Print Friendly and PDF

Yayınlar


Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ

Bunlarada Bakarsınız



I. Doğum, Ailesel Kökenler ve Erken Yaşam (1679–1699)

Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1090 (Miladî 1679) yılında Fas’ta (Fez) dünyaya gelmiştir.

Ailesel ve Manevi Kökenler:

  • Kendisi, Hz. Hasan (radiya'llahü anh) soyundan geldiğini belirtmiştir (el-Hasenî).
  • Aynı zamanda soyunun ve tarikat silsilesinin Hz. Ebû Bekir’e dayandığını, dolayısıyla Sünnî ve Sıddîkī olduğunu ve onun sırlarının vârisi bulunduğunu ifade etmiştir.
  • Âlim ve tasavvufa ilgi duyan bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğmuştur.
  • Doğumu, bizzat Hz. Peygamber’in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) rüyadaki emirleri üzerine gerçekleşen bir evliliğin meyvesi olarak gerçekleşmiş, büyük bir velî olacağı doğumundan çok önce haber verilmiştir.

Erken Dönem Olayları:

  • 1699 yılında annesini kaybetmiş, bunun üzerine babası ikinci defa evlenmiştir.
  • Annesini kaybettiği bu yıl, daha sonra evleneceği kadının ve ondan doğacak iki oğlu ile kızının kendisine açık bir şekilde gösterildiğini ve her şeyin gördüğü gibi gerçekleştiğini ifade etmiştir.

II. Manevi Gelişim ve Şeyh Arayışı (1699 – 1125 H / 1713 CE Öncesi)

Abdülazîz ed-Debbâğ, Hızıriyye tarikatının kurucusu olarak kabul edilmektedir.

Ruhani Öğretmenler ve İlk Feyizler:

  • İlk şeyhi bizzat Hızır (A.S.) olmuştur. Ayrıca on Sıddîkī şeyhten feyz (manevi ilham/bereket) aldığını belirtmiştir.
  • Gençlik döneminde, Seyyidî el-Arabî el-Feştalî Hazretlerinin vasiyet ettiği manevi emanetleri giymiş ve bu durum kalbine katıksız bir ubudiyette (kullukta) bulunma aşkı ve sevgisi yerleştirmiştir.
  • Bu dönemde, vilâyet (velilik) ile işaret edilen ve halkın şeyh kabul ettiği birçok zata gitmiş, onları kendine şeyh edinmiş, bir müddet virdlerine devam etmiştir. Ancak göğsü daralınca o zatta bir yenilik (artıklık) göremeyip onu terk etmiş ve bu döngü şaşkınlık içinde devam etmiştir.

İlmi ve Manevi Durumu:

  • Müridi Ahmed b. Mübârek, onun hem ümmî (okur-yazar olmayan) bir zat olduğunu sık sık tekrarlamış, hem de onun hadis, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bildiğini, mükemmel bir tasavvuf kültürüne sahip olduğunu belirtmiştir.
  • Kaynaklar, onun Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc, Hakîm et-Tirmîzî, Gazzâlî, İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız gibi büyük mutasavvıfların nübüvvet (peygamberlik), velâyet (velilik), keşf (manevi açılım) ve varlık hakkındaki görüşlerini okuduğunu ve bu konulara vakıf olduğunu açıkça göstermektedir. Bu durum, onun insân-ı kâmil (yetkin insan) olarak takdim edilme çabasıyla açıklanmıştır.

III. Dönüşüm ve Feth Dönemi (1125 H / 1713 CE)

Bu dönem, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın hayatındaki en kritik manevi dönüm noktalarını içermektedir.

Ahmed b. Mübârek ile Tanışma:

  • Ahmed b. Mübârek, onunla Receb 1125 H (1713 CE) tarihinde tanışmıştır. O sırada Abdülazîz ed-Debbâğ 35 yaşındaydı.
  • Ahmed b. Mübârek onu, eşi bulunmayan tasarruf sahibi bir velî olarak anmıştır.

Manevi Açılım (Feth):

  • Feth (manevi açılım), Seyyid Ömer b. Muhammed el-Hevarî Hazretleri’nin vefatından üç gün sonra, Hicrî 1125 yılının Receb ayının sekizinci günü (Perşembe) gerçekleşmiştir. (Seyyid Ömer’in vefat tarihi kaynakta net belirtilmemiştir, ancak Feth öncesidir).
  • Bu feth ile Allah’ı nefislerin hakikatiyle bilip tanımış, O’nun hakkında ma‘rifet (derin bilgi) bulmuştur.
  • Hızır’ın (A.S.) öğrettiği bir duayı okumaya başlamıştır. Başlangıçta tamamlaması zor olan bu dua, zamanla hafiflemiş ve günler geçtikçe kolaylaşarak en sonunda güneş doğuncaya kadar bitirilebilecek seviyeye gelmiştir.

Abdullah el-Bernâvî ile Görüşme:

  • Feth'ten sonra, daha önce Seyyid Abdullah Tâvedî Hazretlerinin (vefatından önce) tavsiyesi üzerine Seyyid Abdullah el-Bernâvî’yi aramaya gitmiştir.
  • Onunla Cîse Kapısı yakınında tanışmış, Bernâvî onun geleceğini bildiğini ve Faslı olduğunu öğrenmiştir.
  • Abdülazîz ed-Debbâğ, Receb 1125’in kalan günlerinden Zilhicce’nin onuncu gününe kadar (1713 CE sonları) Seyyid Abdullah Bernâvî ile beraber bulunmuş; Bernâvî onu irşad etmiş, doğru yolda güçlendirmiş ve gönlündeki endişeleri gidermiştir.
  • Bernâvî, İbn Amir Cezâir’inde bulunduğu sırada Abdülazîz ed-Debbâğ’ı denemek amacıyla çok güzel bir kadın suretine girerek onu imtihan etmiştir. Abdülazîz bu denemede başarılı olmuştur.
  • Seyyid Abdullah Bernâvî, 1126 H (1714 CE) yılında vefat etmiştir.
  • Bernâvî’nin vefatından sonra, Abdülazîz ed-Debbâğ onun yanındaki esrar (sırlar) vârisi olmuş ve Bernâvî ile rûhen görüşmeye (mülakat) ve konuşmaya devam etmiştir, hatta onunla birlikte oturup gezdiğini, çok az zaman ayrıldığını belirtmiştir.

IV. Velâyet ve Gavsiyet Makamları (1127–1132 H / 1715–1720 CE)

Bu dönemde Abdülazîz ed-Debbâğ, kemal mertebesine ulaşmış ve devrinin gavsı olarak kabul edilmiştir.

Mansur b. Ahmed ile Sohbet:

  • Abdülazîz ed-Debbâğ, kutubluk derecesine yükselen Mansur b. Ahmed ile Hicrî 1128 yılının başındaki (Muharrem 29, 1128 / Ocak 1716) büyük güneş tutulmasından bir ay önce tanışmıştır (yaklaşık Zilhicce 1127 H).
  • Mansur b. Ahmed, dokumacılıkla meşgul olan bir zattı.
  • Tanışmalarına, Mansur’un Abdülazîz’in ailesinin olup olmadığını sorması ve ardından ona 30 mevzun (para) vermesi vesile olmuştur.
  • Mansur b. Ahmed, 1129 H (1717 CE) yılında vefat etmiştir.
  • Abdülazîz ed-Debbâğ, Bernâvî’nin Mansur’dan daha büyük olduğunu belirtmiştir.

Keramet ve Keşifler (Ahmed b. Mübârek'in Nakilleri):

  • Abdülazîz ed-Debbâğ, eşi benzeri olmayan tasarruf sahibi bir velî olarak anılmıştır.
  • Keşf yoluyla, Ahmed b. Mübârek’in yanındaki katırın kaçmasını ve kendisine medet ummasını bilmiş, gülerek tepki vermiştir.
  • Yine keşif yoluyla, Ahmed b. Mübârek’in evindeki avluda bulunan yedi kabri bildirmiş ve atının ayakları altında yatan sâlih (iyi, dindar) bir zatın kabrinin açığa çıkarılmasını istemiştir. Bu zatın ruhunun serbest ve hareket halinde olduğu, diğerlerinin ise Berzah âleminde beklediği (üçyüz yıla yakın bir zamandır vefat etmiş olmalarına rağmen) bilgisini vermiştir.
  • Mübarek’in yeni tanıştığı Şerif Ali ile yaptığı bir konuşmanın içeriğini ve Şerif’in kendisi hakkında düşündüğü konuyu (Abdülazîz’in keşif meselesini) daha sonra, Şerif durumu hiç anlatmamışken, kelimesi kelimesine ona aktarmıştır.
  • Daha önce Muhammed b. Ömer’in yanında serpuşları boyayan bir görevli, Şeyh’in yersiz bir bağırmasına kızması üzerine, Abdülazîz’in bedduası sonucu kazanın akşama kadar ısınmadığı olayına şahit olunmuştur. Bu olayın zararı Muhammed b. Ömer’e dokununca, Abdülazîz ona duyduğu saygıdan ötürü utanmıştır.
  • Abdülazîz ed-Debbâğ’ın fetih ve keşf sahibi bir velî olduğu, başkalarına ait sırları bilmesi gibi konularda verdiği bilgiler, devrindeki ulema ve arifler tarafından da doğrulanmıştır.

Gavsiyet ve Zirve Makamı:

  • Ahmed b. Mübârek, onun devrinin gavsı (manevi kutbu) olduğunu defalarca tekrarlamıştır.
  • Abdülazîz ed-Debbâğ, evliyanın ulaşabileceği en yüksek makamlarda bulunduğunu ve varlık âlemindeki her şeyi müşahede ettiğini ifade etmiştir. Onun yanında âlemin üstü ve altının bir tek yer mesabesinde olduğu, bir an içinde her şeye yardımda bulunabildiği ve hiçbir şeyin kendisini diğerinden alıkoymadığı belirtilmiştir.
  • Ayrıca, onun Gavs olduğunu, zira yalnız Gavs'ın bütün inen kitaplara tafsili (ayrıntılı) olarak iman etmedikçe velî olamayacağını söylemesiyle anlaşılmıştır.

V. Vefat (1132 H / 1720 CE)

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1132 (Miladî 1720) yılında vefat etmiştir.

  • Müridi Ahmed b. Mübârek, onun henüz 41 yaşını tamamlamadan öldüğünü birkaç defa tekrarlamasına rağmen, ölüm tarihi ve sebebinden hiç bahsetmemiştir. (1679'da doğup 1720'de öldüğü bilgisi, onun 41 yaşını doldurmadan vefat ettiğini teyit etmektedir.).

VI. Kayıp Detaylar ve Sonuç

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın kronolojik hayatını incelerken, önemli bazı detayların bilinçli olarak eksik bırakıldığı görülmektedir.

Eksik Kalan Bilgiler:

  • el-İbrîz'i derleyen Ahmed b. Mübârek, şeyhinin hayatının ana çizgileri konusunda doyurucu bilgi vermemekte, özellikle ölüm tarihi ve sebebini zikretmemektedir. Bu durum, Abdülazîz ed-Debbâğ'ın hayatı hakkındaki bilgilerin yalnızca onun menkıbeleri ve görüşleri üzerine yoğunlaştığını göstermektedir.

Not: Abdülazîz ed-Debbâğ'ın hayatında dönüm noktası olan Seyyid Abdullah Bernâvî ile Mansur b. Ahmed'den bahsederken, Bernâvî'nin Allah'ın güzel isimlerinden yetmiş küsur ismin nuruyla sulandığını söylemesi de onun manevi derinliğine işaret eden ilginç bir detaydır. Yine Bernâvî ile Mansur b. Ahmed'in görüşme süreleri (Bernâvî: yaklaşık 6 ay; Mansur: yaklaşık 12 ay) ve Bernâvî’nin vefatından sonra Abdülazîz’in ruhaniyetine vâris olması, onun manevi silsilesinin oluşumunda önemli bir yer tutar.


Kaynakça

DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, İlmi ve Kültürel Durumu). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, Talebesi Ahmed bin Mübârek). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, Kerametleri). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, Kabir Keşfi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdülâziz Debbağ Hazretlerinin Yavaş Yavaş Velayet Makamında Yükselmesi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Hızır’ın Duasına Devam). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Feth'in Gerçekleşmesi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Seyyid Abdullah Tâvedî ve Bernâvî ile Tanışma). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdullah el-Bernâvî'nin Faslı Oluşu). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Bernâvî ile Sohbet Süresi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Bernâvî'nin Kadın Suretine Girmesi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Denemenin Sonucu). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Bernâvî'nin Vefatı ve Rûhânî Görüşme). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed ile Mülakat). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed'in İhsanı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed'in Vefat Tarihi ve Karşılaştırma). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Ulemanın Keşfi Doğrulaması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdülazîz Debbağ'ın Ümmîliği). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Keşfin Doğrulanması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Şerif ile Konuşmanın Keşfi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Katırın Kaçması Olayı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Seyyid Ali'nin Naklinin Onaylanması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kabre Tecrid Emri). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kazanın Isınmaması Olayı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Muhammed b. Ömer’in İltifatı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Gavsiyetin Tefsili İman ile İlişkisi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdullah el-Bernâvî'nin Nurları). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Velinin Yüksek Makamları).

Ümmilik

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın hayatının incelenmesinde karşılaşılan en dikkate değer hususlardan biri, zatına atfedilen "ümmî" (okur-yazar olmama) vasfı ile sahip olduğu engin ve ihata edici (kapsayıcı) bilgiler arasındaki derin tezat ve bu tezatın tasavvufi bağlamdaki yorumudur.

Bu kapsamlı bilgi (ma‘rifet), Abdülazîz ed-Debbâğ’ın manevi derecesinin bir göstergesi olarak sunulmuş ve el-İbrîz adlı eserde müridi Ahmed b. Mübârek tarafından detaylıca kaydedilmiştir.


I. Ümmîlik Vasıflaması ve Paradoksunun Analizi

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1132 (Miladî 1720) yılında vefat eden Faslı büyük bir mutasavvıftır. Onun hakkında en çarpıcı iddia, müridi Ahmed b. Mübârek tarafından dile getirilmiştir.

1. Zahirî Ümmîlik Beyanı:

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın müridi ve onun görüşlerini toplayan Ahmed b. Mübârek (ö. 1156/1743), şeyhinin "ümmî" bir zat olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Bu zahiri tahsil (okul eğitimi) eksikliği vurgulanırken, aynı zamanda onun sahip olduğu bilginin büyüklüğü ile bu durum tezat oluşturacak şekilde yan yana zikredilmiştir.

2. İhata Edici Bilgiye Sahip Olma İddiası:

Ümmîlik beyanına rağmen, Ahmed b. Mübârek, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bütün âlemlere, dillere, geçmişe, içinde yaşanılan zamana ve geleceğe ait bilmediği ve bilemeyeceği hiçbir şeyin bulunmadığını ifade etmiştir.

Bu paradoksal durum, araştırmacılar tarafından, Şeyh’i insân-ı kâmil (yetkin insan) olarak takdim etme çabasıyla açıklanmaktadır. Yani, onun bilgisi beşerî öğrenme (tahsil) yoluyla değil, doğrudan ilahi feyiz (ledünnî ilim) yoluyla gelmiştir.

3. Bilimsel ve Kültürel Yetkinlik:

el-İbrîz’in içeriği, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın hadis, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bildiğini, aynı zamanda mükemmel bir tasavvuf kültürüne sahip bulunduğunu göstermektedir. Hatta o, Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc, İbnü’l-Arabî, Gazzâlî gibi büyük mutasavvıfların nübüvvet (peygamberlik), velâyet (velilik), keşf (manevi açılım) ve varlık hakkındaki görüşlerini okumuş ve bu konulara vakıf olmuştur.

Bu durum, zahiri ümmîlik iddiasına rağmen, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın manevi eğitiminin, klasik İslam ilimlerini ve tasavvuf felsefesini içselleştirmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

II. Ümmî Bilgilerin Kaynağı: Keşf ve Ma‘rifet-i Kâmile

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî olduğu varsayılan bu bilgileri elde etme yöntemi, geleneksel öğrenim süreçlerinden tamamen farklıdır.

1. Keşfe ve Iyana Dayalı Bilgi (Sezgi ve Görgü):

Şeyh’in hadisler, fıkıh meseleleri veya kozmolojik sırlar hakkındaki her sözü, müridi tarafından keşf (manevi olarak perdenin kalkması) ve ıyâna (gözle görmeye, görgüye) dayandırılmıştır. Abdülazîz ed-Debbâğ, bu tür bâtınî (gizli, iç) bilgilerin nasıl elde edileceği sorulduğunda, bunun bir yönteminin olmadığını, ancak keşif yoluyla bilinebileceğini açıkça belirtmiştir.

Bu, onun bilgi edinme sürecinin;

  • Gaybın Müşahedesi: Kendisine fetih (manevi açılım) vaki olduğunda, eşyanın iç yüzünün ortaya çıktığı, bütün köyleri, kasabaları, şehirleri ve ovaları gördüğü, denizleri ve yedi kıtayı adeta göklerin üzerine yükselmiş de içine bakıyormuş gibi müşahede ettiği aktarılmıştır.
  • İlahi Sırların İhatası: Kaynaklarda, onun devrinin gavsı (manevi kutbu) olduğu, zira yalnız Gavs'ın bütün inen kitaplara tafsili (ayrıntılı) olarak iman etmedikçe velî olamayacağını söyleyerek bu mertebedeki ihata edici bilgisini teyit ettiği anlaşılmıştır.

2. Istılah Bilgisi ve Keşfî Yorumlama:

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî olmasına rağmen, ilmi tartışmalara girmesi ve karmaşık terminolojileri (ıstılahları) kullanması dikkat çekicidir. Kendisi, hiçbir ıstılah bilmediği halde, mananın ruhuna ve özüne inmesi sayesinde ıstılahları ortaya koyabilmekteydi.

Bu durum, onun sadece zahiri bilgileri değil, aynı zamanda kelime ve harflerin bâtınî manalarını da keşf yoluyla edindiğini göstermektedir. Örneğin:

  • Süryanice Esrarı: Şeyh, Süryaniceyi ve ondaki harflerin esrarını bilen kimsenin Kur’ân’ın bâtınını bilmeye yardım göreceğini ifade etmiştir. Zira harflerin kelime haline sokulmadan önceki Süryanice mânâları, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir ve bu esrar, ancak keşf ile açığa çıkar. Bu, manevi bilginin dilsel ve kozmik kökenlerine dair derin bir anlayışa işaret eder.
  • Arapça Dilinin Kökeni: Kaynaklarda, küçük çocukların ilk konuşmaya başladıklarında Süryanıceden bazı kelimeleri kullandıklarını belirttiği aktarılır. Bu, onun dilin kökenine dair ümmî bilgisine bir örnektir.

III. Ümmî Bilgilerin Temelinde Yatan Manevi Makam

Abdülazîz ed-Debbâğ'ın bu engin bilgilere erişimi, onun yüksek manevi makamından kaynaklanmaktadır.

1. Velâyet ve Gavsiyet:

Abdülazîz ed-Debbâğ, varlık âlemindeki her şeyi müşahede ettiğini ve âlemin üstüyle altının onun için tek bir yer mesabesinde olduğunu ifade etmiştir. Onun bu durumu, kendisine yapılan fetih (manevi açılım) ile açıklanmıştır.

  • el-İbrîz’in yazarı, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın devrinin **"Gavs"**ı (manevi kutbu) olduğunu defalarca vurgulamıştır.
  • Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını anlatırken bahsettiğimiz gibi, onun manevi silsilesi, ilk şeyhi olan Hızır (A.S.)’dan feyiz almasıyla başlamış ve on Sıddîkī şeyhten daha feyiz almıştır. Bu ledünnî (doğrudan ilahi) rehberlik silsilesi, onun ümmî bilgilerinin kaynağını oluşturur.

2. Nefs ve Kalp Üzerindeki Hakimiyet:

Abdülazîz ed-Debbâğ’a göre kâmil bilgi, yalnızca dışsal değil, aynı zamanda insanın yaratılışındaki mükemmeliyetle de ilgilidir.

  • İlim, aklın nuru, akıl ruhun nuru, ruh da zatın nurudur. Abdülazîz ed-Debbâğ'ın zâtının temizlenmiş ve ruhun vasıflarıyla vasıflanmış olması, yedi nurun toplandığı kâmil ilme ulaşmasını sağlamıştır.
  • Bu kâmil ilim sayesinde, bilinen şeylerin gözle görülebilenin çok üstünde bir anlayışla bilindiğini ifade eder. Halkın gördüğünü gerçek sanmasına karşın, ilimle meydana gelen şeyin hakiki, görmeyle meydana gelen şeyin ise hayali olduğunu söyler. Bu, ümmî bilgilerin mutlak hakikatini ortaya koyan temel bir felsefi ayrımıdır.

Netice itibarıyla, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın "ümmî bilgiler"i, zahiri tahsilin ötesinde, keşf, ilahi ilham ve velâyet makamının getirdiği evrensel bir bilinç ve manevi ihata olarak karşımıza çıkmaktadır.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,,).

DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni). (Kaynak numaraları:,).

Süryânîce Hakkında Kapsamlı Bilgiler: Ledünnî İlimlerin (Vehbî Bilgi) Kaynağı Olarak Dilin Mâhiyeti

Faslı büyük mutasavvıf Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın hayatı ve menkıbeleri üzerine yapılan doktora seviyesindeki bu incelemede, Süryânîce (Syriac language) dilinin tasavvufi düşüncede ve özellikle Abdülazîz ed-Debbâğ’ın sahip olduğu iddia edilen ümmî (okuma yazma bilmeyen) bilgilere erişimde oynadığı merkezi rol, kaynaklar ışığında derinlemesine analiz edilmektedir.

Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını incelerken değindiğimiz gibi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın zahirî tahsil (görünen eğitim) eksikliğine rağmen hadis, fıkıh ve derin tasavvufi ilimlere vâkıf olması, onun bu bilgileri keşf ve ma’rifet yoluyla, yani doğrudan ilahi feyiz (ledünnî ilim) ile elde ettiğini gösteren bir paradokstu. İşte Süryânîce, bu ledünnî bilgilerin hem taşıyıcısı hem de manevi âlemdeki iletişim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.


I. Süryânîce’nin Manevi ve Kozmik Kökeni

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Süryânîce’nin dünyevi dillerden farklı, özel bir kökene sahip olduğunu ifade etmektedir:

1. Ruhların Dili ve Cennet Lisanı

Süryânîce, ruhların dili olarak nitelendirilmiştir. Kaynaklar, Âdem Peygamber’in (aleyhisellâm) Cennet’te iken bu dili konuştuğunu ve Cennet ehlinin dilinin Süryânîce olduğunu belirtmektedir.

Ayrıca, mele-i a‘lâ’daki (yüce topluluk/gökler âlemi) ruhlar ve melekler de Süryânîce konuşurlar. Bu durum, dilin yaratılış (hilkat) itibarıyla kutsal ve ilahi sırlara en yakın konumda olduğunu göstermektedir. Âdem (A.S.), çocuklarına küçük yaşta Süryânîce’yi öğretmiş, zamanla diğer diller türeyip Süryânîce’nin aslı değişse de, doğan çocukların ruhunda bu dilin kalıntısı mevcuttur. Bu kalıntı, çocuk süt emme devresinde ruhunun hükmü galebe çaldığı için küçük yaşta çocukların Süryanice heceleri telaffuz etmelerine sebep olabilir.

2. Diğer Dillere Sirayeti

Süryânîce’nin bütün dillere sirayet ettiği (yayıldığı), tıpkı suyun ağacın her tarafına sirayet etmesi gibi olduğu belirtilir. Süryânîce’den ilk türetilen dil ise Hindçe’dir ve bu dilin Süryânîce’ye en yakın olanı olduğu ifade edilmektedir.

II. Dilin Yapısal Özellikleri ve Gizli İlimlerle İlişkisi

Süryânîce’nin en önemli özelliği, dildeki lâfız ve hecelerin mânâları yoğun bir şekilde taşımasıdır.

1. Az Kelimeyle Çok Mânâ İfadesi (Esrarın Yoğunluğu)

Süryânîce’nin en belirgin özelliği, az kelimeyle çok mânâ anlatmak (ihata etmek) olarak kaydedilmiştir. Bu dil, kelimelerden değil, hece harflerinden meydana gelmektedir. Diğer dillerde ise durum tam tersidir; onlar Süryânîce’ye nisbetle çok kelimeyle ifade edilir.

  • Harf Bazlı Mânâ: Her bir hece (harf) ayrı bir mânâ ifade eder, ve bu hece ikinci bir heceyle birleştiğinde daha geniş bir mânâ ortaya çıkar. Bu durum, Abdülazîz ed-Debbâğ tarafından Arapça’daki bir kelimenin mânasının bazen Süryânîce’deki yalnızca tek bir hece veya harf ile ifade edilebileceği örnekleriyle açıklanmıştır. Örneğin, Arapça’da ‘sur, duvar’ anlamına gelen Hâit kelimesinin mânasının Süryânîce’de sadece baştaki Hâ hecesiyle ifade edilmesi bu duruma örnek teşkil eder.
  • Gizlenen İlim: Bu dilde büyük bir ilim yatmaktadır, ancak Cenâb-ı Hak bu ilmi insanlara rahmet olsun diye gizlemiş (perde ardında tutmuştur). Bunun hikmeti, insanların kendi zatlarında bulunan karanlıkla (cehaletle) birlikte bu ilmi bilip helâke gitmemeleridir.

2. Kâmil Bilgiye Ulaşma Yolu

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî bilgileri (önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi) doğrudan keşfe dayanıyordu. Bu bağlamda, Süryânîce’nin sırlarını bilmek, manevi bilgiye kapı açar:

  • Kur’ân’ın Bâtını: Şeyh, Süryânîceyi ve ondaki harflerin esrarını bilen kimsenin Kur'ân'ın bâtınını (iç yüzünü) bilmeye yardım göreceğini ifade etmiştir. Zira kelimeler harf haline sokulmadan önce Süryanicede taşıdığı mânâlar, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir.
  • Evrensel Bilgi: Bu dil, ruhlar âleminde, dünyada ve âhirette, göklerde, yerde ve hatta Arş’taki makamlarda olanları bilmeye yardım sağlar.

III. Süryânîce’nin Manevi İletişimdeki Kullanımı

Süryânîce, yüksek manevi makamda bulunan varlıkların ve kulların iletişim kurduğu bir dil olarak Divan-ı Evliya’da ve farklı manevi âlemlerde kullanılmaktadır.

1. Divan Ehli ve Melekler

Velîlerin oluşturduğu ve manevi âlemi idare eden Divan ehli, aralarındaki iletişimde Süryânîce kullanırlar, çünkü bu dil az kelimeyle çok mânâ ifade eder. Ruhlar ve melekler Arapça konuşmazlar. Ancak Divan toplantılarında, Hz. Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazır bulunduğunda, O'na saygı göstermek amacıyla Arapça konuşulduğu belirtilmiştir.

2. Vefat Anında Kullanımı

Abdülazîz ed-Debbâğ, ölüm meleğinin (sual meleklerinin) de Süryânîce konuştuğunu ve sorularını bu dilde sorduğunu belirtir. Bu sorulara beden değil, yine Süryânîce konuşan ruh cevap verir. Ruh, zat perdesi (bedenî kısıtlamalar) kalkınca ilk haline döndüğü için Süryânîce cevap vermekte zorlanmaz.

3. Keşf Ehli ve Fetih Makamı

Süryânîce, ancak büyük keşif sahipleri tarafından konuşulabilir.

  • Tahsil Gereksinimi: Kendisine büyük fetih (manevi açılım) yapılan bir velînin bu dili konuşması için haricî bir tahsil ve öğretime ihtiyacı yoktur. Çünkü bu durumda hüküm ruha mahsustur.
  • Örnekler: Seyyid Mansur ve Seyyid Abdullah Bernâvî Hazretlerinin Süryânîce konuştuğu, Bernâvî'nin bu dili Mansur'dan daha güzel konuştuğu rivayet edilir.

IV. Süryânîce’nin İdrâk Edilmesi ve Öğrenilmesi

Bu dilin sırlarına vakıf olmak, yalnızca ilahi feyze nail olanlara müyesser olurken, bu manevi duruma ulaşmanın yolları da belirtilmiştir.

  • Edinim Yolu: Süryânîce’yi öğrenmenin yolu, Divan ehliyle sık sık buluşmak ve onlarla sohbet etmektir.
  • Cehalet ve Kayıp: İnsanoğlunun cehaleti, harflerin (hecelerin) manalarının alınmasına ve lüzumsuz yere bir araya getirilerek kelime yapılmasına sebep olmuştur. Bu durum, harflerin esrarını kaybettirmiş ve büyük bir ilimden mahrum bırakmıştır.

Süryânîce, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın irfan yolunda sahip olduğu vehbî (doğuştan veya ilahi lütufla verilen) bilginin kaynağı ve ispatı olarak, onun devrinin gavsı (manevi kutbu) olduğunu gösteren delillerden biri olarak kabul edilmiştir.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları: 448, 449, 450, 451, 452, 453, 454, 455, 456, 457, 458, 462, 493).

DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni). (Kaynak numaraları: 1).

Müridin En Büyük Günahı: Şeyhi Hatırlamamak

 

Abdülazîz b. Mes‘ûd b. Ahmed ed-Debbâğ el-Hasenî el-Bekrî’nin (ö. 1132/1720) tasavvufî öğretileri ve müridlik (disiplin) yoluna dair getirdiği esaslar, müridi ve vefatından sonra onun manevi mirasını derleyen Ahmed b. Mübârek’in (el-İbrîz) eserinde mütemadiyen vurgulanmıştır. Bu bağlamda, Debbâğ Hazretleri, mürid için en tehlikeli ve en büyük manevi kusurun ne olduğunu açıkça tarif etmiştir.

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ'a göre, mürid (talip) için bütün büyük günahlar arasında en vahimi ve en yıkıcısı, şeyhini sürekli olarak hatırda tutma yükümlülüğünü ihlal etmesidir.

Bu husus, eserde iki farklı yerde kesin bir ifadeyle dile getirilmiştir:

  1. Mürid için büyük günahların en büyüğü, bir saat, hatta bir an için şeyhini hatırlamamasıdır. Şeyhin bu ikazı, müridin dinî ve dünyevî hayatına zarar verecek en ciddi musibet olarak gösterilmiştir.

Bu tanım, mürid ile şeyh arasındaki ilişkinin, sadece zahirî bir intisap (bağlanma) olmaktan öte, daimî ve kesintisiz bir manevi irtibat (rabıta) gerektirdiğini gözler önüne sermektedir.

Günahın Mahiyeti ve Manevi Bağlamı

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu tespiti, tasavvuf yolundaki bağlılığın yalnızca şeklî olamayacağını, bilakis gönülde süregelen bir hâl olması gerektiğini vurgular.

1. İtaat ve İtimadın Önceliği (Şeyh-Mürid İlişkisi):

Şeyh-mürid münasebetlerinde, şeyh gereklilik ve merkezî bir konum taşır. Müridin sevgisinden çok, şeyhin sevgisi önemlidir; zira kulun sevgisinden ziyade Allah’ın kulu sevmesi mühimdir.

Müridin bu manevi itimadı, Resûlullah devrinde bulunmuş olsaydı ona nasıl itaat etmesi ve bağlanması gerekecek idiyse, şeyhine de öyle itaat ve itimat etmesi gerektiği prensibi üzerinden açıklanır. Şeyhi bir an bile hatırlamamak, bu yüksek itaat ve güven bağını zedeleyen, dolayısıyla manevi yolu kesintiye uğratan en büyük felakettir.

2. Rabıtanın (Manevi Bağlantı) Kesintiye Uğraması:

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın yaşadığı feth (manevi açılım) ve ulaştığı gavsiyet makamı (daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatı anlatılırken detaylandırılmıştı), onun müritlerinden yüksek derecede bir teslimiyet ve sürekli bir manevi huzurda bulunma beklentisini beraberinde getirir. Şeyh, müritlerinden birine: "Bu düşünceleri kalbinden çıkarıp at, benim yanımdaki makam ve yerine dikkatle bak..." diyerek sürekli bir manevi gözlem ve tefekkür hâlinde olmayı salık vermiştir.

Şeyhin unutulması, müridin nefs-i emmârenin [nefsin kötü arzularının] eline düşmesine ve nefsani vesveselere açık hale gelmesine yol açar. Bu, manevi ilerleyişi durduran temel kusurdur.

Diğer Manevi Kusurlar

En büyük günah, şeyhi bir an bile hatırlamamak olsa da, kaynaklar tasavvuf yolunda kaçınılması gereken başka önemli manevi kusurları da belirtmektedir:

  • Riyâ (Gösteriş): Nafile ibadetlerin gösteriş niyetiyle yapılması, çok ibadetle övünülmek için zaman harcanması durumunda azaba uğranılacaktır; zira riyâ günâhın tâ kendisidir.
  • İllet Gütmek: Amel işlenirken sevap ve mükafat beklemek (yaklaşmak kasdı) dahi bir illet (kusur) sayılır; çünkü amel, sırf Allah rızası yerine, o maksat ve gaye uğrunda sahibinden çıkmış bulunur.
  • Müridin Haddi Aşması: Sadık bir müridin dahi, şeyhinin yaptığı bazı şeylere kızıp ona öfkeli bir tavırla bakması edebe aykırıdır. Bu tür bir edep ihlali, şeyhe gazapla nazar etmekten sakınma gerekliliğini ortaya koyar.

Sonuç olarak, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ öğretisinde, müridin en büyük günahı, huzuru bozacak bir fâsıklık (günah işleme) değil, kalpteki sürekli irtibatı koparacak manevi bir gaflet olarak tanımlanmıştır.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,).

DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni). (Kaynak numaraları:).

Velâyet (Velilik) Makamına Erişimin Şartları ve İnen Kitaplara İman

Mürşid-i kâmil Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın tasavvuf hiyerarşisi ve manevi makamlar hakkındaki açıklamaları, Velâyet (velilik) derecesine ulaşmak için gereken imanın sınırlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu husus, özellikle onun gavsiyet (manevi kutupluk) makamının gereklilikleri bağlamında ele alınmıştır.

I. Gavsiyet Makamı İçin Gerekli İman Şartı

Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını kapsamlı şekilde incelerken belirttiğimiz üzere, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın devrinin gavsı (manevi kutbu) olduğu, müridi Ahmed b. Mübârek tarafından defaatle vurgulanmıştır. Bu en yüksek manevi dereceye erişimin, sıradan bir imandan çok daha derin ve kuşatıcı bir bilgi seviyesi gerektirdiği ifade edilmiştir:

1. İman Edilmesi Gereken Kitaplar:

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’a göre, bir velînin Gavs olabilmesi için iman etmesi gereken kitaplar, "bütün inen kitaplardır". Bu ifade, Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra, Tevrat, İncil, Zebur ve diğer tüm semavî kitapları kapsayan, tam bir Kütüb-i İlâhîyye (İlahi Kitaplar) külliyatına (collection) işaret etmektedir.

2. İmanın Niteliği (Tafsîlî İman):

Bu yüksek makam için gereken iman, sadece genel ve toplu bir tasdik (icmali iman) değildir. Aksine, tafsîlî (ayrıntılı) bir iman olmalıdır. Normal bir Müslüman için icmalî iman kâfi gelirken, Gavs makamındaki bir zatın, bütün bu kitapların içeriğine dair derin ve ayrıntılı bir bilgiye ve tasdike sahip olması şart koşulmuştur.

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ bu durumu şöyle ifade etmiştir:

"Hiç bir velî bütün bu kitaplara imân etmedikçe velî olamaz, bu imân da icmali değil tafsili olmalıdır."

3. Bu Şartın Yalnızca Gavs’a Ait Olması:

Bu tafsîlî imana sahip olma şartı, bütün velîlere değil, yalnızca o dönemin en yüksek manevi otoritesi olan **"Gavs"**a mahsustur. Ahmed b. Mübârek bu bilgiyi bizzat şeyhine sormuş ve şu cevabı almıştır:

"Hayır, bir tek velî için böyledir, o da Gavs'dir."

Ahmed b. Mübârek, bu kriteri öğrendikten sonra, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın sahip olduğu ihâtalı ilim (kapsayıcı bilgi) ve derin manevi keşiflerinin de onun Gavs olduğunu teyit ettiğini anlamıştır.

II. Genel Velâyet ve Bilgi İlişkisi

Gavs olmayan velîler için kitaplara iman şartının niteliği, kaynaklarda tafsili olarak açıklanmasa da, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın genel tasavvufî öğretileri ışığında, müridin şeyhine itaat ve itimadı ve keşf yoluyla elde edilen ledünnî (ilahi kaynaklı) bilginin önemi vurgulanmıştır.

  • Marifet ve İlim: Velâyet makamına erişim, beşerî tahsil (dünyevi öğrenim) yoluyla değil, doğrudan manevi açılımlar (feth) ve ma‘rifet-i kâmile (yetkin/olgun bilgi) yoluyla olur. Bu durum, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın kendi hayatında, Süryânîce’nin esrarını bilmek gibi harici öğrenimle elde edilemeyecek bilgilere sahip olmasıyla da ilişkilendirilmiştir (Bu konuya önceki Ümmi Bilgiler ve Süryanice başlıklarında değinilmişti).

Sonuç olarak, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın silsilesinde, Velâyet’in en üst zirvesi olan Gavsiyet makamına ulaşmak için, bütün indirilmiş İlahi Kitaplara toplu değil, detaylı (tafsîlî) bir iman şartı aranmaktadır. Bu, manevi otoritenin, zahirî ve bâtınî (görünen ve gizli) ilimleri en üst düzeyde ihata etmesi gerektiğini gösteren, tasavvufi bir ölçüttür.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.. DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni)..

Cennet'ten Daha Üstün Olan Nimetin Kaynağı

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın tasavvufî öğretileri bağlamında ele alınan ve manevi mertebelerin zirvesini işaret eden bir konuyu, yani Cennet’e girmekten daha güzel olan manevi hazzın ne olduğunu, kaynaklarımız ışığında tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde analiz edeceğiz.

Konu, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın müridi Seyyid Ahmed b. Mübârek’in derlediği el-İbrîz adlı eserde, iki büyük mutasavvıf arasındaki dikkat çekici bir sohbet esnasında açığa çıkmıştır.

I. Cennet'ten Daha Üstün Olan Nimetin Kaynağı

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, manevi yolculuğunda önemli bir rehber olan Şeyh Abdullah Bernavî Hazretleri ile aralarında geçen bir diyaloğu nakletmiştir. Bu diyalog, velâyet makamlarının nihai gayesini ortaya koymaktadır:

Bernavî Hazretleri, Abdülazîz ed-Debbâğ’a şöyle sormuştur:

"Dünyada Cennete girmekten daha güzel bir şeyin olduğunu biliyor musun? Ve bir şeyin de cehenneme girmekten daha kötü olduğundan haberin var mı?".

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu soruya verdiği cevap, tasavvuf ehlinin ulaştığı müşahede (manevi görgü) makamının ne denli ulvi (yüce) olduğunu göstermektedir:

"Efendim, cennete girmekten daha iyi, daha aziz (değerli) olan şey, varlık âleminin efendisi Muhammed’i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) görmektir, bu da uyanıklık hâlinde müşahede edilenidir.".

Bu yanıt, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın manevi hiyerarşisinde, Cennet’in dahi Resûl-i Ekrem’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  huzuruna ulaşmanın vesilesi olduğu, dolayısıyla nihai manevi lezzetin bizzat Peygamber Efendimiz’i uyanıkken görmekte olduğu fikrini temellendirir.

II. Uyanıklık Hâlinde Müşahedenin (Sahv) Tasavvufi Önemi

Bu tespitteki kilit nokta, müşahedenin rüya veya gaybet (manevi kendinden geçme hâli) durumunda değil, uyanıklık hâlinde (sahv) gerçekleşmesidir.

  1. Zirvedeki İkram: Resûlullah’ı uyanıkken görmek, bilindiği üzere sadece Sahâbe-i Kiram’a nasip olmuş bir şereftir. Bu nedenle, tasavvuf yolundaki bir kişinin, manevi yükselişi neticesinde, fiziksel dünyanın sınırlamaları içinde dahi olsa bu mertebeye erişebilmesi, ulaşılabilecek en büyük manevi ikram olarak kabul edilir. Bu makam, sadece tefekkür (derin düşünme) veya kalbî (kalbe ait) bilgi (ma’rifet) ile sınırlı kalmayıp, gözle görme (ıyân) derecesinde bir kesinliği ifade eder.
  2. Ma‘rifet-i Kâmile ile İlişkisi: Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını incelerken belirttiğimiz gibi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmi (okur-yazar olmayan) bir zat olmasına rağmen keşf yoluyla ihata edici (kapsayıcı) bilgilere sahip olması, onun sıradan bir öğrenimden değil, doğrudan ilahi feyizden beslendiğini göstermektedir. Bu ledünnî (ilahi kaynaklı) bilginin doruk noktası, varlık âleminin en mukaddes (kutsal) varlığı olan Hz. Peygamber’i (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  algılama yeteneğidir.
  3. Huzurun Kaynağı: Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu cevabı, tasavvufun temelindeki Fenâ fi’r-Resûl (Resulullah'ta yok olma) ve Fenâ fi’t-Tevhid (Tevhid'de yok olma) makamlarına ulaşan kişinin, artık Cennet’i nefsi için bir ödül olarak talep etmekten vazgeçtiğini gösterir. Zira rıza makamına erenler, cennetin cazibesini dahi aşmıştır.

III. Karşıt Kavram: Cehennemden Daha Kötü Olan

Bernavî’nin sorusunun ikinci kısmı, bu manevi güzelliğin zıttını işaret eder: "Ve bir şeyin de cehenneme girmekten daha kötü olduğundan haberin var mı?".

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, bu sorunun cevabını açıkça ifade ettiğini belirtmemiş olsa da, bu sorunun sorulmuş olması, manevi tehlikelerin cehennem azabından daha şiddetli olabilecek hâlleri içerdiğine işaret eder. Tasavvufî perspektifte, cehennemden daha kötü olan şey, genellikle ilahi gazaba uğramak, ma’rifet ve feyzden mahrum kalmak veya imanı kaybetmektir.

Nitekim Abdülazîz ed-Debbâğ, müridin en büyük günahının dahi, şeyhini bir an bile hatırlamamak olduğunu (yani manevi irtibatı kaybetmek) belirtmiştir. Bu manevi irtibatın kaybı, kurtuluş ümidini zedeleyen nihai felakettir. Ayrıca, önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi, manevi sırlara erişmekte acele eden bir müridin tenassur etme (Hristiyanlaşma) tehlikesiyle karşılaşması, manevi yoldan sapmanın fiziki azaptan daha büyük bir kayıp olduğunu göstermektedir.

IV. Sonuç

Netice itibarıyla, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın öğretisine göre, Cennet'in sunduğu ebedî (sonsuz) nimetlerin ötesinde, manevi varoluşun en yüksek payesi, "uyanıklık hâlinde Varlık Âleminin Efendisi Hz. Muhammed'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) müşahede etmek" tir. Bu, zâhirî (görünen) tahsil ile değil, ancak ilahi lütuf, fetih ve kâmil bir manevi makam ile erişilebilen vehbî (doğuştan/ihsan edilen) bir nimettir.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,). DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni). (Kaynak numaraları:).

Süryânîce’nin Yapısal Mahiyeti ve Harf Felsefesi

Abdülazîz ed-Debbâğ’ın (ö. 1132/1720) manevi otoritesini ve ledünnî (doğrudan ilahi) bilgisini (vehbî ma‘rifet) incelediğimiz önceki yazılarımızda da detaylandırdığımız üzere, onun ümmî (okur-yazar olmayan) vasfına rağmen sahip olduğu engin bilginin kaynağı, Süryânîce dilinin esrarına vakıf olmasıyla yakından ilişkilidir.

Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, bu kadim (çok eski) dili, yalnızca manevi âlemin dili olarak değil, aynı zamanda harflerin ve kelimelerin ardındaki kozmik ve ilahi mânâları içeren, bilginin temel kaynağı olarak görmüştür. Aşağıda, kaynaklar ışığında Süryânîce ile ilgili kelimeler, harfler ve bu harflerin taşıdığı manevi sırlarla ilgili kapsamlı örnekler sunulmuştur.


I. Süryânîce’nin Yapısal Mahiyeti ve Harf Felsefesi

Şeyh Debbâğ’ın öğretisine göre Süryânîce, diğer dillerden yapısal olarak köklü bir farklılık arz eder. Bu fark, dilin doğrudan manevi âlemle olan bağlantısından kaynaklanır:

1. Kelime Değil, Hece Harfleri (Syllabic Letters)

Süryânîce, kelimelerden değil, hece harflerinden meydana gelir. Bu, dilin temel birimidir ve dildeki esrarın (sırların) yoğunlaşmasına yol açar. Diğer diller ise Süryânîce’ye nisbetle çok kelimeyle ifade edilmek zorundadır.

2. Az Kelimeyle Çok Mânâ İfadesi

Süryânîce’nin temel özelliği, az kelimeyle çok mânâ anlatmak (ihata etmek) olarak belirtilmiştir. Bu özellik, onu Ruhlar âleminin, Meleklerin ve Divan ehlinin (manevi meclis) konuştuğu dil yapmaktadır.

3. Harflerin Gizli İlimleri (Esrâr-ı Hurûf)

Abdülazîz ed-Debbâğ, hece harflerinin (syllabic letters) her birinin ayrı bir mânâ ifade ettiğini, bu hecelerin birleşimiyle daha geniş mânâların ortaya çıktığını belirtir. Cenâb-ı Hak, bu dildeki büyük ilmi, insanların kendi cehaletleri (karanlık) ile birlikte bu hikmeti bilip helâke gitmemeleri için gizlemiştir.

  • Harflerin kelime haline sokulmadan önce Süryanicede taşıdığı mânâlar, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir.
  • Şeyh’in ifadesiyle, Süryânîceyi ve ondaki harflerin esrarını bilen kimse Kur'ân'ın bâtınını bilmeye yardım görmüş olur.

II. Süryânîce Mânâ Örnekleri (Az Lafızla Çok Mânâ)

Şeyh, Süryânîce’nin az lafızla nasıl tam mânâyı taşıdığına dair çarpıcı örnekler vermiştir. Bu örnekler, Arapça kelimelerin uzun manalarının, Süryânîce’deki yalnızca tek bir harf veya heceyle ifade edilebileceğini gösterir:

Arapça Kelime (Lâfız)

Anlamı

Süryânîce’de Mânâyı Taşıyan Kısım

Açıklama

Kaynak

Hâit

Sur, ihata duvarı (çevreleyen duvar)

Baştaki hecesi

Bu hece tek başına Arapçadaki mânânın tamamına delalet eder.

Su (bilinen unsur)

Sondaki Hemze

Bu harf, Arapçadaki su mânâsına delalet eder.

Semâ

Gök, Boşluk

Baştaki Sin harfi

Bu harf, Arapçadaki gök mânâsının tamamına delalet eder.

Bu durum, Arapça kelimenin asıl mânâyı tek bir harfin ifade ettiğini, geriye kalan harflerin ise lüzumsuz konulduğunu gösterir.

1. Özel İsimlerdeki Süryânîce Esrâr

Süryânîce’deki harf felsefesinin bir başka örneği, özel isimler üzerinde gösterilmiştir. Örneğin Ahmed isminde Arapçada sadece özel isme delalet edilirken, Süryânîce’de her harf ayrı bir mânâ taşır:

  • Meftun olan hemze: Ayrı bir mânâ.
  • Sakin olan Hâ harfi: Başka bir mânâ.
  • Meftuh olan Mim: Ayrı bir mânâ.
  • Dal harfi (ötre ya da meftuh okunursa): Farklı mânâlara delalet eder.

2. Süryânîce’de Temel Dini Kavramlar

Şeyh Debbâğ ve onunla aynı yolda olan arifler, bazı dini ve tasavvufi kavramların kökenini Süryânîce’ye dayandırmıştır:

Kelime

Köken/Anlam

Süryânîce Açıklama

Kaynak

Adn (Cennet-i Adn)

Cennet

İbn Abbas’tan (R.A.) rivayetle Kâ‘b el-Ahbâr’dan sorulduğunda, Cennet kelimesinin Süryanicede "bağlar ve üzümler" anlamına geldiği belirtilmiştir.

Esfâr (Kitaplar)

Kitap

Vâsıtî, bu kelimenin Süryanicede "kitaplar" anlamına geldiğini belirtmiştir. Şeyh’e göre bu kelime aynı zamanda beşerin güç yetiremeyeceği güzel şeylere delalet eder.

Rabbaniyyûn

Âlimler / Rabbe Kulluk Edenler

Süryanice üç kelimeden türemiştir: Rebba - Niy - Yûn. (Bununla çok hayır, yakınlık ve şimşek/nur gibi geçici olmayan bir hal üzere kalmama kastedilir).

Saak

Ciddi (Şakanın Zıddı)

Süryanicede ciddi anlamına gelir ve bu anlamda Arapça ile benzerlik gösterdiği belirtilmiştir.

Şehr

Su

Bazı lügatçiler bu kelimenin Süryanice dilde su anlamına geldiğini belirtmiştir.

III. Süryânîce Bilgisinin Elde Edilmesi ve Manevi Önemi

Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını anlatırken belirttiğimiz gibi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu bilgiyi ümmî (okuma yazma bilmeyen) olmasına rağmen tahsil (öğrenim) yoluyla değil, keşf ve ıyân (manevi görgü) yoluyla elde ettiği kesinlikle vurgulanmıştır.

1. Öğrenme Yolu: Divan Ehli ile Sohbet

Süryânîce’yi öğrenmenin tek yolu, Divan ehliyle (velîlerin meclisi) sık sık buluşmak ve onlarla oturup sohbet etmekten geçer. Zira Divan ehli, az kelimeyle çok mânâ ifade ettiği için sadece Süryânîce konuşurlar.

2. Ruhsal Cevap ve Kabir Suâli

Şeyh’in Süryânîce hakkındaki ilginç bilgilerinden biri de Kabir suâli (sual meleklerinin sorgusu) hakkındadır. Sual melekleri (Münker ve Nekir) Süryânîce konuşur ve bu suallere beden değil, yine Süryânîce konuşan ruh cevap verir. Ruh, zat perdesinden (bedensel kısıtlamalar) sıyrılınca ilk haline döndüğü için bu dili konuşmakta zorlanmaz.

3. Kur’ân’ın Bâtınına Yardımcı Olması

Süryânîce’deki harflerin ve mânâların esrarını bilmek, Kur'ân-ı Azîz’in işaret edilen mânâlarının bir sınırı olmadığını anlamaya yardımcı olur. Bu bilgi, Kur’ân’daki "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" ayetinin mânâsının derinlemesine idrak edilmesine katkı sağlar.

Bu kapsamlı dil bilgisi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın salt bir âlimden öte, devrinin Gavsı (manevi kutbu) olduğunu gösteren temel delillerden biri olarak kabul edilmiştir.


Kaynakça

Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,,,,,,).

Cinler, Sihir ve Büyü Meselelerine Dair Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin Yaklaşımı

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) (Allah ondan razı olsun) mânevi ilimlerdeki derin tahkiki ve keşf ehli olarak elde ettiği bilgiler, cinler, sihir ve olağanüstü olaylar (harikulâde hâdiseler) gibi konulara Şeriat ve Hakikat perspektifinden eşsiz bir bakış açısı sunmaktadır. Debbağ Hazretleri, bu tür varlıkların ve olayların mevcudiyetini kabul etmekle birlikte, bunların hakikatini ve insan üzerindeki etkilerini tasavvufî terimlerle açıklamıştır.

1. Cinler, Şeytanlar ve Yaratılışın Çeşitliliği

Debbağ Hazretleri, varlık âleminin bilinen insan ve cin kategorileriyle sınırlı olmadığını, Allah’ın yarattığı âlemlerin sayısız olduğunu vurgulamıştır. Kendisine yöneltilen, karşılaştığı kişilerin cin mi yoksa insan mı olduğu sorusuna, bunların "ne cinlerden, ne de insanlardandır. Allah’ın yarattığı öyle âlemler var ki sayısı bilinmez" cevabını vermiştir. Bu ifade, O'nun keşiflerinin, geleneksel kozmolojik sınırların ötesine uzandığını göstermektedir.

Şeytanların ve cinlerin insan hayatındaki etkileri konusunda Debbağ, mânevi bir mücadele alanından bahseder:

  • Şeytanın Yaratılışı ve Etkisi: Debbağ'a göre, insanoğlunun aklının ötesinde, ruhun eylemleri sonucunda ortaya çıkan varlıklar dahi mevcuttur. Örneğin, bir kişinin gördüğü "simsiyah şeyin" mahiyetini soran Ahmed bin Mübarek'e, bunun ruhunun fiilinden (eyleminden) kaynaklanan bir suret olduğunu, hatta ruhun o sureti icat etmede (yoktan var etmede) zâta yardımcı olduğunu, kişinin ondan korksa bile bu icadın durmadığını belirtmiştir. Bu, nefsin ve ruhun, zahirî (dışsal) âlemde suret (biçim) yaratma kudretine işaret eder.
  • Aldatıcı Olaylar (İstidrac): Debbağ Hazretleri, özellikle bâtıl (hakikate aykırı) yolda olanların sergilediği veya deneyimlediği harikulâde hâdiselerin (olağanüstü olayların) kaynağını şeytanî müdahaleye bağlamıştır. Yahudi bir adamın yaşadığı olağanüstü hallerin, dinlerini ve ibadetlerini haklı göstermek için kullandığı hâdiseler olduğunu belirterek, bunların "Şeytanlardır ki onlarla oynuyor" ifadesiyle, şeytanın bir aldatmacası (istidrac) olduğunu beyan etmiştir. Bu durum, dinî açıdan masum görünen olayların bile hakikat ehli olmayanlar için yanıltıcı olabileceğini düşündüren ilginç bir konudur.
  • Manevi Savaş: Veli kulların (Allah dostlarının) kâfirleri yok etme tasarrufuna dair bir meselede, Debbağ, bunun nurun askerleri ile karanlığın (zulmetin) askerleri arasındaki şiddetli bir savaş olduğunu söylemiştir. Kâfir bir şahsın zatını velinin nurunun düşünebileceğini ve onu ortadan kaldırabileceğini ifade eder ki, bu durumun şeytanların tasavvuruna (hayal etmesine, bedende tasarruf etmesine) açık olan köpek gibi hayvanlar üzerinden dahi gerçekleşebileceği anlaşılmaktadır.

2. Sihir ve Büyünün Hakikati (Bâtılın Zuhuru)

Kaynaklarda geçen genel bir sufi görüşüne göre, sihir (magic) veya büyü (sorcery), sözlük anlamıyla bâtılı (yanlışı) hak suretinde göstermeye denir. Sihir, haram olmakla birlikte, hakikat ehli (ehl-i tahkik) nazarında sâbit (gerçekleşmiş) ve vâki (meydana gelmiş) bir durumdur. Ancak öğrenilmesi, zararını defetme maslahatı ve Hakk’ın hikmetlerine (ilahî sırlar ve amaçlar) vâkıf olmak için caiz görülmüştür.

Debbağ Hazretleri, bir velinin keşfi yoluyla başka suretlere girip tasarrufta bulunabilmesi (tecessüm etmesi, yani bedenlenmesi) gibi durumları açıklamıştır. Bu, sihir olmamakla birlikte, olağanüstü durumların nasıl gerçekleştiğini gösterir:

  • Suret Değiştirme ve Ruhun Hükmü: Bir velinin başka bir surete (örneğin hayvan veya cansız varlık suretine) girerek tasarruf yapabileceği görüşü dikkat çekicidir. Veli'nin ruhu, hayvanların ruhları gibi zâtları (kendilikleri) üzerine hükmetmeyen varlıklara nüfuz edebilir. Eğer veli bu surette öldürülürse, elemi çeken o surettir, velinin ruhu sadece zahiren elem çekiyormuş gibi görünür. Bu, velayetin (ermişliğin) fiziksel ve ruhsal sınırları nasıl aşabildiğini açıklayan, ezoterik (bâtınî) bir bilgi sunmaktadır.

3. Mânevi Yüksekliğin Sihir/Şeytanî Tesirden Korunması

Debbağ'ın öğretisinde, Allah’a tam bir teveccüh ve kulluk hali, şeytanî tesirlerden ve dünyevi kaygılardan korunmanın yegâne yoludur. Bu bağlamda, nefsin istekleri ve dünyevi kaygılar, bir nevi mânevi karanlık (zulmet) olarak görülür:

  • Nefsin Teslimiyeti: Tevekkül, iradeyi (istemeyi) terk etmek, kendi kudretinden yüz çevirmek ve Müsebbibi (sebepleri yaratanı) görmektir. Bu teslimiyet hali, şeytanın vesveselerine kapı bırakmamayı sağlar. Nitekim Şeyh Bayezid-i Bestamî'nin de tevhid yolunda ilm-i fenâ'yı Ebû Ali Sindi'den öğrendiği ve nefsin yokluğunu esas aldığı bilinmektedir.
  • Nasihat ve Gaflet: Debbağ, insanların akıllarının kaldıramayacağı esrardan bahsederken, bu bilgilerin ancak akılların kabul edebileceği kadarıyla nakledilebileceğini söylemiştir. Bu, yüksek mânevi bilgilerin sıradan insanlar tarafından kolayca yanlış anlaşılacağını ve inkâra (reddetmeye) yol açabileceğini ima eder. Bu mânevi sırların açıklanmasının şeytanî tesirlere zemin hazırlayabileceği endişesi, sufilerin suskunluk (sükût) prensibini benimsemelerinin temel nedenlerinden biridir.

Unutulan Konu ve Tekrar Hatırlatma

Önceki yazılarımızda sihrin, felsefeciler ve bazı İslam mezhepleri tarafından inkâr edildiği, onların sihri yalnızca gizli sebeplere (ilm-i hıyel, yani hile ilmi) bağladığı ve harikulâde yoldan gerçekleşmesini kabul etmediği görülmüştü. Debbağ Hazretleri ve diğer tahkik ehli (araştırmacı, hakikati bilenler) ise sihrin gerçekliğini (vâki olduğunu) kabul etmişlerdir.

Ayrıca, sormayı unuttuğunuz fakat konu bütünlüğü açısından önem arz eden bir husus da, Debbağ Hazretlerinin sık sık vurguladığı manevi hal ve keşiflerin doğruluk ölçütüdür. Zira sihir ve şeytanî aldatmacalar da (istidrac) olağanüstü durumlar yaratabilir. Debbağ Hazretleri, keşf ehli bir velinin rüyasında bir şey gördüğünde veya keşfettiğinde bunun hemen hakikat addedilemeyeceğini; bunun, zatın (kişinin) nazarından ve bulunduğu karanlık/aydınlık derecesinden kaynaklanan farklılıklar gösterebileceğini detaylıca izah etmiştir. Bu, bir kişinin mânevi yolculuğunda gördüklerini bile daima şeriat terazisiyle (kıyaslama ölçütüyle) kontrol etmesi gerektiği anlamına gelir.


Kaynaklar

Debbağ, Abdülaziz. El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları).

Feridüddin Attar. Esrarname.

Feridüddin Attar. Tezkiretül Evliya.

Molla Cami. Nefahatü’l-Üns Tercümesi.

Şeytanın Hileleri (Hile-i Şeytaniyye), Nefsin Zulmeti ve Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) Perspektifi

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin tasavvuf ve hakikat ilimlerine dair derinlikli açıklamaları, Şeytan (İblis) ve onun hileleri (aldatmacaları) konusuna hem zahir (gözle görülen) hem de bâtın (içsel/manevi) boyutlardan yaklaştığını göstermektedir. Şeytanî faaliyetler, çoğunlukla insanın nefsinde (alt benliğinde) bulunan zaaflar ve ilahî hakikatten uzaklaşma (gaflet) yoluyla gerçekleşir.

Bu kapsamda, Debbağ Hazretleri, şeytanın aldatma yöntemlerini, özellikle olağanüstü olaylar (harikulâde hâdiseler) üzerinden hakikat ehli olmayanları nasıl saptırdığını ve nefsin karanlığını (zulmetini) nasıl artırdığını detaylıca izah etmiştir.

I. Şeytanın Aldatmacası: İstidrac (Dehşetli Bir İmtihan)

Debbağ Hazretleri, mânevi yolda hakikat ile bâtılın ayırt edilmesi gerektiğini şiddetle vurgulamış; olağanüstü hallerin (keramet) bazen şeytanî bir aldatma (istidrac) olabileceğini belirtmiştir. Daha önceki yazılarımızda (bu makale bağlamında) ele aldığımız üzere, hakikate aykırı yolda olanların sergilediği veya deneyimlediği harikulade olaylar, Şeytan’ın onlarla oynaması sonucunda meydana gelir.

  1. Hârika Hâdiseler Üzerinden Aldatma: Debbağ Hazretlerine, bir Yahudi’nin İslam’a girmesi kıssası sorulduğunda, o kişinin dinine bağladığı ve ibadetlerine karşılık olarak gördüğü hârika hâdiselerin kaynağının Şeytan olduğunu açıkça ifade etmiştir: "Şeytanlardır ki onlarla oynuyor, onlar da bu hârika hâdiseleri görünce dinlerine bağlayıp ibâdetlerine bir ölçü ve karşılık olarak görüyorlar.". Bu, Şeytan'ın, inançsızları bile onların bâtıl yollarında "doğru" olduklarına inandırmak için zahiri mucizeler kullanabileceğini gösteren temel bir hiledir.
  2. Haram Lokmanın Tesiri: Mânevi hallerin şeytanî mi yoksa ilahî mi olduğunun en temel ayrım noktalarından biri yenen lokmanın (gıdanın) helalliğidir. İbrahim Edhem’in (k.s.) bir arkadaşının hikâyesinde görüldüğü gibi, helal yoldan kazanılmamış bir lokmanın yenilmesiyle:
    • Şeytan, o lokma vasıtasıyla kişinin içine girer.
    • Bu durum, kişide görülen olağanüstü hallerin (haller) "rahmânî değil şeytanî" olmasına yol açar. Bu, şeytanın en kritik hilelerinden biridir; zira müridi, yaşadığı tecrübelerin ilahî olduğunu zannederek yoldan sapar.

II. Şeytanın Nüfuz Alanları: Zulmet, Gaflet ve Vesvese (Karanlık, Hezeyan ve Fısıltı)

Şeytan, insanın nefsini ve iç âlemini (zâtını) karanlık ve bulanıklık (zulmet) ile doldurarak hilelerini gerçekleştirir:

  1. Dünya Sevgisi ve Zillet Korkusu: Şeytan, insanların kalplerine fakirlik (yoksulluk) korkusunu salmakla büyük haz duyar. İblis’in en sevdiği üç şeyden biri olan fakirlik korkusu, kulun tevekkül (Allah’a güven) halini zedeleyerek onu dünyaya bağlar. Nitekim İblis, çölde tek başına seyahat eden İbrahim Edhem’e, padişahlığı bırakıp aç bir şekilde hacca gitmesini sorgulatarak vesvese vermiştir.
    • Debbağ’a göre, gönlü Allah’tan kopmuş olan bir adamın yanında bulunan mal ve para, o kişiyi manevi bir "karanlık sicimimsi şeyin" esiri yapar. Bu durum, o kişinin "gönlü başkasına bağlanıp kalmış" olduğu için Şeytanların göz dikmesini kolaylaştırır.
  2. Gaflet ve Dünya Meşgalelerine Dalma: Gaflet (dikkatsizlik, unutkanlık) hali, şeytanın en büyük silahıdır. Debbağ, bu durumu çok çarpıcı bir mecazla açıklar: İnsanlar, bir urgan (ip) ile yüksekten asılı duran, ne zaman kopacağını bilmeyenlere benzer. Akıllarını kullanmasını bilmeyenler, bu tehlikeli durumu unutur; bulundukları yerin güvenli olduğunu sanarak evler, saraylar yapmaya, ticaretle meşgul olmaya başlarlar. Bu gaflet hali, onları asıl kurtarıcı olan Allah’tan gafil kılar.
  3. Haksız Kazanç ve Tütün (Faydasız Alışkanlıklar): Şeytanî etkinin artmasına neden olan somut eylemler de mevcuttur. Tütün (sigara veya benzeri bir alışkanlık), insanoğlu için açık bir yararı olmadığı ve zatta zararlar meydana getirdiği için, imânla ilgili meleklerin rahatsız olmasına yol açar. Bu rahatsızlık, şeytanların kalbe kadar girip kişiyi aldatmasını kolaylaştırır. Bu, Debbağ Hazretlerinin, faydasız görünen dünyevi alışkanlıkların bile mâneviyata nasıl büyük zarar verdiğini gösteren ilginç bir konudur (İlginç Konu).
  4. İçsel Şer Damarının Tetiklenmesi: İnsan fıtratında bulunan şer (kötülük) eğilimi de şeytan için bir zemin hazırlar. Debbağ Hazretleri, yaratılışında hırsızlık (ya da şer damarı) bulunan bir kimsenin, bir hırsızın yakınından geçmesiyle bile o damarın uyanıp dirileceğini, kalbinin ferahlayacağını belirtir. Bu yatkınlık, Şeytan'ın vesvesesi için uygun bir kapı açar.

III. Şeytanın Velâyet ve Keramete Karşı Hileleri

Debbağ’ın öğretisi, Şeytan’ın hilelerinin yalnızca sıradan günahkârlar için değil, manevi yolculuğa çıkanlar (sâlikler) için de geçerli olduğunu gösterir:

  1. Rüya ve Görüşlerin Değiştirilmesi: Nefsin gaflet ve harama karşı yanılma (sehv) durumunda meydana gelen manevi karanlık (zulmet), rüyaların ve keşiflerin değiştirilmesine neden olur. Örneğin, mekruh bir eylemden gelen hafif karanlık, rüyada Cenneti görüp girmeyi arzu etmemek şeklinde tezahür edebilir; bu, aslında kulun yapması gereken vâcib olmayan bir iyilikten vazgeçtiği anlamına gelir. Bu, Şeytan'ın, uykuda bile manevi algıları bozarak sâlikin yorumunu saptırmasına yol açan sofistike bir hiledir.
  2. Tasannu (Yapmacıklık) Tehlikesi: Cenâb-ı Hak bir kula feth (manevi açılış) verdiğinde, o kulun bulunduğu hal üzere kalması (yani gösteriş yapmaması) gerekir. Debbağ Hazretleri, feth yapılan bir zatın halka karşı tasannu (yapmacılık) yapmasının, "şarap ve benzeri bir içki içmekten, bir günah işlemekten daha kötü" olduğunu ifade etmiştir. Bu, Şeytan’ın, mânevi makama ulaşanları dahi kibir ve gösteriş tuzağıyla (riyâ) helak edebileceği hilesine karşı bir uyarıdır.
  3. Acelecilik ve Şekavet: Müridin, manevi sırra (esrar) erişme konusunda vakti gelmeden acele etmesi, büyük bir bedbahtlığa (şekavet) düşmesine sebep olabilir. Debbağ Hazretleri, bir müridin sır konusunda acele etmesi ve şeyhinden ayrı kaldıktan sonra aleyhinde konuşması üzerine şeyhinin nazarını ondan çekmesiyle, müridin manevi karanlığa (zulmet) gömüldüğünü ve hatta İslamiyet'ten mahrum kalma (tenassur) bedbahtlığına düştüğünü nakleder.

IV. Şeytanî Etkilere Karşı Korunma (Tedbir)

Şeytan’ın hilelerine karşı korunmanın yolu, Debbağ Hazretlerinin genel öğretisinde yatmaktadır. Bu, nefsinin isteklerini kırmak, teslimiyet ve itaat üzerine kurulu bir hayat sürmektir:

  • Helal Lokma ve Sükût: İbrahim Edhem’in helal lokma ile şeytanın nüfuzunu engellediği kıssası, beslenmenin önemini gösterir. Ayrıca, "az konuşmak" ve "susmayı meslek edinmek", şeytanın vesvese yoluyla kalbi karıştırmasını engelleyen temel edeptir.
  • Huzur ve Zikir: Huzur (kalbin Allah ile beraber olması) halini devam ettiren kimsenin gafleti azalır ve bu sayede Şeytan’ın muhalefeti zayıflar. Ancak bu huzuru devam ettirememenin sebebi, Debbağ’a göre, kişinin zâtında mevcut olan kan ve onun buharıdır (bedenin biyolojik ve nefsanî yapısı). Bu, sürekli manevi mücadele (mücahede) gerektirdiğine işaret eder.
  • Doğru Şeyh Seçimi: Şeyhe tam itimat ve itaat (Resûlullah'a itaat gibi), şeytanın saptırmasına karşı en büyük manevi kalkanlardan biridir. Zira şeyh, müridin nefis hastalıklarını ve illettirini görüp teşhis edebilen bir ruh doktorudur.

Konu Bütünlüğüne Dair Not:

Daha önce cinler ve sihir (magic/sorcery) konularına değinilmişti. Şeytan (İblis), cin taifesinin reisi olduğu için, onun hileleri ve aldatmacaları (istidrac), cinlerin harikulade işler yapmasıyla yakından ilişkilidir. Şeytan, insanların kalbindeki karanlığı (zulmeti) artırarak cinlerin ve diğer karanlık güçlerin nüfuz etmesine zemin hazırlar.


Kaynaklar

Debbağ, Abdülaziz. El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). Attar, Feridüddin. Tezkiretül Evliya. Cami, Molla. Nefahatül Üns Tercümesi.

Doktora Makalesi Tarzında Kapsamlı Cevap

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin İlahi Sırlar, Nübüvvet ve Velayet Kavramlarına Dair Açıklamaları

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) görüş ve düşünceleri, müridi Ahmed bin Mübarek tarafından derlenen El-İbrîz adlı eser aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Debbağ Hazretleri, Tasavvuf ilminde Gavs-ı Â’zam (en büyük kutup) mertebesinde kabul edilen, Faslı (Fas) bir mutasavvıf olup, bilinen zâhirî (dışsal) ilimlerin yanı sıra, keşf (manevi açılım) ve ledün ilmi (ilahî sır bilgisi) ile donanmış bir İnsân-ı Kâmil (Kâmil İnsan) olarak takdim edilmiştir. O’nun bu yüksek makamı, ilahî sırlar, nübüvvet (peygamberlik) ve velayet (ermişlik) arasındaki ilişkiyi kendine has derinlikte bir dille açıklamasına olanak tanımıştır.

I. Abdülaziz Debbağ'ın Mânevî Makamı ve İlahi Sırların Kaynağı

Debbağ Hazretleri, mânevi makamını ve sahip olduğu bilgiyi, ledün ilmi (Tanrı vergisi bilgi) ve keşf (manevi görüş) yoluyla elde etmiştir. Bu bilgi, O’nun tasavvufi kozmolojideki yerini belirler:

A. Ledün İlmi ve Kâmil İlim

Debbağ’a göre, hakiki ve kâmil (mükemmel) ilim, Allah’ın ihsan ettiği ledün ilmidir. Duyularla (hissiyatla) elde edilen zâhirî (dışsal) bilgi, bu kâmil ilmin yanında bir hayal (gölge, yanılsama) gibi kalır.

  1. İlimlerin Birbirine Olan İhtiyacı: Debbağ, bâtınî ilmi (içsel/ezoterik bilgi) güneşe, zâhirî ilmi (dışsal/ekzoterik bilgi) ise fenere (lambaya) benzetir. İnsan geceleyin fenere muhtaç olduğu gibi, bâtınî ilim de zâhirî ilme muhtaçtır. Ancak büyük bir feth (manevi açılış) gerçekleşmeden önce zâhir ilminin öğrenilmesi şarttır.
  2. Keşif ve Evrensel Bilgi: Ahmed bin Mübarek, Debbağ Hazretlerinin hem ümmî (okuma yazma bilmeyen) olduğunu sıkça tekrarlarken, aynı zamanda O’nun bütün âlemlere, dillere, geçmişe, içinde yaşanılan zamana ve geleceğe ait bilmediği hiçbir şeyin bulunmadığını da ekler. Bu durum, O’nun bilgisinin kaynağının zâhirî tahsil değil, Rabbanî fetih (ilahî açılış) olduğunu gösterir. Nitekim Debbağ, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  Ledün İlmi ile bütün ümmet ve milletlerin yazılarını ve dillerini bildiğini, bu durumun dahi O’nun nurunun bereketiyle gerçekleştiğini ifade etmiştir.
  3. Sırların Paylaşılması ve Sınırları: Debbağ Hazretleri, sahip olduğu bilgilerin enginliğini teyit etmiş, hatta diğer peygamberlere inen kitapları dahi hıfzedip (ezberleyip) bir kısmını açıklamıştır. Ancak, müridi Ahmed bin Mübarek’e, aktardığı bilgilerin sadece dinleyicilerin akıllarının güç getirebileceği (kabul edebileceği) kadar olduğunu belirtmiştir. Bu, yüksek mânevi sırların avam (sıradan halk) tarafından kolayca yanlış anlaşılabileceğine dair tasavvufi ihtiyatın bir göstergesidir (önceki yazılarımızda da mânevi sükûtun önemine değinilmişti).

B. Velayet ve Tasarruf Kavramı

Debbağ Hazretleri, gavs (en yüksek kutup) olarak, kainatta tasarruf (ilahî iradeyi gerçekleştirme yetkisi) sahibiydi. O’na göre Allah, kâinatta kâmil velîler (gavs ve kutublar) vasıtasıyla tasarrufta bulunur, çünkü onlar Hakk’ın mazharlarıdır (tecelli yerleridir).

  • Gayb Kapısı: Allah’ın gayb (gözle görülmeyen) kapısını Hz. Muhammed’e açtığı gibi, ümmetindeki gerçek velîlere de açtığı ifade edilmiştir.
  • Veli Ruhunun Serbest Hali: Debbağ'ın keşif yeteneği, Ahmed bin Mübarek'in avlusuna gömülmüş olan velinin durumunu ortaya çıkarmıştır. O, bu zatın ruhunun serbest ve hareket halinde olduğunu, diğer Berzah (ara âlem) ehlinin ise beklediğini bildirmiştir. Bu, bazı velilerin vefatlarından sonra dahi tasarruf yeteneğini sürdürdüğüne işaret eden önemli bir konudur (ilginç konu).
  • Velinin Başka Surete Girmesi: Debbağ, bir velinin başka bir surete (biçime) girerek tasarrufta bulunmasının mümkün olduğunu, ancak öldürülürse elem çekenin velinin ruhu değil, girilen suret (biçim) olduğunu açıklamıştır. Bu tür olaylar, şeytanın aldatmacası (istidrac) olan sihir (magic) ile karıştırılmamalıdır (bu ayrım, cinler ve sihir hakkındaki önceki açıklamalarımızda da önemlidir).
  • Deneme ve İmtihanlar: Debbağ Hazretleri, Seyyid Abdullah Bernâvî'nin kadın suretine girerek kendisini denemesini (imtihan) mânevi mevkilerde bulunanların nefsini sınama çabası olarak görmüş ve bunu tasannu (yapmacık, gösteriş) tuzağına düşmemek için bir gereklilik olarak kabul etmiştir.

II. Nübüvvet (Peygamberlik) ve Velayet (Ermişlik) Arasındaki İlişki

Debbağ Hazretleri, peygamberlik makamının benzersizliğini ve velayet ile aralarındaki kesin farkı net bir şekilde ortaya koyar.

A. Peygamberliğin Mutlak Üstünlüğü

  1. Hakk'ın Müşahedesi ve İsmet (Korunmuşluk): Peygamberler, devamlı olarak Hakk’ı müşahede (gözlem/tefekkür) halindedirler ve uykuda dahi müşahedeleri kesilmez. Bu durum, onlardan asla günah (günah) sadır olmamasının (masumiyet) sebebidir. Kâmil velîler de keşften sonra bu müşahedeye mazhar olurlar, ancak peygamberler küçük yaştan itibaren mâsumdurlar.
  2. Feyzin Kaynağı: Velîler, melekler ve hatta diğer peygamberler üzerindeki feyz (manevi bereket) ve sırların kaynağı, kesinlikle Hz. Muhammed'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) zât-ı şerifleri ve O'nun nurudur. Debbağ, Âdem (a.s.) dahil bütün varlıkların, yaratılışın en güzel sureti (biçimi) olan insan (âdem oğulları) ile başlayan yaratılış mükemmelliğini, nihayetinde Hz. Muhammed'in nuruna bağlar.
  3. Nübüvvetin Aşılamazlığı: Debbağ, bazı velîlerin marifet babında (gnostik bilgi açısından) peygamber makamına erişebileceğine dair düşünceleri sertçe reddeder ve bunun bir yanılgı olduğunu belirtir. Hatta, Bayezid-i Bestamî’ye nispet edilen: "Biz öyle denizlere daldık ki, peygamberler ancak onların sahillerinde duruyorlardı" sözünü sormuş ve bu sözün, peygamberliğin son derece büyük, kıymeti ölçü kabul etmeyecek ve hiçbir mahlûkun ulaşamayacağı bir makam olduğunu belirterek kesinlikle reddetmiştir. Bu, tasavvufun en hassas konularından biridir.
  4. En Yüce Görüş: Debbağ'a göre, dünyada Cennete girmekten daha güzel ve daha aziz olan şey, varlık âleminin efendisi Hz. Muhammed'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) uyanıklık halinde müşahede etmektir.

B. Velilerin Mâsumiyeti ve Peygamberlerle Ortak Yönleri

Kâmil velîler, keşften sonra mâsum (günahlardan korunmuş) kabul edilirler. Tıpkı peygamberler gibi onlara da melek iner, emir ve nehiy (yasak) getirir. Velîler, kalpleri ve düşünceleri mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) ilgiyi kesmiş bir halde, sürekli Allah’ı müşahede etmekle meşguldürler.

  • Mezhep Bağımsızlığı: Debbağ, kâmil velîlerin hiçbir mezhebe (fıkhi ekol) bağlı olmadığını, her an aynı anda ve aynı kuvvette ruhlarıyla Allah'ı, zâtlarıyla da Resûlullah'ı müşahede ettiklerini ifade etmiştir.
  • İbadetin Gayesi: Bütün ibadetler, Kelime-i Tevhid’in ayakta tutulması ve halkın Rableri hakkında ma'rifet (bilgi, Tanrı bilgisi) sahibi olmaları içindir. Bu durum, ledün ilmi ile ulaşılan nihai hedeftir.

III. Peygamber Hadislerinin Bâtınî Sırlarla Açıklanması

Debbağ Hazretleri, hadis-i şeriflerin açıklanmasının, sadece zâhirî (dışsal) manasıyla ve Arap diliyle sınırlı kalmaması gerektiğini belirtir. Hadisler, Resûlullah'ın (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  bâtınî nurları ve kalbî sırları üzerine indirilmiştir.

  • Zâhir ve Bâtın Arasındaki Fark: Hadisleri sadece helal, haram veya haber olarak yorumlayanlar, nübüvvet ve risâlet makamıyla hiçbir teması olmayan bir açıklama içinde kalırlar. Bâtınî esrarın farklılığı olmaksızın kelimenin zâhirindeki farklılık, esrardan uzak, harap olmuş bir bâtından (manevi açıdan bozulmuş bir iç âlemden) kaynaklanır.
  • Örnek: Hz. Ömer'in İtirazı: Hz. Ömer’in (R.A.), Kur’an’daki kıraat (okuma biçimi) farklılıkları nedeniyle itiraz ettiğinde, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  göğsüne vurup "Şeytanı uzaklaştır!" demesi (bu, konuşma geçmişimizde şeytanın hilelerine dair vurguladığımız hususları anımsatır). Debbağ bu olayı, Kur’an’ın farklı kıraatlerinin bile rahmeti azap, azabı da rahmet yerine koymamak şartıyla doğru olduğunu, ancak bu sırların bâtınî algı gerektirdiğini gösteren bir örnek olarak kullanmıştır.

IV. Unutulan Hususun Hatırlatılması ve Konu Bütünlüğü

Cinler ve Sihir/Büyü (Hile-i Şeytaniyye) Bağlantısı: Konu bütünlüğünü korumak adına, Debbağ Hazretlerinin keşf ve ilm-i ledün üzerindeki ısrarının nedenini tekrar anımsatmak elzemdir. Zira önceki yazılarımızda değinildiği gibi, Şeytan (İblis), istidrac (aldatma yoluyla olağanüstü hal gösterme) ve hilelerle (aldatmalarla) sâlikleri (yolcuları) yoldan çıkarır. Debbağ’ın vurguladığı kâmil ilim ve Hakk'ın müşahedesi, bu şeytanî hilelerden korunmanın yegâne yoludur. Helal lokma (gıda) ve Allah'a tam tevekkül (güvenme) bu korumayı sağlar.

Tasavvuf Tarikatları Arasındaki Farklılıklar, Menşe-i İddiaları ve Manevi Pratikleri Üzerine Bir Tahlil

Tasavvuf (Sufism) geleneği içerisinde ortaya çıkan tarikatlar (orders), tarihsel gelişimleri, menşe-i iddiaları ve manevi pratikleri (usûl-ü sülûk) açısından belirli farklılıklar göstermekle birlikte, temel hedefleri olan fenâ fillah (Allah’ta yok olma) ve bekâ billah (Allah ile var olma) makamlarına ulaşma gayesinde birleşirler. Bu makalede, kaynaklarımızın sunduğu genel sufi sınıflandırmaları, tarikatların iddia edilen kökenleri ve sülûk (manevi yolculuk) yöntemleri arasındaki nüanslar, doktora tezi ciddiyetiyle incelenecektir.


I. Tarikatların Menşe-i İddiaları ve Temel Sınıflandırmalar

Tasavvuf, Peygamber Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  dönemindeki Ashab-ı Suffa (Suffa ashabı) adı verilen fakir muhacirler cemaatinin hayat tarzına dayanan manevi bir yol olarak kabul edilir. Bu taife, dünyevi meşguliyetleri terk edip sürekli ibadet ve Kur'an öğrenimi ile meşgul olmuşlardır. Tarikatlar, manevi silsilelerini genellikle Hz. Ali veya Hz. Ebubekir gibi sahabeler aracılığıyla bu mübarek kaynağa dayandırırlar.

A. Kavramsal Sınıflandırmadaki Farklılıklar

Tasavvufi yolda ilerleyenler, ulaştıkları manevi seviyeye göre farklı isimlerle anılırlar ve bu durum, tarikatların da temel yönelimlerini belirler:

  1. Sûfî (Erenler): Vusûl (erişme) erbabının en üst zümresi olup, fenâ (yokluk) makamına ulaşmış, nefslerinin sıfatlarından tamamen arınmış ve bekâ (ebedilik) ile vasıflanmışlardır. Kaynaklar Sûfîyi, "ölü bir beden, yok olan bir kalb, yanık bir can" olarak tanımlar.
  2. Mutasavvıf (Arayışta Olanlar): Bunlar sûfîlerin bazı halleriyle vasıflanmış, manevi yola samimi (muhik) çaba (külfet) ile girmiş, ancak hâlâ nefse ait sıfatların artıklarına yapışık durumda olanlardır. Bunlar, sûfîlerin ulaştığı nihai derecenin gerisindedir.
  3. Zâhidler (Dünyadan El Çekenler): Ahiretin güzelliklerini iman nuru ile müşahede edip dünyadan yüz çevirenlerdir. Ancak zâhidler, kendi nefsinin hazzı olan cennete talip oldukları için (Zuhruf, 43/71'e göre cennet nefsin haz aldığı yerdir) Hakk’tan (Allah’tan) perdelenmiş sayılırlar.
  4. Fakirler (Dervişler): Dünya malından el çekmiş, Allah’ın lütfunu ve rızasını talep edenlerdir. Ancak, suret-i fakr (dış görünüşteki fakirlik) ile hakikat-ı fakr (içsel fakirlik) arasında ayrım yapılır. Fakirler, cennete talip oldukları için melâmetîlerden ve hakiki sûfîlerden geri kalırlar.

Bu sınıflandırmadan anlaşılmaktadır ki, tasavvufi hareketler arasındaki en temel ayrım, kişinin masivayı (Allah dışındaki her şeyi) ne ölçüde terk ettiği ve gayesinin sadece Hakk olup olmadığıdır.

B. Üveysîlik ve Şeyh İhtiyacı

Tarikatlar genellikle silsilelerinin başa bir şeyhe dayanmasını şart koşarken, tasavvuf tarihinde Üveysîler (Üveysiyye) adında özel bir zümre bulunmaktadır. Bu zümre, zahirde (dışta) bir pire (mürşide/şeyhe) ihtiyaç duymadan, manevi olarak doğrudan Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  inayetiyle terbiye edilmiştir (tıpkı Üveys Karanî’nin durumu gibi).

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri de, bir müridin terbiye edilmesinde şeyhin rolünün önemine dikkat çeker. Şeyhin terbiyesi, müridin ruhundaki karanlıkları (zulmet) temizlemek ve onu şeytanî vesveselerden korumak için elzemdir. Nitekim müridin, şeyhine karşı tam bir teslimiyet göstermesi istenir; aksi takdirde en basit manevi yolculuk bile şeytanın hilelerine (aldatmacalarına) açık hale gelir.


II. Tarikatlar Arasındaki Metodolojik Farklılıklar (Usûl-ü Sülûk)

Tarikatlar arasındaki en belirgin farklar, zikir (Allah'ı anma) metotları, uzlet (inziva) anlayışları ve riyazet (nefsi terbiye) yaklaşımlarında görülür.

A. Zikir (Allah'ı Anma) Metotları

Zikir, tasavvufi hayatın merkezindedir ve tarikatları birbirinden ayıran başlıca unsurdur.

  • Zikr-i Hafi (Gizli Zikir): Başta Nakşibendiye (Hacegân) tarikatı olmak üzere, bazı tarikatlar zikr-i hafîyi, yani kalple sessizce yapılan zikri esas alır. Bu tarikatın mensubu olan Mevlânâ Câmî, zikr-i hafînin temel usullerini, nefeste (nefes alıp vermede) bile Lâilâhe illâllah kelimesini üç kez tekrarlama ve başı sağ taraftan kalbe doğru hareket ettirme gibi detaylarla açıklamıştır.
  • Zikr-i Cehrî (Açık Zikir): Kadiriye, Halvetiye ve diğer tarikatların çoğu zikr-i cehrîyi kullanır. Nakşibendî Hoca Bahauddin Hazretleri, kendi yolunda cehrî zikir (sesli zikir) ve semâ (manevi müzik) olmadığını özellikle belirtmiştir.

B. Halvet (İnziva) ve Sosyal İlişki Anlayışı

Geleneksel olarak, manevi yola yeni giren mürid için halvet (seclusion) veya uzlet (yalnızlık) tavsiye edilmiştir. Zira müridin sükûtu (sessizliği) alışkanlık haline getirmesi, bunun da halvetle mümkün olabileceği belirtilmiştir.

  • Halvet der Encümen (Halk İçinde Halvet): Nakşibendiye tarikatının en ayırt edici prensiplerinden biri, Halvet der Encümen (halk arasında inziva) ilkesidir. Bu, zahirde (dışta) halk ile meşgul olurken, bâtında (içte) Hakk Sübhanehu ve Teâlâ ile beraber olmayı gerektirir. Bu ilke, dünya meşgaleleri ve ticaretin dahi, kişiyi Allah’ı zikirden alıkoymaması gerektiğini vurgular.
  • Melâmetî Yaklaşımı: Melâmetîler, riya (gösteriş) ve kibirden kaçınmak için ibadetlerini gizli tutmayı, hatta halkın kendilerini kınamasını (melâmet) sağlayacak şekilde davranmayı tercih etmişlerdir. Onların gayreti, ihlasın (samimiyet) manasına riayet ve sıdkın (doğruluk) esasını muhafaza etmektir.

C. Nefis Terbiyesi ve Riyazet (Çile)

Farklı tarikatlar, nefis terbiyesinde farklı yöntemler izlemişlerdir:

  1. Açlık (Cû'): Pek çok sufi için açlık, nefsi terbiye etmenin ve hikmet elde etmenin anahtarıdır. "Açlık, öyle bir buluttur ki, hikmet yağmurundan başka bir şey yağdırmaz" denilmiştir. İbrahim Tennurî gibi bazı veliler, helal lokmaya son derece dikkat etmiş, hatta sultanlar tarafından yapılan çeşmelerden su bile içmemişlerdir.
  2. Sükût (Susma): Susmanın, tarikatın on cüzünden dokuzunu teşkil ettiğini söyleyen sufiler vardır. Az konuşmak, boş ve asılsız sözlerden korunmak, şeytanın kalbe sızmasını engelleyen önemli bir edeptir.

III. Manevi Pratiklerin Ahlaki Temelleri ve Sınırları

Tarikatların sülûklerindeki ortak payda, ahlaki mükemmelliğe ulaşma gayretidir. Bu pratikler, kişinin benliğini terk etmesini hedefler:

A. Tevazu ve Nefsi Görmemek

Sufi yolunun en temel şartı, tevazu (alçakgönüllülük) ve nefsin (benliğin) ortadan kaldırılmasıdır.

  • Bayezid Bestamî (k.s.), kişi halk arasında kendisinden daha kötü birini sandığı sürece gururlu (mütekebbir) olacağını; ne zaman ki nefsi için bir makam görmezse, o zaman mütevazı olabileceğini söylemiştir.
  • Nefsini unutan, Hakk'ı zikretmiş olur. Nefsini bilen (gören) kişi ise, Rabbını bilen kişi olur.

B. Harikulade Hallerin Değerlendirilmesi

Manevi uygulamalar sırasında ortaya çıkan olağanüstü olaylar, tarikatlar için bir hedef değil, birer sonuçtur. Burada daha önceki yazılarımızda (cinler, sihir ve büyü hakkında Debbağ’ın yaklaşımı) ele aldığımız keramet (velilere has mucize) ve istidrac (nefsi aldatma, şeytanî hile) ayrımı büyük önem taşır.

  • İstidrac (Dehşet Veren Aldanış): Keşif (gaybın perdesinin açılması) yolunun iki türü vardır: Biri sâlih kullara açılan yakın (şüphesiz) yoldur; diğeri Budistlere, feylesoflara ve rahiplere açılan ve onların hallerini beğenmelerine sebep olan mekr ve istidrac (tuzak ve aldanış) yoludur. Bu hal, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran bir körlük ve kötülük üzerine ısrar etmesine yol açar.
  • Şeytanın Dostları: Şeyh Debbağ’ın da belirttiği gibi, nefsin kusurları karşısındaki körlük (istidracın alameti) ve haram lokma ile kazanılan manevi haller, şeytanın kişiyi aldatmasının tipik yollarıdır. Nitekim Şeytan'ın, kendi dostlarına hakikatı olmayan boş laflar (fasid dava, batıl işaretler) ile vahiy (fısıltı) gönderdiği, böylece onlarla mücadele ettiğini belirtmiştir.

Bu nedenle, tasavvuf yolunda istikamet (doğruluk, sünnete uyum) keramet (mucizevi haller) kazanmaktan daha çok tercih edilir. Keramet nefsin arzusu iken, istikamet Rabbin arzusudur.


Sormayı Unuttuğunuz Önemli Bir Husus (Tekrar Hatırlatma)

Tarikatlar arasındaki farklılıkları incelerken, bu yolların nihai hedefi olan fenâ (yokluk) makamının mahiyeti hakkında Attar'ın bir sözü dikkate değerdir (İlginç Konu).

Attar'a göre, Hayatın Sırrı ve Suret (Biçim): İnsanın fiziksel varlığı (göz, el, kulak) sadece misalden (örnekten) başka bir şey değildir; görünen her şey naçiz, fâni ve hiçtir. Mânânın özünden geriye sadece kabuk kalır. Eğer kişi suretsizliği ve nişansızlığı (belirtisizliği) kabul ederse, o zaman yaşıyor demektir. Bu, tüm tarikatların ortaklaştığı nefsi terk etme ve küllün vahdet makamına ulaşma (birlik/tevhid) amacının en derin ifadesidir. Tarikatların farklı pratikleri (zikir, riyazet) bu fani suretin ardındaki birliğe ulaşmayı hedefler.


Kaynakça

Attar, Feridüddin. (t.y.). Esrarname.

Attar, Feridüddin. (1985). Tezkiretül Evliya (Trz. İstanbul 1985).

Câmî, Mevlânâ Abdurrahman. (t.y.). Nefahatül Üns Tercümesi. (Molla Cami ve Lâmii Çelebi'nin Katkılarıyla).

Debbağ, Abdülaziz. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları).

İsm-i Âzâm (Allah’ın En Büyük İsmi) ve Nadir Süryanice (Siner, Siz’û, Mâzej) Kavramları Üzerine Şeyh Abdülaziz Debbağ’ın (k.s.) Tahlili

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin mânevi ilimlere ve keşif (manevi açılım) yoluyla elde edilen sırlara dair derinlikli açıklamaları, Allah’ın isimleri ve kayıp dillerdeki (esoterik) bilgiler hakkında eşsiz bir perspektif sunar. O’nun bu konulara dair görüşleri, tasavvufi makamların en üst düzeylerinde yaşanan haller ile doğrudan ilintilidir.

I. İsm-i Âzâm’ın Mahiyeti ve Zâtî Tecellisi

Debbağ Hazretleri, İsm-i Âzâm’ı (Allah’ın En Büyük İsmi) sadece lafızlarla sınırlı bir kavram olarak değil, varlığın özünden (zât) kaynaklanan, ancak en kâmil kulların taşıyabileceği bir tecelli (ilahi görünüm) olarak açıklamıştır.

A. İsm-i Âzâm’ın Tanımı ve Doktrindeki Yeri

İsm-i Âzâm, Allah’ın Esma-i Hüsna’sını (Güzel İsimleri) tamamlayan, ancak doksan dokuz ismin arasında sayılmayan bir isim olarak tarif edilir. Ancak bu en büyük ismin manasının çoğu, doksan dokuz isimde mevcuttur.

Tasavvufi tahkike göre, İsm-i Âzâm’ın gücü sınırsızdır:

  1. Duaların Kabulü: Bu isimle duâ edildiğinde kabul olunur ve bir şey istendiğinde verilir.
  2. Tecellinin Nadirliği: İsm-i Âzâm’ın yeryüzünde tecelli etmesi oldukça nadirdir. Kaynaklarımız, İsm-i Âzâm’ın, Peygamber Efendimiz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  zamanı müstesna, asla tecelli etmediğini kaydetmektedir. İlginç bir konu olarak, meşhur sûfi Zünnun el-Mısrî’nin dahi bu ismin arayışı ve arzusuyla yanıp tutuştuğu belirtilmiştir.

B. İsm-i Âzâm’ın Zikri: Zâtın Sesi

Debbağ Hazretleri, bu ismin zikrinin mahiyetini, bilinen lafzi (sözlü) zikirlerden tamamen ayırmaktadır. Bu, lisanın zikri değil, zâtın zikridir.

  • Sesin Kaynağı: Bu zikir, dışarıdan gelen bir ses olmayıp, “Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zattan geldiğini” duymak şeklindedir.
  • Müşahede Şartı: Bu zikir, ancak tam bir müşahede (kesintisiz bir tefekkür/gözlem) ile beraber olabilir. Bu hal, manevi açıdan kulun özü (zât) üzerine büyük bir ağırlık (meşakkat) yükler.
  • Dayanma Gücü: Bu zikrin ağırlığı sebebiyle zât (insanın özü) günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç getirebilir.
  • Kozmik Etki: Zât bu ismi zikretmeye başladığında, varlık âleminin tamamını bir heybet ve celâl (ululuk) tutar ve yaratılmışların hepsi bu ismin heybetinden korkmaya başlar.

Tarihsel Bir Olayı Hatırlatma: Debbağ, bu zikri yapabilme kuvveti olan kullara örnek verirken, İsa Peygamber’in (A.S.) bu ismi zikretme kuvvetine sahip olduğunu ve günde on dört defa bunu zikrettiğini belirtmiştir. Bu, nübüvvet (peygamberlik) makamının eşsiz manevi gücüne işaret eden önemli bir detaydır.

II. Nadir Süryanice Kelimeler: Siner, Siz’û ve Mâzej

Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin ledün ilmindeki (gizli ilim) derinliği, O’nun sadece bilinen İslam ilimlerine değil, aynı zamanda kaybolmuş veya nadir dillere de vâkıf olduğunu göstermektedir (Bu durum, O’nun ümmî olmasına rağmen bütün âlemlere ait ilimleri bilme yeteneği konusundaki önceki yazılarımızda bahsettiğimiz keşif hallerini anımsatır).

Ahmed bin Mübarek, Debbağ Hazretleri ile ilk karşılaştığı dönemlerde, Şeyh’in kendisine Süryanice (Syriac) üç kelimeden söz ettiğini nakletmektedir: Siner, Siz’û ve Mâzej.

  • Dilin Kimliği: Debbağ, bu kelimelerin Süryanice olduğunu ve o gün yeryüzünde bu dili bilenlerin "pek az kişiden başka" bulunmadığını ifade etmiştir.
  • Bağlam: Kaynak, bu kelimelerin anlamlarını veya hangi bağlamda kullanıldıklarını açıkça belirtmemektedir; ancak bu durum, Debbağ’ın sahip olduğu bilginin zâhirî tahsil yoluyla değil, doğrudan ilahî ilham ve keşif yoluyla elde edildiğini gösteren güçlü bir kanıt teşkil eder. Bu tür kadim (eskiden beri var olan) ve nadir dillerden gelen bilgilerin aktarılması, Debbağ'ın ilminin kapsayıcılığını göstermektedir.

Bu üç kelimenin zikredilmesi, Şeyh’in ilimlerinin, dil engellerini aşan ve derin manevi sırlara (esrar) kapı açan bir niteliğe sahip olduğunu vurgulamaktadır.


Kaynakça

Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya. (Aktarılan bölümler: 126, 158). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları: 353, 481, 482, 483, 489).

 

Harflerin Esrarı

Bu kapsamlı inceleme, Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) El-İbrîz adlı eserinde müridi Ahmed bin Mübarek vasıtasıyla nakledilen, harflerin esrarı (gizli manaları) ve bunların manevi hiyerarşideki yerlerine dair derinlikli bâtınî (ezoterik) açıklamalarına odaklanmaktadır. Debbağ, Kur'an harflerinin sadece lafızdan ibaret olmadığını, bilakis ilahî sırların ve manevi makamların tecelligâhı olduğunu ortaya koymaktadır.

I. Harflerin Manevi Hiyerarşisi ve En Üstün Harf (Nübüvvet/Risâlet Sırrı)

Abdülaziz Debbağ Hazretleri, Kur'an'daki yedi harf (kıraat farklılıkları bağlamında ele alınan "Yedi Harf" sırrı) meselesini, yedi temel manevi nura (ışığa) bağlayarak açıklamıştır. Bu yedi nur/harf, insanın kâmil (olgun) yapısında ve manevi makamlarında tecelli eder.

Bu yedi temel harf şunlardır:

  1. Nübüvvet Harfi (Peygamberlik)
  2. Risâlet Harfi (Elçilik/Haber Getirme)
  3. Âdemiyyet Harfi (İnsanlık)
  4. Rûh Harfi (Ruh)
  5. İlim Harfi (Bilgi)
  6. Kabz Harfi (Tutma/Sıkıntı)
  7. Bast Harfi (Genişletme/Ferahlama).

A. Harflerin Üstünlüğü: Risâlet ve Fetha

Debbağ'ın kozmolojisinde, bütün feyz (manevi bereket) ve sırların kaynağı Hz. Muhammed'in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  nuru ve makamıdır. Bu makam, Nübüvvet ve Risâlet (Peygamberlik ve Elçilik) ile ifade edilir.

Debbağ, harflerin zâhirî telaffuzundaki hareketlerin (harekeler) bile manevi makamlara işaret ettiğini belirtir:

  • Fetha (Üstün): Risâlet (Elçilik) kapsamına girer.
  • Esre (Hafd): Âdemiyyet (İnsanlık) kapsamına girer.
  • Ötre (Raf) ve Sükûn (Cezm): Kabz (Sıkıntı, tutma) kapsamına girer.

En Üstün Harf/Hâl: Debbağ Hazretleri’nin Fâtiha Sûresi’ndeki kıraat farklılıkları ve harflerin cüz'leri (parçaları) hakkındaki detaylı izahlarında, bütün fethaların (üstün harekeler) Risâlet ile ilgili olduğu defaatle vurgulanmıştır. Risâlet makamı, Allah'a vuslat ve tam müşahede (gözlemleme) ile ilişkilendirildiği ve kulun cennet ehlinin hayatı gibi bir hayat yaşamasına delalet ettiği için, hareketler hiyerarşisinde Fetha, dolayısıyla Risâlet Harfi mânevî açıdan en üstün konuma yerleşir. Zira Kabz ve Âdemiyyet, kulu alçalma ve sınırlanma hallerine nisbet ederken; Risâlet, kulu yüce ilahî makamlara nisbet etmektedir.

II. Harflerin Harekelerine Göre Esas Manaları (Sırlar)

Debbağ Hazretleri, Kur'an harflerinin her birinin fetha (üstün), esre (esreli) ve ötre (ötreli) hareketlerine göre farklı gizli manalar (esrar) taşıdığını açıklamıştır. Bu esrar, manevi hallere ve varlık âleminin çeşitli yönlerine işaret etmektedir.

Aşağıda, Kur'an harflerinin harekelere göre taşıdığı temel manalar özetlenmiştir:

Harf

Fetha (Üstün Harekeli Hâl)

Esre (Esreli Hâl)

Ötre (Ötreli Hâl)

Hemze

Bütün eşyaya işaret eder (az veya çok). Bazen zata yönelir. Kabz’dan salimdir.

Münasip olan yakın şeye işaret.

Yakın ve az olan şeye işaret.

Çok aziz ya da çok hakir şeye işaret.

Zata dahil olan veya dahil olmak isteyen şeye işaret.

Beraberinde Kabz bulunan şeye işaret.

Çok hayra verilen bir isim.

Yapılan ya da ortaya konulan şeyin ismi.

Ortada olan az şeyin ismidir; bazen zıt iki şey kastedilir.

Cim

Nübüvvet ya da velayet (kayıt şartıyla). Aksi halde ebediyen yararlandığı hayır.

Zatta imân nurundan gelen az hayır.

Yok.

(Hatasız)

Hepsini kapsamak (manayı).

Zata dahil olan veya zatın velayeti altındaki köle, altın ve gümüş gibi şeyler.

Âdem oğullarının dışında sayısı çok olan şeylere (yıldızlar gibi).

(Noktalı)

İncelik ölçüleri içinde sonuna kadar uzantı.

Cansızlarda bir tür olgunluk ismi.

Canlılarda olan bir tür olgunluk ismine delalet eder.

Dal

Zâtın dışına işaret.

Zâtta olan şeye işaret. Zâta dahil olan veya ona yakın bulunan şeye işaret.

Az veya çirkin şeye, beraberinde gazap olmak üzere işaret.

Zâl (Noktalı)

Zâtta bulunan ve zâtın sahip bulunduğu şeye ta'zim anlamını taşır.

Kendisini gazap takip etmeyen çirkin bir şeyin ismi.

Zâtında bulunan şer ve kaba şeye veya ondaki büyük ve çirkin şeye delalet eder.

(Tı)

Cinsi temiz olan ve sonuna kadar saf ve katıksız süre-giden şeye işaret.

Tabiatında sakinlik bulunan şeye işaret.

Sonuna kadar çirkin ve habis olan şeye işaret.

(Noktalı Tı)

Nefsinde büyük olan şeye işaret (karşıtı yoktur, soylu cömertliği gibi).

Kulun zarar gördüğü şeye işaret (tabiatında zarar vermeklik vardır).

Nefsinin hareketine tabi olan şey (kendi helakini hazırlar).

Kâf

Kemâl mertebesinde olan kulluğun hakikatına işaret.

Kulluğun sana muzaf olduğuna işaret (veya senden sana kulluk ile bir işarettir).

Siyah ya da çirkin kula işaret.

Lâm

Konuşmacının büyük bir şey üzerinde oluşması (büyük bir şeye işaret).

Konuşmacıdan zatındaki boşluğa ya da doğrudan doğruya zatına işaret (ince okununca). Kaim okununca sıkıntı, gönül darlığı, çirkinlik.

Sonu olmayan bir şeye işaret.

Mîm

Varlık âleminin tamamı.

Açık/bâtın olan zâtın nuru (göz ya da kalp gibi).

Az olan aziz şey (gözyaşı gibi), buna mû-mû denilmiştir.

Nûn

Zatta sakin olup ondan çevreye hayır veya etrafı aydınlatan nûr.

Konuşmacının idrâk ettiği veya kendine ait olan şey.

Yok.

Sâd

Allah'ın huzurunda vakfe yapılan mahalde yerin tozunun tamamı.

Yedi yere işaret.

Yeryüzünün bütün bitkilerine işaret.

Cinsinin habislikle bilinmesinden sonra habisliği olumsuz kılmak (temiz olduğuna işaret).

Zâta ve onun kapsadığı şeylere işaret (bazı ahvalde az olur).

Habisliği gidermek içindir.

(Son Harf)

Sonu olmayan tertemiz bir rahmet.

Müminlerin zatlarından çıkan bütün nurlara işaret.

Allah'ın isimlerinden bir isimdir. (Ayrıca bütün mükevvenatı müşahede anlamı da mevcuttur).

Vav

İnsanda damarlar ve parmaklar gibi şeylerin birbirine örülüp bağlanması.

Birbirine girmiş, örgülenmiş pislik taşıyan şeyler (Barsaklar). Veya sevilmeyen, gazap edilen şeyler.

Âdem oğluna uymayan, ona ters düşen şeyler (Felekler ve dağlar bu cümledendir).

Ünlem içindir (Bazen bu mânayı kuvvetlendirmek için de kullanılır).

Kendisiyle utanılan veya kendisinden utanılan şeye işaret (utanç yerleri).

Sabit olmayan şeye işaret (Şimşek gibi).


Not: Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin bu harf açıklamaları, sadece lafızların zahirine dayanan Arap dili ilmiyle (lügat, nahiv) sınırlı kalmayıp, nübüvvet ve risâlet makamlarından gelen manevi ve keşfe dayalı bir tahlil içermektedir. Nitekim o, hadisleri sadece helal/haram çerçevesinde açıklayanların, bu bâtınî esrardan uzak kaldığını belirtmiştir.


Kaynaklar Listesi

Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan bölümler: 344, 349, 350, 351, 353, 354, 357, 363, 366, 368, 370, 373, 402, 403, 404, 405, 406, 407, 408, 409, 411, 412, 413, 488, 490).

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerini (k.s.) En Çok Üzen ve Sevindiren Manevi ve Ahlaki Haller Üzerine Tahkik

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin mâneviyatı ve irşad (doğru yolu gösterme) metotları, büyük bir insân-ı kâmil (Kâmil İnsan) olmasının bir neticesi olarak, fani dünyanın gelip geçici kaygılarından ziyade, sâlikin (manevi yolcu) istikameti (doğruluk) ve mârifetullaha (Allah bilgisi) erişimi ile ilgilidir. Dolayısıyla O’nu en çok üzen ve sevindiren konular da bu seyr ü sülûk (manevi yolculuk) üzerindeki engeller ve başarılar olmuştur.

Bu incelememizde, O’nun ruhî (ruhani) ve zâtî (özüyle ilgili) hassasiyetlerine dokunan temel meseleleri, El-İbrîz adlı eserdeki keşif ve yaşanmış olaylar ışığında analiz edeceğiz.

I. Abdülaziz Debbağ Hazretlerini En Çok Üzen Haller (Şekavet ve Zulmet)

Debbağ Hazretlerini en derinden etkileyen ve üzen durumlar, kulun Allah’tan kopmasına ve mânevi yoldan sapmasına neden olan, özellikle kibir, riyâ (gösteriş) ve gaflet kaynaklı olanlardır.

A. Müridin İslamiyet'ten Mahrum Kalma Bedbahtlığı (Tenassur)

Şeyh Hazretlerini en şiddetli üzen ve dehşete düşüren hadiselerin başında, manevi yola girmiş bir kişinin bu yoldan tamamen saparak küfre düşmesi gelmektedir. Bir müridin, henüz vakti gelmeden sır (esrar) konusunda acele etmesi ve şeyhinden ayrıldıktan sonra onun aleyhinde konuşmaya başlaması, şeyhin nazarını ondan çekmesine sebep olmuştur.

  • Akıbetin Şekaveti: Şeyh bu müridin durumunu bildirirken, üzerine belâ inmeye başladığını, manevi bir karanlık (zulmet) içine gömülerek ne yapacağını şaşırdığını ve nihayetinde tenassur (Hristiyanlaşma/İslamiyet'ten mahrum kalma) bedbahtlığına düştüğünü ifade etmiştir. Müridin bu denli büyük bir felakete sürüklenmesi, Debbağ için derin bir üzüntü kaynağıdır, zira bu, manevi eğitimin nihai başarısızlığıdır. Bu tür bir akıbet, Debbağ’ın ilahî sırların vaktinden önce açılmasının ne kadar tehlikeli olduğunu anlatan uyarılarının bir teyididir.

B. Riyâ (Gösteriş) ve Kibir Hastalığı

Debbağ Hazretleri, velilerin ve sâliklerin amellerine dışarıdan bakanların dikkatini çekme kaygısının (riyâ/gösteriş) mânevi berraklığı (sadeliği) ortadan kaldırarak kalbe hastalık getirmesinden şiddetle rahatsız olmuştur. Bu durum, kibir ve kendini beğenme tohumlarını ekerek kulun mânevi gelişimini durdurur.

  • Helal Lokmaya Özen Gösterenlerin Üzülmesi: Şeyh, kendisi bir kazanın ısınmaması için beddua ettiğinde, bu durumun asıl zararı masum bir şekilde yanıp yakılan kazan görevlisine değil, kendisini seven ve hayır dileyen Muhammed b. Ömer’e ait olduğunu anlayınca utanmış ve üzüntü duymuştur. Bu, onun kerametinin (mucizevi eyleminin) bile, samimi bir dostunun gönül rahatlığını bozmasından duyduğu vicdani rahatsızlığın derecesini göstermektedir.

C. Gaflet ve Dünya Sevgisine Dalma

Gaflet, kalbin Allah’tan kopması ve dünyanın oyalayıcı (oyalayıcı) şeyleriyle meşgul olmasıdır. Debbağ, bu halin devam etmesinin, kulun huzuru kaybetmesine neden olmasından büyük endişe duymuştur.

  • Fani Şeylere Meyletme: Müridin fetih (manevi açılış) makamına eriştikten sonra dahi, fani olan şeylere (dünyevi konular, makamlar, yeme içme arzusu) meylederek karanlıkta duraklayıp kalması ve böylece Aziz ve Celîl olan Allah'tan kopması O'nu üzer. O’na göre bu tür bir duraklama, mânevi yolda "baş aşağı" olmaya eşdeğerdir.
  • Haram Lokma ve Kötü Alışkanlıklar: Daha önceki yazılarımızda değindiğimiz gibi, Debbağ, tütün gibi faydasız alışkanlıkların, insanın zatıyla ilgili melekleri rahatsız ettiğini ve bu durumun şeytanların nüfuzunu artırdığını ima eder. Bu tür manevi zayıflıklar ve haramla beslenme, O’nun irşad gayretini zorlaştırdığı için üzüntü kaynağıdır.

II. Abdülaziz Debbağ Hazretlerini En Çok Sevindiren Haller (Fetih ve Kâmil Tecelli)

Debbağ Hazretlerinin en büyük sevinç kaynağı, manevi ilmin zirvesi olan feth makamına ulaşmak ve bu makamın sağladığı zâtî tecelli ile kulların hidayetine vesile olmaktır.

A. Feth-i Mübârek ve Ledün İlminin Müyesser Olması

Hayatının en büyük dönüm noktası ve sevinci, Hicrî 1125 yılının Receb ayının sekizinci günü vuku bulan feth-i müyesser (manevi açılışın gerçekleşmesi) olayıdır. Bu hal ile O, Allah'ı nefislerin hakikatiyle bilip tanımış, mârifet bulmuş ve Cennet ehlinin yaşadığı bir hayat gibi müşahede hayatına erişmiştir. Bu, O’nun için zâtının ve varlığının kemâle ermesinin tasdiki olmuştur.

  • Keşfin Doruk Noktası: Feth sonrasında, Debbağ Hazretleri her şeyin iç yüzünün kendisine açıldığını, bütün köyleri, şehirleri, denizleri, yedi kıtayı ve hatta Hıristiyan bir kadının çocuğunu emzirmesini dahi görmüştür. Kendini, sanki göklerin üzerine yükselmiş gibi hissetmiştir. Bu tür kapsayıcı keşif hali, O'nun ilahi sırlara (İsm-i Âzâm ve harflerin esrarı hakkındaki önceki açıklamalarımızda da görüldüğü gibi) vâkıf olmasının sebebidir ve en büyük sevinç kaynağıdır.

B. Tevazu ve İstikametin Teyit Edilmesi

Debbağ Hazretleri, mânevi makamının yüksekliğine rağmen kadınlara karşı dünyevi arzu göstermediğinin kanıtlanmasından büyük memnuniyet duymuştur.

  • Nefsânî Arzulardan Arınma Zaferi: Seyyid Abdullah Bernâvî Hazretleri’nin kendisini, güzel bir kadın suretine girerek denemesi sırasında, Debbağ’ı arzuladığı gibi (yani nefsine yenilmemiş) bulunca, sevincini gizleyememiş ve "Allah’a hamdolsun" demiştir. Bu durum, Debbağ'ın kendi nefsini tam bir teslimiyetle terbiye ettiğinin harici bir veli tarafından onaylanması anlamına gelir.
  • Manevi Tasarrufun Başarısı: Ahmed bin Mübarek tehlikeli bir yerde katırını kaybettiğinde, kalben Debbağ’dan yardım istemiş ve katırın bulunmasıyla mesele çözülmüştür. Debbağ Hazretleri daha sonra bu olayı Ahmed bin Mübarek’e anlattığında gülerek yârenlik etmiştir. Bu, ruhaniyetinin fiziksel âleme müdahale etme ve dostlarına yardım etme gücünden duyduğu memnuniyeti gösterir.

C. Mânevî Terbiyenin Kâmil Neticeleri

Müridlerin, dünyevi bağlardan kurtularak manevi yolda yükselmeleri, Debbağ Hazretleri için bir sevinç vesilesidir.

  • Zâtın Temizlenmesi: Ahmed bin Mübarek’in kalbinin, Şeyh’in himmetiyle kirlerden ve dünyanın oyalayıcı şeylerinden temizlenmesi, manevi irşadın (irşad) amacına ulaştığının kanıtıdır.
  • Teveccühün Gücü: Bir müridin, Debbağ ile bir saatlik görüşmeden sonra, vefat eden eski şeyhine olan sevgi ve bağlılığının tamamen silinmesi, bu yeni zâtî tecellinin kalpler üzerindeki dönüştürücü gücünü kanıtlamıştır. Debbağ, bu durumun, inciyi denizin dibinde göremeyen, ancak sahile çıkarılınca görebilen adama benzediğini anlatan rüya ile izah etmiştir. Bu, onun iradesiz (istemeden gerçekleşen) tasarruf gücünün üstünlüğünden duyduğu manevi sürurdur (sevinç).

Özet ve Sonuç

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin sevinç ve üzüntü kaynakları, tamamen manevi makamların hiyerarşisiyle örtüşmektedir. En çok sevindiren durum, şüphesiz ki Allah’tan gelen feth ile elde edilen tevhid (birlik) ve müşahede (gözlem) makamının korunması ve bu makamın irşad yoluyla (manevi pratikler konusunda önceki bölümlerde değinildiği üzere) müridlere aktarılmasında başarı sağlanmasıdır. En çok üzen ise, müridin nefsinin arzularına kapılıp manevi yoldan sapması ve en nihayetinde tenassur (İslamiyet'i terk etme) gibi şekavet (bedbahtlık) hallerine düşmesidir.


Kaynakça Listesi

Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Kaynaklar:,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,).

Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) Perspektifinden Ecel ve Nazar İlişkisi: İlahi Takdirin Mutlakiyeti

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.), müridi Ahmed bin Mübarek tarafından nakledilen görüşlerinde, ölüm (ecel) ve harikulâde olayların (keramet veya nazarın tesiri) mahiyeti, mutlak olarak İlahi Takdir (Kader ve Kazâ) çerçevesinde ele alınmaktadır. Debbağ Hazretleri’nin keşf ve ilm-i ledün (Tanrı vergisi bilgi) yoluyla edindiği mutlak bilgiye dayanarak, insanlar arasındaki hiçbir fiilin, hatta velilerin tasarrufunun bile, Allah’ın ezelde takdir ettiğinin (ecelin) önüne geçemeyeceği temel bir prensiptir.

Bu bağlamda, sorunuzda geçen "insanlar ecelleriyle mi yoksa nazarla mı ölüyor" ikilemi, Debbağ’ın öğretisinde, ecelin mutlak sebep, nazarın ise bu eceli gerçekleştiren vasıta (sebep-i zâhirî) olarak konumlandırılmasıyla çözümlenir.

I. Ecelin Mutlakiyeti ve İlahi Kazânın Hükmü

Debbağ Hazretlerinin kozmolojik ve tasavvufi açıklamalarında, kâinatta meydana gelen her şey, Yüce Hakk’ın dilemesi (irade) ve ezelî ilmi (ilim) ile belirlenmiştir. Bu durum, insan ömrü ve ölüm vakti (ecel) için de geçerlidir.

A. İlahi İrade ve Kudretin Kaynağı

Debbağ’ın ifadeleri, Allah’ın her zaman Fâil-i muhtar (dilediğini yapan, irade sahibi) olduğunu ve hiçbir şeyin O’nun takdirinden hariç olmadığını vurgular.

  1. Velinün İradesiz Tasarrufu: Debbağ’ın manevi gücüne dair anlatılan olaylar, O’nun gayb âlemindeki olaylara dâhil olduğunu gösterir. Örneğin, müridi Ahmed bin Mübarek, tehlikeli bir geçitte kaçan katırını yakalamak için kalbinden Debbağ’dan yardım istediğinde, Şeyh, dört günlük mesafede olmasına rağmen ona yardım edenleri göndermiştir. Şeyh, Ahmed bin Mübarek’e gülerek yârenlik etmiştir, zira yardım etmesi için şahsen orada bulunması gerekmemektedir. Bu tasarruf (manevi güçle etki etme), Debbağ’ın ezelî takdire göre hareket ettiğini gösterir.
  2. Ölüm Vaktinin Bilinmesi (Ecelin Keşfi): Debbağ, müridi Seyyid Abdurrahman’ın hasta olan oğlu için dua istemesi üzerine, "Bana biraz mühlet ver, başka bir zaman duada bulunurum" demesi, çok geçmeden oğlunun öleceği anlamına geliyordu. Bu durum, Şeyh’in keşf yoluyla o çocuğun ecelinin geldiğini bildiğini; duanın dahi takdirin önüne geçemeyeceğini gösterir.
  3. Ruhun Çıkışı ve Kader: Ölüm anında ruhun bedenden ayrılması, ecel hükmünün yerine gelmesidir. Ruhun bedene ilk girişi gibi, çıkışı da İlahi emirle ve genellikle zorla gerçekleşir. Ecel geldiğinde, ruh eğer çıkış yolu bulursa derhal ayrılır.

B. Şekavet ve Ecelin Hızlandırılması

Debbağ Hazretlerini en çok üzen olaylardan biri, müridin sır konusunda acele etmesi ve henüz vakti gelmeden kapıyı açmasıdır ki, bu durum İslamiyet'ten mahrum kalma bedbahtlığına (tenassur) düşmesine sebep olmuştur. Bu, manevi yoldaki sapmanın dahi İlahi Takdir (şekavet/bedbahtlık) ile sonuçlandığını, ancak bu takdire yol açan sebebin (acele ve riayet etmeme) kulun fiili olduğunu gösterir.

II. Nazar (Göz) ve Manevi Tasarrufun Rolü

Nazar, Debbağ’ın terminolojisinde genellikle bir Velî’nin kalbî ya da manevi enerjisinin bir kişi, mekân veya olay üzerindeki etkisi (tasarruf) olarak karşımıza çıkar. Bu nazar, Allah’ın izniyle gerçekleşen bir sebep veya vasıtadır.

A. Keramet ve Tasarruf Yoluyla Etki

Debbağ, velilerin çok büyük işler yapabildiğini, ancak bu işlerin Cenâb-ı Hakk’ın o hususları onların emrine vermesiyle gerçekleştiğini ifade eder.

  1. Kâfiri Yok Etme (Nur ve Zulmet Savaşı): Şeyh’e, tasarruf ehli olan velilerin kâfirleri neden yok etmedikleri sorulduğunda, bunun Nur’un askerleri ile karanlığın (zulmetin) askerleri arasında şiddetli bir savaş olduğunu belirtir. Kâfir bir şahsın yok edilmesi, Velî’nin o şahsın zâtını düşünmesi (tasavvur) ile mümkündür. Eğer bir kişi, bir Velî’nin nazarıyla ölürse, bu ölüm, o kişinin ezelde takdir edilmiş olan ecelinin, Velî’nin manevi gücünün (nazarının) kullanılmasıyla gerçekleşmesidir. Nazar, burada İlahi Hükmü infaz eden araçtır.
  2. Gözün Hayır ve Şer Üzerindeki Etkisi: Debbağ, hırsızlık damarı olan bir kimsenin, yoldan geçen bir hırsızı görmesiyle bile içindeki şer damarının canlandığını, kalbinin ferahladığını; aynı şekilde Allah dostunu gören kişinin içindeki hayır damarının uyanıp dirildiğini belirtir. Bu, nazarın (göz teması veya manevi odaklanma) fiziksel ölüme sebep olmasa bile, manevi veya ahlaki kader üzerinde ani ve güçlü bir katalitik etkiye sahip olduğunu gösterir.
  3. Nazarın Fiziksel Sonuçları: Kaynaklarda, Debbağ'ın bizzat nazarının bir kadını Hristiyan iken Müslüman yapması gibi manevi dönüşüm örnekleri mevcuttur. Başka bir sufi olan Bayezid-i Bestamî'nin müridi de, şeyhine karşı edebe riayet etmemesi sonucu ayağının felç kalması gibi ağır fiziksel cezaya uğramıştır. Bu tür fiziksel sonuçlar, nazarın (göz veya manevi odaklanma) ecel dışında fiziksel zarara yol açabileceğini gösterse de, bu zararın nihai olarak Allah’ın izniyle gerçekleştiği kesindir.

III. Ecel ve Nazar Meselelerinin Nihai Değerlendirilmesi

Debbağ Hazretleri’nin öğretisine göre, kişi tamamen eceliyle ölür.

  • Nazarın (Kötü Gözün) Rolü: Eğer nazar terimi, halk inancındaki kötü göz anlamında kullanılıyorsa, bu bile Allah'ın takdiri dâhilinde bir sebep olarak işler. Hiçbir nazar veya sihir (magic), Allah'ın ezelde tayin ettiği ecelin ne zaman geleceğini değiştiremez.
  • Velinin Nazarının Rolü: Bir Velî’nin nazarının (manevi bakışının) bir kişinin ölümüne sebep olması durumunda dahi, bu durum, o kişinin ecelinin o anda gerçekleşmesi için İlahi Kudretin, Velî’yi bir araç olarak kullanmasıdır. Velî’nin bu tasarrufu da zaten takdir edilmiştir.

Sonuç:

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’ne göre, insanlar kesinlikle ecelleriyle ölürler. Zira O’nun ilim ve keşfinde kader ve kazâ mutlak ve değiştirilemez bir hakikattir. Nazar (gerek velînin tasarrufu, gerekse kötü gözün etkisi) ise, bu ezelî takdirin meydana gelmesi için kullanılan ve yine İlahi İradeye bağlı olan sebep zincirinin bir halkasıdır. İnsan, kendi nefsi için takdir edilen ecel vaktine geldiğinde, bu, bir velinin nazarının tecellisiyle de gerçekleşebilir, ama nihai hüküm daima Allah’a aittir.



Kader Meseleleri Üzerine Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin Yaklaşımı: İlahi Takdirin Mutlakiyeti ve İsteklerin Sınırı

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) feyz (manevi bereket) ve keşf (manevi görüş) yoluyla elde ettiği bilgiler, kader (Qadar), kaza (Kazâ) ve ecel (ölüm vakti) konularında mutlak bir teslimiyeti esas alır. O’nun perspektifinde, İlahi Takdir (ezelî hüküm) kesindir ve değiştirilemez; insana düşen ise, bu takdir karşısında rıza (rıza) göstermek ve sebeplere sarılırken bile nihai kudretin Allah’a ait olduğunu idrak etmektir.

Debbağ Hazretlerinin görüşleri, insanların ecelleri ve nazarın tesiri hakkındaki daha önceki tahlillerimizde de vurgulanan (önceki yazılarımızda), ecelin mutlaklığı prensibine dayanır.

I. İlahi Kader ve Kazânın Değişmezliği

Debbağ ve takipçisi olan muhakkik sûfilerin (hakikati araştıranlar) temel kabulü, Allah’ın hükmünü geri çevirecek, O’nun kazâ ve hükmünü takip edip değiştirmeye çalışacak hiçbir kuvvetin olmadığıdır.

  1. Ecelin Mutlakiyeti: Bir kişinin ölüm vakti (eceli), ezelde takdir edilmiştir. Debbağ Hazretleri, Seyyid Abdurrahman’ın hasta olan oğlu için dua istemesi üzerine, çocuğun ecelinin geldiğini keşf yoluyla bilmiş ve duanın o hükmü değiştirmeyeceğini ima etmiştir. Bu durum, duanın dahi takdir edilen nihai sonucu etkilemediğini gösterir.
  2. Kaza ve Belanın Kaçınılmazlığı: Allah’ın takdiri ezelde belirlenmiştir ve bunun meydana gelmesi vâcibdir. İlahi meşiet (dileme) ezelde böyle düzenlemiştir. Kulun başına gelen bir musibetin (belâ), kendisine isabet etmesinde hata yapmayacağı; dokunmadan sapıp geçecek olan şeyin de isabet etmeyeceği kesindir. Bu, ezelî ilmin ve hükmün mutlak gücünü ifade eder.
  3. Bedbahtlık (Şekavet) ve Ezelî Hüküm: Mânevî yoldan saparak küfre düşme (tenassur) gibi büyük bir bedbahtlığın (şekavet), kişinin sır konusunda acele etmesi gibi bir fiil sonucu ortaya çıksa bile, bu nihai akıbetin (sonuç) ezelde takdir edilmiş olması söz konusudur. Bu, kaderin, fiilin sonucunu belirleyen nihai çerçeve olduğunu gösterir.

II. Niyet, İrade ve Kerametin Kader Üzerindeki Rolü

Kaderin sabit olması, insan fiilinin veya velilerin tasarrufunun tamamen yok sayıldığı anlamına gelmez; ancak bu fiiller, nihai hükmü gerçekleştiren birer sebep veya vâsıta (araç) olarak işlev görür.

A. Nazar ve Tasarruf Yetkisi

Daha önce detaylıca incelediğimiz gibi, velilerin tasarrufu (nazar) bir kâfiri yok etse bile, bu durum İlahi Takdirin infazıdır. Velinin nuru ile zulmetin (karanlığın) askerleri arasındaki savaş, o kişinin ecelinin o anda gelmesine vesile olur. Hiçbir nazar (göz) veya sihir (magic) İlahi İradeye karşı gelemez.

B. Niyet ve Sadakanın Sınırları

Debbağ Hazretleri, amelin kabul olunmasının alâmetini, kulu ameli unutması ve dikkatini tamamen ondan kesmesi olarak görür.

  • Mükâfat Beklemek: Arif kişiler, bütün ömürleri boyunca ibadet etseler dahi, Allah’ın haklarından hiçbir şeyin karşılığını tastamam yerine getiremeyeceklerini bildikleri için kendi nefisleri için bir ecir (sevap) beklemezler. Zira amelinin karşılığında ecir bekleyen, üzerine vâcib olanı ödediğini kabul etmiş olur.
  • İllet (Boş Niyet): Sırf Allah’a yaklaşmak kasdıyla sadaka vermek bile, eğer bu kasıt bir illet (nefsi gaye) ise, amelin kabulünde zarara yol açar. Bu durum, kulun kendi iradesiyle dahi olsa, İlahi muradın önüne geçmeye çalışmasının bir zâtî kusur olduğunu gösterir.

III. Kader ve İhtiyar (Özgür İrade) Tartışması: Mu'tezile’ye Reddiye

Debbağ Hazretlerinin görüşlerini nakleden kaynaklar, O’nun (ve genel olarak Sünni tahkik ehlinin) kaderi katı bir determinizmle inkâr eden veya sınırlayan felsefî ve kelamî yaklaşımlara karşı duruşunu ortaya koyar.

A. Mu'tezile’nin Görüşü ve Eleştirisi

Mu'tezile ekolü, adaletin (adl) gereği olarak, Allah’ın kullarına en güzelini (aslah) yapmasının zorunlu olduğunu ve cezayı ebediyen devam ettirmesi gerektiğini savunur. Bu, insanı sorumlu kılmak adına, kaderin mutlakiyetini sınırlayan bir yaklaşımdır.

  • Zulüm İddiası: Mu'tezile, Allah’ın cezayı terketmesi durumunda zulüm gerekeceğini iddia eder.
  • Debbağ'ın Tepkisi: Debbağ Hazretleri, (ve nakledilen Gazâlî’nin güçlü tahlili), bu görüşü şiddetle reddeder, zira bu, İlahi lütuf ve kereme, insanî düşünceye ve şeriata karşı bir cehalettir. Affetmeyi güzel gören bir akıl, cezayı ebediyyen devam ettirmeyi veya nimeti kötülemeyi (nimetleri kötü karşılamak) hoş görmez.

B. Allah’ın Mutlak Fâil-i Muhtar Olması

Debbağ’ın kabul ettiği inanca göre, Allah her zaman Fâil-i Muhtar (dilediğini yapan, irade sahibi) olandır ve O’nun ihtiyarlığı (seçme iradesi) hiçbir an O’ndan meslûb (çekilmiş) değildir.

  • Hikmetin Sınırlanmaması: Felsefecilerin ve bazı kelamcıların, Allah’ın "hikmetinin gerektirdiğinden" daha güzelini ve mükemmelini yaratmadığı iddiası, Debbağ tarafından, İlahi kudretin ve iradenin sınırlanması anlamına geldiği için eleştirilir. Allah’ın yaratmadaki tedrîc (kademeli gidiş) yolu, sonradan olacak olanı yavaş yavaş beklemeye ve ona karşı bir şevk taşımaya fırsat veren bir hikmettir.

IV. Kaderle Uyumun Manevi Pratiği: Rıza, Sükût ve Tevekkül

Kaderin değişmezliği karşısında sâlikin (manevi yolcu) uygulaması gereken en üstün pratik, teslimiyet ve rızadır.

  1. Rıza ve Teslimiyet Vakti: Bela gelmeden önce dua etmek gerekir; belâ geldikten sonra ise rıza ve teslimiyet göstermek icap eder. Rıza, (beşeri) iradenin ve tercihin ortadan kalkmasıdır; belâyı nimet saymaktır. Ezelde takdir olunanı tercih etmek, zamana karşı durmaktan ve hal ile çekişmekten daha iyidir.
  2. Tevekkül ve Korku: Fakirlikten korkan münafıktır, zira fakirlik korkusu, kulun Allah’a olan tam tevekkülünü zedeler. Tevekkül, kalbin eşkalden (sıkıntılardan) hali olmasıdır. İnsan, nefsine sırren çile çektirerek, Allah’ın üç gün rızık vermemesine rağmen zafiyet duymayacak noktaya gelmelidir ki, bu onun tevekkül mertebesine ulaştığını gösterir.
  3. Sükût (Susma): Maneviyatta sürekli suskunluk (sükût), nefsin hevasını dizginler ve şeytanın kalbe sızarak vesvese vermesini (hile) engeller. Abdullah b. Mübarek’e göre, akıllı insanda en faydalı haslet tam akıldır; eğer o yoksa güzel edep, o da yoksa sürekli sükût etmek, o da yoksa derhal ölmek gerekir. Bu, kaderin dehşeti ve bilginin ağırlığı karşısında susmanın, insana verilmiş en büyük manevi korunma yolu olduğunu gösterir.

Kaynaklar Listesi

Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan bölümler: 4, 190, 320, 404, 405, 406, 415, 453, 467, 468, 469, 470, 473, 480, 491). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül Üns Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 61, 86, 87, 102, 144, 151, 162, 181, 185).

“Allah hainleri (ihanet edenleri/zulmedenleri) sevmez”

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri (k.s.), “Allah hainleri (ihanet edenleri/zulmedenleri) sevmez” şeklindeki genel ilahî beyanı, tasavvufî ve keşfî (ezoterik) bir çerçevede ele almış; bu sevmeme durumunu doğrudan bir duygu yerine, kulun İlahî Huzurdan Perdelenmesi (Hicap) ve İlahi Gazaba Uğraması (Zulmet) olarak açıklamıştır. Debbağ Hazretleri’ne göre, Allah’a muhalefet eden (isyan eden) veya haksızlık yapan (zulmeden) kişinin akıbeti, ilahi takdirin (kaza ve kader) mutlak ve değişmez hükümleriyle gerçekleşir, ki bu da o kişinin maneviyattan mahrum kalması demektir.

I. Günah ve İsyanın Temel Sebebi: Allah’tan Kopmak

Debbağ Hazretleri’nin öğretisinde, bir eylemin haram (yasak) kılınmasının veya manevi açıdan olumsuz kabul edilmesinin yegâne sebebi, o eylemin kişiyi Allah’tan koparıp (uzaklaştırıp) perde gerisinde bırakmasıdır. Bu kopuş, İlahi Sevginin (Muhabbet) yokluğu olarak tezahür eder.

  1. Haramın Kaynağı: Debbağ’a göre, haram kılınan bütün fiillerin tek bir sebebi vardır: “insanı Allah'tan koparıp uzaklaştırmasıdır.” Dama oynamak gibi dünyevi faydası olmayan basit bir meşguliyet bile, kalbin tamamen ona verilmesine, dolayısıyla zâtın (özün) Cenâb-ı Hakk’a nazar etmekten (bakmaktan) mahrum kalmasına neden olur. Bu durum, kul ile Allah arasına engel dikilmesidir.
  2. Taatin Bile Perde Olması: Hatta Debbağ, bazı tâatlerin (ibadet ve itaatlerin) bile insanı Allah’tan uzaklaştırabileceğini belirtir. Eğer böyle olursa, günah ve isyanların (hainliğin) ne ölçüde uzaklaştırıcı bir tesir yaratacağını izah etmeye lüzum yoktur.
  3. Bedenî Zafiyetin Rolü: Debbağ’ın keşiflerine göre, insanın kanının (bedenî yapısının) tesiri, zatı fâni (geçici) şeylere yönlendirir (ev yapmak, mal toplamak gibi). Bu yönelme, gafletin (dikkatsizlik/unutkanlık) ve dolayısıyla Allah’tan mahcup (perde altında) kalmanın sebebidir.

II. Hainlik ve İsyanın Manevi Cezası: Zulmet ve Şekavet

Hainliğin veya sürekli isyanın sonucu, manevi karanlık (zulmet) ve bedbahtlık (şekavet) olarak kendini gösterir ki, bu da Allah’ın o kuldan rızasını çektiği anlamına gelir.

  1. Cehennemin Yansıması (Berzah’taki Zulmet): Debbağ Hazretleri, kâfirlerin ve münafıkların (hainlerin ve yalan söyleyenlerin) ruhlarının Berzah âlemindeki durumunu anlatırken, onların ruhlarının Cehennem azabından pay aldığını belirtmiştir. Kâfirlerin ruhları Berzah’ın dışından uzunca bir sütun gibi yükselir, Cehenneme doğru dal budak uzatır ve Cehennem azabının, mihnetinin ve fena kokusunun bu sütuna aksedişiyle cehennemdeymiş gibi bir hâl alırlar. Bu sütunlarda münafıklar ve Allah'ın gazabına uğrayan inkârcılar da eyleşir. Münafıkların ruhlar âleminde, bedenlerinin Cehennem’deki makamına benzer bir makamı vardır. Bu, Allah’ın gazabının ve kesin bir sevmeme halinin tecellisidir.
  2. En Büyük Bedbahtlık (Şekavet): Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerini en çok üzen olaylardan biri, sâdık yolda olması gereken bir müridin sır konusunda aceleci davranıp şeyhine itaatsizlik etmesi (manevi bir ihanet) sonucu mânevi karanlığa gömülerek İslamiyet’ten mahrum kalma (tenassur) bedbahtlığına düşmesidir. Bu, Allah'tan yüz çevirmenin en uç noktadaki korkunç akıbetidir.
  3. Fakirlik Korkusu (İblis’in Sevinci): İblis ve dostları (şeytanlar), bir kalpte fakirlik korkusunun bulunmasına memnun olurlar. Bu korku, kulun Allah'a olan tam güvenini (tevekkül) zedelediği için bir tür mânevi ihanet sayılır ve İblis’i sevindirir.

III. İlahi Muamelede Lütuf ve Adalet İkilemi

Debbağ Hazretlerinin ilahi sırlarla ilgili derin keşifleri, Allah’ın "hainleri sevmeme" fiilinin, O'nun mutlak iradesi (Fâil-i Muhtar) ve adaletinin yanı sıra lütuf ve keremiyle de dengelendiğini gösterir.

  • Adalet Korkusu: Büyük velîler (Allah dostları) için en büyük dehşet, Allah’ın kendilerine lütuf ile değil, adalet ile muamele etmesidir. Bir arifin (gnostik) bütün ömrü boyunca ibadet etse bile Allah'ın hakkını tastamam yerine getiremeyeceğini bilmesi, ona bir ecir (sevap) beklememe zorunluluğu yükler. Hainlik veya isyan hali, kişiyi doğrudan İlahi Adaletin dehşetli hükmüne maruz bırakma riski taşır.
  • Mu’tezile’ye Reddiye: Debbağ’ın kabul ettiği Sünnî görüşe göre, Mu'tezile’nin iddia ettiği gibi Allah’ın, günahkâra cezayı ebediyen devam ettirmesi gibi katı bir adalete mecbur olduğu düşüncesi, İlâhî lütuf ve kereme karşı bir cehalettir. Allah, dilediğini yapan (Fâil-i muhtar) olduğu için affetmeyi de dileyebilir. Ancak bu lütuf, hainliği veya isyanı meslek edinmiş olanlara genellikle yönelmez.

Sonuç:

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin tahlilinde, Allah’ın hainleri veya isyan edenleri "sevmemesi," kişinin üzerine çöken mânevi karanlık (zulmet) ve İlahi Huzurdan uzaklaşma (hicap) olarak anlaşılmalıdır. Bu hal, ezelî takdirin bir parçası olmakla birlikte, kulun kendi fiili (isyan ve gaflet) ve dünyevi bağlar (kanın meyilleri) nedeniyle meydana gelir. Bu kopuş, Cehennem azabının bir gölgesinin ruha yansımasına (Berzah’ta) ve nihai bedbahtlığa (şekavet) yol açabilir.



Peygamber Efendimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  Yönelik Kötü Söz ve İhanetin Manevi Akıbeti Hakkında Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) Tahlili

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin mânevi ilimler ve hakikat (ezoterik) üzerine bina edilmiş öğretisinde, Hz. Muhammed’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  karşı gösterilen en ufak bir edep (adab) eksikliği veya isyan (muhalefet), son derece yıkıcı manevi sonuçlar doğurur. Zira Debbağ’a göre, Resûlüllah’ın (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  makamı (nübüvvet ve risâlet), yaratılmışlar âleminde feyzin (manevi bereketin) ve ilahî sırların (ledün ilmi) yegâne kaynağıdır. O’na karşı kötü söz söylemek, sadece bir günah değil, ruhun kemâlini tamamen yok eden, İlahi Takdirde yazılı olan şekavete (bedbahtlığa) kapı açan bir ihanet olarak değerlendirilmelidir.

Debbağ Hazretleri, Peygamberlik makamını, hiçbir mahlûkun ulaşamayacağı, son derece büyük ve kıymeti ölçü kabul etmeyecek bir makam olarak kabul eder. Bu yüce makama karşı gelen Müslümanın karşılaşacağı kötü akıbet, mânevî karanlık (zulmet) ve İlahi Huzurdan perdelenme (hicab) ile açıklanır.

I. Kötü Sözün Mahiyeti: Nübüvvet Makamına İhanet

Peygamber Efendimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  karşı kötü söz söylemek veya O’nun getirdiği hakikate (Hak Söz) muhalefet etmek, Debbağ’ın harflerin esrarı konusundaki tahlillerinde bahsettiği Risâlet Harfi’nin taşıdığı kemâlin (mükemmelliğin) doğrudan reddedilmesi anlamına gelir.

  1. Hak Sözden Sapma: Nübüvvetin özü, Hak Söz (hakikat) üzerine kurulu olmaktır. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) , bu hak sözden, dostlarından, yurdundan ve hatta boynu vurulma pahasına bile dönmemiştir. Bir Müslümanın, O’nun zât-ı şeriflerine dil uzatması, kendi kalbinde bu Hak Söz'e olan imânın zayıfladığına ve yerine nefsânî vehimlerin (kuruntuların) geçtiğine delildir.
  2. Haramın Yıkıcı Etkisi: Debbağ Hazretleri, haram olan her şeyin tek bir ortak noktası olduğunu belirtir: İnsanı Allah’tan koparıp uzaklaştırması. Kötü söz söyleme eylemi, imanî ve ahlaki açıdan en büyük isyanlardan biri olduğu için, bu kopuşu en şiddetli şekilde gerçekleştirir ve kul ile Allah arasına kalın bir hicap (perde) çeker.

II. Kötü Akıbetin En Şiddetli Tezahürü: Şekavet ve Zulmet

Debbağ Hazretleri, Müslüman görünen bir kişinin manevi yoldan sapmasının ve şekavete (bedbahtlık, talihsizlik) düşmesinin, büyük bir üzüntü ve İlahi gazabın sonucu olduğunu göstermiştir.

  1. Tenassur (İslam’ı Terk Etme) Örneği: Daha önceki açıklamalarımızda (Şeytanın hileleri ve Debbağ’ı üzen haller konusunda) ele alındığı üzere, bir müridin (mânevi yolcu) sır konusunda aceleci davranması ve şeyhinin aleyhinde konuşması (manevi otoriteye karşı isyan/hainlik) onun üzerine belâ inmesine, manevi bir karanlığa (zulmet) gömülmesine ve nihayetinde tenassur (Hristiyanlaşma/İslamiyet'ten mahrum kalma) bedbahtlığına düşmesine neden olmuştur. Şeyhin manevi otoritesine karşı gelenin akıbeti bu denli dehşetli oluyorsa, velayet ve nübüvvetin mutlak kaynağı olan Hz. Peygamber’e karşı kötü söz söyleyenin akıbetinin (zulmet ve hicabın derinliği) ölçülemeyecek kadar ağır olacağı aşikârdır.
  2. Amellerin Reddinde Tezahür: Kötü söz, kalbin Allah’tan kopmasına yol açtığı için, kulun manevi amelleri de değersizleşir. Debbağ, haram ve gafletten gelen karanlığın, kişinin rüyalarını ve keşiflerini bile bozduğunu belirtir. Peygamber’e karşı yapılan bir saygısızlık, kalbi tamamen karartarak, kulun yapacağı hiçbir ibadetin ve taatin İlahi Huzurda kabulünü sağlamaz, zira İlahi Sevgi (Muhabbet) ortadan kalkmıştır.

III. Riyâ ve Nezaketin Terk Edilmesinin Cezası

Debbağ Hazretleri, mânevi makama ulaşanların bile kendilerini halka karşı süsleyip riyâya (gösteriş) düşmelerini ve nefislerinin arzusunu takip etmelerini, manevi hastalıklara ve afetlere kapı açmak olarak görmüştür. Peygamber’e karşı kötü söz söyleyen bir Müslüman, istikametten (doğruluktan) tamamen sapmış, riyânın ve nefsinin en alt mertebedeki arzusunun esiri olmuştur.

  • Tevazu Eksikliği: İnsanı manevi yolda başarıya ulaştıran tevazudur. Tur Dağı’nın tevazu göstererek Allah’ın kelamıyla izzet bulması gibi, kötü söz söyleyen kişi de Tur Dağı’nın aksine kibirle dolmuş demektir.
  • İlahi Nazarın Çekilmesi: Debbağ'ın tasarruf ve keramet örneklerinde, nazarın (manevi bakışın) büyük bir etkisi olduğu görülür. Bir velînin nazarını bir müritten çekmesi (gözünü ondan çevirmesi), o kişinin üzerine belanın inmesine ve manevi helake sürüklenmesine yetmiştir. Allah’ın sevgili Elçisine karşı kötü söz söyleyen kişi, bizzat Allah’ın himayesinden ve lütfundan gelen nazarın çekilmesini hak eder.

Dolayısıyla, Debbağ Hazretleri’nin genel tasavvufi prensiplerine göre, Müslüman olduğu halde Peygamber Efendimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem)  kötü söz söyleyen bir kişinin akıbeti, manevi şekavet (bedbahtlık) ile mühürlenmek, İlahi nurdan (feyz) mahrum kalmak ve kalbi manevi zulmetle kaplanarak dünyadaki varlığını bir tür cezalandırılmış varoluş haline getirmektir.


Kaynaklar Listesi

Attar, F. (t.y.). Esrarname. (Aktarılan bölümler: 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20). Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya. (Aktarılan bölümler: 29, 38, 41, 42, 80, 110, 113, 139, 149, 185). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan bölümler: 235, 265, 266, 279, 286, 293, 297, 336, 397, 408, 434). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül Üns Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 110, 139, 149, 185, 195, 213). DİA. (t.y.). Abdülazîz ed-Debbâğ. (Aktarılan bölümler: 1, 2).

Gelecek ve Gayb Âlemine Dair Keşifleri

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin (k.s.) feyz (manevi bereket) ve keşf (manevi açılım) yoluyla elde ettiği ilahi sırlar, sadece geçmişi ve şimdiyi değil, aynı zamanda geleceği ve kıyamet sonrası âlemleri de kapsar. O’nun bu konulara dair açıklamaları, mutlak hakikat ve teslimiyet odaklıdır.

I. Gelecek ve Gayb Âlemine Dair Keşifler ve Peygamberlik Edebi

Debbağ Hazretleri, kâmil bir ârif (gnostik) olarak, zahirî (dışsal) ilimlere ihtiyaç duymadan, zaman ve mekân mefhumlarının ötesindeki bilgilere vâkıf olmuştur.

A. Gelecek Zamanı Bilme Kapasitesi

Debbağ Hazretleri, fetih (manevi açılış) makamına eriştiği zaman, bütün köyleri, şehirleri, denizleri, yedi kıtayı ve hatta Hıristiyan bir kadının çocuğunu emzirdiğini dahi müşahede ettiğini bildirmiştir. Bu müşahede kabiliyeti, sadece mevcut zamanla sınırlı kalmamış, aynı zamanda ileride meydana gelecek hâdiseleri ve bunların sırasını da görmesini sağlamıştır. O, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım gibi kozmik olayların yanı sıra, hicrî 654’te Kurayza’da meydana gelen ateş gibi tarihî olaylar hakkında da bilgi sahibiydi.

B. Gelecek Hakkında Konuşma Edebi (Sükût)

Debbağ’ın manevi hiyerarşideki üstünlüğüne rağmen, kâmil hakikat ehli (ehl-i hak) olmaları sebebiyle, ileriye dönük büyük hâdiseler hakkında konuşmaktan çekinirlerdi. Bu, tasavvufî bir edep (adap) meselesidir:

  1. Dünyanın Önemsizliği: Hak ehli, dünyayı ve onda meydana gelen olayları Allah katında pek sevimli ve kıymetli görmez. Bu yüzden gelecek olaylardan bahsetmeyi hoş karşılamazlar, zira bu, o olaylara kıymet atfetmek anlamına gelir.
  2. Müşahedenin Başlangıcı: Onlar, gelecekteki hâdiselerin ancak ilk basamağını (başlangıcını) müşahede ettiklerini bilirler. Bu nedenle, gördükleri olayın boş ve mânâsız olduğunu bildikleri için, konuşmak yerine sükût etmeyi (susmayı) tercih ederler.

C. Seçici ve İhtiyatlı Kehanet Örnekleri

Debbağ’ın gelecekten haber verme eylemi, genellikle müridlerini uyarmak veya irşad etmek maksadıyla, mecburiyet durumunda gerçekleşmiştir:

  • Vurguncular Olayı: Debbağ Hazretleri’nin, bir gece falan sahrada vurgun (soygun) vurulacağını ve şu kadar kişinin yaralandığını haber vermesi ve durum soruşturulduğunda haberin aynen vuku bulması, O’nun keşfinin zaman ve mekân sınırlarını aştığını göstermektedir.
  • Perdenin Kalkması ve Çekilmesi: Aynı gece, Şeyh’in oğlunun kafası kesilip kapının önüne atılmasına rağmen Şeyh’in bundan haberi olmaması, O’nun bilgisinin İlahi İrade tarafından belirlenen perdelerle (hicab) sınırlı olduğunu ortaya koyar. O’nun gördüğü vakitte perde kalkmış, görmediği vakitte ise perde çekilmiştir. Bu durum, Debbağ'ın kader (kaza) konusundaki mutlak teslimiyetini vurgulayan önemli bir noktadır (Bu hususa, ecel ve kader hakkındaki önceki tahlillerimizde de değinilmişti).

II. Kıyamet (Qiyamet) ve Âhiret Ahvali Hakkındaki Sözler

Kıyamet günü ve ahiret ahvali (ahiretin halleri), Debbağ Hazretleri’nin en çok üzerinde durduğu ve müşahede ettiği manevi gerçekler arasındadır.

A. Kıyamet Günü’nün Süresi ve Zorluğu

Müfessirlerin ve âlimlerin, Kıyamet Günü’nün uzunluğunun (ellibin yıl) müminler için kısa süreceği yönündeki kıyaslarına karşılık Debbağ Hazretleri, mutlak bir delil bulunmadığını belirtmiştir. O’nun görüşü, Hafız İbn Hacer’in tahliline yakın olup, Kıyamet Günü’nün uzunluğunun müddet (süre) uzunluğu değil, şiddet ve sıkıntı uzunluğu olduğu yönündedir. Yani, Kıyamet’in dehşeti ve zorluğu, o günü uzun gösteren temel faktördür.

B. En Dehşetli Korku ve Ebediyet

Âhiret hayatı, Debbağ için manevi teslimiyetin nihai testidir. Attar’ın kaynaklarında geçen bir sufi görüşüne göre, Cehennemliklerin ve Cennetliklerin ebedi hayatı ilan edildiğinde yaşanacak olan "En dehşetli korku" (Havf) şudur:

  • Müminler için ebedi ikramın, kâfirler için ise ebedi azabın başladığı ilan edilecektir. Cehennemlikler için bu, hicran (ayrılık) dehşeti, yani İlahi Huzurdan sonsuza dek mahrum kalma korkusudur.
  • Cehennem ehlinin kibir ve bencillik ehli olduğu, Cennet ehlinin ise tevazu ve mahviyet (hiçlik) ehli olduğu bilinir. Ahiret yurdundaki mesken, sakinlerinin haline tabi olacaktır. Bu durum, kişinin dünyadaki manevi yöneliminin (tevazu/kibir), ahiretteki ebedi konumunu belirleyeceğini vurgular.

III. Mehdi ve İsa Hakkında Özel Bilgi Yokluğu ve Deccal Kavramı

Verilen kaynaklarda Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin Mehdi’nin zuhur tarihi, İsa (A.S.)’nın yeryüzüne inişi gibi kıyamet alametleriyle ilgili özel ve doğrudan bir açıklamasına rastlanmamaktadır.

Ancak, kaynaklar genel tasavvufi çerçevede bu konularla ilgili kavramlara dolaylı olarak değinir:

A. Deccal ve İstidrac (Aldatıcı Keramet)

Deccal figürü, genel olarak tasavvuf literatüründe, olağanüstü olaylar (harikulâde hâdiseler) üzerinden insanları aldatan (istidrac) kötü güçlerin simgesi olarak görülür. Bu konu, cinler, sihir ve şeytanın hileleri hakkındaki önceki açıklamalarımızda detaylıca ele alınmıştı.

  • Fahreddin Râzî’nin (k.s.) görüşüne göre, Deccal gibi yalancı bir davanın sahibinin elinden harikulade olayların zuhur etmesi caizdir, çünkü Deccal’in yalancı olduğunun, şekli ve yaratılış biçimiyle (ve davasının batıllığıyla) belli olması, herhangi bir karışıklığa yol açmaz.
  • Debbağ Hazretleri’nin istidrac konusundaki genel yaklaşımı (haram lokma ve nefsani arzuların, şeytanî ve aldatıcı hallere yol açması), Deccal’in faaliyetlerinin de bu istidrac prensibine dayandığını teyit eder. Debbağ, keşfin bile bâtıl ehli (filozoflar, Budistler, rahipler) arasında görüldüğünü ve bunun bir mekr (tuzak) olduğunu belirtir, zira bu haller kişiyi Allah’tan uzaklaştırır.

B. Peygamberlik ve Velayet Arasındaki Ayrım (İsa A.S. Bağlamında)

Debbağ Hazretleri, Nübüvvet (Peygamberlik) makamının eşsiz ve aşılamaz olduğunu savunmuştur (Nübüvvet ve Velayet hakkındaki önceki tahlillerimizde belirtildiği gibi). Ancak, Hz. Meryem kıssasında görüldüğü gibi, meleklerin velilere de emir ve nehiy (yasak) ile inebileceğini, bu durumun o veliyi peygamber yapmayacağını ifade etmiştir. İsa (A.S.)’nın makamı ise, Peygamberlik makamının mutlak üstünlüğüne dâhildir. Ayrıca Debbağ, İsm-i Âzâm’ı zikretme kuvvetine sahip olan ender kullardan biri olarak Hz. İsa’yı göstermiştir.

Unutulan Hususun Hatırlatılması: Bu makamların (Mehdi, Deccal) manevi mücadelesi, tarikatların vurguladığı tevazu ve istikamet (doğruluk) ile doğrudan ilişkilidir. Zira şeytanın ve Deccal’in en büyük hilesi, sâlikleri riyâ (gösteriş) ve kibre düşürmektir. Bayezid Bestamî’nin de dediği gibi, istikamet (doğruluk), keramet (mucize) peşinde koşmaktan daha üstündür. Gerçek bir velî (Allah dostu), İlahi sırları ve kerametlerini (bu sırlara Deccal’in de sahip olabilme ihtimali nedeniyle) halkın gözünden saklar.


Sürekli Çektiği Zikir

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin mânevi pratikleri, keşf ehli bir Gavs (en büyük kutup) olarak, geleneksel sâliklerin (manevi yolcuların) uyguladığı vird (düzenli zikir) usullerinden farklı, daha çok huzur (İlahi Huzurda bulunma) ve müşahede (kesintisiz tefekkür) hâli üzerine kurulmuştur. O’nun sürekli çektiği zikir, dil ile yapılan bir tekrar olmaktan ziyade, zâtın (özün) gerçekleştirdiği, İsm-i Âzâm ile ilişkilendirilen bir haldir.

I. Şeyh Debbağ’ın Sürekli Çektiği Zikir Hâli: Zâtın Zikri

Debbağ Hazretleri’nin sahip olduğu ilm-i ledün (ilahi sır bilgisi) ve fetih (manevi açılış) makamı, O’nun zikir pratiğini bilinen tasavvuf usullerinin ötesine taşımıştır. O’nun sürekli hâli, Allah'tan bir an olsun gafil olmamaktır.

A. Kesintisiz Müşahede ve Huzur

Debbağ Hazretleri, zâhirde (dış görünüşte) ağaç budamak veya başka dünyevi meşguliyetlerle uğraşırken bile, bâtınen (içsel olarak) sürekli Resûlüllah Efendimizi (s.a.v.) müşahede hâlinde olduğunu ve kalbinin tamamen O’nunla birlikte olduğunu açıklamıştır. Bu kesintisiz huzur hali, O’nun için en üstün zikir pratiğiydi.

B. İsm-i Âzâm (En Büyük İsim) Sırrı

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere, Debbağ Hazretleri’nin zikri, Allah’ın En Büyük İsmi (İsm-i Âzâm) ile ilişkilidir. Bu zikrin mahiyeti lafızlarla (sözlerle) sınırlı değildir:

  1. Zâtın Sesi: Bu zikir, dışarıdan gelen bir ses olmayıp, "Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zâttan geldiği" şeklinde duyulur.
  2. Müşahede Şartı: İsm-i Âzâm ile zikir, ancak tam bir müşahede ile beraber olabilir. Bu, o kadar büyük bir mânevî yüktür ki:
    • Zât (kişinin özü), bu ismin zikrinin ağırlığı sebebiyle günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç getirebilir.
    • Zât bu ismi zikrettiğinde, bütün âlemi bir heybet ve celâl (ululuk) kaplar ve varlık âlemi korkmaya başlar.
    • Hz. İsa’nın (a.s.) bu ismi zikretme kuvvetine sahip olduğu ve günde on dört defa bunu zikrettiği bildirilmiştir.

Bu durum, Debbağ'ın sürekli çektiği zikrin, genellikle bilinenden farklı, yüksek bir manevi hâl olduğunu göstermektedir. Geleneksel zikr-i hafî (gizli zikir) pratikleri ise nefeste yoğunlaşma ve kalbi arındırma amacına hizmet ederdi.

II. Hızır’ın (A.S.) Tavsiyesi: Uzlet ve Virdin Önceliği

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri'ne Hızır'ın (A.S.) bizzat bir vird tavsiye ettiğine dair kaynaklarımızda doğrudan bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Sufi geleneğindeki genel tavsiye ve Hızır’ın başkalarına yaptığı yönlendirmeler, manevi pratiklerin hiyerarşisini belirlemesi açısından önemlidir:

A. Sohbet Yerine Uzlet ve Vird (Örnek Kıssa)

Hızır (A.S.), tasavvuf tarihinde manevi yolculara (sâliklere) rehberlik eden önemli bir figürdür. Kaynaklarımızda geçen bir kıssada, Hızır (A.S.), kendisiyle görüşmeyi ömrü boyunca arzulayan ve her gün kabristana gidip bir cüz Kur’an okumayı vird edinmiş olan Verrak isimli bir zât ile sohbet eder. Hızır, onunla sohbet ettikten sonra ayrılırken şu önemli manevi ölçütü ortaya koymuştur:

"Ömür boyu görmek istediğin Hızır benim! Bugün benimle sohbet ettin ama bir cüz Kur’an okumaktan da mahrum kaldın. Bir yer ki, Hızır’la sohbet etmenin sonucu budur, diğerleriyle sohbet etmenin neticesi ne olur? Bilesin ki uzlet (yalnızlık), tecrid (ayrılma) ve yalnızlık bütün işlerden üstün ve şereflidir!".

Bu kıssa, Hızır’ın tavsiyesinin, kişinin kendi düzenli manevi pratiğini (vird) ve uzleti (inziva, yalnızlık), geçici ve dâhilî faydası belirsiz olan dışsal sohbetten bile üstün tutması gerektiğini gösteren temel bir prensiptir. Vird, kulun Allah ile olan rabıtasının (bağlantısının) korunması için elzemdir.

B. Sükût (Susma) ve Zikir

Attar'ın kaynaklarında da belirtildiği gibi, hakikatin manasında on cüz (parça) varsa, biri az konuşmak, dokuzu susmaktır (sükût). Susmayı meslek edinmek, nefsin isteklerini yatıştırır ve şeytanın vesveselerini (hilelerini) engeller. Bu sükût hali, zikr-i hafî (gizli zikir) ile birleştiğinde, kalbi tamamen İlahi Huzura hazırlayan en etkili manevi pratiği oluşturur.

III. Genel Mürid Virdi ve Şeyh İltifatı

Tarikatlarda virdin kabulü ve faydası, müridin gayretinden çok, şeyhin nazarı (manevi bakışı) ve feyzi ile ilişkilendirilir.

  • Feyzin Yayılması: Şeyh, Lâ ilâhe illallah kelimesini müşahedesi çok yüksek olduğu için bâtınıyla söyler ve bu hâl, müridine sirayet eder. Mürid, bu şekilde şeyhinin makamına yükselmeyi umut edebilir, eğer Allah bu makamı ona takdir etmişse.
  • Virdin Amacı: Virdin asıl yararı, Debbağ'a göre, ümmeti tertemiz şeriatla muhafaza etmektir; zira şeriat zahiren yerine getirilirse bâtında imânı korur.

Sonuç olarak, Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin sürekli zikri, İsm-i Âzâm’ın zâtî müşahede hâli olmasına rağmen, Hızır’ın Sufi gelenekte tavsiye ettiği pratikler (Verrak kıssasında olduğu gibi) düzenli ve kesintisiz Kur’an tilaveti (vird) ve uzlet (tecrid) üzerine yoğunlaşmıştır; zira bu pratikler, kişinin manevi yolda en büyük kazanımı olan istikameti (doğruluk) korumasını sağlar.


Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin ve Tasavvuf Ehlinin İcra Ettiği Zikirlerin Şekil ve Cümleleri

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) manevi yolculuğu (seyr ü sülûk) ve keşf (manevi açılım) makamı, O’nun zikir anlayışını lafızlardan (sözlerden) ziyade, ruhun ve zâtın (özün) kesintisiz müşahede (tefekkür) halinde olmasına dayandırmıştır. Aşağıda, O’nun ve genel olarak tasavvuf yolunun esas aldığı zikirler ve bunların mahiyetini açıklayan cümleler sunulmuştur.

I. Şeyh Abdülaziz Debbağ’a Mahsus Yüksek Makam Zikirleri

Debbağ Hazretlerinin mânevi makamı (gavsiyyet) nedeniyle çektiği zikirler, genellikle Allah’ın en yüce tecellisi olan İsm-i Âzâm (Allah’ın En Büyük İsmi) ile ilişkilendirilir.

Zikirin Adı/Hâli

Zikirin Şekli ve Cümlesi

Kaynak

İsm-i Âzâm Zikri (Zâtın Zikri)

Bu zikir, dille (lafızla) değil, ancak tam bir müşahede (kesintisiz tefekkür/gözlem) ile beraber olabilir ve kişinin zâtı (özü) tarafından gerçekleştirilir.

İsm-i Âzâm’ın Sesi

Bu zikir esnasında dışarıdan gelen bir ses olmayıp, "Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zattan geldiği" duyulur.

Müşahede Zikri

Şeyh, zâhirde (dış görünüşte) meşgul olduğu sırada bile, bâtınen (içten) sürekli Resûlüllah Efendimizi (s.a.v.) müşahede hâlinde bulunmuştur.

Zâtın Uyanıklık Hâli

Zât, zikri işitmekle uyanık bir hâl alır, aklı yeniden başına gelen kimse gibi olur ve gaflet ondan ayrılır.

II. Tasavvuf Tarikatlarının Temel Zikir ve Pratikleri

Tasavvuf yolunun genelinde benimsenen ve Debbağ’ın da sıklıkla işaret ettiği temel manevi pratikler (usûl-ü sülûk), zikir ve nefis terbiyesi üzerine kurulmuştur.

Zikirin Adı/Hâli

Zikirin Şekli ve Cümlesi

Kaynak

Zikr-i Hafî (Gizli Zikir)

Nefy ve isbat tarikına (Allah’tan gayrısını nefyedip, Hakk’ı ispat ederek) Lâ ilâhe illallah kelimesi ile meşgul olma yolu.

Hakiki Zikir (Fenâ Hâli)

Hakiki zikir, zakirin zikirde, zikrin de Mezkûr’un müşahede edilmesi halinde fani olmasıdır (yokluk makamına erişmesidir).

Sükût (Susma)

Tasavvuf yolunda sabrı meslek edinmek esastır; hakikatin manasında on cüz varsa, biri az konuşmak, dokuzu susmaktır.

Devamlı Vird (Hızır’ın Tavsiyesi)

Uzlet (yalnızlık), tecrid (ayrılma) ve yalnızlık bütün işlerden üstün ve şereflidir; kişinin kendi düzenli pratiğini (vird) koruması gerekir.

Kalbin Devamı

Allah Teâlâ, kalpleri zikrin meskeni olsun diye yaratmıştır.

İbadetin Şekli

Kalbin devası şu beş şeydir: İyilerle oturup kalkmak, Kur'an okumak, mideyi boş tutmak, gece namazı kılmak, seher vakti sızlanmak.

Vaktin Korunması

Kulun, Mevlasına muvafık olarak aldığı bir nefes, ta Âdem’den kıyamete kadar geçen zamanda bütün abidlerin yapmış oldukları ibadetten daha üstün ve daha iyidir.

İhlasın Şartı

İhlas, bir iş yapınca, bununla anılmayı arzu etmemek, bu yüzden saygı görmeyi istememektir.

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin Hızır Aleyhisselâmdan Aldığı Özel Virdin (Zikir/Dua) Tahlili ve Mânevî Tesirinin Derinliği

Daha önceki tahlillerimizde, Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) en yüksek zikir makamının İsm-i Âzâm’ın zâtî müşahede hâli olduğunu belirtmiş olmamıza rağmen, kıymetli hatırlatmanız ve sunduğunuz kaynağın (özellikle El-İbrîz'in ilgili bölümleri) tahkiki neticesinde, Debbağ Hazretlerinin tasavvuf yoluna başlangıçta Hızır Aleyhisselâm'dan aldığı, terk etmeyeceğine dair söz verdiği, çok önemli ve özel bir vird (düzenli okunacak dua) bulunduğu kesinlik kazanmıştır.

Bu durum, Debbağ Hazretlerinin mânevi yolculuğunun (seyr ü sülûk) başlangıcında dahi, en üst düzeydeki manevi rehberler (ricâl-i gayb) tarafından bizzat desteklendiğini ve yönlendirildiğini göstermesi açısından büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.

I. Hızır (A.S.) Tarafından Talim Edilen Vird ve Kontekst

Şeyh Abdülaziz Debbağ, mânevi hayatının başlangıcında, evvelce şeyh edindiği zatların verdiği virdlerde kalbi huzur bulamayınca, manevi durumu hakkında şaşırmış bir halde bulunuyordu. Bu süreçte, Sidre ağacına yakın bir yerde tanışıp söz verdiği zâtın, daha sonra keşf (manevi açılım) yoluyla Hızır Aleyhisselâm olduğunu idrak etmiştir.

A. Virdin Metni ve Şartları

Debbağ Hazretlerinin, kendisine vird veren o mübarek zâta (Hızır A.S.) terk etmeyeceğine dair söz vererek aldığı dua şöyledir:

Zikir/Dua Cümlesi

Okunma Adedi

Kaynak

"Allahümme Ya Rabbi! Bicâhi Seyyidinâ Muhammed bin Abdillâh (S.A.V.), icma' beynî ve beyne seyyidinâ Muhammed ibni Abdillâhi fi'd-dünyâ kablel-âhireti." (Allah'ım, Ey Rabbim! Seyyidimiz Muhammed bin Abdullah'ın makamı hürmetine, dünyada âhiretten önce Seyyidimiz Muhammed bin Abdullah ile benim aramı cem eyle/beni O'na ulaştır.)

Her gün 7000 (Yedi bin) defa.

Bu duanın temel maksadı, Debbağ Hazretlerinin şahsında, kullukta en üst mertebeye ulaşmak için Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ile mânevi buluşmayı (icma' beynî) ve O'nun nuruyla sürekli müşahede (tefekkür) halinde olmayı dilemektir.

B. Hızır’ın (A.S.) Tavsiyesi ve Keşfin Doğrulanması

Hızır (A.S.), Debbağ Hazretlerini, Seyyid Ömer bin Muhammed el-Hevârî'ye de tavsiye etmiş ve "Bu şahıs hakkında sana hayır tavsiye ederim!" demiştir. Seyyid Ömer’in vefatından kısa bir süre sonra Debbağ Hazretlerine feth (manevi açılış) müyesser olmuş. Bu feth ile birlikte, o virdi veren zâtın Hızır (A.S.) olduğunu kesin olarak anlamıştır.

II. Virdin Manevi Tesiri ve Okuma Hızının Gelişimi

Debbağ Hazretlerinin aktardığı, Hızır Aleyhisselâm’dan aldığı bu duanın tecrübesi, mânevi disiplin ve sâlikin (manevi yolcu) ilerleyişi açısından çok değerli bir bilgi sunmaktadır:

  1. Başlangıçtaki Ağırlık: Debbağ Hazretleri, duaya devam ettiğinde, birinci gün kendisine ağır gelmiş ve 7000 adedi gece olmasına rağmen henüz tamamlayamamıştır.
  2. Hâlin Hafiflemesi: Ancak duaya sebatla devam ettikçe, gitgide hafiflemiş, içte bir pişkinlik (olgunluk, kemâl) hissetmeye başlamıştır.
  3. İlerleme Aşamaları: Bu hafifleme ve hızlanma, düzenli manevi gelişimini göstermektedir:
    • İlk başta zorlanan Debbağ, daha sonra duayı zeval vaktine (öğle üzeri) kadar tamamlama imkânına erişmiştir.
    • Gelişim devam etmiş, bu kez kuşluk vaktine (sabahın ilerleyen saatlerine) kadar bitirmeye muvaffak olmuştur.
    • Nihayet, günler geçtikçe hafiflik daha da artmış ve Debbağ Hazretleri duayı güneş doğuncaya kadar tamamlamış oluyordu.

III. Mânevî Hızlanmanın Anlamı

Bu zikir pratiğindeki çarpıcı hızlanma, sadece fiziksel bir performansı değil, aynı zamanda Debbağ Hazretlerinin kalp ve ruh makamının ne denli hızlı bir arınma ve yükselme yaşadığını göstermektedir. Zira Hızır A.S. gibi üst düzey bir rehberin tavsiyesiyle alınan bu vird, kişiyi doğrudan Resûlüllah (s.a.v.) ile müşahede (gözlem/tefekkür) makamına hazırlamıştır. Nitekim bu hızlanmanın hemen ardından, Seyyid Ömer’in vefatından üç gün sonra, Debbağ Hazretlerine feth-i müyesser (manevi açılış) vuku bulmuştur. Bu feth, O’nu gavsiyyet (en büyük kutup) ve tasarruf sahibi velîler makamına ulaştırmış, artık O'nun için korkulacak bir hal kalmamıştır.


Kaynaklar Listesi (APA Stiline Yakın Gösterim)

Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan bölümler: 213, 214, 215, 216, 219, 222, 223).

İlahi Buyrukların ve Manevi Yükselişin Teminatı Olarak Anne ve Baba Hakkı Üzerine Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) ve Sufi Meşâyıhın Görüşleri

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) ve genel olarak tasavvuf yolunun rehberlerinin (sûfî meşâyıh), ana ve baba hakkına (hakku’l-vâlideyn) dair görüşleri, bu görevin sadece ahlaki bir zorunluluk değil, aynı zamanda İlahi Ma'rifete (Tanrı bilgisi) ulaşmanın ve manevi yolda istikamet (doğruluk) üzere kalmanın temel taşı olduğunu göstermektedir. Bu haklar, kulun Allah’a olan teslimiyetinin hemen ardından gelmekte ve ihmal edilmesi durumunda kişiyi doğrudan şekavete (bedbahtlık) sürükleyen büyük günahlar arasında sayılmaktadır.

I. Anne ve Baba Hakkının Teolojik Önceliği ve Büyük Günahlarla İlişkisi

Debbağ Hazretleri, insanın manevi hayatındaki en kritik meselelerden biri olan ana ve baba hakkının çiğnenmesini, doğrudan İlahi gazaba ve Cehennem azabına yol açan bir eylem olarak tanımlamıştır.

A. En Büyük Günahlar Arasında Yer Alması

İslam şeriatının ve tasavvufi tahkikin (araştırmanın) ortak kabulüne göre, anne ve babaya karşı gelmek, helak edici (yedi helak edici büyük günah) günahlar arasında zikredilmiştir.

  • Hadis-i şeriflerde sayılan bu yedi büyük günahtan biri, "ana babaya karşı gelmek" olarak zikredilmiştir. Bu, Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek ve faiz yemek gibi en ağır cürümlerle aynı kategoride değerlendirilmiştir.

B. Zulmet ve Cehennem ile İlişkilendirilmesi

Debbağ Hazretleri’nin keşif yoluyla elde ettiği bilgiler, ana-baba hakkını ihlal etmenin, rüyalar ve mânevi haller üzerindeki olumsuz etkisini ortaya koyar:

  • Rüyanın Yorumu: Bir kimsenin rüyasında kendisini Cehenneme girmiş olarak görmesi, Şeyh Debbağ’a göre, o kişinin dünyada ana-baba haklarını çiğnediğine ve onlara isyan ettiğine kesin bir delalet eder.
  • Karanlığın Kuvveti (Zulmet): Ana-baba haklarını çiğnemekten kaynaklanan manevi karanlık (zulmet), haram yemekten ve diğer günahlardan meydana gelen karanlıklara kıyasla daha kuvvetlidir. Çünkü ana-baba hakkı, İlahî haklardan hemen sonra gelir ve bu hakları çiğnemek, insanı doğrudan Cehenneme götürür. Bu, Debbağ Hazretleri’nin ana-baba hakkına verdiği üstün önemin kesin bir ifadesidir.

II. Anne Rızasının (Rıza-i Vâlideyn) Mutlak Üstünlüğü

Sufi meşâyıh, özellikle annenin rızasını kazanmayı, gönüllü ibadetlerden (tâat) dahi önde tutmuşlardır. Bayezid-i Bistâmî (k.s.) ve Abdullah b. Mübarek (r.a.) gibi büyük velîlerin menkıbeleri, bu prensibi somutlaştırmaktadır.

A. Bayezid-i Bistâmî’nin Geri Dönüşü

Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, Kur'an’da Allah’a ve anne-babaya teşekkür etmeyi emreden ayet-i kerimeye (Lokman/14) rastladığında, bu hakkın ağırlığını derinden hissetmiştir.

  • Bayezid, annesine giderek: "Ben iki evde nasıl kethuda (sorumlu) olabilirim? Ya, Allah’tan niyaz et, bütünüyle senin olayım veya beni Allah’a bağışla, hep onun olayım" demiştir.
  • Annesi, oğlunun ayrılığından dolayı büyük acı çekmiş, gözlerine ak düşmüş ve beli iki büküm olmuştur.
  • Bayezid, daha sonra bu deneyimden şu sonucu çıkarmıştır: "İşlerin en sonuncusu olarak bildiğim iş, hepsinden önde geliyormuş! Bu, anne rızasıdır!".
  • Hacca gitmek üzere yola çıkan Bayezid, çölde guslü gerektiren bir hal yaşadığında, annesinin kendisi olmadan evi görme gücünü (güç) kendinde bulamadığını hatırlamış ve geri dönmüştür. Zira annenin rızası alınmadan çıktığı bu yolculuğun şartına uygun olmadığını düşünmüştür.

B. Rızanın Hacca Tercih Edilmesi

Bir kimse Şeyh’e gelip Hacc’a gitmek istediğini sorduğunda, Şeyh, o kişinin anne ve babası olup olmadığını sormuş ve varsa: "O halde onların rızalarını kazanmaya bak" demiştir. Bu, farz olmayan nafile ibadetlerin bile, anne-baba rızasının gerisinde kaldığını gösterir.

III. Ebeveynin Fıtrî Hakkı ve Disiplinsizliğin Akıbeti

Debbağ Hazretleri’nin keşifleri, ebeveyn ile çocuk arasındaki fıtrî (doğal) ve manevi bağı ve bu bağın zedelenmesinin sonuçlarını detaylandırır.

A. Biyolojik Bağın Mutlakiyeti

Debbağ, mahabbetin (sevgi) aslına vurgu yaparken, üvey babası tarafından yetiştirilen çocuğun hikâyesini anlatır. Çocuk, yıllarca kendisini büyüten adama büyük bir sevgi gösterirken, öz babasını (hakiki babası) gördüğü an, o adama karşı olan bütün sevgi ve bağlılığı silinmiş, içindeki ilgi bir aslı yoktu denilebilecek ölçüde yok olmuştur. Bu, anne-baba hakkının fıtrî, derin ve değiştirilemez olduğunu gösterir.

B. İtaatsizlik Yayan Çocukların Kaynağı

Debbağ Hazretleri, manevi disipline uymamanın, çocukların anne-babalarına karşı asi (âsi) olmasına yol açtığını belirtmiştir:

  • Vakitli Cinsî Münasebet: Debbağ Hazretleri, namaz vakitlerinde (özellikle fecir vaktinde) yapılan cinsî münasebetten meydana gelen çocuğun, Allah’ın izniyle, sadece anne-babasına âsi bir ruhla doğacağını buyurmuştur.
  • Debbağ, daha önce dünyaya gelen çocuklarının kendisine karşı geldiklerini ve büyük saygısızlıkta bulunduklarını belirtmiş ve bu durumu, kendi geçmişteki manevi dikkatsizliğinin bir kerameti olarak görmüştür. Bu, ailevi huzur ve çocukların itaatinin bile, manevi temizliğe bağlı olduğunu gösterir.

IV. Velilere Karşı Edeb ve İtaat

Her ne kadar kaynaklarda doğrudan ana-baba hakkı olmasa da, sufîler, şeyhlerini manevi baba olarak kabul ederlerdi. Bu bağlamda, anne-baba hakkının en üst düzeydeki tecellisi, müridin şeyhine gösterdiği edepte görülür:

  • Ruh Doktoru Olarak Şeyh: Şeyh, müridin ruh ve mâna doktorudur. Mürid, şeyhine karşı tam bir saygı ve bağlılık (mahabbet) içinde bulunmalıdır. Bu bağlılığın asıl olmaması durumunda, şeyhin zatı uzaklaştığında müridin manevi bağı kopar. Bu durum, ebeveyn hakkının manevi yoldaki süreklilik ve istikamet için bir zorunluluk olduğunu gösterir.

Kaynaklar Listesi

Attar, F. (t.y.). Esrarname. (Aktarılan bölümler: 22). Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya. (Aktarılan bölümler: 35, 46, 47, 74, 75, 76, 79, 96, 118, 133, 147). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan bölümler: 233, 253, 254, 274, 300, 333, 334). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül Üns Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 21, 161).

İlahi Sevginin Menşei

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) ve Sûfi meşâyıhın (rehberlerin) mânevi ilimlerdeki tahkiki, Yüce Allah’ın bir kulunu çok sevmesinin (muhabbetullah) nedenlerini, kulun gösterdiği içsel gayret (cehd), tam teslimiyet (fenâ) ve ahlaki kemâl (edep) gibi derin esaslara dayandırmaktadır. İlahi sevginin en büyük alameti, kulun dünya ve nefsin arzularından yüz çevirerek mutlak olarak Hakk'a yönelmesidir.

Bu kapsamda, Allah'ın bir kulu neden çok sevdiği ve bu sevginin tezahürleri, aşağıdaki ana başlıklar altında incelenmektedir:

I. İlahi Sevginin Menşei: Kulun Gayreti ve Rızayı Kazanma Çabası

Mâneviyatta genel kabul gören bir prensibe göre, Allah’ın bir kulunu sevmesi, kulun O'nun rızasını (hoşnutluğunu) kazanmaya yönelik samimi ve sürekli çabasına bağlıdır.

  1. Rızayı Kazanmaya Odaklanma: Yüce Allah, kulu ancak "Kul rızamı kazanmak için çabalıyor" diye bildiğinde sever. Kulun kalbi, Allah'ın rızasına aykırı olan her şeyi terk etmeli. Sevginin aslı (asl-ı muhabbet), Allah'a ve Resûlüne muvafakattir (uyumdur); seven kişi, sevgilisinin rızasını her şeye tercih eder.
  2. Mahabbetin Karşılıklı Oluşu: Allah Teâlâ nezdinde, kulun Allah'ı sevmesinden daha sevimli bir hal yoktur. Hatta bazı sufilere göre, daha önce Allah kulu sevmeden kul Allah'ı sevmeye muktedir olamaz. Kulun Allah'ı sevme iddia ve çabası, İlahi sevginin tecellisine bir davettir.
  3. İsar ve Fedakârlık: Hakk'ı sevenlerin vasfı, mahabbetlerinin isar (özgecilik) ve fedakarlık esasına dayanmasıdır. Allah yolunda hiçbir şeyi esirgememek, sevginin en somut göstergesidir.
  4. Günahın Tekrarına Tövbe Etmeme: Allah'a dönmeyi ve yönelmeyi haram eden durum, bir yandan tevbe edip öbür yandan günah işlemeye devam etmektir. Bu, samimiyetsizliğin cezasıdır. Dolayısıyla, büyük sevgi, istikamet (doğruluk) üzere kalmayı ve haramlardan uzak durmayı gerektirir.

II. Mânevî Zirveler ve Kesintisiz Huzur

Allah'ın kulunu çok sevmesi, o kulun manevi makamının yüksekliği ve kalbinin sürekli İlahi Huzurda (Huzur) bulunmasıyla ölçülür.

  1. Daimi Zikir ve Müşahede: Sevgi, "daimi zikirle birlikte olan saf dostluktur". Bir kul, Allah Teâlâ'yı severim der ve onunla neşelenmezse (manevi coşku duymazsa), bu söz samimi değildir; zira seven kişi sürekli Allah'ı müşahede (gözlemleme, tefekkür) etmekle meşguldür. Müşahede, kalbi Allah’tan gayri her şeyden tahliye etmektir.
  2. Ruhun Gıdası: Ulu ve Yüce Allah'ı zikretmek, âşık kulun ruhun gıdası ve O’nu övmek de canının şarabıdır.
  3. Haramdan Uzak Kalma: Haram yiyen bir insanın yedi organı günaha girer; her kim helal yerse yedi organı taatta bulunur ve hayır işlemeye muvaffak kılınır. Helal ve temiz kazanç, Allah’ın sevdiği kulun taatını kolaylaştırır.
  4. Halka Karşı Tavır: Kulun Allah’ı hangi ölçüde sevdiğine dair bir kıstas da, halka karşı olan tavrıdır: Hak Teala ile meşgul olduğun nisbette halk senin işinle meşgul olur.

III. Sınanma (İbtila) ve Belanın Hikmeti

Allah'ın bir kulunu sevmesi, zahirde (dış görünüşte) zorluk ve sıkıntı (belâ) olarak da tezahür edebilir. Bu, kulun nefsini arındırma sürecidir.

  1. Sevgi Uğruna Belâ: Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, kullarını kendine yöneltmek için üzerlerine türlü belâlar yağdırır, çünkü O, kullarını sever. Bu belalar, kulun dünyadan uzaklaşıp Allah'a yönelmesi için bir vesiledir.
  2. Belaya Rıza Gösterme: Belaya uğradığı halde sabır edenin haline şaşılmaz; belaya uğradığı halde buna razı olanın haline taaccüb edilir. Belaya rıza göstermek, ubudiyetin (kulluğun) usûlündendir. Zira Bayezid-i Bistâmî, Allah'ın bir kulunu en alt makama atsa bile O'ndan razı olmanın, sevginin kemâl noktası olduğunu belirtmiştir.
  3. Fakrın Tercihi: Sabreden fakir, şükreden zenginden üstündür; çünkü zenginin gönlü kesede iken, fakirin gönlü Allah’la beraberdir. Dünya sevgisinden sıyrılmak (fakr), büyük sevgiye götürür.

IV. Ahlaki Olgunluk ve Nefsin Terki

İlahi sevgiye mazhar olmanın en önemli alameti, kişinin kendi nefsini (benliğini) kötü görmesi ve tevazu göstermesidir.

  1. Nefsin Zilletini Görme: Allah, bir kulunu, nefsinin zilletini kendisine göstererek aziz kıldığı kadar hiçbir şeyle aziz kılmamıştır. Kendini başkasından üstün gören ise kibirlidir. Fudayl bin İyâd’ın kendisini bir köpekten bile aşağı görmesi bu tevazuya örnektir: Eğer azaptan kurtulabilirsem ondan iyi olabilirim, aksi halde o benden iyidir.
  2. Terk ve İhlas: Sevgi, kendini tümüyle sevgiliye hibe etmek olduğu için, kulun irade ettiği her şeyi terk etmesi gerekir. Amellerini, nefsinin menfaati veya sevap elde etme arzusu için yapmaktan kaçınan ve sadece Allah için halis kılan (ihlas) kullar, İlahi sevgiye en layık olanlardır.
  3. İlmin Amel Edilmesi: İlmin neticesi Allah korkusu, zühdün neticesi rahatlık, marifetin neticesi Allah'a dönüştür. İlimden en fazla nasip alan, onunla amel edendir; en faziletli amel ise üzerine farz olandır. Farzı zayi edip dindarlık peşinde koşan uygunsuz bir iş yapmıştır.

Sûfilerin Erken Vefatına Dair Genel İzahlar

Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) ömrünün uzunluğuna ve vefatının (ölümünün) sebebine dair doğrudan bir açıklama veya kesin bir yaş bilgisi, müritlerinden Ahmed bin Mübarek tarafından kaleme alınan esas kaynağımız olan El-İbrîz’de yer almamaktadır. Ancak tasavvufi düşünce ve O’nun yüksek mânevî makamına dair yaptığı tahliller, bu tür kâmil velîlerin fiziksel varlıklarının (zât) neden uzun süre dayanamayacağına dair derin manevi bir bağlam sunmaktadır.

Debbağ Hazretlerinin mânevi hayatındaki olağanüstü yoğunluk ve eriştiği kemâl (mükemmellik) makamı, vücudun (bedenin) taşıyamayacağı kadar büyük bir nur ve baskı yaratmaktaydı.

I. Yüksek Mânevî Basıncın Zât (Beden) Üzerindeki Tesiri

Debbağ Hazretlerinin yaşadığı feth (manevi açılış) ve müşahede (kesintisiz tefekkür) hali, fiziksel bedenin (zâtın) dayanma sınırlarını zorlayan bir durumdu. Erken vefatının sebebi, mânevî yoğunluğun fiziksel varlık üzerindeki bu yüküyle ilişkilendirilebilir.

A. İsm-i Âzâm Zikrinin Ağırlığı

Daha önceki tahlillerimizde (İsm-i Âzâm konusu) detaylandırdığımız gibi, Debbağ Hazretlerinin en üstün zikri, İsm-i Âzâm ile ilişkilendirilen ve sadece zâtın (özün) gerçekleştirdiği zikirdi. Bu zikir o kadar büyük bir mânevî ağırlık taşıyordu ki:

Bu zikrin ağırlığı sebebiyle zât (insanın özü) günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç getirebilir [489 (Önceki Cevaplar)].

Bu, İlahî tecellinin (tecelli) şiddetinin, bedeni yıprattığını ve sürekli maruz kalındığında fiziksel dayanıklılığı azalttığını gösteren temel bir işarettir.

B. Kesintisiz Müşahede Hâlinin Sonsuzluğu

Debbağ Hazretleri, feth (manevi açılış) makamına eriştikten sonra, Cennet ehlinin yaşadığı bir hayat gibi kesintisiz müşahede hâline girdiğini belirtmiştir. Bu hal, Peygamberler için dünyada iken hicabın (perdenin) kalkmasıyla mümkündü.

  • Ruhun Bedenle Çelişkisi: Kulun zâtı, fani şeylere meyletme eğilimindedir (kanın ve buharın tesiriyle). Ruh ise sürekli İlahi Huzurda kalmayı arzular. Bu iki zıt kuvvetin tek bir bedende sürekli bulunması, zâtı (bedeni) hızlı bir yıpranmaya götürür.

C. Hızır (A.S.) Virdinin Hızlandırıcı Etkisi

Debbağ Hazretlerinin, Hızır Aleyhisselâm'dan aldığı "Allahümme Ya Rabbi! Bicâhi Seyyidinâ Muhammed..." duasını günde 7000 defa okuma pratiği  , mânevi ilerlemesini (sülûk) muazzam bir şekilde hızlandırmıştı. Okuma süresinin sabahtan kuşluğa, oradan da güneş doğuşuna kadar kısalması, ruhaniyetindeki kemâlin (olgunluğun) çok hızlı arttığını göstermiştir. Bu kadar hızlı ve yoğun bir manevi yükselişin, bedeni, taşıdığı manevi yük için yetersiz kılınması mümkündür.

II. Ruhun Bedenden Ayrılma Sırrı (Ecelin Tecellisi)

Debbağ Hazretlerinin ölüm (ecel) ve ruh hakkındaki görüşleri, vefatın fiziksel bir hastalıktan ziyade, ruhun İlahi Takdir gereği bedenden ayrılmasıyla gerçekleştiği fikrini destekler.

  1. Ruhun İstemeden Girişi ve Kolayca Ayrılışı: Debbağ’a göre, ruh, bedene ilk girdiğinde de istemeyerek girmiştir. Bu nedenle, ruh bir çıkış yolu bulduğunda derhal ayrılır ve bir daha dönmez. Şayet Cenâb-ı Hak, o zatın ecelini (ölüm vaktini) bu sebebe bağlamışsa, ruhun bedenden ayrılması, hastalığın başlangıcı olur ve İlahi Hüküm yerine gelir.
  2. Ölümün Tedavisi Olarak Görülmesi: Debbağ Hazretleri, insanların çoğunun ölümden kaçmanın bir ilacı olmadığını söylediğini, ancak ölümün insan için devanın tâ kendisi olduğunu belirtmiştir. Bu, fenâ (yokluk) makamına ulaşan kâmil velî için fiziksel ölümün, nihai müşahedeye (gözleme) ulaşmak için bir kurtuluş olduğu manevi bir bakış açısıdır.

III. Sûfilerin Erken Vefatına Dair Genel İzahlar

Genel tasavvufî literatürde de (Attar ve Molla Câmî’nin eserlerinde), İlahi aşkın ve müşahedenin yoğunluğunun, fenâ makamına ulaşan velîlerin (Allah dostlarının) kısa bir ömür sürmesine neden olduğu sıklıkla ima edilir.

  • Fenâ ve Istılağrak Hâli: Kendisini Hakk'ın fiillerine kaptıran (istiğrak) sûfiler, bedenî arzularından ve dünyevi bağlardan tamamen koparlar. Bu durum, fiziksel varlığa olan ilginin azalmasına ve bedenin zayıflamasına yol açar. Örneğin, Şeyh Cüneyd’in müridi Hayr en-Nessac hakkında, "En hayırlımız Hayr'dır" denmiştir, bu da onun manevi kemâlinin yüksekliğini gösterir; ancak O da tecrid (ayrılma) ve fakr (dünyadan el çekme) yolunda büyük çileler çekmiştir.

Sonuç olarak, Debbağ Hazretlerinin erken sayılabilecek bir yaşta vefatının sebebi (kaynaklarımızda kesin yaşı veya sebebi belirtilmese de), O’nun zâtının (bedeninin) İlahi Muhabbet ve Müşahede Nurunun (Işığının) dehşetini ve ağırlığını taşıyamayarak, ecelinin İlahi Takdir gereği ruhunun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşmesidir.


Kaynaklar Listesi

Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya. (Aktarılan bölümler: 53, 64). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan bölümler: 187, 228, 232, 239, 283).

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar