Print Friendly and PDF

Yayınlar


Bunlarada Bakarsınız

 

İsmail Hakkı Bursevî 1. Bölüm

İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatının kronolojik bir düzen içerisinde, kapsamlı bir şekilde incelenmesi, onun Osmanlı dönemi tasavvuf ve ilim hayatındaki müstesna (istisnai) yerini daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. İsmail Hakkı Efendi, çok yönlü bir âlim, mutasavvıf, müfessir ve şair olarak, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel ortamına dinamik bir anlayışla hizmet etmiş önemli bir şahsiyettir.

İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı, kendi eserleri (özellikle Kitâbu'n-Netîce, Divan, Tamâmü'l-Feyz ve Silsilenâme-i Celvetiyye/Kitâbü’s-Silsile gibi) başta olmak üzere, sonraki araştırmaların temel kaynağı olmuştur.

I. Doğumu, Ailesi ve İlk Tahsil Yılları (1653-1674)

1. Doğum ve Aile Kökeni: İsmail Hakkı Efendi, Zilkade 1063 (Eylül 1653) senesinde, Pazartesi günü (Bazı kaynaklarda 14 Eylül 1653 veya 1652 olarak da zikredilir), günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan eski Edirne vilayetine bağlı Aydos kasabasında dünyaya gelmiştir. Kendisine ailesi tarafından "İsmail" ismi verilmiş olup, şiirlerinde kullandığı "Hakkı" mahlası (edebî takma isim) zamanla ismiyle bütünleşmiştir. Uzun süre Bursa'da ikamet etmesi ve orada vefat etmesi sebebiyle "Bursevî" nisbesi (lakabı) ile meşhur olmuştur. Ayrıca Aydos'ta doğduğu için "Aydosî", Üsküdar'da bir müddet kaldığı için "Üsküdârî" ve Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de "Celvetî" nisbeleriyle anılmıştır. Babası Mustafa Efendi aslen İstanbullu olup, H. 1062 senesinde (1652) İstanbul Aksaray’daki evinin Esir Hanı'nda çıkan büyük bir yangında yanması üzerine ailesiyle birlikte zorunlu olarak Aydos'a göç etmiştir. Annesi Kerîme Hanım'dır. İsmail Hakkı, gerek baba gerekse anne tarafından soyunun Peygamber sülalesine (Şeceresinin Hazreti Muhammed'e kadar uzandığını) dayandığını ifade etmiştir.

2. Yetişmesi ve Eğitimi: İsmail Hakkı henüz üç yaşındayken, babası tarafından Celvetiyye tarikatı şeyhi Osman Fazlı İlâhî Hazretleri'nin (vefatı: 1102/1691) huzuruna getirilmiş ve şeyhin dua ve iltifatına mazhar olmuştur. On yaşında, Osman Fazlı Efendi'nin Edirne'de bulunan talebesi Abdülbaki Efendi'nin terbiyesi altına girmiş ve yedi sene boyunca kendisinden dinî ve fennî (bilimsel) bilgiler almıştır. Tahsili sırasında okuduğu kitapları bizzat kendi el yazısıyla istinsah (kopya) etmiştir. Edirne'de icâzetini (diplomasını) aldıktan sonra, ilmini ilerletmek ve tasavvufa intisap etmek (girmek) amacıyla İstanbul'a gitmiş ve Osman Fazlı Efendi'ye mürid olmuştur.

II. İlk Görev Yerleri ve Toplumsal Mücadele Dönemi (1675-1685)

1. Üsküp Halifeliği ve Çatışmalar (1675-1685): İsmail Hakkı, yirmi yaşında Bursa'da ilk hocalık görevine başlamış (1675) ve 1086 (1675-76) yılında şeyhi tarafından Celvetî halifesi olarak tayin edilerek Üsküp'e gönderilmiştir. 1676'da, Üsküp'te yerleşik İstanbullu bir şahıs olan Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hatun ile evlenmiştir. (Kaynaklarda Afife Hanım'ın ilk eşi olabileceğine de değinilir). İsmail Hakkı'nın en az beş kez evlendiği aktarılmaktadır. Vefatından yirmi üç yıl sonra ölen eşi ise Âişe Hanım'dır. Üsküp'te bulunduğu dönemde gayr-i meşrû (İslâm hukukuna aykırı) davranışlarda bulunan Üsküp halkını irşad (doğru yolu gösterme) etmek maksadıyla vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur. Dinamik bir tasavvuf anlayışıyla halkın hizmetine koşmuş, memleketin derdiyle hemdert olmuş ve haksızlıklara karşı mücadele etmiştir (1682-1688 yılları arasında). Ancak bu eleştiriler ve tenkitler, Üsküp'ün ileri gelenleriyle (kadı ve müftü dahil) arasında soğukluğa ve husumete yol açmıştır. Hatta müftü ve yandaşları tarafından ölümle bile tehdit edilmiştir. Şikayetler üzerine şeyhi Osman Fazlı'dan gelen tavsiye doğrultusunda bir süre susmuş, ancak daha sonra şeyhi, Köprülü'ye tayin edilmesiyle bu çatışmalar son bulmuştur.

2. Köprülü ve Ustrumca Dönemleri: Köprülü'ye tayin edilen İsmail Hakkı, burada on dört ay kalmıştır. Ardından Ustrumca halkının daveti üzerine şeyhinden izin alarak oraya gitmiştir.

III. Bursa'daki Uzun ve Verimli Dönem (1685-1722)

1. Bursa'ya İntikali ve İlk Sıkıntılar (1685): 1096 H./1685 M. yılında, Osman Fazlı'nın Bursa'daki halifesi Sunullah Efendi'nin vefatı üzerine, İsmail Hakkı, hayatının en uzun ve en verimli dönemini geçireceği Bursa'ya halife (temsilci) olarak tayin edilmiştir. Bu tayin esnasında eşi Ayşe Hanım, Rumeli'yi bırakıp Bursa'ya gitmeyi kabul etmekte zorlanmış. İsmail Hakkı, şeyhinin emrine muhalefet edemeyeceğini belirterek eşini ikna etmiş ve 1096 Cumâde'l-âhir (Mayıs ortaları 1685) bir Cumartesi günü Bursa'ya varmışlardır. Bursa'daki ilk günleri zahmet ve mahrumiyetle geçmiştir. Oturacak ev ve çocukların geçimi konusunda sıkıntılar yaşamış, hatta geçimlerini sağlamak için bazı kitaplarını ve teşbihini (tespihini) satmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, M. Ali Aynî’nin aktardığına göre, 9 yaşındaki kızı taun (salgın hastalık) sebebiyle vefat etmiştir.

2. İrşad Faaliyetleri ve Eser Telifi (1685-1714): Bursa'ya yerleştikten sonra şeyhinin tavsiyesi üzerine Ulu Cami ve diğer camilerde vaaz ve nasihat etmeye başlamıştır. Kaynaklar, irşad faaliyetinin zirvesine Bursa'da ulaştığını belirtir. Vaazlarına Kur'an-ı Kerim'in son cüzünden başlayarak devam etmesi kendisine işaret edilmiştir. Bu dönem, İsmail Hakkı'nın en üretken olduğu yıllardır.

·      Şiir ve Edebiyat (1686-87): 1098/1686-87 yılı, onun için bereketli sayılmış; gönlünü eğlendirmek, gam ve kederini gidermek için şiir yazmaya başlamıştır. Bu şiirlerin boş sözler olmadığını, hakikatten haberli kişilerden işitilmiş ve rûhu’l-kudüsün (Kutsal Ruh'un) himmet kadehinden içilmiş sözler olduğunu ifade etmiştir. Şairin amacının hakikati aramak ve dillendirmek olduğu görüşündedir; mecazî aşkı anlatan ve hakikatten uzaklaştıran şiirin yasaklandığını düşünür.

·      Seyahatler ve Şeyh Ziyaretleri: Bursa'ya yerleştikten sonra (1096/1685–1101/1690) arasında, üstadı Osman Fazlı'yı ziyaret etmek üzere İstanbul'a beş defa gitmiştir.

·      Askeri Görevler (1695-1696): Sultan II. Mustafa'nın daveti üzerine 1107/1695 – 1108/1696 yıllarında Avusturya Seferlerine katılmış, orduda cihat (büyük savaş) sevabını ve sebatın ecrini anlatmakla görevlendirilmiştir. Seferler sırasında birkaç yerinden yara almıştır.

3. Hac Yolculukları ve Büyük Eserlerin Telifi (1700-1714): 1111/1700 senesinde Karlofça Antlaşması'ndan sonra Bursa’ya döndükten sonra ilk haccını yapmak üzere yedi ay süren kara yoluyla Mekke'ye gitmiştir. Dönüş yolunda eşkıyaların saldırısına uğramış, eşyası ve kitapları yağmalanmıştır. 1112/1701 senesinden itibaren yaklaşık on yıl boyunca Bursa’dan ayrılmamış ve bu süreyi meşhur tefsiri olan Rûhu’l-Beyân’ın tamamlanmasına adamıştır.

1126/1714 (21 Cemâziyelâhir Perşembe): Bursa’dan ayrılıp Tekirdağ’a hicret etmiştir. Kendisi bu gidişin İşâret-i İlâhiyye (İlâhî İşaret) ile olduğunu ifade etmiştir.

4. Son Seyahatleri (1717-1722): Yaklaşık 1717 senesinde gördüğü rüyaların etkisiyle Şam'a gitmiştir. Şam'da yaklaşık on eser kaleme almış, bu dönemde kaleme aldığı eserler arasında Tuhfe-i İsmailîyye ve Tuhfe-i Ömeriyye de bulunmaktadır. Şam halkı kendisine müftülük (dinî konularda fetva verme yetkisi) teklif etmiştir, ancak o, daha Üsküp'e giderken şeyhinin kendisine verdiği "kadılık ve müftülük gibi resmî memuriyetleri kabul etmeme" yönündeki sıkı tenbihine uyarak bu teklifi reddetmiştir.

1719 (Miladi) civarında Ferâhu'r-Rûh adlı eserini Üsküdar'da bitirmiştir. 1720 yılında İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar Ahmediye Camiinde dersler vermeye başlamıştır. 1722 yılında ise, görüşleri sebebiyle Tekirdağ’a gönderilmiş. Bu durum, daha önceki (önceki yazılarımızda bahsi geçen) Tekirdağ seyahatinden farklı bir mahiyet taşımaktadır.

IV. Son Dönem Bursa Hayatı ve Vefatı (1722-1725)

1722 yılında Tekirdağ’dan Bursa’ya geri dönen İsmail Hakkı, bu şehri son durağı olarak kabul etmiş ve vefatına kadar burada kalmıştır. 1135 (M. 1723) senesinde, Tuzpazarı semtinde inşâ ettirdiği Cami-i Muhammedî’yi (camii, medresesi ve çilehanesiyle beraber İsmail Hakkı Tekkesi) tamamlamıştır. Bu külliye, aynı zamanda Hikmetizâde Dergâhı ve Sırrî Zâviyesi olarak da bilinir. Son eseri olarak Kitâbu’n-Netîce’yi kaleme almıştır. Vefatına yaklaştığı zamanlarda dahi kendi nefsiyle hesaplaştığını gösteren manzumeler yazmıştır.

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, 9 Zilkade 1137 (20 Temmuz 1725) Perşembe günü akşamüstü Bursa'da vefat etmiştir. Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Kendi yaptırdığı Cami-i Muhammedî'nin kıble tarafına defnedilmiştir.


Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

  İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatını kapsamlı bir şekilde talep ettiğini göz önünde bulundurarak, hayatının büyük bir kısmını eser telif ederek geçiren bir âlimin, kronolojik hayat akışıyla bütünleşen eserlerinin (Mesnevî şerhi olan Ruhu'l-Mesnevî, tefsiri Rûhu'l-Beyân, Kitâbu'n-Netice ve Divan gibi) detaylı bir külliyat (toplu eserler listesi) analizi ve şiir görüşü hususları da konunun bütünlüğü açısından (önceki yazılarımızda bahsedilen veya bu kaynaklarda detaylıca yer alan kısımlar) eksik kalmıştır. Özellikle onun şairlik yönü, şiir yazma amacı ve hadis yorumlama metodolojisi derinlemesine incelenmeyi hak etmektedir. Zira kendisi yaklaşık 130 eser sığdırdığı velûd (çok eser veren) bir müelliftir.

İlginç Bir Bilgi:

İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin eşi Âişe Hanım’ın kendisinden bir eser yazmasını istediğinde, Bursevî'nin "birkaç gün çilehanemize girme de yazayım" dediği, Âişe Hanım'ın merakla kapıyı açtığında ise yaklaşık kırk kadar İsmail Hakkı'nın yazı yazdığını gördüğü aktarılmaktadır. Bunun üzerine Bursevî eşine hayatta oldukça bu sırrı kimseye söylememesini tembihlemiştir. Âişe Hanım bu olaya dayanarak Bursevî'den sonra vefat edeceğini anlamıştır. Bu menkıbe (yaşanmış olay), onun manevî hallerinin ve yazma disiplininin harikulade (olağanüstü) boyutunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.


Kronolojik Özet Tablo: İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı

Tarih (Hicrî/Miladi)

Olay

Yer

Kaynaklar

Zilkade 1063 / Eylül 1653

Doğum (İsmail, lakabı Hakkı)

Aydos

c. 1663 (10 Yaş)

Abdülbaki Efendi'den tahsilin başlaması

Edirne

c. 1674-1675

Abdülbaki Efendi'den icâzet (diploma) alması; Osman Fazlı Efendi'ye intisap

Edirne / İstanbul

1086 / 1675-76

Celvetiyye Halifesi tayin edilmesi

Üsküp

1676 / 1086

Ayşe Hatun ile evlenmesi

Üsküp

1682-1688

Haksızlıklara karşı dinamik mücadele dönemi

Üsküp

c. 1685

Üsküp'teki çatışmalar ve şeyhinin emriyle göç

Köprülü/Ustrumca

1096 / 1685 (Mayıs)

Bursa Halifesi olarak tayin edilmesi; Bursa'ya hicret

Bursa

1098 / 1686-87

Şiir yazmaya başlaması (Feyizli aylar)

Bursa

1096-1101 / 1685-1690

Üstadı Osman Fazlı'yı 5 kez ziyaret etmesi

İstanbul

1107-1108 / 1695-1696

II. Mustafa'nın Avusturya Seferlerine katılması

Avusturya Seferleri

1111 / 1700

İlk Hac (kara yoluyla); dönüşte eşkıya saldırısı

Mekke / Bursa yolu

1112-1117 / 1701-1706

Rûhu’l-Beyân Tefsirinin tamamlanması

Bursa

1126 / 1714 (Ocak)

İşaret-i İlâhiyye ile Tekirdağ'a hareket

Tekirdağ

c. 1717

Gördüğü rüyalar üzerine Şam’a intikal; Müftülük teklifini reddetmesi

Şam

1719

Ferâhu'r-Rûh eserinin bitirilmesi

Üsküdar

1720

İstanbul'da Üsküdar Ahmediye Camii'nde dersler vermesi

İstanbul

1722-1723

Bursa'ya son dönüşü; Cami-i Muhammedî'yi tamamlaması

Bursa

1137 / 20 Temmuz 1725

Vefat (Perşembe)

Bursa (Tuzpazarı)

Kaynaklar (APA Stili Dipnot Gösterimi İçin Kullanılan Bilgiler):

Excerpts from "1280-Ozun_Ozu-Lubbul_Lubb-Muhitdin_Ibn_Erebi-Chev-Ismayil_Haqqi_Bursevi-2000-125s.pdf" Excerpts from "BURSALI İSMAİL HAKKI HAZRETLERİ’NİN ESERLERİNDEN HAREKETLE ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts from "Bursevi_ve_Ruhue_l-Mesnevi-Kueltuer.pdf" Excerpts from "Ismail Hakki Bursevi - Iman Esaslarina Tasavvufi Bir Bakis_text.pdf" Excerpts from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf" Excerpts from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf" Excerpts from "Serh-ı ebyat-ı haci bayram-ı velı hz.- ı.hakkı bursevı hz..pdf" Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi 018901.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi envar.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi varidat .pdf" Excerpts from "ismail hakkı dürretül irfani.pdf" Excerpts from "ismail hakkı fatiha.pdf" Excerpts from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "kitabunnetice tüm.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKIYYESİ.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU2.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HZ.'NİN ESERLERİNDE HAYATINA AİT ANEKDOTLAR.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN KENZ-İ MAHFÎ RİSÂLESİ MUHTEVÂ VE TAHLÎLİ.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ-ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf"

İsmâil Hakkı Bursevînin Hazreti Peygamber'e Olan Aşkı

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Celvetiyye tarikatının seçkin bir temsilcisi olarak ilim, tasavvuf ve edebiyat alanındaki merkezi konumunun temelinde, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e   duyduğu derin aşk ve manevi bağlılık yer almaktadır. Bursevî'nin hayatı ve külliyatı, bu Peygamber sevgisinin hem nesebî (soy) hem de manevî (feyiz ve vâridât) boyutunu yoğun bir şekilde barındırır. Bu çalışmamızda, Bursevî'nin eserlerinden hareketle Hazreti Peygamber'e olan aşkının tezahürleri ve ondan aldığı manevî müjdeler (vâridât) kronolojik olmaktan ziyade tematik bir düzlemde incelenmiştir.

1. Hazreti Peygamber'e Olan Aşkın Nesebî ve İlmî Temelleri

İsmâil Hakkı Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  olan derin bağlılığını, kendisinin ailevi ve manevî kökenlerine dayandırmıştır.

1.1. Şerefli Nesep (Teşrîf-i Neseb-i Nebevî)

Bursevî, Kitâbu’s-silsile adlı eserinde, hem baba tarafından (Şah Hudâbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman Efendi) hem de anne tarafından (Kadı Ahmet Efendi'nin kızı Kerîme Hanım) soyunun Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  dayandığını vurgulamıştır. İslâm geleneğinde bu silsile (soy/zincir) meselesinin hem ilmî hem de nesebî açıdan taşıdığı büyük önem dikkate alındığında, Bursevî’nin bu konuya değinmesi, manevi üstünlüğün bir nişanesi olarak kabul edilir.

Hazreti Hüseyin (r.a.) hakkındaki risalesinde Bursevî, Hazreti Peygamber'in soyunu anlatmasının sebebini "Teşrîf-i neseb-i nebevî" (Peygamber nesebini şereflendirme) olarak ifade eder. Ona göre, gerçek şeref ve yücelik, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  ve onunla kurulan yakınlığa bağlıdır. Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i "âlemlerin kalbi" olarak nitelemekte ve O'nun ortaya çıktığı gibi kimsenin ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Peygamberliğin, urûc (yükselme) ve alçalmanın en kâmil tarzda gerçekleştiği mertebe olduğu görüşündedir.

1.2. Edeb ve Ahlak Vurgusu

Bursevî'nin Hazreti Peygamber'e olan aşkı, edebî metinlerde dahi mutlak bir saygı (tevkîr) ve edebî üslup hassasiyeti gerektirmiştir. Kendisi, Hazreti Peygamber 'i konu alan şiirlerin sonunda, bazı şairlerin edebe aykırı teşbihlerde bulunduklarını eleştirmiştir.

Bu eleştirilere örnek olarak:

1.   Hazreti Süleyman (Aleyhisselâm)'ın, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'in kapısında "asâ ve zenbil (sepet) ile bir gedâ (dilenci)" olduğu,

2.   Ya da Hazreti Mustafa 'nın dergâhının önünde bir "yetîm-i garîb (kimsesiz yetim)" iken şeref tacını bulduğu, gibi ifadelerin Hakk'a nispetle sahih olsa dahi edepten hâriç (dışarı) olduğunu savunur. Bu, Bursevî’nin aşkının, manevi hakikatler ile resmî şeriat sınırlarının (edeb) iç içe geçmesini gerektiren, hassas bir denge üzerine kurulduğunu göstermektedir.

Ayrıca, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e muhalefette bulunmanın (şikak ve musakka – ayrılıp muhalefete geçmek) ve O'nu hafife almanın küfür sayıldığı (icmâ ile) konularında ümmetin ittifakını aktarır. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in ahlakının ise, Hazreti Âişe (r.a.) tarafından belirtildiği üzere "Kur'ân-ı Kerim" olduğu bilgisini paylaşır.

2. Manevî Müjdeler ve Vâridât Kültürü

Bursevî'nin Hazreti Peygamber'den  aldığı veya O'nun manevî himmetiyle ulaştığı müjdeler, esasen tasavvufta "vâridât" (ilâhî geli/esinlenme) olarak adlandırılan keşfî (sezgisel) tecrübelerle ilgilidir.

2.1. Vâridâtın Kaynağı ve Niteliği

Bursevî, eserlerinin önemli bir bölümünü, Allah'tan kendisine gelen bu vâridât (ilahi geli/esinlenme) ve bunların şerhleri üzerine kurmuştur (Örneğin Kitâb-ı Kebîr gibi). O’nun bu manevi ilim ve keşifleri, derslerini görerek edindiği bilgilerle, ilham ve keşif sonucu edindiği kazanımları birleştirir.

Bursevî’ye göre, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in hali (durumu) diğerlerinden daha hassas ve salimdir. Hazreti Peygamber , "Benim gözlerim uyur ama kalb gözlerim uyumaz" hadisini dile getirmiştir. Bu, onun zâhiren mülk (madde) âleminde olsa da bâtınen melekût (soyut) âlemine açık olduğunun bir göstergesidir. Bu manevi açıklık ve hassasiyet, mürşid-i kâmillerin de Hazreti Peygamber'in varisleri olarak feyiz ve vâridât almasının temelini oluşturur.

Bu manevi feyz (imdâd/yardım), feyz-i mukaddes (kutsal feyiz) olarak adlandırılır ve Bursevî bunu feyz-i akdes (en kutsal feyzin) neticesi olarak görmüştür. Bu feyiz bir an kesilse, cin ve insanlardan hiçbir şey görünmez. Bursevî, bu manevi gıdaları (vâridâtı), keşifler ve müşâhedât (gözlemler) ile marifet denizinde avlanan bir tür "deniz avı"na benzetir.

2.2. Hakkı Mahlası ve Mükâfat

Hazreti Peygamber'e  olan bu bağlılık ve muhabbet, Bursevî'nin kendisine verilmiş olan Hakkı mahlasında da yansıma bulur. Bursevî şiirlerinde bu mahlası kullanmıştır. Bu mahlas, hocası Osman Fazlı Efendi tarafından, Bursevî'nin 1085/1674'te doğan oğlu Mehmet Cudi için yazdığı tarihte kullanılmış ve şeyhi tarafından beğenilerek kendisine bir mükâfat olarak verilmiştir.

2.3. Peygamberlik Vârisliği ve Mücadele Müjdesi

Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'e taalluk eden ikrar ve inkarın, O'na vâris olan kimselere de taalluk ettiğini savunur. Bu nedenle velilerin de, mertebelerini tamamlamaları için her asırda celâl (ululuk) ve cemâl (güzellik) tecellilerine (yansımalarına) maruz kalması gerektiğini ifade eder. Vârisin kemali, mirasçısı olduğu şerefli vücudun kemaliyle orantılıdır.

Bu vârislik durumu, Hazreti Peygamber 'in yaşadığı zorlukların vârisler için de bir mukadderat olduğunu işaret eder. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Hiçbir nebiye (peygambere) bana yapılan kadar eziyet edilmemiştir" buyurmasını, Bursevî bu manevi vârislik bağlamında ele alır. Bursevî'nin kendisinin de yaşadığı toplumun sorunlarından uzak durmayıp, görev aldığı her yerde zalimlerin yanlış davranışlarını tenkit etmesi ve bu uğurda birçok kovuşturma geçirmesi, onun bu mücadeleci vârislik anlayışının bir göstergesidir.

İsmâil Hakkı, eserlerinde Hazreti Peygamber 'in son dönemi ve ashabıyla helalleşmesi gibi konuları, "halkın hoşuna gidecek bir duygusallık içerisinde" anlatmıştır. Bu, onun manevi irşad metodunda Hazreti Peygamber 'in hayatının duygusal ve manevi boyutunu öne çıkarma arzusunu gösteren bir yaklaşımdır.

Sonuç ve Kaynakça

İsmail Hakkı Bursevî'nin yaşamı, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  olan aşk, manevî rütbeler ve elde edilen sırlar (vâridât/müjdeler) etrafında şekillenmiştir. Bu aşk, ona hem soy (neseb) yoluyla bir şeref atfetmiş hem de "Hakkı" mahlasını getiren manevi bir mükâfat olarak tecelli etmiştir.  (önceki yazılarımızda bahsi geçen) Bursevî'nin kronolojik yaşamının bu temeller üzerine kurulu olduğunu ve onun çok yönlü (velûd) müellifliğinin asıl amacının bu manevi bağlılığı ilim ve irfanla yaymak olduğunu hatırda tutmalıdır.

İsmâil Hakkı Bursevînin Namaz Hususunda Dikkat Ettiği   Hususlar

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin, eserlerinin ana gövdesini oluşturan Rûhu’l-Beyân tefsiri ve diğer külliyatı, namaz ibadetine (salât) sadece fıkhî (zahiri) bir vecibe olarak değil, aynı zamanda manevî seyr ü sülûkun (ruhani yolculuğun) zirvesi (mi’râcı) olarak büyük bir ehemmiyet (önem) atfetmektedir. Bursevî'nin namaz hususunda dikkat ettiği ve müntesiplerine (bağlılarına) telkin ettiği hususlar, zahirî ve bâtınî (dışsal ve içsel) gerekliliklerin tam bir entegrasyonunu (bütünleşmesini) esas alır.

Bu bağlamda Bursevî’nin namaz kılarken bilhassa üzerinde durduğu ana noktalar aşağıda tematik bir düzen içinde incelenmektedir:

I. Namazın Manevî Temeli: Huzur ve İhlâs (Bâtınî Şartlar)

Bursevî’ye göre namazın şekil (sûret) ve ruh (hakikat) olmak üzere iki yönü vardır ve gerçek kurtuluş, bu ikisini birleştirmekle mümkündür.

1. Huzûr-u Kalb (Kalp Huzuru) ve Huşû (Saygı)

Bursevî, namazdan maksadın yüce âleme yönelmek, Cenâb-ı Hakk'a (Aziz ve Celil olan Allah’a) yalvarmak ve O'nunla konuşmak olduğunu belirtir. Namazın hakikati, teveccüh (yönelme), huzur ve Allah ile beraber olma (ittisâl) hâlidir. Kendisine atfedilen tefsirlerde, gönül ve kalbin huzurunun, manevî hallerin ve sırların açığa çıkması için şart olduğu vurgulanır. Namazın farz olduğu gibi, Allah’ın huzurunda olduğunun bilincinde olmak da (yani huşû) farzdır. Bu manevi duruma ulaşmak, İhsan mertebesinde namaz kılmakla açıklanır: Zahid Hatem (k.s.) örneğinde olduğu gibi, namaz kılan kişinin Kâbe’yi iki kaşının arasında görmesi, kabrini önünde, Cenâb-ı Hakk'ı ise üzerinde ve kalbinde bilen bir zan (kabul) ile tekbir alması gerekir.

2. Niyet ve Riya’dan (Gösterişten) Kaçınmak

Namazın sıhhati için niyet, zorunlu bir şarttır. Ancak Bursevî, niyetin halis (saf) ve ihlâslı olmasını, yalnızca Allah rızasını (talebi) gözetmesini önemser. Kalpte riya (gösteriş) olması durumunda, kişinin namazın asıl sevabını alacağını, ancak ilâhî ihsanı (lütfu) alamayacağını belirtir. Münafıkların namazı, tembellik, ağırlık ve isteksizlik içinde kıldıklarını ve bunu halka gösteriş yapmak için yaptıklarını ifade eder ki, bu, namazın ruhuna tamamen aykırıdır. Namazda gösteriş, büyük bir günah olan küçük şirke (şirk-i asğar) benzetilir.

II. Namazın Fıkhî ve Şer’î Gerekleri (Zahirî Şartlar)

Bursevî, namazın bâtınî yönüne odaklanırken, zâhirî (dışsal) şartların da eksiksiz yerine getirilmesi gerektiğini kesin bir dille ifade eder.

1. Tadîl-i Erkân (Düzgün ve Tam Yapmak)

Namazı ikâme etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini muhafaza etmek, eksiksiz olarak yerine getirmektir. Tadîl-i erkâna riâyet etmemek, yani rükû ve secdeleri hafif tutmak, Bursevî'ye göre kişinin geçim sıkıntısı çekmesine neden olabilir. Bu durumdaki kişiler için Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) "Dön namazını kıl, sen namaz kılmadın," uyarısında bulunması, bu tür ibadetlerin kabul edilmediği endişesini gösterir.

2. Taharet (Temizlik) ve Hazırlık

Abdest ve guslün (boy abdesti) şartı, organlar üzerine suyun dökülmesidir. Abdest, Allah'a yakınlaşmanın bir sebebidir ve abdest almak, mâsivâdan (Allah'tan gayri her şeyden) ayrılmanın, namaz ise Allah’a ulaşmanın (ittisâl) işaretidir. Abdestin her farz, sünnet ve edebinde bir sır bulunduğunu ve maddi-manevi temizliğe (taharete) işaret ettiğini belirtir. İlginç bir husus olarak, sürekli abdestli (taharet üzere) kalmaya devam eden kişilere rızkın genişlemesi ve ölüm meleği geldiğinde şehadet yazılması gibi manevî mükâfatlar vaat edildiğini aktarır.

3. Namaz Elbisesi ve Edeb

İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin (k.s.) gece namazları için özel ve pahalı (1500 dirhem değerinde) elbise edindiğini aktararak, Allahü Teâlâ için (güzel elbiseler giyerek) süslenmenin, insanlar için süslenmekten daha evlâ olduğunu vurgular.

III. Namazın Toplumsal ve İbadetler Arası Konumu

Bursevî, namazı diğer farz ibadetlerle olan yakın ilişkisi ve cemaatle kılınmasının toplumsal önemi açısından da değerlendirir.

1. Namaz ve Zekâtın Birlikteliği

Namaz ve Zekât, bedenî ve malî ibadetlerin reisleridir (başları). Bursevî, Kur’an’da bu ikisinin sıklıkla birlikte anılmasını, birinin ancak diğeriyle kabul olmasıyla açıklar. Hatta Bursevî, zekâtını hakkıyla vermeyen kişinin namazının dahi kabul olunmayacağına dair hadis rivayetlerini (Yani "Zekat vermeyenin namazı yoktur") aktarmaktadır.

2. Cemaatle Namazın Fazileti

Cemaatle namaz kılmak, fıkıh mezheplerine göre farz-ı kifâye, vâcip veya kuvvetli sünnet-i müekkede olmakla birlikte, Bursevî bunun çok faziletli olduğunu ve tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstün olduğunu vurgular. Cemaatle namazın camide kılınması, İslâm’ın şiarını (sembolünü) izhâr (açığa vurmak) ettiği için daha faziletlidir. Cemaat, kuvvetin kaynağıdır; tıpkı savaşta saf tutmak gibi.

3. Nafile İbadetler ve Kaza Namazı

Nafile namazlar da kurtuluşun sebebidir. Özellikle İşrâk namazı (güneş doğduktan sonra kılınan) için, sabah namazını cemaatle kılıp güneş doğuncaya kadar zikirle meşgul olan ve sonra iki rek'at kılan kişinin, tam bir hac ve umre sevabı kazanacağı müjdesini aktarır.

Ancak (önceki yazılarımızda bahsedilen) kaza namazları konusunda dikkatli olunması gereken bir hususa parmak basar: Cuma günleri kılınan faziletli nafile namazların (kaza namazlarını sildiği iddiası olan) rivayetlerini ele alırken, bu namazların geçmiş namazların kazası yerine geçmeyeceğini, zira tevbenin şartının terk edilen farzları kaza etmek olduğunu vurgular. Bu tür namazlar ancak te’hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi hafifletebilir.

IV. Namazın Sırrı ve Maksadı: Vuslat ve Münâcât

Bursevî için namazın hakikat ve maneviyat açısından en yüce mertebesi, Mi'râc (göğe yükselme) ve Münâcât (yalvarma/konuşma) makamıdır.

1. Mi'râc ve Vuslat

Namaz, mü'minin mi'râcıdır. Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) Mi'râc'a çıktığında göklerdeki meleklerin ibadetlerini görüp, onların ümmetine farz olmasını istemesi üzerine, Cenâb-ı Allah'ın bütün bu ibadetleri beş vakit namazın içinde topladığına inanılır. Namaz, kulun Allah'a yakınlaşmasıdır. Hatta Allah'ın kuluna yakınlaşması (Hadis-i Kudsî’de geçtiği gibi: "Kul bana bir karış yaklaşırsa...") bu ibadetler vasıtasıyla gerçekleşir.

2. Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek

Musibet ve sıkıntı anlarında, namaz ve sabır (oruç olarak da tefsir edilir) ile yardım dilemek (tevessül edip Allah'a iltica etmek) gerektiği temel bir dikkat noktasıdır. Hazreti Peygamber (s.a.v.) bir iş konusunda sıkıntıya düştüklerinde hemen namaz kılarak Allah’a sığınırdı.

3. Peygamberin Namaza Olan Aşkı (İlginç Husus)

Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: 1- Kadın, 2- Güzel koku, 3- Namaz gözümün nuru kılındı," buyurmasını aktaran Bursevî, namazın Allah'a münâcât (yalvarış/gizli konuşma) olduğunu belirtir. Namaz kılan kişinin Rabbine münâcât ettiğini ve bu nedenle namazda etrafa bakmaktan kaçınması gerektiğini vurgular.

V. Namazı Terk Etme ve Geciktirme Konusundaki İhtiyat

Bursevî’nin üzerinde en çok durduğu dikkat çekici hususlardan biri de namazı terk etmenin veya geciktirmenin (te’hir) ciddi sonuçlarıdır.

·      Terk Etmenin Hükmü: Namazı terk edenin serbest bırakılmayacağı görüşünü aktarır. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'den (k.s.) rivayetle, kimin üç gün namazı terk ederse öldürülmeyi hak ettiğini, dolayısıyla namazın dinin direği ve en önemli taati olduğunu belirtir.

·      Ateş Benzetmesi: Salihlerin namazı, vücudu arındıran bir ateş iken, namazı terk eden kişi ise cehennem ateşinde yanar. Namaz kılmayan, oruç tutan ve gece ibadet eden nice kavmin sırf dünyalık hırsından dolayı cehenneme atılacağı uyarısını yapar.

·      Vakit Hassasiyeti: Namaz, mü'minler üzerine muayyen vakitlerle farz kılındığı için, vakti geçesiye kadar terk edenin ahirette büyük bir cezaya (Hukub azabına) maruz kalacağı rivayetlerini nakleder.

Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı

İsmâil Hakkı Bursevî’nin namaz konusundaki genel yaklaşımı, kişinin dünyevî kaygılardan ayrılıp (infisâl) abdest ile hazırlanması, manevî rütbesi ne olursa olsun (sekir hali dahi olsa) farzları terk etmemesi, ve kıldığı ibadeti tam bir huşu, ihlâs ve idrak ile (ta’dîl-i erkân) yerine getirerek Allah’a vuslatı (ulaşmayı) amaçlaması gerekliliği üzerine inşa edilmiştir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ibadetler (taat) hususundaki genel yaklaşımı (önceki yazılarımızda genişçe ele alındığı üzere), şeriatın zahirî (dışsal) hükümleri ile tasavvufun bâtınî (içsel) hakikatlerini mezceden (birleştiren) bir yöntem izlemektedir. Bu çerçevede, namaz ibadetinin temel direklerinden olan kaza namazları (vaktinde eda edilemeyip sonradan yerine getirilen farzlar) hususunda getirdiği izahlar, hem fıkhî (İslâm hukuku) kesinliği hem de halk arasında yaygın olan bazı yanlış inanışları düzeltme amacını taşımaktadır.

Bursevî, özellikle Rûhu’l-Beyân tefsirinde ve diğer eserlerinde, farz olan namazların yerinin hiçbir nafile (süpererogatory) ibadetle doldurulamayacağı ilkesini ısrarla vurgulamıştır.

I. Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı

Farz namazları vaktinde kılmanın farz olduğu gibi, vaktinde eda edilemeyen namazların sonradan kaza edilmesi de farzdır. Bursevî, namazın dinin direği olduğunu ve en önemli taat (ibadet) olduğunu vurgular. Bu bağlamda, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın (te'hir) ciddi manevi sonuçları vardır.

Hukub Azabı: Bursevî, bir hadis-i şerifi naklederek, kim bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunacağını belirtir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geçirdiği için (yani te’hir günahından dolayı) verilecek olmasıdır. Bursevî, Hukub’un süresini açıklarken, bunun yetmiş beş (bazı kaynaklarda seksen) yıl olduğunu, her senenin üç yüz altmış gün olduğunu ve ahiretin her gününün dünya günleriyle bin sene kadar olduğunu ifade eder.

Dolayısıyla, kaza edilse dahi te’hir günahı baki kalmaktadır; ancak kaza etmek, kulun bu farz borcunu yerine getirme çabasıdır ve tevbenin şartıdır.

II. Nafile İbadetlerin Kaza Namazının Yerini Tutamayacağı İlkesi

Bursevî, halk arasında (avâm) yaygın olan ve fıkhen (hukuken) mesnetsiz (dayanaksız) olan bir inanışı kesin bir dille reddeder. Bu inanışa göre, çok sevap verilen bazı nafile namazların kılınması, geçmiş farz namaz borçlarının yerine geçebilir (yani borcu düşürebilir).

1. Farzın Nafile İle Sakıt Olması Mümkün Değildir:

İlim ehli, hiçbir vacibin, ne mürettep (farzlara bağlı kılınan) sünnetlerin ne de mürettep olmayan (Duha veya Evvâbîn gibi) nafilelerin, ecir ve sevap bakımından farzlara ulaşamayacağı konusunda ittifak etmiştir. Avâmın, farz namazları terk edip nafilelere rağbet etmelerinin, nafilelerin kaza namazları yerine geçeceğine inanmaları sebebiyle olduğunu belirten Bursevî, "Bu asla meşru değildir" hükmünü vermektedir.

2. Ramazan'ın Son Cuma Namazı Yanılgısı:

İnsanlardan bazılarının, Ramazan-ı şerifin son Cuması'nda (Cuma-i Şerif), öğlen ile ikindi arasında bir günlük veya bir gecelik namazlarını kaza etmelerini (halk arasında yaygın olan bir rivayete dayanarak bunun tüm borçları sildiğine inanmaları), Bursevî, bunun geçmiş bütün namazların kazası olarak kişiye fayda vermeyeceğini açıklar. Bu tür namazlar, ancak te'hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi hafifletebilir, yoksa kılınmayan farzın yerine geçmez.

III. Kaza Namazlarının Tevbenin Şartı Olması

Bursevî, namazı terk etme veya geciktirme günahından kurtuluşun ancak tevbe ile mümkün olduğunu ve tevbenin de belirli şartları gerektirdiğini vurgular.

·      Tevbenin Şartı: Tevbenin şartlarından biri, geçmiş olan namazlarını (ve zekat gibi diğer ibadetlerini) kaza etmektir.

·      Sorgulama: Namazı kaza eden kişi, kazaya bırakıp sonradan kıldığı namazlarından dolayı (namazı kıldığı için) hesaba çekilmez; ancak, namazı vaktinden te'hir etmesinden dolayı hesaba çekilecektir. Bu da te'hirin ne denli büyük bir kusur olduğunu gösterir.

IV. Kaza Borcu Olanların Nafile İbadetlere Devam Etme Zorunluluğu

Kaza borcu olan kişilerin, farzları ikmal etme mecburiyeti, onları sünnet ve nafile ibadetleri terk etmeye itmemelidir. Bursevî'nin aktardığı fıkhî görüşlere göre:

Farz namazların sünnetlerini (mürettep sünnetler) kılmak, farzların noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı. Mürettep olmayan nafileler ise, sünnetlerin noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı.

Hanefî mezhebine göre, kaza borcu olan kişilerin, beş vakit namazın sünnetlerini (teheccüd, Duhâ, Evvvâbin, tesbih namazı ve mübarek gecelerde kılınan hacet namazları gibi) kılmasında sakınca yoktur. Yani nafile ibadetler, farzları telafi edemese de, ruhani kemalat (olgunluk) ve noksanlıkları giderme açısından terk edilmemelidir.

Özetle, Bursevî'ye göre kaza namazları mutlak bir farzdır ve te'hir (geciktirme) büyük bir günahtır (Hukub azabına neden olabilir). Hiçbir nafile namaz, kılınmayan farzın yerine geçemez. Ancak kaza borcu olan bir kişi, farz borcunu ödemeye çalışırken, aynı zamanda sünnet ve nafileleri de terk etmemelidir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Zekat Görüşleri

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin külliyatında ve bilhassa tefsiri Rûhu’l-Beyân’da ele alınan ibadetler (taat), zahirî (fıkhî) ve bâtınî (tasavvufî) boyutlarıyla birlikte, birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, Zekât ibadetinin, dinen zenginlik sınırına (nisâb miktarına) ulaşanlar tarafından yerine getirilmemesi hususu, sadece malî bir borçluluk olarak değil, aynı zamanda manevî kabul ve kurtuluş (felâh) noktasında büyük bir tehlike olarak ele alınmıştır.

Yapılan detaylı tetkiklerde, Bursevî'nin eserlerinde, zekât yükümlülüğünün doğması için gerekli olan fıkhî (İslâm hukuku) alt sınır olan nisâb (İslâm terminolojisinde nisâb miktarı, dinen zengin sayılmanın ölçütü) sahibinin (nisâb ashabının) sorumluluğu şiddetle vurgulanmakla birlikte [önceki yazılarımızda namazın kabulü ile zekâtın ilişkisinin bu bağlamda ne denli kritik olduğundan bahsetmiştik], bu nisâb miktarının modern fıkıh kitaplarında yer alan gram cinsinden altın veya gümüş karşılığının ayrıntılı hesaplama metodu veya miktarı açık ve doğrudan bir şekilde zikredilmemiştir.

Ancak, kaynaklarımızda, nisâbın ve malî kıymetlerin tespiti için kullanılan ölçütlere dair dolaylı veya başka hükümlere ait bazı bilgiler mevcuttur.

I. Nisâb Sınırının Belirlenmesine Dair İlmî Yaklaşımlar

Bursevî, nisâb miktarına sahip olan kişilerin bu ibadeti yerine getirme zorunluluğundan bahsederken, nisâbın tam miktarını değil, bu miktara sahip olanın manevî ve ahlâkî sorumluluğunu merkeze almıştır. Nisâb sahibi olmanın temelinde, kişinin malî yeterliliğe ulaşması ve bu malı temizleme yükümlülüğü yatar.

1. Nisâb Miktarı Yerine Nisâb Sahibinin Sorumluluğu

Zekât yükümlülüğünü doğuran zenginlik sınırı olan nisâb'a sahip olan kişi, bu farzı yerine getirmezse, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'den   aktarılan "Zekât vermeyenin namazı yoktur" rivayeti gereği, en temel ibadetlerinin kabulünü dahi tehlikeye atmaktadır [önceki cevaplarımızda bu durum detaylıca ele alınmıştır]. Bursevî, bu kişilerin "serbest bırakılmayacağını" (yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade ederek, fıkhî hükümden ziyade manevî yaptırıma odaklanır.

2. Kaza ve Diyet Hükümlerinde Kullanılan Malî Ölçütler

Bursevî'nin eserlerinde, nisâb miktarına dair doğrudan bir zekât tanımı bulunmamakla birlikte, o dönemde kullanılan malî kıymet ölçütleri dolaylı olarak şu hadiselerden anlaşılmaktadır:

·      Hırsızlık Nisâbı: El kesme cezasının (had) uygulanmasını gerektiren hırsızlık nisâbının (en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhem (gümüş para birimi) olduğu belirtilmiştir. Bu bilgi, "dirhem"in hukuki bir alt sınır belirlemede kullanılan temel ölçü birimi olduğunu gösterir.

·      Diyet Hesaplaması: Hataen (yanlışlıkla) meydana gelen katillerde (homicide) ödenmesi gereken diyetin hesaplanması bağlamında bin altın (bin adet altın) veya bunun karşılığı olan on bin dirhem gümüş kıymetinden bahsedilmektedir. Bu, zekât nisâbı olmamakla birlikte, o dönemdeki altın ve gümüşün birbiriyle olan takas (exchange) değerleri ve dirhem/altın gibi birimlerin ne denli büyük malî kıymetleri temsil ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca bu kaynakta, her altının on dirhem gümüş kıymetinde olduğu bilgisi de dolaylı olarak yer almaktadır.

II. Bursevî’nin Nisâbı Belirlemedeki Vurgusu

Bursevî, nisâbın belirlenmesinden çok, zekât mükellefiyetinden kaçınan nisâb sahiplerinin mal varlıklarını koruma şekline dikkat çeker. Zekât, kişinin malını mânevi pislikten ve cimrilikten temizleyen bir taharet (temizlik) aracıdır.

·      Sadakaların Bölüştürülmesi: Zekât malından nisâb miktarını borçlu olmayan bir fakire tek seferde (bir defada) vermek mekruh sayılmıştır. Bu ifade, nisâb miktarının tek bir kişiye verilebilecek maksimum zekât miktarının üst sınırı olarak kabul edilebileceğine dair fıkhî bir hassasiyete işaret eder.


Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

Nisâb miktarının kesin tespiti için gerekli olan (örneğin 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş gibi) fıkhî ölçüler, eldeki metinlerde açıkça yer almadığından (önceki yazılarımızda da görüldüğü üzere), Bursevî'nin zekât hakkındaki diğer eserlerinin derinlemesine incelenmesi, onun bu fıkhî detaylara nasıl yaklaştığını ortaya çıkarabilir. Zira Bursevî, klasik şerh metotlarını kullanırken, bir yandan da dönemin itibarlı kitaplarını (devrinde itibar edilen kitapların listesi) kaynak göstermiştir.

 

I. Zekâtın Nisâb Sahibi Üzerindeki Hükmü ve Konumu

Zekât, şeriatın farz kıldığı ve Bursevî'nin ifadesiyle mal nimetine karşı yapılması gereken bir şükürdür. Zekâtın farz olması, malî ibadetlerin reisi (başlangıcı) olarak kabul edilir.

Nisâb Kavramı: Bursevî, zekât yükümlülüğünün nisâb ashabına, yani dinen zengin sayılan kişilere farz olduğunu açıkça belirtir. Zekâtın farz kılınmasının amacı, malı manevi pislikten (necâsetten) ve kişiyi cimrilik (buhldan) hastalığından temizlemesidir (taharet).

II. Zekât Vermeyenin Durumu: Namazın Kabul Şartı

Bursevî’nin kaza namazları hususunda (önceki yazılarımızda bahsi geçtiği üzere) gösterdiği hassasiyet, zekâtın terk edilmesi durumunda daha da katılaşır; zira Bursevî'ye göre zekât ve namaz (salât), kabul edilmeleri için birbirlerine bağlıdır.

1. Namaz ve Zekâtın Bedenî ve Malî İbadetlerdeki Birlikteliği

Kur'ân-ı Kerim'de namaz ve zekâtın sıklıkla birlikte zikredilmesi, Bursevî'ye göre tesadüfî değildir. Bu birlikteliğin sırrı şudur:

"Her ikisinden biri ancak diğeriyle kabul olunduğu, içindir. Üzerine Zekât farz olan kişi, namaz kılmadığı zaman Zekâtı kabul olmaz, namaz kılan kişi de Zekât vermediği zaman namazı kabul olmaz".

Bu ifade, nisâb miktarı mala sahip olmasına rağmen zekât vermeyen kişinin, yerine getirdiği en temel bedenî ibadeti olan namazın (salâtın) dahi makbuliyetini (kabulünü) tehlikeye attığını gösterir.

2. Namazın Yokluğu Hükmü (Hadis-i Şerifler Işığında)

Bursevî, zekâtını vermeyenlerin namazının dahi kabul olmayacağına dair hadis rivayetlerini aktarır. Efendimiz Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"Zekat vermeyenin namazı yoktur.".

Bu durum, zengin olan ancak zekâtını ödemeyen kişinin, İslâm’ın iki ana direğini ihlâl etmesi sebebiyle büyük bir manevi kayba uğradığını gösterir.

3. Amellerin Feyizden Mahrum Kalması (Hazreti Musa Aleyhisselâm Örneği)

Bursevî, bu durumu Hazreti Musa Aleyhisselâm ile Allah Teâlâ arasındaki bir konuşma/munâcât hikayesiyle pekiştirir. Musa Aleyhisselâm'ın huşû (saygı) ile namaz kılan bir adama rastladığında, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey Mûsâ! Eğer o, her gün ve gece de; Bin rekat namaz kılsa. Bin köle âzât etse, Bin cenaze üzerine namaz kılsa, Bin hac yapsa ve bin savaşa katılıp savaşsa bile; zekâtını hakkıyla vermediği müddetçe, bunların hiçbiri, ona [fayda vermez]".

Bu anekdot, zekâtı terk eden nisâb sahibinin diğer tüm amellerinin (hac, oruç, sadaka, cihad) manevî feyz ve karşılığının (sevabının) zekât borcu sebebiyle ne denli zayıfladığını açıkça ortaya koyar.

III. Dünya ve Ahiret Akıbeti

Nisâb sahibi olup zekâtını vermeyenler, sadece amellerinin kabulü açısından değil, aynı zamanda dünya ve ahiret ahkâmı (hükümleri) açısından da ciddi tehdit altındadırlar.

1. Serbest Bırakılmama İlkesi

Kâdî Beyzâvî tefsirinden naklen Bursevî, namazı terk eden ve Zekâtı vermeyen kişinin serbest bırakılmayacağını (yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade eder. Bu, hem hukuken hem de maneviyaten bu kişilerin sorgulanmaya ve takibata alınmaya müstahak (layık) oldukları anlamına gelir.

2. Savaş Gerekçesi (Fıkhî Vurgu)

Bursevî'nin aktardığı gibi, Hazreti Ebû Bekir Sıddîk (r.a.), namaz ile zekâtın birbirinden ayrılamayacağını vurgulamış ve zekât vermeyenlere karşı savaş açma (cihad) kararını savunmuştur. Bu, zekâtın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda İslâm toplumunun temel direği ve dinin bir alâmeti (şiarı) olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

3. Kıyamet Gününde Sorgulanma

Kur'ân-ı Kerim'de cehenneme (Sekar) giren suçlulara sorulduğunda verdikleri cevaplardan biri "Biz namaz kılanlardan değildik" iken, diğeri "Yoksula da yedirmezdik" cümlesidir. Yoksulu yedirmemek (zekâtı ve sadakayı terk etmek), namazı terk etmekle aynı derecede cehennem sebebi olarak zikredilmiştir.

Sonuç

İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, nisâb miktarı mala sahip olmasına rağmen zekâtını (farz sadakasını) vermeyen kişi, yalnızca malî bir günah işlememektedir; aynı zamanda:

1.   Bedenî ibadeti olan namazının manevî kabulünü tehlikeye atmakta.

2.   Diğer tüm manevî çabalarının feyz ve sevabından mahrum kalmakta.

3.   Toplumsal ve manevî düzenin temel şartını ihlâl ettiği için serbest bırakılmayacak bir günahta bulunmakta.

Bursevî, bu durumu telafi etmenin yolunun nafile (süpererogatory) ibadetlerde aşırıya kaçmakla değil, farz olan zekâtı hemen eda etmekle (yerine getirmekle) mümkün olduğunu işaret etmektedir. Bu, onun şeriat ve hakikati birleştirme (cem' etme) metodu dahilinde, fıkhî yükümlülüklerin (farzların) yerine getirilmesinin manevî ilerlemenin (sülûk) temel şartı olduğu yönündeki değişmez tavrını yansıtmaktadır.

Fıtır Sadakası (Fitre)

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf külliyatında, farz ve vacip olan ibadetler (taat) hususunda fıkhî hükümleri manevî hakikatlerle (bâtınî yönler) birleştirme metodu (önceki yazılarımızda detaylıca ele alındığı üzere) temel bir yer tutmaktadır. Fıtır Sadakası (Fitre), malî ibadetlerin bir parçası olarak, Ramazan ayının sonuna doğru zengin olan (nisâb sahibi) her Müslüman'a vacip olan bir ibadettir. Bursevî'nin eserlerinde bu ibadet, hukuki tazminatlar için bir referans ölçü olarak zikredilmektedir.

I. Fıtır Sadakası'nın Fıkhî Yükümlülüklerdeki Referans Değeri

Bursevî, Fıtır Sadakasını (Fitre) doğrudan malî bir yükümlülük olarak ele alırken, onun miktarının diğer dinî tazminatların (keffâret) ödenmesinde bir ölçüt (miyar) olarak kullanılabileceğini belirtir.

Yemin Keffâreti (Keffâret-i Yemin) Bağlamı: Yeminini bozan (hânis olan) bir kişinin yükümlü olduğu keffâretin (tazminatın) üç seçeneği bulunmaktadır. Bu seçeneklerden biri şudur:

·      Kişi, on miskini (on fakiri):

o           Setr-i avret edecek kadar (avret yerini örtecek miktarda) giydirebilir, veya

o           Köle azad edebilir, veya

o           On miskinin her birine sadaka-i fıtr (fıtır sadakası) kadar nesne verebilir (bir şey verebilir).

Bu ifade, sadaka-i fıtr miktarının, dinen belirli ve kabul edilmiş bir asgarî malî yardım birimi olduğunu ortaya koyar. Yemin keffâretinin yerine getirilmesinde, bu miktarın on fakire verilmesi, Bursevî’nin aktardığı fıkhî hükümlere uygun düşmektedir.

II. Fıtır Sadakası’nın Te’hir Edilmemesi ve Manevî Temizlik Vurgusu

Bursevî, zekâtı terk eden nisâb sahibinin namazının dahi kabulünün tehlikeye girdiğini [önceki yazılarımızda bu konu işlenmiştir], dolayısıyla malî yükümlülüklerin titizlikle yerine getirilmesi gerektiğini vurgular. Zekât gibi fıtır sadakası da malı manevi kirlerden temizleme amacını taşır.

Fıtır Sadakası’nın temel olarak hedef kitlesi, ihtiyaç sahipleri, yani fakirler ve miskinlerdir (çaresiz ve hareketsiz kalmış yoksullar). Miskin (bîçâre), fakirliğin kişiyi hareketten alıkoyup ticari bir işe el atamaz hâle getirdiği kişi demektir. Bursevî, halka lütuf ve ihsanla muamele kılmanın, miskinlere güzel söz söylemek ve sadakalar vermekle olacağını belirtir. Bu durum, Fıtır Sadakası gibi zorunlu malî ibadetlerin de bu ihtiyaç sahiplerini gözetme yükümlülüğünü kapsadığını işaret eder.

III. Namaz ve Fıtır Sadakası Arasındaki İlişki

Fıtır Sadakası'nın Ramazan orucunun kabulü ve tamamlanması için bir temizlik unsuru olması gibi, Bursevî genel olarak namaz ve zekâtın (ve malî ibadetlerin) birbiriyle olan kabul ilişkisini çok kuvvetli bir şekilde vurgular. Namaz ve zekâtın (malî ibadetlerin reisi) [önceki yazılarımızda bahsedilen] sıklıkla birlikte anılması, ikisinden birinin diğeri olmadan kabul olmayacağı anlamına gelir [önceki yazılarımızda namaz ve zekât ilişkisi]. Nisâb sahibi olmanın getirdiği bu yükümlülük, Fıtır Sadakası ile daha alt bir sınırda genişletilmiş olur; zira Müslümanlar üzerindeki malî sorumluluk, kişinin manevi kurtuluşu (fevz-i azîm) için zorunludur.


Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

Bursevî'nin tasavvufî eğitim (sülûk) ve mürşidlik (pîr) anlayışının, şeriat (fıkhî kurallar) temeline ne denli sıkı bağlı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Ancak (daha önceki taleplerinizde olduğu gibi), bu ibadetlerin kabulünün ve manevî ilerlemenin (terakkî) temel şartı olan halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin, yani nefsin şehvanî pisliklerden arındırılmasının, Fıtır Sadakası'nın getirdiği temizlik misyonuyla nasıl bütünleştiği detaylıca incelenmemiştir. Zira namazın abdestle başlaması gibi, Ramazan'ın temizliği Fıtır Sadakası ile tamamlanır ve bu temizlik, ruhani yükselişin kapısını açar.

Namaz Vakitleri

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf geleneğindeki müstesna (istisnai) konumu, şeriatın (hukuki ve zahiri kurallar) ve tarikatın (manevi ve bâtınî yol) hükümlerini titizlikle birleştiren metodundan ileri gelmektedir. Namaz (Salât) ibadeti, dinin direği ve müminin mi'râcı (yükselişi) olarak kabul edildiği için, bu ibadetin vakitlerine (evkât) riayet edilmesi, tekâlif-i şer'îyye (şeriatın getirdiği yükümlülükler) çerçevesinde mutlak adaletle hükmedilen temel bir farzdır.

Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın (te'hir) ve özellikle İmsak (Sabah namazı) ile Yatsı vakitlerinin titizlikle değerlendirilmemesinin doğuracağı manevî tehlikeler konusunda şiddetli uyarılarda bulunmuştur.

I. Namaz Vakitlerini Geciktirmeye Dair Genel ve Şiddetli Uyarılar

Namaz, müminler üzerine muayyen vakitlerle yazılı bir farzdır. Bu vakitlerin tayin edilmesi, kulun müsamahasını (geciktirmesini) ve gevşekliğini önlemek içindir. Namazı vaktinde eda etmek (ikâme), ona devam etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini eksiksiz olarak yerine getirmek (ta’dîl-i erkân) demektir.

Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın manevî sonucunu şu sert hükümle ifade etmektedir:

Hukub Azabı Uyarısı: Bir kişi, bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunur. Bu ceza, namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir etmesinden) dolayıdır. Bir Hukub, seksen yıldır; her sene üç yüz altmış gündür ve ahiretin her günü dünya günleriyle bin sene kadardır.

Bu, farz namazın vaktinin muayyen ve kesin olduğu ve vaktin geniş olması durumunun dahi (kullara seçim özgürlüğü bırakması) bu günahı hafifletmeyeceği uyarısıdır.

II. İmsak ve Sabah Namazı (Salâtü'l-Fecr) Vakti Hakkındaki Uyarılar

İmsak vaktiyle başlayan Sabah namazı (Salâtü'l-Fecr), dinî mükellefiyetin ilk ve en önemli vakitlerinden biridir.

1. Vaktin Tespiti ve Fıkhî Yaklaşımlar:

Cibril Aleyhisselâm'ın Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e   imamet (önderlik) yapması, namazların keyfiyetini ve vakitlerinin tayinini öğretmek maksadını taşımaktadır. Cibril, bir gün sabah namazına subh-ı sâdık (gerçek şafak/ilk vakit) zuhurunda, diğer gün ise tulû-ı şemse karîb (güneşin doğuşuna yakın/son vakit) imamet eylemiş ve bu iki vaktin arasının sabah namazının vakti olduğunu bildirmiştir.

Bursevî, Hanefî mezhebindeki yaklaşıma atıfla, İmam Ebû Hanife'nin vaktin âhirini (son vakit) tercih ettiğini (îsâr eylediğini) kaydeder. Zira vaktin âhirinde namazın vücûbu (zorunluluğu) müte’ekkid (pekişmiş) olur.

2. Manevî Te’hir ve Uyku Uyarısı:

Bursevî, Kitâbü’n-Netîce’de, seher vaktinde müezzinin “Namaz uykudan hayırlıdır” sözünün kendisine manevî bir vâridât (ilahi geli/esinlenme) olarak geldiğini belirtir. O'na göre namaz Allah’a münâcâttır (yalvarma ve yükseliş/urûc), uyku ise Hakk’tan halka iniştir. Bu, sabah vaktini uykuda geçirmenin, manevî yükseliş yerine alçalmayı tercih etmek anlamına geleceği yönünde bir ikazdır.

Ayrıca, sabah namazının cemaatle kılınmasının fazileti özel olarak vurgulanır: Kim sabah namazını cemaat ile kılar ve güneş doğuncaya kadar zikir (Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmek) ile meşgul olur, sonra kalkıp iki rek'at nafile (İşrâk) namazı kılarsa, kendisine tam bir hac ve umre sevabı verilir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaat ile kılan kişi, bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirmiş gibi olur.

3. Mekruh Vakit Uyarısı:

Sabah namazı kılındıktan sonra dahi, güneşin tam doğuşuna kadar namaz kılmak mekruh (işlenmesi hoş görülmeyen) sayılır. Bursevî, hadis-i şerifleri aktararak, Sabah namazından sonra tam güneş doğuncaya kadar hiçbir namazın caiz olmadığını, ancak Mekke-i Mükerreme'nin bu hükümden istisna olduğunu vurgular.

III. Yatsı Namazı (Salâtü'l-İşâ) Vakti Hakkındaki Uyarılar

Yatsı namazı, Bursevî'ye göre Musa Aleyhisselâm tarafından ilk kılınan namazdır. Bu namaz ve sonrasındaki vakit, özellikle gece ibadetleri (Teheccüd ve Evvâbîn) için bir başlangıç teşkil ettiğinden, büyük manevî öneme sahiptir.

1. Gece İbadetine Teşvik:

Gece ibadetinin zirvesi olan Teheccüd namazı, yatsıdan sonra uyuduktan sonra gecenin son üçte birinde kılınır ve Bursevî'ye göre bu en faziletli nafile ibadettir. Bu nafile ibadetin fazileti, kişinin yataktan kalkıp, rahatı terk ederek, uyanıkken (uyanıkken namaz kılınır) mücahede ve müşahede (gözlem) hâline geçmesiyle elde edilir. Bu durum, yatsı namazının vaktinde eda edilmesinin, gece manevî hazırlıklarına kapı açtığı uyarısını içerir.

2. Cemaatle Kılınmasının Fazileti:

Yukarıda (önceki yazılarımızda bahsedilen) Sabah namazı ile birlikte, Yatsı namazını cemaat ile kılmak, müminin bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirme sevabına nail olmasına vesile olur. Bu, müminlerin bu iki vakit namazına olan dikkatlerinin ne denli önemli olduğunu gösterir.

IV. Namazı Terk Edenlerin Hali ve Dini Hükümler

Bursevî, namaz vakitlerine uymamanın genel dini zayıflıkla bağlantısını kurar. Namazı terk eden kişinin, dinin direğini yıktığına dair kesin hükümler vardır:

·      Dinin Direği: Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Namaz dinin direğidir" buyurduğunu aktarır. Kim namazı terk ederse, onun dini yoktur.

·      Küfür İhtarı: Kim bilerek namazı terkederse, o kişi aşikâr kâfir olmuş olur. (Ancak Bursevî, büyük günah işlemekle kişinin kâfir olmayacağını belirterek, bu hadis-i şerifin tehdid, teşbih ve sakındırmada mübalağa etmek için söylendiğini ifade eder.)

·      Malî İbadetle İlişkisi: (Önceki yazılarımızda bahsedildiği üzere) nisâb sahibi olup zekât vermeyenin namazının dahi kabul olmayacağı uyarısı, Bursevî’nin namaz ve zekâtın vakit hassasiyeti de dahil olmak üzere bir bütün olarak ele alınması gerektiği konusundaki en önemli fıkhî-tasavvufî ikazlarından biridir.

Bu kapsamlı inceleme, İsmâil Hakkı Bursevî'nin İmsak ve Yatsı namazı vakitleri başta olmak üzere, namaz ibadetinin yalnızca fıkhî şartlara uygunlukla sınırlı kalmayıp, aynı zamanda manevî yükselişin (urûc) anahtarı olduğu ve vaktini kaçırmanın kulun ahiretteki akıbetini ciddi tehlikeye atacağı yönündeki şiddetli uyarılarını açıkça ortaya koymaktadır.

(Peygamberimize Salât Ve Selâm) Getirilmeyen Namazın Durumu

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin külliyatında, namaz (salât) ibadetinin fıkhî (hukuki) geçerliliği ile manevî mükemmelliği (kemâlâtı) arasındaki denge büyük bir titizlikle ele alınmaktadır. Salavât-ı şerîfe (Peygamberimize salât ve selâm) getirilmeyen namazın durumu, fıkıh mezhepleri arasındaki temel bir ihtilafın (anlaşmazlığın) merkezi olup, Bursevî bu ihtilafı zikretmekle beraber kendi tasavvufî yaklaşımını da ortaya koyar.

I. Namazda Salavâtın Hükmü: Farziyet ve Sünnet Arasındaki İhtilaf

İslâm âlimleri arasında namazın tahiyyâtından (son oturuş) sonra Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e   salât ve selâm getirmenin hükmü konusunda iki temel yaklaşım mevcuttur:

1. Şâfiî Mezhebi Görüşü: Farziyet (Zorunluluk)

Bursevî, namazda salavât getirmenin farz olduğu görüşünü benimseyen İmam-ı Şâfiî’nin (r.h.) içtihadını (hukuki hükmünü) zikreder. Bu görüşün dayanağı, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:

"Kim namazında bana salât etmezse onun namazı yoktur.".

Şâfiî mezhebine göre, bu hadis, salavâtın namazın sıhhati için farz (zorunlu) olduğuna delalet etmektedir. Buna göre, namazın içinde salavâtı terk eden kişinin namazı sahih (geçerli) olmaz.

2. Hanefî Mezhebi Görüşü: Nefy-i Kemâl (Mükemmelliğin Eksikliği)

Hanefî uleması ve Bursevî'nin bağlı olduğu ekolde ise (İmâm-ı Âzam nezdinde), namazda salavât getirmek mesnûn (sünnet) kabul edilmektedir. Bu hadis-i şerifin taşıdığı hüküm, namazın mutlak surette yokluğuna değil, nefy-i kemâle (mükemmelliğin nefyine) yorulmuştur.

Nefy-i Kemâl ne demektir? Bu, namazın zahirî şartlara ve rükünlere uygun olarak kılındığı zaman fıkhî açıdan geçerli (sahih) olduğu, ancak manevî olarak mükemmeliyet mertebesine ulaşamadığı anlamına gelir. Yani farz olmak gerekmez; ancak salavâtın terk edilmesi durumunda, kişi namazın tam sevabından ve faziletinden mahrum kalır.

II. Salavâtın Manası ve Önemi

Bursevî, salavâtın namaz içerisindeki konumunu sadece fıkhî bir unsur olarak değil, aynı zamanda manevî bir bereket ve dua olarak da ele alır:

1. Şart ve Rüknün Tamamlayıcısı

Namazın hakikatindeki gayenin, kalb huzuru (huzûr-u kalb) ve tam bir yöneliş (teveccüh) olduğu; zahirde ta'dîl-i erkân (düzgünlük) şart olduğu gibi, bâtında da huzur ve teveccüh gerektiği (önceki yazılarımızda namazın kabul şartları bağlamında bu hususlara değinmiştik), Bursevî'nin namaz anlayışının merkezindedir. Salavât, bu huzur ve edep şartlarını tamamlayan bir ibadettir.

Namazda ve namazın dışında Hazreti Peygamber'e (s.a.v.) salavât okumak, kulun Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) arkasından ona dua etmesi anlamına gelir. Bu, aynı zamanda Allah'ın emrine (Ahzab, 33/56) icabettir.

2. Genelleştirme (Ta‘mîm) İradesi

Salavâtın söylenme şekli de manevi bir incelik taşır. Bursevî, Hazreti Peygamber'e salât ederken, Âl-i Muhammed’in (Muhammed’in ailesinin) de zikredilerek genelleştirilmesini (ta‘mîm) gerektiğini, zira tüm peygamberlerin (enbiyâ) de O'nun gibi Hak'tan mebus (elçi) olduğunu belirten hadisler bulunduğunu aktarır. Bu, namazda okunan Salât-ı İbrâhîmiyye'ye uygun bir yaklaşımdır.

III. Sonuç: Salavâtsız Namazın Kabulü

İsmâil Hakkı Bursevî'nin genel öğretileri göz önüne alındığında, salavât getirilmeyen bir namazın durumu şöyledir:

1.   Fıkhî Sıhhat (Geçerlilik): Hanefî mezhebine göre namaz geçerlidir (sahihdir). Ancak Şâfiî mezhebine göre salavât getirmemek namazı bozar.

2.   Manevî Kabul ve Kemâlât: Namazın asıl sevabını almak mümkündür, lakin ilâhî ihsana ve tam mükemmeliyete (kemâlâta) nail olunamaz. Bursevî, ibadetlerin zahiri şartlarına riayet eden kişinin övgüye layık olduğunu (medhe tazammun) belirtirken, huşu ve bütün kalple yönelme gibi bâtınî şartlara riayet edenin daha üstün olduğunu vurgular. Salavât, bu bâtınî yönelişin önemli bir edebi ve rüknü olarak kabul edilir.

Dolayısıyla, Bursevî’ye göre müminin salavâtı terk etmemesi, bu sayede hem dinî yükümlülüğünü eksiksiz yerine getirmesi hem de namazın münâcât (Allah ile gizli konuşma) ve mi'râc sırrına tam olarak vâsıl olması (ulaşması) için elzemdir.

 Ehl-i Kitap’ın işlediği sâlih ameller

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Ehl-i Kitap (Kitap Ehli) mensuplarının işlediği sâlih amellerin (iyi işler) âhiretteki akıbeti, kesin bir şekilde iman (İslâm dinini kabul) şartına bağlanmıştır. Bursevî, bütün ibadetlerin ve iyi amellerin kabulünün, öncelikle tevhid (Allah'ı birleme) ve Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik eden sahih iman üzerine kurulu olması gerektiği ilkesinden hareket eder.

Bu kapsamda, nisâb (dinî zenginlik sınırı) sahibi olup hacca gitmeyen kişinin Yahudilik, Hıristiyanlık veya Mecûsîlik üzere öleceğini ifade etmesi, bu dinlerin İslâm nezdindeki kurtuluşa mani (engel) konumunu işaret etmektedir.

Aşağıda, Bursevî’nin eserlerinden hareketle, Yahudi ve Hıristiyanlardan sâlih amel işleyenlerin cennete girip giremeyeceği konusundaki görüşleri detaylı olarak sunulmuştur:

I. Sâlih Amelin Temeli: İhlâs ve Tevhid Şartı

Bursevî’nin tasavvufî ve tefsirî yaklaşımına göre, Cenâb-ı Hakk’a vuslatın (ulaşmanın) anahtarı olan amelin (ibadet), her türlü şaibeden (kirden) temizlenmiş olması gerekir.

1. Şirk ve Zulüm

İhlâsın (samimiyetin) özü, amelin sadece Allah rızası için olmasıdır; dünyevî veya uhrevî (âhirete dair) başka bir sebep ile amel etmek şirktir (ortak koşma). Şirk ise Bursevî’ye göre büyük bir zulümdür.

Yahudi ve Hıristiyanların temel inançları, Kur'ân-ı Kerim'de ve Bursevî'nin tefsirlerinde, tesniye (iki ilaha inanma) veya teslis (üç ilaha inanma) gibi unsurlarla şirk olarak nitelendirilmiştir.

·      Hıristiyanlar, Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul ederler. Melkâniyyeler, "Allah üçün üçüncüsüdür" demişlerdir. Nastûriler, "Mesîh Allah’ın oğludur" derler; Yakûbiyyeler ise "Allah Mesîh’tir" derler. Bu inançlar, ulûhiyyette (ilahlıkta) aşırılık (gulüvv) ve şirktir.

·      Yahudiler, bazı rivayetlere göre "Üzeyir Allah'ın oğlu" dediler ve tesniyeye (iki ma'bûda) inandılar.

Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını (mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla, şirk üzere işlenen ameller, ne kadar zahiren salih olursa olsun, bu fundamental engel sebebiyle ebedî kurtuluşa vesile olamaz.

2. Amellerin Heder Olması (Boşa Gitmesi)

Eğer bir kişi, ölüm zamanına kadar irtidat ve küfürde ısrar ederse, İslâm hâlinde iken işlemiş olduğu bütün amelleri kesinlikle telafi edilmeyecek şekilde yanar (heder olur, bâtıl olur ve boşa gider). Bu ilke, imanı olmayanların amellerinin âhirette bir karşılık görmeyeceği hükmünü pekiştirmektedir.

II. Cennete Girme Şartı: İman ve İttifak

Bursevî, Yahudi ve Hıristiyanların cennete girme ihtimalini, ancak ve ancak İslâm dinini kabul etmeleri şartına bağlar.

1. İmana Girmedikçe Kurtuluş Yoktur

Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin ve Hıristiyanların, "ancak Yahudi veya Hıristiyan olanlar cennete girecek" şeklindeki kuruntularını (emânî) reddeder.

Bursevî’nin eserlerinde net bir şekilde belirtilmiştir ki:

"Muhakkak ki bu iki kitap ehli Müslüman olmadıkça asla cennete giremezler.".

Bu, Yahudilik veya Hıristiyanlık inancı üzere kalan kişilerin, inançlarının ve amellerinin kendilerini cennete götüreceği kuruntusunun (bâtıl arzu) hakikat ve doğruluk payı olmadığını gösterir.

2. İman Edenlerin Durumu

Allah, Ehl-i Kitap'ın (Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler) iman etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini müjdelemiştir. Ancak bu iman, onların kendi inançlarına değil, Müslümanların iman ettiği şeye iman etmelerini gerektirir.

·      Şartlar: Eğer onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar):

1.                       Allah'a ve Âhiret gününe iman ederlerse (bu, İslâm dininin hak olduğuna ve Hazreti Muhammed'in peygamberliğine inanmaktır).

2.                       Ve sâlih olarak çalışırlarsa (iyi amel işlerlerse).

Ancak bu durumda, korku ve hüzünden kesin olarak azâde olacakları (kurtulacakları) müjdelenmiştir. Bu vaad ve müjde, bu dört sınıftan (Münafıklar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler) ancak müminlere mahsustur. Yani bu grupların cennete girmesi için, öncelikle müminler sınıfına dahil olmaları (İslâm'a girmeleri) gerekmektedir.

3. Tevbenin Şartı

Yahudi ve Hıristiyanların Müslüman olmalarının şartı, sadece kelime-i şehadet getirmelerinden sonra değil, aynı zamanda Yahudilik ve Hıristiyanlıktan beri olmaları (uzaklaşma şartına bağlıdır). Eğer bu uzaklaşma gerçekleşmezse, defalarca şehadet getirseler bile asla Müslüman olamazlar.

III. Hıristiyanların İyilikleri ve Geçici Affedişler

Bursevî, bazı istisnai durumlarda, iman dışı iyi amellerin dünyevî faydasına veya ahirette azabın hafiflemesine dair bilgiler aktarır, ancak bu eylemlerin cennete girmeye yetmeyeceğini vurgular:

·      Cömertlik (Saha): Hatemü't-Tayy örneğinde olduğu gibi, şirki sebebiyle cehennem ateşine giren bir kişinin, cömertliği sebebiyle Allah'ın cehennem ateşini ondan çevirip savdığı rivayet edilir. Cömertlik, kişiden dünya ve ukbâ (âhiret) azabını savabilir. Ancak bu, cennete giriş garantisi anlamına gelmez, sadece azabın hafiflemesi veya kalkmasıdır.

·      Küfür ve Tuğyanın Devamı: Allah, Yahudi ve Hıristiyanların iman etmemekte ısrar etmelerinden (yüz çevirmelerinden) dolayı, onların eski tuğyanları (azgınlıkları) üzerine tuğyanlarını ve küfürleri üzerine küfürlerini arttırdığını belirtir.

Sonuç

İsmâil Hakkı Bursevî'nin teolojik çerçevesinde, Yahudi ve Hıristiyanların işlediği zahiren sâlih ameller, imanda tevhid ve nübüvveti tasdik şartını yerine getirmedikleri sürece onları cennete götürmeye yetmez. Kur'ân-ı Kerim'in hükmü uyarınca, bu kişilerin kurtuluşu, ancak İslâm dinine iman edip (tevbe ve eski inançlarından beri olarak) Müminler sınıfına dahil olmalarıyla ve amellerini bu iman üzere gerçekleştirmeleriyle mümkündür. Zira Allah, şirk koşulmasını asla mağfiret etmemektedir.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin Görüşleri 2. Bölüm

Cehennem ve Ehli Hakkında

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir ve tasavvuf külliyatında, Cehennem'in (Nâr/Ateş) niteliği, ebedî ikâmetgâhı (yerleşme yeri) ve oradaki hayatın ahkâmı (hükümleri), imanın mutlak ve temel şartı çerçevesinde incelenmektedir. Cehennem sakinlerinin durumu, inançlarının (iman/küfür) niteliğine bağlı olarak iki ana kategoriye ayrılır: Ebedî kalacak olanlar ve manevî temizlik için geçici olarak kalanlar.

I. Cehennem Ehlinin Kimliği ve Ebedî İkamet (Daimiyet)

Bursevî, Cennete girişin yegâne şartının sahih iman olduğunu kesin bir dille belirtir. İslâm'ın temel inancını (Tevhîd) kabul etmeyen veya şirk (ortak koşma) üzere ölenler için Cehennem, daimî ve ebedî bir mekândır.

1. Kâfirler ve Şirk Sahipleri

Küfür ve şirkte ısrar edenler, Cehennem'e girip ona bitiştikleri için "Ateş Ashabı" (ateş ehlidirler) olarak isimlendirilmişlerdir. Onlar, Cehenneme giren, orayı tadan ve daimî olarak orada kalacak olanlardır. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını (mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla kâfirler orada ebedî olarak kalacaklardır.

2. Münafıkların Durumu

Münafıklar (itikad yönünden kâfir olanlar) ve mürted (dinden dönen) olanlar, Cehennem ateşinin yedinci ve en şiddetli tabakası olan Hâviye'ye gireceklerdir. Bu kişilerin Cehennem ateşine girmesi ve orada ebedî kalması, kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza addedilmiştir.

3. Amellerin Hükmü

Kıyamet günü geldiğinde, amelleri mizanda tartılan bir hasenesi (iyiliği) olmayan kâfir kişi, Cehennem ateşindedir. Kâfir olan kişi, ahlakî güzelliklerle bezenmiş olsa dahi, bâtını (içi) karanlıktadır. Zira iman olmadan sâlih ameller (iyi işler) ahirette kurtuluşa vesile olamaz.

II. Cehennemdekilerin Hayatı ve Azabın Niteliği

Cehennemdeki hayat, bedensel rahatlıktan ve manevî huzurdan tamamen mahrumiyet üzerine kuruludur.

1. Cehennem Gıdası

Cehennem'de kalanlara yiyecek olarak sunulan tek şey, "Ğıslîn" (irin/cerahat) olarak zikredilmiştir. Hiç kimse bu irinden başka bir yiyecek ve içecek yemez veya bulamaz. Bunu ancak hatakâr caniler (günahkârlar) yiyecektir.

2. Azabın Süresi (Hukub Kavramı)

Namaz gibi farz bir ibadeti kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra kaza eden kişi, Cehennem'de bir Hukub azap olunacaktır. Bursevî, bu cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir) dolayı verileceğini vurgular.

Hukub süresi ise korkunç derecede uzundur: Seksen (veya yetmiş beş) yıl; her yıl 360 gün; ahiretteki her gün de dünya günleriyle bin sene kadardır. Bu, namazı ihmal eden müminlerin dahi, tövbe edip kaza etseler bile, bu ihmalin günahından dolayı ne denli ağır bir süre boyunca azap göreceklerine dair ciddi bir uyarıdır.

3. Dünyada Kalma Arzusu

Kâfirler, Kıyamet gününde hayatlarına olan büyük sevgilerini göstermek için, bin sene ömür sürmeyi arzularlar (temenni ederler). Bu arzu, onların karşılaşacakları ebedî azaptan ne denli nefret ettiklerini ortaya koyar.

III. Cehennemden Çıkış ve Kurtuluş (Müminler İçin)

İslâm inancına göre günahkâr müminler, günahları temizlendikten sonra cennete girecektir. Bursevî'nin aktardığı menkıbelerde ve işari tefsirlerde, özellikle manevî belirsizlik ve arınma sürecine girenler için kurtuluş kapısının varlığına işaret edilir:

1. Ashâb-ı A'râf'ın Akıbeti

Amelleri ne cennete ne de cehenneme yeterli olmayan, Cennet ile Cehennem arasında kalan Ashâb-ı A'râf (A'râf Ehli) sınıfı zikredilmiştir. Allah Teâlâ, dilediği zaman, onları bağışlamak ve affetmek istediğinde:

·      Onları "Hayat Nehri" denilen bir nehre götürür.

·      O nehirde yıkandıktan sonra renkleri düzelir, göğüslerinde beyaz bir ben (leke) kalır.

·      Bu ben sebebiyle tanınırlar ve Cennete yürürler.

Bu, iman sahibi olan, ancak günahları sebebiyle bekletilen veya azap görenlerin, ilahi rahmetle nihayetinde kurtuluşa ereceklerine dair bir işarettir.

2. Manevi Temizlik ve Kurtuluş

Mümin olan bir kişi, işlediği günahlardan dolayı asî (günahkâr) bile olsa, bâtını (ruhu) münevver/aydınlıktadır. Küfrü tercih eden kâfir ise, ne kadar ahlaklı görünürse görünsün, bâtını karanlıktadır. Bu ayrım, müminlerin, ne kadar azap görseler de, kurtuluş ümidini kaybetmeyeceklerini gösterir.

Sonuç

Bursevî’nin (önceki yazılarımızda da görülen) temel duruşu gereği, Cehennemdeki ebedî hayat, tevhid inancını reddeden kâfirlere mahsustur. Namazı vaktinde kılma sorumluluğunu aksatan müminler dahi, Hukub gibi uzun ve dehşetli azap sürelerine tabi olsalar da, nihayetinde (Ashâb-ı A'râf örneğinde olduğu gibi) ilahi mağfiret ile Cehennem'den çıkıp Cennet'e ulaşacaklardır. Bu ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi, kulun azaptan emin olmasını sağlayan yegâne yoldur.


Sormayı Unuttuğum Konuyu Hatırlatma:

İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı ve eserleri hakkında yaptığımız kronolojik incelemelerde ve ibadetler hakkındaki detaylı suallerinizde, (önceki yazılarımızda bahsedilmediği üzere) Bursevî'nin tasavvuf yolundaki ilerlemenin ve makamların anahtarı olarak gördüğü halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin işleyişi ve mürşid-i kâmilin bu süreçteki mutlak rolü detaylıca ele alınmamıştır. Zira Cehennemden kurtuluş ve Cennete vuslat, bu manevi disiplinlerin başarıyla tamamlanmasına bağlıdır.

15 Bin Sene

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Cehennem'deki hayat, ömür ve âkıbet (sonuç) hakkındaki görüşleri, onun tasavvuf ve tefsir ekolünde, dinin temelini oluşturan Tevhid (Allah'ı birleme) ve İman şartının mutlaklığı üzerine kuruludur.   özellikle 15 bin sene sonra Cehennem'de ne olacağına dair spesifik sorusu, azap sürelerinin büyüklüğüne ve imanın nihai kurtuluşa etkisine dair Bursevî'nin eserlerindeki derinlikli izahları gerektirmektedir.

Bursevî’nin teolojik yaklaşımında, Cehennem’deki ikamet süresi, kişinin iman sahibi olup olmamasına göre kesin bir ayrıma tabidir:

I. Cehennem Ehlinin Akıbeti ve Ebedî Kalış (Daimiyet) Hükmü

Bursevî’ye göre, Cehennem'deki yaşamın anahtar unsuru, kişinin küfür veya şirk üzere ölüp ölmemesidir.

1. Kâfir ve Müşriklerin Ebedî Azabı

Kesin iman şartını yerine getirmeyen, yani Allah'a şirk koşan ve küfürde ısrar edenler için Cehennem, zamanla sınırlı olmayan, ebedî bir ikâmetgâhtır. Bursevî, kâfirlerin Cehennem'e girip ona bitiştiklerinden ötürü "Ateş Ashabı" (Cehennemlikler) olarak isimlendirildiğini belirtir.

Kur'ân-ı Kerim hükümlerine dayanarak, Allah'ın kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını beyan etmesi, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Kitap Ehli'nin dahi Müslüman olmadıkça cennete giremeyeceği görüşü [önceki yazılarımızda bu husus ayrıntılıydı] göz önüne alındığında, sâlih amel işleseler bile imandan yoksun olanların amelleri heder (boşa) olur ve Cehennem'de ebedî kalmaları iktizâ eder.

2. Kâfirlerin Ömür Arzusu

Kıyamet günü geldiğinde, kâfirlerin ebedî azaptan ne denli nefret ettikleri, onların bin sene (uzun bir ömür) sürmeyi arzu etmelerinden anlaşılmaktadır. Bu arzu, Cehennem'deki hayatın kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza olduğunu bilmelerinden kaynaklanır.

II. Cezanın Süresi: 15 Bin Yılın Hukub Kavramı İçindeki Yeri

15 bin sene süresi, Bursevî’nin eserlerinde tam bir dönüm noktası olarak geçmemekle birlikte, onun bahsettiği manevî ihmallerden kaynaklanan azap süreleri bu rakamın çok daha ötesindedir.

Bursevî, namaz gibi farz bir ibadeti kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra kaza eden müminin dahi (yani iman sahibi olmasına rağmen günahkâr olanın) Cehennem'de bir Hukub azap olunacağını aktarmıştır. Daha önceki yazılarımızda hesaplandığı üzere, bir Hukub:

·      80 yıl (bazı rivayetlerde 75) x 360 gün/yıl x 1000 yıl/gün = 28 milyon 800 bin dünya yılına tekabül eden dehşetli bir süredir.

Bu bağlamda, 15 bin sene, Hukub gibi büyük bir azap süresinin başlangıç aşamalarında kalmaktadır. Şayet bir mümin, kaza namazı borcu gibi ihmallerinden dolayı bu azaba girerse, Cehennem'deki ilk 15 bin senelik yaşamı, yalnızca vakti geciktirme günahının (te'hir) karşılığını görme süreci olacaktır.

15.000 Sene Sonra Kâfirlerin Durumu:

Cehennem'de ebedî kalacak olan kâfirler ve müşrikler için, 15 bin sene sonra dahi hiçbir değişiklik olmaz; onların azabı devam eder. Onların hayatı, Ğıslîn (irin/cerahat) yemekten ibaret kalacaktır.

III. Müminler İçin Çıkış ve Nihai Akıbet

Müslüman olarak vefat eden, ancak günahları sebebiyle azaba uğrayanlar (Tevhid Ehli), Bursevî'nin genel tefsir metodolojisi uyarınca, günahlarından arındıktan sonra Cehennem'den çıkış hakkına sahiptirler.

Hayat Nehri ve Cennete Vuslat: Bursevî, Cennet ile Cehennem arasında kalan ve amelleri dengede gelmeyen Ashâb-ı A'râf’ın durumunu örnek gösterir. Allah dilediği zaman, onları "Hayat Nehri" denilen bir nehre götürecektir. Burada yıkandıktan ve üzerlerindeki manevi izler temizlendikten sonra Cennet'e yürüyeceklerdir.

Bu misal, Tevhid Ehli'nin Cehennem'de geçirdiği azap süresinin (bu süre, 15 bin seneyi aşsa bile, Hukub'a varan zaman dilimleri içerebilir), manevî bir temizlik (tathir) ve arınma süreci olduğunu gösterir. Azap, kulun günahlarını ve nefsanî kirliliklerini yakar. 15 bin sene sonra, eğer günahkâr müminin azap süresi sona ermişse, o kişi Cennet’e girmeye hak kazanacaktır.

Azabın Niteliği ve Temizlenme: Tarikatın kurallarını ihlal edenler de dahil olmak üzere, Cehennem'deki ateş, nefsin hararet-i aşkla tebridini (soğutulmasını) sağlayarak onu temizler. Bu temizlik, kişinin nefsine zarar veren kötü alışkanlıkları ve şehvetleri ortadan kaldırır. Bu arınma süreci tamamlandığında, kişinin Cennete girmesi için artık bir engel kalmaz.

Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, 15 bin sene sonra Cehennem'deki durum, oranın sakinlerinin inanç durumuna bağlıdır: Kâfirler için ebedî ve değişmez bir azap; günahkâr müminler için ise, ilahi rahmetin tecelli edeceği ve nihayetinde Cennet'e çıkışa yol açacak olan uzun bir arınma sürecinin devamıdır. Bu süreç, kişinin ihmal ettiği farzların büyüklüğüne bağlı olarak (Hukub azabında görüldüğü gibi) on binlerce yıl sürebilir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin İlmî Ve Tasavvufî Metodu, Ehl-İ Sünnet Ve Cemaat Akidesi Üzeredir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilmî ve tasavvufî metodu, ehl-i sünnet ve cemaat akîdesi üzerine kuruludur. Bu metod, şeriatın (zahiri kurallar) ve hakikatin (bâtınî sırlar) birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil ettiğini savunur. Bu nedenle, hadisleri (sünneti) yalanlayan, Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinde sadece akla güvenen veya ilmî geleneklerden sapma gösteren akımlara karşı çok net ve eleştirel bir duruş sergilemiştir.

I. Hadisleri Reddedenler ve "Kur'ân Bize Yeter" Görüşünün Eleştirisi

Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in   hadislerinin, Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması ve İslâm'ın uygulanması açısından asla göz ardı edilemeyecek bir konuma sahip olduğunu vurgular. Hadisler, asırlar boyu tahrif ve unutulmaktan korunarak asliyetini muhafaza etmiş ve nesilden nesile aktarılmıştır.

1. Hadisleri Yalanlamanın Hükmü

Bursevî, Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) bildirdiği ve ümmetlere tebliğ edilen "âyetleri yalanlayanlar"ın (tekzîb edenler) elim (şiddetli) bir azaba uğrayacaklarını belirtir. Her ne kadar bu ifade Kur'ân âyetlerini yalanlayanlar için gelmiş olsa da, Bursevî'nin genel tavrında, Peygamber'in nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik etmemek veya O'nun tebliğini (sünnetini) kabul etmemek, imanın kendisini zedeleyen bir eylem olarak görülür.

2. Tasavvuf Ehlinin Hadislere Yaklaşımı

Mutasavvıf âlimlerin, hadisleri diğer ulema gibi araştırdıktan ve hadis usulünce belirlenen ölçütlerde değerlendirdikten sonra, buna keşfi (sezgisel bilgi) de ilave ederek amel ettiklerini ifade eder. Ancak burada çok önemli bir şart vardır: Keşfin mutlaka sahih (doğru) olması gerekir; zira kalbe gelen düşünceler içinde şeytanî vesveseler de bulunabilir.

Hadisleri veya Kur'ân surelerini öğrenip sonra unutanlar veya onlarla amel etmeyenler hakkında ise, bunun "Ümmetimin günahları bana gösterildi... Bir âyet veya sure öğrenip de sonra onu unutmaktan daha büyük bir günah görmedim" hadisindeki tehdide maruz kalmaya sebep olduğu uyarısını yapar. Bu, yalnızca Hadis'in inkârının değil, aynı zamanda Hadis'le amel etmemenin de büyük bir kusur olduğunu gösterir.

II. Akılcılar, Felsefeciler ve Mutezile Benzeri Ekoller

Bursevî, sadece akla dayanarak hüküm veren, manevî hakikatleri ve Hadis'in otoritesini göz ardı eden yaklaşımlara karşı sert bir eleştiri getirir. Bu, modern felsefî akımlara benzemekle birlikte, özellikle felsefeciler (hükemâ) ve kelâmcıların (Mutezile gibi) metodolojilerini hedef alır.

1. Fikir Yolunun (Tarîk-ı Fikr) Yetersizliği

Bursevî, felsefe taifesini (grubunu) eleştirirken, onların sadece fikir yoluna (tarîk-ı fikre) sâlik olup, zikirden münharif (uzaklaşmış) olmaları sebebiyle, âhir-i menzile (son hedefe, yani Allah'a vuslata) eremediklerini ve kınanmış (mezmûm) olduklarını belirtir. Onların ulaştıkları, ulûm-i resmiyye (resmî/formel bilimler) gibi sadece suretî (görünüşte) bir kemâl olup, bu bilgi neticesiz kalmıştır.

2. Akıl ve İlmin Tek Başına İhmali

Felsefeciler, eşyanın hakikatini yalnızca kâl (sözlü açıklama) ve makûl olan burhanlar (akli deliller) ile öğrenmek istediler. Bu sadece akla dayalı yöntem, onları doğru yoldan (sırat-ı müstakîmden) saptırmış, ayaklarını kaydırmış ve şüphelerin vadilerinde helak olmaya düşürmüştür. Onlar, hakikati anlamak için keşf ve manâ âlemine intikal etmeyi (geçmeyi) ihmal etmişlerdir.

Bursevî, kalpleri Kur'ân ve zikrin yumuşaklığından mahrum olan felsefecilerin kalplerini taşa benzetir. Akla aşırı derecede güvenen ve kendilerini akıllarıyla mağrur eden (aldanmış) bu kişilerin, amel, ef'al (fiiller) ve sözlerindeki çirkinliğin, ruhlarının saflığına tesir etmeyeceğini sandıklarını, oysa bunun fasid bir düşünce olduğunu ifade eder. Bu, ibadetleri ve şeriat hükümlerini akli çıkarımlarla sınırlayan her türlü akılcı ekole karşı bir uyarıdır.

3. Nefy-i Kemâl (Mükemmellikten Uzaklaşma)

Akıl, her ne kadar çirkinlikleri meneden ruhanî bir nur olsa da, tek başına ilim, faydasız kalabilir. Bursevî, "Bilâ ilim amel olmaz, bilâ hizmet abd olmadığı gibi. Ve ilm erdiği yere amel dahi vâsıl olmalıdır" diyerek, hem Hadis'e hem de fıkha dayanarak elde edilen zahiri bilginin, manevi hayatı (sülûk) ve ameli beraberinde getirmesi gerektiğini şart koşar. Aksi takdirde, bu tür ilim, kişiyi mükemmeliyetten uzaklaştırır.

III. Tarihselci Yaklaşımlara Dair İhtiyat (İlmî Tenkit Metodu)

Bursevî’nin döneminde modern anlamda "tarihselcilik" (historicism) kavramı mevcut olmasa da, onun olayları ve aktarılan bilgiyi ele alma şekli, ilmî bir hassasiyet ve tenkit (eleştiri) bilinci taşımaktadır.

1. Nakli Bilginin Tasfiyesi

Tarihî olayları konu edinen eserlerde (Kerbelâ Vakası gibi elim hadiseler söz konusu olduğunda), yalnızca duygusal/dini/itikadi yaklaşımlarla yetinilmemesi gerektiği, aksine bilginin bilimsel araştırma yöntemlerine uygun olarak ve tarihsel tenkit süzgecinden geçirilerek kullanılması gerektiği vurgulanır.

Bu, nakledilen bilgileri tasfiye (arıtma) ve evhâm (kuruntular) ile yalanlardan hakikati ayırt etme zorunluluğunu ortaya koyar. Bursevî, aklı mutlak ölçüt olarak almak suretiyle, hurafelerden kurtuluşun yolunun eski ve güvenilir kaynakların verdiği bilgilere dönmek olduğunu belirtir.

2. Şerh ve Yorumlama Metodu

Bursevî, şerh eserlerinde, malzemenin (bilginin) luzûmsuz (gereksiz) bilgiler verilerek anlaşılmazlığa sürüklenmemesi gerektiğini vurgular. O, yorumlamanın, metnin edebî özelliğini değerlendirmekten çok, manâ yönünü açıklamak ve şerhi tasavvufî eğitimin bir aracı haline getirmek amacını taşır. Bu da demektir ki, tarihi veya metinsel yorum, hakikatten uzaklaşmamalı, bilakis kişiyi manevi yolda ilerlemeye (sülûk) teşvik etmelidir.

İlginç bir husus olarak, Bursevî'nin kendisinin Mesnevî şerhini yaparken, daha önceki Mesnevî şerhlerinden pek yararlanmayışı, onun kendi kültürel ve ilmî birikimini (fıkıh, siyer, tarih, hadis vb. temel eserlerden yararlanarak) yeni ve bağımsız bir yorumlama metodu oluşturma eğilimini gösterir. Bu, geleneksel malzeme ile yeni, tenkitçi bir bakış açısını birleştirdiğinin bir işaretidir.

 

Bursevî’nin Gazâlî Hakkındaki Görüşleri

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilmî külliyatı ve manevî hayatı incelendiğinde, Hüccetü'l-İslâm İmâm Muhammed bin Muhammed bin Muhammed el-Gazâlî'ye (ö. 505/1111) karşı duyduğu derin saygı ve hayranlık açıkça görülmektedir. Bursevî, Gazâlî'yi sadece büyük bir fakîh (İslâm hukukçusu) ve kelâmcı olarak değil, aynı zamanda manevî sülûkün (ruhani yolculuk) en üst makamlarına ulaşmış, Hakikat (bâtın) ve Şeriat (zâhir) ilimlerini birleştiren müstesna (istisnai) bir mürşid-i kâmil olarak kabul etmektedir.

Bursevî, eserlerinde Gazâlî'nin eserlerine ve görüşlerine sık sık başvurmuş, onu otorite kaynağı olarak zikretmiş ve hatta onun manevî üstünlüğünü kerâmet (evliyalık mucizesi) yoluyla gelen rivayetlerle teyit etmiştir.

I. Hüccetü'l-İslâm Unvanı ve Manevî Otoritesi

İsmâil Hakkı Bursevî, İmâm Gazâlî Hazretleri'ni yüceltirken onun meşhur lakabını zikretmekle kalmaz, bu lakabın dayanağını da açıklar.

1. Hüccetü'l-İslâm Lakabının Gerekçesi

Gazâlî'nin "Hüccetü'l-İslâm" (İslâm'ın delili/kanıtı) olarak isimlendirilmesinin sebebi, onun kesin deliller (hüccet-i galibesi) ibraz ederek hasımlarını susturma yeteneğinden kaynaklanmaktadır.

2. Kâinât Üzerindeki Manevî Nüfuzu (Cinler Hikayesi)

Bursevî, Gazâlî'nin yüksek manevî mertebesini, cinler âlemine uzanan nüfuzunu anlatan bir hikâye ile örneklendirir: Gazâlî Hazretleri'nin, insan ve cinlerin müftüsü olduğu zikredilir. Bir gün cinlere, dünyada olup biten garip şeyleri sorduğunda, cinler, İmâm Zemahşerî'nin tefsirle alakalı gizli bir kitap yazdığını haber verirler. Gazâlî, cinlerden bu tefsiri getirmelerini ister. Cinler, tefsirin aslını yazdılar, kopyasını Gazâlî'ye getirdiler. Zemahşerî, bu duruma hayret etmiş ve ancak Gazâlî'nin manevî gücüyle bunun mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Bursevî, Zemahşerî'nin, bu kerâmet (mucize) üzerine Mutezile mezhebinden tevbe ettiğini (Mutezile görüşlerini ayıklayarak yepyeni bir tefsir haline getirmek gerektiğini söyleyerek) rivayet eder.

3. Hz. Peygamber’in Huzurunda Şefaat

Bursevî, kendi manevî tecrübelerinde (vâridât) dahi İmâm-ı Âzam Hazretleri'ni, Hazreti Peygamber'in huzurunda görür ve İmâm-ı Âzam'ın "Eğer mezhebim hak üzereyse bana şefaat et" duasını işitir. Hz. Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ona şefaat eder. Bursevî, bu manzarayı Gazâlî'nin de aralarında bulunduğu âlimlerin misâl âleminde bulunduğunu belirterek, Hanefî mezhebinin hak mezhep olduğu görüşünü teyit eder.

II. İlmî Metodoloji ve Teolojik Görüşlere Katılımı

Bursevî, Gazâlî'yi zikrederken, onun fıkıh, hadis ve tasavvuf alanındaki yetkinliğini ve metodolojik titizliğini ortaya koyar.

1. Fıkhî ve Hadis Bilgisindeki Üstünlüğü

İmâm Gazâlî'nin mutlak müçtehid derecesine yükseldiği ve üç yüz binden fazla hadis-i şerifi râvîleriyle birlikte ezbere bildiği belirtilir. Bu, Bursevî'nin gözünde onun güvenilir bir nakilci ve yorumlayıcı olduğunun göstergesidir.

2. Akılcı Ekollerin Reddi (İkfâr-ı Felâsife)

Bursevî'nin Mutezile ve felsefecilere karşı aldığı tavırda (önceki yazılarımızda bu konu ele alınmıştır), Gazâlî'nin rolü merkezi bir yer tutar. Bursevî, İmâm Gazâlî'nin cümle-i felâsifeyi (tüm felsefecileri) ikfâr etmiş / kâfir ilan etmiş ve reddetme yoluna gitmiş olduğunu kesin bir dille aktarır. Gazâlî'nin bu tavrı, aklın mutlak otoritesine karşı manevî/keşfî bilginin üstünlüğünü savunan Bursevî'nin metoduna tam olarak uymaktadır.

3. Tevhid ve Marifet Görüşleri

Bursevî, Gazâlî'nin tevhid anlayışını dört mertebede detaylandırır:

1.   Gâfil Tevhîd: Yalnız diliyle muvahhid olan münafıkların hâli.

2.   Dil ve Kalp ile Tasdik: Genel Müslümanların hâli ("Lâ ilâhe illallah").

3.   Keşif Yoluyla Müşâhede: Mukarreblerin (Allah'a yakın olanlar) hâli ("Lâ fâile illallah" / Yalnız bir olarak görür).

4.   Mevcud Olarak Yalnız Biri Görme: Sıddîkların (doğrular) görüşü ("Lâ mevcûde illallah" / Fenâ fi’t-tevhîd).

Ayrıca Gazâlî, Marifet (tanıma/sezgi) kavramını dört ana unsuru bilmek olarak tarif eder: Nefis, Rabb, Dünya ve Âhiret.

4. İsim ve Müsemmâ Ayrımı

Bursevî, Mu'tezile'nin İsim ve Tesmiye (Ad ve Adlandırma) hakkındaki görüşlerini zikrettikten sonra, İmâm Gazâlî'nin bu konudaki değerlendirmesine yer verir. Gazâlî, Hak ve doğru olanın, İsim, Tesmiye ve Müsemmâ'nın birbirinden ayrı ve müterâdif (eş anlamlı) olmayan isimler olduğu görüşündedir.

III. Riyâzet / Sülûk ve Ahlâk Görüşlerinden Nakiller

Bursevî, Gazâlî’nin İhyâ-u Ulûmiddîn gibi temel eserlerinden sık sık alıntılar yaparak, onun ahlak ve sülûk (manevi ilerleme) eğitimindeki rolünü benimser.

1. Nefs Muhasebesi ve Tevbe Makamları

Gazâlî, tevbenin üç makamını tanımlar: Günahların çirkinliğini düşünmek, Allah’ın şiddetli azap ve gazabını düşünmek, ve kişinin kendi zayıflığını düşünmek. Ayrıca Gazâlî, Murâkabe (gözetim) ve Muhâsebe (hesaba çekme) ameliyelerini tanımlar; bu, Hak rızasını gözeten kişinin ibadetini ihlasla, günahını pişmanlıkla, mübahı (serbest bırakılanı) ise edeplerin gözetilmesiyle yapması gerektiğini ifade eder.

2. Cömertlik ve İhsan

Gazâlî'nin İhyâ’sında yer alan bir hikâyede, cömertlik ve başkasını düşünmenin önemi vurgulanır: Yedi sahabenin, kendilerinden daha aç olan kardeşlerini düşünerek bir koyun kellesini birbirine ikram etmesi, kelleyi başlangıçtaki sahibine geri döndürmüştür. Yine Gazâlî'ye göre, iyilerin, kötülerin kötülüklerine mani olmamaları (emr bi’l-mâruf / iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) sebebiyle helak edilecekleri uyarısı bulunmaktadır.

3. Riya, Huşu ve Zikir

Gazâlî, huşû (saygı) sahibi olmanın zahirî (dıştan) gösterilmeye çalışılmasını eleştirir (zoraki ağlama, baş sallama gibi hareketler) ve bunu şeytanın hilesi olarak görür. Aynı zamanda, İblis'in (şeytanın), fiziksel şiddetten (değnekle dövülmekten) korkmayıp, kalpteki nurdan korktuğunu aktarır. Bu, Bursevî'nin bâtınî temizliğe verdiği önemin teorik zeminini oluşturur.

IV. İhtilaflı Görüşlere Karşı Tavrı

Bursevî, Gazâlî'nin kendi döneminde eleştirilere uğramış olsa dahi, onun otoritesine gölge düşürmez.

·      Vahiy/İlham Yorumları: Gazâlî'nin İhyâ’da vahiy ve ilham konusunda geleneksel anlayışla tam bağdaşmayan iddialı görüşler serdetmesine rağmen, Sünnî İslam dünyasında hiç kimsenin onun hüccetü’l-İslâm unvanından şüphe etmediği belirtilir. Bursevî, Gazâlî'yi referans alarak, onun Batıniyye (İsmâilîler) gibi gruplara karşı kesin bir duruş sergilemesine rağmen, kendisinin de bâtınî te'villere başvurmasının meşruiyetini dolaylı olarak savunur.

·      Ahlâk-ı Hasene ve Âlimlerin Yolu: Bursevî, âhiret âlimlerinin (peygamberlerin vârislerinin) Gazâlî gibi güzel ahlak sahibi (ahlâk-ı hasene ile muttasıf) olmaları gerektiğini; ancak zamanındaki âlim ve şeyhlerden bu vasıfta olanların binde bir kişi kadar az olduğunu belirterek, Gazâlî'nin idealize edilmiş bir model olduğunu ifade eder.

Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'nin gözünde İmâm Gazâlî, hem zahir hem de bâtın ilimlerinde zirveyi temsil eden, ilahî kerametlerle desteklenmiş, sülûk yolunun esaslarını belirlemiş ve şeriata aykırı akılcı akımlara karşı İslâm'ı savunmuş yegâne otoritedir. Bursevî'nin kendisi de Gazâlî'nin ilmî izleğinde, felsefecileri reddetme ve tasavvufî tefsir metodunu geliştirme yolunu izlemiştir.

Devlete İtaat Konusu

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin, eserlerinde devleti (saltanatı), şeriatın (hukuki ve zahiri kurallar) ve nizam-i âlemin (dünya düzeninin) tesisi için zaruri bir kurum olarak ele aldığı bilinmektedir. Bu bağlamda, fâsık (günahkâr) yönetimlere karşı isyanın durumu, etnik gruplara yönelik tasavvufî ve teolojik bakışı, onun ehl-i sünnet akîdesine olan sıkı bağlılığıyla birlikte incelenmelidir.

I. Fâsık Yönetime (Âmirler) Karşı İsyanın Durumu

Bursevî’nin görüşleri, genellikle Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in, devlet otoritesine karşı büyük kaosa yol açacak isyanları yasaklayan klasik duruşunu yansıtır. Ancak bu itaat, şeriatın mutlak hükümlerine (emir ve nehiylere) bağlıdır.

1. İtaatin Sınırları ve Mecburiyet Hâlleri

Kul, akıl baliğ olduğu müddetçe, ilâhî emir ve nehiylerin kendisinden sâkıt (düştüğü) olduğu bir duruma asla ulaşamaz; bu ilâhî emirler, yöneticinin hükmüne de sirayet eder. Yöneticiye hitap edildiği zaman hemen "buradayım, buyurun" demeyi gerektiren itaat, yalnızca belirli durumlarda durdurulabilir.

Yönetici veya sultânın mübah (şer'an serbest bırakılan) işlerle ilgili emirleri hakkında düşünmek gerekirken, eğer haram (İslâm hukukuna aykırı) işlerde onlara itaat etmesi emredilirse, nefis (can) tehlikesi olmadıkça haram işlerde yöneticilere itaat edilmez. Bu, yönetimin fâsık (günahkâr) dahi olsa, hayatı koruma önceliği ile meşrû olmayan emrine karşı duruşun sınırını çizer.

2. Adalet ve Yönetimin Sorumluluğu

Bursevî, âlemin ayakta durmasının dört sebebinden birinin âmirlerin adaleti olduğunu vurgular. Yöneticilerin (ulü'l-emr) işlerinde basîret (sağduyu/gerçeği görme) sahibi olması ve toplumun üzerine tayin edilen en hayırlı kişilerden seçilmesi gerekir. Hadis-i şerife atıfla, "Kurdu koyuna çoban tutan mutlaka zulmetmiştir" diyerek, liyakatsiz ve zalim yönetici atamanın zulüm olduğunu belirtir.

Ancak Bursevî, zulme maruz kalındığında bile, isyan yerine sabrı ve adaleti talep etmeyi ön plana çıkarır. Dünya ve âhiret saadetinin korunması için şeriatın kuvvetli ipine sarılmayı ve sırat-ı mustakîme (doğru yola) uymayı öğütler. Zalimin zulmünün, hilesinin ve mekrinin (tuzağının) çok olması durumunda, bu kötülüklerin izhâr edilip (açığa vurulup) açıklanması caiz olur.

3. Cihad ve Müşrik Yöneticilerle İlişki

Eğer yöneticiler (imâm), Müslümanların menfaatlerinin barışta olduğunu görürlerse sulh yapabilirler. Ancak kuvvet ve galebe (maddi üstünlük) kâfirler tarafından olursa, on sene kadar sulh yapmak caizdir.

Ancak ahidlerini bozan ve Müslümanlara zulmeden müşrik (ve kâfir) önderler için hüküm kesindir: Onları her zaman her vakit ebediyyen öldürün emri vardır. Bu, zımnen (dolaylı olarak) İslâm nizamı içinde küfrü teşvik eden, zulmeden veya anlaşmayı bozan fâsık yönetimlere karşı mutlak bir pasifliği benimsememek, ancak bu durumlarda dahi kararı Müslümanların menfaatini gözeten imâmın (devlet başkanının) vermesi gerektiği ilkesini öne çıkarır.

II. Rumlar ve Hıristiyanlar (Ehl-i Kitap) Hakkındaki Görüşler

Bursevî’nin eserlerinde, Rum kelimesi etnik bir grup olarak açıkça tanımlanmasa da, genellikle Hıristiyanlar ve Ehl-i Kitap kapsamına giren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altında yaşayan gayrimüslim tebaa (vatandaş) hakkındaki teolojik ve fıkhî hükümleri barındırmaktadır.

1. Teolojik Konum: Şirk ve Küfür

Bursevî, Hıristiyan inancının temelini, Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul etmeleri gibi (gulüvv / aşırılık) inançlar sebebiyle şirk olarak nitelendirir. Bu şirk inancı, onların amellerinin âhirette kurtuluşa vesile olmasını engelleyen temel sebeptir.

2. Hukuki ve Sosyal İlişkiler

·      Nikâh (Evlilik): Müslüman bir kadının, putperest, Mecûsî, Yahudi veya Hıristiyan fark etmeksizin hiçbir kâfirle evlenmesi veya evlendirilmesi caiz değildir ve haramdır. Zira müşrikler, kendilerine yaklaşanları Cehennem'e götüren küfür, fısk ve fücûra (günaha) çağırmaktadırlar.

·      Savaş ve Cizye: Kâfirlerle savaş, kâfirler teslim olup Müslüman oluncaya ya da Müslümanlara cizye (vergi) vermeyi kabul edinceye kadar devam ettirilir. Cizye, zenginlerden alınır; çalışmaktan ve kazanmaktan âciz olan fakirlere ise cizye vacip değildir. Cizyenin zorla ve ikrah yoluyla alınması durumunda zimmet akdi (koruma anlaşması) kalkar ve öldürme ve savaş hükmü geri döner. Cizye verenin boyun eğerek ve isteyerek vermesi (zelilce vermesi) esas alınmıştır.

·      Cennete Giriş: Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar), Müslüman olmadıkça asla Cennete giremezler. Çünkü imanda tevhid ve Hazreti Muhammed'in peygamberliğini tasdik etme şartı mevcuttur.

3. Türklerin Tarihî Rolü

Bursevî, milletlerin İslâm’a hizmet döngüsüne değinirken, Araplardan sonra Acemlerin (Farsların) İslâm'a büyük hizmetler ettiğini, ancak onların da kıymetini bilmeyip kaybetmeleri üzerine Allah'ın Türkleri gönderdiğini belirtir. Türkler, Arapların ve Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm'a yeniden büyük hizmetler etmişlerdir. Bu görüş, Bursevî’nin, Osmanlı dönemi mutasavvıfı olarak, kendi çağındaki Müslüman yönetici ve tebaanın rolünü manevî bir misyon bağlamında yücelttiğini göstermektedir.

III. Sonuç

İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, fâsık yönetime karşı ayaklanma, ancak can tehlikesi veya haramın mutlak emri durumunda meşru olmayan emre karşı durmak şeklinde sınırlıdır, aksi takdirde isyan kaosu artırır. Rumlar (Hıristiyanlar) ve Ehl-i Kitap hakkında ise, onların inançları nedeniyle şirkte olduğunu, ancak cizye ödemek şartıyla zimmî hukuku altında yaşayabileceğini ve Müslüman bir kadınla evlenmelerinin caiz olmadığını belirtir.


Kürtler Hakkında

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin, çok ciltli tefsiri olan Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân'da (önceki yazılarımızda eserin genişliğinden ve öneminden bahsetmiştik), Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerine dair yaptığı tafsilatlı (ayrıntılı) yorumlar arasında, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) ve diğer milletler hakkındaki rivayet ve hükümleri aktarmıştır.   Enbiyâ Sûresi'nin 68. âyeti (kavl-i şerifi: “Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) hakkındaki Kürtler ile ilgili yorum, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe atılma hadisesi bağlamında kritik ve çarpıcı bir rivayeti içermektedir.

Enbiyâ Sûresi 68. Âyet ve Kürtler Hakkındaki Rivayet

Bursevî, Rûhu’l-Beyân tefsirinde, Nemrud'un kavmi tarafından Hazreti İbrahim'in (a.s.) ateşe atılması kararının verildiği bu âyeti yorumlarken, söz konusu fikrin hangi zümreden (milletten) çıktığına dair bir rivayeti aktarmıştır.

Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyân tefsirinin 5. cildinde yer alan bu kısımda, şu görüşü ifade etmektedir:

"Zaten Hz. İbrahim'i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da tefsirinde böyle söylüyor".

Bu rivayet, Hazreti İbrahim'e (a.s.) karşı uygulanan bu dehşetli cezayı (ateşe atılma eylemini) teşvik eden veya bu fikri ortaya atan ilk zümrenin Kürtler olduğu yönündeki tefsir geleneğinde yer alan bir nakli esas almaktadır.

Bursevî, bu iddianın kuvvetini ve kaynağını pekiştirmek amacıyla, rivayeti Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah'ın tefsirine dayandırmaktadır ki, bu durum naklin kendisi için önemli bir otorite kaynağı teşkil etmektedir.

Rivayetin Şiddeti ve Bursevî'nin Vurgusu

Bursevî'nin bu rivayeti aktarırken kullandığı dil, söz konusu milletin Hazreti İbrahim'e karşı gösterdiği düşmanlığın büyüklüğünü vurgulamaktadır. Aktarılan metin, bu düşmanlığın ciddiyetini kendi ifadeleriyle destekler:

"Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."

(Türkçe Kaynaklarda metin burada kesintiye uğramaktadır, Arapça nüshalarda

ancak cümlenin aslı budur.

"Zaten Hz. İbrahim'i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da tefsirinde böyle söylüyor" ve devamla;

"Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar bozguncu, cefa eziyet veren yoktur. Onlar kadar başka kötüsü olan yoktur. Ahlaksızlar, davranışları Müslümanların mallarını talan etmektir. Bildikleri zülümdür, hırsızlıktır, yol kesiciliktir, insan öldürmektir. Muhammed'in ümmetinde bunlar gibi bir millet yoktur. Allah onları insanlar içinde çoğaltmasın, onların en Salihlerinden bile kendinizi koruyunuz ve onların yaşadığı bölgelerden bile geçmeyiniz." Buyuruyor.

Kürtlere Dair Diğer Bir Bağlam (Maneviyat Alanı)

Bu menfi (olumsuz) rivayetin aksine, Bursevî'nin eserlerinde Kürt kökenli ulemâ ve evliyâya dair olumlu zikirlere de rastlanmaktadır. Örneğin, Celvetiyye Tarikatının kurucusu değilse de, büyük evliyalardan biri olan Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu ve Kübreviyye Tarikatının kurucusu olduğu belirtilmektedir. Hatta Necmeddin-i Kübrâ'ya bu künyenin (Ebü'l Cennâb) rüyada Hazreti Peygamber tarafından verildiği aktarılır.

Bu durum, Bursevî'nin etnik kimlikten ziyade, bireyin manevi hali (velayet veya küfür) üzerinden hüküm verdiğini, ancak Hz. İbrahim kıssasında tarihi ve tefsirî nakilleri olduğu gibi aktardığını göstermesi açısından önemlidir.

Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'nin Rûhu’l-Beyân tefsirinde, Enbiyâ Sûresi 68. âyeti ile ilgili olarak, Hazreti İbrahim’i ateşe atma fikrinin Kürtlerden çıktığına dair, Abdullah bin Ömer gibi sahabelere dayandırılan bir rivayeti kesin bir dille aktardığı görülmektedir.

***

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin külliyatında ve bilhassa tefsirlerinde, farklı milletler ve topluluklar hakkında yer alan tefsirî nakiller (rivayetler) ve manevî değerlendirmeler mevcuttur.  Bursevî’nin Kürtler hakkındaki, özellikle Rûhu’l-Beyân tefsir-i şerîfinde Enbiyâ Sûresi 68. âyet bağlamında aktardığı bilgiler, yorum yapılmaksızın (yorumsuz) aşağıda sunulmuştur.

I. Hazreti İbrahim Aleyhisselâm Kıssası Bağlamında Kürtler

Bursevî, Rûhu’l-Beyân tefsirinde, Hazreti İbrahim'in (Aleyhisselâm) Nemrut'un kavmi tarafından ateşe atılma kararının verildiği Enbiyâ Sûresi'nin 68. âyetini (“Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) yorumlarken, bu fikrin kaynağına dair bir rivayeti aktarmıştır.

1.   Ateşe Atılma Fikrinin Kaynağı: Hazreti İbrahim'i (a.s.) ateşe atılma fikri Kürtlerden gelmiştir  

2.   Rivayetin Atıf Noktası: Bu nakil, Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’ın tefsirinde de böyle söylendiği belirtilerek desteklenmiştir  

3.   Duygusal Vurgu: Bursevî, bu rivayeti aktarırken, söz konusu milletin Hazreti İbrahim’e karşı olan düşmanlığını vurgulayan şu ifadeleri kullanmıştır: "Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."  

II. Kürt Kökenli Ulemâ ve Evliyâlar

Bursevî’nin eserlerinde, yukarıdaki rivayetin aksine, bazı Kürt kökenli şahsiyetlerin manevi mertebelerine dair olumlu zikirlere de yer verilmiştir:

·      Necmeddin-i Kübrâ: Büyük evliyâlardan olan Şeyh Necmeddin Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu ve Kübreviyye Tarikatının kurucusu olduğu belirtilmiştir [Konuşma Geçmişi]. Necmeddin Kübrâ’nın tefsiri olan Tevîlât-i Necmiyye, Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân tefsirinin başlıca kaynaklarındandır.

III. Etnik Köken ve Manevi Değerlendirme İlişkisi

Bursevî, genelde toplumları ve kişileri değerlendirirken etnik kimlikten ziyade manevi durumlarını (iman, taklit, hakikat) esas alsa da, naklî bilgiyi (rivayeti) olduğu gibi aktarmakta tereddüt etmemiştir. Bir kişinin amelleri, nefsinin hırs, tutku ve kötü duygulara esir düşmesine bağlıysa, kişi kendini iç murakabeden/sorgulamadan geçirmelidir. Ancak, Necmeddin-i Kübrâ örneğinde görüldüğü gibi, kişinin manevi üstünlüğü, kökeni hakkındaki menfi rivayetleri gölgede bırakabilmektedir.


Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar)

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilmî ve tasavvufî külliyatında Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) kavramı, âhir zaman ahkâmı (hükümleri), hilâfetin nihai mertebeleri ve manevî otoritelerin zirve noktaları bağlamında ele alınan hayati bir konudur. Bursevî, Mehdî’yi beklenen bir kurtarıcı figürü olarak görmekte ve onun zuhûruna (ortaya çıkışına) dair hem teolojik tanımlamalar hem de fıkhî sonuçlar getirmiştir.

Bu inceleme, Bursevî’nin eserlerindeki bilgileri esas alarak Hazreti Mehdî hakkındaki görüşlerini doktora makalesi formatında sunmaktadır.

I. Mehdî'nin Tanımı ve Manevî Mertebesi

Bursevî, Hazreti Mehdî’nin manevî mertebesini ve işlevini, diğer büyük manevî otoritelerle karşılaştırmalı olarak tanımlar:

1. Hilâfetin Hatmi / Mührü (Sonu)

Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar), hilâfet-i mukayyedenin / kısıtlı hilâfetin (şartlı halifeliğin) hatmidir / mührüdür. Bu tanımlama, onun makamının Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) vefatından sonra süren ve şeriat ile sınırlı olan (Nebevî) hilâfet zincirinin sonunu temsil ettiğini gösterir.

2. Hz. İsa Aleyhisselâm ile İlişkisi

Mehdî’nin mertebesi, Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ile yakından ilişkilidir, ancak farklıdır. Hazreti İsa, hilâfet-i mutlakın / mutlak halifeliğin (sınırsız/ilâhî hilâfetin) hatmidir. Bursevî’ye göre, Mehdî (Aleyhirridvân) ortaya çıktığı zaman, Meryem oğlu İsa'nın da mutlaka olması gerekmektedir. Hadis-i şerifin manasına göre, Hazreti İsa Aleyhisselâm’dan başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı) olmaz. Hazreti İsa, Deccâl'i katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada olacaktır.

3. İlmî Tahkik ve Astroloji

Bursevî, Mehdî kavramının "oldukça entelektüel" olduğunu belirtir. O, bu hususta tereddüde düşmemektedir ve hatta astrolojik hesaplar yaparak onun çıkışına dair zaman belirlemeleriyle yakından ilgilenmiştir. Çıkış vakti hakkında farklı görüşler (Hicretin 1150 senesi veya 1200 senesi başı gibi) mevcuttur.

II. Mehdî’nin Kimliği, Şahsiyeti ve Ortaya Çıkışı

Hazreti Mehdî'nin hem nesebî / soy hem de şahsî özellikleri, Bursevî'nin eserlerinde açıkça zikredilmiştir.

1. Nesep ve Ahlâkî Vasıflar

Hazreti Mehdî'nin büyük bir ihtimalle Hazreti Ali'nin (r.a.) soyundan geleceği düşünülmektedir. Görünüşü itibarıyla Hazreti Peygamber’e benzemekle birlikte, ahlâkının bir derece Peygamber’den düşük olması mümkündür. O, kendi zamanındaki insanların en âlimi, en cesaretlisi ve en kerem sahibi / cömerdi (mükrimi) olarak bilinecektir.

2. Çıkış Yeri ve Vakit Öncesi Durum

Yaygın olan görüşe göre, Hazreti Mehdî'nin Kûfe tarafından çıkacağıdır.

Mehdî’nin zuhurundan önce ve sonra pek çok fetret ve karışıklık (kargaşa) yaşanacaktır. Öyle ki, o zamanlarda yaşayan insanlar nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacak, hatta kendi nefislerini korumaktan bile âciz kalıp ölümlerini temenni edeceklerdir.

3. Yardımcıları

Bursevî’nin eserlerinde, Ashâb-ı Kehf'in (yedi uyurların) âhir zamanda dirileceği ve haccedecekleri nakledilir. Bu rivayetlere göre, Ashâb-ı Kehf, Mehdî'nin yardımcılarıdır (aleyhimür rıdvân).

III. Mehdî Döneminin Hüküm ve İdarî Sonuçları

Mehdî'nin gelişiyle İslâm dünyasında büyük bir değişim ve düzelme (ıslah) dönemi başlayacaktır.

1. Mutlak İslâm Hükmü ve Kılıç Kullanımı

Hazreti Mehdî, kılıç sahibi olacak ve kendisine inanmayanları katledecektir. O’nun zamanında hiçbir kimse kalmayacak; herkes İslâm dinine girecek ve Müslümanlara haraç (vergi) vermeye sarılacaktır.

2. Hukukta Kıyasın Kalkması

Hazreti Mehdî döneminin en dikkat çekici hukuki sonuçlarından biri, kıyasın (analogical reasoning / örfî hukukun) ortadan kalkacak olmasıdır. Bu durum, fukahâ (İslâm hukukçuları) arasında düşmanlığa yol açacaktır.

3. Maddi Refah

Hazreti Mehdî'nin zamanında mal ve para gayet bol olacak; bolluğundan dolayı insanlar mala ve paraya iltifat etmeyeceklerdir.

IV. Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma

Bursevî’nin Hazreti Mehdî hakkındaki bu görüşleri, onun şeriata ve sahih inanca olan mutlak bağlılığını göstermektedir., Bursevî’nin bu büyük manevi hedeflere ve kurtuluşa ulaşmanın, yani vuslatın ve fenâ makamına ermenin anahtarını teşkil eden halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerine dair görüşleri eksik kalmaktadır. Zira Mehdî'nin getireceği kemâlât (olgunluk), ancak bu manevi eğitim süreçlerinden geçenler tarafından tam olarak idrak edilebilir.

Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir ve tasavvuf eserlerinde, Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl figürleri, âhir zaman (son dönem) eskatolojisi / kıyamet bilimleri ve manevî otoritelerin zirve noktaları bağlamında ele alınmaktadır. Bursevî, bu iki şahsiyeti, Tevhid akîdesine olan bağlılık ve küfrün nihai tezahürü açısından değerlendirir ve onları Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) ile birlikte, hilâfet (halifelik) mertebelerinin son halkaları olarak tanımlar.

I. Teolojik Konum: Hilâfet Mertebeleri ve Ebedî Şekavet

Bursevî, Hazreti İsa ve Deccâl'i, yeryüzündeki manevî makamların sınırlarını belirleyen iki zıt kutup olarak görür.

1. Hazreti İsa: Hilâfet-i Mutlakın Mührü

Bursevî'ye göre, Halifelik (hilâfet), Hazreti Âdem (Aleyhisselâm) ile başlamış ve Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ile son bulacaktır. Hazreti İsa, Mehdî’den farklı olarak, hilâfet-i mutlakın / mutlak halifeliğin hatmidir / mührüdür. Bu, onun makamının şeriat ile kısıtlanmamış, daha yüce ve evrensel bir otoriteyi temsil ettiğini gösterir. Hazreti İsa'nın Meryem’in oğlu olarak doğumu mucizevîdir.

2. Deccâl: Küfür ve Şekavetin Zâtı

Deccâl, âhir zamanın en büyük fitnesi ve küfrün cisimleşmiş hali olarak kabul edilir. Deccâl'ın manevî bedbahtlığının (şekâvet) kaynağı, şekâ-i zâtıdır ki küfürdür. Ehl-i küfere, yani Deccâl'a tabi olanlara, âhirette kurtuluş yolu yoktur.

II. Deccâl'ın Mahiyeti, Fiziksel ve Manevî Özellikleri

Bursevî, Deccâl'ın sadece fiziksel varlığını değil, temsil ettiği manevî karanlığı ve onun dünyevîliğe olan mutlak bağlılığını açıklar.

1. Fiziksel Kusur ve Sembolik Anlamı

Deccâl'ın sağ gözü a'verdir / tekgözlüdür (ayn-ı yümnâsı/sağ gözü yoktur). Bursevî bu fiziksel kusura sembolik bir anlam yükler: Deccâl'ın hakikati, dünyadan ibarettir. Onun sol gözü, dünyaya (sol tarafa) nazırdır; sağ gözün yokluğu ise âhirete (sağ tarafa) dair olan hakikatleri görememesine işaret eder.

2. Zuhur Zamanı

Deccâl'ın zuhûruna dair kesin bir tarih vermek zor olmakla birlikte, Bursevî, ilm-i nucûm (astroloji) ile bu konuya ilgi duymuştur ve onun çıkışına dair tereddüt etmemektedir. Aktarılan rivayetlere göre:

·      Deccâl'ın zuhuru, Hazreti Mehdî'den yedi sene sonra gerçekleşecektir.

·      Deccâl, güneşin batıdan doğmasından on sene önce ortaya çıkacaktır.

·      Bu dönemde büyük fetret ve karışıklıklar yaşanacak, insanlar nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacaklardır.

3. Zamanın Deccalları Uyarısı

Bursevî, sadece nihai Deccâl'a değil, kendi çağındaki manevi yozlaşmaya da odaklanır. Şeyh Ali Dede Efendi'den naklen, âhir zamanda zuhur eden Deccalların, halkı saptıran imamlar (önderler ve şeyhler) olduğunu belirtir. Bu Deccallar, bilhassa tasavvuf ehli ve müteşâyihler (sahte şeyhlik iddia edenler) arasından çıkar. Bunlar, baba ve dedelerinin şeyhliğiyle yetinip halkı kandıran, caiz olmayan def, zurna gibi çalgılarla meclis kuran sahte mürşidlerdir. Bursevî, bu deccâl şeyhlerin kahredilmesi ve katledilmesi gerektiğini diler.

III. Hazreti İsa'nın Âhir Zamandaki Nihai Vazifesi

Hazreti İsa'nın geri dönüşü, Deccâl'ın iktidarını sonlandırmak ve dünya üzerindeki hilâfeti tamamlamak için elzemdir.

1. Mehdî ile Birlikte Zuhur

Hazreti İsa'nın, Mehdî-yi Muntazar ortaya çıktığı zaman mutlaka olması gerekmektedir. Hazreti İsa, Deccâl'i katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada bulunacaktır. Başka bir hadis-i şerife göre, Hazreti İsa'dan (a.s.) başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı) olmayacaktır.

2. Deccâl'ın Katli ve Yeryüzünde Kalış

Hazreti İsa, Deccâl'i öldürecek ve ondan sonra dünyada kırk sene kalacaktır. Bu kırk yıllık süreden sonra vefat edecek ve Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) yanına, Ravza-i Şerîf’e konulacaktır.

3. Kıyasın Kalkması

Hazreti İsa'nın ve Mehdî'nin zuhuru döneminde, kıyasın (örfî hukukun) ortadan kalkacağı ve bu durumun fukahâ (hukukçular) arasında düşmanlığa yol açacağı bildirilmektedir. Bu, manevî otoritenin mutlak olarak tesis edileceği bir döneme işaret eder.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin Görüşleri 3. Bölüm

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık ve onun hakkındaki görüşleri,

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık ve onun hakkındaki görüşleri, Bursevî'nin Celvetiyye Tarikatı içerisindeki manevî ve ilmî yolunun temellerini anlamak açısından büyük ehemmiyet / önem taşımaktadır. Bursevî'nin düşünce sistemi, felsefecilere ve sadece akla dayalı ekollere (Mutezile gibi) karşı Gazâlî'nin tavrıyla güçlenmiş olmakla birlikte, tasavvuf ve metafizik / aşkın bilgi konularında Şeyh-i Ekber unvanıyla andığı İbnü'l-Arabî'nin mirası üzerine inşa edilmiştir.

Bu büyük zatın Bursevî üzerindeki etkisi, sadece ilmî değil, aynı zamanda manevî ve şahsî bir mahiyet taşımaktadır.

I. Manevî Bağlılık ve Ziyaretler

İsmâil Hakkı Bursevî'nin, İbnü'l-Arabî'ye olan bağlılığı, onu coğrafi olarak dahi hareket etmeye sevk eden güçlü bir manevî dürtü olmuştur.

1. Rüyâ / Düş ve Manevî Sohbetler

Bursevî, küçüklüğünden beri İbnü'l-Arabî'nin eserlerini okuyarak ilminden istifade etmiş ve onu çok sevmiştir. Bu sevgi ve değer verme, Bursevî'nin zaman zaman İbnü'l-Arabî'yi rüyasında / düşünde görmesine ve onunla manevî sohbetlerde bulunmasına yol açmıştır. Bu rüyalar sırasında İbnü'l-Arabî'den nasihatler ve vâridât / ilahi geli/esinlenme aldığını ifade etmiştir. Hatta Bursevî, kendisine (önceki yazılarımızda bahsedilen) üstadı Fazlı İlâhî'den sonra, İbnü'l-Arabî'nin de "nefes-i nefis" (tayyib nefes) bahşettiğini söylemiştir.

2. Şam'a Hicret ve Türbe Ziyareti

Bursevî, 1129 H. / 1717 M. yılında Bursa'dan ayrılarak eşi ve çocuklarıyla birlikte Şam / Dimaşku'ş-Şam yolunu tutmuştur. Bu yolculuğun ardındaki ana sebep, manevî bir işaret üzerine Şam'a davet edilmiş olmasıdır. Şam, aynı zamanda Bursevî'nin çok sevdiği ve değer verdiği Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin medfun / gömülü olduğu yerdir. Bursevî, Şam'a ulaşır ulaşmaz ilk günlerde İbnü'l-Arabî'nin türbesini ziyaret etmiştir.

II. Otorite ve İlmî/Manevî Ünvanları

İsmâil Hakkı Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi sadece bir âlim değil, tasavvuf tarihinde zirve bir otorite olarak görmüş ve onu yüce unvanlarla anmıştır.

1. Şeyh-i Ekber ve Hatmü'l-Evliyâ

Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi sıklıkla Şeyhü'l-Ekber / En Büyük Üstad ve Hâtemü'l-Evliyâ / Velilerin Mührü unvanlarıyla zikretmiştir. Bu unvanları Bursevî, kendi eserlerinde de Fütûhâtü'l-Mekkiyye gibi temel eserlerden nakletmiştir. Bursevî'ye göre bu, nübüvvetin / peygamberliğin bâtınî / iç kısmının İbnü'l-Arabî'de hatm / son bulduğu anlamına gelir. Bütün nebîler ve velîler, velâyet hissesini Hatmü'l-Evliyâ olan Hazreti Peygamber'den almışlardır; bu velâyet nuru, kıyamete kadar kutupların ve onlara tâbi olanların kalplerindedir.

2. İlmî Mirasın Müdafaası / Savunması

Bursevî, İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin ve görüşlerinin cehalet / bilgisizlik nedeniyle eleştirildiğini ve bu durumun büyük bir kabahat / çirkinlik olduğunu belirtir. Sultan Selim-i Evvel'in dahi, Dımaşku'ş-Şam'daki Sâlihiyye'de bulunan İbnü'l-Arabî'nin makamını ihyâ / canlandırıp üzerine türbe ve cami inşa etmesi, Bursevî için onun yüce makamının bir delilidir. O, İbnü'l-Arabî'nin düşmanlarının (a‘dâ) ve muhaliflerinin çok olduğunu, bunların Rum ve Arab'dan çıktığını ve bu muhalefetin cehl-i mahzdan / tam cehaletten kaynaklandığını ifade eder.

Bursevî, kendisinin de bu büyük zatların ilimlerini ve kitaplarını okuyup onlara teslim olmamanın, misal olarak birinin yemeğini yiyip tabağının / sahanının başına vurmak gibi büyük bir kabahat olduğunu söyler.

III. Metodolojik ve Felsefî Etkiler

İbnü'l-Arabî'nin Bursevî üzerindeki etkisi, vahdet-i vücûd (varlığın birliği) ve manevî ilimlerin hiyerarşisi gibi temel kavramlarda somutlaşmıştır.

1. İlm-i Bâtın / Ledünnî Bilgi

Bursevî, ilmi ikiye ayıran İbnü'l-Arabî'nin tasnifini benimsemiştir: Hakk'a taalluk eden ilm-i bâtın (ilm-i ledünnî) ve halka taalluk eden ilm-i zâhir (ilm-i şeriat). İbnü'l-Arabî'ye göre, bâtınî ilim, peygamberlik ve risâletin özelliklerinden olmayıp, velâyetin hasâisindendir ve bunu bilenler halka tebliğ ile değil, setr / gizleme ile yükümlüdürler.

2. Merkezi Kavramlar ve Eserler

·      Fusûsu'l-Hikem: Bursevî, üstadı Osman Fazlı Efendi ile birlikte İbnü'l-Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem adlı eserini okumuştur. Bu eserin, yüksek marifetler içerdiği, ancak yabancılar (meselenin özüne vakıf olmayanlar) için öldürücü bir zehir / zehr-i katil gibi olduğu, bu nedenle odanın kapısının kapanarak yabancı kimsenin içeri girmesine müsaade edilmediği rivayet edilmiştir.

·      Lübbü'l-Lüb / Özün Özü: Bursevî'nin Özün Özü (Lübbü'l-Lüb) isimli eseri, İbnü'l-Arabî'nin Fütûhâtü'l-Mekkiyye'den derlenerek Türkçe olarak yazılmış bir çalışmadır. Bu eser, Bursevî'nin İbnü'l-Arabî'nin fikirlerini kendi kültürüne taşıma çabasını gösterir.

·      Tenzih ve Teşbih: Bursevî, İbnü'l-Arabî'nin Allah'ı sürekli tenzih etmenin / arıtmanın ârifin işi olmadığı yönündeki görüşünü aktarır. Çünkü Allah'ı sadece tenzih etmek, O'nu bir sınırlandırma / takyîd içine hapsetmektir.

·      Varlık Hiyerarşisi (Ricâlü’l-Gayb): Bursevî'nin ricâlü'l-gayb (gaybın adamları), Kutup ve İmamân hiyerarşisi hakkındaki görüşleri, büyük ölçüde İbnü'l-Arabî'nin Tedbîrâtü'l-İlâhiyye'sinde gördüğü sisteme mutabıktır. Bu görüş, ruhani otoritenin işleyişini açıklar.

3. Akla Karşı Keşif Üstünlüğü

İbnü'l-Arabî, manevî bilgi edinme yönteminde keşfin / sezgisel bilginin önemini vurgulamıştır. Bursevî, keşfin mutlaka sahih olması şartıyla, keşf ve müşâhede / gözlem yolunun yalnızca akla dayanan tarîk-ı fikr / fikir yoluyla elde edilen ulûm-i resmiyyeden / formel bilimlerden üstün olduğunu savunur.

4. Manâ'nın / Özün Önceliği

İbnü'l-Arabî'yi anlamanın temel şartı, onun lafızlara / kelimelere değil, içerdiği manâlara / özlere önem vermesidir. İbnü'l-Arabî, tercümanın lafızları değil, manâları aktarması gerektiğini önemle işaret eder.


IV. İbnü'l-Arabî’ye Yöneltilen Eleştirilere Cevabı

Bursevî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye yöneltilen eleştirilere karşı çok sert bir tavır almış ve onu savunanların yanında yer almıştır.

1. Zemmedilme ve Azap Uyarısı

Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi zemmedenlerin / kötüleyenlerin durumunu şiddetli bir dille eleştirir: "Muhyiddin'i zemmeden / kötüleyen, öldü, kıpkırmızı kana bulansın" beytini nakletmiş ve onun hakkında ileri geri konuşanlara "asla taarruz etmemek" gerektiğini, zira onun sözlerinin hakikatlerinin yüzünden perde kalksa, insanların kıyl ü kâl / dedikodu etmeyi bırakıp ehl-i hâlin / manevî makam sahibi olanların hâline secde kılacaklarını belirtmiştir.

2. Anlayış Farkı

İbnü'l-Arabî, kendisini anlamak isteyenlere hitaben, "Benim söylediğimi tek gözlü olanlar değil, iki gözlü olanlar anlar" buyurduğunu nakleder. Bu, dünyevî ve zâhirî bilgilere tek gözle bakanların (ehl-i zahir) değil, bâtınî ve manevî gözle de bakabilenlerin (ehl-i kemâl) onu idrak edebileceği anlamına gelir.


Halvet ve Riyâzet

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin manevî yolculuk / seyr ü sülûk metodolojisinin ana sütunları olan Halvet (inziva) ve Riyâzet (nefsi terbiye) disiplinleri hakkındaki görüşlerini talep etmesi, onun Celvetiyye tarikatındaki eşsiz konumunun ve öğretisinin temelini ortaya koyması açısından büyük ehemmiyet / önem taşımaktadır. Zira (önceki yazılarımızda defaatle işaret edildiği üzere), Bursevî'ye göre bu disiplinler, ibadetlerin zahirî hükümleriyle (farz, vacip) elde edilen imanı, bâtınî hakikatlere / marifete taşıyan yegâne yoldur.

Bursevî, halvet ve riyâzeti, nefsi emmâre (kötülüğü emreden nefis) ile mücadele etmenin ve ilâhî feyze / vâridâta ulaşmanın zorunlu (elzem) şartları olarak görmüştür.

I. Halvet ve Riyâzetin Tanımı ve Meşruiyeti

Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın temelini oluşturan bu iki kavramı, sadece tarikatın uygulamaları olarak değil, aynı zamanda şeriatın ruhuna uygun, kurtuluşa götüren zorunlu manevî yükümlülükler olarak tanımlar.

1. Halvetin Mahiyeti ve Celvet ile İlişkisi

Halvet (inziva), lügatte gizlilik anlamına gelip, tasavvuf ıstılahında sâlikin (yolcu / müridin) toplumu terk ederek belli bir süre inzivaya çekilmesi demektir. Halvet, Bursevî’ye göre mâ-sivâdan / Allah'tan gayrı her şeyden bi'l-külliye boşalmaktır.

Halvetin nihai amacı Celvet'e ulaşmaktır. Celvet, sözlükte "ortaya çıkma, açığa çıkma" anlamına gelir ve ıstılahta İlâhî nitelikler kazanan sâlikin, halvetten çıkarak insanlar arasına karışması olarak tarif edilir. Bursevî, bu ilişkiyi şöyle özetler: Halvet, kâmiliyettir; Celvet ise ekmeliyyettir (daha olgun/mükemmel). Bu nedenle, "Halvetî (hâ-i mu‘ceme ile) Celvetî olmadıkça ekmel olmaz. Ve Celvetî (cîmle) Halvetî olmadıkça kâmil olmaz".

2. Riyâzet ve Mücâhedenin Hükmü: Cihâd-ı Ekber

Riyâzet (nefsi terbiye), nefsi, ona bulaşan kir ve pastan temizleyerek nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmaktır.

Bursevî, Hazreti Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem), küffârla olan çarpışmayı cihâd-ı asğar (küçük cihad), nefisle olan mücadeleyi ise cihâd-ı ekber (büyük cihad) olarak nitelendirdiğini aktarır. Sâlike düşen vazife, önce kendi memleketindeki azgınlara ve eşkıyalara savaşmak gibi, kendi hevâ ve hevesine karşı mücâhede etmektir. Zira nefs-i emmâre, düşmanların en büyük düşmanıdır ve cin şeytanlarından daha şiddetli ve zordur.

3. Meşruiyet ve Ruhbanlık Reddi

Bursevî, halvetin kaynağının bizzat Hazreti Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) uygulamaları olduğunu teyit eder. Peygamberimiz, nübüvvetten önce Hira Dağı'nda, ceddi Hazreti İbrahim (a.s.) dini üzere ibadet eder, kâh bir hafta, kâh bir aya yakın halvet ve riyâzet yapardı.

Ancak Bursevî, bunun Hıristiyanlıkta görülen ruhbanlıkla karıştırılmaması gerektiğini vurgular: Ruhbanlıkta aşırı perhiz (aşırı perhize karşı) varken, halvette süre belli ve sınırlıdır (40 gün / erbain veya 1001 gün / çile).

II. Sülûk Yönteminde Mürşidin Rolü ve Şartlar

Mürşid-i kâmil (irşad eden olgun önder) rehberliği, halvetin sıhhati ve başarısı için mutlak şarttır.

1. Mürşidin Otoritesi ve İtaat

Hakikat ehli olan talibe (müride) vacip olan, bu maneviyat ve irşad işinde büyük devlet sahibi mürşid-i kâmil'in eteğine yapışmak ve hükümlere teslim olmaktır. Tarîkat şeyhi (şeyh-i terbiye), müridlerinin maddî ve manevî yaşantılarında mutlak söz sahibidir.

Müridin üstadına/şeyhine itiraz etmesi, adem-i felaha / kurtuluşa ulaşamamaya neden olur. Zira şeyhe karşı gelmek, kalbin zulmetine (karanlığına) ve ilâhî mededin / yardımın kesilmesine yol açar. Bu durum, ayna (mir'ât) kırıldığı zaman suret bulmanın zorlaşmasına benzetilmiştir; çünkü yeniden cilâya muhtaçtır.

2. Halvet Öncesi Gerekli İlim ve Taharet

Mürid halvete girmeden önce, şeytanın vesvesesiyle azmasını önlemek için tevhîd akîdesini sağlamlaştıracak ve farzlarını edâ etmesini sağlayacak ilimleri öğrenmelidir.

Ayrıca tahâret (temizlik) esastır: Sâlik, zahiren ve bâtınen nazif / temiz olmadıkça bâb-ı rızk (rızık kapısı) mutlakâ ona meftûh olmaz. Devâm-ı feyz ve vâridât, devâm-ı tahâret ve vird (düzenli zikir) ile sağlanır.

III. Riyâzet ve Mücâhededeki Disiplinler

Riyâzetin hedefi, nefsin kötü sıfatlarını (ahlâk-ı zemîme) ortadan kaldırmaktır; bu süreçte aşırılıktan kaçınmak gerekir.

1. Nefsi Terbiye Yöntemleri ve Aşırılıktan Kaçınma

Riyâzet ve mücâhede, nefsin vücut binasını iğne ile koparmak kadar zordur. Ancak bu yolda ifrât ve tefrîtten (aşırılık ve gevşeklikten) sakınılmalıdır; zira bunlar sâliki yolundan alıkoyar. Riyâzat ve mücâhedâtta ifrât etmek hayâlâta (kuruntu ve yanılsamalara) yol açar.

Riyâzet, kişinin nefsini sabrın zorluklarına ve şehevatın terkine alıştırmasıdır. Hazreti Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) "Dosdoğru olun! Elbette (tam olarak) buna gücünüz yetmeyecektir" hadisine atıfla, hepsi elde edilmeyen bir şeyin hepsinin terk edilemeyeceği uyarısı yapılır; gücün yettiği kadarıyla adil olmak gerekir.

2. Kalp Huzuru ve Halvetteki Sınavlar (Havâtır)

Halvetin asıl amacı, dördüncü mertebe olan müntehînin hâli olan, sırrın Hak ile kendinden başkasının bulunmadığı bir makamda Hak’la konuşmasıdır (Halvet-i sahîha). Yoksa nefsiyle konuşan kişi halvette olsa bile Hak’la halvet etmiş olmaz.

Bu süreçte mürid, kalbe gelen havâtırları (düşünce/hatıraları) ayırt etmelidir:

·      İlham (Melekî hâtır): Doğruya, iyiye ve taate yöneltir, akabinde lezzet hâsıl olur, yeni bir ilim vücuda gelir.

·      Vesvese (Şeytanî hâtır): Hakk'a tamamen muhalefet etmeye yöneltir, akabinde elem ve gevşeklik hâsıl olur.

·      Nefsânî hâtır: Şehvet ve rahat talebidir, müridlere gelenlerin en şiddetlisidir.

Şeyhler, yediği haram olan bir kimsenin ilham ile vesvese arasındaki farkı göremeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Bu nedenle riyâzet, helâl ve temiz gıdayı da zorunlu kılar. Oruç tutmak (savm-i mâsivâdan / Allah'tan gayrı her şeyden el çekme), halvete yardımcıdır, zira havâtır-ı fâside (kötü düşünceler), yiyeceklerin neticesidir.

IV. Vuslatın Mükemmelleşmesi ve Bâtınî Tecelliler

Riyâzet ve halvetin nihai amacı, sâliki fenâ (yok olma) mertebelerine ulaştırarak, feyz ve tecelliye kâdir olmaktır.

1. Fenâ ve Vuslat

Halvetin nihai hedefi, nefsin zât, sıfât ve ef’âlini Hakk'ın zât, sıfât ve ef’âlinde ifnâ (yok etme) ederek rütbe-i vahdette Hak ile yektâ (tek) kalmaktır. Bu makam, Lâ ilâhe illallâh kelimesinin işaret ettiği fenâ fîllâh mertebesidir.

2. Kâr ve Tecelliyât

Vücûd-ı mümkin (mümkün varlık) ile iş tutan kimsenin kârında ribh ve bereket olmaz. Vücûd-ı Vâcib (Allah'ın varlığı) ile iş tutan ise en az on kat kâr eder; bu terakkî / manevi ilerleme mertebelerinde yüze, bine, hatta bi-gayr-i hisâb (hesapsız) olur ki bu, kümmel hâlidir (kâmillerin halidir). Zira onların bir kere zikr ve tesbîhinin ecrî / sevabı âlem-i kevne sığmaz.

Riyâzet ve mücâhede, galîz olan hicâbı (kaba perdeyi) terkîk / inceltir. Bu sayede basîret (kalp gözü) afetlerden salim / emin olur ve müşâhede / gözlem gerçekleşir. Nefs-i emmâreyi öldürmek, kişinin hakikat âleminde dilediği gibi hükmedebilmesi (yâni manevî tasarruf yetkisi kazanması) için lazımdır.

3. Mürşidsiz Sülûkun Tehlikesi

Bursevî, yalnız riyâzetin kifayet etmeyeceğini vurgular; zira o zaman İsrakiyye taifesi (sadece riyâzetle uğraşanlar) murada ererdi. Bu, şeriatın mutlak kılavuzluğunun ve mürşid-i kâmilin nefesinin zaruretini gösterir. Zira nice müridler, inkişâfından (manevi açılımdan) evvel şeyhleri vefat etmekle garîb kalırlar; bu gariplik, hadiste zikredilen "Küçükken yetim idim, büyüyünce de garîb oldum" ifadesiyle manevi olarak ilişkilendirilir. Bu durumda güçlü istidada sahip olanlar te'yîd-i ilâhî / ilahi destek ile korunabilir; aksi halde yeni bir şeyh meclisine müracaat etmeleri gerekir.

Bu disiplinler, Bursevî'nin bütün eserlerinde merkezi bir yer tutar; zira manevî ilerleme, nefsi emmâreden halâs olmaya ve ruhun ilâhî vahdete yönelmesine bağlıdır.

Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) Mı Yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam) Mı Olduğu Tartışması

 İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerindeki derinlikli yaklaşımlar çerçevesinde ve akademik titizlikle izah etmek icap etmektedir. Bahsi geçen konu, yani Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) mı yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam) mı olduğu tartışması, İslam tefsir ve kelam tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Muhyiddin İbn Arabî gibi mutasavvıfların görüşleri ile hadis rivayetlerinin arasındaki farklılıkların Bursevî tarafından nasıl ele alındığı, onun usul /metodoloji ve tevhid anlayışını yansıtması açısından ehemmiyet arz etmektedir.

İsmail Hakkı Bursevî'nin Zebîhullah Hakkındaki Görüşü

İsmail Hakkı Bursevî, kaynaklarımızda açıkça görüldüğü üzere, genel İslam geleneğinin kabul ettiği meşhur rivayete dayanarak kurban edilmek üzere adananın Hazreti İsmail (Aleyhisselam) olduğunu kabul eder.

1.   Ayet Yorumu ve İsmail'in Konumu: Bursevî, Sâffât Sûresi 107. ayeti ("Biz, [İbrahim'e] büyük bir kurbanlık vererek onu [İsmail'i] kurtardık" / âyetin orijinalinde İbrahim'in oğlu kurban edilmekten kurtarılmıştır) yorumlarken, Zebîhullah meselesine değinir. Bu ayetin mealinde, kurtarılan kişinin Hz. İsmâil olduğu açıkça ifade edilir.

2.   Kurbanın Mahiyeti: Bursevî'ye göre kurban, hakikatte Hz. İsmail'in sıfatı olup, koç suretinde tezahür etmiş bir teslimiyet /itaat yoludur. Bu hadisenin özü, Hz. İbrahim'in dinine işaret eden teslim ve boyun eğme yoludur. Kurban, mâl ile, zikir /anma ve tesbih /Allah'ı yüceltme ile, aynı anda bedenin ibadetiyle imtihan olunmayı içerir. Kurbanın kanı, Zât makamında itaatin en şereflisi ve en büyüğüdür.

3.   İsmail'in Adı ve Kurban İlişkisi: Bursevî, kendi adının da İsmâil olduğunu belirterek, bu ismin Süryanice’de "Muti'ullah" /Allah'a itaat eden anlamına gelebileceğini ifade eder, ancak bu bilginin dilbilgisel açıdan tartışmalı olduğunu da ekler. Önemli olan husus, kurban ibadetinin Âdem'in (Aleyhisselam) oğulları Hâbil ve Kābil kıssasında imtihan için emr olunduğu gibi, Allah'a yakınlık için kurban etmenin Âdem'e has kılındığı ve bu sırrın Hz. İbrahim’e (Aleyhisselam) intikal ederek kıyamete kadar Müslümanlar arasında baki kalacağıdır.

4.   Hadis Desteği: Bursevî, hadis rivayetlerine dayanarak, "Ben iki kurbanın oğluyum!" (İbnü'z-Zebîhayn) hadisine atıfta bulunur. Bu hadis, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyunun iki büyük kurbanlık hikayesine dayandığını ima eder: biri Hz. İsmail, diğeri ise câhiliye devrinde kurban edilmekten kurtulan babası Abdullah'tır (ki yüz deve kurban edilmiştir). Bu rivayet, Hz. İsmail'in Zebîhullah olduğunu teyit eden kuvvetli bir delildir.

İbn Arabî ve İshak Görüşüne Karşı Tevil /Açıklama

Muhyiddin İbn Arabî, Bursevî'nin "Şeyh-i Ekber" olarak nitelendirdiği ve eserlerinden feyz aldığı en büyük manevi otoritedir. Bursevî, İbn Arabî'ye duyduğu hayranlığı ve bağlılığı sık sık dile getirir.

  İbn Arabî'nin bazı eserlerinde Zebîhullah'ın Hz. İshak olduğu yönünde yorumlar bulunduğu bilinse de (genellikle İsrailiyat kaynaklı rivayetlere dayanan bir görüş), Bursevî'nin eldeki kaynaklarımızda, İbn Arabî'nin Hz. İshak'ı kurban olarak gördüğünü belirten veya bu iki farklı görüşü doğrudan uzlaştıran spesifik bir tefsir /açıklaması mevcut değildir.

Ancak Bursevî, genel olarak Kur'an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin tefsir ve tevillerini yaparken, kendi tecrübeleri, manevi işaretler ve şeriat hükümleri çerçevesinde hareket eder. Hz. İsmail'in kurban olduğunu teyit eden İslami geleneği ve ilgili ayet-i kerimeyi temel almıştır.

Bu bağlamda, Bursevî'nin İbn Arabî'den etkilenmesine rağmen, Zebîhullah konusunda şeriatın zahiri ve meşhur rivayet ile uyumlu olan Hz. İsmail görüşünü benimsemesi, onun tasavvufu şeriatla uzlaştırma çabasının bir yansımasıdır. Nitekim Bursevî, haram olan bir konuda adak adayan kişinin durumunu açıklarken, İnsan kurban etmenin haram olduğunu, ancak böyle bir durumda insan yerine kurban kesilmesi gerektiğini ifade eder ve bunun Hz. İsmail'e verilen koça bedel olduğunu vurgular. Bu, onun kesinlikle insan kurban etme fikrini reddettiğini ve Hz. İsmail kıssasını bu hükme temel teşkil eden bir hadise olarak gördüğünü gösterir.

Kurban Kavramına Bursevî'nin Tasavvufi Yaklaşımı

Bursevî, kurban kavramına derin bir tasavvufi /ezoterik anlam yükler:

1.   Nefsin Kurban Edilmesi: Kurban kesmede en önemli husus, kalbin temizlenmesi ve nefsin katledilmesi /yok edilmesidir. Bu, Hz. İbrahim'in (Aleyhisselam) imtihanının manevi karşılığıdır: O, saltanat sevgisinden İbrahim Edhem gibi geçmek ve evlat sevgisinden (İsmail'i kurban etmekle) geçmek suretiyle tevhidin üç mertebesine ulaşmıştır.

2.   Hediy Kurbanı: Bursevî, hacdaki hedy /hediye kurbanını tasavvufi olarak nefs-i behîme'ye /hayvanî nefis'e benzetir. Nefs-i behîme'nin, Kalb Kâbe'sine sevk edildiğini ve orada tarikat edebinin bıçağı ile şehvetlerden ve hayvanî lezzetlerden kesildiğini belirtir.

Özetle, İsmail Hakkı Bursevî, Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) olduğunu, meşhur rivayete, Kur'an'ın lafzına ve Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyuna dair hadislere dayanarak kabul etmektedir. İbn Arabî'nin muhtemel İshak görüşüne dair doğrudan bir tevili kaynaklarımızda bulunmamakla birlikte, Bursevî'nin kendi yaklaşımı bu meselenin (kurbanın) insanda nefs-i emmâre /hayvanî nefis'in kurban edilmesini sembolize eden yüce bir teslimiyet makamına işaret ettiğini ortaya koyar.

Dipnotlar (APA Biçimiyle Uyumlu Sunum):

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). Rûhu’l-Beyan Tefsîri (Fatih Yayınları: C. 1, s. 479).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı fatiha.pdf] (C. X, s. 57a).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 159a).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 160a).

·      İlgili Kaynak Metinler.


Müşkil Sorular ve Cevapları

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim ve irfan yolunda karşılaştığı, kaynaklarda doyurucu bir karşılığını bulamadığı yahut manevi /ezoterik hakikatleri gereği ancak sükût /susma ile geçiştirilebilecek denli derin ve müşkil /anlaşılması zor olan meselelere odaklanması bakımından, onun entelektüel /fikrî mücadelesini anlamak açısından büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.

Bursevî, eserlerinde muhtemel itirazlara ve müşküllere cevap vermek için sıklıkla soru-cevap üslubunu kullanmasına rağmen ("Su’âl olunursa ki…" Cevâb budur ki…" kalıpları gibi), bazı konuların, hem zahir /dışsal hem de bâtın /içsel ilimler erbabı tarafından yeterince açıklığa kavuşturulamadığını bizzat kendisi dile getirmiştir.

İsmail Hakkı Bursevî'nin kendisinin dahi cevap bulmakta zorlandığı veya kâin /var olan ilim ile açıklığa kavuşmadığını belirttiği temel meseleler aşağıda akademik tarzda /doktora usulü ile sunulmuştur:

1. Âdem (Aleyhisselam) Kıssasıyla İlgili Cevapsız Kalan Müşkiller

Bursevî, Âdem (Aleyhisselam) ve cennetten çıkarılışı ile ilgili ilahiyat /teoloji ve tasavvuf literatüründe yer alan bazı hususların, kendisi için dahi çözülemeyen birer düğüm olduğunu açıkça ifade eder.

Bursevî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın yasak ağaçla ilgili emrinin mahiyetini açıklarken, bu kaziyye /kaide ve kural dâhilinde iki müşkil /anlaşılması zor emrin bulunduğunu belirtir ve bu konudaki arayışını şöyle özetler:

"Bu iki kaideyi tenbih /uyarı eden bir şey bulamadığım gibi zahirî ve batmî ilim sahiblerinden bu konudaki (soru ve tereddütlerime) cevab veren de olmadı".

Kaynaklarımızda sadece bu iki müşkil emirden birincisinin ne olduğuna dair bir başlangıç yer almaktadır: "Âdem Aleyhisselâm, meleklerin kendisine secde etmelerinden sonra, meleklerin toplanması Âdem...". Metin burada kesilse de, secde hadisesi sonrasındaki manevi /ruhani durum ve bunun doğurduğu ilahî /tanrısal hükme dair bir sorunun cevapsız kaldığı anlaşılmaktadır. Bu, bilginin ulaşılabilirliği ve mutasavvıfın /tasavvuf ehlini ulaştığı manevi mertebelerin dahi ötesinde bir sır olduğu anlamına gelmektedir.

2. Melekût /Melekler Âlemine Dair Çözülemeyen İhtilaflar

Bursevî Hazretleri, tasavvuf /ezoterik konuları tefsir /yorum yaparken, mütekaddimîn /önceki âlimlerin tartışmalarında dahi tam bir açıklığa kavuşmayan hususlara değinmiştir:

·      Hârut ve Mârut Rivayetlerinin Zorluğu: Kur'an-ı Kerim'de geçen Hârut ve Mârut kıssasının bazı rivayetleri (onların yeryüzüne inişi hakkındaki rivayetler) hakkında, bu durumun anlatılmasının ve anlaşılmasının gerçekten müşkil /anlaşılması zor olduğunu ifade eder. Bursevî'ye göre bu durum, onlardaki müşkil /anlaşılması zor hususu kesinlikle ortadan kaldırmaz. Bu, rivayetlerin kabul edilmesine rağmen, ihtiva ettikleri /içerdikleri bilginin akli /mantıksal veya manevi /ruhani boyutta kolay izah edilemediğine işaret eder.

·      Cennet-i Me’vâ'nın /Barınak Cenneti'nin Ebediyeti: Bursevî, Cennet-i Me’vâ'nın arş-ı a'lânın /yüce tahtın sağ tarafında yüksek bir makam olduğunu belirttikten sonra, oraya giren kişinin ebedi /sonsuz kalmasının gerekip gerekmediği meselesini "mesâil-i meşkledir" /anlaşılması zor meselelerdendir şeklinde nitelendirir. Bu konuda "Zâhir uleması /zahiri ilimler alimleri buna cevap verememişlerdir" tespiti, konunun zahir /dışsal bilgi sınırlarını aştığını göstermektedir.

3. Vücûb-ı Ğayr-ı Kevniyye (Kâinat Dışı Zorunluluklar) Meseleleri

Bazı sorular, konunun mahiyeti gereği dilde ifadesinin mümkün olmaması ve ancak en yüksek manevi /ruhani mertebelerde idrak /anlama edilebilmesi sebebiyle, Bursevî tarafından bilerek cevapsız bırakılmış veya sükût /susma ile geçiştirilmiştir.

Bursevî’ye, gayr-ı kevniyye hicablar /kâinat dışı perdeler /örtüler hakkında sual /soru sorulduğunda, cevabının "mes’ele-i meskûtün anhâ’dandır" /hakkında susulması gereken meselelerdendir olduğunu belirtir. Bu gibi hakikatlere vâsıl /ulaşan kişilerin bilebileceği, ancak avam /halk düzeyinde veya zahiri /dışsal ilimlerle açıklanamayacak sırlar olduğunu ima eder. Bu durum, Bursevî'nin Muhyiddin İbn Arabî'nin eserlerine yaptığı şerhlerde /açıklamalarda kullandığı, sırların ehil olmayanlara ifşa edilmemesi /açığa vurulmaması gerektiği usulüyle /metoduyla da uyumludur.

4. İbn Arabî Görüşlerine Dair Bursevî'nin Cevap Usulü

Bursevî, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî'ye büyük bir saygı duyar ve onun Özün Özü /Lübb’ül-Lübb risalesini şerh /açıklama etmiştir. Ancak, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle veya nesren /yazıyla ortaya koyduğu bazı işaretler hakkında, zamanının cahilleri /bilgisiz kimselerinin sırf kendi fikri sakimleri /bozuk düşünceleri üzerine "murad budur" /kastedilen şudur diyerek, şeyhe haşa /kesinlikle büyük bir cehil /bilgisizlik isnat ettiklerini gözlemlemiştir. Bu, Bursevî'nin, İbn Arabî'nin derin manalarının /anlamlarının herkes tarafından anlaşılamayacağını, dolayısıyla bu tür konuların yanlış yorumlanmasının dahi çözülemeyen bir sorun teşkil ettiğini düşündüğünü gösterir.

Bursevî, bu tür zor ve anlaşılması güç konuları açıklarken, okuyucunun şer'î hükümlerle /İslami kurallarla çelişkiye düşmemesi için, çoğunlukla "Sual: Eğer sen: ... diye sorarsan; Cevâp: ..." gibi formüllerle, tasavvufi anlayışı şeriat /din kanunları ve akıl ile uzlaştırmaya /birleştirmeye çalışmıştır.


 Nikah Hakkında

I. Nikâhın Şer’î Hükmü ve Manevî Mertebeleri

İsmail Hakkı Bursevî'ye göre nikâh, yalnız toplumsal /içtimaî bir müessese değil, aynı zamanda manevi /ruhani bir seyr ü sülûk mertebesidir.

A. Nikâhın Dînî Konumu ve Zorunluluğu

Nikâh, temel bir İslami kurum olarak ele alınmıştır. Bilindiği üzere nikâh, peygamberlerin sünnetleri arasında zikredilmektedir. Aynı zamanda nikâh, ihlâs ehlinin /muhlis’in şeriatı ve yoludur.

Ancak Bursevî, nikâhın hükmünün kişilerin hallerine göre değiştiğini belirtir:

1.   Vâcib /Gerekli: Evlenmeyi şiddetle arzu eden ve evlenmediği takdirde şehevî /cinsel arzulardan dolayı günaha girme ihtimali olan kişilere nikâh vâcibtir.

2.   Müstehab /Önerilen: Mutedil /ılımlı olan kişilere müstehabtır.

3.   Mekrûh /Hoş Görülmeyen: Hanımıyla cinsel ilişki kurmaktan veya hanımını geçindirmekten aciz olan kişiye ise mekruhtur.

B. Nikâhın Dört Manevî Mertebesi

Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın derinlikli yaklaşımına uygun olarak, nikâhı salt bir akid /sözleşme olmanın ötesinde manevi evlilik hallerine atfeder. Bu manevi evliliğin dört mertebesi bulunmaktadır:

1.   Cismânî Nikâh: Kalpte eserler /izler bırakır.

2.   Misâlî Nikâh: Gizlide nurlar /aydınlıklar hasıl olur.

3.   Ruhânî Nikâh: Ruhta inkişaf /açığa çıkma, vuslat /kavuşma meydana gelir.

4.   İlmî Nikâh: Gözde mücerred /soyut küllî /genel hakikatler /gerçekler görülür.

Bu mertebelerin tamamı, manevi büluğ /olgunluk ve evlilikle ilgilidir.

II. Cima /Cinsel İlişkiler, İffet ve Haramlar

Bursevî, cinsel ve nefsanî /şehvani konuları ele alırken, şeriatın yasakladığı hususları sert bir dille vurgular ve bu yasakların manevi tahribatını açıklar.

A. Haram Olan Cinsel Davranışlar

Cinsel sapıtmalar (erkek erkeğe cinsel yönelim ve kadın kadına cinsel ilişki /sihâk), kesinlikle haram kabul edilir. Bu tür hareketler, davranışlar ve konuşmalar da haramdır,. Şeytan, insanları cimrilik, hiddet /sinirlenme ve sarhoşluk ile aldatmaya çalışır.

Ayrıca, tüyü bitmemiş oğlanların yüzlerine şehvetle bakmak dahi haramdır. Bu oğlanlarla oturmak haramdır, çünkü onlar baştan aşağı avrettirler ve bazı rivayetlere göre her oğlanla beraber on sekiz şeytan vardır.

B. Evlilik ve Cinsel Hukuk

Bursevî, İslami hukuk /fıkıh esaslarını açıklarken, evlilik ve hısımlık yoluyla (müsâharat) haram olan kadınları açıklar: Babanın cinsel ilişki /vatı ettiği kadın, kişinin kendisinin vatı ettiği kız veya anne (kayınvalide) evlilik yoluyla haram kılınmıştır.

"İhsan" kelimesinin Kur'an'da kullanılış manalarından biri de "evlilik" ve diğeri de "iffet ve namus" manalarıdır. Bu, kişinin evlenerek nefsini koruması ve iffetli yaşaması gerektiğine işaret eder.

C. İğdiş Etme ve Ruhbanlık

Bursevî, ruhbanlık /dünyadan el etek çekme anlayışının İslam'da olmadığını vurgular. Sahabeden birinin kendi nefsine iğdiş /hadım olmayı söylemesi üzerine Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) "Ümmetimin hadımlaşması oruçtur" buyurduğunu aktarır. Bu durum, müsle /uzuv kesmenin de haram olduğu hükmüyle desteklenir. Zira bir kişinin zekerini kesmek veya iğdiş etmek, insan haklarını çiğnemek ve yapılabilecek en büyük işkence olduğu için şeriaten haramdır.

III. Eşlerin Uyumu ve Kadın Hakkındaki Görüşleri

Bursevî, eşler arasındaki uyumu ve kadının toplum içindeki yerini, şeriat ve tasavvuf dengesinde ele alır.

A. Eşlere Karşı Adalet ve İyi Muamele

Kocanın, hanımına karşı hak ve hukuku müdafaa etmesi ve onu koruması emredilir. Eşler arasında iyi geçim ve sabır esastır. Hatta bir hikâyede, birbirlerine sabreden eşlerin hali övülür.

Çok eşlilik durumunda, kocanın adaletli davranmaya gayret gösterse bile, kendisine rağbet etmediği kadına büsbütün cevr /zulüm etmemesi gerektiği, aksi takdirde zulüm etmiş olacağı belirtilir.

Kuzenin evliliğinin, sürekli iç içe yaşama ve şehevî /cinsel arzunun olmaması sebebiyle soğukluk ve nesilde zayıflık gibi sorunlara yol açabileceği yönündeki İmam Gazâlî'nin görüşü, Bursevî tarafından aktarılmıştır.

B. Kadın ve Toplumsal Davranışlar

Bursevî, kadınların kamusal alandaki durumları hakkında geleneksel ve muhafazakâr bir tutum sergiler. Kadını sokağa çıkan ailede mürüvvet /insanlık kalmayacağı ve kadının evinde oturması gerektiği ifade edilir. Bu bakış açısı, musannifin /yazarın, kendi yaşadığı zamanda dahi örtünme ve ahlak /edep kurallarındaki gevşeklik karşısında duyduğu şaşkınlık ve üzüntü ile paralellik gösterir.

Kadınların süslenme ve genç görünme çabalarına da değinilmiştir. Yaşlı kadınların genç kızlara benzemek için ön dişlerini inceltmesi, keskinleştirmesi ve arasını açmasının /veşr, şer’an uygunsuz bir durum olduğu belirtilir.

Bursevî'nin hayatı incelendiğinde, kendisinin de eşiyle Bursa'ya göç etme konusunda sıkıntılar yaşadığı (eşinin Rumeli'yi bırakıp gelmek istememesi) ve bu yüzden sıkıştığı önceki yazılarımızda ifade edilmişti,,. Bursevî, bu zorluklara rağmen şeyhinin emrine muhalefet edemeyeceğini eşine bildirmiştir. Ayrıca, çocuklarının sayısının on sekiz olduğu, ancak hangi anneden doğduklarına dair bilginin bulunmadığı kaydedilmiştir.

IV. İlim ve Aile İlişkisi

Bursevî'nin genel düşünce sistematiğinde mal /servet ve evlat sevgisi, ruhani yolda bir imtihan ve tehlike olarak görülür.

·      İhanet ve Sevgi: Mal ve evlat sevgisi, emanete ihanet etmeye sevk eden sebeplerdendir. Ebû Lübâbe’nin Kureyza oğulları içinde bulunan malı ve ailesi sebebiyle ihanet etmeye meylettiği hikâyesi bu bağlamda zikredilir.

·      Anne Hakkı: Anne hakkı, fedakârlığı sebebiyle üstündür. Anne, çocuğun hayatını arzular, babanın hizmeti ise ölüme karşılık gelir; bu sebeple anneye hizmet çok sevap kazandırır.


 

Kadının Kocasından Boşanmak İstemesi Ve Bu Süreçteki Hukuki /Şer’î Haklarına Dair Sorduğu Bu Mühim Mesele,

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, özellikle de Rûhu’l-Beyân tefsirinde, fıkıh /İslâm hukuku ve tasavvufi ahlak /edep çerçevesinde detaylıca ele alınmıştır. Bursevî, Kur'ân-ı Kerim ayetlerini açıklarken, eşler arasındaki adalet, hak ve hukukun korunmasını temel ilke olarak kabul etmiş ve boşanma sürecinde kadının korunması gereken haklarına dikkat çekmiştir.

Aşağıda, Bursevî'nin kaynaklarımızda geçen görüşleri, akademik titizlik gereği ilgili kaynaklara atıfla /atıf yapılarak sunulmuştur:

I. Nikâhın Feshi ve Kadının Talebi (Hulû’ / Fidye)

Nikâh akdinin sona erme yollarından biri olan hulû’ /fidye karşılığında boşanma, kadının boşanmayı talep ettiği durumlarda gündeme gelir.

1.   Hulû’un Şartı (Hududullah): Bursevî, evli çiftin Allah'ın çizdiği sınırlara /hudutlarına riâyet etmekten ve eş olmanın vazifelerini yerine getirmekten korkmaları durumunda, yani evliliğin gereklerini yerine getiremeyeceklerinden emin olmamaları hâlinde, kocanın karısına verdiği mehirden bir kısmını geri almasının helâl olacağını belirtir. Bu durum, fidyeyle boşanma /hulû yapma esasına dayanır.

2.   Kadına Baskı Yasağı: Kocanın, kadını hulû yapmaya (fidye vermeye) zorlaması, yani zulmederek kendilerini fidye vermeye zorlamaları haramdır. Bursevî, kim böyle bir şeyi yaparsa, nefsine zulmetmiş olacağını açıkça ifade eder.

3.   Fuhş / İhanet Durumunda Mehirden Faydalanma: Kadın, eşler arasını açacak bir fuhş /zina irtikâb eylemiş olursa, kocanın kadına vermiş olduğu mehrin birazını geri almak için baskı yapması caiz görülmüştür. Bu durum, kocanın mehrin bir kısmını kurtarmasını sağlamak içindir.

4.   Eşin İradesiyle Boşama Hakkını Kazanması: Kadın, nikâh akdi sırasında kocasına, "Talak /boşanma işi benim kendi elimde olması şartıyla seninle evlendim" diyerek koca da bu şartı kabul ederse, nikâh caiz olur ve boşanma yetkisi kadının eline geçer.

II. Kadının Hukukî /Şer’î Hakları ve Korunması

Bursevî, karı-koca haklarını incelerken, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere dayanarak kadınların mutlak haklarına vurgu yapar:

1.   Karşılıklı Haklar ve Adalet: Kadınların lehinde ve aleyhinde meşru /maruf haklar vardır. Bu haklar, erkekler için olan haklara benzer /mümasil niteliktedir. Kadın için mehir, nafaka ve mesken hakkı gibi haklar kocasının üzerindedir; ancak kocanın karısı üzerindeki hakları, bu hakların cinsi /türü ile aynı değildir.

2.   Erkeklerin Üstünlüğü ve Adalet Yükümlülüğü: Erkeklerin kadınlar üzerinde "bir derece" üstünlüğü bulunmakla birlikte, bu üstünlük; akıl ve din yönündendir, hak cinsinde birlik değildir. Bu durum, kocanın adaleti sağlama ve hanımını koruma sorumluluğunu daha da artırır.

3.   İyi Geçim ve İyilik (İhsan): Eşler barışmak istedikleri zaman, kocaların kadınlara ihsan /iyilikte bulunması ve lütufkâr davranması beklenir. Erkekler, hakları olmayan şeyleri kadınlara yüklememelidir; iki eşten bir diğeri azarlanmamalıdır.

4.   Muta Hakkı: Boşanan kadınların, gerdeğe girilmiş olsun veya olmasın, mutlak bir istifâde /muta hakkı vardır. Bu hak, hem müstehab /önerilen hem de vacip /gerekli olan mut'ayı şâmildir /içerir.

5.   Maddi İhtiyaçların Karşılanması: Boşanan kadının yiyecek ve giyeceğinin kocasına ait olduğu şer’an beyan edilmiştir.

III. İddet Hükümleri ve İlgili Durumlar

Kadın boşandığında veya kocası vefat ettiğinde, belli bir süre bekleme zorunluluğu (iddet) ve bu süredeki hukuki kısıtlamalar bulunmaktadır:

1.   İddet Süresi ve Yas: Kocası vefat eden bir kadın, dört ay on gün yas /süs-terk etme süresi bekler. Bu süre zarfında süslenmemesi gerekir ki, evlilik arıyormuş gibi olmasın.

2.   Yeniden Evlilik Teklifi: İddet bekleyen kadına, başkalarının açıkça veya ta'riz /kinayeli sözlerle evlilik teklifinde bulunması helâl değildir. Ancak kadın, ayıptan dolayı hâkim tarafından feshedilmişse, kocası dışındakiler de ta'riz yoluyla teklifte bulunabilir. Kadınla iddeti içinde nikâh kıymak kesinlikle caiz değildir.

3.   Ric’at (Kocanın Geri Dönme Hakkı) ve Kadının Durumu: Ric'î talakla boşanan kadın iddet süresi içinde ise, kadın istemese bile kocanın geri dönme hakkı (ric'at) vardır. Eğer kadın, ric'atten /geri dönmekten çekiniyorsa, bunu tecavüz etmiş olmaz.

4.   Hile ve Gizleme: Boşamasının doğuma kadar bekletilmemesi için kadın, hamileliğini gizleyebilir.

IV. Uzak Durulması Gereken Ahlaki Gevşeklikler

Bursevî, aile hayatını korumak ve şehevî /cinsel arzuların kötüye kullanılmasını engellemek için katı sınırlar koyar. Eğer boşanma gerçekleşirse, kadınların evlerinden çıkarılmaması, yiyecek, giyecek ve barınak konusunda bir yıl sürecek şekilde vasiyette bulunulması (ölüm döşeğindeki erkekler için) gerektiği de belirtilmiştir.

Kocası olan bir kadınla zina eden kişi, kadının kocası helalleşmedikçe günahının bağışlanmayacağını ifade eden Bursevî, zinayı zikretmeksizin "üzerimde olan bütün haklarını helal et" gibi umumi /genel bir helalleşmenin yeterli olacağını bildirmiştir.

Cimanın Ezoterik /Bâtınî Ve Metafizik Boyutu

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir ve tasavvuf eserlerinin merkezinde yer alan, cinsel birleşme /cima fiilinin salt fiziksel /cismânî tatminin ötesindeki derin, ezoterik /bâtınî ve metafizik boyutunu ortaya koymayı hedeflemektedir. Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın irfan geleneği dâhilinde, bu tür fizikî eylemleri dahi kişinin manevi yükselişi /seyr ü sülûk ve kalbî arınması /tezkiye ile ilişkilendirmiştir.

Bursevî'nin felsefi /hikemî ve tasavvufi /ezoterik eserlerinde, cimanın /cinsel birleşmenin metafizik anlamı, vücûb /zorunluluk ve imkân /olabilirlik hükümleri çerçevesinde eşler arasındaki uyumun /tevhid-i ef'âl'in sağlanması ve nefs-i emmâre /kötülüğü emreden nefisten kurtuluş /halâs olarak yorumlanır.

I. Cima / Cinsel Birleşme ve Nefsanî Bağlardan Kurtuluş

Bursevî, insanın fiziksel /cismânî varlığını ve bu varlığın doğal yönelimlerini, manevi /ruhani kemâlât yolunda bir imtihan sahası olarak görür. Cima hadisesi bu sahada nefsin zincirlerinden kurtuluşun zorlu bir yolu olarak tanımlanır.

1.   Nefsten Kurtuluşun Zorluğu: Bursevî, mübâşeret /cinsel ilişki kuranların hevâ-yı nefsten /nefsin heva ve hevesinden ve muvâfakat-ı tıba‘dan /tabiata uygunluktan halâs /kurtuluş bulacaklarını ifade eder. Ancak bu kurtuluş, kolay bir durum değildir; aksine, Hakk'ın teshîl-i /kolaylaştırmasına bağlı olan katı /çok zor bir iştir. Bu ifade, cimanın bilinçli bir niyetle ve şer’î /dini sınırlar dâhilinde icra edildiğinde, kişinin nefsanî arzulardan kurtuluşa doğru attığı bir adım olduğunu gösterir. Zira tasavvufun temel gayesi, kişinin kendini mâsivâ'dan /Allah’tan gayri her şeyden tahliye /temizleyip, kalbini Allah sevgisiyle doldurmasıdır.

2.   İlm-i Fıtrat ve Terbiye /Arındırma: Bursevî, ilm-i fıtratı /yaratılış bilgisini açıklarken, süte ulaşmak için kan ve fers /kandan meydana gelen şeylerin (dem) gerektiğini, bu iki unsurun ise şehevet-i nefsâniyye /nefsani şehvet ve ümûr-i sâfile-i cismâniye /cismânî düşük işler olduğunu belirtir. Bu ikisi de esbâb-ı cehldendir /cehalet sebebidir. Bu, en saf netice olan sütün bile nefsanî ve cismânî unsurlardan doğuşunu ima eder. Metafizik /ruhani açıdan kişinin, vücudunda nefsânî ve cismânî işlere vücûd /varlık vermeyip, ümûr-i âliyeye /yüce işlere uluvv-i himmet /yüksek azim göstermesi gerekir. Dolayısıyla cinsel birleşme eylemi bile, nefsanî kökeninden manevi bir arınma ve yükseliş /terakki hedefine yönlendirilmelidir.

3.   İhsan /İyilik ve Zühd /Perhiz: Bursevî, nefsin ve şeytanın ıslâh /düzeltilme yolunun yeme ve içmeyi, dolayısıyla mide ve ferç /cinsel organ şehvetini kesmekten geçtiğini zikreder. Şehvetin kesilmesi, şeytanın müdahale etme yolunu bulamamasını sağlar. Bu bağlamda, nikâh ve cimanın metafizik boyutu, şehveti meşru /helâl yoldan tatmin ederek, kişinin aşırıya kaçmasını engellemek ve böylece zühd /perhiz makamına ulaşmasını kolaylaştırmak amacını taşır.

II. Cismaniyet /Maddî Varlık ve Ruhaniyet /Manevî Varlık Arasındaki İlişki

Cima, iki zıt kutbun (erkek ve kadın, ruh ve beden) birleşmesidir. Bursevî'ye göre bu birleşme, fiziksel bir hulûl /içine girme değil, manevi bir taalluk /ilişkidir.

1.   Ruh ve Ceset Farkı: Bursevî, ruhun nûrânî /nurani ruh ve cesedin zulmânî /karanlık cisim olduğunu belirtir. Nûr /ışık ile zulmet /karanlık bir yerde müçtemi /toplu ve mümtezic /karışık olmaz. Ruh-ı İnsanî /İnsan ruhu, hakikatte gayri mütehayyiz /mekânda olmayan bir cevherdir ve bedene hâl /içine girmiş değildir. Bu nedenle cinsel ilişki, ruhların birleşmesinden ziyade, ruhların birbirine taalluk /ilişki kurması sebebiyle, bedenin de bu ilişkiye iştirak etmesidir.

2.   Cimanın Ölüm Üzerindeki Etkisi: Ruh ve cesedin taallukları /ilişkileri sebebiyle ceset dahi müteellim /acı çeker. Bursevî'ye göre ölüm /mevt hakikatte nefs üzerine vuku bulur. Cima eylemi, bu nefs üzerindeki yoğunluk sebebiyle, fiziksel /cismânî varoluşun bir mertebesini temsil eder.

3.   Manevî Vuslat /Kavuşma Aracı: Kişinin bedenî amelleriyle amelî derecelere, rûhânî mârifeti /manevi bilgi ile mükâşefe /sezgi ve müşâhedelere /gözlemlere ulaşacağı belirtilir. Nikâh, bu manevi ilerlemenin bir basamağıdır. Zira evlilik, bir kadının mizâc-ı mahsûs /hususi yaratılışı sebebiyle kâbil-i nikâh /evlenmeye elverişli olmasını gerektirir. Bu, fiziksel /maddî uyumun ötesinde, manevi bir rezonans /uygunluk olduğunu gösterir.

III. Melekût Âlemi ve Cemâl-Celâl Dengesi

Bursevî, tasavvufi yolda ilerlerken ilahi isimlerin iki ana yola ayrıldığını belirtir: tarîk-i esmâ-i celâlîyye /celâl isimlerinin yolu ve tarîk-i esmâ-i cemâliyye /cemâl isimlerinin yolu. İnsan bu dünyaya cemâlden celâle gelmiştir; bu yüzden celâlden cemâle dönmek için celâl yoluna sülûka /manevi yolculuğa muhtaçtır.

Cima ve evlilik, bu celâl ve cemâl isimlerinin tezahür ettiği insanî ilişkilerde adaletin /adaletle muamele edilmesi ve ahlakın korunması yoluyla kemâle /olgunluğa ulaşmayı hedefler. Celâl /haşmet yolu tamamlandıktan sonra, hazretü’l-kemâle /olgunluk makamına dühûl /girme ve vusûl /kavuşma gerçekleşir. Kemâl /olgunluk ise cemâl /güzellik ve celâlin /haşmetin cem’iyyetidir /birleşmesidir.

Bu çerçevede, cimanın metafizik boyutu, eşler arasındaki teslimiyet ve birlik aracılığıyla Celâl ve Cemâl sıfatlarının insan nefsi üzerindeki tecellilerini idrak etme çabasıdır.


Dipnotlar (APA Biçimiyle Uyumlu Sunum):

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf] (s. 23).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf] (s. 75).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf] (s. 381).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN-TUHFE-İ İSMÂİLİYYE ADLI ESERİ 22.pdf] (s. 445).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri-Vesiletul Meram.pdf] (s. 497).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [TUHFE-İ RECEBİYYE-İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ Kaddesellâhû Sırrahû'l Azîz.pdf] (s. 471, 472, 473, 475, 477).

·      Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf] (s. 173).


İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe hakkındaki Görüşleri

  Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe'yi salt bir ibadet biçimi olarak değil, aynı zamanda fenâ /yokluk makamına ve İlâhî vahdet /birlik deryasına ulaşmada kuluğa rehberlik eden anahtar bir amel olarak ele almıştır.

I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Metafizik ve Manevî Şerhi

İsmail Hakkı Bursevî'ye göre, Efendimiz'e (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) getirilen Salât ve Selâm'ın manevî boyutu, kulun Allah'a vuslat /kavuşma yolunda attığı adımların yönünü belirler.

A. Fenâ /Yokluk Makamına Ulaşma Aracı

Salâvât'ın en önemli metafizik boyutu, kişiyi fenâ fillah /Allah’ta yokluk mertebesine taşımasıdır. Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın zikir anlayışını aktarırken, Salât-ı Şerîf’in (ki bu bağlamda Salât-ı Meşîşiyye gibi güçlü bir salavat kast ediliyor olabilir) özünü şöyle açıklar:

"Beni hakiki vahdet /birlik deryasında gark et /boğ ki, ta ki senden gayriyle ilgim ve alakam olmasın.".

Bu ifade, salâtın amacının, kulun kalbindeki mâsivâ /Allah'tan gayrı her şeyi ortadan kaldırmak ve tam bir tevhid /birlik bilincine ulaşmak olduğunu gösterir. Bu makamda kişi, hevâ-yı nefs /nefsin heva ve hevesinden ve tabiat /yaratılışın uygunluğundan kurtuluş /halâs bulur.

B. Niyet ve Vuslat İhtiyacı

Bursevî, cismânî /maddî olan cesedin hayatının salih /iyi amellerle, ruhun hayatının ise ilimle olduğunu vurgular. İhlâs /samimiyet ehlinin şeriatı ve yolunun salât ve selâm olduğunu belirtir.

Ayrıca, Salât'ın manevî seviyeleri, kalp ve ruh mertebeleriyle ilişkilidir. Havassın /özel kişilerin salâtı, salât-ı kalbiyye /kalp ile yapılan salat iken, ehassın /daha özel kişilerin salâtı ise salât-ı rûhâniyye /ruh ile yapılan salattır.

C. Sayısal /Miktarsal Hikmet

Bursevî, salâvât okumanın manevî feyz /manevi bolluk elde etmek için şart olduğunu belirtir. Hak’tan feyz almış olmanın şartlarından biri, en az on bir kere salâvat getirmektir.

Ancak tarikatta /tasavvuf yolunda bu sayı, sırr-ı erbain /kırk sırrı üzerine cereyan ederek kırk adet zikredilir. Bu, kırk günlük halvet /inziva geleneğine (erbain) işaret eden, manevi olgunlaşma için gerekli olan yoğun zikir ve Salâvat eylemini temsil eder.

D. Hakâik-i İlâhiyye ve Kevniyyenin Kapsanması

Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe’nin umumiyetle bütün peygamberleri içine alacak şekilde getirilmesi gerektiğini bir hadis-i şerîfe dayanarak ifade eder. Zira Efendimiz’in nesebi, din ileydi ve O’nun âl-i /ailesi, takvalı /korunmuş olan her mü'mindir.

II. Bursevî’nin İlham Edilen Salâvât Örneği

 İsmail Hakkı Bursevî'ye, Salâvât hakkında İlâhî bir ilhâm /esin veya ilkâ /telkin geldiği ve bu ilhamın çok veciz /kısa ve kapsamlı /cem'edici olduğu kaynaklarımızda belirtilmiştir.

Bursevî, kendisine ilham edilen bu salâvât lafzının, daha önce var olan bir lafızdan daha özlü /evcez ve daha kapsayıcı /ecma' olduğunu ifade eder. Bu salavatın üstünlüğü, hem hakâik-i ilâhiyye /İlahi hakikatleri (Zât, Esmâ /isimler, Sıfât /sıfatlar) hem de hakâik-i kevniyye /kâinat hakikatlerini (kalem-i a‘lâ /yüce kalem, levh-i mahfûz /korunmuş levha ve mevcûdât /varlıklar) kapsayıcı nitelikte olmasıdır.

Bu, Bursevî'nin Salâvât'ı, sadece Peygamber'e (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) bir dua olarak değil, aynı zamanda bütün yaratılışın /kevn'in özünü ve İlâhî sıfatların tamamını birleştiren kozmik /kevni bir zikir olarak gördüğünü göstermektedir. Zira ruh, Allah’tan ilk zuhur eden şeydir /ilk akıldır ve Salâvat, bu ilk neşîd /ortaya çıkış ile irtibatlıdır.

III. Şeyhü’l-Ekber ve Takip Edilen Yol

Muhyiddin İbn Arabî (Şeyhü'l-Ekber) gibi otoritelerin yolunu takip eden Bursevî, bu tür manevi bilgileri (ilhâm ve keşifler yoluyla gelen vâridâtı) şerh ederken son derece dikkatlidir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle veya nesren /yazıyla koyduğu işaretler, zamanın cahilleri tarafından yanlış yorumlanarak, fikr-i sakim /bozuk düşüncelere sebep olmuştur. Bursevî, kendisinin de bu sırları muhkemat /açık hükümler ve müteşabihat /yoruma açık hükümler bağlamında idrak ettiğini ve itiraz etmediğini vurgular. Salâvât'ın metafizik boyutu da bu derin, tevil ve açıklama gerektiren sırlardan biridir.

Örnek Salavat

İsmail  Hakkı Burseviye İlhâm olunan salavât-ı şerîfede gelir:

 اللهم صل علي سيدنا   محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة من الله قدرة من الله قربة من الله حكمة عزة عظمة من الله

 

Bir kimse bu salavâtı çocuk üzerine okusa mahfûz olalar. Ve bu salavatta kudret zikr

olundu. 

 Rasulüllah salla'llâhu aleyhi ve sellem’e oğlunu götürüp, “Yâ Rasûlallah! Bu oğlumu

şeytân mess etmiştir, ilâç kabul etmedi.” dedikte Rasûlüllah dahî

 اخساء يا عدو الله انا رسول الله

[Defol ey Allah’ın düşmanı, ben Allah’ın  Rasülüyüm buyurduklarında şeytân firar edip bir dahî geri gelmedi TUHFE-İ RECEBİYYE.

 

 İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe’ye dair derin tasavvufî /ezoterik yaklaşımını ve kendisine İlâhî ilhâm /esin yoluyla ulaşan özel zikir formüllerini ortaya koyması bakımından fevkalade /olağanüstü kıymetlidir. Bursevî, Salâvât'ı, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüce makamını idrak etme ve kişinin manevî /ruhanî ilerlemesini sağlama aracı olarak şerh /açıklama etmiştir.

 salâvat metni ve ona eşlik eden hikâye, Bursevî’nin Tuhfe-i Recebiyye adlı eserinde açıkça yer almaktadır ve Salâvât-ı Şerîfe'nin kuvvet /güç, kudret /yetenek ve muhafaza /koruma yönünü vurgulamaktadır.

İşte Bursevî Hazretleri’nin eserlerinde yer alan,    benzer manevî güce, ilhâma veya özel şerhe sahip Salâvât örnekleri ve ilgili açıklamaları:

I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Şerhi ve En Çok Zikrettiği Dualar

İsmail Hakkı Bursevî, tasavvuf yolunda zikir ve Salâvât'ın önemini anlatırken, bu mübarek lafızların sadece fiziksel /zahirî bir tekrar değil, aynı zamanda manevî âlemin sırlarına açılan kapılar olduğunu belirtir.

A. İlham Edilen ve Bütün Esrârı /Sırları Kapsayan Salâvât (Salât-ı Meşîşiyye Şerhi)

Bursevî’nin özel olarak şerh /açıklama ettiği Salâvât-ı Şerîfelerden biri, Şâzelî tarikatının büyüklerinden Abdüsselâm el-Hasanî’nin kalbine İlâhî ilhâm /esin ile gelmiş olan Salât-ı Meşîşiyyedir. Bursevî, bu Salâvât'ın başlangıcını ve metafizik kapsamını şöyle izah eder:

Salâvât Metninin Başlangıcı: اَللُّٰهمَّ َصّلِ َعَلٰى َمْن ِمْنُه اَْنَشقَّ ِت اَألَْسَراُر (Allâhümme salli ‘alâ men minhü’nşakkati’l esrâru).

Metafizik Şerhi: Bu Salâvât, bütün esrâr-ı kevniyye /kâinat sırları ve esrâr-ı ilâhiyye /ilahî sırlar kendisinden münşakk /parlayarak zuhura gelmiş, yani meydana çıkmış olan o şerefli nebevî varlık üzerine tasliye /salât eylemek anlamına gelir. Bursevî'ye göre bu, cemî‘-i kâinât /bütün yaratılmışların teayyün /ortaya çıkış noktası ve menşei /başlangıcıdır.

·      Kapsayıcılığı: Bu Salâvât, cemî‘ kevnî /bütün kâinatsal ve ilahi sırlar /ilahî hakikatler kendisinden zuhura gelen Hazret-i Nebî'nin (S.A.V.) rûhânî /manevî ve cismânî /maddî yönlerinin tamamını içine alır. Çünkü O'nun ruhâniyeti, yaratılışta her şeyden mukaddem /öncedir, nitekim hadiste, "Allah’ın ilk yarattığı benim ruhumdur" buyrulmuştur.

·      İlmî Boyutu: Bu Salâvât’ın kapsayıcılığı, bütün mahlûkatı aciz /yetersiz bırakan ilimlere işaret eder; Efendimiz'e (S.A.V.) ilmî /bilgisel olarak münazaraya /tartışmaya kimsenin gücü yetmez.

B. Harem-i Nebî'de İlham Edilen Bâtınî Secde Salâvâtı

Bursevî Hazretleri’nin bizzat manevî tecrübesiyle /vâridât yoluyla ulaştığı özel bir manevî Salâvât, kendisinin Harem-i Nebî’de (Medîne'de Mescid-i Nebevî’de) mücâveret /komşuluk ettiği sırada kendisine ilhâm /esin edilmiş Salâvât'tır.

Salâvât'ın Mahiyeti: Bu Salâvât'ın mânâsı ikiye ayrılır:

1.   Lafzî Mânâ: Dil ile: "Allah’ım, Efendimiz olan Hz. Muhammed ve onun ailesine salât ve selâm olsun" demektir.

2.   Metafizik Mânâ (Secde): Hayatta iken ona ve ölümünden sonra kabrine secde etmektir; ancak bu ancak bâtınına secde ile caiz olur. Bu, şeriatın zahirine aykırı görünse de, bâtınî /ezoterik bir teslimiyeti ifade eder. Bu ilham, Bursevî’nin Harem-i Nebî’de onun başucundayken aldığı bir manevî telkin /vâridât'tır.

C. Genel Zikir ve Salâvât Usulü

Bursevî, bütün ibadetlerde olduğu gibi, Salâvât ve zikirde de adab ve usul /metot gözetilmesini şart koşar:

1.   Hutbede Salâvât: Cuma hutbesinde hatibin /vaizin: "Muhakkak ki Allah ve melâikesi Peygambere hep salât ile tekrîm ederler..." ayetini okuduğu zaman, dinleyenin kendi içinden gizlice kalbinde Salâvât okuması gerekir; dilini hareket ettirmemelidir. Zira hutbede hem Salâvât okuma hem de susup dinleme emri vardır.

2.   Sayısal Önem: Manevî feyz ve ilerleme /terakki yolunda, Bursevî'nin Celvetiyye geleneği bağlamında, ihlas ile yapılan zikir ve Salâvât'ın sayısal karşılıkları da önemlidir. Zira bin sayısı sayıların son derecesidir ve bu sırra işaretle, "Lâ ilâhe illallah" ve "Muhammedü’r-Rasulullah" kelimelerinin her biri on iki harf olduğu için, her harfe karşılık bin adet Salâvât belirlenmiştir.

II. Koruma / Muhafaza Amaçlı Diğer Manevî İfadeler

  şeytandan koruma amaçlı Salâvât ile aynı bağlamda, Bursevî’nin eserlerinde geçen manevî koruma ve yardım talebine dair iki önemli örnek daha mevcuttur:

A. Zât-ı Şerîfe Mahfûziyet Duası (Tevhid ve Risalet)

Salâvât’ın gücünü gösteren hikâyede, A‘râbî’nin oğlunu şeytandan kurtarmak için Efendimiz’in (S.A.V.) kullandığı kuvvetli ifade, Peygamberlik makamının şeytan ve nefs-i emmâre üzerindeki mutlak otoritesini gösterir.   bu ifadenin bizzat “Allah’ın Rasûlüyüm” demekle şeytanı kaçırdığını gösterir.

B. Manevî Yardım Talebi ve İlâhî İsimler

İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe atılması kıssasında, Cebrail Aleyhisselâm'ın kendisine gelip hacetini /dileğini sorması üzerine, İbrahim Aleyhisselâm’ın cevabı, mutlak teslimiyetin ve İlâhî kudrete sığınmanın en büyük koruma olduğunu gösterir.

Dua Örneği: "Hasbiyallahü ve ni'mel vekîl" (Allâhü Teâlâ hazretleri bana kâfidir! Ve O ne güzel vekildir!). Bu ifade, korku ve şiddet anında zikredildiğinde, kulun Allah'a tam teslimiyetini ve O'nun yeterliliğini beyan ederek, ateşten /beladan korunmasını sağlar.


  İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin manevi /ezoterik eserlerinin ve özellikle Kitâbü'n-Netîce'nin nihayetindeki /sonundaki feyz ve hakikate dair ulaştığı en yüksek noktayı gösteren bir ibareyi talep etmesi bakımından büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.

 Muharrir /yazar olarak bizzat Bursevî Hazretleri’ne İlâhî /tanrısal bir ilham /esin (Vâridât) yoluyla geldiği ifade edilen o mübarek Salâvât-ı Şerîfe, esasen Tuhfe-i Recebiyye adlı eserinde yer almakta olup, onun İlâhî isimlere ve sıfatlara dayandırdığı en kapsamlı zikir formüllerinden biridir.

Bu Salâvât-ı Şerîfe’nin lafzı /sözü,  , kudret /yetenek ve kuvvet /güç gibi İlâhî sıfatlarla Hazreti Peygamber’i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yücelten bir yapıda olup, kendisine İlham olunmuştur:

İsmail Hakkı Bursevî’ye İlham Olunan Salâvât-ı Şerîfe Örneği

Bu Salâvât’ın tam metni, kuvvet ve koruma özelliğini vurgulayan yapısıyla şöyledir [TUHFE-İ RECEBİYYE]:

اللهم صل علي سيدنا محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة من الله قدرة من الله قربة من الله حكمة عزة عظمة من الله

(Anlamı: Ey Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e, Allah’tan bir rahmet, Allah’tan bir nimet, Allah’tan bir minnet, Allah’tan bir kuvvet, Allah’tan bir kudret, Allah’tan bir yakınlık /kurbet, Allah’tan bir hikmet, izzet ve azamet olarak salât eyle!)

Bu Salâvât, onun zikir ve vâridât /ilham kültüründeki en güçlü ifadelerden biri olup, çocuklar üzerine okunduğunda mahfûz /korunmuş olmaları gibi özel manevi etkileri olduğu da belirtilmiştir [TUHFE-İ RECEBİYYE].

Kitâbü’n-Netîce’nin Sonundaki Manevî Hitaplar

 Kitâbü'n-Netîce'nin son kısmına gelince; bu eser Bursevî’nin ömrünün sonunda kaleme aldığı ve ulaştığı en son netice ve marifetleri ihtiva eden bir eserdir. Bu kitabın sonunda veya yakınında yer alan manevî hitaplar /vâridât, genellikle bir Salâvât formunda olmaktan ziyade, manevi bir uyanış /ikaz veya İlâhî bir seslenme /hitâb-ı İlâhî formunda kaydedilmiştir.

Bu kitaptaki son vâridât /ilhamlardan biri, Bursevî’nin Harem-i Nebevî’de Fecir namazından sonra murakabede /tefekkürde iken kendisine vaki olan hitâb-ı İlâhîdir:

[Ey Dâvûd! Muhakkak ki biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. (Sâd Sûresi 38/26)]

Bu hitap, Bursevî’nin bizzat Kitâbü’n-Netîce’de kaydettiği en önemli manevi tecrübelerden biri olup, kendisine mücâhede /nefis terbiyesi ve da’vet-i halk /halkı Hakk’a davet görevi verilmesine ve bu yolda çektiği zorluklara (âlâm ve şedâid) işaret etmektedir. Bu tecrübe, onun nefs-i emmâreyi öldürme /kahrettirme konusundaki zorlu mücadelesini ve sıddîkların şehidlerden üstün tutulmasının hikmetini de ortaya koymaktadır.

Yine Kitâbü’n-Netîce’de, "Seher-i a‘lâda bana denildi ki" ifadesiyle başlayan ve zikredilen manevi yükseliş makamına işaret eden bir ibare de mevcuttur. Bu ibareler, Salâvât’tan ziyade, Bursevî’nin İlâhî âlemdeki mertebesi ve tevhid yolculuğunun (fenâ ve beka) neticesi olan İlâhî tecellîlerin /görünümlerin bir beyanıdır.

Bursevî, bu tür derin hakikatlerin ve kendisine ilham edilen bu lafızların /sözlerin, kendisi için hayırlı bir netice /âkıbet getirmesi için Allah'tan niyazda bulunarak eserini sonlandırmıştır. Zira onun nihai gayesi, zâhir /dışsal şeriata muhalif bir söz söylemediğini ve ulaştığı hakikatlerin ancak zevken /manevi idrak ile anlaşılabileceğini vurgulamaktır.

Zinanın zararları ve çirkinliği

İslam hukuku ve tasavvuf ahlakı açısından en ağır günahlardan ve toplumsal fesada yol açan fiillerden biri olan zinanın dünyevî ve uhrevî / öte dünyaya ait zararlarının incelenmesini gerektirmektedir. Bu husus, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, özellikle Rûhu’l-Beyân Tefsîri'nde, geniş bir şekilde ele alınmakta ve zinanın sadece fiilî bir günah olmanın ötesinde, insanın mânevî yapısına ve toplumsal düzenine olan derin tahribatı vurgulanmaktadır.

Zinanın zararları ve çirkinliği, üç ana başlık altında akademik bir yaklaşımla incelenebilir: Fuhş / Çirkinlik Kavramı ve Manevî Zararlar, Şer'î / Hukuki Müeyyideler / Yaptırımlar ve Toplumsal Sonuçlar.

1. Fuhş / Çirkinlik Kavramı ve Manevî Zararlar

Zina, Kur'ân-ı Kerim'de "pek çirkin, yolca da pek fena bulunan" bir fiil olarak nitelendirilmekte ve sadece zinanın kendisi değil, "zinaya yaklaşma" da yasaklanmaktadır. Bu durum, zinanın fiil olarak işlenmesinden önceki hazırlık aşamalarının da haram olduğunu evleviyetle / öncelikle gösterir. Zina, diğer çirkinlikler / fuhş üzerine daha çok çirkin olduğu için fuhş kelimesiyle isimlendirilmiştir.

A. Kalbi ve Zihni Kirlenme

Zinanın en önemli mânevî zararlarından biri, insanın kalbini ve zihnini ifsat etmesidir / bozmasıdır. Kaynaklarımız, sadece fiilî zinadan kaçınmanın yeterli olmadığını, aynı zamanda:

1.   Kalbî Temizlik: Kalbi zina ile ilgili düşüncelerden ve zihni hayallerden temizlemenin şart olduğunu belirtir. Zira bazı düşünce ve hayaller, bu fiilin yapılmasına götürücü bir sebep olur.

2.   Gözün Muhafazası: Şehvetle bakmanın fuhuș / çirkinlik (zina) eylemini tahrik ettiğini ve zinaya götürücü bir neden olduğunu vurgulayarak, gözün nâmahremden / yabancıdan sakınılması gerektiğini bildirir.

3.   Halvet / Yalnız Kalma Yasağı: Erkeklerin yabancı bir kadınla kapalı bir yerde baş başa kalması yasaklanmıştır, çünkü bu durumda üçüncüleri şeytan olur. Ayrıca ecnebiyenin / yabancı kadının evsafını / vasıflarını söylemek, libâsına / elbisesine nazar etmek ve onunla zaruret olmaksızın musahabet / sohbet etmek gibi esbâb-ı zinâ / zinanın sebeplerinden dahi korunmak gerekir.

B. Âhiret / Öte Dünya Bağlı Zararlar

Zina, dünyevî / bu dünyayla ilgili ve uhrevî / öte dünyayla ilgili büyük zararlara sebep olur. Zinanın yaygınlaşması, Allah Teâlâ’nın gazabını celbeden / çeken bir durum olup, söz konusu yerlerde tâûn / salgın hastalık ve fakirlik yayılır.

Ayrıca, kul hakkı / insan hakkı söz konusu olduğu için zina eden kişi, pişman olsa ve tevbe etse bile, hasmı / davacısı olan insan ile helalleşmedikçe günahının bağışlanması mümkün olmaz. Zina, dünyada hadd / ceza, âhirette ise azap görmeye ve cezalandırılmaya sebep olduğu için kendisine "anet" (büyük zarar/meşakkat) adı verilmiştir.

2. Şer'î / Hukukî Müeyyideler / Yaptırımlar

İslam şeriatı, zinanın ağır sonuçlarını engellemek ve toplumu korumak amacıyla çeşitli hukuki müeyyideler öngörmüştür:

A. Hadd-i Zina

·      Evli Olmayanlar İçin: Evli olmayan kişi için hadd-i zina yüz sopadır. Köle için ise bu cezanın yarısıdır (elli sopa).

·      Hapsin Neshedilmesi / Kaldırılması: Başlangıçta zina eden kadınların ölüm kendilerini alıp götürünceye kadar evlerde hapsedilmesi (evlerin onlara hapishane yapılması) emredilmişti. Ancak Hanefi mezhebine göre bu hüküm, daha sonra sopa ile dövülme hükmüyle nesh / kaldırılmış olup, hüküm böylece yerleşmiştir.

B. Zihar Keffâreti / Kefareti

Zina olmamakla birlikte, cinsel ilişkiyi haram kılan ve keffâret gerektiren bir durum olan zihar / eşini kendisine nâmahrem olan bir yakınının bakılması haram olan bir uzvuna benzetme (örneğin "Sen anamın arkası gibisin" demek) de kaynaklarda zinanın önlenmesi bağlamında zikredilmiştir. Bu durumda kişi, keffâret / kefaret vermedikçe eşine yaklaşamaz, onu öpüp kucaklayamaz. Bu, aile içi ilişkilerde bile, zinaya yol açabilecek veya zinayı anımsatacak davranışlara karşı gösterilen hassasiyeti ifade eder.

3. Zinanın Neseb / Soy ve Velâyet / Ermişlik Üzerindeki Zararı

Zinanın en ilginç ve derin tasavvufî / sufizme ait zararlarından biri, zinadan doğan veled / çocuk üzerindeki etkisidir:

·      Şeriat ve Velâyet Farkı: Zinadan doğan veled / çocuk, mertebe-i şer’de / şeriat mertebesinde (hukuken) ehl-i şehâdet / şahit olabilir; lâkin mertebe-i hakîkatte / hakikat mertebesinde ehl-i velâyet / ermiş olamaz. Nübüvvet / peygamberlik de velâyet üzerine mebnî / kurulmuş olduğu için veled-i zina, nebî / peygamber de olmaz.

·      Cennet Meselesi: Makâsıd adlı eserde veled-i zina / zina çocuğu cennete giremez rivayeti geçmekle birlikte, âlimler bu hadis-i şerifin zahiri lafzı üzere hamledilmeyeceğine ittifak / fikir birliği etmişlerdir. Bu bağlamda, veled-i zina tabiri, "çok zina yapan" manasında mecazi / sembolik olarak da kullanılmıştır, tıpkı çok şahitlik yapanlara "yaprakların oğlu" denilmesi gibi. Rivayetin tevili / yorumu, eğer veled-i zina ebeveyninin amellerinin misli gibi amel ederse cennete giremez şeklinde anlaşılmıştır.

Bu incelikli bakış açısı, Bursevî Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf arasındaki dengeyi koruma gayretini yansıtır. Zira insanda bulunan nûr-i ilâhî / ilahi nur ve kalbindeki sır, onu diğer insanlardan ayırır. Zina ise bu sırra ve insanın kemâline / olgunluğuna bir engel teşkil eder.

Özet ve Önleyici Tedbirler

Zinanın zararları, hem bireysel nefs / ruh ve kalp temizliğini hem de toplumsal huzuru tehdit etmektedir. İsmâil Hakkı Bursevî'nin yaşadığı dönemde görülen sifâh (aşikâr zina) ve mühâdene (gizli dostluk) şeklindeki câhiliye / bilgisizlik dönemi zinalarının İslam'da kesinlikle yasaklanması, bu fiilin temelden reddedildiğini gösterir.

Korunma yolları ise şunlardır:

1.   Zinaya yol açan düşünce ve hayallerden uzaklaşmak.

2.   Gözü nâmahremden sakınmak.

3.   Zaruret / zorunluluk olmaksızın yabancı ile yalnız kalmamak, sohbet etmemek.

4.   Şüpheli ve zararlı işlerden uzak durmak ve hadd / ceza gerektiren fiillere karşı tevbe / pişmanlık ve istiğfar / bağışlanma dilemek.

 bu geniş muhteviyat / kapsam dâhilinde zinanın yalnızca bir yasak değil, aynı zamanda ruhânî terakki / ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biri olduğunu görmüşlerdir.

İslâm ahlakının ve tasavvuf düşüncesinin temelini teşkil eden mânevî/ruhânî kirlenme meselesine odaklanmaktadır. Zina, fiilî / eylemsel boyutunun ötesinde, insanın gönül ve ruh âleminde baş gösteren bir fesat / bozulma olarak ele alınır. Bu yaklaşım, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, nefs-i emmâre / kötülüğü emreden nefsin istekleri (hevâ / heves) ve kalp tasfiyesi / arındırılması bağlamında derinlemesine incelenmiştir.

Zinanın gönül ve ruh üzerindeki zararları ve bunun manevî/ruhânî alandaki tezâhürü / görünümü, akademik bir çerçevede aşağıdaki gibi tahlil edilmektedir.

I. Gönül ve Ruh Zinasının Kaynağı: Nefs-i Emmâre ve Hevâ / Heves

Fuhuş / çirkinlik (zina), öncelikle kalpte ve idrak / algı merkezinde başlayan bir eğilimdir; bedende tecelli etmeden / ortaya çıkmadan önce ruhu kuşatan bir hastalık halidir.

A. Nefsin Kötü Vasıfları

Zina, kişinin fıtratını / yaratılışını hasîs şehvet / aşağılık şehvetten ve nefsini hevâya / hevese itaatten temizleyememesi durumunda ortaya çıkar. Hevâ, ruh ve bâtını / iç dünyayı ifsat eder / bozar. Nefsi emmârenin sıfatları / vasıfları arasında hırs, emel / arzu, kin, kıskançlık, buğz / nefret, gadab / öfke, cimrilik, kibir ve yalan gibi yerilmiş ahlaklar / kötü huylar bulunur. Bu kötü vasıflar, ruhun saflığını bulandırarak ruhanî ahlakını bozar.

B. Nefs ve Şeytanın İnsan Vücudundaki Rolü

Tasavvuf ehli, insanın vücudundaki nefs / ruh, şeytan ve şer / kötülük kuvvetlerini, vücutta bulunan Yahudî ve Hristiyanlara benzetir. Bu, kötülüğün dışarıdan değil, bizzat kişinin kendi bünyesinde barındırdığı eğilimlerden kaynaklandığına işarettir. Şeytan ise insan ve cinlerden haddini aşan herkes için kullanılır. Şeytan ve kabilesi, insanların kendilerini göremeyeceği cihetten onları görürler, bu yüzden akıllı kişinin büyük bir sakınma ile şeytanın şerrinden korunması gerekir.

II. Azaların ve İdrâk / Algı Merkezlerinin Zinası

İslâm ahlakında zinanın başlangıcı, fiilî / eylemsel aşamadan önce, duyuların ve kalbin kullanılış biçiminde aranır.   tam olarak bu noktayı işaret etmektedir: Gönül ve ruhun zinası, azaların / organların günaha sevk edici eylemleriyle başlar.

A. Gözün Zinası ve Kalbin Kirlenmesi

Zinanın önlenmesi, kalbin ve zihnin zina ile ilgili düşüncelerden temizlenmesini gerektirir. Bu temizlik, öncelikle görme duyusunun kontrolüyle mümkündür. Hadis-i şerifler ve ulema / âlimler, kulak, göz ve gönül / kalp gibi her bir idrak merkezinin yaptıklarından mesul / sorumlu olduğunu vurgular.

Bursevî Hazretleri'nin işaret ettiği üzere, gözün manevî değeri, baktığı şeye göre artar veya azalır. Takvâ / dindarlık sahibi büyükler, fetvâ / hukuki görüş bakımından caiz / yasal olsa bile, şehveti tahrik etme tehlikesinden dolayı yabancı / nâmahrem kadınlara bakmaktan sakınmışlardır. Bu, takvâ fevka emri'l-fetvâ / dindarlık, fetvânın emrinin üzerindedir ilkesinin bir gereğidir.

B. Nefsânî / Şehvanî Kirlilikler ve Kalbin Nuru

Kalp, ilâhî feyzin / lütfun inebileceği bir kandile / lambaya benzetilir (kandil-i kalb). Feyzin nüzûl etmesi / inmesi için kalbin, şehevânî / şehvete ait ve nefsânî / nefse ait pisliklerden arınması gerekir.

Gönül zinası, kalbin Allah’tan gayrı / mâsivâ’ya yönelmesi ve ona bağlanmasıyla gerçekleşir. İnsan, teveccüh / yönelme kaydından hâlâs / kurtuluş bulmadıkça kayddan / bağdan kurtulamaz.

C. Lisanın / Dilin Muhafazası

Zinanın manevî zararlarından korunmada, gözden sonra lisan / dil gelir. Halkı yüzleri üzerine cehenneme düşüren dillerinden sâdır / çıkan yakışıksız / uygunsuz sözlerden sakınmak (hıfz-ı lisân) gereklidir.

III. Ruhânî Arınma ve İtidal / Orta Yol

Gönül zinasından korunmanın temel yolu, riyâzat / perhiz ve tezkiye / arınma ile ruhu kemâle / olgunluğa ulaştırmaktır.

A. Riyâzat / Perhiz ve Tezkiye / Arınma

Riyâzat, nefsi kötü vasıflardan ve doğal şehvetlerden ıslah etmeye / düzeltmeye ve kurtarmaya denir. İnsan, riyâzat ile bedenin hükmünü yok etmedikçe ve çok aldığı gıdaları eritmedikçe kötü vasıfların aşırılıklarından kurtulamaz.

Kalbin cilâsı / parlatılması ise ancak zikrullah (Allah'ı anma), Kur’ân-ı Kerim okumak ve Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri'ne salât u selâm getirmekle hasıl olur.

B. İtidal / Orta Yol Prensibi

Şeriat, her konuda itidal / orta yol ölçüsünü beyan etmiştir. Manen ilerlemek isteyen sâlik / yola giren kişi için, nefsinin zıttına her gün terakki / ilerleme gerekir; iki günü birbirine eşit olan kişi aldanmıştır. Bu, mânevî yolculukta ruhun durağanlığa düşmemesi gerektiğine dair kuvvetli bir uyarıdır.

Özetle,   gönül ve ruh zinası, tasavvuf ahlakında, hevâ / hevesin kalbi ve nefsi emmâreyi kirletmesiyle başlayan, göz, dil ve diğer idrak merkezlerinin kontrolsüzlüğünden beslenen, insanın ilâhî feyzden mahrum kalmasına yol açan en büyük mânevî tehlikedir.


Vefat Zamanı ve İlgili Hâller

Büyük mutasavvıf ve müfessir İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin vefatına dair son sözleri, vasiyetleri ve bu döneme ait manevi hâllerine yönelik tetkikler, kaynaklarda detaylı bir şekilde yer almaktadır.

I. Vefat Zamanı ve İlgili Hâller

İsmail Hakkı Bursevî, 9 Zilkade 1137 Hicri (20 Temmuz 1725 Miladi) Perşembe günü akşama doğru Bursa’da Hakk'a yürümüştür. Vefat ettiğinde Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Cenazesi, Bursa Tuzpazarı’nda inşa ettirdiği Cami-i Muhammedî’nin kıble tarafına defnedilmiştir.

Bursevî Hazretleri’nin yaşamının son safhalarına dair manevi hazırlıkları mevcuttur. Kendisi Bursa’ya gitmek üzere Mudanya’da karaya çıktığı zaman, ömrünün sona ermek üzere olduğunu idrâk / anlama hâlinde bulunmuş ve tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmek istemiştir. Bu durum, kendisinin dervişlik mertebesine olan bağlılığını ve dünyevi bağlardan kopma arzusunu göstermektedir. Bu bağlamda, dünyaya ve dünya işlerine bakışını yansıtan ve vefatından önceki manevi yönelimine işaret eden şu duayı zikretmiştir:

·      "Rabbim! Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, kıyamette beni Zümre-i mesakinde haşret".

II. Vasiyet ve Son Sözlere Dair Tespitler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin vefatından önce kaleme aldığı bir manzumesinde (şiirinde) yer alan ve ruhunun kurban edilmesi teması taşıyan şu mısra dikkat çekmektedir:

·      "Kebş-i ruhum Hakk'a kurban eyledim".

Ayrıca 1134 Hicri (1722 Miladi) senesinde Üsküdar’da telif ettiği Nakdü'l-Hâl adlı eserinde de vefatına işaret eden bir ibâre / ifade bulunmaktadır.

Genel olarak vasiyet, şer'î / İslâm hukukuna dair ve tasavvufi tavsiyeler içerir:

1.   Vasiyetin Dini Önemi: Vasiyet etmek, dinî amellerden / Allah rızası için yapılan işlerden sayılır. Vasiyet, tokluk (hayatta) iken mal bölüştürmek gibidir. Bir kimsenin vefat etme ihtimali sebebiyle hastayı ziyaret etmek farz-ı kifâye / yeterli sayıda kişinin yapmasıyla diğerlerinin üzerinden sorumluluğun kalktığı bir farz olup, zira hastanın vasiyette bulunma imkânı vardır. Vasiyete hazır olmak ve vasiyeti yerine getirmek lâzımdır / gereklidir; aksi takdirde kişi âsî / itaatsiz olur. Bâtın / manevi ehli açısından vasiyet hükmü asla mensûh / neshedilmiş değildir.

2.   Mürid ve Şeyh İlişkisine Dair Vasiyet: Bursevî Hazretleri, ulu’l-emr / emir sahiplerine (hükümdarlar, meşâyih / tarikat liderleri, ulemâ / bilginler ve zühhad / zahidler) itâ’at / uyulması gerektiğini vurgulamıştır. Şeyhe i’tirâz / karşı çıkan mürid, irâdet dâ’iresinden / müridlik çevresinden çıkar ve mübtedi’ / bid'atçı / yenilikçi olur. Zira mürid / öğrenci, irâdet / isteğini Hakk’ın iradesine ve şeyhine teslim etmelidir. Şeyhe karşı gelmek, kişinin kalb / gönül zülmetine / karanlığına ve ilâhî meded / yardımın kesilmesine yol açar.

3.   Ölüm Anında Telkin: Son anlarda (sekerâtü’l-mevt / ölüm sarhoşluğu) iken yardımcı olunması için gerekli inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerekir.

 İsmail Hakkı Bursevî'nin Rûhu'l-Beyân Tefsiri ve diğer eserlerinde sıkça vurguladığı sahte şeyh ve kötü âlimler / bilginler hakkındaki şiddetli eleştirileri ve bu kişilerin müminlere verdiği zararlara dair görüşleri, tasavvuf anlayışının kritik bir boyutunu teşkil etmektedir.  


Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî Meşguliyetin Kaynağı

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin manevi hayatında zâtını / şahsını en çok meşgul eden ve ona fikrî ve ruhânî yorgunluk veren konuların, esasen irşâd / manevi rehberlik görevi, kalbin tasfiyesi / arındırılması ve döneminin ehl-i hevâ / nefsine uyanları ile olan mücâdelesinden / mücadelesinden kaynaklandığı görülmektedir. Bu mücâdele, hem bâtınî / içsel hem de zâhirî / dışsal boyutlarda cereyan etmektedir.

I. Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî Meşguliyetin Kaynağı

İsmail Hakkı Bursevî'nin külliyatında merkezi bir kavram olan kalb / gönül, aynı zamanda onun en büyük meşgale / uğraş ve imtihân / sınav alanını teşkil eder. Kalp, sadece bir organ değil, Allah'ın nazar-gâhı / baktığı yer ve hilâfet-i vücûdun / vücudun hilafetinin makamı olarak kabul edilir.

1.   Kalb-i Selim'i Muhafaza Çabası: Kalbin fesâd / bozulmaya uğraması, kişinin imandan uzaklaşmasına, hatta küfre düşmesine sebep olur. Bu nedenle, kalbi nefsânî / nefisle ilgili ve şehevî / şehvetle ilgili pisliklerden arındırmak (tezkiye ve tasfiye), sürekli bir çaba gerektirir. Bursevî Hazretleri'ne göre, kalbin hayatı / gönlün canlılığı hüzn-i dâim / sürekli hüzne bağlıdır, bu da sürekli bir tefekkür / düşünme ve murakabe / kendini denetleme hâlini zorunlu kılar. Zira tefekkür / derin düşünme, kalbin kandili / ışık kaynağıdır ve bu ışık olmazsa kalp, karanlıklar içinde bocalayıp / çaresizlik içinde kalır.

2.   Dünyevî Bağlardan Ayrılma Arzusu: Hazret, Bursa'ya gitmek üzere Mudanya'da karaya çıktığında, ömrünün sonuna yaklaştığını idrak ederek tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı ihtiyar / tercih etmek istemiştir. Bu, dünyaya ve dünya işlerine olan gönül bağını tamamen kesme çabasının, kendisini meşgul eden en yüksek manevi kaygı olduğunu göstermektedir. Hatta kendi ifadesiyle: "Ölmeden nefsin ölmesin iste, kalbinin zinde olmasın iste / Kendi kendinden hicret / göç et erken, âlem-i âh / ahlar âlemi bulmasın iste".

II. Toplumsal ve Manevî Düzeydeki Mücâdeleler

Bursevî Hazretleri'nin zâhir / dış âlemdeki en büyük meşguliyet ve yorgunluk kaynaklarından biri de irşâd / manevi rehberlik faaliyetleri sırasında karşılaştığı sapkınlıklar ve zulümler olmuştur.

1.   Mürşid-i Kâmil / Olgun Mürşidin Sorumluluğu: Bursevî'nin sülûk / manevi yolculuk prensiplerine dair açıklamaları, bir mürşidin omuzlarındaki büyük yükü ve bunun getirdiği meşakkati / zorluğu gözler önüne serer. Kötü âlimlerin, halkın elindekilere tama' / göz dikmeleri nedeniyle sapıtmaları ve sahte şeyhlerin / yalancı rehberlerin, Allah'ın (hâşâ) kendi ailelerinin tekelinde / inhisarında olduğunu sanmaları, halkın manen ilerlemesini istememeleri, Bursevî'nin şiddetle eleştirdiği ve mücadele ettiği konulardır.   Bursevî'nin eserlerinin ana temalarından biridir ve onu toplumsal alanda en çok yoran mesele / konu olmuştur. O, bu müteşâyihleri / sahte şeyhleri, “Allah’a iftira ederek yalan uyduran kimseden daha zâlim” olanlar arasına dâhil eder.

2.   Müridlerin ve Halkın Durumu: Bursevî Hazretleri, görev yaptığı Üsküp’te, gayr-i meşrû / İslâmî olmayan davranışları olan kadı ve ileri gelenlerle mücâdele / mücadele etmekten geri durmamış, bu yüzden ölümle tehdit edilmiştir. Bu tür husûmet / düşmanlıklar, zâhirî / dışsal hayatının en zorlu dönemlerini teşkil etmiştir. Ayrıca, mağrûrlar / kibirlenenler ve mürşid-i kâmil / olgun mürşidi tasdik etmekte zorlananların hâlleri de onun irşâd / manevi rehberlik görevini ağırlaştırmıştır. Mağrurların çoğu, kendi tabiatlarının kötü hükümleriyle meşgul olup, mürşid-i kâmili / olgun mürşidi tanımakta zorlanırlar. Bu, güneşi körlerin görmemesi veya balı, ağzı acımsı olanların tatmaması gibidir. Bu istidâdı / manevi kabiliyeti bozuk olanları doğru yola çekme çabası, şüphesiz / kuşkusuz büyük bir meşgaledir / uğraştır.

3.   Kendini Denetleme (Muhâsebe): Bursevî, kendini sürekli muhâsebe / hesaba çekme hâli içindedir. Kaynaklarda, ömrünün / hayatının sonlarına yaklaştığı zamanlarda, kendi nefsiyle yaptığı tevbih / azarlama ve müzâkere / sorgulama metinleri yer almaktadır. Bu durum, zâtının / kendisinin taşıdığı manevi yükün ağırlığını ve sürekli taksîrden / eksiklikten âh / ah çekme hâlini gösterir.

III. Nihai Yorgunluk: Sekerâtü’l-Mevt

Bursevî Hazretleri'nin manevi kaygılarının zirvesi, hayatın son anına, yani sekerâtü'l-mevt / ölüm sarhoşluğuna yöneliktir. Kendisi, Rûhu'l-Beyân adlı eserinde bu konuda özel bir hassasiyet göstermiş, ölüm anında Allah’tan yardım isteme ("Allâhım! Sekerâtü'l-mevt üzerine bana yardım et!") duasını zikretmiş ve bu inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu, dünyevi meşgaleler sona erdiğinde, ruhu Hakk'a teslim etme anının meşakkatinin / zorluğunun, nihai bir kaygı olarak zâtını / şahsını meşgul ettiğini göstermektedir.


Yukarıda arz ettiğim üzere, Bursevî Hazretleri'ni en çok meşgul eden meseleler, kalbin tezkiye / arındırılması, nefisle yapılan mücâhede / mücadele ve sülûk / manevi yolculuk erkanına aykırı davrananlara karşı verdiği irşâdî / manevi rehberlik amaçlı mücadeleler olmuştur. Bu mücâdeleler, onun Bursa'ya hicret etmesine yol açan zorluklardan, sahte şeyhlerin eleştirisine kadar uzanmaktadır.

Müteşâyih

 İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin zâtının / şahsının bütün eserlerinde şiddetle mücadele ettiği hususlardan biri de, kaynaklarda "müteşâyih" olarak isimlendirilen, kendiliğinden / kendi başına irşâd / manevi rehberlik makamını iddia edenlerdir.

Bursevî Hazretleri'nin külliyatında bu sualin cevabı katiyetle / kesinlikle olumsuzdur: Bir kimsenin kendi başına şeyhlik / mürşid-i kâmil / olgun rehberlik iddia etmesi, manevi yolda kabul edilemez ve ağır bir sapıklık / dalâlet olarak görülür.

Bu durumun gerekçeleri ve sonuçları aşağıda arz edilmiştir:

I. Kendi Başına Şeyhlik İddiasının Reddi ve Müteşâyihlik Kavramı

İsmail Hakkı Bursevî, şeyhlik makamının, insanın kendi arzusuyla ulaşılabilecek dünyevî bir rütbe olmadığını, bilakis İlâhî bir tayin ve devir / hilâfet olduğunu vurgular. Kendi başına şeyhlik iddia edenler, tasavvuf terminolojisinde "müteşâyih" olarak adlandırılırlar.

1.   Müteşâyihlerin Kimliği ve Motivasyonları:

o           Bursevî'nin yaşadığı son asırlarda, âlim / bilgin ve ümmî / sıradan birçok kişinin şeyhlik davasına düştüğü; ancak bunlardan birinin dahi hakiki hâlden / manevi gerçeklikten haberdar olmadığı belirtilmiştir.

o           Bu iddia sahipleri, halkı büyüleyip, yiyecek, giyecek ve para toplamakta ve halkın elinde bulunan maddî imkânlara / mal varlığına tama' / göz dikmektedirler. Bu, kötü âlimlerin en çok sapıtma sebebidir. Zira ahiret ehli olanların dünya malına tama' etmeleri caiz değildir.

o           Sahte şeyhlerin bir kısmı, kendi ailelerinden gelenlerin şeyh olabileceğini sanarak, Allah'ın (hâşâ) kendi ailelerinin tekelinde / inhisarında olduğunu zannederler.

2.   Manevî ve Hukukî / Şer'î Hüküm:

o           Müteşâyihler / sahte şeyhlik taslayanlar, "Allah'a iftira ederek yalan uyduran kimseden daha zâlim" olduğu yönündeki ayet-i kerimenin hükmünün altına girerler.

o           Müellif, sofuluk taslayan, şeyh olduklarını iddia eden ve tarikat ehli olduklarını söyleyen kişilerin hallerinde bir düzelme olmamasından üzüntü / teessür duyduğunu ifade etmiştir.

o           Kendi kendini meşâyih / şeyh ilan edenler, istidatları / manevi kabiliyetleri bozuk olup, gurur / kibir ve cehâlet / bilgisizlik içindedirler. Bunlar mağrûrlar ve müstedrecler / derece derece sapıklığa kayanlardır ki, sonunda hâlleri hayâl-i mahz / sırf hayal olduğu ortaya çıkar.

II. Şeyhliğin İzin ve Şartları

İslam Hakkı Bursevî'ye göre, irşâd / manevi rehberlik makamına ehil olmanın temel şartı, bu görevin ehlinden alınması ve İlâhî bir tayine / atamaya mazhar olmasıdır.

1.   Hilâfetin Verilişi:

o           Bir müridde hilâfet eseri zuhur etmedikçe, onu halife / vekil olarak bilmek caiz olmaz. Bu, şeyhliğin ilahi bir lütuf sonucu, meşru / yasal bir mürşid-i kâmil / olgun rehber tarafından tayin edilmesini gerektirir.

o           Şeyhin müride irşad / manevi rehberlik makamı vermesinin sebebi, halkın Hakk’tan gelecek feyzi ve irfanı doğrudan kabul etme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu manevi boşluğu dolduracak kişinin, bâtını / manevi yönü düzeltilmiş (ıslâh) olması gerekir.

2.   Mürşidin Vasıfları:

o           Hakiki mürşid-i kâmiller / olgun rehberler, keşif ehlidirler; eşyanın hakikatini keşfetmiş ve mahiyetini kavramış kişilerdir. Onlar denizlere dalan dalgıçlar gibidirler.

o           Kamil bir zâta bakılırken, onun beşeriyyetine / insan olma yönüne değil, nûr-ı ilâhîden / Allah'ın nurundan kendisine akseden nûra ve kalbindeki sırra nazar etmek gerekir.

o           Mürşid, müridi akli ve şer'î delillere, sabra ve zikre / Allah'ı anmaya devam etmeye yöneltmelidir.

3.   Mürşidsiz Sülûk / Manevi Yolculuğun Tehlikesi:

o           Manevi yol, beşeriyet zulmeti / insanlık karanlığı ve yüz binlerce tehlikeyle doludur. Bu tehlikeleri ancak Hızır Aleyhisselâm gibi yol gösteren ve yolunu aydınlatan bir mürşid-i kâmil olmaksızın aşmak mümkün değildir.

o           Mürşidi / rehberi olmayan kişi, manevi hedefe ulaşamaz ve şeytanın elinde güçsüz kalır. Nefis, şeytanın yakın arkadaşı olup, insanı sürekli kötülüklere sevk eder. Bu nedenle, kendi başına şeyhlik iddiası, büyük bir dalâlet / sapıklık tehlikesidir.

III. Hatırlatma

  İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin manevi otonomi / özerklik ve otorite anlayışını aydınlatmaktadır. Önceki yazılarımızda kısaca değinilmiş olmasına rağmen, Bursevî'nin manevi rehberliğin temelini oluşturan, zâhirî ilimler / dışsal bilimler ile bâtınî irfân / manevi bilgi arasındaki ayrıma verdiği önem, ayrı bir tetkiki / incelemeyi gerektirmektedir.

Bursevî, ilm-i mücerred / kuru bilginin tek başına yeterli olmadığını, hatta Tarsus'ta türbesi kapalı kalmış olan Halife Me’mûn gibi, melekât-ı fâzılası / faziletli yönleri olmasına rağmen Hakk'a mühtedî / doğru yola girmiş olmayıp dâll / sapkın kalmanın mümkün olduğunu belirtir. Bu bağlamda, ilm-i mücerred / kuru bilginin insana kifâyet / yeterli gelmediği, aksine ayne’l-yakînden hisse-mend / gözle görme kesinliğinden pay sahibi olmanın vacip olduğu fikri, mürşid / rehber olmanın temel ehliyetini ortaya koymaktadır.

Vâridât / İlhamlar Ve Aldığı İşâretler

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin gördüğü rüyalar, manevi vâridât / ilhamlar ve aldığı işâretler, onun hem ilmî / akademik çalışmalarına hem de irşâd / manevi rehberlik faaliyetlerine temel teşkil etmiştir. Bursevî Hazretleri’nin manevi yolculuğu / sülûkü boyunca, bu gaybî / görünmeyen âlemden gelen yönlendirmeler, onun hayatında belirleyici rol oynamıştır.

İsmail Hakkı Bursevî, kulun kastı olmaksızın / iradesi dışı kalbe gelen manâ ve ilhamlara (vârid) büyük önem vermiş ve ömrünün son otuz kırk yıllık kısmında muhatap olduğu bu ilâhî hitapları kayda geçirip şerh etmiştir.

I. Manevi Eserlerin Telifine Yön Veren Rüyalar

Bursevî Hazretleri’nin en önemli ve hacimli eserlerinden bazılarının yazılması, doğrudan manevi işaretler ve rüyalar ile gerçekleşmiştir:

1.   Rûhu'l-Mesnevî Şerhinin Başlangıcı: Bir arkadaşının isteği üzerine Mevlânâ’nın Mesnevî'sini şerh etmeye başlayan İsmail Hakkı, rastgele bir beyit okuduktan sonra gece rüyasında kendisine büyük bir cilt verildiğini görmüştür. Bu cilt, arkadaşının kendisinden açıklamasını istediği kitaptır. Bu rüya üzerine Bursevî, Mesnevî'nin birinci cildini şerh etmeye başlamıştır.

2.   Şeyh-i Ekber’den Tütün Yasağı: Üsküp’te bulunduğu sırada gördüğü bir rüyada, büyük mutasavvıf Şeyh-i Ekber (Muhyiddin İbn Arabî) tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir. İsmail Hakkı, Şam’da iken de bu talimatın birkaç rüyada tekerrür / tekrar ettiğini belirtmiştir. Bu tür rüyalar, manevi otoritenin yaşam tarzına dair doğrudan hüküm vermesi açısından önemlidir.

II. Hayat Yörüngesini Belirleyen İşaretler ve İlhamlar

Rüyalar ve manevi hitaplar / vâridât, Bursevî Hazretleri’nin fiziksel seyahatlerine, ikametgâh seçimlerine ve resmi görevlere karşı tutumuna doğrudan etki etmiştir:

1.   Hicret Kararları ve Hâllerin Yönlendirilmesi: İsmail Hakkı, gördüğü rüyaların te’sîri / etkisiyle 1717 Miladi senesinde Şam’a gitmiş ve on kadar eserini orada kaleme almıştır. Bursa’ya nihai dönüşünde (1723 Miladi), Üsküdar’daki Ahmediye Camii’nde yaşadığı olaylardan sonra, dünya işlerinin kendisine göre olmadığını düşünmüş. Bu dönüş sırasında, kendisine hal lisanı / manevi sesleniş ile "İki sene oldu buraya geleli" şeklinde bir hitap gelmiştir. Bu hitap / seslenme, Üsküdar’dan Bursa’ya dönüşünün manevi bir sırrı olduğunu, üç sene takdir olunan sürenin bir senesinin mensûh / iptal edildiğini ve kalan yirmi günün bir sene hükmünde / sayıldığını göstermiştir. Bu tür gayr-i âdî / alışılmadık durumlar ve ahvâl-i acîbe / şaşırtıcı hâller, muhkemat / kesin hükümler ve müteşabihat / benzer anlamlılar ilmini bilenlerce idrak edilebilir.

2.   Resmi Görevleri Reddetme: Bursevî’nin hayatındaki en önemli yönlendirmelerden biri, hocası Osman Fazlı Efendi’den gelmiştir. Hocasının işareti / işareti üzerine, tahsili / eğitimi yeterli olmasına rağmen elli sene boyunca hiçbir resmi hizmeti kabul etmemiştir. Zira şeyhi, "Şeyhler müftü olamaz" şeklinde bir cevap vermiştir. Nitekim Şam halkı kendisine müftülük teklif ettiğinde, hocasının daha Üsküp’e giderken yaptığı sıkı sıkı tenbihi / şiddetli uyarısı nedeniyle bu teklifi reddetmiştir. Bu, onun hayat boyu resmî / devlet görevlerinden uzak kalmasında manevi rehberliğin ne denli bağlayıcı olduğunu gösterir.

III. Tasavvufi İdrakte Rüya ve Vâridâtın Rolü

Bursevî’nin tefekküründe / düşünce sisteminde, manevi ilhamlar, dünyevi bilginin ötesinde bir hakikati temsil eder.

1.   Keşif ve Doğru Bilgi Kaynağı: Bursevî’ye göre, mutasavvıf / manevi yol ehli âlimler, hadisleri diğer ulemâ / bilginler gibi araştırdıktan sonra, keşfi / sezgiyi buna ilave ederek amel ederler. Ancak, kalbe varid / gelen düşüncelerin içinde şeytani / şeytânî olanlar bulunduğundan, keşfin mutlaka sahih / doğru olması gerektiğini özellikle vurgular. Bu, manevi tecrübeler ve rüyalar yoluyla gelen bilgiyi süzme gerekliliğine işaret eder.

2.   Tecerrüd / Dünya Bağlarından Ayrılma: Bursa’ya doğru yola çıktığında, ömrünün sona ermek üzere olduğunu anlamış / idrak etmiş ve tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı ihtiyâr / tercih etmek istemiştir. Bu, yaşamının son safhasında bile manevi hâllerin / durumların ve idrâkin / bilincin hayatına yön verdiğini gösterir. Hatta son anlarında, sekerâtü’l-mevt / ölüm sarhoşluğu üzerine Allah’tan yardım isteme inceliğinin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerektiğini dahi zikretmiştir.

I. Tütünün / Sigaranın Bâtınî / Manevi Yasaklanması

İsmail Hakkı Bursevî'nin tütün kullanımına dair en kesin ve yönlendirici hükmü, sıradan fıkıh / İslâm hukuku çerçevesinden ziyade, doğrudan rüya / manevi tecrübe yoluyla gelmiştir. Bu durum, manevi rehberliğin, zâhirî / dışsal davranışları nasıl te’sîr / etkilediğine dair önemli bir misal / örnek teşkil etmektedir.

1.   Şeyh-i Ekber’den Gelen Emir: Bursevî, Üsküp’te / günümüzde Kuzey Makedonya'nın başkenti iken gördüğü bir rüyada, büyük mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ather) tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir.

2.   Emrin Tekrarı ve Takibi: Daha sonra, Bursevî Şam’da bulunduğu sırada, bu talimatın kendisine birkaç rüyada tekerrür / tekrar ettiğini belirtmiştir. Bu rüya zinciri, tütün kullanmanın, Celvetiyye Tarikatı'nın sülûk / manevi yolculuk disiplini açısından, manevi makamların müsaadesine / iznine aykırı olduğuna dair kesin bir işaret / manevi uyarı olarak kabul edilmiştir.

Bu manevi talimatın, Bursevî’nin kendi yaşam pratiğine dair kesin bir kural oluşturduğu ve buna riayet ettiği anlaşılmaktadır.

II. Tütün Hakkında Zâhirî / Dışsal Mücâdeleler

Bursevî Hazretleri, tütün konusunu sadece rüyasında aldığı emirle sınırlandırmamış, aynı zamanda yaşadığı dönemde bu meselenin şer’î / hukuki boyutunu da aktif olarak tartışmıştır:

1.   Şam'daki Hararetli Tartışmalar: Bursevî, 1133 Hicri (1720-21 Miladi) yıllarında yaklaşık üç sene kaldığı Şam’da, bölgenin ilim erbâbı / bilginleriyle tütün/sigara içmenin haram olup olmadığına dair hararetli tartışmalar yapmıştır. Bu tartışmaların özellikle Şeyh Abdülganî en-Nablusî ile yapıldığı zikredilmiştir.

Bu durum, Bursevî’nin, bâtınî / manevi yolla elde ettiği bilginin (ilhamın / içine doğmanın), zâhirî / dışsal hayatın hukukî ve toplumsal meselelerinde de savunulması / müdafaa edilmesi gereken bir hakikat olduğunu gösterir. Zira bir mürşid-i kâmil / olgun rehber için hem zâhir hem de bâtın âleminin hükümlerine uymak esastır.

Ebced / Harf Hesabı Ve Havâs / Gizli Özellikler Mevzuu

Ebced / harf hesabı ve Havâs / gizli özellikler mevzuu, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tasavvufî / mistik ve ilmî / bilimsel külliyatında, özellikle ilm-i hurûf / harf ilmi başlığı altında incelenen, ancak uygulanışı konusunda ciddi ihtiyat / dikkat ve ehliyet gerektiren bir alandır. Bursevî, bu ilmi reddetmez; ancak onu taklîden / taklit yoluyla kullanan cahilleri şiddetle eleştirir ve bu ilmin ancak mükâşefe / sezgi ve doğru manevi sülûk / yolculuk ile elde edilebileceğini vurgular.

I. İlm-i Hurûf / Harf İlmi ve Ebced Hesabına Dair Görüşler

Bursevî, ilm-i hurûf ve Ebced hesabının derinliğini kabul etmekle birlikte, bu ilmin yüzeyde kalan, usûl ve esaslarına vakıf olunmadan yapılan tatbikatlarının / uygulamalarının hiçbir fayda / menfaat sağlamayacağını belirtmiştir:

1.   Mükâşefe / Sezgi ve Ehil Olma Şartı:

o           Bursevî'ye göre, ilm-i hurûfu / harf ilmini tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe / sezgisel keşif gereklidir.

o           Alternatif olarak, bu ilmi, ehl-i tahkikten / araştırma ehli/gerçeği bilen bir kişiden öğrenmek gerekir.

o           Yalnızca bast / harfleri açma ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden, mücerred / sadece Ebced hesabı üzerine taklîden / taklit yoluyla mukaddimeler tertip / öncüller oluşturmak, bilginin âkım / kısır kalmasına sebep olur.

2.   Yanlış Yorumlara ve Şeyh-i Ekber’e İsnat Edilen Cehalet:

o           Bursevî, kendi zamanındaki cahillerin (zamanımız cahillerinden niceler) bu ilm-i hurûfa dair yanlış fikirleri olduğunu ifade etmiştir. Bu kişiler, Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i Ekber) gibi büyük zâtların / şahsiyetlerin manzum / şiir ve nesir / düzyazı olarak ortaya koyduğu işaretler / semboller hakkında, sırf fikr-i sakimleri / hatalı düşünceleri üzerine "mürad budur" / kastedilen şudur diyerek yorumlar yaparlar.

o           Bu sahte yorumlarla hareket edenler, (haşa) Şeyh-i Ekber’e büyük bir cehil / bilgisizlik isnat etmekten çekinmezler.

o           Eğer bu zanm-ı kâzib / yalancı zannın sahiplerinin hayal ettiği mânâ doğru olsaydı, bunun hâriçte / dış dünyada kesinlikle eseri zâhir / açıkça görülen bir sonucu olması gerekirdi.

II. Manevi Bilginin Kaynağı ve Kontrol Mekanizması

Havâs / gizli özellikler ilmi, esasen gayb / görünmeyen âlemden gelen bilgilere dayanır. Bursevî, bu bilgilerin kaynağı olan vâridât / ilhamlar ve keşif / sezgisel buluşun doğruluğunu tespit etme zorunluluğuna dikkat çekmiştir.

1.   Vâridât ve İlhâm:

o           Vâridât, kulun kastı olmaksızın / iradesi dışı gaybdan / görünmeyen âlemden kalbe gelen manâlardır. Bursevî’nin kendisi, ömrünün son otuz beş kırk senesinde Vâridât-ı Hakkıyye gibi bu tür eserleri kaleme almıştır.

o           İlhâmı / içine doğmayı melek getirir, akabinde lezzet / tatlılık ve yeni bir ilim / bilgi vücuda gelir; sûrette / dış görünüşte değişiklik olmaz.

2.   Keşfin Sahih Olma Zarureti:

o           Mutasavvıf âlimler, hadisleri diğer ulemâ / bilginler gibi araştırdıktan ve usûl ölçüleriyle değerlendirdikten sonra, buna keşfi / sezgisel bilgiyi ilave ederek amel ederler.

o           Bursevî, bu keşfin mutlaka sahih / doğru olması gerektiğini özellikle vurgular. Zira kalbe gelen düşünceler içinde şeytânî / şeytan kaynaklı olanlar da bulunabilir. Bu durum, bâtınî / manevi bilginin bile şeriat / din kuralları ve hakikat / gerçeklik süzgecinden geçmesi gerektiğini gösterir.

3.   Rüyalarla Gelen İşaretler:

o           Bursevî, hayatı boyunca manevi işaretler almış ve rüyaları, irşâd / manevi rehberlik kararlarını ve eserlerinin telif / yazım süreçlerini doğrudan etkilemiştir. Örneğin, Mesnevî şerhine başlama kararı, rüyasında kendisine büyük bir cilt verilmesi üzerine olmuştur.

o           Hatta gördüğü rüyalarla Tecerrüd-i tâm / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmiş ve zâhirî / dışsal hayatının seyrini bu manevi vâridât / ilhamlara göre düzenlemiştir.

Kabala

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Kabala / Yahudi mistisizmi hakkındaki yorumlarına yönelik olarak, kaynaklarımızda doğrudan "Kabala" terimine veya Yahudi ezoterizminin / bâtınî öğretilerine (örneğin Sefirot ya da Gematria) yönelik spesifik bir tenkide / eleştiriye rastlanmamaktadır.

Ancak, Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, özellikle Rûhu'l-Beyân Tefsiri'nde, Yahudi inanç ve uygulamalarına dair kapsamlı yorumlar ve tenkitler / eleştiriler mevcuttur. Bu yorumlar, Kabala'dan ziyade, Yahudi tarihinin ve inancının Şer’î / hukukî ve itikadî / inançsal boyutlarına odaklanmaktadır.

I. Yahudiliğin İnançsal ve Amelî Hâllerine Dair Yorumlar

Bursevî, Yahudileri ele alırken genellikle onların tarihsel süreçteki zulüm / haksızlık ve hıyanet / ihanet eğilimlerini, ilâhî emirlere karşı direnişlerini ve sapkınlıklarını vurgular / altını çizer.

1.   İlâhî Emirlerin Reddi ve Tahrifi / Bozması: Yahudiler, Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve O'nun kelamını tahrif / bozmakla itham edilirler. Onlara tevbe etmeleri için Dağ / Tur Dağı'nın tepelerine kaldırılmasıyla tehdit edilerek (zorla) Tevrat kabul ettirilmiştir. Onlar, kendilerine söylenen hıtta (bizi affet) sözünü bile kırmızı buğday ver şeklinde değiştirmişlerdir. Bu, onların İlâhî emirlere olan muhalefetlerinin / karşı gelmelerinin şiddetini göstermektedir.

2.   Maneviyatın İptali: Yahudilerin, cumartesi günü balık tutmama yasağını hile / düzenbazlık yoluyla delmeleri, onların sadece zâhirî / dışsal değil, bâtınî / manevi açıdan da yozlaşmasını gösterir. Onlar, yasaklanan günde denizin kenarında havuzlar kazmış, balıkların buraya girmesini sağlamış ve pazar günü avlamışlardır. Bu eylem, İlâhî emri dolaylı yoldan çiğneyerek zenginleşme arzusunu yansıtmaktadır.

3.   Kibirlenme ve Hakikati Gizleme: Yahudilerin, İslâm Dini'ni zorla kabul etmedikleri ve Tevrat'ı ancak üzerlerine dağ kaldırıldıktan sonra kabul ettikleri belirtilir. Ayrıca onların kibre / tekebbüre düşmeleri ve hakkı bâtılla bulayıp bile bile hakkı gizlemeleri, onların manevi terakkiye / ilerlemeye mani olan temel vasıfları / özellikleri olarak ele alınır.

II. Harfler ve İsimlere Dair Sufi Yorum (Mukayese)

Bursevî, her ne kadar Kabala'ya atıf yapmasa da, kendisi ilm-i hurûf / harfler ilmi ve işârî / sembolik yorum metodunu sıkça kullanır. Bu metot, Kabala'da da merkezi bir yer tutsa da, Bursevî bunu kendi tasavvufî ve ehl-i sünnet geleneği içinde uygular:

1.   Harflerin İşârî Manaları: Bursevî, Hz. Hüseyin isminin başındaki "hâ" harfinin "hîta"ya / muhâfaza / gözetim ve "Hakk"a işaret ettiğini belirtir. Bu tür bir harf yorumu (ki ruhanî bir sırrı açığa vurma amacı taşır), onun manevi bilgiyi (irfân) harfler üzerinden de elde etme yöntemine örnek teşkil eder.

2.   Manevi Gözetim ve Korunma: Bursevî'nin Muhyiddin İbn Arabî'den naklettiği, evliyanın etlerinin / lahmlarının gıybet / dedikodu ve sû-i makâleye / kötü söze sebep olmasının helak / yok oluş sebebi olduğu yönündeki ifade, manevi âlemdeki inkisârdan / kırılmaktan kaçınma gereğini ve insan-ı kâmilin / olgun insanın korunmuşluğunu vurgular. Bu, Yahudi mistisizmindeki korunma temalarından farklı olarak, daha çok gıybetin / dedikodunun manevi yoldaki yıkıcılığına dikkat çeker.

Şeyh Abdülganî en-Nablusî

Şeyh Abdülganî en-Nablusî Hazretleri'nin İsmail Hakkı Bursevî tarafından nasıl değerlendirildiği / takdir edildiği, mevcut kaynaklar muvacehesinde / ışığında, kendisinin manevî / sülûk yolculuğu esnasında yürüttüğü ilmî münakaşalar / tartışmalar üzerinden tespit edilebilmektedir.

Doğrudan bir kişilik değerlendirmesi olmamakla birlikte, Bursevî Hazretleri’nin Nablusî ile olan entelektüel etkileşimi / etkileşimi, onun dönemindeki ilmî / akademik konumu hakkında fikir vermektedir.

I. Şam'daki İlmî İletişim ve Münakaşa Ortamı

İsmail Hakkı Bursevî, hayatının önemli bir döneminde, yaklaşık üç yıl süreyle Şam'da ikamet etmiş ve burada te’lif / eser yazma faaliyetlerine devam etmiştir. Bu süre zarfında, Bursevî'nin bölgenin ilim erbâbı / bilginleriyle tanışıp, tasavvufî konularda fikir teâtisinde / alışverişinde bulunduğu ve münakaşalar / tartışmalar yaptığı kaynaklarda doğrulanmaktadır.

II. Tütün Meselesi Üzerindeki Hararetli Tartışma

Bursevî ile Şeyh Abdülganî en-Nablusî arasındaki ilişkinin kaynaklarda belirgin bir şekilde zikredilen ve hararet / şiddet derecesi yüksek olan konusu, tütün/sigara içmenin şer'î / hukuki hükmü olmuştur:

1.   Münakaşanın Konusu: Bursevî, Şam’da bulunduğu yıllarda, bölgenin ilim erbâbı / bilginleriyle, özellikle sigara içmenin haram olup olmadığına dair hararetli tartışmalar yapmıştır. Kaynaklar, bu konuda özellikle Şeyh Abdülganî en-Nablusî ile çok tartışıldığını / münakaşa edildiğini açıkça ifade etmektedir.

2.   Bursevî'nin Manevi Dayanağı: Bu münakaşa / tartışmanın Bursevî için âlî / yüksek öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zira, önceki yazılarımızda detaylıca ele alındığı üzere, Bursevî Üsküp'te iken gördüğü bir rüyada, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî tarafından kendisine bizzat "tütün içme" emri verilmiş ve bu emir Şam’da da tekerrür / tekrar etmişti. Dolayısıyla, Bursevî'nin Nablusî ile yürüttüğü bu tartışma, kendi manevi yolculuğunda aldığı bâtınî / içsel bir talimatı, zâhirî / dışsal âlimler karşısında savunma çabasının bir parçasıydı.

III. Değerlendirme Çerçevesi

Bursevî Hazretleri, tütün meselesinde Muhyiddin İbn Arabî'den rüya yoluyla aldığı yasağa sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu konudaki fikr-i sâlimi / doğru fikri savunmuştur. Abdülganî en-Nablusî ile girdiği hararetli / şiddetli tartışmalar, Nablusî’nin bu alanda yetkin ve görüşleri dikkate alınması gereken bir muhatap / tartışma partneri olduğunu göstermektedir. Bu, Bursevî'nin ilmî / akademik ve irşâdî / manevi açıdan muvâzene / denge sahibi bir zât / şahsiyet olduğunu ve hakikati bulmak adına ilmî mücâdeleden / mücadeleden çekinmediğini ortaya koyar.

Ebced ve Havâs

 İlm-i Hurûf / Harf İlmi ve bu bağlamda Ebced ve Havâs konuları, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Rûhu’l-Beyân gibi temel eserlerinde tasavvufî / mistik bilginin en derin katmanlarından biri olarak ele alınmaktadır.

Önceki yazılarımızda Bursevî'nin Havâs ve Ebced gibi gizli ilimlere yönelik genel düşünceleri / fikirleri ile mükâşefe / sezgi yoluyla elde edilmeyen bilginin kıymet / değeri olmadığını vurguladığını belirtmiştik. Burada ise, doktora / doktora seviyesindeki bir inceleme üslubuyla, bu ilmin temel prensiplerini ve kaynaklarda zikredilen özel harflerin manevi yorumlarını detaylıca arz etmek zaruridir.

I. İlm-i Hurûf'un Yüksek Mertebesi ve Mükâşefe Şartı

İsmail Hakkı Bursevî'ye göre, İlm-i Hurûf, sırf zâhirî / dışsal bir hesaplama veya dilbilgisel / nahiv bilgisi olmayıp, doğrudan melekût / manevi âlem ve irfân-ı ilâhî / İlâhî bilgelik ile irtibatlıdır.

1.   İlm-i Hurûfun Hakikati:

o           Bu ilmin remzini / sembollerini ancak ârif / bilenler idrak edebilirler. Zira onlar, elfâzdan / lafızlardan ma’ânîye / manalara intikal etmiş ve ma’ânîden / manalardan hakāika / hakikatlere göç etmişlerdir.

o           İlm-i Hurûf'u tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe / sezgisel keşif gereklidir. Aksi takdirde, yalnızca ilm-i mücerred / kuru bilgi ile sâhib-i irşâd / manevi rehber olunamaz.

o           Ârifler / bilenler, mülk / maddî âlem içinde melekût / manevi âlemi, melekût içinde ceberût / kudret âlemini ve ceberût içinde de lâhûta / İlâhî âleme bakarlar. Bu manevi ilerleme sayesinde, onlar harfteki noktayı ve noktadaki harfi bilâ-vâsıta / aracısız görürler.

2.   Cahillerin Eleştirisi:

o           Bursevî, ilm-i hurûfa dair yanlış fikir sahibi olan ve sadece bast / harfleri açma ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden, taklit yoluyla öncüller oluşturan cahil / bilgisiz kimseleri şiddetle zem / kınama eder.

o           Bu gibi cahil ve mahcûb / perdelenmiş kimseler, bu tür rumûz / sembolik sözleri işittiklerinde ne anladıklarını bilmezler. Onların bu bilgiyi taklîden / taklit ederek kullanmaları, istidrâca / yavaş yavaş sapıklığa kaymaya ve dalâlete / sapıklığa yol açmıştır.

II. Harflerin Bâtınî ve İşârî Yorumları

Bursevî, tefsir ve şerh çalışmalarında, bazı harflerin yalnızca telaffuz / lafzî veya gramatik / nahiv özelliklerini değil, aynı zamanda manevi ve ezelî / başlangıçsız sırları temsil eden işârî / sembolik anlamlarını da açıklamıştır:

1.   Hâ (حاء - Hâ) Harfinin Sırrı:

o           Hz. Hüseyin'in ismindeki "hâ" harfi, Hîta'ya / gözetim ve Hakk'a / Allah'a işaret etmektedir. Hz. Hüseyin’in Hak üzerine sâbit-kadem / sabit ayakla durduğunu, yani Hak üzere hükmettiğini ifade eder.

o           Ayrıca, Hüseyin kelimesindeki toplam üç nokta (bazı Arapça yazımlarında veya işârî yorumlarda), ta‘ayyünât-ı selâseye / üç manevi tezahüre (ta‘ayyün-i zâtî / zatın tecellisi, ta‘ayyün-i sıfâtî / sıfatın tecellisi, ta‘ayyün-i ef‘âlî / fiillerin tecellisi) işaret ettiğini söyler.

2.   Be (باء - Bâ) Harfinin Hükmü:

o           Be harfi, lafız / telaffuz açısından eliften / Elif’ten sonra gelmesine rağmen, mana bakımından daha kuvvetli olan metbu / takip edilen bir harftir.

o           Be, âmil / etkileyici (harf-i cer) bir harftir ve kendi nefsinde haddi zatında kâmil / tam bir harftir. İlsak / bitişme, istiâne / yardım dilemek ve izafet / ilişki manalarını içerir.

3.   Elif (ألف - Elif) Harfi:

o           Elif harfi, be harfinin hilâfına / aksine, âmil / etkileyici bir harf değildir.

o           Elif, kıllet / azlık ile kesretin / çokluğun arasını tefrik / ayırt etmek içindir.

4.   Tenvîn ve İdğam / Kaynaşma Harfleri:

o           Bursevî'nin ilm-i hurûf konusundaki titizliği / hassasiyeti, zâhirî / dışsal ilimlerdeki (Sarf / Morfoloji ve Esvât / Fonetik) detaylarda da görülür. Nûn ve tenvîn / çift hareke gibi harflerin idğam / kaynaşma (şeddeli okuma), izhâr / açık okuma ve ihfâ / gizli okuma kurallarını, harflerin yakınlık / kurb ve uzaklık / bu’d durumlarına göre açıklar.

 

Annesi ve Babasi Hakkında

 İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin usûl / kök ailesine (anne ve babası) dair malumat ve onlardan telakki / aldığı manevi ve ilmî dersler / eğitim, Hazret’in hayatının ve Celvetiyye tarikatındaki sülûkünün / manevi yolculuğunun temelini oluşturmaktadır.

I. Ailesinin Kökeni ve Kimlik Bilgileri

İsmail Hakkı Bursevî'nin annesi ve babası, hem zâhirî / dışsal hem de bâtınî / manevi açıdan güçlü bir geleneğe mensup olup, onun yetiştirilmesinde önemli bir role sahiptirler.

1.   İsimler ve Köken:

o           Babası: Mustafa Efendi’dir. Babasının tam şeceresi / soyağacı; Şah Hudânbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman Efendi olarak geçmektedir. Aslen İstanbullu olup, Aksaray semtinde ikamet etmekteydi.

o           Annesi: Kerîme Hanım’dır. Kendisi Kadı Ahmet Efendi'nin kızıdır.

o           Aydos’a İntikal / Taşınma Sebebi: İsmail Hakkı’nın doğumundan bir yıl kadar önce (H. 1062 / M. 1651-52’de) İstanbul Aksaray’daki evleri Esir Hanı’nda çıkan büyük bir yangında eşyalarıyla birlikte yanmıştır. Bu zorunlu sebep / durum nedeniyle aile, İsmail Hakkı’nın doğduğu yer olan Aydos’a (H. 1063 / M. 1653) göç etmiştir.

2.   Neseb ve Manevi Konum:

o           Bursevî, hem baba hem de anne tarafından Peygamber neslinden (sadattan) geldiğini ifâde / belirtmektedir. Bu durum, ailesinin hâl-i vakti yerinde / maddi durumu iyi ve tanınmış bir aileye mensup olduğunu göstermektedir. Ancak, tafsilâtlı / ayrıntılı şecere / soyağacı, İstanbul’daki yangında yanmıştır.

II. Anne ve Babadan Alınan Manevi Dersler

İsmail Hakkı Hazretleri, ebeveynlerinin kendisine zâhirî / dışsal hayatı bahşeden / veren varlıklar olduğunu kabul etmiş ve onların manevi rehberliğe yönlendirmesiyle hayatının yörüngesi / seyrini bulmuştur:

1.   Manevi Yönlendirme:

o           Babası Mustafa Efendi'nin meşrebi / yolu, İsmail Hakkı'nın yetişmesi üzerinde büyük bir te’sîr / etki bırakmıştır. Küçük yaşta, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Osman Fazlı Efendi'ye götürmüş. Hazret, yedi sene boyunca bu üstadın / hocanın yetiştirdiği talebelerden ders almış ve onun dua / niyaz ve iltifatlarına / iltifatlarına kavuşmuştur / mazhar olmuştur.

2.   İlmî Beklenti ve Borç:

o           Bursevî, rahmetli anne ve babasına büyük bir borçluluk / minnettarlık hissetmektedir. Onların tek dileği / en önemli arzuları, onun Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anlaması ve Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin hadislerine / sözlerine manâ / anlam verebilmesiydi. Bursevî, hâsıl / meydana gelen sevabı / manevi karşılığı onların ruhlarına hediye / armağan etmektedir.

3.   Hükümlerde Ebeveynin Yeri:

o           Anne ve babanın hakkı, beşeriyette hakları en büyük olanlardır. Allah’a şirk / ortak koşmaktan sonra, anne ve babaya âsî / isyankâr olmanın haramlığı / yasaklığı zikredilmiştir. Onlara karşı gelmek, kişinin varlığına sebep / neden olan en yakın iki sebebe riâyet / uyum göstermemek demektir.

III. Ebeveyn Hukukuna Dair Temel Dersler

Bursevî, ebeveynin haklarını şer'î / İslâm hukukuna ve tasavvufî ahlâka uygun olarak genişçe işlemiş, bu da onun aldığı terbiyenin / eğitimin temelini yansıtmıştır:

1.   İhsan ve İyilik:

o           Anne ve babaya ihsan / iyilikte bulunmak, onlara kötülük / zulüm etmemek demektir. Haram işleyen kişi, aslında kötülük / zulüm yapandır. Onlara lâyık / yaraşır şekilde giyecek ve yiyecek temin etmek, örf / gelenek ve iyilikle muamele etmek, onlara karşı mütevazı / alçakgönüllü olmak ve emirlerine uymak gerekir.

2.   Dua ve Ahiretteki Durumları:

o           Anne ve babanın ölümünden sonra onlar için dua / niyaz etmek, mağfiret / af dilemek, Kur’ân-ı Kerim okumak ve sadakalar / hayırlar vermek, evladın vazifesidir / görevidir. Sâlih / iyi bir evlâdın yapmış olduğu hayır / iyilik ve sevapların, babaya (ve anneye) ulaşması, evlâdın onlar için mutlaka dua etmesine bağlanmıştır.

3.   İtaatin Sınırları (Hicret):

o           Kişi, İslâm dininde mübâh / serbest olan konularda anne ve babasına itaat / uyum gösterir. Ancak, anne ve baba müşrik / kâfir olsalar dahi, eğer şirk, küfür veya mâsiyet / günah emrederlerse, kişi onlardan hicret edip uzaklaşır. Bununla birlikte, dünyevî konularda onlara karşı yumuşak / lâtif surette sohbet / muamele etmeye devam etmelidir.

4.   İlim Tahsilinde Öncelik:

o           Akâid, Fıkıh / Hukuk ve Ahlak / Tasavvuf gibi farz-ı ayın / her mükellefe zorunlu olan ilimleri öğrenmek için, anne ve babanın izni olmadan evden çıkmakta bir sakınca / beis yoktur; bu durum âsî / isyankâr olmak anlamına gelmez.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar