İsmail Hakkı Bursevî 1. Bölüm
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatının
kronolojik bir düzen içerisinde, kapsamlı bir şekilde incelenmesi, onun Osmanlı
dönemi tasavvuf ve ilim hayatındaki müstesna (istisnai) yerini daha net bir
şekilde ortaya koyacaktır. İsmail Hakkı Efendi, çok yönlü bir âlim, mutasavvıf,
müfessir ve şair olarak, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel ortamına dinamik
bir anlayışla hizmet etmiş önemli bir şahsiyettir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı,
kendi eserleri (özellikle Kitâbu'n-Netîce, Divan, Tamâmü'l-Feyz
ve Silsilenâme-i Celvetiyye/Kitâbü’s-Silsile gibi) başta olmak üzere,
sonraki araştırmaların temel kaynağı olmuştur.
I. Doğumu, Ailesi ve İlk Tahsil Yılları (1653-1674)
1. Doğum ve
Aile Kökeni: İsmail Hakkı Efendi, Zilkade 1063 (Eylül 1653) senesinde,
Pazartesi günü (Bazı kaynaklarda 14 Eylül 1653 veya 1652 olarak da zikredilir),
günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan eski Edirne vilayetine bağlı Aydos
kasabasında dünyaya gelmiştir. Kendisine ailesi tarafından "İsmail" ismi verilmiş olup,
şiirlerinde kullandığı "Hakkı" mahlası (edebî takma isim) zamanla
ismiyle bütünleşmiştir. Uzun süre Bursa'da ikamet etmesi ve orada vefat
etmesi sebebiyle "Bursevî" nisbesi (lakabı) ile meşhur olmuştur.
Ayrıca Aydos'ta doğduğu için "Aydosî", Üsküdar'da bir müddet kaldığı
için "Üsküdârî" ve Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de
"Celvetî" nisbeleriyle anılmıştır. Babası Mustafa Efendi aslen
İstanbullu olup, H. 1062 senesinde (1652) İstanbul Aksaray’daki evinin Esir
Hanı'nda çıkan büyük bir yangında yanması üzerine ailesiyle birlikte zorunlu
olarak Aydos'a göç etmiştir. Annesi Kerîme Hanım'dır. İsmail Hakkı, gerek baba gerekse anne tarafından
soyunun Peygamber sülalesine (Şeceresinin Hazreti Muhammed'e kadar uzandığını)
dayandığını ifade etmiştir.
2. Yetişmesi ve
Eğitimi:
İsmail Hakkı henüz üç yaşındayken, babası tarafından Celvetiyye tarikatı şeyhi
Osman Fazlı İlâhî Hazretleri'nin (vefatı: 1102/1691) huzuruna getirilmiş ve
şeyhin dua ve iltifatına mazhar olmuştur. On yaşında, Osman Fazlı Efendi'nin
Edirne'de bulunan talebesi Abdülbaki Efendi'nin terbiyesi altına girmiş ve yedi
sene boyunca kendisinden dinî ve fennî (bilimsel) bilgiler almıştır. Tahsili
sırasında okuduğu kitapları bizzat kendi el yazısıyla istinsah (kopya)
etmiştir. Edirne'de icâzetini (diplomasını) aldıktan sonra, ilmini ilerletmek
ve tasavvufa intisap etmek (girmek) amacıyla İstanbul'a gitmiş ve Osman Fazlı
Efendi'ye mürid olmuştur.
II. İlk Görev Yerleri ve Toplumsal Mücadele Dönemi (1675-1685)
1. Üsküp
Halifeliği ve Çatışmalar (1675-1685): İsmail Hakkı, yirmi yaşında Bursa'da ilk hocalık görevine başlamış
(1675) ve 1086 (1675-76) yılında şeyhi tarafından Celvetî halifesi olarak tayin
edilerek Üsküp'e gönderilmiştir. 1676'da, Üsküp'te yerleşik İstanbullu bir
şahıs olan Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hatun ile evlenmiştir. (Kaynaklarda
Afife Hanım'ın ilk eşi olabileceğine de değinilir). İsmail Hakkı'nın en az beş
kez evlendiği aktarılmaktadır. Vefatından yirmi üç yıl sonra ölen eşi ise
Âişe Hanım'dır. Üsküp'te bulunduğu dönemde gayr-i meşrû (İslâm hukukuna
aykırı) davranışlarda bulunan Üsküp halkını irşad (doğru yolu gösterme) etmek
maksadıyla vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur. Dinamik bir tasavvuf anlayışıyla
halkın hizmetine koşmuş, memleketin derdiyle hemdert olmuş ve haksızlıklara
karşı mücadele etmiştir (1682-1688 yılları arasında). Ancak bu eleştiriler ve
tenkitler, Üsküp'ün ileri gelenleriyle (kadı ve müftü dahil) arasında soğukluğa
ve husumete yol açmıştır. Hatta müftü ve yandaşları tarafından ölümle bile
tehdit edilmiştir. Şikayetler üzerine şeyhi Osman Fazlı'dan gelen tavsiye
doğrultusunda bir süre susmuş, ancak daha sonra şeyhi, Köprülü'ye tayin
edilmesiyle bu çatışmalar son bulmuştur.
2. Köprülü ve
Ustrumca Dönemleri: Köprülü'ye tayin edilen İsmail Hakkı, burada on dört ay kalmıştır.
Ardından Ustrumca halkının daveti üzerine şeyhinden izin alarak oraya
gitmiştir.
III. Bursa'daki Uzun ve Verimli Dönem (1685-1722)
1. Bursa'ya
İntikali ve İlk Sıkıntılar (1685): 1096 H./1685 M. yılında, Osman Fazlı'nın Bursa'daki halifesi
Sunullah Efendi'nin vefatı üzerine, İsmail Hakkı, hayatının en uzun ve en
verimli dönemini geçireceği Bursa'ya halife (temsilci) olarak tayin edilmiştir.
Bu tayin esnasında eşi Ayşe Hanım, Rumeli'yi bırakıp Bursa'ya gitmeyi kabul
etmekte zorlanmış. İsmail Hakkı, şeyhinin emrine muhalefet edemeyeceğini
belirterek eşini ikna etmiş ve 1096 Cumâde'l-âhir (Mayıs ortaları 1685) bir
Cumartesi günü Bursa'ya varmışlardır. Bursa'daki ilk günleri zahmet ve mahrumiyetle
geçmiştir. Oturacak ev ve çocukların geçimi konusunda sıkıntılar yaşamış, hatta
geçimlerini sağlamak için bazı kitaplarını ve teşbihini (tespihini) satmak
zorunda kalmıştır. Bu dönemde, M. Ali Aynî’nin aktardığına göre, 9 yaşındaki
kızı taun (salgın hastalık) sebebiyle vefat etmiştir.
2. İrşad
Faaliyetleri ve Eser Telifi (1685-1714): Bursa'ya yerleştikten sonra
şeyhinin tavsiyesi üzerine Ulu Cami ve diğer camilerde vaaz ve nasihat etmeye
başlamıştır. Kaynaklar, irşad faaliyetinin zirvesine Bursa'da ulaştığını
belirtir. Vaazlarına Kur'an-ı Kerim'in son cüzünden başlayarak devam etmesi
kendisine işaret edilmiştir. Bu dönem, İsmail Hakkı'nın en üretken olduğu
yıllardır.
·
Şiir ve Edebiyat (1686-87): 1098/1686-87
yılı, onun için bereketli sayılmış; gönlünü eğlendirmek, gam ve kederini
gidermek için şiir yazmaya başlamıştır. Bu şiirlerin boş sözler olmadığını,
hakikatten haberli kişilerden işitilmiş ve rûhu’l-kudüsün (Kutsal Ruh'un)
himmet kadehinden içilmiş sözler olduğunu ifade etmiştir. Şairin amacının
hakikati aramak ve dillendirmek olduğu görüşündedir; mecazî aşkı anlatan ve
hakikatten uzaklaştıran şiirin yasaklandığını düşünür.
·
Seyahatler ve Şeyh Ziyaretleri: Bursa'ya
yerleştikten sonra (1096/1685–1101/1690) arasında, üstadı Osman Fazlı'yı
ziyaret etmek üzere İstanbul'a beş defa gitmiştir.
·
Askeri Görevler (1695-1696): Sultan II.
Mustafa'nın daveti üzerine 1107/1695 – 1108/1696 yıllarında Avusturya
Seferlerine katılmış, orduda cihat (büyük savaş) sevabını ve sebatın ecrini
anlatmakla görevlendirilmiştir. Seferler sırasında birkaç yerinden yara
almıştır.
3. Hac
Yolculukları ve Büyük Eserlerin Telifi (1700-1714): 1111/1700
senesinde Karlofça Antlaşması'ndan sonra Bursa’ya döndükten sonra ilk haccını
yapmak üzere yedi ay süren kara yoluyla Mekke'ye gitmiştir. Dönüş yolunda
eşkıyaların saldırısına uğramış, eşyası ve kitapları yağmalanmıştır. 1112/1701
senesinden itibaren yaklaşık on yıl boyunca Bursa’dan ayrılmamış ve bu süreyi
meşhur tefsiri olan Rûhu’l-Beyân’ın tamamlanmasına adamıştır.
1126/1714 (21 Cemâziyelâhir
Perşembe): Bursa’dan ayrılıp Tekirdağ’a hicret etmiştir. Kendisi bu gidişin İşâret-i
İlâhiyye (İlâhî İşaret) ile olduğunu ifade etmiştir.
4. Son
Seyahatleri (1717-1722): Yaklaşık 1717 senesinde gördüğü rüyaların etkisiyle Şam'a
gitmiştir. Şam'da yaklaşık on eser kaleme almış, bu dönemde kaleme aldığı
eserler arasında Tuhfe-i İsmailîyye ve Tuhfe-i Ömeriyye de
bulunmaktadır. Şam halkı kendisine müftülük (dinî konularda fetva verme
yetkisi) teklif etmiştir, ancak o, daha Üsküp'e giderken şeyhinin kendisine
verdiği "kadılık ve müftülük gibi resmî memuriyetleri kabul etmeme"
yönündeki sıkı tenbihine uyarak bu teklifi reddetmiştir.
1719 (Miladi) civarında Ferâhu'r-Rûh
adlı eserini Üsküdar'da bitirmiştir. 1720 yılında İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar
Ahmediye Camiinde dersler vermeye başlamıştır. 1722 yılında ise, görüşleri
sebebiyle Tekirdağ’a gönderilmiş. Bu durum, daha önceki (önceki yazılarımızda
bahsi geçen) Tekirdağ seyahatinden farklı bir mahiyet taşımaktadır.
IV. Son Dönem Bursa Hayatı ve Vefatı (1722-1725)
1722 yılında Tekirdağ’dan Bursa’ya
geri dönen İsmail Hakkı, bu şehri son durağı olarak kabul etmiş ve vefatına
kadar burada kalmıştır. 1135 (M. 1723) senesinde, Tuzpazarı semtinde inşâ
ettirdiği Cami-i Muhammedî’yi (camii, medresesi ve çilehanesiyle beraber
İsmail Hakkı Tekkesi) tamamlamıştır. Bu külliye, aynı zamanda Hikmetizâde
Dergâhı ve Sırrî Zâviyesi olarak da bilinir. Son eseri olarak Kitâbu’n-Netîce’yi
kaleme almıştır. Vefatına yaklaştığı zamanlarda dahi kendi nefsiyle
hesaplaştığını gösteren manzumeler yazmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, 9
Zilkade 1137 (20 Temmuz 1725) Perşembe günü akşamüstü Bursa'da vefat etmiştir.
Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Kendi yaptırdığı Cami-i Muhammedî'nin
kıble tarafına defnedilmiştir.
Konu Bütünlüğü
Açısından Hatırlatma:
İsmail Hakkı
Bursevî'nin hayatını kapsamlı bir şekilde talep ettiğini göz önünde
bulundurarak, hayatının büyük bir kısmını eser telif ederek geçiren bir âlimin,
kronolojik hayat akışıyla bütünleşen eserlerinin (Mesnevî şerhi olan Ruhu'l-Mesnevî,
tefsiri Rûhu'l-Beyân, Kitâbu'n-Netice ve Divan gibi)
detaylı bir külliyat (toplu eserler listesi) analizi ve şiir görüşü hususları
da konunun bütünlüğü açısından (önceki yazılarımızda bahsedilen veya bu
kaynaklarda detaylıca yer alan kısımlar) eksik kalmıştır. Özellikle onun
şairlik yönü, şiir yazma amacı ve hadis yorumlama metodolojisi derinlemesine
incelenmeyi hak etmektedir. Zira kendisi yaklaşık 130 eser sığdırdığı velûd
(çok eser veren) bir müelliftir.
İlginç Bir
Bilgi:
İsmail
Hakkı Bursevî Hazretlerinin eşi Âişe Hanım’ın kendisinden bir eser yazmasını
istediğinde, Bursevî'nin "birkaç gün çilehanemize girme de yazayım"
dediği, Âişe Hanım'ın merakla kapıyı açtığında ise yaklaşık kırk kadar İsmail
Hakkı'nın yazı yazdığını gördüğü aktarılmaktadır. Bunun üzerine Bursevî eşine hayatta
oldukça bu sırrı kimseye söylememesini tembihlemiştir. Âişe Hanım bu olaya
dayanarak Bursevî'den sonra vefat edeceğini anlamıştır. Bu menkıbe (yaşanmış
olay), onun manevî hallerinin ve yazma disiplininin harikulade (olağanüstü)
boyutunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Kronolojik Özet Tablo: İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı
|
Tarih (Hicrî/Miladi) |
Olay |
Yer |
Kaynaklar |
|
Zilkade 1063 / Eylül 1653 |
Doğum (İsmail, lakabı Hakkı) |
Aydos |
|
|
c. 1663 (10 Yaş) |
Abdülbaki Efendi'den tahsilin başlaması |
Edirne |
|
|
c. 1674-1675 |
Abdülbaki Efendi'den icâzet (diploma) alması; Osman Fazlı
Efendi'ye intisap |
Edirne / İstanbul |
|
|
1086 / 1675-76 |
Celvetiyye Halifesi tayin edilmesi |
Üsküp |
|
|
1676 / 1086 |
Ayşe Hatun ile evlenmesi |
Üsküp |
|
|
1682-1688 |
Haksızlıklara karşı dinamik mücadele dönemi |
Üsküp |
|
|
c. 1685 |
Üsküp'teki çatışmalar ve şeyhinin emriyle göç |
Köprülü/Ustrumca |
|
|
1096 / 1685 (Mayıs) |
Bursa Halifesi olarak tayin edilmesi; Bursa'ya hicret |
Bursa |
|
|
1098 / 1686-87 |
Şiir yazmaya başlaması (Feyizli aylar) |
Bursa |
|
|
1096-1101 / 1685-1690 |
Üstadı Osman Fazlı'yı 5 kez ziyaret etmesi |
İstanbul |
|
|
1107-1108 / 1695-1696 |
II. Mustafa'nın Avusturya Seferlerine katılması |
Avusturya Seferleri |
|
|
1111 / 1700 |
İlk Hac (kara yoluyla); dönüşte eşkıya saldırısı |
Mekke / Bursa yolu |
|
|
1112-1117 / 1701-1706 |
Rûhu’l-Beyân Tefsirinin
tamamlanması |
Bursa |
|
|
1126 / 1714 (Ocak) |
İşaret-i İlâhiyye ile
Tekirdağ'a hareket |
Tekirdağ |
|
|
c. 1717 |
Gördüğü rüyalar üzerine Şam’a intikal; Müftülük teklifini
reddetmesi |
Şam |
|
|
1719 |
Ferâhu'r-Rûh eserinin
bitirilmesi |
Üsküdar |
|
|
1720 |
İstanbul'da Üsküdar Ahmediye Camii'nde dersler vermesi |
İstanbul |
|
|
1722-1723 |
Bursa'ya son dönüşü; Cami-i Muhammedî'yi tamamlaması |
Bursa |
|
|
1137 / 20 Temmuz 1725 |
Vefat (Perşembe) |
Bursa (Tuzpazarı) |
Kaynaklar (APA
Stili Dipnot Gösterimi İçin Kullanılan Bilgiler):
Excerpts from
"1280-Ozun_Ozu-Lubbul_Lubb-Muhitdin_Ibn_Erebi-Chev-Ismayil_Haqqi_Bursevi-2000-125s.pdf"
Excerpts from "BURSALI İSMAİL HAKKI HAZRETLERİ’NİN ESERLERİNDEN HAREKETLE
ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme
Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts
from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve
Vakıfları .pdf" Excerpts from
"Bursevi_ve_Ruhue_l-Mesnevi-Kueltuer.pdf" Excerpts from "Ismail
Hakki Bursevi - Iman Esaslarina Tasavvufi Bir Bakis_text.pdf" Excerpts
from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf" Excerpts from
"Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf" Excerpts from
"Serh-ı ebyat-ı haci bayram-ı velı hz.- ı.hakkı bursevı hz..pdf"
Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts
from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from
"VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM
189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi
018901.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi
basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi envar.pdf"
Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from
"ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı
bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf"
Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from
"ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi varidat .pdf" Excerpts from "ismail hakkı dürretül
irfani.pdf" Excerpts from "ismail hakkı fatiha.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı
muhammediye.pdf" Excerpts from "kitabunnetice tüm.pdf" Excerpts
from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar
bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts
from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKIYYESİ.pdf"
Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN
İŞARÎ YORUMU.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE
GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU2.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HZ.'NİN ESERLERİNDE HAYATINA AİT ANEKDOTLAR.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN KENZ-İ MAHFÎ RİSÂLESİ MUHTEVÂ VE
TAHLÎLİ.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ-ŞİİR
GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı
Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı
eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile
karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin
'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine
bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf"
Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın
Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın
Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail
Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması)
adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf"
Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts
from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from
"ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf"
İsmâil Hakkı Bursevînin Hazreti Peygamber'e Olan Aşkı
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
(ö. 1137/1725), Celvetiyye tarikatının seçkin bir temsilcisi olarak ilim,
tasavvuf ve edebiyat alanındaki merkezi konumunun temelinde, Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e duyduğu derin aşk ve manevi bağlılık yer
almaktadır. Bursevî'nin hayatı ve külliyatı, bu Peygamber sevgisinin hem nesebî
(soy) hem de manevî (feyiz ve vâridât) boyutunu yoğun bir şekilde barındırır.
Bu çalışmamızda, Bursevî'nin eserlerinden hareketle Hazreti Peygamber'e olan
aşkının tezahürleri ve ondan aldığı manevî müjdeler (vâridât) kronolojik
olmaktan ziyade tematik bir düzlemde incelenmiştir.
1. Hazreti Peygamber'e Olan Aşkın Nesebî ve İlmî Temelleri
İsmâil Hakkı Bursevî, Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e olan derin bağlılığını, kendisinin ailevi ve
manevî kökenlerine dayandırmıştır.
1.1. Şerefli Nesep (Teşrîf-i Neseb-i Nebevî)
Bursevî, Kitâbu’s-silsile
adlı eserinde, hem baba tarafından (Şah Hudâbende oğlu Bayram Çavuş oğlu
Abdurrahman Efendi) hem de anne tarafından (Kadı Ahmet Efendi'nin kızı Kerîme
Hanım) soyunun Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e dayandığını vurgulamıştır. İslâm geleneğinde
bu silsile (soy/zincir) meselesinin hem ilmî hem de nesebî açıdan taşıdığı
büyük önem dikkate alındığında, Bursevî’nin bu konuya değinmesi, manevi
üstünlüğün bir nişanesi olarak kabul edilir.
Hazreti Hüseyin (r.a.) hakkındaki
risalesinde Bursevî, Hazreti Peygamber'in soyunu anlatmasının sebebini
"Teşrîf-i neseb-i nebevî" (Peygamber nesebini şereflendirme) olarak
ifade eder. Ona göre, gerçek şeref ve yücelik, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'e ve onunla kurulan
yakınlığa bağlıdır. Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i
"âlemlerin kalbi" olarak nitelemekte ve O'nun ortaya çıktığı gibi
kimsenin ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Peygamberliğin, urûc (yükselme) ve
alçalmanın en kâmil tarzda gerçekleştiği mertebe olduğu görüşündedir.
1.2. Edeb ve Ahlak Vurgusu
Bursevî'nin Hazreti Peygamber'e olan
aşkı, edebî metinlerde dahi mutlak bir saygı (tevkîr) ve edebî üslup
hassasiyeti gerektirmiştir. Kendisi, Hazreti Peygamber 'i konu alan şiirlerin
sonunda, bazı şairlerin edebe aykırı teşbihlerde bulunduklarını eleştirmiştir.
Bu eleştirilere örnek olarak:
1.
Hazreti
Süleyman (Aleyhisselâm)'ın, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'in
kapısında "asâ ve zenbil (sepet) ile bir gedâ (dilenci)" olduğu,
2.
Ya da Hazreti Mustafa 'nın
dergâhının önünde bir "yetîm-i garîb (kimsesiz yetim)" iken şeref
tacını bulduğu, gibi ifadelerin Hakk'a nispetle sahih olsa dahi edepten hâriç
(dışarı) olduğunu savunur. Bu, Bursevî’nin aşkının, manevi hakikatler ile resmî
şeriat sınırlarının (edeb) iç içe geçmesini gerektiren, hassas bir denge
üzerine kurulduğunu göstermektedir.
Ayrıca, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'e muhalefette bulunmanın (şikak ve musakka – ayrılıp
muhalefete geçmek) ve O'nu hafife almanın küfür sayıldığı (icmâ ile)
konularında ümmetin ittifakını aktarır. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in
ahlakının ise, Hazreti Âişe (r.a.) tarafından belirtildiği üzere "Kur'ân-ı
Kerim" olduğu bilgisini paylaşır.
2. Manevî Müjdeler ve Vâridât Kültürü
Bursevî'nin Hazreti Peygamber'den aldığı veya O'nun manevî himmetiyle ulaştığı
müjdeler, esasen tasavvufta "vâridât" (ilâhî geli/esinlenme) olarak
adlandırılan keşfî (sezgisel) tecrübelerle ilgilidir.
2.1. Vâridâtın Kaynağı ve Niteliği
Bursevî, eserlerinin önemli bir
bölümünü, Allah'tan kendisine gelen bu vâridât (ilahi geli/esinlenme) ve
bunların şerhleri üzerine kurmuştur (Örneğin Kitâb-ı Kebîr gibi). O’nun
bu manevi ilim ve keşifleri, derslerini görerek edindiği bilgilerle, ilham ve
keşif sonucu edindiği kazanımları birleştirir.
Bursevî’ye göre, Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in hali (durumu) diğerlerinden daha hassas ve
salimdir. Hazreti Peygamber , "Benim gözlerim uyur ama kalb gözlerim
uyumaz" hadisini dile getirmiştir. Bu, onun zâhiren mülk (madde) âleminde
olsa da bâtınen melekût (soyut) âlemine açık olduğunun bir göstergesidir. Bu
manevi açıklık ve hassasiyet, mürşid-i kâmillerin de Hazreti Peygamber'in
varisleri olarak feyiz ve vâridât almasının temelini oluşturur.
Bu manevi feyz (imdâd/yardım), feyz-i
mukaddes (kutsal feyiz) olarak adlandırılır ve Bursevî bunu feyz-i akdes
(en kutsal feyzin) neticesi olarak görmüştür. Bu feyiz bir an kesilse, cin ve
insanlardan hiçbir şey görünmez. Bursevî, bu manevi gıdaları (vâridâtı),
keşifler ve müşâhedât (gözlemler) ile marifet denizinde avlanan bir tür
"deniz avı"na benzetir.
2.2. Hakkı Mahlası ve Mükâfat
Hazreti Peygamber'e olan bu bağlılık ve muhabbet, Bursevî'nin
kendisine verilmiş olan Hakkı mahlasında da yansıma bulur. Bursevî
şiirlerinde bu mahlası kullanmıştır. Bu mahlas, hocası Osman Fazlı Efendi
tarafından, Bursevî'nin 1085/1674'te doğan oğlu Mehmet Cudi için yazdığı
tarihte kullanılmış ve şeyhi tarafından beğenilerek kendisine bir mükâfat
olarak verilmiştir.
2.3. Peygamberlik Vârisliği ve Mücadele Müjdesi
Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem 'e taalluk eden ikrar ve inkarın, O'na vâris olan kimselere de
taalluk ettiğini savunur. Bu nedenle velilerin de, mertebelerini tamamlamaları
için her asırda celâl (ululuk) ve cemâl (güzellik) tecellilerine
(yansımalarına) maruz kalması gerektiğini ifade eder. Vârisin kemali, mirasçısı
olduğu şerefli vücudun kemaliyle orantılıdır.
Bu vârislik durumu, Hazreti
Peygamber 'in yaşadığı zorlukların vârisler için de bir mukadderat olduğunu
işaret eder. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Hiçbir nebiye (peygambere)
bana yapılan kadar eziyet edilmemiştir" buyurmasını, Bursevî bu
manevi vârislik bağlamında ele alır. Bursevî'nin kendisinin de yaşadığı
toplumun sorunlarından uzak durmayıp, görev aldığı her yerde zalimlerin yanlış
davranışlarını tenkit etmesi ve bu uğurda birçok kovuşturma geçirmesi, onun bu
mücadeleci vârislik anlayışının bir göstergesidir.
İsmâil Hakkı, eserlerinde Hazreti
Peygamber 'in son dönemi ve ashabıyla helalleşmesi gibi konuları, "halkın
hoşuna gidecek bir duygusallık içerisinde" anlatmıştır. Bu, onun manevi
irşad metodunda Hazreti Peygamber 'in hayatının duygusal ve manevi boyutunu öne
çıkarma arzusunu gösteren bir yaklaşımdır.
Sonuç ve Kaynakça
İsmail Hakkı Bursevî'nin yaşamı,
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e olan aşk, manevî rütbeler ve elde edilen
sırlar (vâridât/müjdeler) etrafında şekillenmiştir. Bu aşk, ona hem soy (neseb)
yoluyla bir şeref atfetmiş hem de "Hakkı" mahlasını getiren manevi
bir mükâfat olarak tecelli etmiştir. (önceki yazılarımızda bahsi
geçen) Bursevî'nin kronolojik yaşamının bu temeller üzerine kurulu olduğunu ve
onun çok yönlü (velûd) müellifliğinin asıl amacının bu manevi bağlılığı ilim ve
irfanla yaymak olduğunu hatırda tutmalıdır.
İsmâil Hakkı Bursevînin Namaz Hususunda Dikkat Ettiği Hususlar
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin,
eserlerinin ana gövdesini oluşturan Rûhu’l-Beyân tefsiri ve diğer
külliyatı, namaz ibadetine (salât) sadece fıkhî (zahiri) bir vecibe olarak
değil, aynı zamanda manevî seyr ü sülûkun (ruhani yolculuğun) zirvesi (mi’râcı)
olarak büyük bir ehemmiyet (önem) atfetmektedir. Bursevî'nin namaz
hususunda dikkat ettiği ve müntesiplerine (bağlılarına) telkin ettiği hususlar,
zahirî ve bâtınî (dışsal ve içsel) gerekliliklerin tam bir entegrasyonunu
(bütünleşmesini) esas alır.
Bu bağlamda Bursevî’nin namaz
kılarken bilhassa üzerinde durduğu ana noktalar aşağıda tematik bir düzen
içinde incelenmektedir:
I. Namazın Manevî Temeli: Huzur ve İhlâs (Bâtınî Şartlar)
Bursevî’ye göre namazın şekil
(sûret) ve ruh (hakikat) olmak üzere iki yönü vardır ve gerçek kurtuluş, bu
ikisini birleştirmekle mümkündür.
1. Huzûr-u Kalb (Kalp Huzuru) ve Huşû (Saygı)
Bursevî, namazdan maksadın yüce
âleme yönelmek, Cenâb-ı Hakk'a (Aziz ve Celil olan Allah’a) yalvarmak ve
O'nunla konuşmak olduğunu belirtir. Namazın hakikati, teveccüh
(yönelme), huzur ve Allah ile beraber olma (ittisâl) hâlidir. Kendisine
atfedilen tefsirlerde, gönül ve kalbin huzurunun, manevî hallerin ve sırların
açığa çıkması için şart olduğu vurgulanır. Namazın farz olduğu gibi, Allah’ın
huzurunda olduğunun bilincinde olmak da (yani huşû) farzdır. Bu manevi duruma
ulaşmak, İhsan mertebesinde namaz kılmakla açıklanır: Zahid Hatem (k.s.)
örneğinde olduğu gibi, namaz kılan kişinin Kâbe’yi iki kaşının arasında
görmesi, kabrini önünde, Cenâb-ı Hakk'ı ise üzerinde ve kalbinde bilen bir zan
(kabul) ile tekbir alması gerekir.
2. Niyet ve Riya’dan (Gösterişten) Kaçınmak
Namazın sıhhati için niyet, zorunlu
bir şarttır. Ancak Bursevî, niyetin halis (saf) ve ihlâslı olmasını, yalnızca
Allah rızasını (talebi) gözetmesini önemser. Kalpte riya (gösteriş) olması
durumunda, kişinin namazın asıl sevabını alacağını, ancak ilâhî ihsanı (lütfu)
alamayacağını belirtir. Münafıkların namazı, tembellik, ağırlık ve isteksizlik
içinde kıldıklarını ve bunu halka gösteriş yapmak için yaptıklarını ifade eder
ki, bu, namazın ruhuna tamamen aykırıdır. Namazda gösteriş, büyük bir günah
olan küçük şirke (şirk-i asğar) benzetilir.
II. Namazın Fıkhî ve Şer’î Gerekleri (Zahirî Şartlar)
Bursevî, namazın bâtınî yönüne
odaklanırken, zâhirî (dışsal) şartların da eksiksiz yerine getirilmesi
gerektiğini kesin bir dille ifade eder.
1. Tadîl-i Erkân (Düzgün ve Tam Yapmak)
Namazı ikâme etmek, farzlarını,
sünnetlerini ve edeblerini muhafaza etmek, eksiksiz olarak yerine getirmektir.
Tadîl-i erkâna riâyet etmemek, yani rükû ve secdeleri hafif tutmak, Bursevî'ye
göre kişinin geçim sıkıntısı çekmesine neden olabilir. Bu durumdaki kişiler
için Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) "Dön namazını kıl, sen namaz
kılmadın," uyarısında bulunması, bu tür ibadetlerin kabul edilmediği
endişesini gösterir.
2. Taharet (Temizlik) ve Hazırlık
Abdest ve guslün (boy abdesti)
şartı, organlar üzerine suyun dökülmesidir. Abdest, Allah'a yakınlaşmanın bir
sebebidir ve abdest almak, mâsivâdan (Allah'tan gayri her şeyden) ayrılmanın,
namaz ise Allah’a ulaşmanın (ittisâl) işaretidir. Abdestin her farz, sünnet ve
edebinde bir sır bulunduğunu ve maddi-manevi temizliğe (taharete) işaret
ettiğini belirtir. İlginç bir husus olarak, sürekli abdestli (taharet
üzere) kalmaya devam eden kişilere rızkın genişlemesi ve ölüm meleği geldiğinde
şehadet yazılması gibi manevî mükâfatlar vaat edildiğini aktarır.
3. Namaz Elbisesi ve Edeb
İmam-ı
Âzam Ebû Hanife’nin (k.s.) gece namazları için özel ve pahalı (1500 dirhem
değerinde) elbise edindiğini aktararak, Allahü Teâlâ için (güzel elbiseler
giyerek) süslenmenin, insanlar için süslenmekten daha evlâ olduğunu vurgular.
III. Namazın Toplumsal ve İbadetler Arası Konumu
Bursevî, namazı diğer farz
ibadetlerle olan yakın ilişkisi ve cemaatle kılınmasının toplumsal önemi
açısından da değerlendirir.
1. Namaz ve Zekâtın Birlikteliği
Namaz ve Zekât,
bedenî ve malî ibadetlerin reisleridir (başları). Bursevî, Kur’an’da bu
ikisinin sıklıkla birlikte anılmasını, birinin ancak diğeriyle kabul olmasıyla
açıklar. Hatta Bursevî, zekâtını hakkıyla vermeyen kişinin namazının dahi kabul
olunmayacağına dair hadis rivayetlerini (Yani "Zekat vermeyenin namazı
yoktur") aktarmaktadır.
2. Cemaatle Namazın Fazileti
Cemaatle namaz kılmak, fıkıh
mezheplerine göre farz-ı kifâye, vâcip veya kuvvetli sünnet-i müekkede olmakla
birlikte, Bursevî bunun çok faziletli olduğunu ve tek başına kılınan namazdan
yirmi yedi derece daha üstün olduğunu vurgular. Cemaatle namazın camide
kılınması, İslâm’ın şiarını (sembolünü) izhâr (açığa vurmak) ettiği için daha
faziletlidir. Cemaat, kuvvetin kaynağıdır; tıpkı savaşta saf tutmak gibi.
3. Nafile İbadetler ve Kaza Namazı
Nafile namazlar da kurtuluşun
sebebidir. Özellikle İşrâk
namazı (güneş doğduktan sonra kılınan) için, sabah namazını cemaatle kılıp
güneş doğuncaya kadar zikirle meşgul olan ve sonra iki rek'at kılan kişinin,
tam bir hac ve umre sevabı kazanacağı müjdesini aktarır.
Ancak (önceki yazılarımızda
bahsedilen) kaza namazları konusunda dikkatli olunması gereken bir hususa
parmak basar: Cuma günleri kılınan faziletli nafile namazların (kaza
namazlarını sildiği iddiası olan) rivayetlerini ele alırken, bu namazların
geçmiş namazların kazası yerine geçmeyeceğini, zira tevbenin şartının terk
edilen farzları kaza etmek olduğunu vurgular. Bu tür namazlar ancak te’hîr
(geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi hafifletebilir.
IV. Namazın Sırrı ve Maksadı: Vuslat ve Münâcât
Bursevî için namazın hakikat ve
maneviyat açısından en yüce mertebesi, Mi'râc (göğe yükselme) ve Münâcât
(yalvarma/konuşma) makamıdır.
1. Mi'râc ve Vuslat
Namaz, mü'minin mi'râcıdır. Hazreti
Peygamber'in (s.a.v.) Mi'râc'a çıktığında göklerdeki meleklerin ibadetlerini
görüp, onların ümmetine farz olmasını istemesi üzerine, Cenâb-ı Allah'ın bütün
bu ibadetleri beş vakit namazın içinde topladığına inanılır. Namaz, kulun
Allah'a yakınlaşmasıdır. Hatta Allah'ın kuluna yakınlaşması (Hadis-i Kudsî’de
geçtiği gibi: "Kul bana bir karış yaklaşırsa...") bu ibadetler
vasıtasıyla gerçekleşir.
2. Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek
Musibet ve sıkıntı anlarında, namaz
ve sabır (oruç olarak da tefsir edilir) ile yardım dilemek (tevessül edip
Allah'a iltica etmek) gerektiği temel bir dikkat noktasıdır. Hazreti Peygamber
(s.a.v.) bir iş konusunda sıkıntıya düştüklerinde hemen namaz kılarak Allah’a
sığınırdı.
3. Peygamberin Namaza Olan Aşkı (İlginç Husus)
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi
ve Sellem'in (s.a.v.) "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: 1- Kadın, 2-
Güzel koku, 3- Namaz gözümün nuru kılındı," buyurmasını aktaran Bursevî, namazın Allah'a
münâcât (yalvarış/gizli konuşma) olduğunu belirtir. Namaz kılan kişinin Rabbine
münâcât ettiğini ve bu nedenle namazda etrafa bakmaktan kaçınması gerektiğini
vurgular.
V. Namazı Terk Etme ve Geciktirme Konusundaki İhtiyat
Bursevî’nin üzerinde en çok durduğu
dikkat çekici hususlardan biri de namazı terk etmenin veya geciktirmenin
(te’hir) ciddi sonuçlarıdır.
·
Terk Etmenin Hükmü: Namazı terk
edenin serbest bırakılmayacağı görüşünü aktarır. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'den (k.s.) rivayetle, kimin üç gün
namazı terk ederse öldürülmeyi hak ettiğini, dolayısıyla namazın dinin direği
ve en önemli taati olduğunu belirtir.
·
Ateş Benzetmesi: Salihlerin
namazı, vücudu arındıran bir ateş iken, namazı terk eden kişi ise cehennem
ateşinde yanar. Namaz kılmayan, oruç tutan ve gece ibadet eden nice kavmin sırf
dünyalık hırsından dolayı cehenneme atılacağı uyarısını yapar.
·
Vakit Hassasiyeti: Namaz,
mü'minler üzerine muayyen vakitlerle farz kılındığı için, vakti geçesiye kadar
terk edenin ahirette büyük bir cezaya (Hukub azabına) maruz kalacağı
rivayetlerini nakleder.
Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı
İsmâil Hakkı Bursevî’nin namaz
konusundaki genel yaklaşımı, kişinin dünyevî kaygılardan ayrılıp (infisâl)
abdest ile hazırlanması, manevî rütbesi ne olursa olsun (sekir hali dahi olsa)
farzları terk etmemesi, ve kıldığı ibadeti tam bir huşu, ihlâs ve idrak ile
(ta’dîl-i erkân) yerine getirerek Allah’a vuslatı (ulaşmayı) amaçlaması
gerekliliği üzerine inşa edilmiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ibadetler (taat) hususundaki genel yaklaşımı (önceki yazılarımızda genişçe ele
alındığı üzere), şeriatın zahirî (dışsal) hükümleri ile tasavvufun bâtınî
(içsel) hakikatlerini mezceden (birleştiren) bir yöntem izlemektedir. Bu
çerçevede, namaz ibadetinin temel direklerinden olan kaza namazları
(vaktinde eda edilemeyip sonradan yerine getirilen farzlar) hususunda getirdiği
izahlar, hem fıkhî (İslâm hukuku) kesinliği hem de halk arasında yaygın olan
bazı yanlış inanışları düzeltme amacını taşımaktadır.
Bursevî, özellikle Rûhu’l-Beyân
tefsirinde ve diğer eserlerinde, farz olan namazların yerinin hiçbir nafile
(süpererogatory) ibadetle doldurulamayacağı ilkesini ısrarla vurgulamıştır.
I. Kaza Namazının Hükmü ve Namazı
Geciktirmenin (Te'hir) Azabı
Farz namazları vaktinde kılmanın farz
olduğu gibi, vaktinde eda edilemeyen namazların sonradan kaza edilmesi de
farzdır. Bursevî, namazın dinin direği olduğunu ve en önemli taat (ibadet)
olduğunu vurgular. Bu bağlamda, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya
bırakmanın (te'hir) ciddi manevi sonuçları vardır.
Hukub Azabı: Bursevî, bir hadis-i şerifi
naklederek, kim bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza
ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunacağını belirtir. Burada
dikkat edilmesi gereken husus, cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini
geçirdiği için (yani te’hir günahından dolayı) verilecek olmasıdır.
Bursevî, Hukub’un süresini açıklarken, bunun yetmiş beş (bazı kaynaklarda
seksen) yıl olduğunu, her senenin üç yüz altmış gün olduğunu ve ahiretin her
gününün dünya günleriyle bin sene kadar olduğunu ifade eder.
Dolayısıyla,
kaza edilse dahi te’hir günahı baki kalmaktadır; ancak kaza etmek, kulun
bu farz borcunu yerine getirme çabasıdır ve tevbenin şartıdır.
II. Nafile İbadetlerin Kaza Namazının Yerini Tutamayacağı İlkesi
Bursevî,
halk arasında (avâm) yaygın olan ve fıkhen (hukuken) mesnetsiz (dayanaksız)
olan bir inanışı kesin bir dille reddeder. Bu inanışa göre, çok sevap verilen bazı nafile namazların
kılınması, geçmiş farz namaz borçlarının yerine geçebilir (yani borcu
düşürebilir).
1. Farzın Nafile İle Sakıt Olması Mümkün Değildir:
İlim ehli, hiçbir vacibin, ne
mürettep (farzlara bağlı kılınan) sünnetlerin ne de mürettep olmayan (Duha veya
Evvâbîn gibi) nafilelerin, ecir ve sevap bakımından farzlara ulaşamayacağı
konusunda ittifak etmiştir. Avâmın,
farz namazları terk edip nafilelere rağbet etmelerinin, nafilelerin kaza
namazları yerine geçeceğine inanmaları sebebiyle olduğunu belirten Bursevî, "Bu
asla meşru değildir" hükmünü vermektedir.
2. Ramazan'ın Son Cuma Namazı Yanılgısı:
İnsanlardan bazılarının, Ramazan-ı
şerifin son Cuması'nda (Cuma-i Şerif), öğlen ile ikindi arasında bir günlük
veya bir gecelik namazlarını kaza etmelerini (halk arasında yaygın olan bir
rivayete dayanarak bunun tüm borçları sildiğine inanmaları), Bursevî, bunun
geçmiş bütün namazların kazası olarak kişiye fayda vermeyeceğini açıklar. Bu
tür namazlar, ancak te'hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya
çekilmeyi hafifletebilir, yoksa kılınmayan farzın yerine geçmez.
III. Kaza Namazlarının Tevbenin Şartı Olması
Bursevî, namazı terk etme veya
geciktirme günahından kurtuluşun ancak tevbe ile mümkün olduğunu ve
tevbenin de belirli şartları gerektirdiğini vurgular.
·
Tevbenin Şartı: Tevbenin
şartlarından biri, geçmiş olan namazlarını (ve zekat gibi diğer ibadetlerini) kaza
etmektir.
· Sorgulama: Namazı kaza eden kişi, kazaya
bırakıp sonradan kıldığı namazlarından dolayı (namazı kıldığı için) hesaba
çekilmez; ancak, namazı vaktinden te'hir etmesinden dolayı hesaba
çekilecektir. Bu da te'hirin ne denli büyük bir kusur olduğunu gösterir.
IV. Kaza Borcu Olanların Nafile İbadetlere Devam Etme Zorunluluğu
Kaza borcu olan kişilerin, farzları
ikmal etme mecburiyeti, onları sünnet ve nafile ibadetleri terk etmeye
itmemelidir. Bursevî'nin aktardığı fıkhî görüşlere göre:
Farz
namazların sünnetlerini (mürettep sünnetler) kılmak, farzların
noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı. Mürettep olmayan nafileler
ise, sünnetlerin noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı.
Hanefî mezhebine göre, kaza borcu
olan kişilerin, beş vakit namazın sünnetlerini (teheccüd, Duhâ, Evvvâbin,
tesbih namazı ve mübarek gecelerde kılınan hacet namazları gibi) kılmasında
sakınca yoktur. Yani nafile ibadetler, farzları telafi edemese de, ruhani
kemalat (olgunluk) ve noksanlıkları giderme açısından terk edilmemelidir.
Özetle, Bursevî'ye göre kaza
namazları mutlak bir farzdır ve te'hir (geciktirme) büyük bir günahtır (Hukub
azabına neden olabilir). Hiçbir nafile namaz, kılınmayan farzın yerine geçemez.
Ancak kaza borcu olan bir kişi, farz borcunu ödemeye çalışırken, aynı zamanda
sünnet ve nafileleri de terk etmemelidir.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Zekat Görüşleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında ve bilhassa tefsiri Rûhu’l-Beyân’da ele alınan ibadetler
(taat), zahirî (fıkhî) ve bâtınî (tasavvufî) boyutlarıyla birlikte, birbirini
tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, Zekât
ibadetinin, dinen zenginlik sınırına (nisâb miktarına) ulaşanlar tarafından
yerine getirilmemesi hususu, sadece malî bir borçluluk olarak değil, aynı
zamanda manevî kabul ve kurtuluş (felâh) noktasında büyük bir tehlike olarak
ele alınmıştır.
Yapılan detaylı tetkiklerde,
Bursevî'nin eserlerinde, zekât yükümlülüğünün doğması için gerekli olan
fıkhî (İslâm hukuku) alt sınır olan nisâb (İslâm terminolojisinde nisâb
miktarı, dinen zengin sayılmanın ölçütü) sahibinin (nisâb ashabının)
sorumluluğu şiddetle vurgulanmakla birlikte [önceki yazılarımızda namazın
kabulü ile zekâtın ilişkisinin bu bağlamda ne denli kritik olduğundan
bahsetmiştik], bu nisâb miktarının modern fıkıh kitaplarında yer alan gram
cinsinden altın veya gümüş karşılığının ayrıntılı hesaplama metodu veya
miktarı açık ve doğrudan bir şekilde zikredilmemiştir.
Ancak, kaynaklarımızda, nisâbın ve
malî kıymetlerin tespiti için kullanılan ölçütlere dair dolaylı veya başka
hükümlere ait bazı bilgiler mevcuttur.
I. Nisâb Sınırının Belirlenmesine Dair İlmî Yaklaşımlar
Bursevî,
nisâb miktarına sahip olan kişilerin bu ibadeti yerine getirme zorunluluğundan
bahsederken, nisâbın tam miktarını değil, bu miktara sahip olanın manevî ve
ahlâkî sorumluluğunu merkeze almıştır. Nisâb sahibi olmanın temelinde, kişinin
malî yeterliliğe ulaşması ve bu malı temizleme yükümlülüğü yatar.
1. Nisâb Miktarı Yerine Nisâb Sahibinin Sorumluluğu
Zekât yükümlülüğünü doğuran
zenginlik sınırı olan nisâb'a sahip olan kişi, bu farzı yerine getirmezse,
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'den aktarılan "Zekât vermeyenin namazı
yoktur" rivayeti gereği, en temel ibadetlerinin kabulünü dahi tehlikeye
atmaktadır [önceki cevaplarımızda bu durum detaylıca ele alınmıştır]. Bursevî,
bu kişilerin "serbest bırakılmayacağını" (yollarının tahliye
edilmeyeceğini) ifade ederek, fıkhî hükümden ziyade manevî yaptırıma odaklanır.
2. Kaza ve Diyet Hükümlerinde Kullanılan Malî Ölçütler
Bursevî'nin eserlerinde, nisâb
miktarına dair doğrudan bir zekât tanımı bulunmamakla birlikte, o dönemde
kullanılan malî kıymet ölçütleri dolaylı olarak şu hadiselerden
anlaşılmaktadır:
·
Hırsızlık Nisâbı: El kesme
cezasının (had) uygulanmasını gerektiren hırsızlık nisâbının (en az miktarı)
Hanefi mezhebine göre on dirhem (gümüş para birimi) olduğu
belirtilmiştir. Bu bilgi, "dirhem"in hukuki bir alt sınır belirlemede
kullanılan temel ölçü birimi olduğunu gösterir.
·
Diyet Hesaplaması: Hataen
(yanlışlıkla) meydana gelen katillerde (homicide) ödenmesi gereken diyetin
hesaplanması bağlamında bin
altın (bin adet
altın) veya bunun karşılığı olan on bin dirhem gümüş kıymetinden
bahsedilmektedir. Bu, zekât nisâbı olmamakla birlikte, o dönemdeki altın
ve gümüşün birbiriyle olan takas (exchange) değerleri ve dirhem/altın gibi
birimlerin ne denli büyük malî kıymetleri temsil ettiğini göstermesi açısından
önemlidir. Ayrıca bu kaynakta, her altının on dirhem gümüş kıymetinde olduğu
bilgisi de dolaylı olarak yer almaktadır.
II. Bursevî’nin Nisâbı Belirlemedeki Vurgusu
Bursevî, nisâbın belirlenmesinden
çok, zekât mükellefiyetinden kaçınan nisâb sahiplerinin mal varlıklarını koruma
şekline dikkat çeker. Zekât, kişinin malını mânevi pislikten ve cimrilikten
temizleyen bir taharet (temizlik) aracıdır.
·
Sadakaların Bölüştürülmesi: Zekât malından nisâb miktarını
borçlu olmayan bir fakire tek seferde (bir defada) vermek mekruh
sayılmıştır. Bu ifade, nisâb miktarının tek bir kişiye verilebilecek
maksimum zekât miktarının üst sınırı olarak kabul edilebileceğine dair fıkhî
bir hassasiyete işaret eder.
Konu Bütünlüğü
Açısından Hatırlatma:
Nisâb miktarının kesin tespiti için
gerekli olan (örneğin 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş gibi) fıkhî
ölçüler, eldeki metinlerde açıkça yer almadığından (önceki yazılarımızda da
görüldüğü üzere), Bursevî'nin zekât hakkındaki diğer eserlerinin derinlemesine
incelenmesi, onun bu fıkhî detaylara nasıl yaklaştığını ortaya çıkarabilir.
Zira Bursevî, klasik şerh metotlarını kullanırken, bir yandan da dönemin
itibarlı kitaplarını (devrinde itibar edilen kitapların listesi) kaynak
göstermiştir.
I. Zekâtın Nisâb Sahibi Üzerindeki Hükmü ve Konumu
Zekât, şeriatın farz kıldığı ve
Bursevî'nin ifadesiyle mal nimetine karşı yapılması gereken bir şükürdür.
Zekâtın farz olması, malî ibadetlerin reisi (başlangıcı) olarak kabul edilir.
Nisâb Kavramı: Bursevî, zekât
yükümlülüğünün nisâb ashabına, yani dinen zengin sayılan kişilere farz
olduğunu açıkça belirtir. Zekâtın farz kılınmasının amacı, malı manevi
pislikten (necâsetten) ve kişiyi cimrilik (buhldan) hastalığından
temizlemesidir (taharet).
II. Zekât Vermeyenin Durumu: Namazın Kabul Şartı
Bursevî’nin kaza namazları hususunda
(önceki yazılarımızda bahsi geçtiği üzere) gösterdiği hassasiyet, zekâtın terk
edilmesi durumunda daha da katılaşır; zira Bursevî'ye göre zekât ve namaz (salât), kabul
edilmeleri için birbirlerine bağlıdır.
1. Namaz ve Zekâtın Bedenî ve Malî İbadetlerdeki Birlikteliği
Kur'ân-ı Kerim'de namaz ve zekâtın
sıklıkla birlikte zikredilmesi, Bursevî'ye göre tesadüfî değildir. Bu
birlikteliğin sırrı şudur:
"Her
ikisinden biri ancak diğeriyle kabul olunduğu, içindir. Üzerine Zekât farz olan
kişi, namaz kılmadığı zaman Zekâtı kabul olmaz, namaz kılan kişi de Zekât
vermediği zaman namazı kabul olmaz".
Bu ifade, nisâb miktarı mala sahip
olmasına rağmen zekât vermeyen kişinin, yerine getirdiği en temel bedenî
ibadeti olan namazın (salâtın) dahi makbuliyetini (kabulünü) tehlikeye attığını
gösterir.
2. Namazın Yokluğu Hükmü (Hadis-i Şerifler Işığında)
Bursevî, zekâtını vermeyenlerin
namazının dahi kabul olmayacağına dair hadis rivayetlerini aktarır. Efendimiz
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu
rivayet edilir:
"Zekat
vermeyenin namazı yoktur.".
Bu durum, zengin olan ancak zekâtını
ödemeyen kişinin, İslâm’ın iki ana direğini ihlâl etmesi sebebiyle büyük bir
manevi kayba uğradığını gösterir.
3. Amellerin Feyizden Mahrum Kalması (Hazreti Musa Aleyhisselâm
Örneği)
Bursevî, bu durumu Hazreti Musa
Aleyhisselâm ile Allah Teâlâ arasındaki bir konuşma/munâcât hikayesiyle
pekiştirir. Musa Aleyhisselâm'ın huşû (saygı) ile namaz kılan bir adama
rastladığında, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey
Mûsâ! Eğer o, her gün ve gece de; Bin rekat namaz kılsa. Bin köle âzât etse,
Bin cenaze üzerine namaz kılsa, Bin hac yapsa ve bin savaşa katılıp savaşsa
bile; zekâtını hakkıyla vermediği müddetçe, bunların hiçbiri, ona [fayda
vermez]".
Bu anekdot, zekâtı terk eden nisâb
sahibinin diğer tüm amellerinin (hac, oruç, sadaka, cihad) manevî feyz ve
karşılığının (sevabının) zekât borcu sebebiyle ne denli zayıfladığını açıkça
ortaya koyar.
III. Dünya ve Ahiret Akıbeti
Nisâb sahibi olup zekâtını
vermeyenler, sadece amellerinin kabulü açısından değil, aynı zamanda dünya ve
ahiret ahkâmı (hükümleri) açısından da ciddi tehdit altındadırlar.
1. Serbest Bırakılmama İlkesi
Kâdî Beyzâvî tefsirinden naklen
Bursevî, namazı terk eden ve Zekâtı vermeyen kişinin serbest
bırakılmayacağını (yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade eder. Bu, hem
hukuken hem de maneviyaten bu kişilerin sorgulanmaya ve takibata alınmaya
müstahak (layık) oldukları anlamına gelir.
2. Savaş Gerekçesi (Fıkhî Vurgu)
Bursevî'nin aktardığı gibi, Hazreti
Ebû Bekir Sıddîk (r.a.), namaz ile zekâtın birbirinden ayrılamayacağını
vurgulamış ve zekât vermeyenlere karşı savaş açma (cihad) kararını
savunmuştur. Bu, zekâtın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda İslâm toplumunun
temel direği ve dinin bir alâmeti (şiarı) olduğunu göstermesi açısından
önemlidir.
3. Kıyamet Gününde Sorgulanma
Kur'ân-ı Kerim'de cehenneme (Sekar)
giren suçlulara sorulduğunda verdikleri cevaplardan biri "Biz namaz
kılanlardan değildik" iken, diğeri "Yoksula da yedirmezdik"
cümlesidir. Yoksulu yedirmemek (zekâtı ve sadakayı terk etmek), namazı terk
etmekle aynı derecede cehennem sebebi olarak zikredilmiştir.
Sonuç
İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, nisâb
miktarı mala sahip olmasına rağmen zekâtını (farz sadakasını) vermeyen kişi,
yalnızca malî bir günah işlememektedir; aynı zamanda:
1.
Bedenî ibadeti olan namazının manevî
kabulünü tehlikeye atmakta.
2.
Diğer tüm manevî çabalarının feyz ve
sevabından mahrum kalmakta.
3.
Toplumsal ve manevî düzenin temel
şartını ihlâl ettiği için serbest bırakılmayacak bir günahta bulunmakta.
Bursevî, bu durumu telafi etmenin
yolunun nafile (süpererogatory) ibadetlerde aşırıya kaçmakla değil, farz
olan zekâtı hemen eda etmekle (yerine getirmekle) mümkün olduğunu işaret
etmektedir. Bu, onun şeriat ve hakikati birleştirme (cem' etme) metodu
dahilinde, fıkhî yükümlülüklerin (farzların) yerine getirilmesinin manevî
ilerlemenin (sülûk) temel şartı olduğu yönündeki değişmez tavrını
yansıtmaktadır.
Fıtır Sadakası (Fitre)
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilim ve tasavvuf külliyatında, farz ve vacip olan ibadetler (taat) hususunda
fıkhî hükümleri manevî hakikatlerle (bâtınî yönler) birleştirme metodu (önceki
yazılarımızda detaylıca ele alındığı üzere) temel bir yer tutmaktadır. Fıtır
Sadakası (Fitre), malî ibadetlerin bir parçası olarak, Ramazan ayının
sonuna doğru zengin olan (nisâb sahibi) her Müslüman'a vacip olan bir
ibadettir. Bursevî'nin eserlerinde bu ibadet, hukuki tazminatlar için bir
referans ölçü olarak zikredilmektedir.
I. Fıtır Sadakası'nın Fıkhî Yükümlülüklerdeki Referans Değeri
Bursevî, Fıtır Sadakasını
(Fitre) doğrudan malî bir yükümlülük olarak ele alırken, onun miktarının diğer
dinî tazminatların (keffâret) ödenmesinde bir ölçüt (miyar) olarak
kullanılabileceğini belirtir.
Yemin Keffâreti
(Keffâret-i Yemin) Bağlamı: Yeminini bozan (hânis olan) bir kişinin yükümlü olduğu keffâretin
(tazminatın) üç seçeneği bulunmaktadır. Bu seçeneklerden biri şudur:
·
Kişi, on miskini (on fakiri):
o
Setr-i avret edecek kadar (avret
yerini örtecek miktarda) giydirebilir, veya
o
Köle azad edebilir, veya
o
On miskinin her birine sadaka-i fıtr
(fıtır sadakası) kadar nesne verebilir (bir şey verebilir).
Bu ifade, sadaka-i fıtr
miktarının, dinen belirli ve kabul edilmiş bir asgarî malî yardım birimi
olduğunu ortaya koyar. Yemin keffâretinin yerine getirilmesinde, bu miktarın on
fakire verilmesi, Bursevî’nin aktardığı fıkhî hükümlere uygun düşmektedir.
II. Fıtır Sadakası’nın Te’hir Edilmemesi ve Manevî Temizlik Vurgusu
Bursevî,
zekâtı terk eden nisâb sahibinin namazının dahi kabulünün tehlikeye girdiğini
[önceki yazılarımızda bu konu işlenmiştir], dolayısıyla malî yükümlülüklerin
titizlikle yerine getirilmesi gerektiğini vurgular. Zekât gibi fıtır
sadakası da malı manevi kirlerden temizleme amacını taşır.
Fıtır Sadakası’nın temel olarak
hedef kitlesi, ihtiyaç sahipleri, yani fakirler ve miskinlerdir (çaresiz
ve hareketsiz kalmış yoksullar). Miskin (bîçâre), fakirliğin kişiyi
hareketten alıkoyup ticari bir işe el atamaz hâle getirdiği kişi demektir.
Bursevî, halka lütuf ve ihsanla muamele kılmanın, miskinlere güzel söz söylemek
ve sadakalar vermekle olacağını belirtir. Bu durum, Fıtır Sadakası gibi zorunlu
malî ibadetlerin de bu ihtiyaç sahiplerini gözetme yükümlülüğünü kapsadığını
işaret eder.
III. Namaz ve Fıtır Sadakası Arasındaki İlişki
Fıtır
Sadakası'nın Ramazan orucunun kabulü ve tamamlanması için bir temizlik unsuru
olması gibi, Bursevî genel olarak namaz ve zekâtın (ve malî ibadetlerin)
birbiriyle olan kabul ilişkisini çok kuvvetli bir şekilde vurgular. Namaz ve
zekâtın (malî ibadetlerin reisi) [önceki yazılarımızda bahsedilen] sıklıkla
birlikte anılması, ikisinden birinin diğeri olmadan kabul olmayacağı anlamına
gelir [önceki yazılarımızda namaz ve zekât ilişkisi]. Nisâb sahibi olmanın
getirdiği bu yükümlülük, Fıtır Sadakası ile daha alt bir sınırda genişletilmiş
olur; zira Müslümanlar üzerindeki malî sorumluluk, kişinin manevi kurtuluşu
(fevz-i azîm) için zorunludur.
Konu Bütünlüğü
Açısından Hatırlatma:
Bursevî'nin tasavvufî eğitim (sülûk)
ve mürşidlik (pîr) anlayışının, şeriat (fıkhî kurallar) temeline ne denli sıkı
bağlı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Ancak (daha önceki taleplerinizde
olduğu gibi), bu ibadetlerin kabulünün ve manevî ilerlemenin (terakkî)
temel şartı olan halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye)
disiplinlerinin, yani nefsin şehvanî pisliklerden arındırılmasının, Fıtır Sadakası'nın getirdiği
temizlik misyonuyla nasıl bütünleştiği detaylıca incelenmemiştir. Zira namazın
abdestle başlaması gibi, Ramazan'ın temizliği Fıtır Sadakası ile tamamlanır ve
bu temizlik, ruhani yükselişin kapısını açar.
Namaz Vakitleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilim ve tasavvuf geleneğindeki müstesna (istisnai) konumu, şeriatın (hukuki ve
zahiri kurallar) ve tarikatın (manevi ve bâtınî yol) hükümlerini titizlikle
birleştiren metodundan ileri gelmektedir. Namaz (Salât) ibadeti, dinin direği
ve müminin mi'râcı (yükselişi) olarak kabul edildiği için, bu ibadetin
vakitlerine (evkât) riayet edilmesi, tekâlif-i şer'îyye (şeriatın
getirdiği yükümlülükler) çerçevesinde mutlak adaletle hükmedilen temel bir
farzdır.
Bursevî, namazı kasıtlı olarak
vaktinden sonraya bırakmanın (te'hir) ve özellikle İmsak (Sabah namazı)
ile Yatsı vakitlerinin titizlikle değerlendirilmemesinin doğuracağı
manevî tehlikeler konusunda şiddetli uyarılarda bulunmuştur.
I. Namaz Vakitlerini Geciktirmeye Dair
Genel ve Şiddetli Uyarılar
Namaz, müminler üzerine muayyen
vakitlerle yazılı bir farzdır. Bu vakitlerin tayin edilmesi, kulun
müsamahasını (geciktirmesini) ve gevşekliğini önlemek içindir. Namazı vaktinde
eda etmek (ikâme), ona devam etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini
eksiksiz olarak yerine getirmek (ta’dîl-i erkân) demektir.
Bursevî, namazı kasıtlı olarak
vaktinden sonraya bırakmanın manevî sonucunu şu sert hükümle ifade etmektedir:
Hukub Azabı Uyarısı: Bir kişi, bir vakit namazı vakti
çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub azap
olunur. Bu ceza, namazı
kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir
etmesinden) dolayıdır. Bir Hukub, seksen yıldır; her sene üç yüz altmış gündür ve ahiretin her
günü dünya günleriyle bin sene kadardır.
Bu, farz namazın vaktinin muayyen ve
kesin olduğu ve vaktin geniş olması durumunun dahi (kullara seçim özgürlüğü
bırakması) bu günahı hafifletmeyeceği uyarısıdır.
II. İmsak ve Sabah Namazı (Salâtü'l-Fecr) Vakti Hakkındaki Uyarılar
İmsak vaktiyle başlayan Sabah namazı
(Salâtü'l-Fecr), dinî mükellefiyetin ilk ve en önemli vakitlerinden biridir.
1. Vaktin Tespiti ve Fıkhî Yaklaşımlar:
Cibril Aleyhisselâm'ın Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e imamet (önderlik) yapması, namazların
keyfiyetini ve vakitlerinin tayinini öğretmek maksadını taşımaktadır. Cibril,
bir gün sabah namazına subh-ı sâdık (gerçek şafak/ilk vakit) zuhurunda,
diğer gün ise tulû-ı şemse karîb (güneşin doğuşuna yakın/son vakit)
imamet eylemiş ve bu iki vaktin arasının sabah namazının vakti olduğunu
bildirmiştir.
Bursevî, Hanefî mezhebindeki
yaklaşıma atıfla, İmam Ebû Hanife'nin vaktin âhirini (son vakit) tercih
ettiğini (îsâr eylediğini) kaydeder. Zira vaktin âhirinde namazın vücûbu
(zorunluluğu) müte’ekkid (pekişmiş) olur.
2. Manevî Te’hir ve Uyku Uyarısı:
Bursevî, Kitâbü’n-Netîce’de,
seher vaktinde müezzinin “Namaz uykudan hayırlıdır” sözünün kendisine manevî
bir vâridât (ilahi geli/esinlenme) olarak geldiğini belirtir. O'na göre namaz
Allah’a münâcâttır (yalvarma ve yükseliş/urûc), uyku ise Hakk’tan halka
iniştir. Bu, sabah
vaktini uykuda geçirmenin, manevî yükseliş yerine alçalmayı tercih etmek
anlamına geleceği yönünde bir ikazdır.
Ayrıca, sabah namazının cemaatle
kılınmasının fazileti özel olarak vurgulanır: Kim sabah namazını cemaat ile
kılar ve güneş doğuncaya kadar zikir (Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmek) ile
meşgul olur, sonra kalkıp iki rek'at nafile (İşrâk) namazı kılarsa, kendisine
tam bir hac ve umre sevabı verilir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaat ile kılan
kişi, bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirmiş gibi olur.
3. Mekruh Vakit Uyarısı:
Sabah namazı kılındıktan sonra dahi,
güneşin tam doğuşuna kadar namaz kılmak mekruh (işlenmesi hoş görülmeyen)
sayılır. Bursevî, hadis-i şerifleri aktararak, Sabah namazından sonra tam güneş doğuncaya kadar hiçbir
namazın caiz olmadığını, ancak Mekke-i Mükerreme'nin bu hükümden istisna
olduğunu vurgular.
III. Yatsı Namazı (Salâtü'l-İşâ) Vakti Hakkındaki Uyarılar
Yatsı namazı, Bursevî'ye göre Musa
Aleyhisselâm tarafından ilk kılınan namazdır. Bu namaz ve sonrasındaki vakit,
özellikle gece ibadetleri (Teheccüd ve Evvâbîn) için bir başlangıç teşkil
ettiğinden, büyük manevî öneme sahiptir.
1. Gece İbadetine Teşvik:
Gece ibadetinin zirvesi olan Teheccüd
namazı, yatsıdan sonra uyuduktan sonra gecenin son üçte birinde kılınır ve
Bursevî'ye göre bu en faziletli nafile ibadettir. Bu nafile ibadetin fazileti,
kişinin yataktan kalkıp, rahatı terk ederek, uyanıkken (uyanıkken namaz
kılınır) mücahede ve müşahede (gözlem) hâline geçmesiyle elde edilir. Bu durum,
yatsı namazının vaktinde eda edilmesinin, gece manevî hazırlıklarına kapı
açtığı uyarısını içerir.
2. Cemaatle
Kılınmasının Fazileti:
Yukarıda (önceki yazılarımızda
bahsedilen) Sabah namazı ile birlikte, Yatsı namazını cemaat ile kılmak,
müminin bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirme sevabına nail olmasına vesile
olur. Bu, müminlerin bu iki vakit namazına olan dikkatlerinin ne denli önemli
olduğunu gösterir.
IV. Namazı Terk Edenlerin Hali ve Dini Hükümler
Bursevî, namaz vakitlerine uymamanın
genel dini zayıflıkla bağlantısını kurar. Namazı terk eden kişinin, dinin
direğini yıktığına dair kesin hükümler vardır:
·
Dinin Direği: Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Namaz dinin direğidir"
buyurduğunu aktarır. Kim namazı terk ederse, onun dini yoktur.
·
Küfür İhtarı: Kim bilerek
namazı terkederse, o kişi aşikâr kâfir olmuş olur. (Ancak Bursevî, büyük günah
işlemekle kişinin kâfir olmayacağını belirterek, bu hadis-i şerifin tehdid,
teşbih ve sakındırmada mübalağa etmek için söylendiğini ifade eder.)
·
Malî İbadetle İlişkisi: (Önceki
yazılarımızda bahsedildiği üzere) nisâb sahibi olup zekât vermeyenin namazının
dahi kabul olmayacağı uyarısı, Bursevî’nin namaz ve zekâtın vakit hassasiyeti
de dahil olmak üzere bir bütün olarak ele alınması gerektiği konusundaki en
önemli fıkhî-tasavvufî ikazlarından biridir.
Bu kapsamlı inceleme, İsmâil Hakkı
Bursevî'nin İmsak ve Yatsı namazı vakitleri başta olmak üzere,
namaz ibadetinin yalnızca fıkhî şartlara uygunlukla sınırlı kalmayıp, aynı
zamanda manevî yükselişin (urûc) anahtarı olduğu ve vaktini kaçırmanın kulun
ahiretteki akıbetini ciddi tehlikeye atacağı yönündeki şiddetli uyarılarını
açıkça ortaya koymaktadır.
(Peygamberimize Salât Ve Selâm) Getirilmeyen Namazın Durumu
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında, namaz (salât) ibadetinin fıkhî (hukuki) geçerliliği ile manevî
mükemmelliği (kemâlâtı) arasındaki denge büyük bir titizlikle ele alınmaktadır.
Salavât-ı şerîfe (Peygamberimize salât ve selâm)
getirilmeyen namazın durumu, fıkıh mezhepleri arasındaki temel bir
ihtilafın (anlaşmazlığın) merkezi olup, Bursevî bu ihtilafı zikretmekle beraber
kendi tasavvufî yaklaşımını da ortaya koyar.
I. Namazda Salavâtın Hükmü: Farziyet ve Sünnet Arasındaki İhtilaf
İslâm âlimleri arasında namazın
tahiyyâtından (son oturuş) sonra Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e
salât ve selâm getirmenin hükmü konusunda iki
temel yaklaşım mevcuttur:
1. Şâfiî Mezhebi Görüşü: Farziyet (Zorunluluk)
Bursevî, namazda salavât getirmenin
farz olduğu görüşünü benimseyen İmam-ı Şâfiî’nin (r.h.) içtihadını (hukuki
hükmünü) zikreder. Bu görüşün dayanağı, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) rivayet
edilen şu hadis-i şeriftir:
"Kim namazında bana salât etmezse onun namazı
yoktur.".
Şâfiî mezhebine göre, bu hadis,
salavâtın namazın sıhhati için farz (zorunlu) olduğuna delalet
etmektedir. Buna göre, namazın içinde salavâtı terk eden kişinin namazı sahih
(geçerli) olmaz.
2. Hanefî Mezhebi Görüşü: Nefy-i Kemâl (Mükemmelliğin Eksikliği)
Hanefî uleması ve Bursevî'nin bağlı
olduğu ekolde ise (İmâm-ı Âzam nezdinde), namazda salavât getirmek mesnûn
(sünnet) kabul edilmektedir. Bu hadis-i şerifin taşıdığı hüküm, namazın mutlak
surette yokluğuna değil, nefy-i kemâle (mükemmelliğin nefyine)
yorulmuştur.
Nefy-i Kemâl ne demektir? Bu, namazın
zahirî şartlara ve rükünlere uygun olarak kılındığı zaman fıkhî açıdan geçerli
(sahih) olduğu, ancak manevî olarak mükemmeliyet mertebesine ulaşamadığı
anlamına gelir. Yani farz olmak gerekmez; ancak salavâtın terk edilmesi
durumunda, kişi namazın tam sevabından ve faziletinden mahrum kalır.
II. Salavâtın Manası ve Önemi
Bursevî, salavâtın namaz
içerisindeki konumunu sadece fıkhî bir unsur olarak değil, aynı zamanda manevî
bir bereket ve dua olarak da ele alır:
1. Şart ve Rüknün Tamamlayıcısı
Namazın hakikatindeki gayenin, kalb
huzuru (huzûr-u kalb) ve tam bir yöneliş (teveccüh) olduğu; zahirde ta'dîl-i
erkân (düzgünlük) şart olduğu gibi, bâtında da huzur ve teveccüh gerektiği
(önceki yazılarımızda namazın kabul şartları bağlamında bu hususlara
değinmiştik), Bursevî'nin namaz anlayışının merkezindedir. Salavât, bu huzur ve
edep şartlarını tamamlayan bir ibadettir.
Namazda ve namazın dışında Hazreti
Peygamber'e (s.a.v.) salavât okumak, kulun Hazreti Peygamber’in (s.a.v.)
arkasından ona dua etmesi anlamına gelir. Bu, aynı zamanda Allah'ın emrine
(Ahzab, 33/56) icabettir.
2. Genelleştirme (Ta‘mîm) İradesi
Salavâtın söylenme şekli de manevi
bir incelik taşır. Bursevî, Hazreti Peygamber'e salât ederken, Âl-i
Muhammed’in (Muhammed’in ailesinin) de zikredilerek genelleştirilmesini
(ta‘mîm) gerektiğini, zira tüm peygamberlerin (enbiyâ) de O'nun gibi Hak'tan
mebus (elçi) olduğunu belirten hadisler bulunduğunu aktarır. Bu, namazda okunan
Salât-ı İbrâhîmiyye'ye uygun bir yaklaşımdır.
III. Sonuç: Salavâtsız Namazın Kabulü
İsmâil Hakkı Bursevî'nin genel
öğretileri göz önüne alındığında, salavât getirilmeyen bir namazın durumu
şöyledir:
1.
Fıkhî Sıhhat (Geçerlilik): Hanefî
mezhebine göre namaz geçerlidir (sahihdir). Ancak Şâfiî mezhebine göre salavât getirmemek namazı
bozar.
2.
Manevî Kabul ve Kemâlât: Namazın asıl
sevabını almak mümkündür, lakin ilâhî ihsana ve tam mükemmeliyete (kemâlâta)
nail olunamaz. Bursevî, ibadetlerin zahiri şartlarına riayet eden kişinin
övgüye layık olduğunu (medhe tazammun) belirtirken, huşu ve bütün kalple
yönelme gibi bâtınî şartlara riayet edenin daha üstün olduğunu vurgular.
Salavât, bu bâtınî yönelişin önemli bir edebi ve rüknü olarak kabul edilir.
Dolayısıyla, Bursevî’ye göre müminin
salavâtı terk etmemesi, bu sayede hem dinî yükümlülüğünü eksiksiz yerine
getirmesi hem de namazın münâcât (Allah ile gizli konuşma) ve mi'râc
sırrına tam olarak vâsıl olması (ulaşması) için elzemdir.
Ehl-i Kitap’ın işlediği
sâlih ameller
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Ehl-i Kitap (Kitap Ehli)
mensuplarının işlediği sâlih amellerin (iyi işler) âhiretteki akıbeti,
kesin bir şekilde iman (İslâm dinini kabul) şartına bağlanmıştır. Bursevî, bütün ibadetlerin ve
iyi amellerin kabulünün, öncelikle tevhid (Allah'ı birleme) ve Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik eden sahih
iman üzerine kurulu olması gerektiği ilkesinden hareket eder.
Bu kapsamda, nisâb (dinî zenginlik
sınırı) sahibi olup hacca gitmeyen kişinin Yahudilik, Hıristiyanlık veya
Mecûsîlik üzere öleceğini ifade etmesi, bu dinlerin İslâm nezdindeki kurtuluşa
mani (engel) konumunu işaret etmektedir.
Aşağıda, Bursevî’nin eserlerinden
hareketle, Yahudi ve Hıristiyanlardan sâlih amel işleyenlerin cennete girip
giremeyeceği konusundaki görüşleri detaylı olarak sunulmuştur:
I. Sâlih Amelin Temeli: İhlâs ve Tevhid Şartı
Bursevî’nin tasavvufî ve tefsirî
yaklaşımına göre, Cenâb-ı Hakk’a vuslatın (ulaşmanın) anahtarı olan amelin
(ibadet), her türlü şaibeden (kirden) temizlenmiş olması gerekir.
1. Şirk ve Zulüm
İhlâsın (samimiyetin) özü, amelin
sadece Allah rızası için olmasıdır; dünyevî veya uhrevî (âhirete dair) başka
bir sebep ile amel etmek şirktir (ortak koşma). Şirk ise Bursevî’ye göre büyük
bir zulümdür.
Yahudi ve Hıristiyanların temel
inançları, Kur'ân-ı Kerim'de ve Bursevî'nin tefsirlerinde, tesniye (iki
ilaha inanma) veya teslis (üç ilaha inanma) gibi unsurlarla şirk olarak
nitelendirilmiştir.
·
Hıristiyanlar, Hazreti İsa'yı
(Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul ederler. Melkâniyyeler, "Allah üçün
üçüncüsüdür" demişlerdir. Nastûriler, "Mesîh Allah’ın oğludur"
derler; Yakûbiyyeler ise "Allah Mesîh’tir" derler. Bu inançlar,
ulûhiyyette (ilahlıkta) aşırılık (gulüvv) ve şirktir.
·
Yahudiler, bazı rivayetlere göre
"Üzeyir Allah'ın oğlu" dediler ve tesniyeye (iki ma'bûda) inandılar.
Allah, kendisine şirk koşulmasını
asla bağışlamayacağını (mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan
etmiştir. Dolayısıyla,
şirk üzere işlenen ameller, ne kadar zahiren salih olursa olsun, bu fundamental
engel sebebiyle ebedî kurtuluşa vesile olamaz.
2. Amellerin Heder Olması (Boşa Gitmesi)
Eğer bir kişi, ölüm zamanına kadar
irtidat ve küfürde ısrar ederse, İslâm hâlinde iken işlemiş olduğu bütün
amelleri kesinlikle telafi edilmeyecek şekilde yanar (heder olur, bâtıl
olur ve boşa gider). Bu ilke, imanı olmayanların amellerinin âhirette bir
karşılık görmeyeceği hükmünü pekiştirmektedir.
II. Cennete Girme Şartı: İman ve İttifak
Bursevî, Yahudi ve Hıristiyanların
cennete girme ihtimalini, ancak ve ancak İslâm dinini kabul etmeleri şartına
bağlar.
1. İmana Girmedikçe Kurtuluş Yoktur
Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin ve
Hıristiyanların, "ancak Yahudi veya Hıristiyan olanlar cennete
girecek" şeklindeki kuruntularını (emânî) reddeder.
Bursevî’nin eserlerinde net bir
şekilde belirtilmiştir ki:
"Muhakkak ki bu iki kitap ehli Müslüman olmadıkça
asla cennete giremezler.".
Bu, Yahudilik veya Hıristiyanlık
inancı üzere kalan kişilerin, inançlarının ve amellerinin kendilerini cennete
götüreceği kuruntusunun (bâtıl arzu) hakikat ve doğruluk payı olmadığını
gösterir.
2. İman Edenlerin Durumu
Allah, Ehl-i Kitap'ın
(Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler) iman etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini
müjdelemiştir. Ancak bu iman, onların kendi inançlarına değil, Müslümanların
iman ettiği şeye iman etmelerini gerektirir.
·
Şartlar: Eğer onlar
(Yahudi ve Hıristiyanlar):
1.
Allah'a
ve Âhiret gününe iman ederlerse (bu, İslâm dininin hak olduğuna ve
Hazreti Muhammed'in peygamberliğine inanmaktır).
2.
Ve sâlih olarak çalışırlarsa
(iyi amel işlerlerse).
Ancak bu durumda, korku ve
hüzünden kesin olarak azâde olacakları (kurtulacakları) müjdelenmiştir. Bu
vaad ve müjde, bu dört sınıftan (Münafıklar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve
Sabiîler) ancak müminlere mahsustur. Yani bu grupların cennete girmesi
için, öncelikle müminler sınıfına dahil olmaları (İslâm'a girmeleri)
gerekmektedir.
3. Tevbenin Şartı
Yahudi
ve Hıristiyanların Müslüman olmalarının şartı, sadece kelime-i şehadet
getirmelerinden sonra değil, aynı zamanda Yahudilik ve Hıristiyanlıktan beri
olmaları (uzaklaşma şartına bağlıdır). Eğer bu uzaklaşma gerçekleşmezse,
defalarca şehadet getirseler bile asla Müslüman olamazlar.
III. Hıristiyanların İyilikleri ve Geçici Affedişler
Bursevî, bazı istisnai durumlarda, iman
dışı iyi amellerin dünyevî faydasına veya ahirette azabın hafiflemesine
dair bilgiler aktarır, ancak bu eylemlerin cennete girmeye yetmeyeceğini
vurgular:
·
Cömertlik (Saha): Hatemü't-Tayy
örneğinde olduğu gibi, şirki sebebiyle cehennem ateşine giren bir kişinin, cömertliği
sebebiyle Allah'ın cehennem ateşini ondan çevirip savdığı rivayet edilir.
Cömertlik, kişiden dünya ve ukbâ (âhiret) azabını savabilir. Ancak bu, cennete
giriş garantisi anlamına gelmez, sadece azabın hafiflemesi veya kalkmasıdır.
·
Küfür ve Tuğyanın Devamı: Allah, Yahudi
ve Hıristiyanların iman etmemekte ısrar etmelerinden (yüz çevirmelerinden)
dolayı, onların eski tuğyanları (azgınlıkları) üzerine tuğyanlarını ve
küfürleri üzerine küfürlerini arttırdığını belirtir.
Sonuç
İsmâil
Hakkı Bursevî'nin teolojik çerçevesinde, Yahudi ve Hıristiyanların işlediği
zahiren sâlih ameller, imanda tevhid ve nübüvveti tasdik şartını yerine
getirmedikleri sürece onları cennete götürmeye yetmez. Kur'ân-ı
Kerim'in hükmü uyarınca, bu kişilerin kurtuluşu, ancak İslâm dinine iman edip
(tevbe ve eski inançlarından beri olarak) Müminler sınıfına dahil
olmalarıyla ve amellerini bu iman üzere gerçekleştirmeleriyle mümkündür.
Zira Allah, şirk koşulmasını asla mağfiret etmemektedir.
İsmâil Hakkı
Bursevî’nin Görüşleri 2. Bölüm
Cehennem ve
Ehli Hakkında
İsmâil
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir ve tasavvuf külliyatında, Cehennem'in
(Nâr/Ateş) niteliği, ebedî ikâmetgâhı (yerleşme yeri) ve oradaki hayatın ahkâmı
(hükümleri), imanın mutlak ve temel şartı çerçevesinde incelenmektedir.
Cehennem sakinlerinin durumu, inançlarının (iman/küfür) niteliğine bağlı olarak
iki ana kategoriye ayrılır: Ebedî kalacak olanlar ve manevî temizlik için
geçici olarak kalanlar.
I. Cehennem Ehlinin Kimliği ve Ebedî İkamet (Daimiyet)
Bursevî, Cennete girişin yegâne
şartının sahih iman olduğunu kesin bir dille belirtir. İslâm'ın temel
inancını (Tevhîd) kabul etmeyen veya şirk (ortak koşma) üzere ölenler için
Cehennem, daimî ve ebedî bir mekândır.
1. Kâfirler ve Şirk Sahipleri
Küfür ve şirkte ısrar edenler,
Cehennem'e girip ona bitiştikleri için "Ateş Ashabı" (ateş
ehlidirler) olarak isimlendirilmişlerdir. Onlar, Cehenneme giren, orayı tadan
ve daimî olarak orada kalacak olanlardır. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını
(mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla
kâfirler orada ebedî olarak kalacaklardır.
2. Münafıkların Durumu
Münafıklar (itikad yönünden kâfir
olanlar) ve mürted (dinden dönen) olanlar, Cehennem ateşinin yedinci ve en
şiddetli tabakası olan Hâviye'ye gireceklerdir. Bu kişilerin Cehennem
ateşine girmesi ve orada ebedî kalması, kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza
addedilmiştir.
3. Amellerin Hükmü
Kıyamet
günü geldiğinde, amelleri mizanda tartılan bir hasenesi (iyiliği) olmayan
kâfir kişi, Cehennem ateşindedir. Kâfir olan kişi, ahlakî güzelliklerle bezenmiş olsa dahi, bâtını
(içi) karanlıktadır. Zira iman olmadan sâlih ameller (iyi işler) ahirette
kurtuluşa vesile olamaz.
II. Cehennemdekilerin Hayatı ve Azabın Niteliği
Cehennemdeki hayat, bedensel
rahatlıktan ve manevî huzurdan tamamen mahrumiyet üzerine kuruludur.
1. Cehennem Gıdası
Cehennem'de kalanlara yiyecek olarak
sunulan tek şey, "Ğıslîn" (irin/cerahat) olarak
zikredilmiştir. Hiç kimse bu irinden başka bir yiyecek ve içecek yemez veya
bulamaz. Bunu ancak hatakâr caniler (günahkârlar) yiyecektir.
2. Azabın Süresi (Hukub Kavramı)
Namaz
gibi farz bir ibadeti kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra kaza eden kişi,
Cehennem'de bir Hukub azap olunacaktır. Bursevî, bu cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini
geciktirmesinden (te'hir) dolayı verileceğini vurgular.
Hukub süresi ise
korkunç derecede uzundur: Seksen (veya yetmiş beş) yıl; her yıl 360 gün;
ahiretteki her gün de dünya günleriyle bin sene kadardır. Bu, namazı
ihmal eden müminlerin dahi, tövbe edip kaza etseler bile, bu ihmalin
günahından dolayı ne denli ağır bir süre boyunca azap göreceklerine dair ciddi
bir uyarıdır.
3. Dünyada Kalma Arzusu
Kâfirler, Kıyamet gününde
hayatlarına olan büyük sevgilerini göstermek için, bin sene ömür sürmeyi
arzularlar (temenni ederler). Bu arzu, onların karşılaşacakları ebedî
azaptan ne denli nefret ettiklerini ortaya koyar.
III. Cehennemden Çıkış ve Kurtuluş (Müminler İçin)
İslâm inancına göre günahkâr
müminler, günahları temizlendikten sonra cennete girecektir. Bursevî'nin
aktardığı menkıbelerde ve işari tefsirlerde, özellikle manevî belirsizlik ve
arınma sürecine girenler için kurtuluş kapısının varlığına işaret edilir:
1. Ashâb-ı A'râf'ın Akıbeti
Amelleri ne cennete ne de cehenneme
yeterli olmayan, Cennet ile Cehennem arasında kalan Ashâb-ı A'râf (A'râf
Ehli) sınıfı zikredilmiştir. Allah Teâlâ, dilediği zaman, onları bağışlamak ve
affetmek istediğinde:
·
Onları "Hayat Nehri"
denilen bir nehre götürür.
·
O nehirde yıkandıktan sonra renkleri
düzelir, göğüslerinde beyaz bir ben (leke) kalır.
·
Bu ben sebebiyle tanınırlar ve Cennete
yürürler.
Bu, iman sahibi olan, ancak
günahları sebebiyle bekletilen veya azap görenlerin, ilahi rahmetle nihayetinde
kurtuluşa ereceklerine dair bir işarettir.
2. Manevi Temizlik ve Kurtuluş
Mümin olan bir kişi, işlediği
günahlardan dolayı asî (günahkâr) bile olsa, bâtını (ruhu)
münevver/aydınlıktadır. Küfrü
tercih eden kâfir ise, ne kadar ahlaklı görünürse görünsün, bâtını
karanlıktadır. Bu ayrım, müminlerin, ne kadar azap görseler de, kurtuluş
ümidini kaybetmeyeceklerini gösterir.
Sonuç
Bursevî’nin (önceki yazılarımızda da
görülen) temel duruşu gereği, Cehennemdeki ebedî hayat, tevhid inancını
reddeden kâfirlere mahsustur. Namazı vaktinde kılma sorumluluğunu aksatan müminler dahi, Hukub
gibi uzun ve dehşetli azap sürelerine tabi olsalar da, nihayetinde (Ashâb-ı
A'râf örneğinde olduğu gibi) ilahi mağfiret ile Cehennem'den çıkıp Cennet'e
ulaşacaklardır. Bu ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi, kulun azaptan emin
olmasını sağlayan yegâne yoldur.
Sormayı
Unuttuğum Konuyu Hatırlatma:
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı ve
eserleri hakkında yaptığımız kronolojik incelemelerde ve ibadetler hakkındaki
detaylı suallerinizde, (önceki yazılarımızda bahsedilmediği üzere) Bursevî'nin
tasavvuf yolundaki ilerlemenin ve makamların anahtarı olarak gördüğü halvet
(inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin işleyişi ve mürşid-i
kâmilin bu süreçteki mutlak rolü detaylıca ele alınmamıştır. Zira Cehennemden
kurtuluş ve Cennete vuslat, bu manevi disiplinlerin başarıyla tamamlanmasına
bağlıdır.
15 Bin Sene
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
Cehennem'deki hayat, ömür ve âkıbet (sonuç) hakkındaki görüşleri, onun tasavvuf
ve tefsir ekolünde, dinin temelini oluşturan Tevhid (Allah'ı birleme) ve
İman şartının mutlaklığı üzerine kuruludur. özellikle 15
bin sene sonra Cehennem'de ne olacağına dair spesifik sorusu, azap
sürelerinin büyüklüğüne ve imanın nihai kurtuluşa etkisine dair Bursevî'nin
eserlerindeki derinlikli izahları gerektirmektedir.
Bursevî’nin teolojik yaklaşımında,
Cehennem’deki ikamet süresi, kişinin iman sahibi olup olmamasına göre kesin bir
ayrıma tabidir:
I. Cehennem Ehlinin Akıbeti ve Ebedî Kalış (Daimiyet) Hükmü
Bursevî’ye göre, Cehennem'deki
yaşamın anahtar unsuru, kişinin küfür veya şirk üzere ölüp ölmemesidir.
1. Kâfir ve Müşriklerin Ebedî Azabı
Kesin iman şartını yerine
getirmeyen, yani Allah'a şirk koşan ve küfürde ısrar edenler için Cehennem,
zamanla sınırlı olmayan, ebedî bir ikâmetgâhtır. Bursevî, kâfirlerin
Cehennem'e girip ona bitiştiklerinden ötürü "Ateş Ashabı"
(Cehennemlikler) olarak isimlendirildiğini belirtir.
Kur'ân-ı
Kerim hükümlerine dayanarak, Allah'ın kendisine şirk koşulmasını asla
bağışlamayacağını beyan etmesi, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Kitap Ehli'nin
dahi Müslüman olmadıkça cennete giremeyeceği görüşü [önceki yazılarımızda bu
husus ayrıntılıydı] göz önüne alındığında, sâlih amel işleseler bile imandan
yoksun olanların amelleri heder (boşa) olur ve Cehennem'de ebedî kalmaları
iktizâ eder.
2. Kâfirlerin Ömür Arzusu
Kıyamet günü geldiğinde, kâfirlerin
ebedî azaptan ne denli nefret ettikleri, onların bin sene (uzun bir
ömür) sürmeyi arzu etmelerinden anlaşılmaktadır. Bu arzu, Cehennem'deki hayatın
kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza olduğunu bilmelerinden kaynaklanır.
II. Cezanın Süresi: 15 Bin Yılın Hukub Kavramı İçindeki Yeri
15 bin sene süresi,
Bursevî’nin eserlerinde tam bir dönüm noktası olarak geçmemekle birlikte, onun
bahsettiği manevî ihmallerden kaynaklanan azap süreleri bu rakamın çok daha
ötesindedir.
Bursevî, namaz gibi farz bir ibadeti
kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra kaza eden müminin dahi (yani
iman sahibi olmasına rağmen günahkâr olanın) Cehennem'de bir Hukub azap
olunacağını aktarmıştır. Daha önceki yazılarımızda hesaplandığı üzere, bir
Hukub:
· 80 yıl (bazı rivayetlerde 75) x 360
gün/yıl x 1000 yıl/gün = 28 milyon 800 bin dünya yılına tekabül eden
dehşetli bir süredir.
Bu bağlamda, 15 bin sene, Hukub
gibi büyük bir azap süresinin başlangıç aşamalarında kalmaktadır. Şayet bir
mümin, kaza namazı borcu gibi ihmallerinden dolayı bu azaba girerse,
Cehennem'deki ilk 15 bin senelik yaşamı, yalnızca vakti geciktirme günahının
(te'hir) karşılığını görme süreci olacaktır.
15.000 Sene Sonra Kâfirlerin Durumu:
Cehennem'de ebedî kalacak olan
kâfirler ve müşrikler için, 15 bin sene sonra dahi hiçbir değişiklik olmaz;
onların azabı devam eder. Onların hayatı, Ğıslîn (irin/cerahat) yemekten ibaret
kalacaktır.
III. Müminler İçin Çıkış ve Nihai Akıbet
Müslüman olarak vefat eden, ancak
günahları sebebiyle azaba uğrayanlar (Tevhid Ehli), Bursevî'nin genel tefsir
metodolojisi uyarınca, günahlarından arındıktan sonra Cehennem'den çıkış
hakkına sahiptirler.
Hayat Nehri ve
Cennete Vuslat: Bursevî, Cennet ile Cehennem arasında kalan ve amelleri dengede
gelmeyen Ashâb-ı A'râf’ın durumunu örnek gösterir. Allah dilediği zaman,
onları "Hayat Nehri" denilen bir nehre götürecektir. Burada
yıkandıktan ve üzerlerindeki manevi izler temizlendikten sonra Cennet'e
yürüyeceklerdir.
Bu misal, Tevhid Ehli'nin
Cehennem'de geçirdiği azap süresinin (bu süre, 15 bin seneyi aşsa bile, Hukub'a
varan zaman dilimleri içerebilir), manevî bir temizlik (tathir) ve arınma
süreci olduğunu gösterir. Azap, kulun günahlarını ve nefsanî kirliliklerini
yakar. 15 bin sene sonra, eğer günahkâr müminin azap süresi sona
ermişse, o kişi Cennet’e girmeye hak kazanacaktır.
Azabın Niteliği
ve Temizlenme: Tarikatın kurallarını ihlal edenler de dahil olmak üzere,
Cehennem'deki ateş, nefsin hararet-i aşkla tebridini (soğutulmasını)
sağlayarak onu temizler. Bu temizlik, kişinin nefsine zarar veren kötü
alışkanlıkları ve şehvetleri ortadan kaldırır. Bu arınma süreci
tamamlandığında, kişinin Cennete girmesi için artık bir engel kalmaz.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı
Bursevî'ye göre, 15 bin sene sonra Cehennem'deki durum, oranın sakinlerinin
inanç durumuna bağlıdır: Kâfirler için ebedî ve değişmez bir azap; günahkâr
müminler için ise, ilahi rahmetin tecelli edeceği ve nihayetinde Cennet'e çıkışa
yol açacak olan uzun bir arınma sürecinin devamıdır. Bu süreç, kişinin ihmal
ettiği farzların büyüklüğüne bağlı olarak (Hukub azabında görüldüğü gibi) on
binlerce yıl sürebilir.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin İlmî Ve Tasavvufî Metodu, Ehl-İ
Sünnet Ve Cemaat Akidesi Üzeredir.
İsmâil Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin ilmî ve tasavvufî metodu, ehl-i sünnet ve cemaat
akîdesi üzerine
kuruludur. Bu metod, şeriatın (zahiri kurallar) ve hakikatin (bâtınî sırlar)
birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil ettiğini savunur. Bu nedenle, hadisleri
(sünneti) yalanlayan, Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinde sadece akla güvenen veya
ilmî geleneklerden sapma gösteren akımlara karşı çok net ve eleştirel bir duruş
sergilemiştir.
I. Hadisleri Reddedenler ve "Kur'ân Bize Yeter" Görüşünün
Eleştirisi
Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'in hadislerinin, Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması ve
İslâm'ın uygulanması açısından asla göz ardı edilemeyecek bir konuma
sahip olduğunu vurgular. Hadisler, asırlar boyu tahrif ve unutulmaktan
korunarak asliyetini muhafaza etmiş ve nesilden nesile aktarılmıştır.
1. Hadisleri Yalanlamanın Hükmü
Bursevî,
Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) bildirdiği ve ümmetlere tebliğ edilen
"âyetleri yalanlayanlar"ın (tekzîb edenler) elim (şiddetli) bir azaba
uğrayacaklarını belirtir. Her ne kadar bu ifade Kur'ân âyetlerini yalanlayanlar
için gelmiş olsa da, Bursevî'nin genel tavrında, Peygamber'in nübüvvetini
(peygamberliğini) tasdik etmemek veya O'nun tebliğini (sünnetini) kabul
etmemek, imanın kendisini zedeleyen bir eylem olarak görülür.
2. Tasavvuf Ehlinin Hadislere Yaklaşımı
Mutasavvıf âlimlerin, hadisleri
diğer ulema gibi araştırdıktan ve hadis usulünce belirlenen ölçütlerde
değerlendirdikten sonra, buna keşfi (sezgisel bilgi) de ilave ederek
amel ettiklerini ifade eder. Ancak burada çok önemli bir şart vardır: Keşfin
mutlaka sahih (doğru) olması gerekir; zira kalbe gelen düşünceler içinde
şeytanî vesveseler de bulunabilir.
Hadisleri veya Kur'ân surelerini
öğrenip sonra unutanlar veya onlarla amel etmeyenler hakkında ise, bunun "Ümmetimin günahları bana
gösterildi... Bir âyet veya sure öğrenip de sonra onu unutmaktan daha büyük bir
günah görmedim" hadisindeki tehdide maruz kalmaya sebep olduğu
uyarısını yapar. Bu, yalnızca Hadis'in inkârının değil, aynı zamanda Hadis'le
amel etmemenin de büyük bir kusur olduğunu gösterir.
II. Akılcılar, Felsefeciler ve Mutezile Benzeri Ekoller
Bursevî, sadece akla dayanarak hüküm
veren, manevî hakikatleri ve Hadis'in otoritesini göz ardı eden yaklaşımlara
karşı sert bir eleştiri getirir. Bu, modern felsefî akımlara benzemekle
birlikte, özellikle felsefeciler (hükemâ) ve kelâmcıların (Mutezile gibi)
metodolojilerini hedef alır.
1. Fikir Yolunun (Tarîk-ı Fikr) Yetersizliği
Bursevî, felsefe taifesini (grubunu)
eleştirirken, onların sadece fikir yoluna (tarîk-ı fikre) sâlik olup, zikirden
münharif (uzaklaşmış) olmaları sebebiyle, âhir-i menzile (son hedefe, yani Allah'a vuslata)
eremediklerini ve kınanmış (mezmûm) olduklarını belirtir. Onların
ulaştıkları, ulûm-i resmiyye (resmî/formel bilimler) gibi sadece suretî
(görünüşte) bir kemâl olup, bu bilgi neticesiz kalmıştır.
2. Akıl ve İlmin Tek Başına İhmali
Felsefeciler, eşyanın hakikatini
yalnızca kâl (sözlü açıklama) ve makûl olan burhanlar
(akli deliller) ile öğrenmek istediler. Bu sadece akla dayalı yöntem, onları
doğru yoldan (sırat-ı müstakîmden) saptırmış, ayaklarını kaydırmış ve şüphelerin
vadilerinde helak olmaya düşürmüştür. Onlar, hakikati anlamak için keşf
ve manâ âlemine intikal etmeyi (geçmeyi) ihmal etmişlerdir.
Bursevî, kalpleri Kur'ân ve zikrin
yumuşaklığından mahrum olan felsefecilerin kalplerini taşa benzetir.
Akla aşırı derecede güvenen ve kendilerini akıllarıyla mağrur eden (aldanmış)
bu kişilerin, amel, ef'al (fiiller) ve sözlerindeki çirkinliğin, ruhlarının
saflığına tesir etmeyeceğini sandıklarını, oysa bunun fasid bir düşünce
olduğunu ifade eder. Bu, ibadetleri ve şeriat hükümlerini akli çıkarımlarla
sınırlayan her türlü akılcı ekole karşı bir uyarıdır.
3. Nefy-i Kemâl (Mükemmellikten Uzaklaşma)
Akıl, her ne kadar çirkinlikleri
meneden ruhanî bir nur olsa da, tek başına ilim, faydasız kalabilir. Bursevî, "Bilâ ilim amel olmaz, bilâ
hizmet abd olmadığı gibi. Ve ilm erdiği yere amel dahi vâsıl olmalıdır"
diyerek, hem Hadis'e hem de fıkha dayanarak elde edilen zahiri bilginin, manevi
hayatı (sülûk) ve ameli beraberinde getirmesi gerektiğini şart koşar. Aksi
takdirde, bu tür ilim, kişiyi mükemmeliyetten uzaklaştırır.
III. Tarihselci Yaklaşımlara Dair İhtiyat (İlmî Tenkit Metodu)
Bursevî’nin döneminde modern anlamda
"tarihselcilik" (historicism) kavramı mevcut olmasa da, onun olayları
ve aktarılan bilgiyi ele alma şekli, ilmî bir hassasiyet ve tenkit (eleştiri)
bilinci taşımaktadır.
1. Nakli Bilginin Tasfiyesi
Tarihî
olayları konu edinen eserlerde (Kerbelâ Vakası gibi elim hadiseler söz konusu
olduğunda), yalnızca duygusal/dini/itikadi yaklaşımlarla yetinilmemesi
gerektiği, aksine bilginin bilimsel araştırma yöntemlerine uygun olarak ve tarihsel
tenkit süzgecinden geçirilerek kullanılması gerektiği vurgulanır.
Bu, nakledilen bilgileri tasfiye
(arıtma) ve evhâm (kuruntular) ile yalanlardan hakikati ayırt etme
zorunluluğunu ortaya koyar. Bursevî, aklı mutlak ölçüt olarak almak suretiyle,
hurafelerden kurtuluşun yolunun eski ve güvenilir kaynakların verdiği bilgilere
dönmek olduğunu belirtir.
2. Şerh ve Yorumlama Metodu
Bursevî, şerh eserlerinde,
malzemenin (bilginin) luzûmsuz (gereksiz) bilgiler verilerek anlaşılmazlığa
sürüklenmemesi gerektiğini vurgular. O, yorumlamanın, metnin edebî özelliğini
değerlendirmekten çok, manâ yönünü açıklamak ve şerhi tasavvufî
eğitimin bir aracı haline getirmek amacını taşır. Bu da demektir ki, tarihi
veya metinsel yorum, hakikatten uzaklaşmamalı, bilakis kişiyi manevi yolda
ilerlemeye (sülûk) teşvik etmelidir.
İlginç
bir husus olarak, Bursevî'nin kendisinin Mesnevî şerhini yaparken, daha önceki
Mesnevî şerhlerinden pek yararlanmayışı, onun kendi kültürel ve ilmî
birikimini (fıkıh, siyer, tarih, hadis vb. temel eserlerden yararlanarak) yeni
ve bağımsız bir yorumlama metodu oluşturma eğilimini gösterir. Bu, geleneksel
malzeme ile yeni, tenkitçi bir bakış açısını birleştirdiğinin bir işaretidir.
Bursevî’nin Gazâlî Hakkındaki Görüşleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilmî külliyatı ve manevî hayatı incelendiğinde, Hüccetü'l-İslâm İmâm Muhammed
bin Muhammed bin Muhammed el-Gazâlî'ye (ö. 505/1111) karşı duyduğu derin saygı
ve hayranlık açıkça görülmektedir. Bursevî, Gazâlî'yi sadece
büyük bir fakîh (İslâm hukukçusu) ve kelâmcı olarak değil, aynı zamanda manevî
sülûkün (ruhani yolculuk) en üst makamlarına ulaşmış, Hakikat (bâtın) ve Şeriat (zâhir) ilimlerini
birleştiren müstesna (istisnai) bir mürşid-i kâmil olarak kabul etmektedir.
Bursevî, eserlerinde Gazâlî'nin
eserlerine ve görüşlerine sık sık başvurmuş, onu otorite kaynağı olarak
zikretmiş ve hatta onun manevî üstünlüğünü kerâmet (evliyalık mucizesi) yoluyla
gelen rivayetlerle teyit etmiştir.
I. Hüccetü'l-İslâm Unvanı ve Manevî Otoritesi
İsmâil Hakkı Bursevî, İmâm Gazâlî
Hazretleri'ni yüceltirken onun meşhur lakabını zikretmekle kalmaz, bu lakabın
dayanağını da açıklar.
1. Hüccetü'l-İslâm Lakabının Gerekçesi
Gazâlî'nin
"Hüccetü'l-İslâm" (İslâm'ın delili/kanıtı) olarak isimlendirilmesinin
sebebi, onun kesin deliller (hüccet-i galibesi) ibraz ederek hasımlarını
susturma yeteneğinden kaynaklanmaktadır.
2. Kâinât Üzerindeki Manevî Nüfuzu (Cinler Hikayesi)
Bursevî, Gazâlî'nin yüksek manevî
mertebesini, cinler âlemine uzanan nüfuzunu anlatan bir hikâye ile
örneklendirir: Gazâlî
Hazretleri'nin, insan ve cinlerin müftüsü olduğu zikredilir. Bir
gün cinlere, dünyada olup biten garip şeyleri sorduğunda, cinler, İmâm
Zemahşerî'nin tefsirle alakalı gizli bir kitap yazdığını haber verirler. Gazâlî, cinlerden bu tefsiri
getirmelerini ister. Cinler, tefsirin aslını yazdılar, kopyasını Gazâlî'ye
getirdiler. Zemahşerî,
bu duruma hayret etmiş ve ancak Gazâlî'nin manevî gücüyle bunun mümkün
olabileceğini ifade etmiştir. Bursevî, Zemahşerî'nin, bu kerâmet (mucize) üzerine Mutezile
mezhebinden tevbe ettiğini (Mutezile görüşlerini ayıklayarak yepyeni bir tefsir
haline getirmek gerektiğini söyleyerek) rivayet eder.
3. Hz. Peygamber’in Huzurunda Şefaat
Bursevî,
kendi manevî tecrübelerinde (vâridât) dahi İmâm-ı Âzam Hazretleri'ni, Hazreti
Peygamber'in huzurunda görür ve İmâm-ı Âzam'ın "Eğer mezhebim hak üzereyse
bana şefaat et" duasını işitir. Hz. Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ona şefaat eder.
Bursevî, bu manzarayı Gazâlî'nin de aralarında bulunduğu âlimlerin misâl
âleminde bulunduğunu belirterek, Hanefî mezhebinin hak mezhep olduğu görüşünü
teyit eder.
II. İlmî Metodoloji ve Teolojik Görüşlere Katılımı
Bursevî, Gazâlî'yi zikrederken, onun
fıkıh, hadis ve tasavvuf alanındaki yetkinliğini ve metodolojik titizliğini
ortaya koyar.
1. Fıkhî ve Hadis Bilgisindeki Üstünlüğü
İmâm Gazâlî'nin mutlak müçtehid
derecesine yükseldiği ve üç yüz binden fazla hadis-i şerifi râvîleriyle
birlikte ezbere bildiği belirtilir. Bu, Bursevî'nin gözünde onun güvenilir
bir nakilci ve yorumlayıcı olduğunun göstergesidir.
2. Akılcı Ekollerin Reddi (İkfâr-ı Felâsife)
Bursevî'nin Mutezile ve
felsefecilere karşı aldığı tavırda (önceki yazılarımızda bu konu ele
alınmıştır), Gazâlî'nin rolü merkezi bir yer tutar. Bursevî, İmâm Gazâlî'nin cümle-i felâsifeyi
(tüm felsefecileri) ikfâr etmiş / kâfir ilan etmiş ve reddetme yoluna
gitmiş olduğunu kesin bir dille aktarır. Gazâlî'nin bu tavrı, aklın
mutlak otoritesine karşı manevî/keşfî bilginin üstünlüğünü savunan Bursevî'nin
metoduna tam olarak uymaktadır.
3. Tevhid ve Marifet Görüşleri
Bursevî, Gazâlî'nin tevhid
anlayışını dört mertebede detaylandırır:
1.
Gâfil Tevhîd: Yalnız diliyle
muvahhid olan münafıkların hâli.
2.
Dil ve Kalp ile Tasdik: Genel
Müslümanların hâli ("Lâ ilâhe illallah").
3.
Keşif Yoluyla Müşâhede: Mukarreblerin
(Allah'a yakın olanlar) hâli ("Lâ fâile illallah" / Yalnız bir olarak
görür).
4.
Mevcud Olarak Yalnız Biri Görme: Sıddîkların
(doğrular) görüşü ("Lâ mevcûde illallah" / Fenâ fi’t-tevhîd).
Ayrıca Gazâlî, Marifet
(tanıma/sezgi) kavramını dört ana unsuru bilmek olarak tarif eder: Nefis, Rabb,
Dünya ve Âhiret.
4. İsim ve Müsemmâ Ayrımı
Bursevî, Mu'tezile'nin İsim ve
Tesmiye (Ad ve Adlandırma) hakkındaki görüşlerini zikrettikten sonra, İmâm
Gazâlî'nin bu konudaki değerlendirmesine yer verir. Gazâlî, Hak ve doğru olanın, İsim, Tesmiye ve
Müsemmâ'nın birbirinden ayrı ve müterâdif (eş anlamlı) olmayan isimler
olduğu görüşündedir.
III. Riyâzet / Sülûk ve Ahlâk Görüşlerinden Nakiller
Bursevî, Gazâlî’nin İhyâ-u
Ulûmiddîn gibi temel eserlerinden sık sık alıntılar yaparak, onun ahlak ve
sülûk (manevi ilerleme) eğitimindeki rolünü benimser.
1. Nefs Muhasebesi ve Tevbe Makamları
Gazâlî, tevbenin üç makamını
tanımlar: Günahların çirkinliğini düşünmek, Allah’ın şiddetli azap ve gazabını
düşünmek, ve kişinin kendi zayıflığını düşünmek. Ayrıca Gazâlî, Murâkabe
(gözetim) ve Muhâsebe (hesaba çekme) ameliyelerini tanımlar; bu, Hak
rızasını gözeten kişinin ibadetini ihlasla, günahını pişmanlıkla, mübahı
(serbest bırakılanı) ise edeplerin gözetilmesiyle yapması gerektiğini ifade
eder.
2. Cömertlik ve İhsan
Gazâlî'nin İhyâ’sında yer
alan bir hikâyede, cömertlik ve başkasını düşünmenin önemi vurgulanır: Yedi
sahabenin, kendilerinden daha aç olan kardeşlerini düşünerek bir koyun
kellesini birbirine ikram etmesi, kelleyi başlangıçtaki sahibine geri
döndürmüştür. Yine
Gazâlî'ye göre, iyilerin, kötülerin kötülüklerine mani olmamaları (emr
bi’l-mâruf / iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) sebebiyle helak edilecekleri
uyarısı bulunmaktadır.
3. Riya, Huşu ve Zikir
Gazâlî, huşû (saygı) sahibi olmanın
zahirî (dıştan) gösterilmeye çalışılmasını eleştirir (zoraki ağlama, baş
sallama gibi hareketler) ve bunu şeytanın hilesi olarak görür. Aynı zamanda, İblis'in (şeytanın), fiziksel
şiddetten (değnekle dövülmekten) korkmayıp, kalpteki nurdan korktuğunu
aktarır. Bu, Bursevî'nin bâtınî temizliğe verdiği önemin teorik zeminini
oluşturur.
IV. İhtilaflı Görüşlere Karşı Tavrı
Bursevî, Gazâlî'nin kendi döneminde
eleştirilere uğramış olsa dahi, onun otoritesine gölge düşürmez.
·
Vahiy/İlham Yorumları: Gazâlî'nin İhyâ’da
vahiy ve ilham konusunda geleneksel anlayışla tam bağdaşmayan iddialı görüşler
serdetmesine rağmen, Sünnî İslam dünyasında hiç kimsenin onun hüccetü’l-İslâm
unvanından şüphe etmediği belirtilir. Bursevî, Gazâlî'yi referans alarak, onun
Batıniyye (İsmâilîler) gibi gruplara karşı kesin bir duruş sergilemesine
rağmen, kendisinin de bâtınî te'villere başvurmasının meşruiyetini dolaylı
olarak savunur.
·
Ahlâk-ı Hasene ve Âlimlerin Yolu: Bursevî,
âhiret âlimlerinin (peygamberlerin vârislerinin) Gazâlî gibi güzel ahlak sahibi
(ahlâk-ı hasene ile muttasıf) olmaları gerektiğini; ancak zamanındaki âlim ve
şeyhlerden bu vasıfta olanların binde bir kişi kadar az olduğunu belirterek,
Gazâlî'nin idealize edilmiş bir model olduğunu ifade eder.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı
Bursevî'nin gözünde İmâm Gazâlî, hem zahir hem de bâtın ilimlerinde zirveyi
temsil eden, ilahî kerametlerle desteklenmiş, sülûk yolunun esaslarını
belirlemiş ve şeriata aykırı akılcı akımlara karşı İslâm'ı savunmuş yegâne
otoritedir. Bursevî'nin kendisi de Gazâlî'nin ilmî izleğinde, felsefecileri
reddetme ve tasavvufî tefsir metodunu geliştirme yolunu izlemiştir.
Devlete İtaat Konusu
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin,
eserlerinde devleti (saltanatı), şeriatın (hukuki ve zahiri kurallar) ve
nizam-i âlemin (dünya düzeninin) tesisi için zaruri bir kurum olarak ele aldığı
bilinmektedir. Bu bağlamda, fâsık (günahkâr) yönetimlere karşı isyanın durumu,
etnik gruplara yönelik tasavvufî ve teolojik bakışı, onun ehl-i sünnet
akîdesine olan sıkı bağlılığıyla birlikte incelenmelidir.
I. Fâsık Yönetime (Âmirler) Karşı İsyanın Durumu
Bursevî’nin
görüşleri, genellikle Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in, devlet otoritesine karşı büyük
kaosa yol açacak isyanları yasaklayan klasik duruşunu yansıtır. Ancak bu itaat,
şeriatın mutlak hükümlerine (emir ve nehiylere) bağlıdır.
1. İtaatin Sınırları ve Mecburiyet Hâlleri
Kul, akıl baliğ olduğu müddetçe,
ilâhî emir ve nehiylerin kendisinden sâkıt (düştüğü) olduğu bir duruma asla
ulaşamaz; bu ilâhî emirler, yöneticinin hükmüne de sirayet eder. Yöneticiye hitap edildiği zaman
hemen "buradayım, buyurun" demeyi gerektiren itaat, yalnızca belirli
durumlarda durdurulabilir.
Yönetici veya sultânın mübah (şer'an
serbest bırakılan) işlerle ilgili emirleri hakkında düşünmek gerekirken, eğer haram (İslâm hukukuna
aykırı) işlerde onlara itaat etmesi emredilirse, nefis (can) tehlikesi
olmadıkça haram işlerde yöneticilere itaat edilmez. Bu, yönetimin
fâsık (günahkâr) dahi olsa, hayatı koruma önceliği ile meşrû olmayan emrine
karşı duruşun sınırını çizer.
2. Adalet ve Yönetimin Sorumluluğu
Bursevî, âlemin ayakta durmasının
dört sebebinden birinin âmirlerin adaleti olduğunu vurgular.
Yöneticilerin (ulü'l-emr) işlerinde basîret (sağduyu/gerçeği görme) sahibi
olması ve toplumun üzerine tayin edilen en hayırlı kişilerden seçilmesi
gerekir. Hadis-i şerife atıfla, "Kurdu koyuna çoban tutan mutlaka zulmetmiştir"
diyerek, liyakatsiz ve zalim yönetici atamanın zulüm olduğunu belirtir.
Ancak Bursevî, zulme maruz
kalındığında bile, isyan yerine sabrı ve adaleti talep etmeyi ön plana çıkarır.
Dünya ve âhiret saadetinin korunması için şeriatın kuvvetli ipine sarılmayı ve
sırat-ı mustakîme (doğru yola) uymayı öğütler. Zalimin zulmünün, hilesinin ve
mekrinin (tuzağının) çok olması durumunda, bu kötülüklerin izhâr edilip (açığa
vurulup) açıklanması caiz olur.
3. Cihad ve Müşrik Yöneticilerle İlişki
Eğer yöneticiler (imâm),
Müslümanların menfaatlerinin barışta olduğunu görürlerse sulh yapabilirler.
Ancak kuvvet ve galebe (maddi üstünlük) kâfirler tarafından olursa, on sene
kadar sulh yapmak caizdir.
Ancak ahidlerini bozan ve
Müslümanlara zulmeden müşrik (ve kâfir) önderler için hüküm kesindir: Onları
her zaman her vakit ebediyyen öldürün emri vardır. Bu, zımnen (dolaylı
olarak) İslâm nizamı içinde küfrü teşvik eden, zulmeden veya anlaşmayı bozan
fâsık yönetimlere karşı mutlak bir pasifliği benimsememek, ancak bu durumlarda
dahi kararı Müslümanların menfaatini gözeten imâmın (devlet başkanının) vermesi
gerektiği ilkesini öne çıkarır.
II. Rumlar ve Hıristiyanlar (Ehl-i Kitap) Hakkındaki Görüşler
Bursevî’nin eserlerinde, Rum
kelimesi etnik bir grup olarak açıkça tanımlanmasa da, genellikle Hıristiyanlar
ve Ehl-i Kitap kapsamına giren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi
altında yaşayan gayrimüslim tebaa (vatandaş) hakkındaki teolojik ve fıkhî
hükümleri barındırmaktadır.
1. Teolojik Konum: Şirk ve Küfür
Bursevî, Hıristiyan inancının
temelini, Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul etmeleri gibi (gulüvv
/ aşırılık) inançlar sebebiyle şirk olarak nitelendirir. Bu şirk inancı,
onların amellerinin âhirette kurtuluşa vesile olmasını engelleyen temel
sebeptir.
2. Hukuki ve Sosyal İlişkiler
·
Nikâh (Evlilik): Müslüman bir kadının, putperest,
Mecûsî, Yahudi veya Hıristiyan fark etmeksizin hiçbir kâfirle evlenmesi
veya evlendirilmesi caiz değildir ve haramdır. Zira müşrikler,
kendilerine yaklaşanları Cehennem'e götüren küfür, fısk ve fücûra (günaha)
çağırmaktadırlar.
·
Savaş ve Cizye: Kâfirlerle
savaş, kâfirler teslim olup Müslüman oluncaya ya da Müslümanlara cizye
(vergi) vermeyi kabul edinceye kadar devam ettirilir. Cizye, zenginlerden
alınır; çalışmaktan ve kazanmaktan âciz olan fakirlere ise cizye vacip
değildir. Cizyenin zorla ve ikrah yoluyla alınması durumunda zimmet akdi
(koruma anlaşması) kalkar ve öldürme ve savaş hükmü geri döner. Cizye verenin
boyun eğerek ve isteyerek vermesi (zelilce vermesi) esas alınmıştır.
·
Cennete Giriş: Ehl-i Kitap (Yahudi ve
Hıristiyanlar), Müslüman olmadıkça asla Cennete giremezler. Çünkü imanda
tevhid ve Hazreti Muhammed'in peygamberliğini tasdik etme şartı mevcuttur.
3. Türklerin Tarihî Rolü
Bursevî,
milletlerin İslâm’a hizmet döngüsüne değinirken, Araplardan sonra Acemlerin
(Farsların) İslâm'a büyük hizmetler ettiğini, ancak onların da kıymetini
bilmeyip kaybetmeleri üzerine Allah'ın Türkleri gönderdiğini belirtir. Türkler,
Arapların ve Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm'a yeniden büyük
hizmetler etmişlerdir. Bu görüş, Bursevî’nin, Osmanlı dönemi mutasavvıfı
olarak, kendi çağındaki Müslüman yönetici ve tebaanın rolünü manevî bir misyon
bağlamında yücelttiğini göstermektedir.
III. Sonuç
İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, fâsık
yönetime karşı ayaklanma, ancak can tehlikesi veya haramın mutlak emri
durumunda meşru olmayan emre karşı durmak şeklinde sınırlıdır, aksi takdirde
isyan kaosu artırır. Rumlar (Hıristiyanlar) ve Ehl-i Kitap hakkında ise,
onların inançları nedeniyle şirkte olduğunu, ancak cizye ödemek şartıyla zimmî
hukuku altında yaşayabileceğini ve Müslüman bir kadınla evlenmelerinin caiz
olmadığını belirtir.
Kürtler Hakkında
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin,
çok ciltli tefsiri olan Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân'da (önceki
yazılarımızda eserin genişliğinden ve öneminden bahsetmiştik), Kur'ân-ı
Kerim'in çeşitli âyetlerine dair yaptığı tafsilatlı (ayrıntılı) yorumlar
arasında, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) ve diğer milletler hakkındaki
rivayet ve hükümleri aktarmıştır. Enbiyâ
Sûresi'nin 68. âyeti (kavl-i şerifi: “Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu
yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) hakkındaki Kürtler ile ilgili
yorum, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe atılma hadisesi bağlamında kritik ve
çarpıcı bir rivayeti içermektedir.
Enbiyâ Sûresi
68. Âyet ve Kürtler Hakkındaki Rivayet
Bursevî, Rûhu’l-Beyân
tefsirinde, Nemrud'un kavmi tarafından Hazreti İbrahim'in (a.s.) ateşe atılması
kararının verildiği bu âyeti yorumlarken, söz konusu fikrin hangi zümreden
(milletten) çıktığına dair bir rivayeti aktarmıştır.
Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyân
tefsirinin 5. cildinde yer alan bu kısımda, şu görüşü ifade etmektedir:
"Zaten
Hz. İbrahim'i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah da tefsirinde böyle söylüyor".
Bu
rivayet, Hazreti İbrahim'e (a.s.) karşı uygulanan bu dehşetli cezayı (ateşe
atılma eylemini) teşvik eden veya bu fikri ortaya atan ilk zümrenin Kürtler
olduğu yönündeki tefsir geleneğinde yer alan bir nakli esas almaktadır.
Bursevî, bu iddianın kuvvetini ve
kaynağını pekiştirmek amacıyla, rivayeti Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah'ın
tefsirine dayandırmaktadır ki, bu durum naklin kendisi için önemli bir otorite
kaynağı teşkil etmektedir.
Rivayetin Şiddeti ve Bursevî'nin Vurgusu
Bursevî'nin bu rivayeti aktarırken
kullandığı dil, söz konusu milletin Hazreti İbrahim'e karşı gösterdiği
düşmanlığın büyüklüğünü vurgulamaktadır. Aktarılan metin, bu düşmanlığın
ciddiyetini kendi ifadeleriyle destekler:
"Ömrüme, hayatıma, canıma
varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."
(Türkçe Kaynaklarda metin burada
kesintiye uğramaktadır, Arapça nüshalarda

ancak cümlenin aslı budur.
"Zaten Hz.
İbrahim'i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da
tefsirinde böyle söylüyor" ve devamla;
"Ömrüme,
hayatıma, canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler
kadar bozguncu, cefa eziyet veren yoktur. Onlar kadar başka kötüsü olan yoktur.
Ahlaksızlar, davranışları Müslümanların mallarını talan etmektir. Bildikleri
zülümdür, hırsızlıktır, yol kesiciliktir, insan öldürmektir. Muhammed'in
ümmetinde bunlar gibi bir millet yoktur. Allah onları insanlar içinde
çoğaltmasın, onların en Salihlerinden bile kendinizi koruyunuz ve onların
yaşadığı bölgelerden bile geçmeyiniz." Buyuruyor.
Kürtlere Dair Diğer Bir Bağlam (Maneviyat Alanı)
Bu
menfi (olumsuz) rivayetin aksine, Bursevî'nin eserlerinde Kürt kökenli ulemâ ve
evliyâya dair olumlu zikirlere de rastlanmaktadır. Örneğin,
Celvetiyye Tarikatının kurucusu değilse de, büyük evliyalardan biri olan Necmeddin-i
Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu ve Kübreviyye Tarikatının kurucusu
olduğu belirtilmektedir. Hatta Necmeddin-i Kübrâ'ya bu künyenin (Ebü'l Cennâb)
rüyada Hazreti Peygamber tarafından verildiği aktarılır.
Bu
durum, Bursevî'nin etnik kimlikten ziyade, bireyin manevi hali (velayet veya
küfür) üzerinden hüküm verdiğini, ancak Hz. İbrahim kıssasında tarihi ve
tefsirî nakilleri olduğu gibi aktardığını göstermesi açısından önemlidir.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı
Bursevî'nin Rûhu’l-Beyân tefsirinde, Enbiyâ Sûresi 68. âyeti ile ilgili
olarak, Hazreti İbrahim’i ateşe atma fikrinin Kürtlerden çıktığına dair,
Abdullah bin Ömer gibi sahabelere dayandırılan bir rivayeti kesin bir dille
aktardığı görülmektedir.
***
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında ve bilhassa tefsirlerinde, farklı milletler ve topluluklar
hakkında yer alan tefsirî nakiller (rivayetler) ve manevî değerlendirmeler
mevcuttur. Bursevî’nin Kürtler
hakkındaki, özellikle Rûhu’l-Beyân tefsir-i şerîfinde Enbiyâ Sûresi 68.
âyet bağlamında aktardığı bilgiler, yorum yapılmaksızın (yorumsuz) aşağıda
sunulmuştur.
I. Hazreti İbrahim Aleyhisselâm Kıssası Bağlamında Kürtler
Bursevî, Rûhu’l-Beyân
tefsirinde, Hazreti İbrahim'in (Aleyhisselâm) Nemrut'un kavmi tarafından ateşe
atılma kararının verildiği Enbiyâ Sûresi'nin 68. âyetini (“Eğer (bir şey)
yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) yorumlarken,
bu fikrin kaynağına dair bir rivayeti aktarmıştır.
1.
Ateşe Atılma Fikrinin Kaynağı: Hazreti İbrahim'i (a.s.) ateşe
atılma fikri Kürtlerden gelmiştir
2.
Rivayetin Atıf Noktası: Bu nakil,
Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’ın tefsirinde de böyle söylendiği belirtilerek
desteklenmiştir
3.
Duygusal Vurgu: Bursevî, bu
rivayeti aktarırken, söz konusu milletin Hazreti İbrahim’e karşı olan
düşmanlığını vurgulayan şu ifadeleri kullanmıştır: "Ömrüme, hayatıma,
canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."
II. Kürt Kökenli Ulemâ ve Evliyâlar
Bursevî’nin eserlerinde, yukarıdaki
rivayetin aksine, bazı Kürt kökenli şahsiyetlerin manevi mertebelerine dair
olumlu zikirlere de yer verilmiştir:
·
Necmeddin-i Kübrâ: Büyük
evliyâlardan olan Şeyh Necmeddin Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu
ve Kübreviyye Tarikatının kurucusu olduğu belirtilmiştir [Konuşma Geçmişi].
Necmeddin Kübrâ’nın tefsiri olan Tevîlât-i Necmiyye, Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân
tefsirinin başlıca kaynaklarındandır.
III. Etnik Köken ve Manevi Değerlendirme İlişkisi
Bursevî, genelde toplumları ve
kişileri değerlendirirken etnik kimlikten ziyade manevi durumlarını (iman,
taklit, hakikat) esas alsa da, naklî bilgiyi (rivayeti) olduğu gibi aktarmakta
tereddüt etmemiştir. Bir kişinin amelleri, nefsinin hırs, tutku ve kötü
duygulara esir düşmesine bağlıysa, kişi kendini iç murakabeden/sorgulamadan
geçirmelidir. Ancak, Necmeddin-i Kübrâ örneğinde görüldüğü gibi, kişinin manevi
üstünlüğü, kökeni hakkındaki menfi rivayetleri gölgede bırakabilmektedir.
Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar)
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilmî ve tasavvufî külliyatında Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) kavramı, âhir
zaman ahkâmı (hükümleri), hilâfetin nihai mertebeleri ve manevî otoritelerin
zirve noktaları bağlamında ele alınan hayati bir konudur. Bursevî, Mehdî’yi
beklenen bir kurtarıcı figürü olarak görmekte ve onun zuhûruna (ortaya
çıkışına) dair hem teolojik tanımlamalar hem de fıkhî sonuçlar getirmiştir.
Bu inceleme, Bursevî’nin
eserlerindeki bilgileri esas alarak Hazreti Mehdî hakkındaki görüşlerini
doktora makalesi formatında sunmaktadır.
I. Mehdî'nin Tanımı ve Manevî Mertebesi
Bursevî, Hazreti Mehdî’nin manevî
mertebesini ve işlevini, diğer büyük manevî otoritelerle karşılaştırmalı olarak
tanımlar:
1. Hilâfetin Hatmi / Mührü (Sonu)
Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar), hilâfet-i
mukayyedenin / kısıtlı hilâfetin (şartlı halifeliğin) hatmidir / mührüdür.
Bu tanımlama, onun makamının Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) vefatından sonra
süren ve şeriat ile sınırlı olan (Nebevî) hilâfet zincirinin sonunu temsil
ettiğini gösterir.
2. Hz. İsa Aleyhisselâm ile İlişkisi
Mehdî’nin mertebesi, Hazreti İsa
(Aleyhisselâm) ile yakından ilişkilidir, ancak farklıdır. Hazreti İsa, hilâfet-i
mutlakın / mutlak halifeliğin (sınırsız/ilâhî hilâfetin) hatmidir.
Bursevî’ye göre, Mehdî (Aleyhirridvân) ortaya çıktığı zaman, Meryem oğlu
İsa'nın da mutlaka olması gerekmektedir. Hadis-i şerifin manasına göre,
Hazreti İsa Aleyhisselâm’dan başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı)
olmaz. Hazreti İsa, Deccâl'i katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada olacaktır.
3. İlmî Tahkik ve Astroloji
Bursevî, Mehdî kavramının
"oldukça entelektüel" olduğunu belirtir. O, bu hususta tereddüde
düşmemektedir ve hatta astrolojik hesaplar yaparak onun çıkışına dair
zaman belirlemeleriyle yakından ilgilenmiştir. Çıkış vakti hakkında farklı görüşler (Hicretin 1150
senesi veya 1200 senesi başı gibi) mevcuttur.
II. Mehdî’nin Kimliği, Şahsiyeti ve Ortaya Çıkışı
Hazreti Mehdî'nin hem nesebî / soy
hem de şahsî özellikleri, Bursevî'nin eserlerinde açıkça zikredilmiştir.
1. Nesep ve Ahlâkî Vasıflar
Hazreti Mehdî'nin büyük bir
ihtimalle Hazreti Ali'nin (r.a.) soyundan geleceği düşünülmektedir. Görünüşü
itibarıyla Hazreti Peygamber’e benzemekle birlikte, ahlâkının bir derece
Peygamber’den düşük olması mümkündür. O, kendi zamanındaki insanların en
âlimi, en cesaretlisi ve en kerem sahibi / cömerdi (mükrimi) olarak
bilinecektir.
2. Çıkış Yeri ve Vakit Öncesi Durum
Yaygın olan görüşe göre, Hazreti
Mehdî'nin Kûfe tarafından çıkacağıdır.
Mehdî’nin zuhurundan önce ve sonra pek
çok fetret ve karışıklık (kargaşa) yaşanacaktır. Öyle ki, o zamanlarda
yaşayan insanlar nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacak, hatta kendi
nefislerini korumaktan bile âciz kalıp ölümlerini temenni edeceklerdir.
3. Yardımcıları
Bursevî’nin eserlerinde, Ashâb-ı
Kehf'in (yedi uyurların) âhir zamanda dirileceği ve haccedecekleri nakledilir.
Bu rivayetlere göre, Ashâb-ı Kehf, Mehdî'nin yardımcılarıdır (aleyhimür
rıdvân).
III. Mehdî Döneminin Hüküm ve İdarî Sonuçları
Mehdî'nin gelişiyle İslâm dünyasında
büyük bir değişim ve düzelme (ıslah) dönemi başlayacaktır.
1. Mutlak İslâm Hükmü ve Kılıç Kullanımı
Hazreti Mehdî, kılıç sahibi
olacak ve kendisine inanmayanları katledecektir. O’nun zamanında
hiçbir kimse kalmayacak; herkes İslâm dinine girecek ve Müslümanlara haraç
(vergi) vermeye sarılacaktır.
2. Hukukta Kıyasın Kalkması
Hazreti Mehdî döneminin en dikkat
çekici hukuki sonuçlarından biri, kıyasın (analogical reasoning / örfî
hukukun) ortadan kalkacak olmasıdır. Bu durum, fukahâ (İslâm
hukukçuları) arasında düşmanlığa yol açacaktır.
3. Maddi Refah
Hazreti Mehdî'nin zamanında mal
ve para gayet bol olacak; bolluğundan dolayı insanlar mala ve paraya
iltifat etmeyeceklerdir.
IV. Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma
Bursevî’nin Hazreti Mehdî hakkındaki
bu görüşleri, onun şeriata ve sahih inanca olan mutlak bağlılığını
göstermektedir., Bursevî’nin bu büyük manevi hedeflere ve kurtuluşa ulaşmanın,
yani vuslatın ve fenâ makamına ermenin anahtarını teşkil eden halvet
(inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerine dair görüşleri eksik
kalmaktadır. Zira Mehdî'nin getireceği kemâlât (olgunluk), ancak bu manevi
eğitim süreçlerinden geçenler tarafından tam olarak idrak edilebilir.
Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
tefsir ve tasavvuf eserlerinde, Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl figürleri,
âhir zaman (son dönem) eskatolojisi / kıyamet bilimleri ve manevî otoritelerin
zirve noktaları bağlamında ele alınmaktadır. Bursevî, bu iki şahsiyeti, Tevhid
akîdesine olan bağlılık ve küfrün nihai tezahürü açısından değerlendirir ve
onları Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) ile birlikte, hilâfet (halifelik)
mertebelerinin son halkaları olarak tanımlar.
I. Teolojik Konum: Hilâfet Mertebeleri ve Ebedî Şekavet
Bursevî, Hazreti İsa ve Deccâl'i,
yeryüzündeki manevî makamların sınırlarını belirleyen iki zıt kutup olarak
görür.
1. Hazreti İsa: Hilâfet-i Mutlakın Mührü
Bursevî'ye göre, Halifelik
(hilâfet), Hazreti Âdem (Aleyhisselâm) ile başlamış ve Hazreti İsa
(Aleyhisselâm) ile son bulacaktır. Hazreti İsa, Mehdî’den farklı olarak, hilâfet-i
mutlakın / mutlak halifeliğin hatmidir / mührüdür. Bu, onun makamının
şeriat ile kısıtlanmamış, daha yüce ve evrensel bir otoriteyi temsil ettiğini
gösterir. Hazreti İsa'nın Meryem’in oğlu olarak doğumu mucizevîdir.
2. Deccâl: Küfür ve Şekavetin Zâtı
Deccâl, âhir zamanın en büyük
fitnesi ve küfrün cisimleşmiş hali olarak kabul edilir. Deccâl'ın manevî
bedbahtlığının (şekâvet) kaynağı, şekâ-i zâtıdır ki küfürdür. Ehl-i
küfere, yani Deccâl'a tabi olanlara, âhirette kurtuluş yolu yoktur.
II. Deccâl'ın Mahiyeti, Fiziksel ve Manevî Özellikleri
Bursevî, Deccâl'ın sadece fiziksel
varlığını değil, temsil ettiği manevî karanlığı ve onun dünyevîliğe olan mutlak
bağlılığını açıklar.
1. Fiziksel Kusur ve Sembolik Anlamı
Deccâl'ın sağ gözü a'verdir /
tekgözlüdür (ayn-ı yümnâsı/sağ gözü yoktur). Bursevî bu fiziksel kusura
sembolik bir anlam yükler: Deccâl'ın hakikati, dünyadan ibarettir. Onun
sol gözü, dünyaya (sol tarafa) nazırdır; sağ gözün yokluğu ise âhirete (sağ
tarafa) dair olan hakikatleri görememesine işaret eder.
2. Zuhur Zamanı
Deccâl'ın zuhûruna dair kesin bir
tarih vermek zor olmakla birlikte, Bursevî, ilm-i nucûm (astroloji) ile bu
konuya ilgi duymuştur ve onun çıkışına dair tereddüt etmemektedir. Aktarılan
rivayetlere göre:
·
Deccâl'ın zuhuru, Hazreti
Mehdî'den yedi sene sonra gerçekleşecektir.
·
Deccâl, güneşin batıdan doğmasından on
sene önce ortaya çıkacaktır.
·
Bu dönemde büyük fetret ve
karışıklıklar yaşanacak, insanlar nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacaklardır.
3. Zamanın Deccalları Uyarısı
Bursevî,
sadece nihai Deccâl'a değil, kendi çağındaki manevi yozlaşmaya da odaklanır.
Şeyh Ali Dede Efendi'den naklen, âhir zamanda zuhur eden Deccalların, halkı
saptıran imamlar (önderler ve şeyhler) olduğunu belirtir. Bu Deccallar,
bilhassa tasavvuf ehli ve müteşâyihler (sahte şeyhlik iddia edenler)
arasından çıkar. Bunlar, baba ve dedelerinin şeyhliğiyle yetinip halkı
kandıran, caiz olmayan def, zurna gibi çalgılarla meclis kuran sahte
mürşidlerdir. Bursevî, bu deccâl şeyhlerin kahredilmesi ve katledilmesi
gerektiğini diler.
III. Hazreti İsa'nın Âhir Zamandaki Nihai Vazifesi
Hazreti İsa'nın geri dönüşü,
Deccâl'ın iktidarını sonlandırmak ve dünya üzerindeki hilâfeti tamamlamak için
elzemdir.
1. Mehdî ile Birlikte Zuhur
Hazreti İsa'nın, Mehdî-yi Muntazar
ortaya çıktığı zaman mutlaka olması gerekmektedir. Hazreti İsa, Deccâl'i
katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada bulunacaktır. Başka bir hadis-i şerife
göre, Hazreti İsa'dan (a.s.) başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı)
olmayacaktır.
2. Deccâl'ın Katli ve Yeryüzünde Kalış
Hazreti İsa, Deccâl'i öldürecek ve
ondan sonra dünyada kırk sene kalacaktır. Bu kırk yıllık süreden sonra
vefat edecek ve Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) yanına, Ravza-i Şerîf’e
konulacaktır.
3. Kıyasın Kalkması
Hazreti
İsa'nın ve Mehdî'nin zuhuru döneminde, kıyasın (örfî hukukun) ortadan
kalkacağı ve bu durumun fukahâ (hukukçular) arasında düşmanlığa yol açacağı
bildirilmektedir. Bu, manevî otoritenin mutlak olarak tesis edileceği bir
döneme işaret eder.
İsmâil Hakkı Bursevî’nin Görüşleri 3. Bölüm
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Muhyiddin
İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık ve onun hakkındaki
görüşleri,
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
(ö. 1137/1725), Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık
ve onun hakkındaki görüşleri, Bursevî'nin Celvetiyye Tarikatı içerisindeki
manevî ve ilmî yolunun temellerini anlamak açısından büyük ehemmiyet / önem
taşımaktadır. Bursevî'nin düşünce sistemi, felsefecilere ve sadece akla dayalı
ekollere (Mutezile gibi) karşı Gazâlî'nin tavrıyla güçlenmiş olmakla birlikte,
tasavvuf ve metafizik / aşkın bilgi konularında Şeyh-i Ekber unvanıyla
andığı İbnü'l-Arabî'nin mirası üzerine inşa edilmiştir.
Bu büyük zatın Bursevî üzerindeki
etkisi, sadece ilmî değil, aynı zamanda manevî ve şahsî bir mahiyet
taşımaktadır.
I. Manevî Bağlılık ve Ziyaretler
İsmâil Hakkı Bursevî'nin,
İbnü'l-Arabî'ye olan bağlılığı, onu coğrafi olarak dahi hareket etmeye sevk
eden güçlü bir manevî dürtü olmuştur.
1. Rüyâ / Düş ve Manevî Sohbetler
Bursevî, küçüklüğünden beri
İbnü'l-Arabî'nin eserlerini okuyarak ilminden istifade etmiş ve onu çok
sevmiştir. Bu sevgi ve değer verme, Bursevî'nin zaman zaman İbnü'l-Arabî'yi rüyasında / düşünde
görmesine ve onunla manevî sohbetlerde bulunmasına yol açmıştır. Bu
rüyalar sırasında İbnü'l-Arabî'den nasihatler ve vâridât / ilahi
geli/esinlenme aldığını ifade etmiştir. Hatta Bursevî, kendisine (önceki
yazılarımızda bahsedilen) üstadı
Fazlı İlâhî'den sonra, İbnü'l-Arabî'nin de "nefes-i nefis" (tayyib
nefes) bahşettiğini söylemiştir.
2. Şam'a Hicret ve Türbe Ziyareti
Bursevî, 1129 H. / 1717 M. yılında
Bursa'dan ayrılarak eşi ve çocuklarıyla birlikte Şam / Dimaşku'ş-Şam yolunu
tutmuştur. Bu yolculuğun ardındaki ana sebep, manevî bir işaret üzerine
Şam'a davet edilmiş olmasıdır. Şam, aynı zamanda Bursevî'nin çok sevdiği ve
değer verdiği Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin medfun / gömülü olduğu yerdir.
Bursevî, Şam'a ulaşır ulaşmaz ilk günlerde İbnü'l-Arabî'nin türbesini ziyaret
etmiştir.
II. Otorite ve İlmî/Manevî Ünvanları
İsmâil Hakkı Bursevî,
İbnü'l-Arabî'yi sadece bir âlim değil, tasavvuf tarihinde zirve bir otorite
olarak görmüş ve onu yüce unvanlarla anmıştır.
1. Şeyh-i Ekber ve Hatmü'l-Evliyâ
Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi sıklıkla Şeyhü'l-Ekber
/ En Büyük Üstad ve Hâtemü'l-Evliyâ / Velilerin Mührü unvanlarıyla
zikretmiştir. Bu unvanları Bursevî, kendi eserlerinde de Fütûhâtü'l-Mekkiyye
gibi temel eserlerden nakletmiştir. Bursevî'ye göre bu, nübüvvetin /
peygamberliğin bâtınî / iç kısmının İbnü'l-Arabî'de hatm / son bulduğu anlamına
gelir. Bütün nebîler ve velîler, velâyet hissesini Hatmü'l-Evliyâ olan Hazreti
Peygamber'den almışlardır; bu velâyet nuru, kıyamete kadar kutupların ve onlara
tâbi olanların kalplerindedir.
2. İlmî Mirasın Müdafaası / Savunması
Bursevî, İbnü'l-Arabî'nin
eserlerinin ve görüşlerinin cehalet / bilgisizlik nedeniyle eleştirildiğini ve
bu durumun büyük bir kabahat / çirkinlik olduğunu belirtir. Sultan Selim-i
Evvel'in dahi, Dımaşku'ş-Şam'daki Sâlihiyye'de bulunan İbnü'l-Arabî'nin makamını
ihyâ / canlandırıp üzerine türbe ve cami inşa etmesi, Bursevî için onun yüce
makamının bir delilidir. O, İbnü'l-Arabî'nin düşmanlarının (a‘dâ) ve
muhaliflerinin çok olduğunu, bunların Rum ve Arab'dan çıktığını ve bu
muhalefetin cehl-i mahzdan / tam cehaletten kaynaklandığını ifade eder.
Bursevî, kendisinin de bu büyük
zatların ilimlerini ve kitaplarını okuyup onlara teslim olmamanın, misal olarak
birinin yemeğini yiyip tabağının / sahanının başına vurmak gibi büyük bir
kabahat olduğunu söyler.
III. Metodolojik ve Felsefî Etkiler
İbnü'l-Arabî'nin Bursevî üzerindeki
etkisi, vahdet-i vücûd (varlığın birliği) ve manevî ilimlerin hiyerarşisi gibi
temel kavramlarda somutlaşmıştır.
1. İlm-i Bâtın / Ledünnî Bilgi
Bursevî, ilmi ikiye ayıran
İbnü'l-Arabî'nin tasnifini benimsemiştir: Hakk'a taalluk eden ilm-i bâtın
(ilm-i ledünnî) ve halka taalluk eden ilm-i zâhir (ilm-i şeriat).
İbnü'l-Arabî'ye göre, bâtınî ilim, peygamberlik ve risâletin özelliklerinden
olmayıp, velâyetin hasâisindendir ve bunu bilenler halka tebliğ ile
değil, setr / gizleme ile yükümlüdürler.
2. Merkezi Kavramlar ve Eserler
·
Fusûsu'l-Hikem: Bursevî, üstadı Osman Fazlı
Efendi ile birlikte İbnü'l-Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem adlı eserini
okumuştur. Bu eserin, yüksek marifetler içerdiği, ancak yabancılar
(meselenin özüne vakıf olmayanlar) için öldürücü bir zehir / zehr-i
katil gibi olduğu, bu nedenle odanın kapısının kapanarak yabancı kimsenin içeri
girmesine müsaade edilmediği rivayet edilmiştir.
·
Lübbü'l-Lüb / Özün Özü: Bursevî'nin Özün
Özü (Lübbü'l-Lüb) isimli eseri, İbnü'l-Arabî'nin Fütûhâtü'l-Mekkiyye'den
derlenerek Türkçe olarak yazılmış bir çalışmadır. Bu eser, Bursevî'nin
İbnü'l-Arabî'nin fikirlerini kendi kültürüne taşıma çabasını gösterir.
·
Tenzih ve Teşbih: Bursevî,
İbnü'l-Arabî'nin Allah'ı sürekli tenzih etmenin / arıtmanın ârifin işi olmadığı
yönündeki görüşünü aktarır. Çünkü Allah'ı sadece tenzih etmek, O'nu bir
sınırlandırma / takyîd içine hapsetmektir.
·
Varlık Hiyerarşisi (Ricâlü’l-Gayb): Bursevî'nin
ricâlü'l-gayb (gaybın adamları), Kutup ve İmamân hiyerarşisi hakkındaki
görüşleri, büyük ölçüde İbnü'l-Arabî'nin Tedbîrâtü'l-İlâhiyye'sinde
gördüğü sisteme mutabıktır. Bu görüş, ruhani otoritenin işleyişini açıklar.
3. Akla Karşı Keşif Üstünlüğü
İbnü'l-Arabî, manevî bilgi edinme
yönteminde keşfin / sezgisel bilginin önemini vurgulamıştır. Bursevî, keşfin
mutlaka sahih olması şartıyla, keşf ve müşâhede / gözlem yolunun yalnızca akla
dayanan tarîk-ı fikr / fikir yoluyla elde edilen ulûm-i resmiyyeden
/ formel bilimlerden üstün olduğunu savunur.
4. Manâ'nın / Özün Önceliği
İbnü'l-Arabî'yi anlamanın temel
şartı, onun lafızlara / kelimelere değil, içerdiği manâlara / özlere
önem vermesidir. İbnü'l-Arabî, tercümanın lafızları değil, manâları aktarması
gerektiğini önemle işaret eder.
IV. İbnü'l-Arabî’ye Yöneltilen Eleştirilere Cevabı
Bursevî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye
yöneltilen eleştirilere karşı çok sert bir tavır almış ve onu savunanların
yanında yer almıştır.
1. Zemmedilme ve Azap Uyarısı
Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi
zemmedenlerin / kötüleyenlerin durumunu şiddetli bir dille eleştirir: "Muhyiddin'i zemmeden /
kötüleyen, öldü, kıpkırmızı kana bulansın" beytini nakletmiş ve
onun hakkında ileri geri konuşanlara "asla taarruz etmemek"
gerektiğini, zira onun sözlerinin hakikatlerinin yüzünden perde kalksa,
insanların kıyl ü kâl / dedikodu etmeyi bırakıp ehl-i hâlin / manevî makam
sahibi olanların hâline secde kılacaklarını belirtmiştir.
2. Anlayış Farkı
İbnü'l-Arabî,
kendisini anlamak isteyenlere hitaben, "Benim söylediğimi tek gözlü
olanlar değil, iki gözlü olanlar anlar" buyurduğunu nakleder. Bu, dünyevî ve
zâhirî bilgilere tek gözle bakanların (ehl-i zahir) değil, bâtınî ve manevî
gözle de bakabilenlerin (ehl-i kemâl) onu idrak edebileceği anlamına gelir.
Halvet ve Riyâzet
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
manevî yolculuk / seyr ü sülûk metodolojisinin ana sütunları olan Halvet
(inziva) ve Riyâzet (nefsi terbiye) disiplinleri hakkındaki görüşlerini
talep etmesi, onun Celvetiyye tarikatındaki eşsiz konumunun ve öğretisinin
temelini ortaya koyması açısından büyük ehemmiyet / önem taşımaktadır. Zira
(önceki yazılarımızda defaatle işaret edildiği üzere), Bursevî'ye göre bu
disiplinler, ibadetlerin zahirî hükümleriyle (farz, vacip) elde edilen imanı,
bâtınî hakikatlere / marifete taşıyan yegâne yoldur.
Bursevî, halvet ve riyâzeti, nefsi
emmâre (kötülüğü emreden nefis) ile mücadele etmenin ve ilâhî feyze / vâridâta
ulaşmanın zorunlu (elzem) şartları olarak görmüştür.
I. Halvet ve Riyâzetin Tanımı ve Meşruiyeti
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın
temelini oluşturan bu iki kavramı, sadece tarikatın uygulamaları olarak değil,
aynı zamanda şeriatın ruhuna uygun, kurtuluşa götüren zorunlu manevî
yükümlülükler olarak tanımlar.
1. Halvetin Mahiyeti ve Celvet ile İlişkisi
Halvet (inziva), lügatte gizlilik
anlamına gelip, tasavvuf ıstılahında sâlikin (yolcu / müridin) toplumu terk
ederek belli bir süre inzivaya çekilmesi demektir. Halvet, Bursevî’ye göre mâ-sivâdan
/ Allah'tan gayrı her şeyden bi'l-külliye boşalmaktır.
Halvetin nihai amacı Celvet'e
ulaşmaktır. Celvet, sözlükte "ortaya çıkma, açığa çıkma" anlamına
gelir ve ıstılahta İlâhî nitelikler kazanan sâlikin, halvetten çıkarak insanlar
arasına karışması olarak tarif edilir. Bursevî, bu ilişkiyi şöyle özetler:
Halvet, kâmiliyettir; Celvet ise ekmeliyyettir (daha olgun/mükemmel). Bu
nedenle, "Halvetî (hâ-i mu‘ceme ile) Celvetî olmadıkça ekmel olmaz. Ve
Celvetî (cîmle) Halvetî olmadıkça kâmil olmaz".
2. Riyâzet ve Mücâhedenin Hükmü: Cihâd-ı Ekber
Riyâzet (nefsi terbiye), nefsi, ona
bulaşan kir ve pastan temizleyerek nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i
mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmaktır.
Bursevî, Hazreti Peygamber'in (salla'llâhu
aleyhi ve sellem), küffârla olan çarpışmayı cihâd-ı asğar (küçük cihad),
nefisle olan mücadeleyi ise cihâd-ı ekber (büyük cihad) olarak
nitelendirdiğini aktarır. Sâlike düşen vazife, önce kendi memleketindeki
azgınlara ve eşkıyalara savaşmak gibi, kendi hevâ ve hevesine karşı mücâhede
etmektir. Zira nefs-i emmâre, düşmanların en büyük düşmanıdır ve cin
şeytanlarından daha şiddetli ve zordur.
3. Meşruiyet ve Ruhbanlık Reddi
Bursevî, halvetin kaynağının bizzat Hazreti
Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) uygulamaları olduğunu teyit
eder. Peygamberimiz, nübüvvetten önce Hira Dağı'nda, ceddi Hazreti İbrahim
(a.s.) dini üzere ibadet eder, kâh bir hafta, kâh bir aya yakın halvet ve
riyâzet yapardı.
Ancak Bursevî, bunun Hıristiyanlıkta
görülen ruhbanlıkla karıştırılmaması gerektiğini vurgular: Ruhbanlıkta aşırı
perhiz (aşırı perhize karşı) varken, halvette süre belli ve sınırlıdır
(40 gün / erbain veya 1001 gün / çile).
II. Sülûk Yönteminde Mürşidin Rolü ve Şartlar
Mürşid-i kâmil (irşad eden olgun
önder) rehberliği, halvetin sıhhati ve başarısı için mutlak şarttır.
1. Mürşidin Otoritesi ve İtaat
Hakikat ehli olan talibe (müride)
vacip olan, bu maneviyat ve irşad işinde büyük devlet sahibi mürşid-i
kâmil'in eteğine yapışmak ve hükümlere teslim olmaktır. Tarîkat şeyhi
(şeyh-i terbiye), müridlerinin maddî ve manevî yaşantılarında mutlak söz
sahibidir.
Müridin üstadına/şeyhine itiraz
etmesi, adem-i felaha / kurtuluşa ulaşamamaya neden olur. Zira şeyhe
karşı gelmek, kalbin zulmetine (karanlığına) ve ilâhî mededin / yardımın
kesilmesine yol açar. Bu durum, ayna (mir'ât) kırıldığı zaman suret bulmanın
zorlaşmasına benzetilmiştir; çünkü yeniden cilâya muhtaçtır.
2. Halvet Öncesi Gerekli İlim ve Taharet
Mürid halvete girmeden önce,
şeytanın vesvesesiyle azmasını önlemek için tevhîd akîdesini
sağlamlaştıracak ve farzlarını edâ etmesini sağlayacak ilimleri öğrenmelidir.
Ayrıca tahâret (temizlik)
esastır: Sâlik, zahiren ve bâtınen nazif / temiz olmadıkça bâb-ı rızk (rızık
kapısı) mutlakâ ona meftûh olmaz. Devâm-ı feyz ve vâridât, devâm-ı tahâret
ve vird (düzenli zikir) ile sağlanır.
III. Riyâzet ve Mücâhededeki Disiplinler
Riyâzetin hedefi, nefsin kötü
sıfatlarını (ahlâk-ı zemîme) ortadan kaldırmaktır; bu süreçte aşırılıktan
kaçınmak gerekir.
1. Nefsi Terbiye Yöntemleri ve Aşırılıktan Kaçınma
Riyâzet ve mücâhede, nefsin vücut
binasını iğne ile koparmak kadar zordur. Ancak bu yolda ifrât ve tefrîtten
(aşırılık ve gevşeklikten) sakınılmalıdır; zira bunlar sâliki yolundan
alıkoyar. Riyâzat ve mücâhedâtta ifrât etmek hayâlâta (kuruntu ve
yanılsamalara) yol açar.
Riyâzet, kişinin nefsini sabrın
zorluklarına ve şehevatın terkine alıştırmasıdır. Hazreti
Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) "Dosdoğru olun! Elbette (tam
olarak) buna gücünüz yetmeyecektir" hadisine atıfla, hepsi elde edilmeyen
bir şeyin hepsinin terk edilemeyeceği uyarısı yapılır; gücün yettiği kadarıyla
adil olmak gerekir.
2. Kalp Huzuru ve Halvetteki Sınavlar (Havâtır)
Halvetin asıl amacı, dördüncü
mertebe olan müntehînin hâli olan, sırrın Hak ile kendinden
başkasının bulunmadığı bir makamda Hak’la konuşmasıdır (Halvet-i sahîha).
Yoksa nefsiyle konuşan kişi halvette olsa bile Hak’la halvet etmiş olmaz.
Bu süreçte mürid, kalbe gelen havâtırları
(düşünce/hatıraları) ayırt etmelidir:
·
İlham (Melekî hâtır): Doğruya, iyiye
ve taate yöneltir, akabinde lezzet hâsıl olur, yeni bir ilim vücuda gelir.
·
Vesvese (Şeytanî hâtır): Hakk'a tamamen
muhalefet etmeye yöneltir, akabinde elem ve gevşeklik hâsıl olur.
·
Nefsânî hâtır: Şehvet ve
rahat talebidir, müridlere gelenlerin en şiddetlisidir.
Şeyhler, yediği haram olan bir
kimsenin ilham ile vesvese arasındaki farkı göremeyeceği konusunda ittifak
etmişlerdir. Bu nedenle riyâzet, helâl ve temiz gıdayı da zorunlu kılar. Oruç
tutmak (savm-i mâsivâdan / Allah'tan gayrı her şeyden el çekme), halvete
yardımcıdır, zira havâtır-ı fâside (kötü düşünceler), yiyeceklerin neticesidir.
IV. Vuslatın Mükemmelleşmesi ve Bâtınî Tecelliler
Riyâzet ve halvetin nihai amacı,
sâliki fenâ (yok olma) mertebelerine ulaştırarak, feyz ve tecelliye kâdir
olmaktır.
1. Fenâ ve Vuslat
Halvetin nihai hedefi, nefsin zât,
sıfât ve ef’âlini Hakk'ın zât, sıfât ve ef’âlinde ifnâ (yok etme) ederek
rütbe-i vahdette Hak ile yektâ (tek) kalmaktır. Bu makam, Lâ ilâhe
illallâh kelimesinin işaret ettiği fenâ fîllâh mertebesidir.
2. Kâr ve Tecelliyât
Vücûd-ı mümkin (mümkün varlık) ile
iş tutan kimsenin kârında ribh ve bereket olmaz. Vücûd-ı Vâcib (Allah'ın
varlığı) ile iş tutan ise en az on kat kâr eder; bu terakkî / manevi ilerleme
mertebelerinde yüze, bine, hatta bi-gayr-i hisâb (hesapsız) olur ki bu, kümmel
hâlidir (kâmillerin halidir). Zira onların bir kere zikr ve tesbîhinin ecrî
/ sevabı âlem-i kevne sığmaz.
Riyâzet ve mücâhede, galîz olan
hicâbı (kaba perdeyi) terkîk / inceltir. Bu sayede basîret (kalp gözü)
afetlerden salim / emin olur ve müşâhede / gözlem gerçekleşir. Nefs-i emmâreyi
öldürmek, kişinin hakikat âleminde dilediği gibi hükmedebilmesi (yâni
manevî tasarruf yetkisi kazanması) için lazımdır.
3. Mürşidsiz Sülûkun Tehlikesi
Bursevî, yalnız riyâzetin kifayet
etmeyeceğini vurgular; zira o zaman İsrakiyye taifesi (sadece riyâzetle
uğraşanlar) murada ererdi. Bu, şeriatın mutlak kılavuzluğunun ve mürşid-i
kâmilin nefesinin zaruretini gösterir. Zira nice müridler, inkişâfından
(manevi açılımdan) evvel şeyhleri vefat etmekle garîb kalırlar; bu
gariplik, hadiste zikredilen "Küçükken yetim idim, büyüyünce de garîb
oldum" ifadesiyle manevi olarak ilişkilendirilir. Bu durumda güçlü
istidada sahip olanlar te'yîd-i ilâhî / ilahi destek ile korunabilir; aksi
halde yeni bir şeyh meclisine müracaat etmeleri gerekir.
Bu disiplinler, Bursevî'nin bütün
eserlerinde merkezi bir yer tutar; zira manevî ilerleme, nefsi emmâreden
halâs olmaya ve ruhun ilâhî vahdete yönelmesine bağlıdır.
Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) Mı Yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam)
Mı Olduğu Tartışması
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerindeki derinlikli
yaklaşımlar çerçevesinde ve akademik titizlikle izah etmek icap etmektedir.
Bahsi geçen konu, yani Zebîhullah'ın Hz. İsmail
(Aleyhisselam) mı yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam) mı olduğu tartışması, İslam
tefsir ve kelam tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle
Muhyiddin İbn Arabî gibi mutasavvıfların görüşleri ile hadis rivayetlerinin
arasındaki farklılıkların Bursevî tarafından nasıl ele alındığı, onun usul
/metodoloji ve tevhid anlayışını yansıtması açısından ehemmiyet arz etmektedir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin Zebîhullah Hakkındaki Görüşü
İsmail Hakkı Bursevî,
kaynaklarımızda açıkça görüldüğü üzere, genel İslam geleneğinin kabul ettiği
meşhur rivayete dayanarak kurban edilmek üzere adananın Hazreti İsmail
(Aleyhisselam) olduğunu kabul eder.
1.
Ayet Yorumu ve İsmail'in Konumu: Bursevî,
Sâffât Sûresi 107. ayeti ("Biz, [İbrahim'e] büyük bir kurbanlık vererek
onu [İsmail'i] kurtardık" / âyetin orijinalinde İbrahim'in oğlu kurban
edilmekten kurtarılmıştır) yorumlarken, Zebîhullah meselesine değinir. Bu
ayetin mealinde, kurtarılan kişinin Hz. İsmâil olduğu açıkça ifade edilir.
2.
Kurbanın Mahiyeti: Bursevî'ye
göre kurban, hakikatte Hz. İsmail'in sıfatı olup, koç suretinde tezahür etmiş
bir teslimiyet /itaat yoludur. Bu hadisenin özü, Hz. İbrahim'in dinine işaret
eden teslim ve boyun eğme yoludur. Kurban, mâl ile, zikir /anma
ve tesbih /Allah'ı yüceltme ile, aynı anda bedenin ibadetiyle imtihan olunmayı
içerir. Kurbanın kanı, Zât makamında itaatin en şereflisi ve en büyüğüdür.
3.
İsmail'in Adı ve Kurban İlişkisi: Bursevî, kendi adının da İsmâil
olduğunu belirterek, bu ismin Süryanice’de "Muti'ullah" /Allah'a
itaat eden anlamına gelebileceğini ifade eder, ancak bu bilginin
dilbilgisel açıdan tartışmalı olduğunu da ekler. Önemli olan husus, kurban
ibadetinin Âdem'in (Aleyhisselam) oğulları Hâbil ve Kābil kıssasında imtihan
için emr olunduğu gibi, Allah'a yakınlık için kurban etmenin Âdem'e has
kılındığı ve bu sırrın Hz. İbrahim’e (Aleyhisselam) intikal ederek kıyamete
kadar Müslümanlar arasında baki kalacağıdır.
4.
Hadis Desteği: Bursevî, hadis
rivayetlerine dayanarak, "Ben
iki kurbanın oğluyum!" (İbnü'z-Zebîhayn) hadisine atıfta bulunur.
Bu hadis, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyunun iki büyük
kurbanlık hikayesine dayandığını ima eder: biri Hz. İsmail, diğeri ise câhiliye
devrinde kurban edilmekten kurtulan babası Abdullah'tır (ki yüz deve kurban
edilmiştir). Bu rivayet, Hz. İsmail'in Zebîhullah olduğunu teyit eden kuvvetli
bir delildir.
İbn Arabî ve İshak Görüşüne Karşı Tevil /Açıklama
Muhyiddin İbn Arabî, Bursevî'nin
"Şeyh-i Ekber" olarak nitelendirdiği ve eserlerinden feyz aldığı en
büyük manevi otoritedir. Bursevî, İbn Arabî'ye duyduğu hayranlığı ve bağlılığı
sık sık dile getirir.
İbn
Arabî'nin bazı eserlerinde Zebîhullah'ın Hz. İshak olduğu yönünde yorumlar
bulunduğu bilinse de (genellikle İsrailiyat kaynaklı rivayetlere dayanan bir
görüş), Bursevî'nin eldeki kaynaklarımızda, İbn Arabî'nin Hz. İshak'ı kurban
olarak gördüğünü belirten veya bu iki farklı görüşü doğrudan uzlaştıran
spesifik bir tefsir /açıklaması mevcut değildir.
Ancak Bursevî, genel olarak Kur'an-ı
Kerim'in ve hadis-i şeriflerin tefsir ve tevillerini yaparken, kendi
tecrübeleri, manevi işaretler ve şeriat hükümleri çerçevesinde hareket eder.
Hz. İsmail'in kurban olduğunu teyit eden İslami geleneği ve ilgili ayet-i
kerimeyi temel almıştır.
Bu bağlamda, Bursevî'nin İbn
Arabî'den etkilenmesine rağmen, Zebîhullah konusunda şeriatın zahiri ve meşhur
rivayet ile uyumlu olan Hz. İsmail görüşünü benimsemesi, onun tasavvufu
şeriatla uzlaştırma çabasının bir yansımasıdır. Nitekim Bursevî, haram olan bir
konuda adak adayan kişinin durumunu açıklarken, İnsan kurban etmenin haram
olduğunu, ancak böyle bir durumda insan yerine kurban kesilmesi gerektiğini
ifade eder ve bunun Hz. İsmail'e verilen koça bedel olduğunu vurgular. Bu, onun
kesinlikle insan kurban etme fikrini reddettiğini ve Hz. İsmail kıssasını bu
hükme temel teşkil eden bir hadise olarak gördüğünü gösterir.
Kurban Kavramına Bursevî'nin Tasavvufi Yaklaşımı
Bursevî, kurban kavramına derin bir
tasavvufi /ezoterik anlam yükler:
1.
Nefsin Kurban Edilmesi: Kurban kesmede
en önemli husus, kalbin temizlenmesi ve nefsin katledilmesi /yok edilmesidir.
Bu, Hz. İbrahim'in (Aleyhisselam) imtihanının manevi karşılığıdır: O, saltanat sevgisinden İbrahim
Edhem gibi geçmek ve evlat sevgisinden (İsmail'i kurban etmekle) geçmek
suretiyle tevhidin üç mertebesine ulaşmıştır.
2.
Hediy Kurbanı: Bursevî,
hacdaki hedy /hediye kurbanını tasavvufi olarak nefs-i behîme'ye /hayvanî
nefis'e benzetir. Nefs-i behîme'nin, Kalb Kâbe'sine sevk edildiğini ve orada tarikat
edebinin bıçağı ile şehvetlerden ve hayvanî lezzetlerden kesildiğini
belirtir.
Özetle, İsmail Hakkı Bursevî,
Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) olduğunu, meşhur rivayete, Kur'an'ın
lafzına ve Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyuna dair
hadislere dayanarak kabul etmektedir. İbn Arabî'nin muhtemel İshak görüşüne
dair doğrudan bir tevili kaynaklarımızda bulunmamakla birlikte, Bursevî'nin
kendi yaklaşımı bu meselenin (kurbanın) insanda nefs-i emmâre /hayvanî nefis'in
kurban edilmesini sembolize eden yüce bir teslimiyet makamına işaret ettiğini
ortaya koyar.
Dipnotlar (APA
Biçimiyle Uyumlu Sunum):
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). Rûhu’l-Beyan
Tefsîri (Fatih Yayınları: C. 1, s. 479).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı
fatiha.pdf] (C. X, s. 57a).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 159a).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 160a).
·
İlgili Kaynak Metinler.
Müşkil Sorular ve Cevapları
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilim ve irfan yolunda karşılaştığı, kaynaklarda doyurucu bir karşılığını
bulamadığı yahut manevi /ezoterik hakikatleri gereği ancak sükût /susma
ile geçiştirilebilecek denli derin ve müşkil /anlaşılması zor olan meselelere
odaklanması bakımından, onun entelektüel /fikrî mücadelesini anlamak açısından
büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.
Bursevî, eserlerinde muhtemel
itirazlara ve müşküllere cevap vermek için sıklıkla soru-cevap üslubunu
kullanmasına rağmen ("Su’âl olunursa ki…" Cevâb budur ki…"
kalıpları gibi), bazı konuların, hem zahir /dışsal hem de bâtın /içsel ilimler
erbabı tarafından yeterince açıklığa kavuşturulamadığını bizzat kendisi dile
getirmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin kendisinin
dahi cevap bulmakta zorlandığı veya kâin /var olan ilim ile açıklığa
kavuşmadığını belirttiği temel meseleler aşağıda akademik tarzda /doktora usulü
ile sunulmuştur:
1. Âdem (Aleyhisselam) Kıssasıyla İlgili Cevapsız Kalan Müşkiller
Bursevî, Âdem (Aleyhisselam) ve
cennetten çıkarılışı ile ilgili ilahiyat /teoloji ve tasavvuf literatüründe yer
alan bazı hususların, kendisi için dahi çözülemeyen birer düğüm olduğunu açıkça
ifade eder.
Bursevî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın
yasak ağaçla ilgili emrinin mahiyetini açıklarken, bu kaziyye /kaide ve kural
dâhilinde iki müşkil /anlaşılması zor emrin bulunduğunu belirtir ve bu konudaki
arayışını şöyle özetler:
"Bu
iki kaideyi tenbih /uyarı eden bir şey bulamadığım gibi zahirî ve batmî ilim
sahiblerinden bu konudaki (soru ve tereddütlerime) cevab veren de olmadı".
Kaynaklarımızda sadece bu iki müşkil
emirden birincisinin ne olduğuna dair bir başlangıç yer almaktadır: "Âdem Aleyhisselâm,
meleklerin kendisine secde etmelerinden sonra, meleklerin toplanması
Âdem...". Metin burada kesilse de, secde hadisesi sonrasındaki
manevi /ruhani durum ve bunun doğurduğu ilahî /tanrısal hükme dair bir sorunun
cevapsız kaldığı anlaşılmaktadır. Bu, bilginin ulaşılabilirliği ve mutasavvıfın
/tasavvuf ehlini ulaştığı manevi mertebelerin dahi ötesinde bir sır olduğu
anlamına gelmektedir.
2. Melekût /Melekler Âlemine Dair Çözülemeyen İhtilaflar
Bursevî Hazretleri, tasavvuf
/ezoterik konuları tefsir /yorum yaparken, mütekaddimîn /önceki âlimlerin
tartışmalarında dahi tam bir açıklığa kavuşmayan hususlara değinmiştir:
·
Hârut ve Mârut Rivayetlerinin
Zorluğu:
Kur'an-ı Kerim'de geçen Hârut ve Mârut kıssasının bazı rivayetleri (onların
yeryüzüne inişi hakkındaki rivayetler) hakkında, bu durumun anlatılmasının ve
anlaşılmasının gerçekten müşkil /anlaşılması zor olduğunu ifade eder.
Bursevî'ye göre bu durum, onlardaki müşkil /anlaşılması zor hususu kesinlikle
ortadan kaldırmaz. Bu, rivayetlerin kabul edilmesine rağmen, ihtiva ettikleri
/içerdikleri bilginin akli /mantıksal veya manevi /ruhani boyutta kolay izah
edilemediğine işaret eder.
·
Cennet-i Me’vâ'nın /Barınak
Cenneti'nin Ebediyeti: Bursevî, Cennet-i Me’vâ'nın arş-ı a'lânın /yüce tahtın sağ
tarafında yüksek bir makam olduğunu belirttikten sonra, oraya giren kişinin
ebedi /sonsuz kalmasının gerekip gerekmediği meselesini "mesâil-i
meşkledir" /anlaşılması zor meselelerdendir şeklinde nitelendirir. Bu
konuda "Zâhir uleması
/zahiri ilimler alimleri buna cevap verememişlerdir" tespiti,
konunun zahir /dışsal bilgi sınırlarını aştığını göstermektedir.
3. Vücûb-ı Ğayr-ı Kevniyye (Kâinat Dışı Zorunluluklar) Meseleleri
Bazı sorular, konunun mahiyeti
gereği dilde ifadesinin mümkün olmaması ve ancak en yüksek manevi /ruhani
mertebelerde idrak /anlama edilebilmesi sebebiyle, Bursevî tarafından bilerek
cevapsız bırakılmış veya sükût /susma ile geçiştirilmiştir.
Bursevî’ye, gayr-ı kevniyye hicablar
/kâinat dışı perdeler /örtüler hakkında sual /soru sorulduğunda, cevabının "mes’ele-i meskûtün
anhâ’dandır" /hakkında susulması gereken meselelerdendir olduğunu
belirtir. Bu gibi hakikatlere vâsıl /ulaşan kişilerin bilebileceği,
ancak avam /halk düzeyinde veya zahiri /dışsal ilimlerle açıklanamayacak sırlar
olduğunu ima eder. Bu durum, Bursevî'nin Muhyiddin İbn Arabî'nin eserlerine
yaptığı şerhlerde /açıklamalarda kullandığı, sırların ehil olmayanlara ifşa
edilmemesi /açığa vurulmaması gerektiği usulüyle /metoduyla da uyumludur.
4. İbn Arabî Görüşlerine Dair Bursevî'nin Cevap Usulü
Bursevî, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn
Arabî'ye büyük bir saygı duyar ve onun Özün Özü /Lübb’ül-Lübb risalesini
şerh /açıklama etmiştir. Ancak, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle veya nesren
/yazıyla ortaya koyduğu bazı işaretler hakkında, zamanının cahilleri /bilgisiz
kimselerinin sırf kendi fikri sakimleri /bozuk düşünceleri üzerine "murad budur" /kastedilen şudur diyerek, şeyhe
haşa /kesinlikle büyük bir cehil /bilgisizlik isnat ettiklerini gözlemlemiştir.
Bu, Bursevî'nin, İbn Arabî'nin derin manalarının /anlamlarının herkes
tarafından anlaşılamayacağını, dolayısıyla bu tür konuların yanlış
yorumlanmasının dahi çözülemeyen bir sorun teşkil ettiğini düşündüğünü
gösterir.
Bursevî, bu tür zor ve anlaşılması
güç konuları açıklarken, okuyucunun şer'î hükümlerle /İslami kurallarla
çelişkiye düşmemesi için, çoğunlukla "Sual: Eğer sen: ... diye sorarsan;
Cevâp: ..." gibi formüllerle, tasavvufi anlayışı şeriat /din kanunları ve
akıl ile uzlaştırmaya /birleştirmeye çalışmıştır.
Nikah Hakkında
I. Nikâhın Şer’î Hükmü ve Manevî Mertebeleri
İsmail Hakkı Bursevî'ye göre nikâh,
yalnız toplumsal /içtimaî bir müessese değil, aynı zamanda manevi /ruhani bir
seyr ü sülûk mertebesidir.
A. Nikâhın Dînî Konumu ve Zorunluluğu
Nikâh, temel bir İslami kurum olarak
ele alınmıştır. Bilindiği üzere nikâh, peygamberlerin sünnetleri arasında
zikredilmektedir. Aynı zamanda nikâh, ihlâs ehlinin /muhlis’in şeriatı ve
yoludur.
Ancak Bursevî, nikâhın hükmünün
kişilerin hallerine göre değiştiğini belirtir:
1.
Vâcib /Gerekli: Evlenmeyi
şiddetle arzu eden ve evlenmediği takdirde şehevî /cinsel arzulardan dolayı
günaha girme ihtimali olan kişilere nikâh vâcibtir.
2.
Müstehab /Önerilen: Mutedil
/ılımlı olan kişilere müstehabtır.
3.
Mekrûh /Hoş Görülmeyen: Hanımıyla
cinsel ilişki kurmaktan veya hanımını geçindirmekten aciz olan kişiye ise
mekruhtur.
B. Nikâhın Dört Manevî Mertebesi
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın
derinlikli yaklaşımına uygun olarak, nikâhı salt bir akid /sözleşme olmanın
ötesinde manevi evlilik hallerine atfeder. Bu manevi evliliğin dört mertebesi bulunmaktadır:
1.
Cismânî Nikâh: Kalpte eserler
/izler bırakır.
2.
Misâlî Nikâh: Gizlide nurlar
/aydınlıklar hasıl olur.
3.
Ruhânî Nikâh: Ruhta inkişaf
/açığa çıkma, vuslat /kavuşma meydana gelir.
4.
İlmî Nikâh: Gözde mücerred
/soyut küllî /genel hakikatler /gerçekler görülür.
Bu mertebelerin tamamı, manevi büluğ
/olgunluk ve evlilikle ilgilidir.
II. Cima /Cinsel İlişkiler, İffet ve Haramlar
Bursevî, cinsel ve nefsanî /şehvani
konuları ele alırken, şeriatın yasakladığı hususları sert bir dille vurgular ve
bu yasakların manevi tahribatını açıklar.
A. Haram Olan Cinsel Davranışlar
Cinsel
sapıtmalar (erkek erkeğe cinsel yönelim ve kadın kadına cinsel ilişki /sihâk),
kesinlikle haram kabul edilir. Bu tür hareketler, davranışlar ve konuşmalar da haramdır,. Şeytan,
insanları cimrilik, hiddet /sinirlenme ve sarhoşluk ile aldatmaya çalışır.
Ayrıca, tüyü bitmemiş oğlanların
yüzlerine şehvetle bakmak dahi haramdır. Bu oğlanlarla oturmak haramdır, çünkü
onlar baştan aşağı avrettirler ve bazı rivayetlere göre her oğlanla beraber on
sekiz şeytan vardır.
B. Evlilik ve Cinsel Hukuk
Bursevî, İslami hukuk /fıkıh
esaslarını açıklarken, evlilik ve hısımlık yoluyla (müsâharat) haram olan
kadınları açıklar: Babanın cinsel ilişki /vatı ettiği kadın, kişinin kendisinin
vatı ettiği kız veya anne (kayınvalide) evlilik yoluyla haram kılınmıştır.
"İhsan" kelimesinin
Kur'an'da kullanılış manalarından biri de "evlilik" ve diğeri de
"iffet ve namus" manalarıdır. Bu, kişinin evlenerek nefsini koruması
ve iffetli yaşaması gerektiğine işaret eder.
C. İğdiş Etme ve Ruhbanlık
Bursevî, ruhbanlık /dünyadan el etek
çekme anlayışının İslam'da olmadığını vurgular. Sahabeden birinin kendi nefsine
iğdiş /hadım olmayı söylemesi üzerine Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) "Ümmetimin
hadımlaşması oruçtur" buyurduğunu aktarır. Bu durum, müsle
/uzuv kesmenin de haram olduğu hükmüyle desteklenir. Zira bir kişinin zekerini
kesmek veya iğdiş etmek, insan haklarını çiğnemek ve yapılabilecek en büyük
işkence olduğu için şeriaten haramdır.
III. Eşlerin Uyumu ve Kadın Hakkındaki Görüşleri
Bursevî, eşler arasındaki uyumu ve
kadının toplum içindeki yerini, şeriat ve tasavvuf dengesinde ele alır.
A. Eşlere Karşı
Adalet ve İyi Muamele
Kocanın, hanımına karşı hak ve
hukuku müdafaa etmesi ve onu koruması emredilir. Eşler arasında iyi geçim ve
sabır esastır. Hatta bir
hikâyede, birbirlerine sabreden eşlerin hali övülür.
Çok eşlilik durumunda, kocanın
adaletli davranmaya gayret gösterse bile, kendisine rağbet etmediği kadına
büsbütün cevr /zulüm etmemesi gerektiği, aksi takdirde zulüm etmiş olacağı
belirtilir.
Kuzenin
evliliğinin, sürekli iç içe yaşama ve şehevî /cinsel arzunun olmaması sebebiyle
soğukluk ve nesilde zayıflık gibi sorunlara yol açabileceği yönündeki İmam
Gazâlî'nin görüşü, Bursevî tarafından aktarılmıştır.
B. Kadın ve Toplumsal Davranışlar
Bursevî, kadınların kamusal alandaki
durumları hakkında geleneksel ve muhafazakâr bir tutum sergiler. Kadını sokağa
çıkan ailede mürüvvet /insanlık kalmayacağı ve kadının evinde oturması
gerektiği ifade edilir. Bu bakış açısı, musannifin /yazarın, kendi yaşadığı
zamanda dahi örtünme ve ahlak /edep kurallarındaki gevşeklik karşısında duyduğu
şaşkınlık ve üzüntü ile paralellik gösterir.
Kadınların süslenme ve genç görünme
çabalarına da değinilmiştir. Yaşlı kadınların genç kızlara benzemek için ön
dişlerini inceltmesi, keskinleştirmesi ve arasını açmasının /veşr, şer’an
uygunsuz bir durum olduğu belirtilir.
Bursevî'nin hayatı incelendiğinde,
kendisinin de eşiyle Bursa'ya göç etme konusunda sıkıntılar yaşadığı (eşinin
Rumeli'yi bırakıp gelmek istememesi) ve bu yüzden sıkıştığı önceki
yazılarımızda ifade edilmişti,,. Bursevî, bu zorluklara rağmen şeyhinin emrine
muhalefet edemeyeceğini eşine bildirmiştir. Ayrıca, çocuklarının sayısının on
sekiz olduğu, ancak hangi anneden doğduklarına dair bilginin bulunmadığı
kaydedilmiştir.
IV. İlim ve Aile İlişkisi
Bursevî'nin genel düşünce
sistematiğinde mal /servet ve evlat sevgisi, ruhani yolda bir imtihan ve
tehlike olarak görülür.
·
İhanet ve Sevgi: Mal ve evlat
sevgisi, emanete ihanet etmeye sevk eden sebeplerdendir. Ebû Lübâbe’nin Kureyza
oğulları içinde bulunan malı ve ailesi sebebiyle ihanet etmeye meylettiği
hikâyesi bu bağlamda zikredilir.
·
Anne Hakkı: Anne hakkı,
fedakârlığı sebebiyle üstündür. Anne, çocuğun hayatını arzular, babanın hizmeti
ise ölüme karşılık gelir; bu sebeple anneye hizmet çok sevap kazandırır.
Kadının Kocasından Boşanmak İstemesi Ve Bu Süreçteki Hukuki /Şer’î
Haklarına Dair Sorduğu Bu Mühim Mesele,
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle de Rûhu’l-Beyân tefsirinde, fıkıh /İslâm hukuku
ve tasavvufi ahlak /edep çerçevesinde detaylıca ele alınmıştır. Bursevî,
Kur'ân-ı Kerim ayetlerini açıklarken, eşler arasındaki adalet, hak ve hukukun
korunmasını temel ilke olarak kabul etmiş ve boşanma sürecinde kadının
korunması gereken haklarına dikkat çekmiştir.
Aşağıda, Bursevî'nin kaynaklarımızda
geçen görüşleri, akademik titizlik gereği ilgili kaynaklara atıfla /atıf
yapılarak sunulmuştur:
I. Nikâhın Feshi ve Kadının Talebi (Hulû’ / Fidye)
Nikâh akdinin sona erme yollarından
biri olan hulû’ /fidye karşılığında boşanma, kadının boşanmayı talep
ettiği durumlarda gündeme gelir.
1.
Hulû’un Şartı (Hududullah): Bursevî, evli
çiftin Allah'ın çizdiği sınırlara /hudutlarına riâyet etmekten ve eş olmanın
vazifelerini yerine getirmekten korkmaları durumunda, yani evliliğin
gereklerini yerine getiremeyeceklerinden emin olmamaları hâlinde, kocanın
karısına verdiği mehirden bir kısmını geri almasının helâl olacağını belirtir.
Bu durum, fidyeyle boşanma /hulû yapma esasına dayanır.
2.
Kadına Baskı Yasağı: Kocanın,
kadını hulû yapmaya (fidye vermeye) zorlaması, yani zulmederek
kendilerini fidye vermeye zorlamaları haramdır. Bursevî, kim böyle bir şeyi
yaparsa, nefsine zulmetmiş olacağını açıkça ifade eder.
3.
Fuhş / İhanet Durumunda Mehirden
Faydalanma: Kadın, eşler arasını açacak bir fuhş /zina irtikâb eylemiş olursa,
kocanın kadına vermiş olduğu mehrin birazını geri almak için baskı yapması caiz
görülmüştür. Bu durum, kocanın mehrin bir kısmını kurtarmasını sağlamak
içindir.
4.
Eşin İradesiyle Boşama Hakkını
Kazanması: Kadın, nikâh akdi sırasında kocasına, "Talak /boşanma işi benim kendi elimde olması
şartıyla seninle evlendim" diyerek koca da bu şartı kabul ederse, nikâh
caiz olur ve boşanma yetkisi kadının eline geçer.
II. Kadının Hukukî /Şer’î Hakları ve Korunması
Bursevî, karı-koca haklarını
incelerken, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere dayanarak kadınların mutlak haklarına
vurgu yapar:
1.
Karşılıklı Haklar ve Adalet: Kadınların
lehinde ve aleyhinde meşru /maruf haklar vardır. Bu haklar, erkekler için olan
haklara benzer /mümasil niteliktedir. Kadın için mehir, nafaka ve mesken hakkı
gibi haklar kocasının üzerindedir; ancak kocanın karısı üzerindeki hakları, bu
hakların cinsi /türü ile aynı değildir.
2.
Erkeklerin Üstünlüğü ve Adalet
Yükümlülüğü: Erkeklerin kadınlar üzerinde "bir derece" üstünlüğü
bulunmakla birlikte, bu üstünlük; akıl ve din yönündendir, hak cinsinde birlik
değildir. Bu durum, kocanın adaleti sağlama ve hanımını koruma sorumluluğunu
daha da artırır.
3.
İyi Geçim ve İyilik (İhsan): Eşler barışmak
istedikleri zaman, kocaların kadınlara ihsan /iyilikte bulunması ve lütufkâr
davranması beklenir. Erkekler, hakları olmayan şeyleri kadınlara
yüklememelidir; iki eşten bir diğeri azarlanmamalıdır.
4.
Muta Hakkı: Boşanan
kadınların, gerdeğe girilmiş olsun veya olmasın, mutlak bir istifâde /muta
hakkı vardır. Bu hak, hem müstehab /önerilen hem de vacip /gerekli olan mut'ayı
şâmildir /içerir.
5.
Maddi İhtiyaçların Karşılanması: Boşanan
kadının yiyecek ve giyeceğinin kocasına ait olduğu şer’an beyan edilmiştir.
III. İddet Hükümleri ve İlgili Durumlar
Kadın boşandığında veya kocası vefat
ettiğinde, belli bir süre bekleme zorunluluğu (iddet) ve bu süredeki hukuki
kısıtlamalar bulunmaktadır:
1.
İddet Süresi ve Yas: Kocası vefat
eden bir kadın, dört ay on gün yas /süs-terk etme süresi bekler. Bu süre
zarfında süslenmemesi gerekir ki, evlilik arıyormuş gibi olmasın.
2.
Yeniden Evlilik Teklifi: İddet bekleyen kadına,
başkalarının açıkça veya ta'riz /kinayeli sözlerle evlilik teklifinde bulunması
helâl değildir. Ancak kadın, ayıptan dolayı hâkim tarafından feshedilmişse,
kocası dışındakiler de ta'riz yoluyla teklifte bulunabilir. Kadınla iddeti içinde
nikâh kıymak kesinlikle caiz değildir.
3.
Ric’at (Kocanın Geri Dönme Hakkı) ve
Kadının Durumu: Ric'î talakla boşanan kadın iddet süresi içinde ise, kadın
istemese bile kocanın geri dönme hakkı (ric'at) vardır. Eğer kadın, ric'atten
/geri dönmekten çekiniyorsa, bunu tecavüz etmiş olmaz.
4.
Hile ve Gizleme: Boşamasının
doğuma kadar bekletilmemesi için kadın, hamileliğini gizleyebilir.
IV. Uzak Durulması Gereken Ahlaki Gevşeklikler
Bursevî, aile hayatını korumak ve
şehevî /cinsel arzuların kötüye kullanılmasını engellemek için katı sınırlar
koyar. Eğer boşanma gerçekleşirse, kadınların evlerinden çıkarılmaması,
yiyecek, giyecek ve barınak konusunda bir yıl sürecek şekilde vasiyette
bulunulması (ölüm döşeğindeki erkekler için) gerektiği de belirtilmiştir.
Kocası
olan bir kadınla zina eden kişi, kadının kocası helalleşmedikçe günahının
bağışlanmayacağını ifade eden Bursevî, zinayı zikretmeksizin "üzerimde
olan bütün haklarını helal et" gibi umumi /genel bir helalleşmenin yeterli
olacağını bildirmiştir.
Cimanın Ezoterik /Bâtınî Ve Metafizik Boyutu
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
tefsir ve tasavvuf eserlerinin merkezinde yer alan, cinsel birleşme /cima
fiilinin salt fiziksel /cismânî tatminin ötesindeki derin, ezoterik /bâtınî ve metafizik boyutunu ortaya koymayı
hedeflemektedir. Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın irfan geleneği dâhilinde, bu
tür fizikî eylemleri dahi kişinin manevi yükselişi /seyr ü sülûk ve kalbî
arınması /tezkiye ile ilişkilendirmiştir.
Bursevî'nin felsefi /hikemî ve
tasavvufi /ezoterik eserlerinde, cimanın /cinsel birleşmenin metafizik anlamı, vücûb
/zorunluluk ve imkân /olabilirlik hükümleri çerçevesinde eşler
arasındaki uyumun /tevhid-i ef'âl'in sağlanması ve nefs-i emmâre /kötülüğü
emreden nefisten kurtuluş /halâs olarak yorumlanır.
I. Cima / Cinsel Birleşme ve Nefsanî Bağlardan Kurtuluş
Bursevî, insanın fiziksel /cismânî
varlığını ve bu varlığın doğal yönelimlerini, manevi /ruhani kemâlât yolunda
bir imtihan sahası olarak görür. Cima hadisesi bu sahada nefsin zincirlerinden
kurtuluşun zorlu bir yolu olarak tanımlanır.
1.
Nefsten Kurtuluşun Zorluğu: Bursevî, mübâşeret
/cinsel ilişki kuranların hevâ-yı nefsten /nefsin heva ve hevesinden ve muvâfakat-ı
tıba‘dan /tabiata uygunluktan halâs /kurtuluş bulacaklarını ifade
eder. Ancak bu kurtuluş, kolay bir durum değildir; aksine, Hakk'ın teshîl-i
/kolaylaştırmasına bağlı olan katı /çok zor bir iştir. Bu ifade, cimanın
bilinçli bir niyetle ve şer’î /dini sınırlar dâhilinde icra edildiğinde,
kişinin nefsanî arzulardan kurtuluşa doğru attığı bir adım olduğunu gösterir.
Zira tasavvufun temel gayesi, kişinin kendini mâsivâ'dan /Allah’tan
gayri her şeyden tahliye /temizleyip, kalbini Allah sevgisiyle
doldurmasıdır.
2.
İlm-i Fıtrat ve Terbiye /Arındırma: Bursevî, ilm-i
fıtratı /yaratılış bilgisini açıklarken, süte ulaşmak için kan ve fers
/kandan meydana gelen şeylerin (dem) gerektiğini, bu iki unsurun ise şehevet-i
nefsâniyye /nefsani şehvet ve ümûr-i sâfile-i cismâniye /cismânî
düşük işler olduğunu belirtir. Bu ikisi de esbâb-ı cehldendir /cehalet
sebebidir. Bu, en saf netice olan sütün bile nefsanî ve cismânî unsurlardan
doğuşunu ima eder. Metafizik /ruhani açıdan kişinin, vücudunda nefsânî ve
cismânî işlere vücûd /varlık vermeyip, ümûr-i âliyeye /yüce
işlere uluvv-i himmet /yüksek azim göstermesi gerekir. Dolayısıyla
cinsel birleşme eylemi bile, nefsanî kökeninden manevi bir arınma ve yükseliş
/terakki hedefine yönlendirilmelidir.
3.
İhsan /İyilik ve Zühd /Perhiz: Bursevî,
nefsin ve şeytanın ıslâh /düzeltilme yolunun yeme ve içmeyi, dolayısıyla mide
ve ferç /cinsel organ şehvetini kesmekten geçtiğini zikreder. Şehvetin
kesilmesi, şeytanın müdahale etme yolunu bulamamasını sağlar. Bu bağlamda,
nikâh ve cimanın metafizik boyutu, şehveti meşru /helâl yoldan tatmin ederek,
kişinin aşırıya kaçmasını engellemek ve böylece zühd /perhiz makamına
ulaşmasını kolaylaştırmak amacını taşır.
II. Cismaniyet /Maddî Varlık ve Ruhaniyet /Manevî Varlık Arasındaki
İlişki
Cima, iki zıt kutbun (erkek ve
kadın, ruh ve beden) birleşmesidir. Bursevî'ye göre bu birleşme, fiziksel bir hulûl
/içine girme değil, manevi bir taalluk /ilişkidir.
1.
Ruh ve Ceset Farkı: Bursevî, ruhun
nûrânî /nurani ruh ve cesedin zulmânî /karanlık cisim olduğunu
belirtir. Nûr /ışık ile zulmet /karanlık bir yerde müçtemi /toplu
ve mümtezic /karışık olmaz. Ruh-ı İnsanî /İnsan ruhu, hakikatte gayri
mütehayyiz /mekânda olmayan bir cevherdir ve bedene hâl /içine
girmiş değildir. Bu nedenle cinsel ilişki, ruhların birleşmesinden ziyade,
ruhların birbirine taalluk /ilişki kurması sebebiyle, bedenin de bu
ilişkiye iştirak etmesidir.
2.
Cimanın Ölüm Üzerindeki Etkisi: Ruh ve cesedin
taallukları /ilişkileri sebebiyle ceset dahi müteellim /acı
çeker. Bursevî'ye göre ölüm /mevt hakikatte nefs üzerine vuku bulur. Cima
eylemi, bu nefs üzerindeki yoğunluk sebebiyle, fiziksel /cismânî varoluşun bir
mertebesini temsil eder.
3.
Manevî Vuslat /Kavuşma Aracı: Kişinin bedenî
amelleriyle amelî derecelere, rûhânî mârifeti /manevi bilgi ile mükâşefe
/sezgi ve müşâhedelere /gözlemlere ulaşacağı belirtilir. Nikâh, bu
manevi ilerlemenin bir basamağıdır. Zira evlilik, bir kadının mizâc-ı mahsûs
/hususi yaratılışı sebebiyle kâbil-i nikâh /evlenmeye elverişli olmasını
gerektirir. Bu, fiziksel /maddî uyumun ötesinde, manevi bir rezonans /uygunluk
olduğunu gösterir.
III. Melekût Âlemi ve Cemâl-Celâl Dengesi
Bursevî, tasavvufi yolda ilerlerken
ilahi isimlerin iki ana yola ayrıldığını belirtir: tarîk-i esmâ-i celâlîyye
/celâl isimlerinin yolu ve tarîk-i esmâ-i cemâliyye /cemâl isimlerinin
yolu. İnsan bu dünyaya cemâlden celâle gelmiştir; bu yüzden celâlden
cemâle dönmek için celâl yoluna sülûka /manevi yolculuğa
muhtaçtır.
Cima
ve evlilik, bu celâl ve cemâl isimlerinin tezahür ettiği insanî ilişkilerde
adaletin /adaletle muamele edilmesi ve ahlakın korunması yoluyla kemâle
/olgunluğa ulaşmayı hedefler. Celâl /haşmet
yolu tamamlandıktan sonra, hazretü’l-kemâle /olgunluk makamına dühûl
/girme ve vusûl /kavuşma gerçekleşir. Kemâl /olgunluk ise cemâl
/güzellik ve celâlin /haşmetin cem’iyyetidir /birleşmesidir.
Bu çerçevede, cimanın metafizik
boyutu, eşler arasındaki teslimiyet ve birlik aracılığıyla Celâl ve Cemâl
sıfatlarının insan nefsi üzerindeki tecellilerini idrak etme çabasıdır.
Dipnotlar (APA
Biçimiyle Uyumlu Sunum):
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan
tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf] (s. 23).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan
tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf] (s. 75).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı
bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf] (s. 381).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN-TUHFE-İ İSMÂİLİYYE ADLI ESERİ 22.pdf] (s. 445).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İsmâil Hakkı
Bursevî Hazretleri-Vesiletul Meram.pdf] (s. 497).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [TUHFE-İ
RECEBİYYE-İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ Kaddesellâhû Sırrahû'l Azîz.pdf] (s.
471, 472, 473, 475, 477).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI
BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf] (s. 173).
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe hakkındaki
Görüşleri
Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe'yi salt bir ibadet
biçimi olarak değil, aynı zamanda fenâ /yokluk makamına ve İlâhî vahdet /birlik
deryasına ulaşmada kuluğa rehberlik eden anahtar bir amel olarak ele almıştır.
I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Metafizik ve Manevî Şerhi
İsmail Hakkı Bursevî'ye göre,
Efendimiz'e (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) getirilen Salât ve Selâm'ın manevî
boyutu, kulun Allah'a vuslat /kavuşma yolunda attığı adımların yönünü belirler.
A. Fenâ /Yokluk Makamına Ulaşma Aracı
Salâvât'ın en önemli metafizik
boyutu, kişiyi fenâ fillah /Allah’ta yokluk mertebesine taşımasıdır.
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın zikir anlayışını aktarırken, Salât-ı Şerîf’in
(ki bu bağlamda Salât-ı Meşîşiyye gibi güçlü bir salavat kast ediliyor
olabilir) özünü şöyle açıklar:
"Beni hakiki vahdet /birlik deryasında gark et /boğ
ki, ta ki senden gayriyle ilgim ve alakam olmasın.".
Bu ifade, salâtın amacının,
kulun kalbindeki mâsivâ /Allah'tan gayrı her şeyi ortadan kaldırmak ve
tam bir tevhid /birlik bilincine ulaşmak olduğunu gösterir. Bu makamda kişi, hevâ-yı
nefs /nefsin heva ve hevesinden ve tabiat /yaratılışın uygunluğundan
kurtuluş /halâs bulur.
B. Niyet ve Vuslat İhtiyacı
Bursevî, cismânî /maddî olan cesedin
hayatının salih /iyi amellerle, ruhun hayatının ise ilimle olduğunu vurgular.
İhlâs /samimiyet ehlinin şeriatı ve yolunun salât ve selâm
olduğunu belirtir.
Ayrıca, Salât'ın manevî seviyeleri,
kalp ve ruh mertebeleriyle ilişkilidir. Havassın /özel kişilerin salâtı,
salât-ı kalbiyye /kalp ile yapılan salat iken, ehassın /daha özel
kişilerin salâtı ise salât-ı rûhâniyye /ruh ile yapılan salattır.
C. Sayısal /Miktarsal Hikmet
Bursevî,
salâvât okumanın manevî feyz /manevi bolluk elde etmek için şart
olduğunu belirtir. Hak’tan feyz almış olmanın şartlarından biri, en az on
bir kere salâvat getirmektir.
Ancak tarikatta /tasavvuf yolunda bu
sayı, sırr-ı erbain /kırk sırrı üzerine cereyan ederek kırk adet
zikredilir. Bu, kırk günlük halvet /inziva geleneğine (erbain) işaret eden,
manevi olgunlaşma için gerekli olan yoğun zikir ve Salâvat eylemini temsil
eder.
D. Hakâik-i İlâhiyye ve Kevniyyenin Kapsanması
Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe’nin
umumiyetle bütün peygamberleri içine alacak şekilde getirilmesi gerektiğini bir
hadis-i şerîfe dayanarak ifade eder. Zira Efendimiz’in nesebi, din ileydi ve
O’nun âl-i /ailesi, takvalı /korunmuş olan her mü'mindir.
II. Bursevî’nin İlham Edilen Salâvât Örneği
İsmail Hakkı Bursevî'ye, Salâvât hakkında İlâhî bir ilhâm /esin
veya ilkâ /telkin geldiği ve bu ilhamın çok veciz /kısa ve kapsamlı
/cem'edici olduğu kaynaklarımızda belirtilmiştir.
Bursevî, kendisine ilham edilen bu salâvât
lafzının, daha önce var olan bir lafızdan daha özlü /evcez ve daha kapsayıcı
/ecma' olduğunu ifade eder. Bu salavatın üstünlüğü, hem hakâik-i
ilâhiyye /İlahi hakikatleri (Zât, Esmâ /isimler, Sıfât /sıfatlar) hem de hakâik-i
kevniyye /kâinat hakikatlerini (kalem-i a‘lâ /yüce kalem, levh-i mahfûz
/korunmuş levha ve mevcûdât /varlıklar) kapsayıcı nitelikte olmasıdır.
Bu, Bursevî'nin Salâvât'ı, sadece
Peygamber'e (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) bir dua olarak değil, aynı zamanda
bütün yaratılışın /kevn'in özünü ve İlâhî sıfatların tamamını birleştiren
kozmik /kevni bir zikir olarak gördüğünü göstermektedir. Zira ruh, Allah’tan ilk
zuhur eden şeydir /ilk akıldır ve Salâvat, bu ilk neşîd /ortaya
çıkış ile irtibatlıdır.
III. Şeyhü’l-Ekber ve Takip Edilen Yol
Muhyiddin İbn Arabî (Şeyhü'l-Ekber)
gibi otoritelerin yolunu takip eden Bursevî, bu tür manevi bilgileri (ilhâm ve
keşifler yoluyla gelen vâridâtı) şerh ederken son derece dikkatlidir.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle
veya nesren /yazıyla koyduğu işaretler, zamanın cahilleri tarafından yanlış
yorumlanarak, fikr-i sakim /bozuk düşüncelere sebep olmuştur. Bursevî,
kendisinin de bu sırları muhkemat /açık hükümler ve müteşabihat
/yoruma açık hükümler bağlamında idrak ettiğini ve itiraz etmediğini vurgular.
Salâvât'ın metafizik boyutu da bu derin, tevil ve açıklama gerektiren sırlardan
biridir.
Örnek Salavat
İsmail Hakkı Burseviye İlhâm olunan salavât-ı şerîfede
gelir:
اللهم صل علي سيدنا محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة
من الله قدرة من الله قربة من الله حكمة عزة عظمة من الله
Bir kimse bu salavâtı çocuk üzerine
okusa mahfûz olalar. Ve bu salavatta kudret zikr
olundu.
Rasulüllah salla'llâhu aleyhi ve sellem’e
oğlunu götürüp, “Yâ Rasûlallah! Bu oğlumu
şeytân mess etmiştir, ilâç kabul
etmedi.” dedikte Rasûlüllah dahî
اخساء يا عدو الله انا
رسول الله
[Defol ey Allah’ın düşmanı, ben
Allah’ın Rasülüyüm buyurduklarında
şeytân firar edip bir dahî geri gelmedi TUHFE-İ RECEBİYYE.
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe’ye dair derin tasavvufî /ezoterik
yaklaşımını ve kendisine İlâhî ilhâm /esin yoluyla ulaşan özel zikir
formüllerini ortaya koyması bakımından fevkalade /olağanüstü kıymetlidir. Bursevî,
Salâvât'ı, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüce makamını idrak etme
ve kişinin manevî /ruhanî ilerlemesini sağlama aracı olarak şerh /açıklama
etmiştir.
salâvat
metni ve ona eşlik eden hikâye, Bursevî’nin Tuhfe-i Recebiyye adlı
eserinde açıkça yer almaktadır ve Salâvât-ı Şerîfe'nin kuvvet /güç, kudret
/yetenek ve muhafaza /koruma yönünü vurgulamaktadır.
İşte Bursevî Hazretleri’nin
eserlerinde yer alan, benzer manevî güce,
ilhâma veya özel şerhe sahip Salâvât örnekleri ve ilgili açıklamaları:
I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Şerhi ve En Çok Zikrettiği Dualar
İsmail Hakkı Bursevî, tasavvuf
yolunda zikir ve Salâvât'ın önemini anlatırken, bu mübarek lafızların sadece
fiziksel /zahirî bir tekrar değil, aynı zamanda manevî âlemin sırlarına açılan
kapılar olduğunu belirtir.
A. İlham Edilen ve Bütün Esrârı /Sırları Kapsayan Salâvât (Salât-ı
Meşîşiyye Şerhi)
Bursevî’nin özel olarak şerh
/açıklama ettiği Salâvât-ı Şerîfelerden biri, Şâzelî tarikatının büyüklerinden
Abdüsselâm el-Hasanî’nin kalbine İlâhî ilhâm /esin ile gelmiş olan Salât-ı
Meşîşiyyedir. Bursevî, bu Salâvât'ın başlangıcını ve metafizik kapsamını
şöyle izah eder:
Salâvât
Metninin Başlangıcı: اَللُّٰهمَّ َصّلِ َعَلٰى َمْن ِمْنُه
اَْنَشقَّ ِت اَألَْسَراُر (Allâhümme salli ‘alâ men minhü’nşakkati’l
esrâru).
Metafizik
Şerhi: Bu
Salâvât, bütün esrâr-ı kevniyye /kâinat sırları ve esrâr-ı ilâhiyye
/ilahî sırlar kendisinden münşakk /parlayarak zuhura gelmiş, yani
meydana çıkmış olan o şerefli nebevî varlık üzerine tasliye /salât
eylemek anlamına gelir. Bursevî'ye göre bu, cemî‘-i kâinât /bütün
yaratılmışların teayyün /ortaya çıkış noktası ve menşei /başlangıcıdır.
·
Kapsayıcılığı: Bu Salâvât, cemî‘
kevnî /bütün kâinatsal ve ilahi sırlar /ilahî hakikatler kendisinden
zuhura gelen Hazret-i Nebî'nin (S.A.V.) rûhânî /manevî ve cismânî
/maddî yönlerinin tamamını içine alır. Çünkü O'nun ruhâniyeti, yaratılışta her
şeyden mukaddem /öncedir, nitekim hadiste, "Allah’ın ilk yarattığı
benim ruhumdur" buyrulmuştur.
·
İlmî Boyutu: Bu Salâvât’ın
kapsayıcılığı, bütün mahlûkatı aciz /yetersiz bırakan ilimlere işaret eder;
Efendimiz'e (S.A.V.) ilmî /bilgisel olarak münazaraya /tartışmaya
kimsenin gücü yetmez.
B. Harem-i Nebî'de İlham Edilen Bâtınî Secde Salâvâtı
Bursevî Hazretleri’nin bizzat manevî
tecrübesiyle /vâridât yoluyla ulaştığı özel bir manevî Salâvât, kendisinin
Harem-i Nebî’de (Medîne'de Mescid-i Nebevî’de) mücâveret /komşuluk ettiği
sırada kendisine ilhâm /esin edilmiş Salâvât'tır.
Salâvât'ın
Mahiyeti: Bu Salâvât'ın mânâsı ikiye ayrılır:
1.
Lafzî Mânâ: Dil ile:
"Allah’ım, Efendimiz olan Hz. Muhammed ve onun ailesine salât ve selâm
olsun" demektir.
2.
Metafizik Mânâ (Secde): Hayatta iken
ona ve ölümünden sonra kabrine secde etmektir; ancak bu ancak
bâtınına secde ile caiz olur. Bu, şeriatın zahirine aykırı görünse de,
bâtınî /ezoterik bir teslimiyeti ifade eder. Bu ilham, Bursevî’nin Harem-i
Nebî’de onun başucundayken aldığı bir manevî telkin /vâridât'tır.
C. Genel Zikir
ve Salâvât Usulü
Bursevî, bütün ibadetlerde olduğu
gibi, Salâvât ve zikirde de adab ve usul /metot gözetilmesini şart koşar:
1.
Hutbede Salâvât: Cuma
hutbesinde hatibin /vaizin: "Muhakkak
ki Allah ve melâikesi Peygambere hep salât ile tekrîm ederler..." ayetini
okuduğu zaman, dinleyenin kendi içinden gizlice kalbinde Salâvât okuması
gerekir; dilini hareket ettirmemelidir. Zira hutbede hem Salâvât okuma hem de
susup dinleme emri vardır.
2.
Sayısal Önem: Manevî feyz ve
ilerleme /terakki yolunda, Bursevî'nin Celvetiyye geleneği bağlamında, ihlas
ile yapılan zikir ve Salâvât'ın sayısal karşılıkları da önemlidir. Zira bin
sayısı sayıların son derecesidir ve bu sırra işaretle, "Lâ ilâhe
illallah" ve "Muhammedü’r-Rasulullah" kelimelerinin her biri on
iki harf olduğu için, her harfe karşılık bin adet Salâvât
belirlenmiştir.
II. Koruma / Muhafaza Amaçlı Diğer Manevî İfadeler
şeytandan
koruma amaçlı Salâvât ile aynı bağlamda, Bursevî’nin eserlerinde geçen manevî
koruma ve yardım talebine dair iki önemli örnek daha mevcuttur:
A. Zât-ı Şerîfe Mahfûziyet Duası (Tevhid ve Risalet)
Salâvât’ın gücünü gösteren hikâyede,
A‘râbî’nin oğlunu şeytandan kurtarmak için Efendimiz’in (S.A.V.) kullandığı
kuvvetli ifade, Peygamberlik makamının şeytan ve nefs-i emmâre üzerindeki
mutlak otoritesini gösterir. bu ifadenin bizzat “Allah’ın
Rasûlüyüm” demekle şeytanı kaçırdığını gösterir.
B. Manevî Yardım Talebi ve İlâhî İsimler
İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe
atılması kıssasında, Cebrail Aleyhisselâm'ın kendisine gelip hacetini
/dileğini sorması üzerine, İbrahim Aleyhisselâm’ın cevabı, mutlak teslimiyetin
ve İlâhî kudrete sığınmanın en büyük koruma olduğunu gösterir.
Dua Örneği:
"Hasbiyallahü ve ni'mel vekîl" (Allâhü Teâlâ hazretleri bana kâfidir!
Ve O ne güzel vekildir!). Bu ifade, korku ve şiddet anında zikredildiğinde,
kulun Allah'a tam teslimiyetini ve O'nun yeterliliğini beyan ederek, ateşten
/beladan korunmasını sağlar.
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin manevi /ezoterik eserlerinin ve özellikle Kitâbü'n-Netîce'nin
nihayetindeki /sonundaki feyz ve hakikate dair ulaştığı en yüksek noktayı
gösteren bir ibareyi talep etmesi bakımından büyük bir ehemmiyet arz
etmektedir.
Muharrir /yazar olarak bizzat Bursevî Hazretleri’ne İlâhî
/tanrısal bir ilham /esin (Vâridât) yoluyla geldiği ifade edilen o mübarek
Salâvât-ı Şerîfe, esasen Tuhfe-i Recebiyye adlı eserinde yer almakta
olup, onun İlâhî isimlere ve sıfatlara dayandırdığı en kapsamlı zikir
formüllerinden biridir.
Bu Salâvât-ı Şerîfe’nin lafzı /sözü, , kudret /yetenek ve kuvvet /güç
gibi İlâhî sıfatlarla Hazreti Peygamber’i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
yücelten bir yapıda olup, kendisine İlham olunmuştur:
İsmail Hakkı
Bursevî’ye İlham Olunan Salâvât-ı Şerîfe Örneği
Bu Salâvât’ın tam metni, kuvvet ve
koruma özelliğini vurgulayan yapısıyla şöyledir [TUHFE-İ RECEBİYYE]:
اللهم صل علي
سيدنا محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة من الله قدرة من الله قربة
من الله حكمة عزة عظمة من الله
(Anlamı: Ey Allah’ım, Efendimiz
Muhammed’e, Allah’tan bir rahmet, Allah’tan bir nimet, Allah’tan bir minnet,
Allah’tan bir kuvvet, Allah’tan bir kudret, Allah’tan bir yakınlık /kurbet,
Allah’tan bir hikmet, izzet ve azamet olarak salât eyle!)
Bu Salâvât, onun zikir ve vâridât
/ilham kültüründeki en güçlü ifadelerden biri olup, çocuklar üzerine
okunduğunda mahfûz /korunmuş olmaları gibi özel manevi etkileri olduğu
da belirtilmiştir [TUHFE-İ RECEBİYYE].
Kitâbü’n-Netîce’nin
Sonundaki Manevî Hitaplar
Kitâbü'n-Netîce'nin
son kısmına gelince; bu eser Bursevî’nin ömrünün sonunda kaleme aldığı ve
ulaştığı en son netice ve marifetleri ihtiva eden bir eserdir. Bu kitabın
sonunda veya yakınında yer alan manevî hitaplar /vâridât, genellikle bir
Salâvât formunda olmaktan ziyade, manevi bir uyanış /ikaz veya İlâhî bir
seslenme /hitâb-ı İlâhî formunda kaydedilmiştir.
Bu kitaptaki son vâridât
/ilhamlardan biri, Bursevî’nin Harem-i Nebevî’de Fecir namazından sonra
murakabede /tefekkürde iken kendisine vaki olan hitâb-ı İlâhîdir:
[Ey Dâvûd! Muhakkak ki biz seni
yeryüzünde bir halife kıldık. (Sâd Sûresi 38/26)]
Bu hitap, Bursevî’nin bizzat Kitâbü’n-Netîce’de
kaydettiği en önemli manevi tecrübelerden biri olup, kendisine mücâhede
/nefis terbiyesi ve da’vet-i halk /halkı Hakk’a davet görevi verilmesine
ve bu yolda çektiği zorluklara (âlâm ve şedâid) işaret etmektedir. Bu tecrübe,
onun nefs-i emmâreyi öldürme /kahrettirme konusundaki zorlu mücadelesini ve
sıddîkların şehidlerden üstün tutulmasının hikmetini de ortaya koymaktadır.
Yine Kitâbü’n-Netîce’de,
"Seher-i a‘lâda bana denildi ki" ifadesiyle başlayan ve zikredilen
manevi yükseliş makamına işaret eden bir ibare de mevcuttur. Bu ibareler,
Salâvât’tan ziyade, Bursevî’nin İlâhî âlemdeki mertebesi ve tevhid yolculuğunun
(fenâ ve beka) neticesi olan İlâhî tecellîlerin /görünümlerin bir beyanıdır.
Bursevî, bu tür derin hakikatlerin
ve kendisine ilham edilen bu lafızların /sözlerin, kendisi için hayırlı bir
netice /âkıbet getirmesi için Allah'tan niyazda bulunarak eserini
sonlandırmıştır. Zira onun nihai gayesi, zâhir /dışsal şeriata muhalif bir söz
söylemediğini ve ulaştığı hakikatlerin ancak zevken /manevi idrak ile
anlaşılabileceğini vurgulamaktır.
Zinanın zararları ve çirkinliği
İslam hukuku ve tasavvuf ahlakı
açısından en ağır günahlardan ve toplumsal fesada yol açan fiillerden biri olan
zinanın dünyevî ve uhrevî / öte dünyaya ait zararlarının incelenmesini
gerektirmektedir. Bu husus, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle Rûhu’l-Beyân Tefsîri'nde, geniş bir şekilde ele
alınmakta ve zinanın sadece fiilî bir günah olmanın ötesinde, insanın mânevî
yapısına ve toplumsal düzenine olan derin tahribatı vurgulanmaktadır.
Zinanın zararları ve çirkinliği, üç
ana başlık altında akademik bir yaklaşımla incelenebilir: Fuhş / Çirkinlik
Kavramı ve Manevî Zararlar, Şer'î / Hukuki Müeyyideler / Yaptırımlar ve
Toplumsal Sonuçlar.
1. Fuhş /
Çirkinlik Kavramı ve Manevî Zararlar
Zina, Kur'ân-ı Kerim'de "pek
çirkin, yolca da pek fena bulunan" bir fiil olarak nitelendirilmekte ve
sadece zinanın kendisi değil, "zinaya yaklaşma" da yasaklanmaktadır.
Bu durum, zinanın fiil olarak işlenmesinden önceki hazırlık aşamalarının da
haram olduğunu evleviyetle / öncelikle gösterir. Zina, diğer çirkinlikler / fuhş
üzerine daha çok çirkin olduğu için fuhş kelimesiyle isimlendirilmiştir.
A. Kalbi ve
Zihni Kirlenme
Zinanın en önemli mânevî
zararlarından biri, insanın kalbini ve zihnini ifsat etmesidir / bozmasıdır.
Kaynaklarımız, sadece fiilî zinadan kaçınmanın yeterli olmadığını, aynı
zamanda:
1.
Kalbî Temizlik: Kalbi zina ile
ilgili düşüncelerden ve zihni hayallerden temizlemenin şart olduğunu belirtir.
Zira bazı düşünce ve hayaller, bu fiilin yapılmasına götürücü bir sebep olur.
2.
Gözün Muhafazası: Şehvetle
bakmanın fuhuș / çirkinlik (zina) eylemini tahrik ettiğini ve zinaya
götürücü bir neden olduğunu vurgulayarak, gözün nâmahremden / yabancıdan
sakınılması gerektiğini bildirir.
3.
Halvet / Yalnız Kalma Yasağı: Erkeklerin
yabancı bir kadınla kapalı bir yerde baş başa kalması yasaklanmıştır, çünkü bu
durumda üçüncüleri şeytan olur. Ayrıca ecnebiyenin / yabancı kadının
evsafını / vasıflarını söylemek, libâsına / elbisesine nazar etmek ve onunla
zaruret olmaksızın musahabet / sohbet etmek gibi esbâb-ı zinâ / zinanın
sebeplerinden dahi korunmak gerekir.
B. Âhiret / Öte
Dünya Bağlı Zararlar
Zina, dünyevî / bu dünyayla
ilgili ve uhrevî / öte dünyayla ilgili büyük zararlara sebep olur.
Zinanın yaygınlaşması, Allah Teâlâ’nın gazabını celbeden / çeken bir durum
olup, söz konusu yerlerde tâûn / salgın hastalık ve fakirlik yayılır.
Ayrıca, kul hakkı / insan hakkı söz
konusu olduğu için zina eden kişi, pişman olsa ve tevbe etse bile, hasmı /
davacısı olan insan ile helalleşmedikçe günahının bağışlanması mümkün olmaz.
Zina, dünyada hadd / ceza, âhirette ise azap görmeye ve cezalandırılmaya sebep
olduğu için kendisine "anet" (büyük zarar/meşakkat) adı verilmiştir.
2. Şer'î /
Hukukî Müeyyideler / Yaptırımlar
İslam şeriatı, zinanın ağır
sonuçlarını engellemek ve toplumu korumak amacıyla çeşitli hukuki müeyyideler
öngörmüştür:
A. Hadd-i Zina
·
Evli Olmayanlar İçin: Evli olmayan
kişi için hadd-i zina yüz sopadır. Köle için ise bu cezanın yarısıdır (elli
sopa).
·
Hapsin Neshedilmesi / Kaldırılması: Başlangıçta
zina eden kadınların ölüm kendilerini alıp götürünceye kadar evlerde
hapsedilmesi (evlerin onlara hapishane yapılması) emredilmişti. Ancak Hanefi
mezhebine göre bu hüküm, daha sonra sopa ile dövülme hükmüyle nesh /
kaldırılmış olup, hüküm böylece yerleşmiştir.
B. Zihar
Keffâreti / Kefareti
Zina olmamakla birlikte, cinsel
ilişkiyi haram kılan ve keffâret gerektiren bir durum olan zihar / eşini
kendisine nâmahrem olan bir yakınının bakılması haram olan bir uzvuna benzetme
(örneğin "Sen anamın arkası gibisin" demek) de kaynaklarda zinanın
önlenmesi bağlamında zikredilmiştir. Bu durumda kişi, keffâret / kefaret
vermedikçe eşine yaklaşamaz, onu öpüp kucaklayamaz. Bu, aile içi ilişkilerde
bile, zinaya yol açabilecek veya zinayı anımsatacak davranışlara karşı
gösterilen hassasiyeti ifade eder.
3. Zinanın
Neseb / Soy ve Velâyet / Ermişlik Üzerindeki Zararı
Zinanın en ilginç ve derin tasavvufî
/ sufizme ait zararlarından biri, zinadan doğan veled / çocuk üzerindeki
etkisidir:
·
Şeriat ve Velâyet Farkı: Zinadan doğan veled
/ çocuk, mertebe-i şer’de / şeriat mertebesinde (hukuken) ehl-i şehâdet
/ şahit olabilir; lâkin mertebe-i hakîkatte / hakikat mertebesinde ehl-i
velâyet / ermiş olamaz. Nübüvvet / peygamberlik de velâyet üzerine mebnî
/ kurulmuş olduğu için veled-i zina, nebî / peygamber de olmaz.
·
Cennet Meselesi: Makâsıd
adlı eserde veled-i zina / zina çocuğu cennete giremez rivayeti geçmekle
birlikte, âlimler bu hadis-i şerifin zahiri lafzı üzere hamledilmeyeceğine ittifak
/ fikir birliği etmişlerdir. Bu bağlamda, veled-i zina tabiri, "çok
zina yapan" manasında mecazi / sembolik olarak da kullanılmıştır, tıpkı
çok şahitlik yapanlara "yaprakların oğlu" denilmesi gibi. Rivayetin
tevili / yorumu, eğer veled-i zina ebeveyninin amellerinin misli gibi
amel ederse cennete giremez şeklinde anlaşılmıştır.
Bu incelikli bakış açısı, Bursevî
Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf arasındaki dengeyi koruma gayretini yansıtır.
Zira insanda bulunan nûr-i ilâhî / ilahi nur ve kalbindeki sır, onu
diğer insanlardan ayırır. Zina ise bu sırra ve insanın kemâline / olgunluğuna
bir engel teşkil eder.
Özet ve
Önleyici Tedbirler
Zinanın zararları, hem bireysel nefs
/ ruh ve kalp temizliğini hem de toplumsal huzuru tehdit etmektedir. İsmâil
Hakkı Bursevî'nin yaşadığı dönemde görülen sifâh (aşikâr zina) ve mühâdene
(gizli dostluk) şeklindeki câhiliye / bilgisizlik dönemi zinalarının
İslam'da kesinlikle yasaklanması, bu fiilin temelden reddedildiğini gösterir.
Korunma yolları ise şunlardır:
1.
Zinaya yol açan düşünce ve
hayallerden uzaklaşmak.
2.
Gözü nâmahremden sakınmak.
3.
Zaruret / zorunluluk olmaksızın
yabancı ile yalnız kalmamak, sohbet etmemek.
4.
Şüpheli ve zararlı işlerden uzak
durmak ve hadd / ceza gerektiren fiillere karşı tevbe / pişmanlık ve istiğfar
/ bağışlanma dilemek.
bu geniş muhteviyat /
kapsam dâhilinde zinanın yalnızca bir yasak değil, aynı zamanda ruhânî terakki
/ ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biri olduğunu görmüşlerdir.
İslâm ahlakının ve tasavvuf
düşüncesinin temelini teşkil eden mânevî/ruhânî kirlenme meselesine
odaklanmaktadır. Zina, fiilî / eylemsel boyutunun ötesinde, insanın gönül
ve ruh âleminde baş gösteren bir fesat / bozulma olarak ele alınır. Bu
yaklaşım, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, nefs-i
emmâre / kötülüğü emreden nefsin istekleri (hevâ / heves) ve kalp tasfiyesi
/ arındırılması bağlamında derinlemesine incelenmiştir.
Zinanın gönül ve ruh üzerindeki
zararları ve bunun manevî/ruhânî alandaki tezâhürü / görünümü, akademik bir
çerçevede aşağıdaki gibi tahlil edilmektedir.
I. Gönül ve Ruh Zinasının Kaynağı: Nefs-i Emmâre ve Hevâ / Heves
Fuhuş / çirkinlik (zina), öncelikle
kalpte ve idrak / algı merkezinde başlayan bir eğilimdir; bedende tecelli
etmeden / ortaya çıkmadan önce ruhu kuşatan bir hastalık halidir.
A. Nefsin Kötü
Vasıfları
Zina, kişinin fıtratını /
yaratılışını hasîs şehvet / aşağılık şehvetten ve nefsini hevâya
/ hevese itaatten temizleyememesi durumunda ortaya çıkar. Hevâ, ruh ve
bâtını / iç dünyayı ifsat eder / bozar. Nefsi emmârenin sıfatları / vasıfları
arasında hırs, emel / arzu, kin, kıskançlık, buğz / nefret, gadab / öfke,
cimrilik, kibir ve yalan gibi yerilmiş ahlaklar / kötü huylar bulunur. Bu kötü
vasıflar, ruhun saflığını bulandırarak ruhanî ahlakını bozar.
B. Nefs ve
Şeytanın İnsan Vücudundaki Rolü
Tasavvuf ehli, insanın vücudundaki
nefs / ruh, şeytan ve şer / kötülük kuvvetlerini, vücutta bulunan Yahudî ve
Hristiyanlara benzetir. Bu, kötülüğün dışarıdan değil, bizzat kişinin kendi
bünyesinde barındırdığı eğilimlerden kaynaklandığına işarettir. Şeytan ise
insan ve cinlerden haddini aşan herkes için kullanılır. Şeytan ve kabilesi,
insanların kendilerini göremeyeceği cihetten onları görürler, bu yüzden akıllı
kişinin büyük bir sakınma ile şeytanın şerrinden korunması gerekir.
II. Azaların ve
İdrâk / Algı Merkezlerinin Zinası
İslâm ahlakında zinanın başlangıcı,
fiilî / eylemsel aşamadan önce, duyuların ve kalbin kullanılış biçiminde
aranır. tam olarak bu noktayı işaret etmektedir: Gönül ve
ruhun zinası, azaların / organların günaha sevk edici eylemleriyle başlar.
A. Gözün Zinası
ve Kalbin Kirlenmesi
Zinanın önlenmesi, kalbin ve zihnin
zina ile ilgili düşüncelerden temizlenmesini gerektirir. Bu temizlik, öncelikle
görme duyusunun kontrolüyle mümkündür. Hadis-i şerifler ve ulema / âlimler,
kulak, göz ve gönül / kalp gibi her bir idrak merkezinin yaptıklarından mesul /
sorumlu olduğunu vurgular.
Bursevî Hazretleri'nin işaret ettiği
üzere, gözün manevî değeri, baktığı şeye göre artar veya azalır. Takvâ /
dindarlık sahibi büyükler, fetvâ / hukuki görüş bakımından caiz / yasal olsa
bile, şehveti tahrik etme tehlikesinden dolayı yabancı / nâmahrem kadınlara
bakmaktan sakınmışlardır. Bu, takvâ fevka emri'l-fetvâ / dindarlık,
fetvânın emrinin üzerindedir ilkesinin bir gereğidir.
B. Nefsânî /
Şehvanî Kirlilikler ve Kalbin Nuru
Kalp, ilâhî feyzin / lütfun
inebileceği bir kandile / lambaya benzetilir (kandil-i kalb). Feyzin
nüzûl etmesi / inmesi için kalbin, şehevânî / şehvete ait ve nefsânî
/ nefse ait pisliklerden arınması gerekir.
Gönül zinası, kalbin Allah’tan gayrı
/ mâsivâ’ya yönelmesi ve ona bağlanmasıyla gerçekleşir. İnsan, teveccüh
/ yönelme kaydından hâlâs / kurtuluş bulmadıkça kayddan / bağdan
kurtulamaz.
C. Lisanın /
Dilin Muhafazası
Zinanın manevî zararlarından
korunmada, gözden sonra lisan / dil gelir. Halkı yüzleri üzerine cehenneme
düşüren dillerinden sâdır / çıkan yakışıksız / uygunsuz sözlerden sakınmak (hıfz-ı
lisân) gereklidir.
III. Ruhânî
Arınma ve İtidal / Orta Yol
Gönül zinasından korunmanın temel
yolu, riyâzat / perhiz ve tezkiye / arınma ile ruhu kemâle /
olgunluğa ulaştırmaktır.
A. Riyâzat /
Perhiz ve Tezkiye / Arınma
Riyâzat, nefsi kötü vasıflardan ve
doğal şehvetlerden ıslah etmeye / düzeltmeye ve kurtarmaya denir. İnsan,
riyâzat ile bedenin hükmünü yok etmedikçe ve çok aldığı gıdaları eritmedikçe
kötü vasıfların aşırılıklarından kurtulamaz.
Kalbin cilâsı / parlatılması ise
ancak zikrullah (Allah'ı anma), Kur’ân-ı Kerim okumak ve Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri'ne salât u selâm getirmekle hasıl olur.
B. İtidal /
Orta Yol Prensibi
Şeriat, her konuda itidal / orta yol
ölçüsünü beyan etmiştir. Manen ilerlemek isteyen sâlik / yola giren kişi için,
nefsinin zıttına her gün terakki / ilerleme gerekir; iki günü birbirine eşit
olan kişi aldanmıştır. Bu, mânevî yolculukta ruhun durağanlığa düşmemesi
gerektiğine dair kuvvetli bir uyarıdır.
Özetle, gönül ve ruh zinası, tasavvuf ahlakında, hevâ
/ hevesin kalbi ve nefsi emmâreyi kirletmesiyle başlayan, göz, dil ve
diğer idrak merkezlerinin kontrolsüzlüğünden beslenen, insanın ilâhî feyzden
mahrum kalmasına yol açan en büyük mânevî tehlikedir.
Vefat Zamanı ve İlgili Hâller
Büyük mutasavvıf ve müfessir İsmail
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin vefatına dair son sözleri, vasiyetleri ve bu
döneme ait manevi hâllerine yönelik tetkikler, kaynaklarda detaylı bir şekilde
yer almaktadır.
I. Vefat Zamanı
ve İlgili Hâller
İsmail Hakkı Bursevî, 9 Zilkade 1137
Hicri (20 Temmuz 1725 Miladi) Perşembe günü akşama doğru Bursa’da Hakk'a
yürümüştür. Vefat ettiğinde Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Cenazesi,
Bursa Tuzpazarı’nda inşa ettirdiği Cami-i Muhammedî’nin kıble tarafına
defnedilmiştir.
Bursevî
Hazretleri’nin yaşamının son safhalarına dair manevi hazırlıkları mevcuttur.
Kendisi Bursa’ya gitmek üzere Mudanya’da karaya çıktığı zaman, ömrünün sona
ermek üzere olduğunu idrâk / anlama hâlinde bulunmuş ve tecerrüd-i
tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmek istemiştir. Bu durum,
kendisinin dervişlik mertebesine olan bağlılığını ve dünyevi bağlardan kopma
arzusunu göstermektedir. Bu bağlamda, dünyaya ve dünya işlerine bakışını
yansıtan ve vefatından önceki manevi yönelimine işaret eden şu duayı
zikretmiştir:
· "Rabbim! Beni miskin olarak yaşat,
miskin olarak öldür, kıyamette beni Zümre-i mesakinde haşret".
II. Vasiyet ve Son Sözlere Dair Tespitler
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin
vefatından önce kaleme aldığı bir manzumesinde (şiirinde) yer alan ve ruhunun
kurban edilmesi teması taşıyan şu mısra dikkat çekmektedir:
· "Kebş-i ruhum Hakk'a kurban
eyledim".
Ayrıca 1134 Hicri (1722 Miladi)
senesinde Üsküdar’da telif ettiği Nakdü'l-Hâl adlı eserinde de vefatına
işaret eden bir ibâre / ifade bulunmaktadır.
Genel olarak vasiyet, şer'î / İslâm
hukukuna dair ve tasavvufi tavsiyeler içerir:
1.
Vasiyetin Dini Önemi: Vasiyet etmek,
dinî amellerden / Allah rızası için yapılan işlerden sayılır. Vasiyet,
tokluk (hayatta) iken mal bölüştürmek gibidir. Bir kimsenin vefat etme ihtimali
sebebiyle hastayı ziyaret etmek farz-ı kifâye / yeterli sayıda kişinin
yapmasıyla diğerlerinin üzerinden sorumluluğun kalktığı bir farz olup, zira
hastanın vasiyette bulunma imkânı vardır. Vasiyete hazır olmak ve vasiyeti
yerine getirmek lâzımdır / gereklidir; aksi takdirde kişi âsî /
itaatsiz olur. Bâtın / manevi ehli açısından vasiyet hükmü asla mensûh
/ neshedilmiş değildir.
2.
Mürid ve Şeyh İlişkisine Dair
Vasiyet:
Bursevî Hazretleri, ulu’l-emr / emir sahiplerine (hükümdarlar, meşâyih /
tarikat liderleri, ulemâ / bilginler ve zühhad / zahidler) itâ’at
/ uyulması gerektiğini vurgulamıştır. Şeyhe i’tirâz / karşı çıkan mürid, irâdet dâ’iresinden
/ müridlik çevresinden çıkar ve mübtedi’ / bid'atçı / yenilikçi olur.
Zira mürid / öğrenci, irâdet / isteğini Hakk’ın iradesine ve
şeyhine teslim etmelidir. Şeyhe karşı gelmek, kişinin kalb / gönül
zülmetine / karanlığına ve ilâhî meded / yardımın kesilmesine yol açar.
3.
Ölüm Anında Telkin: Son anlarda
(sekerâtü’l-mevt / ölüm sarhoşluğu) iken yardımcı olunması için gerekli
inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerekir.
İsmail Hakkı
Bursevî'nin Rûhu'l-Beyân Tefsiri ve diğer eserlerinde sıkça vurguladığı sahte
şeyh ve kötü âlimler / bilginler hakkındaki şiddetli eleştirileri ve
bu kişilerin müminlere verdiği zararlara dair görüşleri, tasavvuf anlayışının
kritik bir boyutunu teşkil etmektedir.
Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî Meşguliyetin Kaynağı
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
manevi hayatında zâtını / şahsını en çok meşgul eden ve ona fikrî ve
ruhânî yorgunluk veren konuların, esasen irşâd / manevi rehberlik
görevi, kalbin tasfiyesi / arındırılması ve döneminin ehl-i hevâ
/ nefsine uyanları ile olan mücâdelesinden / mücadelesinden
kaynaklandığı görülmektedir. Bu mücâdele, hem bâtınî / içsel hem de zâhirî
/ dışsal boyutlarda cereyan etmektedir.
I. Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî
Meşguliyetin Kaynağı
İsmail Hakkı Bursevî'nin
külliyatında merkezi bir kavram olan kalb / gönül, aynı zamanda onun en
büyük meşgale / uğraş ve imtihân / sınav alanını teşkil eder.
Kalp, sadece bir organ değil, Allah'ın nazar-gâhı / baktığı yer ve hilâfet-i
vücûdun / vücudun hilafetinin makamı olarak kabul edilir.
1.
Kalb-i Selim'i Muhafaza Çabası: Kalbin fesâd
/ bozulmaya uğraması, kişinin imandan uzaklaşmasına, hatta küfre düşmesine
sebep olur. Bu nedenle, kalbi nefsânî / nefisle ilgili ve şehevî
/ şehvetle ilgili pisliklerden arındırmak (tezkiye ve tasfiye),
sürekli bir çaba gerektirir. Bursevî Hazretleri'ne göre, kalbin hayatı /
gönlün canlılığı hüzn-i dâim / sürekli hüzne bağlıdır, bu da sürekli bir
tefekkür / düşünme ve murakabe / kendini denetleme hâlini zorunlu
kılar. Zira tefekkür / derin düşünme, kalbin kandili / ışık
kaynağıdır ve bu ışık olmazsa kalp, karanlıklar içinde bocalayıp /
çaresizlik içinde kalır.
2.
Dünyevî Bağlardan Ayrılma Arzusu: Hazret,
Bursa'ya gitmek üzere Mudanya'da karaya çıktığında, ömrünün sonuna yaklaştığını
idrak ederek tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı ihtiyar
/ tercih etmek istemiştir. Bu, dünyaya ve dünya işlerine olan gönül bağını
tamamen kesme çabasının, kendisini meşgul eden en yüksek manevi kaygı olduğunu
göstermektedir. Hatta kendi ifadesiyle: "Ölmeden nefsin ölmesin iste,
kalbinin zinde olmasın iste / Kendi kendinden hicret / göç et erken, âlem-i
âh / ahlar âlemi bulmasın iste".
II. Toplumsal
ve Manevî Düzeydeki Mücâdeleler
Bursevî Hazretleri'nin zâhir
/ dış âlemdeki en büyük meşguliyet ve yorgunluk kaynaklarından biri de irşâd
/ manevi rehberlik faaliyetleri sırasında karşılaştığı sapkınlıklar ve zulümler
olmuştur.
1.
Mürşid-i Kâmil / Olgun
Mürşidin Sorumluluğu: Bursevî'nin sülûk / manevi yolculuk
prensiplerine dair açıklamaları, bir mürşidin omuzlarındaki büyük yükü ve bunun
getirdiği meşakkati / zorluğu gözler önüne serer. Kötü âlimlerin, halkın
elindekilere tama' / göz dikmeleri nedeniyle sapıtmaları ve sahte
şeyhlerin / yalancı rehberlerin, Allah'ın (hâşâ) kendi ailelerinin tekelinde
/ inhisarında olduğunu sanmaları, halkın manen ilerlemesini istememeleri,
Bursevî'nin şiddetle eleştirdiği ve mücadele ettiği konulardır. Bursevî'nin eserlerinin ana
temalarından biridir ve onu toplumsal alanda en çok yoran mesele / konu
olmuştur. O, bu müteşâyihleri / sahte şeyhleri, “Allah’a iftira
ederek yalan uyduran kimseden daha zâlim” olanlar arasına dâhil eder.
2.
Müridlerin ve Halkın Durumu: Bursevî
Hazretleri, görev yaptığı Üsküp’te, gayr-i meşrû / İslâmî olmayan
davranışları olan kadı ve ileri gelenlerle mücâdele / mücadele etmekten
geri durmamış, bu yüzden ölümle tehdit edilmiştir. Bu tür husûmet
/ düşmanlıklar, zâhirî / dışsal hayatının en zorlu dönemlerini teşkil
etmiştir. Ayrıca, mağrûrlar / kibirlenenler ve mürşid-i kâmil /
olgun mürşidi tasdik etmekte zorlananların hâlleri de onun irşâd /
manevi rehberlik görevini ağırlaştırmıştır. Mağrurların çoğu, kendi
tabiatlarının kötü hükümleriyle meşgul olup, mürşid-i kâmili / olgun
mürşidi tanımakta zorlanırlar. Bu, güneşi körlerin görmemesi veya balı, ağzı
acımsı olanların tatmaması gibidir. Bu istidâdı / manevi kabiliyeti
bozuk olanları doğru yola çekme çabası, şüphesiz / kuşkusuz büyük bir meşgaledir
/ uğraştır.
3.
Kendini Denetleme (Muhâsebe): Bursevî,
kendini sürekli muhâsebe / hesaba çekme hâli içindedir. Kaynaklarda, ömrünün
/ hayatının sonlarına yaklaştığı zamanlarda, kendi nefsiyle yaptığı tevbih
/ azarlama ve müzâkere / sorgulama metinleri yer almaktadır. Bu durum, zâtının
/ kendisinin taşıdığı manevi yükün ağırlığını ve sürekli taksîrden /
eksiklikten âh / ah çekme hâlini gösterir.
III. Nihai Yorgunluk: Sekerâtü’l-Mevt
Bursevî Hazretleri'nin manevi
kaygılarının zirvesi, hayatın son anına, yani sekerâtü'l-mevt / ölüm
sarhoşluğuna yöneliktir. Kendisi, Rûhu'l-Beyân adlı eserinde bu konuda
özel bir hassasiyet göstermiş, ölüm anında Allah’tan yardım isteme ("Allâhım!
Sekerâtü'l-mevt üzerine bana yardım et!") duasını zikretmiş ve
bu inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bu, dünyevi meşgaleler sona erdiğinde, ruhu Hakk'a teslim etme anının meşakkatinin
/ zorluğunun, nihai bir kaygı olarak zâtını / şahsını meşgul ettiğini
göstermektedir.
Yukarıda arz ettiğim üzere, Bursevî
Hazretleri'ni en çok meşgul eden meseleler, kalbin tezkiye /
arındırılması, nefisle yapılan mücâhede / mücadele ve sülûk /
manevi yolculuk erkanına aykırı davrananlara karşı verdiği irşâdî /
manevi rehberlik amaçlı mücadeleler olmuştur. Bu mücâdeleler, onun Bursa'ya
hicret etmesine yol açan zorluklardan, sahte şeyhlerin eleştirisine kadar
uzanmaktadır.
Müteşâyih
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin zâtının
/ şahsının bütün eserlerinde şiddetle mücadele ettiği hususlardan biri de,
kaynaklarda "müteşâyih" olarak isimlendirilen, kendiliğinden /
kendi başına irşâd / manevi rehberlik makamını iddia edenlerdir.
Bursevî Hazretleri'nin külliyatında
bu sualin cevabı katiyetle / kesinlikle olumsuzdur: Bir kimsenin kendi başına şeyhlik / mürşid-i
kâmil / olgun rehberlik iddia etmesi, manevi yolda kabul edilemez ve ağır
bir sapıklık / dalâlet olarak görülür.
Bu durumun gerekçeleri ve sonuçları
aşağıda arz edilmiştir:
I. Kendi Başına Şeyhlik İddiasının Reddi ve Müteşâyihlik Kavramı
İsmail Hakkı Bursevî, şeyhlik
makamının, insanın kendi arzusuyla ulaşılabilecek dünyevî bir rütbe olmadığını,
bilakis İlâhî bir tayin ve devir / hilâfet olduğunu vurgular. Kendi
başına şeyhlik iddia edenler, tasavvuf terminolojisinde "müteşâyih"
olarak adlandırılırlar.
1.
Müteşâyihlerin Kimliği ve
Motivasyonları:
o
Bursevî'nin yaşadığı son asırlarda, âlim
/ bilgin ve ümmî / sıradan birçok kişinin şeyhlik davasına düştüğü;
ancak bunlardan birinin dahi hakiki hâlden / manevi gerçeklikten
haberdar olmadığı belirtilmiştir.
o
Bu iddia sahipleri, halkı büyüleyip,
yiyecek, giyecek ve para toplamakta ve halkın elinde bulunan maddî imkânlara
/ mal varlığına tama' / göz dikmektedirler. Bu, kötü âlimlerin en çok
sapıtma sebebidir. Zira ahiret ehli olanların dünya malına tama'
etmeleri caiz değildir.
o
Sahte şeyhlerin bir kısmı, kendi
ailelerinden gelenlerin şeyh olabileceğini sanarak, Allah'ın (hâşâ)
kendi ailelerinin tekelinde / inhisarında olduğunu zannederler.
2.
Manevî ve Hukukî / Şer'î Hüküm:
o
Müteşâyihler / sahte
şeyhlik taslayanlar, "Allah'a iftira ederek yalan uyduran kimseden daha
zâlim" olduğu yönündeki ayet-i kerimenin hükmünün altına girerler.
o
Müellif, sofuluk taslayan, şeyh
olduklarını iddia eden ve tarikat ehli olduklarını söyleyen kişilerin
hallerinde bir düzelme olmamasından üzüntü / teessür duyduğunu ifade
etmiştir.
o
Kendi kendini meşâyih / şeyh
ilan edenler, istidatları / manevi kabiliyetleri bozuk olup, gurur
/ kibir ve cehâlet / bilgisizlik içindedirler. Bunlar mağrûrlar
ve müstedrecler / derece derece sapıklığa kayanlardır ki, sonunda hâlleri
hayâl-i mahz / sırf hayal olduğu ortaya çıkar.
II. Şeyhliğin İzin ve Şartları
İslam Hakkı Bursevî'ye göre, irşâd
/ manevi rehberlik makamına ehil olmanın temel şartı, bu görevin ehlinden
alınması ve İlâhî bir tayine / atamaya mazhar olmasıdır.
1.
Hilâfetin Verilişi:
o
Bir müridde hilâfet eseri
zuhur etmedikçe, onu halife / vekil olarak bilmek caiz olmaz. Bu,
şeyhliğin ilahi bir lütuf sonucu, meşru / yasal bir mürşid-i kâmil /
olgun rehber tarafından tayin edilmesini gerektirir.
o
Şeyhin
müride irşad / manevi rehberlik makamı vermesinin sebebi, halkın Hakk’tan
gelecek feyzi ve irfanı doğrudan kabul etme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu manevi
boşluğu dolduracak kişinin, bâtını / manevi yönü düzeltilmiş (ıslâh)
olması gerekir.
2.
Mürşidin Vasıfları:
o
Hakiki mürşid-i kâmiller /
olgun rehberler, keşif ehlidirler; eşyanın hakikatini keşfetmiş ve
mahiyetini kavramış kişilerdir. Onlar denizlere dalan dalgıçlar
gibidirler.
o
Kamil bir zâta bakılırken, onun beşeriyyetine
/ insan olma yönüne değil, nûr-ı ilâhîden / Allah'ın nurundan kendisine
akseden nûra ve kalbindeki sırra nazar etmek gerekir.
o
Mürşid, müridi akli ve şer'î
delillere, sabra ve zikre / Allah'ı anmaya devam etmeye
yöneltmelidir.
3.
Mürşidsiz Sülûk / Manevi Yolculuğun
Tehlikesi:
o
Manevi yol, beşeriyet zulmeti
/ insanlık karanlığı ve yüz binlerce tehlikeyle doludur. Bu tehlikeleri
ancak Hızır Aleyhisselâm gibi yol gösteren ve yolunu aydınlatan bir mürşid-i
kâmil olmaksızın aşmak mümkün değildir.
o
Mürşidi / rehberi
olmayan kişi, manevi hedefe ulaşamaz ve şeytanın elinde güçsüz kalır.
Nefis, şeytanın yakın arkadaşı olup, insanı sürekli kötülüklere sevk eder. Bu
nedenle, kendi başına şeyhlik iddiası, büyük bir dalâlet / sapıklık
tehlikesidir.
III. Hatırlatma
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin manevi otonomi / özerklik ve otorite anlayışını
aydınlatmaktadır. Önceki yazılarımızda kısaca değinilmiş olmasına
rağmen, Bursevî'nin manevi rehberliğin temelini oluşturan, zâhirî ilimler
/ dışsal bilimler ile bâtınî irfân / manevi bilgi arasındaki
ayrıma verdiği önem, ayrı bir tetkiki / incelemeyi gerektirmektedir.
Bursevî,
ilm-i mücerred / kuru bilginin tek başına yeterli olmadığını, hatta
Tarsus'ta türbesi kapalı kalmış olan Halife Me’mûn gibi, melekât-ı fâzılası
/ faziletli yönleri olmasına rağmen Hakk'a mühtedî / doğru yola girmiş
olmayıp dâll / sapkın kalmanın mümkün olduğunu belirtir. Bu bağlamda, ilm-i
mücerred / kuru bilginin insana kifâyet / yeterli gelmediği, aksine ayne’l-yakînden
hisse-mend / gözle görme kesinliğinden pay sahibi olmanın vacip olduğu
fikri, mürşid / rehber olmanın temel ehliyetini ortaya koymaktadır.
Vâridât / İlhamlar Ve Aldığı İşâretler
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin
gördüğü rüyalar, manevi vâridât / ilhamlar ve aldığı işâretler,
onun hem ilmî / akademik çalışmalarına hem de irşâd / manevi rehberlik
faaliyetlerine temel teşkil etmiştir. Bursevî Hazretleri’nin manevi yolculuğu /
sülûkü boyunca, bu gaybî / görünmeyen âlemden gelen
yönlendirmeler, onun hayatında belirleyici rol oynamıştır.
İsmail Hakkı Bursevî, kulun kastı
olmaksızın / iradesi dışı kalbe gelen manâ ve ilhamlara (vârid)
büyük önem vermiş ve ömrünün son otuz kırk yıllık kısmında muhatap olduğu bu
ilâhî hitapları kayda geçirip şerh etmiştir.
I. Manevi Eserlerin Telifine Yön Veren Rüyalar
Bursevî Hazretleri’nin en önemli ve
hacimli eserlerinden bazılarının yazılması, doğrudan manevi işaretler ve
rüyalar ile gerçekleşmiştir:
1.
Rûhu'l-Mesnevî Şerhinin
Başlangıcı: Bir arkadaşının isteği üzerine Mevlânâ’nın Mesnevî'sini
şerh etmeye başlayan İsmail Hakkı, rastgele bir beyit okuduktan sonra gece
rüyasında kendisine büyük bir cilt verildiğini görmüştür. Bu cilt, arkadaşının
kendisinden açıklamasını istediği kitaptır. Bu rüya üzerine Bursevî, Mesnevî'nin
birinci cildini şerh etmeye başlamıştır.
2.
Şeyh-i Ekber’den Tütün Yasağı: Üsküp’te bulunduğu sırada
gördüğü bir rüyada, büyük mutasavvıf Şeyh-i Ekber (Muhyiddin İbn Arabî)
tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir. İsmail
Hakkı, Şam’da iken de bu talimatın birkaç rüyada tekerrür / tekrar
ettiğini belirtmiştir. Bu tür rüyalar, manevi otoritenin yaşam tarzına dair
doğrudan hüküm vermesi açısından önemlidir.
II. Hayat Yörüngesini Belirleyen İşaretler ve İlhamlar
Rüyalar ve manevi hitaplar / vâridât,
Bursevî Hazretleri’nin fiziksel seyahatlerine, ikametgâh seçimlerine ve resmi
görevlere karşı tutumuna doğrudan etki etmiştir:
1.
Hicret Kararları ve Hâllerin
Yönlendirilmesi: İsmail Hakkı, gördüğü rüyaların te’sîri / etkisiyle 1717
Miladi senesinde Şam’a gitmiş ve on kadar eserini orada kaleme almıştır.
Bursa’ya nihai dönüşünde (1723 Miladi), Üsküdar’daki Ahmediye Camii’nde
yaşadığı olaylardan sonra, dünya işlerinin kendisine göre olmadığını düşünmüş.
Bu dönüş sırasında, kendisine hal lisanı / manevi sesleniş ile "İki sene
oldu buraya geleli" şeklinde bir hitap gelmiştir. Bu hitap /
seslenme, Üsküdar’dan Bursa’ya dönüşünün manevi bir sırrı olduğunu, üç sene
takdir olunan sürenin bir senesinin mensûh / iptal edildiğini ve kalan
yirmi günün bir sene hükmünde / sayıldığını göstermiştir. Bu tür gayr-i
âdî / alışılmadık durumlar ve ahvâl-i acîbe / şaşırtıcı hâller,
muhkemat / kesin hükümler ve müteşabihat / benzer anlamlılar ilmini bilenlerce
idrak edilebilir.
2.
Resmi Görevleri Reddetme: Bursevî’nin
hayatındaki en önemli yönlendirmelerden biri, hocası Osman Fazlı Efendi’den
gelmiştir. Hocasının işareti / işareti üzerine, tahsili / eğitimi
yeterli olmasına rağmen elli sene boyunca hiçbir resmi hizmeti kabul
etmemiştir. Zira şeyhi,
"Şeyhler müftü olamaz" şeklinde bir cevap vermiştir. Nitekim
Şam halkı kendisine müftülük teklif ettiğinde, hocasının daha Üsküp’e giderken
yaptığı sıkı sıkı tenbihi / şiddetli uyarısı nedeniyle bu teklifi
reddetmiştir. Bu, onun hayat boyu resmî / devlet görevlerinden uzak
kalmasında manevi rehberliğin ne denli bağlayıcı olduğunu gösterir.
III. Tasavvufi İdrakte Rüya ve Vâridâtın Rolü
Bursevî’nin tefekküründe / düşünce
sisteminde, manevi ilhamlar, dünyevi bilginin ötesinde bir hakikati temsil
eder.
1.
Keşif ve Doğru Bilgi Kaynağı: Bursevî’ye
göre, mutasavvıf / manevi yol ehli âlimler, hadisleri diğer ulemâ / bilginler
gibi araştırdıktan sonra, keşfi / sezgiyi buna ilave ederek amel
ederler. Ancak, kalbe varid / gelen düşüncelerin içinde şeytani / şeytânî
olanlar bulunduğundan, keşfin mutlaka sahih / doğru olması gerektiğini
özellikle vurgular. Bu, manevi tecrübeler ve rüyalar yoluyla gelen bilgiyi
süzme gerekliliğine işaret eder.
2.
Tecerrüd / Dünya Bağlarından
Ayrılma:
Bursa’ya doğru yola çıktığında, ömrünün sona ermek üzere olduğunu anlamış
/ idrak etmiş ve tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı
ihtiyâr / tercih etmek istemiştir. Bu, yaşamının son safhasında bile
manevi hâllerin / durumların ve idrâkin / bilincin hayatına yön
verdiğini gösterir. Hatta son anlarında, sekerâtü’l-mevt / ölüm
sarhoşluğu üzerine Allah’tan yardım isteme inceliğinin evlatlara ve yakınlara
öğretilmesi gerektiğini dahi zikretmiştir.
I. Tütünün / Sigaranın Bâtınî / Manevi Yasaklanması
İsmail Hakkı Bursevî'nin tütün
kullanımına dair en kesin ve yönlendirici hükmü, sıradan fıkıh / İslâm
hukuku çerçevesinden ziyade, doğrudan rüya / manevi tecrübe yoluyla
gelmiştir. Bu durum, manevi rehberliğin, zâhirî / dışsal davranışları
nasıl te’sîr / etkilediğine dair önemli bir misal / örnek teşkil
etmektedir.
1.
Şeyh-i Ekber’den Gelen Emir: Bursevî, Üsküp’te
/ günümüzde Kuzey Makedonya'nın başkenti iken gördüğü bir rüyada, büyük
mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ather)
tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir.
2.
Emrin Tekrarı ve Takibi: Daha sonra,
Bursevî Şam’da bulunduğu sırada, bu talimatın kendisine birkaç rüyada tekerrür
/ tekrar ettiğini belirtmiştir. Bu rüya zinciri, tütün kullanmanın, Celvetiyye
Tarikatı'nın sülûk / manevi yolculuk disiplini açısından, manevi
makamların müsaadesine / iznine aykırı olduğuna dair kesin bir işaret
/ manevi uyarı olarak kabul edilmiştir.
Bu manevi talimatın, Bursevî’nin
kendi yaşam pratiğine dair kesin bir kural oluşturduğu ve buna riayet ettiği
anlaşılmaktadır.
II. Tütün Hakkında Zâhirî / Dışsal Mücâdeleler
Bursevî Hazretleri, tütün konusunu
sadece rüyasında aldığı emirle sınırlandırmamış, aynı zamanda yaşadığı dönemde
bu meselenin şer’î / hukuki boyutunu da aktif olarak tartışmıştır:
1.
Şam'daki Hararetli Tartışmalar: Bursevî, 1133 Hicri (1720-21
Miladi) yıllarında yaklaşık üç sene kaldığı Şam’da, bölgenin ilim erbâbı
/ bilginleriyle tütün/sigara içmenin haram olup olmadığına dair hararetli
tartışmalar yapmıştır. Bu tartışmaların özellikle Şeyh Abdülganî
en-Nablusî ile yapıldığı zikredilmiştir.
Bu durum, Bursevî’nin, bâtınî
/ manevi yolla elde ettiği bilginin (ilhamın / içine doğmanın), zâhirî
/ dışsal hayatın hukukî ve toplumsal meselelerinde de savunulması /
müdafaa edilmesi gereken bir hakikat olduğunu gösterir. Zira bir mürşid-i
kâmil / olgun rehber için hem zâhir hem de bâtın âleminin
hükümlerine uymak esastır.
Ebced / Harf Hesabı Ve Havâs / Gizli Özellikler Mevzuu
Ebced / harf hesabı
ve Havâs / gizli özellikler mevzuu, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tasavvufî
/ mistik ve ilmî / bilimsel külliyatında, özellikle ilm-i hurûf /
harf ilmi başlığı altında incelenen, ancak uygulanışı konusunda ciddi ihtiyat
/ dikkat ve ehliyet gerektiren bir alandır. Bursevî, bu ilmi reddetmez;
ancak onu taklîden / taklit yoluyla kullanan cahilleri şiddetle
eleştirir ve bu ilmin ancak mükâşefe / sezgi ve doğru manevi sülûk
/ yolculuk ile elde edilebileceğini vurgular.
I. İlm-i Hurûf / Harf İlmi ve Ebced Hesabına Dair Görüşler
Bursevî, ilm-i hurûf ve Ebced
hesabının derinliğini kabul etmekle birlikte, bu ilmin yüzeyde kalan, usûl ve
esaslarına vakıf olunmadan yapılan tatbikatlarının / uygulamalarının hiçbir fayda
/ menfaat sağlamayacağını belirtmiştir:
1.
Mükâşefe / Sezgi ve Ehil Olma Şartı:
o
Bursevî'ye göre, ilm-i hurûfu
/ harf ilmini tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe / sezgisel
keşif gereklidir.
o
Alternatif olarak, bu ilmi, ehl-i
tahkikten / araştırma ehli/gerçeği bilen bir kişiden öğrenmek gerekir.
o
Yalnızca bast / harfleri açma
ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden, mücerred
/ sadece Ebced hesabı üzerine taklîden / taklit yoluyla mukaddimeler
tertip / öncüller oluşturmak, bilginin âkım / kısır kalmasına sebep
olur.
2.
Yanlış Yorumlara ve Şeyh-i Ekber’e
İsnat Edilen Cehalet:
o
Bursevî, kendi zamanındaki
cahillerin (zamanımız cahillerinden niceler) bu ilm-i hurûfa dair
yanlış fikirleri olduğunu ifade etmiştir. Bu kişiler, Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i
Ekber) gibi büyük zâtların / şahsiyetlerin manzum / şiir ve nesir /
düzyazı olarak ortaya koyduğu işaretler / semboller hakkında, sırf fikr-i
sakimleri / hatalı düşünceleri üzerine "mürad budur" / kastedilen
şudur diyerek yorumlar yaparlar.
o
Bu sahte yorumlarla hareket edenler,
(haşa) Şeyh-i Ekber’e büyük bir cehil / bilgisizlik isnat etmekten
çekinmezler.
o
Eğer bu zanm-ı kâzib /
yalancı zannın sahiplerinin hayal ettiği mânâ doğru olsaydı, bunun hâriçte
/ dış dünyada kesinlikle eseri zâhir / açıkça görülen bir sonucu olması
gerekirdi.
II. Manevi Bilginin Kaynağı ve Kontrol Mekanizması
Havâs / gizli
özellikler ilmi, esasen gayb / görünmeyen âlemden gelen bilgilere
dayanır. Bursevî, bu bilgilerin kaynağı olan vâridât / ilhamlar ve keşif
/ sezgisel buluşun doğruluğunu tespit etme zorunluluğuna dikkat çekmiştir.
1.
Vâridât ve İlhâm:
o
Vâridât, kulun kastı
olmaksızın / iradesi dışı gaybdan / görünmeyen âlemden kalbe gelen
manâlardır. Bursevî’nin kendisi, ömrünün son otuz beş kırk senesinde Vâridât-ı
Hakkıyye gibi bu tür eserleri kaleme almıştır.
o
İlhâmı / içine doğmayı melek
getirir, akabinde lezzet / tatlılık ve yeni bir ilim / bilgi
vücuda gelir; sûrette / dış görünüşte değişiklik olmaz.
2.
Keşfin Sahih Olma Zarureti:
o
Mutasavvıf âlimler, hadisleri diğer
ulemâ / bilginler gibi araştırdıktan ve usûl ölçüleriyle değerlendirdikten
sonra, buna keşfi / sezgisel bilgiyi ilave ederek amel ederler.
o
Bursevî, bu keşfin mutlaka sahih
/ doğru olması gerektiğini özellikle vurgular. Zira kalbe gelen düşünceler
içinde şeytânî / şeytan kaynaklı olanlar da bulunabilir. Bu durum, bâtınî
/ manevi bilginin bile şeriat / din kuralları ve hakikat /
gerçeklik süzgecinden geçmesi gerektiğini gösterir.
3.
Rüyalarla Gelen İşaretler:
o
Bursevî, hayatı boyunca manevi
işaretler almış ve rüyaları, irşâd / manevi rehberlik kararlarını ve
eserlerinin telif / yazım süreçlerini doğrudan etkilemiştir. Örneğin,
Mesnevî şerhine başlama kararı, rüyasında kendisine büyük bir cilt verilmesi
üzerine olmuştur.
o
Hatta gördüğü rüyalarla Tecerrüd-i
tâm / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmiş ve zâhirî
/ dışsal hayatının seyrini bu manevi vâridât / ilhamlara göre
düzenlemiştir.
Kabala
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Kabala
/ Yahudi mistisizmi hakkındaki yorumlarına yönelik olarak, kaynaklarımızda
doğrudan "Kabala" terimine veya Yahudi ezoterizminin / bâtınî
öğretilerine (örneğin Sefirot ya da Gematria) yönelik spesifik
bir tenkide / eleştiriye rastlanmamaktadır.
Ancak, Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle Rûhu'l-Beyân Tefsiri'nde, Yahudi inanç ve
uygulamalarına dair kapsamlı yorumlar ve tenkitler / eleştiriler
mevcuttur. Bu yorumlar, Kabala'dan ziyade, Yahudi tarihinin ve inancının Şer’î
/ hukukî ve itikadî / inançsal boyutlarına odaklanmaktadır.
I. Yahudiliğin İnançsal ve Amelî Hâllerine Dair Yorumlar
Bursevî, Yahudileri ele alırken
genellikle onların tarihsel süreçteki zulüm / haksızlık ve hıyanet
/ ihanet eğilimlerini, ilâhî emirlere karşı direnişlerini ve sapkınlıklarını vurgular
/ altını çizer.
1.
İlâhî
Emirlerin Reddi ve Tahrifi / Bozması: Yahudiler, Allah'ın âyetlerini
yalanlamak ve O'nun kelamını tahrif / bozmakla itham edilirler. Onlara
tevbe etmeleri için Dağ / Tur Dağı'nın tepelerine kaldırılmasıyla tehdit
edilerek (zorla) Tevrat kabul ettirilmiştir. Onlar, kendilerine söylenen
hıtta (bizi affet) sözünü bile kırmızı buğday ver şeklinde
değiştirmişlerdir. Bu, onların İlâhî emirlere olan muhalefetlerinin /
karşı gelmelerinin şiddetini göstermektedir.
2.
Maneviyatın İptali: Yahudilerin,
cumartesi günü balık tutmama yasağını hile / düzenbazlık yoluyla
delmeleri, onların sadece zâhirî / dışsal değil, bâtınî / manevi
açıdan da yozlaşmasını gösterir. Onlar, yasaklanan günde denizin kenarında
havuzlar kazmış, balıkların buraya girmesini sağlamış ve pazar günü
avlamışlardır. Bu eylem, İlâhî emri dolaylı yoldan çiğneyerek zenginleşme
arzusunu yansıtmaktadır.
3.
Kibirlenme ve Hakikati Gizleme: Yahudilerin,
İslâm Dini'ni zorla kabul etmedikleri ve Tevrat'ı ancak üzerlerine dağ
kaldırıldıktan sonra kabul ettikleri belirtilir. Ayrıca onların kibre / tekebbüre
düşmeleri ve hakkı bâtılla bulayıp bile bile hakkı gizlemeleri, onların
manevi terakkiye / ilerlemeye mani olan temel vasıfları /
özellikleri olarak ele alınır.
II. Harfler ve İsimlere Dair Sufi Yorum (Mukayese)
Bursevî, her ne kadar Kabala'ya atıf
yapmasa da, kendisi ilm-i hurûf / harfler ilmi ve işârî /
sembolik yorum metodunu sıkça kullanır. Bu metot, Kabala'da da merkezi bir yer
tutsa da, Bursevî bunu kendi tasavvufî ve ehl-i sünnet geleneği
içinde uygular:
1.
Harflerin İşârî Manaları: Bursevî, Hz. Hüseyin isminin
başındaki "hâ" harfinin "hîta"ya / muhâfaza /
gözetim ve "Hakk"a işaret ettiğini belirtir. Bu tür bir harf yorumu
(ki ruhanî bir sırrı açığa vurma amacı taşır), onun manevi bilgiyi (irfân)
harfler üzerinden de elde etme yöntemine örnek teşkil eder.
2.
Manevi Gözetim ve Korunma: Bursevî'nin
Muhyiddin İbn Arabî'den naklettiği, evliyanın etlerinin / lahmlarının gıybet
/ dedikodu ve sû-i makâleye / kötü söze sebep olmasının helak /
yok oluş sebebi olduğu yönündeki ifade, manevi âlemdeki inkisârdan /
kırılmaktan kaçınma gereğini ve insan-ı kâmilin / olgun insanın
korunmuşluğunu vurgular. Bu, Yahudi mistisizmindeki korunma temalarından
farklı olarak, daha çok gıybetin / dedikodunun manevi yoldaki
yıkıcılığına dikkat çeker.
Şeyh Abdülganî en-Nablusî
Şeyh
Abdülganî en-Nablusî Hazretleri'nin İsmail Hakkı Bursevî tarafından nasıl değerlendirildiği /
takdir edildiği, mevcut kaynaklar muvacehesinde / ışığında, kendisinin manevî /
sülûk
yolculuğu esnasında yürüttüğü ilmî münakaşalar / tartışmalar üzerinden tespit
edilebilmektedir.
Doğrudan
bir kişilik değerlendirmesi olmamakla birlikte, Bursevî Hazretleri’nin Nablusî
ile olan entelektüel etkileşimi / etkileşimi, onun dönemindeki ilmî /
akademik konumu hakkında fikir vermektedir.
I. Şam'daki İlmî İletişim ve Münakaşa Ortamı
İsmail
Hakkı Bursevî, hayatının önemli bir döneminde, yaklaşık üç yıl süreyle Şam'da
ikamet etmiş ve burada te’lif / eser yazma faaliyetlerine devam etmiştir. Bu
süre zarfında, Bursevî'nin bölgenin ilim erbâbı / bilginleriyle tanışıp, tasavvufî
konularda fikir teâtisinde /
alışverişinde bulunduğu ve münakaşalar / tartışmalar yaptığı kaynaklarda
doğrulanmaktadır.
II. Tütün Meselesi Üzerindeki Hararetli Tartışma
Bursevî
ile Şeyh Abdülganî en-Nablusî arasındaki ilişkinin kaynaklarda belirgin bir
şekilde zikredilen ve hararet / şiddet derecesi yüksek olan konusu,
tütün/sigara içmenin şer'î / hukuki hükmü olmuştur:
1.
Münakaşanın
Konusu: Bursevî, Şam’da bulunduğu yıllarda, bölgenin ilim
erbâbı / bilginleriyle, özellikle sigara içmenin haram olup olmadığına
dair hararetli tartışmalar yapmıştır. Kaynaklar, bu konuda özellikle
Şeyh Abdülganî en-Nablusî ile çok tartışıldığını / münakaşa
edildiğini açıkça ifade etmektedir.
2.
Bursevî'nin
Manevi Dayanağı: Bu münakaşa / tartışmanın Bursevî için
âlî
/ yüksek öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zira, önceki yazılarımızda detaylıca ele
alındığı üzere, Bursevî Üsküp'te iken gördüğü bir rüyada, Şeyh-i Ekber
Muhyiddin İbn Arabî tarafından kendisine bizzat "tütün içme" emri
verilmiş ve bu emir Şam’da da tekerrür / tekrar etmişti.
Dolayısıyla, Bursevî'nin Nablusî ile yürüttüğü bu tartışma, kendi manevi
yolculuğunda aldığı bâtınî / içsel bir talimatı, zâhirî
/ dışsal âlimler karşısında savunma çabasının bir parçasıydı.
III. Değerlendirme Çerçevesi
Bursevî
Hazretleri, tütün meselesinde Muhyiddin İbn Arabî'den rüya yoluyla aldığı
yasağa sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu konudaki fikr-i
sâlimi / doğru fikri savunmuştur. Abdülganî
en-Nablusî ile girdiği hararetli / şiddetli tartışmalar, Nablusî’nin bu alanda
yetkin ve görüşleri dikkate alınması gereken bir muhatap /
tartışma partneri olduğunu göstermektedir. Bu, Bursevî'nin ilmî /
akademik ve irşâdî / manevi açıdan muvâzene / denge
sahibi bir zât / şahsiyet olduğunu ve hakikati bulmak adına
ilmî mücâdeleden / mücadeleden çekinmediğini ortaya koyar.
Ebced ve Havâs
İlm-i
Hurûf / Harf İlmi ve bu bağlamda Ebced ve Havâs konuları, İsmail
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Rûhu’l-Beyân gibi temel eserlerinde tasavvufî
/ mistik bilginin en derin katmanlarından biri olarak ele alınmaktadır.
Önceki yazılarımızda Bursevî'nin Havâs
ve Ebced gibi gizli ilimlere yönelik genel düşünceleri /
fikirleri ile mükâşefe / sezgi yoluyla elde edilmeyen bilginin kıymet
/ değeri olmadığını vurguladığını belirtmiştik. Burada ise, doktora /
doktora seviyesindeki bir inceleme üslubuyla, bu ilmin temel prensiplerini ve
kaynaklarda zikredilen özel harflerin manevi yorumlarını detaylıca arz
etmek zaruridir.
I. İlm-i Hurûf'un Yüksek
Mertebesi ve Mükâşefe Şartı
İsmail Hakkı
Bursevî'ye göre, İlm-i Hurûf, sırf zâhirî / dışsal bir hesaplama veya
dilbilgisel / nahiv bilgisi olmayıp, doğrudan melekût / manevi
âlem ve irfân-ı ilâhî / İlâhî bilgelik ile irtibatlıdır.
1. İlm-i Hurûfun Hakikati:
o
Bu ilmin remzini
/ sembollerini ancak ârif / bilenler idrak edebilirler. Zira onlar, elfâzdan
/ lafızlardan ma’ânîye / manalara intikal etmiş ve ma’ânîden /
manalardan hakāika / hakikatlere göç etmişlerdir.
o
İlm-i Hurûf'u tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe
/ sezgisel keşif gereklidir. Aksi takdirde, yalnızca ilm-i mücerred /
kuru bilgi ile sâhib-i irşâd / manevi rehber olunamaz.
o
Ârifler / bilenler, mülk / maddî âlem içinde melekût
/ manevi âlemi, melekût içinde ceberût / kudret âlemini ve ceberût
içinde de lâhûta / İlâhî âleme bakarlar. Bu manevi ilerleme sayesinde,
onlar harfteki noktayı ve noktadaki harfi bilâ-vâsıta / aracısız
görürler.
2. Cahillerin Eleştirisi:
o
Bursevî, ilm-i
hurûfa dair yanlış fikir sahibi olan ve sadece bast / harfleri açma
ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden,
taklit yoluyla öncüller oluşturan cahil / bilgisiz kimseleri şiddetle zem
/ kınama eder.
o
Bu gibi cahil
ve mahcûb / perdelenmiş kimseler, bu tür rumûz / sembolik sözleri
işittiklerinde ne anladıklarını bilmezler. Onların bu bilgiyi taklîden /
taklit ederek kullanmaları, istidrâca / yavaş yavaş sapıklığa kaymaya ve
dalâlete / sapıklığa yol açmıştır.
II. Harflerin Bâtınî ve İşârî
Yorumları
Bursevî,
tefsir ve şerh çalışmalarında, bazı harflerin yalnızca telaffuz / lafzî
veya gramatik / nahiv özelliklerini değil, aynı zamanda manevi ve ezelî
/ başlangıçsız sırları temsil eden işârî / sembolik anlamlarını da
açıklamıştır:
1. Hâ (حاء - Hâ) Harfinin Sırrı:
o
Hz. Hüseyin'in
ismindeki "hâ" harfi, Hîta'ya / gözetim ve Hakk'a /
Allah'a işaret etmektedir. Hz. Hüseyin’in Hak üzerine sâbit-kadem /
sabit ayakla durduğunu, yani Hak üzere hükmettiğini ifade eder.
o
Ayrıca, Hüseyin
kelimesindeki toplam üç nokta (bazı Arapça yazımlarında veya işârî
yorumlarda), ta‘ayyünât-ı selâseye / üç manevi tezahüre (ta‘ayyün-i zâtî
/ zatın tecellisi, ta‘ayyün-i sıfâtî / sıfatın tecellisi, ta‘ayyün-i ef‘âlî /
fiillerin tecellisi) işaret ettiğini söyler.
2. Be (باء - Bâ) Harfinin Hükmü:
o
Be harfi, lafız / telaffuz açısından eliften /
Elif’ten sonra gelmesine rağmen, mana bakımından daha kuvvetli olan metbu
/ takip edilen bir harftir.
o
Be, âmil / etkileyici (harf-i cer) bir harftir ve
kendi nefsinde haddi zatında kâmil / tam bir harftir. İlsak /
bitişme, istiâne / yardım dilemek ve izafet / ilişki manalarını
içerir.
3. Elif (ألف
- Elif) Harfi:
o
Elif harfi, be harfinin hilâfına / aksine, âmil
/ etkileyici bir harf değildir.
o
Elif, kıllet / azlık ile kesretin / çokluğun
arasını tefrik / ayırt etmek içindir.
4. Tenvîn ve İdğam / Kaynaşma Harfleri:
o
Bursevî'nin ilm-i
hurûf konusundaki titizliği / hassasiyeti, zâhirî / dışsal
ilimlerdeki (Sarf / Morfoloji ve Esvât / Fonetik) detaylarda da görülür.
Nûn ve tenvîn / çift hareke gibi harflerin idğam /
kaynaşma (şeddeli okuma), izhâr / açık okuma ve ihfâ / gizli
okuma kurallarını, harflerin yakınlık / kurb ve uzaklık / bu’d
durumlarına göre açıklar.
Annesi ve Babasi Hakkında
İsmail Hakkı Bursevî
Hazretleri’nin usûl / kök ailesine (anne ve babası) dair malumat ve
onlardan telakki / aldığı manevi ve ilmî dersler / eğitim,
Hazret’in hayatının ve Celvetiyye tarikatındaki sülûkünün / manevi
yolculuğunun temelini oluşturmaktadır.
I. Ailesinin Kökeni ve Kimlik
Bilgileri
İsmail Hakkı
Bursevî'nin annesi ve babası, hem zâhirî / dışsal hem de bâtınî /
manevi açıdan güçlü bir geleneğe mensup olup, onun yetiştirilmesinde önemli bir
role sahiptirler.
1. İsimler ve Köken:
o
Babası: Mustafa Efendi’dir. Babasının tam şeceresi /
soyağacı; Şah Hudânbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman Efendi olarak
geçmektedir. Aslen İstanbullu olup, Aksaray semtinde ikamet etmekteydi.
o
Annesi: Kerîme Hanım’dır. Kendisi Kadı Ahmet Efendi'nin
kızıdır.
o
Aydos’a
İntikal / Taşınma Sebebi: İsmail Hakkı’nın doğumundan
bir yıl kadar önce (H. 1062 / M. 1651-52’de) İstanbul Aksaray’daki evleri Esir
Hanı’nda çıkan büyük bir yangında eşyalarıyla birlikte yanmıştır. Bu zorunlu sebep
/ durum nedeniyle aile, İsmail Hakkı’nın doğduğu yer olan Aydos’a (H. 1063 / M.
1653) göç etmiştir.
2. Neseb ve Manevi Konum:
o
Bursevî, hem
baba hem de anne tarafından Peygamber neslinden (sadattan)
geldiğini ifâde / belirtmektedir. Bu durum, ailesinin hâl-i vakti
yerinde / maddi durumu iyi ve tanınmış bir aileye mensup olduğunu
göstermektedir. Ancak, tafsilâtlı / ayrıntılı şecere / soyağacı,
İstanbul’daki yangında yanmıştır.
II. Anne ve Babadan Alınan
Manevi Dersler
İsmail Hakkı
Hazretleri, ebeveynlerinin kendisine zâhirî / dışsal hayatı bahşeden
/ veren varlıklar olduğunu kabul etmiş ve onların manevi rehberliğe
yönlendirmesiyle hayatının yörüngesi / seyrini bulmuştur:
1. Manevi Yönlendirme:
o
Babası Mustafa
Efendi'nin meşrebi / yolu, İsmail Hakkı'nın yetişmesi üzerinde büyük bir
te’sîr / etki bırakmıştır. Küçük yaşta, babası onu Celvetiyye yolunun
büyüklerinden Osman Fazlı Efendi'ye götürmüş. Hazret, yedi sene boyunca
bu üstadın / hocanın yetiştirdiği talebelerden ders almış ve onun dua
/ niyaz ve iltifatlarına / iltifatlarına kavuşmuştur / mazhar
olmuştur.
2. İlmî Beklenti ve Borç:
o
Bursevî,
rahmetli anne ve babasına büyük bir borçluluk / minnettarlık
hissetmektedir. Onların tek dileği / en önemli arzuları, onun Kur’ân-ı
Kerim’i okuyup anlaması ve Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin hadislerine
/ sözlerine manâ / anlam verebilmesiydi. Bursevî, hâsıl / meydana
gelen sevabı / manevi karşılığı onların ruhlarına hediye /
armağan etmektedir.
3. Hükümlerde Ebeveynin Yeri:
o
Anne ve
babanın hakkı, beşeriyette hakları en büyük olanlardır. Allah’a şirk /
ortak koşmaktan sonra, anne ve babaya âsî / isyankâr olmanın haramlığı
/ yasaklığı zikredilmiştir. Onlara karşı gelmek, kişinin varlığına sebep
/ neden olan en yakın iki sebebe riâyet / uyum göstermemek demektir.
III. Ebeveyn Hukukuna Dair
Temel Dersler
Bursevî,
ebeveynin haklarını şer'î / İslâm hukukuna ve tasavvufî ahlâka
uygun olarak genişçe işlemiş, bu da onun aldığı terbiyenin / eğitimin
temelini yansıtmıştır:
1. İhsan ve İyilik:
o
Anne ve babaya
ihsan / iyilikte bulunmak, onlara kötülük / zulüm etmemek
demektir. Haram işleyen kişi, aslında kötülük / zulüm yapandır.
Onlara lâyık / yaraşır şekilde giyecek ve yiyecek temin etmek, örf
/ gelenek ve iyilikle muamele etmek, onlara karşı mütevazı /
alçakgönüllü olmak ve emirlerine uymak gerekir.
2. Dua ve Ahiretteki Durumları:
o
Anne ve babanın ölümünden sonra onlar için dua
/ niyaz etmek, mağfiret / af dilemek, Kur’ân-ı Kerim okumak ve sadakalar
/ hayırlar vermek, evladın vazifesidir / görevidir. Sâlih / iyi bir evlâdın yapmış olduğu hayır
/ iyilik ve sevapların, babaya (ve anneye) ulaşması, evlâdın onlar için mutlaka
dua etmesine bağlanmıştır.
3. İtaatin Sınırları (Hicret):
o
Kişi, İslâm
dininde mübâh / serbest olan konularda anne ve babasına itaat /
uyum gösterir. Ancak, anne ve baba müşrik / kâfir olsalar dahi, eğer şirk,
küfür veya mâsiyet / günah emrederlerse, kişi onlardan hicret
edip uzaklaşır. Bununla birlikte, dünyevî konularda onlara karşı yumuşak
/ lâtif surette sohbet / muamele etmeye devam etmelidir.
4. İlim Tahsilinde Öncelik:
o
Akâid, Fıkıh
/ Hukuk ve Ahlak / Tasavvuf gibi farz-ı ayın / her mükellefe
zorunlu olan ilimleri öğrenmek için, anne ve babanın izni olmadan evden
çıkmakta bir sakınca / beis yoktur; bu durum âsî / isyankâr olmak
anlamına gelmez.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder