köprü saymıştır. Başka bir ifadeyle, insanın
uykusunda gördüğü rüya yorumlandığı gibi dünya da tabir edilmelidir. Uykuda görülen rüya, kendisi nedeniyle değil, başka bir
şey için amaçlanmış ise, uyurken görülen suretten uyanıklık âleminde kastedilen
o anlama geçilir. İnsanın dünyadaki hali de böyledir. O, dünya için amaçlanmış
bir varlık değildir. Onun dünyada hal, söz ve fiil olarak gördüğü her şey,
ahiret için amaçlanmıştır. Orada dünyada gördüğü şey, insana tabir edilir ve ortaya çıkarılır. Nitekim dünyada da Uykuda gördüğü şey, uyandığında
ortaya çıkar.
O halde dünya bir köprüdür, geçilir, imar edilmez. İnsan da, uykusunda
gördüğü şey hakkında böyledir. Rüyada görülen şey geçilir, esas alınmaz. Çünkü insan uyandığında, görmüş olduğu şeylerden hiç
birini bulamaz. Gördüğü şey, iyilik veya kötülük, bir yer, bina, yolculuk, iyi
veya kötü haller olabilir. O halde insanm gördüğü şeyi arifin tabir etmesi gerekir. Tabir edince, ona ‘senin rüyan falan falan şeye delalet
eder’.der.
Dünya hayatı da bir uykudur. İnsan, ölümle ahirete göçtüğünde, sahip
olduğu veya duyumsadığı ev, aile ve mal gibi hiçbir şey onunla beraber
göçmediği gibi uyandığında da uyurken rüyasında meydana gelmiş şeylerden hiç
birini elinde bulamaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, gece ve gündüz uykuda
olduğumuzu; ahirette ise uyanık olacağımızı ve orada rüyanın tabir edileceğini
bildirmiştir.
Allah Teâlâ’nın, basiretini nurlandırıp ölümden önce dünyada rüyasını tabir
eden kimse kurtuluşa ermiş demektir. Böyle bir insan, dünyada bir rüya görüp
sonra rüyasında uyandığını ve gördüğü şeyi uykusunda gördüğü bazı kimselere
anlatan kimseye benzer. Şöyle der: ‘Falan falan şeyi gördüm.’ Anlattığı şahıs
onun rüyasını o konudaki bilgisine göre yorumlar ve tabir eder. Uyandığında,
rüyayı görürken ve onu tabir ettirirken sürekli uykuda olduğu kendisine
görünür. En geçerli tabir budur.
Bu dünyada zeld akıllı kimselerin hali de böyledir. Söz konusu ldmse,
uykuda olsa bile, uyandığını görür. Farkına varmak için, uykusunda gördüğü
rüyayı tabir eder ve en doğru yolu tutar. Ölümle uyandığında ise, rüyasından
dolayı Allah Teâlâ’ya hamd eder, uykusuyla sevinir ve rüyası onun için iyilik meydana
gedrir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bu ayette zikrettiği uyanıldık, uyku ve
gece ve gündüz kelimeleriyle onları bize izafe etmesi, bu hakikate dayanır.
Gündüzde Allah Teâlâ’nın ihsanını aramak ise, uykusunda uyanıp rüyasını tabir
ettiğini gören kimse hakkındadır. Şu halde bu, dünya halidir.
Allah Teâlâ doğruyu bize ilham etsin!
İşte bu, ‘işi yönetir, ayetleri tafsil eder’171 ayetindendir. Başka bir ifadeyle o, gece ve gündüz uykusu, Allah
Teâlâ’nın ihsanını arama ayetlerinin ayrıntılaşmasıdır. Allah Teâlâ, onu duyan, yani anlayan bir kavme ayeder yapmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olmayın.’ Burada Allah Teâlâ,
(hakikati) Allah Teâlâ’dan anlamayı kastetmiştir. Onların hakkında şöyle der: ‘Sağırdırlar.’ Hâlbuki onlar, duyarlar; ‘dilsizdirler’, hâlbuki onlar konuşabilir; ‘kördürler’, hâlbuki onlar görürler; ‘düşünmezler.’172
Böylece duymak, konuşmak ve görmek ile kastedilen şeye dikkatim çekmiş
oldum.
Süvari tabakasının şeyler hakkındaki kaynakları, bu ayette belirttiğimiz
tarzdadır. Biz bu kaynağı, yöntemlerini bildirip diğerlerinin karşısında
mertebeleri belli olsun diye zikrettik. Onların sırları, (insanın hakikati),
alışık olunan ve olunmayan ortaya konmuş ayetierle ayakta durur: Âlemin nefislerine
bakarlar, amaçları nedeniyle kendilerine yöneldikleri gayelerine mensup
yönlere bakarlar, yöneldikleri şeylerde ilahi sınırlara bakarlar. Göz açıp
kapatmak kadar bir an bile bu bakıştan gafil kalmazlar. Yaratılışlarının
gerektirdiği gafletieri ise, onlar için gizlenmiş şeylerle ilgilidir. Onlar,
kendilerinden istenilen şeyde uyanık, onlar için gizlenmiş şeyde habersizdir.
Böylece gaflet hükmünün dışına çıkmazlar. Çünkü gaflet, insanın
yaratılışındandır.
Bu grubun dışındakileri ise gaflet, kendilerinden istenilen şeylerden
uzaklaştırmıştır. Yönelinen şey itaat ise, onu elde etmenin sırlarını inceleyip
o şeye uygun ilahi emre ve onun üzerinde otoritesi bulunan ilahi isme bakarlar.
Böylece ilahi emir, öğrenmek istedilderi ayeti onlara açıklar. Ayet alışık
olunan bir ayet ise, bu durum, gece ve gündüzün peş peşe gelmesi, buludarın
amade kılınması gibi insanın ayet olduklarından haberdar olmadığı alışıldık
ayederdir. Bu ayederden yoksun kaldıklarında ise, (ayet olduklarını anlarlar
ve buludar söz konusu olduğunda söz gelişi) yağmur duasma çıkarlar ve o
vakitte, bu doğal ayetlerin bağlammı ve kıymetini öğrenirler. Buıiun yanı sıra,
farkında olmadan ‘ayet’ içinde bulunduklarını anlarlar. Ayeder kendilerine
gelip, söz gelişi yağmur yağdığında, tekrar eski gaflederine dönerler.
Sıradan insanların hali, budur. Nitekim Allah
Teâlâ, bu dünya hayatında öne alarak, onlar hakkında şöyle der: ‘O sizi karada ve denizde yolculuk
ettirendir. Gemide bulunduğunuzda ve onları güzel bir
rüzgâr yüzdürdüğünde bununla sevinirler. Şiddetli bir rüzgâr esip her mekândan
dalgalar onlara ulaştığında kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya dua
ederler’.173 ‘Allah Teâlâ onları karaya çıkardığında ise bir anda
haksız yere yeryüzünde taşkınlık yapmaya başlarlar.’174 Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Ey İnsanlar, taşkınlığınız ancak kendi
aleyhinizedir.’175 Onlar da, cehennemde şöyle der: ‘Keşke döndürülseydik.’176 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Döndürülselerdi yine aynı işi
yaparlardı.’177 Nitekim gemide bulunan insanlar Allah Teâlâ’ya
ihlas ile dua ettikten sonra, tekrar şirk ve taşkınlıklarına dönmüştür.
Bu grup bu ayedere baktığında, onları ilahi emirin rehberliğinde, ayederi
kendi bağlamlarında yorumlarlar. Ayeder alışık olunmayan bir ayet ise, onu
hangi ismin talep ettiğine bakarlar: el-Kahhâr ve kardeşleri talep etmişse -ki
bu durumda korku, zorlama ve tehdit ayetidironu nefislerine gönderirler;
el-Latîf ismi ve kardeşleri talep etmişse -ki bu durumda da teşvik ayetidironu
ruhlara gönderirler. Böylece o ayederden parıltılı bir ışık nefislere doğar ve
bu sayede nefisler yaratanlarına yönelir. Başarı ve hidayede rızıklanır,
amellerden haz almak nimeti kendilerine verilir. Böylece nefisler, bu amelleri
coşkuyla yerine getirir. Onları yerine getirirken tembellik giysilerinden
soyunur, tembel insanlarla dosduk ve Allah Teâlâ’nın zikrinden alıkoyan
gafillerin arkadaşlığı kendilerine çirkin görünür. Böylece toplum ve topluluğu
küçük görür, yalnızlık ve teldiği tercih ederler.
Kadir gecesinin hakikatini bilmek, onun tespiti, sırrı ve anlamı bu
ikinci tabakaya aittir. Bu gecede onlara özgü ilahi hükümler vardır. Kadir
gecesi, onların zamandan olan payıdır. Allah Teâlâ, zamanın en şereflisini
onlara ihsan ettiğinde makamlarının ne kadar üstün olduğuna balcınız! Çünkü
Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Bunun içinde Ramazan, Cuma, Aşure
günü, Arefe günü ve Kadir gecesi bulunur. Allah Teâlâ adeta şöyle demiştir:
‘Onun iyiliği seksen üç sene ve çeyrek yıl kat fazladır.’ Çünkü Kadir Gecesi,
seksen üç yıl ve dört aydır. Bu dört ay içinde Kadir gecesinin bulunduğu aylar
olabilir. Böylece her gecede seksen dört kat daha fazla artar. Bu zamanda
bulunan hayırlara bakınız ve bu zamanın hangi gruba tahsis edildiğine dikkat
ediniz.
‘Allah Teâlâ hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.’
On sekizinci kısım sona erdi, onu on dokuzuncu kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar