Piç Komplosu
Son günlerde, memleketin başına musallat olduğunu
gördüğümüz tarihe ve hasbelkader bir makama gelmiş, başarılı, başarısız, korkak
cesur vb. kişilere bir hakaret furyası var. Yani, Osmanlı da paşa makamında bütün
kurmaylar hedef tahtasına konmuş durumdadır.
Onların dönmeliği, yahudiliği, feşmekânlığı vb. ne yok ki; haklarında nefret
söylemi de arttıkça arttı. Hadsizlik öylesine ileri gidiyor ki, lekeleri yapıştırmak
zor
geliyorsa karısına ve çocuğuna iliştirmek için gayretkeş durumdalar.
İnsanların fiilleri eleştirilir.
Şahsiyetlerindeki ferdi durumlarda topluma sirayet eden kısmından sorumlu tutabiliriz.
Şöyle ki bir dava güdüyordur. Ancak ameli
fikriyatına muhaliftir. Ona söz söylenir. Hasılı, 50 yıl üzerinden geçmiş bir
adamın attığı kazığın bugüne sirayet eden kısmına bakmak gerekebilir. 100 senelik bir olaya da saldırmak ise havanda
su dövmektir. Ve bir kişinin her işini de bir kelime ile silmek muhal durumdur.
Örnek; filan kişi sabataist, sil yuvarla
gitsin, bu olacak iş değil. Aşığıda hikayesi olan Ömer Seyfeddin’e bile bu
yakıştırma yapılmıştır.
Komplo teorisyeni olarak görünen manzara
şudur.
İnsanlarda önce tarihine karşı şüphe
uyandır. Sonra gayri milli emeller için zemini hazırla ve istediğin şeyleri
isteyebildiğin kadar iste. Başarılıda olursun.
Örnek; Osmanlı kurmayları hepsinin
netameli adamlar olduğunu söyle. İnsanlar ya öyle miymiş dedikten sonra, Osmanlı
zülüm yaptı, tehcir yaptı, sürgün etti haklarımızı gasb etti demek kolaylaşır. Zemin
müsattir.
Binaenaleyh, bu milletin geçmişinde yüzünü
kızartacak hiç denecek kadar az zulüm vardır. İngilizlerin ve diğer sömürge
devletlerin ve milletlerin dünya halklarına ettiği sömürge politikaları yanında
Osmanlının idari hataları solda sıfır kalır.
Medyada önünüze çıkan bu sözde tarihçileri
dinlerken önce bakın sonra niyetlerini çözün. Söyledikleri vatana nifak ve bölünme
temelli fraksiyonların önünü açmak mı istiyor..
İşte bu kişilerin kim olduğunu Ömer Seyfeddin hikayesinde açıklıyor.
Hainliği tescil edilmesine gerek kalmayan
bu kişiler belli mihraklar tarafından beslenen piç komplosuna hizmet edenlerdir. Asıllarının da ne olduğu
meçhuldür.
Hulasa bize düşen günümüzün anbean zuhur
eden olaylarına, başımıza geçirdiğimiz makam sahiplerinin hal ve hareketlerine
yoğunlaşmamız gerekir. Onların beyinlerimize akmasını istedikleri irinlerin
kanallarını kapatalım. Ayık ve uyanık olalım. Bize gereken şu an siz ne
yapıyorsunuz diye onlara karşı tecahülü arifden bir nebze dem vurmak 100
yıllık tarihe neşter vurmaktan iyidir.
Prof. Dr. Muharrem Ergin’in “Orhun
Abideleri” adlı kitabında yer alan Bilge Kağan ve Kül Tigin sözlerini hatırlayalım.
“Türk, Oğuz beyleri, milleti işit: Üstte gök basmasa, altta yer
delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti?
Türk milleti, vazgeç, pişman ol!
Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi
iline karşı kendin hata ettin, kötü hâle soktun.”
Fazla söze ne hacet…
Ömer Seyfettin'in "PİÇ" adlı öyküsü
Ah Mısır! Bazı Türkler oraya eğlenmeye, hava değişimine giderler! Bilmem o hayata, o manzaraya nasıl tahammül ederler? Ciğerlerine milyonlarca verem mikrobu saldırmış üzgün ve halsiz yatan bir hastanın başucunda hiç eğlenilir, hiçbir yaralının akmış ve daha kurumamış kan selleri üzerinde badeler içilir, keyifler çatılır, naralar atılır mı? Ben, mümkün değil bir hafta oturamam. Geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar, içine girilmez bir kuvvet ve bir kalesi gibi yükselen büyük bankalar, büyük tiyatrolar para, peri saraylarını andıran süslü ve billurlu gazinolar… Hep, hep bu yabancı müesseseler bende ağır bir kâbus yaratır. Gözle görülen her şeyin ya da ne olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur. Sokakları dolduran sayılmaz şapkaların zalim ve kurnaz, gaddar ve namussuz gölgelerinde sararmış solmuş gibi boyunları eğri, zayıf, mahzun dolaşan sarıklı yerlilere, bu zavallı Arap kardeşlerime kalbimde derin bir sızı duymadan bakamam. Necip Araplık, yükselmek isteyen Türklüğün o kuvvetli ve mukaddes kanadı, orada kendi vatanında esirden başka bir şey değildir. Türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar, bu zavallı İslam memleketinin bütün hayat damarlarını ellerine geçirmişler, doymak bilmez kudurmuş bir açlıkla, azgın bir hırsla din kardeşlerimizin kanlarını emip dururlar.
Bütün servet, bütün kuvvet, bütün mutluluk
onlarındır. Ben mısır’da çok sıkılır, kendimi âdeta bir zindanda sanırım. Bu
manevi zindandaki tutuklu kardeşlerimin arasında serbest serbest gezmek hoşuma
gitmez. Daima otele kapanırım. Hakiki bir zindan hayatı geçirir, yıllardan beri
düşmanların eline düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar,
acılar içinde kıvranmaktan acı bir zevk duyarım. Bu sefer de yine kendimi böyle
hapsetmiştim. Bingazi’deki muharebeyle karışmak için beraber yola çıktığım arkadaş
Kahire’de hastalanmıştı. Doktor on gün istirahat lazım geldiğini söyledi. Onu
beklemeye mecburdum. Hem Türk düşmanlarının, yani Avrupalıların hâkim bulunduğu
bir yerde zaten yakalanmak için aranan bir Türk’ü, bir kan kardeşimi yalnız
bırakabilir miydim? Bu on gün bana on senelik bir kürek cezası gibi geldi.
Yatakta duramazdım. Gündüz garsona gazeteleri aldırır, okur, bir koltuğa
uzanarak saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini
düşünür ve terlerdim. İşte Asya’daki Türk hükümetlerini bitiren Avrupalılar,
onların din ve şan kardeşlerine, Araplara da saldırmaya başlamışlardı. Bütün
Turan, bütün Hindistan esirdi. İngiltere kralı yeniden Hindistan’daki eski Türk
imparatorluğunun tahtına oturmak için Mısır sömürgesinden geçerken, şimdi dünya
politikasında bir gölge halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu.
Türklerle beraber Araplar da eziliyor,
Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve nihayet Trablus ve Bingazi de alınıyordu. Kalbim,
bunları düşüne düşüne beynimde ateşlenen kanımdan yanmaya başlardı. Geceleri
uykusuz kalır ve bu acıyla balkona çıkar, aşağıda yönünü kestiremeyen bir nehir
gürültüsüyle akıp giden ahaliye dalardım. Çokluğu hep şapkalılar, yabancılar
hakkını istemeyen, hakkı için vurmayan, hakkı için kırmayan, hakkı için
yakmayan, hakkı için öldürmeyen, hakkı için haksızlık yapmayan kararsız ve
budala ruhuna lanetler eder, yalnız şarkta yaşayan bu miskin ve alçak
“tevekkül”ün granitten ağırlığını kendi omuzlarımda, kendi tembel başımda
hisseder gibi olurdum. Ve birden dudaklarımda Türk şairinin, “Her zulmü, kahrı
boğmaya bir parça kan yeter! Ey Şark uyan, yeter ey Şark, uyan, yeter!”
mısrasını bulurdum. Evet, bu tevekkül zindanında yaşamak beni hasta ediyordu.
Günler geçtikçe daha ziyade asabileşiyor, sararıyor, yine başıma sanki görünmez
oklar saplanıyordu. … Yine bir akşam, başım böyle fena halde tutmuştu. Boğulacak
gibi oluyordum. Gece yarısı yaklaşıyordu. “Biraz hava alayım” dedim. Paltomu
giyerek sokağa çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Elektrik ışıklarıyla
gündüzden daha aydınlık olan sokaklardan geçiyordum.
Kadınlar, erkekler, çocuklar, yerliler,
yabancılar birbirlerine karışmış, gülerek, oynaşarak ağır ve yavaş akıp
gidiyorlardı. Ve üzerlerinde iğrenç, keskin bir fuhuş, bir bayağılık kokusu
dalgalanıyordu. Ben düz ve parlak yaya kaldırımında yürüyor ve her tarafı
görmemek için sağımdaki pastacıları, tuhafiyeci dükkânlarını, içindekileri
seyrediyordum. Ötede temiz ve sade bir lokanta gördüm. Hemen boş denecek kadar
tenha idi. Caddenin kalabalığı beni çok sıkmıştı. Ansızın, bir Türk lokantasına
benzeyen bu tenha yere girmek arzusunu duydum. Açık kapısından girdim. “Bir
çorba olsun içerim” diyordum. Oturur oturmaz garson geldi. İngilizce Fransızca
yazılmış listeyi vererek ne istediğimi sordu. Okumadan: “Çorba.” dedim. Ve
getirince içmeye başladım. İçerken etrafıma bakıyordum. Bütün duvarlar ayna
idi. Aynaların üzerinde kralının ve kraliçesinin, Galler Prensinin büyük ebatta
yapılmış resimleri göze çarpıyordu. Yanlarında başka küçük resimler de vardı.
Galiba Mısır’ın ehramları, Sfenks’in yağlıboya manzaraları idi. Bunlara
dalmıştım. Bu esnada kapıdan bir adam girdi. Başında büyük ve hasır bir şapka
vardı. Gayet şık ve uzun boylu idi.
Garsonun yardımıyla şapkasını ve paltosunu
çıkardı. Tam yanımdaki masaya oturdu. Karşısındaki aynada hayalini görüyordu.
Dikkatle bakmaya başladım. Çünkü ben bu çehreyi tanıyordum. Fakat nereden? O da
aynadan bana bakıyordu. İstanbul’da ve Selanik’te kendileriyle münasebette
bulunduğum yabancıları ve Rumları aklımdan geçiriyordum. Bir türlü bunu
hatırlayamıyordum. Çorbadan sonra iki ta- bak yemek daha yedim. O da bana
bakıyordu. Mutlaka o da beni tanımak istiyordu. Artık rahatsız oluyor,
hallolunamayan muammaların karşısında bizi üzen o tatsız sıkıntıya benzer bir
şey duyuyordum. Onun da benim gibi sıkıldığını görüyor, rahatsızlığının farkına
varıyordum. Nihayet yemeğini bitirdi. Bir sigara yaktı. Kalktı. Paltosunu ve
şapkasını giydikten sonra garsona para ve bahşiş verdi. Dışarı çıkı- yordu.
Birden benim masamın önünde durdu. Tavrında âdeta bir aktör vaziyeti vardı.
Adımı söyledi: “Siz. Değil misiniz?”
“Evet, benim!” diye kekeledim. Kesik
bıyıklarının altından parlak dişlerini göstererek gülüyordu.
“Beni tanımadınız mı?”
“Affedersiniz, fakat hatırlayamıyorum.”
“Ben Ahmet Nihat’ım.” Şapkanın altında
yabancı ve doğululara özgü gözlerini hemen tanıdım. Bu, benim okul arkadaşımdı.
Fakat hali birdenbire bende fena bir tesir meydana getirdi. Kalkıp elini
tutamadım. Zoraki gülümsedim. Mısır gibi hiç olmazsa isimce Müslüman sayılan
bir memlekette bir Türk’ün şapka giymesinde ne vardı? Hatta burada bazı
yabancılar bile fes giymiyorlar mıydı? Bozulduğumu anladı. Ve aradaki soğuk ve
sıkıcı sessizliği yırttı:
“Burada ne arıyorsunuz, gezmeye mi
geldiniz?” Kısaca:
“Hayır, geçiyordum” dedim. Tekrar sordu:
“Nereye?”
“Bingazi’ye…”
“Ooo, kahramanlık ha! Tebrik ederim. Fakat
boşuna çalışıyorsunuz. Artık orası yandı. Birden böyle söylemesi canımı daha
ziyade sıktı. Istemeyerek biraz kaba cevap verdim:
“Şapka giyen Türkler öyle sanırlar.” Daha
çok gülümsedi. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Biraz yavaşça “Fakat azizim, ben
Türk değilim” dedi. Ben şaşaladım: “Türk değilsiniz, Osmanlısınız ya?” “Hayır,
Osmanlı da değilim!” Bütün bütün şaşaladım. Onun da gülümsemesi garipleşmişti.
“O halde nesiniz?” diye sordum. Ve
yüzüne baktım. Soğukkanlılıkla cevap verdi: “Katolik’im ve Fransız’ım.” Böyle
söylemesi sinirlerime dokundu. Biraz acı ve ekşi, alay etmek istedim. Gülmüyor,
yalnız dişlerimi gösteriyordum: “Tanıdığım Ahmet Nihat Katolik olabilir.
İnancını elbise gibi değiştirebilen, vicdanını adi bir eşya gibi satan insanlar
bu dünyada az değildir. Lakin İstanbul’da doğan, anası Türk, babası Türk olan,
Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan bir Ahmet Nihat
milliyetini değiştiremez, Fransız olamaz, yalnız kendini aldatır.
“Hayır, kendimi aldatmıyorum! Halis bir
Fransız’ım.” “Mümkün mü? Bu ilme, bu tabiata aykırı bir şey...” “Bilseniz,
doğru söylediğimi anlayacaksınız. Ama bura- da olmaz. Biraz uzundur. Haydi
kalkınız! Bir yerde oturalım. Tamamıyla bir Fransız olduğumu anlayınız da şapka
giydiğime kızmayınız, olur mu?” Sanki alay ediyordu. Söyleyeceği saçmaları
zaten biliyordum. Dinlerin, ananelerin, âdetlerin, irk teorisinin hep efsane
olduğunu, milliyetlerine güven, terbiye ve menfaate göre değiştiğini, hangi
milletin terbiyesi görülürse, o milletin ruhuna sahip olunacağını ve nihayet
medenilik iste- yen bir adamın mutlaka Avrupalılaşması lazım geleceğini iddia
edecekti. Fakat bu boş ve çirkin iddiayı bir kere de onun ağzından işitmek
istedim. Garsona parasını verdim. Ve hemen kalktım. O, yanımda gidiyordu. Bu
milliyetinden çıkmış herif, denizden çıkmış veya patlamış ölü bir köpek
balığına benziyordu. adeta bir kokuşmuşluk duyuyor, iğreniyor, iğreniyordum.
Çok yürümedik. Geniş bir gazinoya girdik. Göz kamaşacak kadar aydınlıktı.
Kenarda bir masaya oturduk. Yanımızda büyük bir saksı vardı, içinde tanımadığım
bir bitki büyük yapraklarını tavana kadar çıkarıyor, iri ve tuhaf gölgelerini
üzerimize düşürüyordu. Dirseklerimi mermere dayadım. “Haydi bakalım, seni
dinliyorum!” gibi bu Türk kaçığının, bu hissiz Sartin yüzüne baktım. Hiç
heyecan falan göstermiyor, eski dininden, eski milliyetinden, eski
memleketinden bir arkadaşla bulunmak onda herhangi bir tesir yapmıyordu.
“Hikâyem tıpkı hayali, hissi bir roman
kadar gariptir.’ diye başladı. “Belki inanmayacaksınız, fakat ben sizi sıkmamak
için uzatmayarak anlatacağım. Dikkatle dinleyiniz! Aslında okulda sizinle çok
sıkı görüşmezdik. Ruhlarımız, eğilimlerimiz ayrı idi. Aramızda biraz, biraz
değil, çok uzaklık vardı. Fakat yine beni tanırsınız. Hatırlayınız! Siz,
Türkler, bana ‘Frenk Nihat’ derdiniz ve hakkınız da vardı. Ben son moda elbise
giyer, tırnaklarımı uzatır, dinsizliğimi meydana vurur, Türklüğe dair ne varsa
tahkir eder, Türkçe konuşmayacak kadar nefretimde taassup gösterirdim. Hep
Fransızca konuşur, tatil zamanlarımı Beyoğlu’nda geçirirdim. Türk ve Türklüğe
benzer her şeyden tiksinir, iğrenirdim. Okuldan ziyade evde azap çekerdim.
Babam, iri vücudu, geniş omuzları, kuvvetli kolları, ablak çehresi, kalın
dudaklarıyla tıpkı budala bir Türk pehlivanını andırırdı. Bütün hareketleri
adi, kaba ve bayağı idi. Gayet narin ve nazik bir Çerkez olan annem, ondan
dehşetle nefret ederdi. Ben bunu anlardım. Akrabalarımın da hiçbirisini
sevmezdim. İstanbul bana zindan gibi gelirdi. Levanten arkadaşlarım olmasaydı
belki deli olurdum. Geceleri Avrupa ve Batı şehirleri rüyama girer, daima odama
kapanır, bağırarak milli parçalar, operalar söyler, kalkar bazen de yapyalnız
oy- nardım. Nihayet hukuk öğrenimi için Paris’e gittim. Orada kimse bana Türk
diyemezdi. Tamamıyla Fransızlaşmıştım.
Tatil zamanında İstanbul’a dönmedim. Boş
yere anne, babam beni çağırıyordu. Ben okulu bahane ediyordum. İstanbul’da iken
rüyalarımı süsleyen Batı hayatı o kadar, o kadar hoşuma gidiyordu ki,
memleketimi ve Türk olduğumu hatırlayınca üzülür ve titrerdim. Bir özlemim, bir
hicranım vardı. Bu hicran dudaklarıma ezeli bir nakarat yapıştırmış- ti. Bu
nakaratı kalabalıkta içimden, yalnızken yüksek sesle tekrar eder dururdum:
“Ah, ben niçin bir Fransız doğmadım!”
Ve Türk olduğumu düşünmek, kendimi
öldürmek arzuları verirdi. Eğitimimin ikinci senesini bitirdim. Yine tatil
zamanında İstanbul’a dönmedim. İstanbul’a gitsem nefret ve hiddetimden
öleceğimi sanı- yordum. Bir gece uyruk ve dinimi değiştirmek aklıma geldi.
Mahkemeye lüzum görmedim. Hemen karar verdim. Bir sene sonra avukat olacaktım.
Paris’te ufak bir mevki bulur, rahatça yaşayabilirdim. Artık hep dalga geçiyor,
İstanbul’a Türk çevresine hiç dönmeyeceğim için tarif olunmaz bir sevinç
duyuyordum. Bu esnada İstanbul’dan bir telgraf aldım: ‘Annenize ameliyat
yapıldı. Ölümü muhakkaktır. Yetişiniz! Size bir vasiyeti var.’ Aldırmadım.
Yirmi dört saat geçmedi. İkinci bir telgraf aldım: ‘Anneniz ruhunu teslim
ediyor. Size bir vasiyeti var. Gelmezseniz mirasından mahrum kalacaksınız‘,
yine aldırmayacaktım; fakat miras meselesi midemi bulandırdı. En nazik damarımı
bulmuşlardı. Küçükten beri son derece menfaatimi bilir, menfaatimi her şeye
tercih ederdim. Çaresiz kalktım. Bavulumu bile almayarak trene atladım. Yine o
iğrenç ciğer gibi fesi giyecek, yine budala bir Türk’e, kırmızı başlı duygusuz
bir şampanya şişesine benzeyecektim. Gardan arabaya atladım. Etrafımı görmemek
için pencerenin perdelerini indirmiştim. Doğru eve geldim. Ayak üzerinde bana
anlattılar. İki defa ameliyat yapmışlar. Doktorlar her gün, “Yarına çıkmaz’
diyorlarmış. Beklemedim. Hemen yanına girdim. Zavallı annem sanki ölmüştü.
Yalnız gözleri yaşıyordu. Beni görünce güldü, yanına çağırdı. Ellerimi tutmak
istedi. Fakat kolunu kaldıramıyordu. “Herkes dışarı çıksın, herkes!..” diye
inledi. Yatağının başucunda bir inek gibi böğürerek ağlayan gecelik entarili
babam, ihtiyar halam, halamın şişman ve dul kızı, hizmetçiler, hepsi kapıdan
dışarı çıktılar. İkimiz kaldık. Annem zayıf bir sesle: “Kapıyı sürmele!” dedi.
Bu tedbiri garip buluyordum. Gittim, sürgüyü sürdüm; tekrar yatağın yanına
geldim. “Söyleyeceğim şey biraz uzun, Nihat!” dedi, “Altına bir sandalye al!”
Cevap vermeden itaat ettim. Yüzüne bakıyordum. Sarı ölüm rengi yavaş yavaş
soğuk ve korkunç bir menekşe rengine dönüyordu. Ağlamaya başladı. Gözlerinden
iri yaşlar döküyor, saçlarının etrafına asılıp kalıyordu.
“Niçin ağlıyorsun anneciğim? İnşallah iyi
olacaksın!” diye elimle başını okşadım. Gözyaşları içinde gülerek:
“Teselli istemem, Nihat!” dedi. “Ölüyorum;
bir saat sonra öleceğim. Bırak ağlayayım! Sevincimden ağlıyorum. Gelmeseydin,
yetişmeseydin, mukaddes bir sır da benimle beraber mezara gidecekti. Senin
haberin olmayacaktı.” Bir şey anlamıyor, dalgın dalgın yüzüne bakıyordum. O,
zorla kaldırdığı elleriyle gözlerini kapayarak devam etti: “Sakın hiddetlenme,
kızma! Düşün ki, işittiklerin bir ölünün ağzından çıkıyor. Ölüler sırlarını
saklamazlar. Ölmezden evvel bütün hayatımızca gizlediğimiz şeyleri söylemek
insanların en mukaddes vazifeleridir.” Ben yine bir şey anlamıyordum:
“Anneciğim!” dedim, “Niçin hiddetleneceğim? Ne söylersen seve seve
dinleyeceğim. Vasiyetini noktası noktasına yapacağım. İşte vaat ediyorum.”
“Hayır, biliyorum, darılacaksın!” diye cevap olsam, ölüm döşeğinde yatmasam,
ihtimal beni ayaklarının altına alacaksın, ezeceksin. Ama şimdi eminim, hiçbir
şey, hiçbir şey… Baban, senin asıl baban değildir.” verdi. “Sağ Elini bile
kaldıramayacaksın. İşte söyleyeyim: Gözlerimi açtım. Ve şaşırdım. Zayıf kolunu
tutarak:
“Benim babam değil mi? Öyleyse babam kim?”
diye haykırdım. Aptallaşmıştım. O, bir elini dudaklarına götürerek rica eder
gibi bana baktı: “Yavaş Nihatçığım, dışarıdan işitecekler! Halbuki ben yalnız
sana söylemek isterim.
Ben pek gençken kocaya vardım. Ölürken
bile başımdan ayrılmayan, beni son nefesimde rahat bırakmayan herif bana o
vakitler akla gelmez cefalar çektirmişti. Çocuğu olmuyordu. Her akşam, ‘Niçin
gebe kalmıyorsun?” diye beni azarlar, tahkir eder, hırpalardı. Üç sene bu
hayata dayanamadım. Hasta oldum. Yatağa düştüm. Birçok doktorlar geldi. Beni
iyi edemiyorlardı. Nihayet Dubois baktı. Bu bir Fransız’dı. Kırk yaşında kadar
vardı. Saçlarına kır düşmüştü. Gayet tatlı ve yanlış bir Türkçe konuşuyor, beni
gülmekten katıltıyordu. Uzatma- yayım. Ben bu Dubois’yı sevdim. Yataktan
kalktıktan sonra bile her hafta beni görmeye geliyor, doktor olduğu için kimse
bir şeyden şüphelenmiyordu. Beyoğlu’ndaki evine de gitmeye başladım. Aşkımız
bir seneden ziyade sürdü. Ben sana gebe kalmıştım. Evet, ondan sana gebe
kalmıştım. Fakat bu talih, bu mutluluk devam etmedi. Mösyö Dubois, memleketine
gidiyordu. Orada babası ölmüş, bütün ailesi, evi, küçük çiftliği kendisine
kalmıştı. Yalnız kalmayı çok seven bir adamdı. İstanbul’daki görevini bıraktı.
Anasının yanına, doğduğu köye çekilmek istiyordu. Beraber kaçmak için beni o
kadar zorladı ki, tarif edemem! Ah keşke kaç saydım! Nihayet beni
kandıramayacağını anlayınca ümitsizliğe kapıldı. Veda için son defa evine
gittiğim gün tamam beş saat odasında kapandık. Ve yatağının içinde ağladık,
ağladık.
Ben gençtim. Ama o yaşlı başlı idi.
Ayrılacağımıza yakın eliyle okşayarak: “Ah sevgilim, bu benim çocuğum, fakat
yazık ki göremeyeceğim!” dedi, “Hayat mutlaka üzüntü ve gözyaşı için
yapılmıştır. Bari vaat et! Büyüdüğü vakit, hiç olmazsa görmek için bana gönderecek
misin?” Ağlayarak ve yemin ederek vaat ettim. Bana köyünün ve çiftliğinin
adresini verdi. Ölünceye kadar oradan ayrılmayacağını söylüyordu. Eminim ki
hâlâ oradadır. Zira çok duygusal ve şair tabiatlı idi. İstanbul’a bile bu
tabiatın şevkiyle gelmişti. Bir de hatıra olmak üzere bir fotoğraf bıraktı.
Yine gözlerini kapadı. Ve ağlamaya başladı. Hikâyesi ve mazinin tekrarı
zavallıyı çok yormuştu. Hıçkırıklar içinde devam etti: “O vakitten beri yirmi
beş sene geçti. Ben her zaman gizli gizli bu fotoğrafa bakarım. Sen büyüdün,
tamamıyla ona benzedin. İşte ben ölüyorum. Yastığımın altındaki anahtarları al,
şu konsolu aç! Orada mavi bir zarfın içinde fotoğrafı bulacaksın. Arkasında
babanın, sevgili Dubois’nın adresi yazılıdır. Git, onu bul! Eğer sağ ise söyle
ki, son nefesinde onu hatırlayarak, onun adını söyleyerek, onunla geçirdiğimiz
güzel ve tatlı saatleri düşünerek öldüm.” Ağlıyor ve tıkanıyordu. Elimi
yastığın altına soktum. Mor bir kurdeleye bağlı dört anahtar vardı. En
büyüğüyle yatağın başucundaki konsolu açtım. Mavi zarfı aldım. Ellerim
titriyordu. Fotoğrafa baktım. Birden: “Oh!” dedim.
Bu resim tamamıyla bana benziyordu. Sanki
tamamıyla benim fotoğrafım idi. Yalnız saçların kırlığı başka idi. Adresi
okudum. Paris’in civarında bir köy… Hatta geçen sene oraya gezmeye gitmiştim.
Tekrar zarfı kapadım. Anneme döndüm. Hıçkırması falan kesilmişti. Eline
dokundum. Düştü. Bayılmıştı. Akşama kadar ayılmadı. Gece de kendine gelmedi.
Sabahleyin uyuduğum kanepede gözlerimi açınca, bütün evi bir feryat kaplamış
gördüm. Annem ölmüştü. Cenazeden evvel ben evden çıktım. Babama yüreğimin
dayanamayacağından bahsetmiş ve kandırmıştım. İlk trene atladım. Paris’e indim.
Miras işini babama, pardon, annemin Türk kocasına bırakıyordum. Vakit
geçirmeden Mösyö Dubois’yı buldum. Anneme bıraktığı adreste oturuyordu. Küçük
ve temiz bir köy evi… İlk görüşmemiz biraz tiyatromsu oldu. O gençlik
fotoğrafını görünce her şeyi hatırladı. Annemin son dakikalarını anlattım. “Ne
sadakat! Ne sadakat!” diyor ve titriyordu. Bu bunamış, ak saçlı ve aksakallı
bir ihtiyardı. Beni iyi buldu. Sevdi. Meğerse o da hiç evlenmemiş. Bana ismini
vermeyi teklif etti. Memnuniyetle kabul ettim. Hâsılı uzatmayayım, dinimi de
değiştirdim. İsmim bugün Pierre Dubois… Babamın Paris’te çok ahbapları vardı.
Hukuktan diplomamı alınca bir ticaret bankasında bana önemli bir memuriyet
buldu. Şimdi Mısır’a memuru olduğum bankanın bir işi için geldim. Ey azizim,
şimdi katıksız bir Fransız olduğumu anladın mı?” Gülüyor ve muzaffer bir
tavırla yüzüme bakıyordu.
Mermere dayalı dirseklerim uyuşmuş,
acıyordu. Geri çekildim: “Anladım, lakin zaten Türk değilmişsiniz ki!
Piçmişsiniz!” diyerek ayağa kalktım. O, galiba benden takdir ve hayret
bekliyordu. Sordu: “Ne o? Gidiyor musunuz? Bari bir şey içseydiniz! Konuşurduk.”
Artık asabiliğim, Türk kafamı tutmuş, Türk hareminin erişilmez namusu hakkında
beslediğim iman, bu masum ve mukaddes hayal artık kırılmış, perişan olmuştu.
“Mösyö Pierre Dubois ile konuşacak bir şeyim yok!” dedim. Selam vermeden
ayrıldım. Sokağa kendimi dar attım. Otelde, yatağımda o gece sabaha kadar hemen
hiç uyumadım. Hep Ahmet
Nihat’ın mektepteki tatsız, biçimsiz hallerini ve soğuk reveranslarını, garip
vaziyetlerini düşünüyor ve sonra İstanbul’da Türklüğünü inkâr eden, Türklükten
nefret eden, Türklüğü hakir görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışan
uzun tırnaklı, son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor, içimden,
“Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu’nda mı gebe kaldı?”
diyor; korkunç kâbuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde
yükselen tunç ve ateş renginde büyük, siyah ve kanlı haçlar görüyordum.
Ömer Seyfettin
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder