Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ
I. Doğum, Ailesel Kökenler ve Erken Yaşam (1679–1699)
Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1090 (Miladî
1679) yılında Fas’ta (Fez) dünyaya gelmiştir.
Ailesel ve Manevi Kökenler:
- Kendisi, Hz. Hasan (radiya'llahü anh) soyundan geldiğini
belirtmiştir (el-Hasenî).
- Aynı zamanda soyunun ve tarikat silsilesinin Hz. Ebû Bekir’e
dayandığını, dolayısıyla Sünnî ve Sıddîkī olduğunu ve onun sırlarının
vârisi bulunduğunu ifade etmiştir.
- Âlim ve tasavvufa ilgi duyan bir ailenin ikinci çocuğu olarak
doğmuştur.
- Doğumu,
bizzat Hz. Peygamber’in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) rüyadaki emirleri
üzerine gerçekleşen bir evliliğin meyvesi olarak gerçekleşmiş, büyük bir
velî olacağı doğumundan çok önce haber verilmiştir.
Erken Dönem Olayları:
- 1699 yılında annesini kaybetmiş, bunun üzerine babası ikinci
defa evlenmiştir.
- Annesini kaybettiği bu yıl, daha sonra evleneceği kadının ve
ondan doğacak iki oğlu ile kızının kendisine açık bir şekilde
gösterildiğini ve her şeyin gördüğü gibi gerçekleştiğini ifade etmiştir.
II. Manevi Gelişim ve Şeyh Arayışı (1699 – 1125 H / 1713 CE
Öncesi)
Abdülazîz ed-Debbâğ, Hızıriyye tarikatının
kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Ruhani Öğretmenler ve İlk Feyizler:
- İlk
şeyhi bizzat Hızır (A.S.) olmuştur. Ayrıca on Sıddîkī şeyhten feyz
(manevi ilham/bereket) aldığını belirtmiştir.
- Gençlik döneminde, Seyyidî el-Arabî el-Feştalî Hazretlerinin
vasiyet ettiği manevi emanetleri giymiş ve bu durum kalbine katıksız bir ubudiyette
(kullukta) bulunma aşkı ve sevgisi yerleştirmiştir.
- Bu dönemde, vilâyet (velilik) ile işaret edilen ve halkın
şeyh kabul ettiği birçok zata gitmiş, onları kendine şeyh edinmiş, bir
müddet virdlerine devam etmiştir. Ancak göğsü daralınca o zatta bir
yenilik (artıklık) göremeyip onu terk etmiş ve bu döngü şaşkınlık
içinde devam etmiştir.
İlmi ve Manevi Durumu:
- Müridi Ahmed b. Mübârek, onun hem ümmî (okur-yazar
olmayan) bir zat olduğunu sık sık tekrarlamış, hem de onun hadis, tefsir,
fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bildiğini, mükemmel bir tasavvuf kültürüne
sahip olduğunu belirtmiştir.
- Kaynaklar, onun Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc, Hakîm et-Tirmîzî,
Gazzâlî, İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız gibi büyük mutasavvıfların nübüvvet
(peygamberlik), velâyet (velilik), keşf (manevi açılım) ve varlık
hakkındaki görüşlerini okuduğunu ve bu konulara vakıf olduğunu açıkça
göstermektedir. Bu durum, onun insân-ı kâmil (yetkin insan) olarak
takdim edilme çabasıyla açıklanmıştır.
III. Dönüşüm ve Feth Dönemi (1125 H / 1713 CE)
Bu dönem, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın
hayatındaki en kritik manevi dönüm noktalarını içermektedir.
Ahmed b. Mübârek ile Tanışma:
- Ahmed b. Mübârek, onunla Receb 1125 H (1713 CE) tarihinde
tanışmıştır. O sırada Abdülazîz ed-Debbâğ 35 yaşındaydı.
- Ahmed b. Mübârek onu, eşi bulunmayan tasarruf sahibi bir
velî olarak anmıştır.
Manevi Açılım (Feth):
- Feth (manevi açılım), Seyyid Ömer b. Muhammed
el-Hevarî Hazretleri’nin vefatından üç gün sonra, Hicrî 1125 yılının Receb
ayının sekizinci günü (Perşembe) gerçekleşmiştir. (Seyyid Ömer’in vefat
tarihi kaynakta net belirtilmemiştir, ancak Feth öncesidir).
- Bu feth ile Allah’ı nefislerin hakikatiyle bilip tanımış,
O’nun hakkında ma‘rifet (derin bilgi) bulmuştur.
- Hızır’ın (A.S.) öğrettiği bir duayı okumaya başlamıştır.
Başlangıçta tamamlaması zor olan bu dua, zamanla hafiflemiş ve günler
geçtikçe kolaylaşarak en sonunda güneş doğuncaya kadar bitirilebilecek
seviyeye gelmiştir.
Abdullah el-Bernâvî ile Görüşme:
- Feth'ten sonra, daha önce Seyyid Abdullah Tâvedî
Hazretlerinin (vefatından önce) tavsiyesi üzerine Seyyid Abdullah
el-Bernâvî’yi aramaya gitmiştir.
- Onunla Cîse Kapısı yakınında tanışmış, Bernâvî onun
geleceğini bildiğini ve Faslı olduğunu öğrenmiştir.
- Abdülazîz ed-Debbâğ, Receb 1125’in kalan günlerinden
Zilhicce’nin onuncu gününe kadar (1713 CE sonları) Seyyid Abdullah Bernâvî
ile beraber bulunmuş; Bernâvî onu irşad etmiş, doğru yolda güçlendirmiş ve
gönlündeki endişeleri gidermiştir.
- Bernâvî, İbn Amir Cezâir’inde bulunduğu sırada Abdülazîz
ed-Debbâğ’ı denemek amacıyla çok güzel bir kadın suretine girerek onu
imtihan etmiştir. Abdülazîz bu denemede başarılı olmuştur.
- Seyyid Abdullah Bernâvî, 1126 H (1714 CE) yılında vefat
etmiştir.
- Bernâvî’nin vefatından sonra, Abdülazîz ed-Debbâğ onun
yanındaki esrar (sırlar) vârisi olmuş ve Bernâvî ile rûhen
görüşmeye (mülakat) ve konuşmaya devam etmiştir, hatta onunla
birlikte oturup gezdiğini, çok az zaman ayrıldığını belirtmiştir.
IV. Velâyet ve Gavsiyet Makamları (1127–1132 H / 1715–1720
CE)
Bu dönemde Abdülazîz ed-Debbâğ, kemal
mertebesine ulaşmış ve devrinin gavsı olarak kabul edilmiştir.
Mansur b. Ahmed ile Sohbet:
- Abdülazîz ed-Debbâğ, kutubluk derecesine yükselen
Mansur b. Ahmed ile Hicrî 1128 yılının başındaki (Muharrem 29, 1128 / Ocak
1716) büyük güneş tutulmasından bir ay önce tanışmıştır (yaklaşık Zilhicce
1127 H).
- Mansur b. Ahmed, dokumacılıkla meşgul olan bir zattı.
- Tanışmalarına, Mansur’un Abdülazîz’in ailesinin olup
olmadığını sorması ve ardından ona 30 mevzun (para) vermesi vesile
olmuştur.
- Mansur b. Ahmed, 1129 H (1717 CE) yılında vefat etmiştir.
- Abdülazîz ed-Debbâğ, Bernâvî’nin Mansur’dan daha büyük
olduğunu belirtmiştir.
Keramet ve Keşifler (Ahmed b.
Mübârek'in Nakilleri):
- Abdülazîz ed-Debbâğ, eşi benzeri olmayan tasarruf sahibi
bir velî olarak anılmıştır.
- Keşf yoluyla, Ahmed b. Mübârek’in yanındaki katırın
kaçmasını ve kendisine medet ummasını bilmiş, gülerek tepki vermiştir.
- Yine keşif yoluyla, Ahmed b. Mübârek’in evindeki avluda
bulunan yedi kabri bildirmiş ve atının ayakları altında yatan sâlih
(iyi, dindar) bir zatın kabrinin açığa çıkarılmasını istemiştir. Bu zatın
ruhunun serbest ve hareket halinde olduğu, diğerlerinin ise Berzah
âleminde beklediği (üçyüz yıla yakın bir zamandır vefat etmiş olmalarına
rağmen) bilgisini vermiştir.
- Mübarek’in yeni tanıştığı Şerif Ali ile yaptığı bir
konuşmanın içeriğini ve Şerif’in kendisi hakkında düşündüğü konuyu
(Abdülazîz’in keşif meselesini) daha sonra, Şerif durumu hiç
anlatmamışken, kelimesi kelimesine ona aktarmıştır.
- Daha önce Muhammed b. Ömer’in yanında serpuşları boyayan bir
görevli, Şeyh’in yersiz bir bağırmasına kızması üzerine, Abdülazîz’in
bedduası sonucu kazanın akşama kadar ısınmadığı olayına şahit olunmuştur.
Bu olayın zararı Muhammed b. Ömer’e dokununca, Abdülazîz ona duyduğu
saygıdan ötürü utanmıştır.
- Abdülazîz ed-Debbâğ’ın fetih ve keşf sahibi bir velî olduğu,
başkalarına ait sırları bilmesi gibi konularda verdiği bilgiler,
devrindeki ulema ve arifler tarafından da doğrulanmıştır.
Gavsiyet ve Zirve Makamı:
- Ahmed b. Mübârek, onun devrinin gavsı (manevi kutbu)
olduğunu defalarca tekrarlamıştır.
- Abdülazîz ed-Debbâğ, evliyanın ulaşabileceği en yüksek
makamlarda bulunduğunu ve varlık âlemindeki her şeyi müşahede ettiğini
ifade etmiştir. Onun yanında âlemin üstü ve altının bir tek yer
mesabesinde olduğu, bir an içinde her şeye yardımda bulunabildiği ve
hiçbir şeyin kendisini diğerinden alıkoymadığı belirtilmiştir.
- Ayrıca, onun Gavs olduğunu, zira yalnız Gavs'ın
bütün inen kitaplara tafsili (ayrıntılı) olarak iman etmedikçe velî
olamayacağını söylemesiyle anlaşılmıştır.
V. Vefat (1132 H / 1720 CE)
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1132
(Miladî 1720) yılında vefat etmiştir.
- Müridi
Ahmed b. Mübârek, onun henüz 41 yaşını tamamlamadan öldüğünü birkaç defa
tekrarlamasına rağmen, ölüm tarihi ve sebebinden hiç bahsetmemiştir.
(1679'da doğup 1720'de öldüğü bilgisi, onun 41 yaşını doldurmadan vefat
ettiğini teyit etmektedir.).
VI. Kayıp Detaylar ve Sonuç
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın kronolojik hayatını
incelerken, önemli bazı detayların bilinçli olarak eksik bırakıldığı
görülmektedir.
Eksik Kalan Bilgiler:
- el-İbrîz'i derleyen Ahmed b. Mübârek, şeyhinin
hayatının ana çizgileri konusunda doyurucu bilgi vermemekte, özellikle
ölüm tarihi ve sebebini zikretmemektedir. Bu durum, Abdülazîz ed-Debbâğ'ın
hayatı hakkındaki bilgilerin yalnızca onun menkıbeleri ve görüşleri üzerine
yoğunlaştığını göstermektedir.
Not: Abdülazîz ed-Debbâğ'ın
hayatında dönüm noktası olan Seyyid Abdullah Bernâvî ile Mansur b. Ahmed'den
bahsederken, Bernâvî'nin Allah'ın güzel isimlerinden yetmiş küsur ismin
nuruyla sulandığını söylemesi de onun manevi derinliğine işaret eden ilginç
bir detaydır. Yine Bernâvî ile Mansur b. Ahmed'in görüşme süreleri (Bernâvî:
yaklaşık 6 ay; Mansur: yaklaşık 12 ay) ve Bernâvî’nin vefatından sonra
Abdülazîz’in ruhaniyetine vâris olması, onun manevi silsilesinin oluşumunda
önemli bir yer tutar.
Kaynakça
DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ
(Biyografi metni). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, İlmi ve Kültürel Durumu).
(Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, Talebesi Ahmed bin Mübârek). (Aynı yer,
Abdülazîz ed-Debbâğ, Kerametleri). (Aynı yer, Abdülazîz ed-Debbâğ, Kabir
Keşfi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdülâziz Debbağ
Hazretlerinin Yavaş Yavaş Velayet Makamında Yükselmesi). Ahmed b. Mübârek.
(t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Hızır’ın Duasına Devam). Ahmed b. Mübârek.
(t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Feth'in Gerçekleşmesi). Ahmed b. Mübârek.
(t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Seyyid Abdullah Tâvedî ve Bernâvî ile
Tanışma). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdullah
el-Bernâvî'nin Faslı Oluşu). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Bernâvî ile Sohbet Süresi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Bernâvî'nin Kadın Suretine Girmesi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Denemenin Sonucu). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Bernâvî'nin Vefatı ve Rûhânî Görüşme). Ahmed b. Mübârek.
(t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed ile Mülakat). Ahmed b.
Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed'in İhsanı). Ahmed
b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Mansur b. Ahmed'in Vefat Tarihi
ve Karşılaştırma). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Ulemanın Keşfi Doğrulaması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Abdülazîz Debbağ'ın Ümmîliği). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Keşfin Doğrulanması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Şerif ile Konuşmanın Keşfi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Katırın Kaçması Olayı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf.
(Seyyid Ali'nin Naklinin Onaylanması). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kabre Tecrid Emri). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kazanın Isınmaması Olayı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Muhammed b. Ömer’in İltifatı). Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Gavsiyetin Tefsili İman ile İlişkisi). Ahmed b. Mübârek. (t.y.).
İbrîz tüm_yeni.pdf. (Abdullah el-Bernâvî'nin Nurları). Ahmed b. Mübârek.
(t.y.). İbrîz tüm_yeni.pdf. (Velinin Yüksek Makamları).
Ümmilik
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın hayatının
incelenmesinde karşılaşılan en dikkate değer hususlardan biri, zatına atfedilen
"ümmî" (okur-yazar olmama) vasfı ile sahip olduğu engin ve ihata
edici (kapsayıcı) bilgiler arasındaki derin tezat ve bu tezatın
tasavvufi bağlamdaki yorumudur.
Bu kapsamlı bilgi (ma‘rifet), Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın manevi derecesinin bir göstergesi olarak sunulmuş ve el-İbrîz
adlı eserde müridi Ahmed b. Mübârek tarafından detaylıca kaydedilmiştir.
I.
Ümmîlik Vasıflaması ve Paradoksunun Analizi
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Hicrî 1132
(Miladî 1720) yılında vefat eden Faslı büyük bir mutasavvıftır. Onun hakkında
en çarpıcı iddia, müridi Ahmed b. Mübârek tarafından dile getirilmiştir.
1.
Zahirî Ümmîlik Beyanı:
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın müridi ve onun
görüşlerini toplayan Ahmed b. Mübârek (ö. 1156/1743), şeyhinin "ümmî"
bir zat olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Bu zahiri tahsil (okul eğitimi)
eksikliği vurgulanırken, aynı zamanda onun sahip olduğu bilginin büyüklüğü ile
bu durum tezat oluşturacak şekilde yan yana zikredilmiştir.
2.
İhata Edici Bilgiye Sahip Olma İddiası:
Ümmîlik beyanına rağmen, Ahmed b. Mübârek,
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bütün âlemlere, dillere, geçmişe, içinde yaşanılan
zamana ve geleceğe ait bilmediği ve bilemeyeceği hiçbir şeyin bulunmadığını
ifade etmiştir.
Bu paradoksal durum, araştırmacılar
tarafından, Şeyh’i insân-ı kâmil (yetkin insan) olarak takdim etme
çabasıyla açıklanmaktadır. Yani, onun bilgisi beşerî öğrenme (tahsil) yoluyla
değil, doğrudan ilahi feyiz (ledünnî ilim) yoluyla gelmiştir.
3.
Bilimsel ve Kültürel Yetkinlik:
el-İbrîz’in içeriği, Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın hadis, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bildiğini,
aynı zamanda mükemmel bir tasavvuf kültürüne sahip bulunduğunu
göstermektedir. Hatta o, Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc, İbnü’l-Arabî, Gazzâlî gibi
büyük mutasavvıfların nübüvvet (peygamberlik), velâyet (velilik), keşf (manevi
açılım) ve varlık hakkındaki görüşlerini okumuş ve bu konulara vakıf olmuştur.
Bu durum, zahiri ümmîlik iddiasına rağmen,
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın manevi eğitiminin, klasik İslam ilimlerini ve tasavvuf
felsefesini içselleştirmiş olduğunu ortaya koymaktadır.
II.
Ümmî Bilgilerin Kaynağı: Keşf ve Ma‘rifet-i Kâmile
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî olduğu
varsayılan bu bilgileri elde etme yöntemi, geleneksel öğrenim süreçlerinden
tamamen farklıdır.
1.
Keşfe ve Iyana Dayalı Bilgi (Sezgi ve Görgü):
Şeyh’in hadisler, fıkıh meseleleri veya
kozmolojik sırlar hakkındaki her sözü, müridi tarafından keşf (manevi
olarak perdenin kalkması) ve ıyâna (gözle görmeye, görgüye)
dayandırılmıştır. Abdülazîz ed-Debbâğ, bu tür bâtınî (gizli, iç) bilgilerin
nasıl elde edileceği sorulduğunda, bunun bir yönteminin olmadığını, ancak
keşif yoluyla bilinebileceğini açıkça belirtmiştir.
Bu, onun bilgi edinme sürecinin;
- Gaybın Müşahedesi: Kendisine fetih (manevi açılım)
vaki olduğunda, eşyanın iç yüzünün ortaya çıktığı, bütün köyleri,
kasabaları, şehirleri ve ovaları gördüğü, denizleri ve yedi kıtayı adeta
göklerin üzerine yükselmiş de içine bakıyormuş gibi müşahede ettiği
aktarılmıştır.
- İlahi Sırların İhatası: Kaynaklarda, onun devrinin gavsı
(manevi kutbu) olduğu, zira yalnız Gavs'ın bütün inen kitaplara
tafsili (ayrıntılı) olarak iman etmedikçe velî olamayacağını
söyleyerek bu mertebedeki ihata edici bilgisini teyit ettiği
anlaşılmıştır.
2.
Istılah Bilgisi ve Keşfî Yorumlama:
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî olmasına
rağmen, ilmi tartışmalara girmesi ve karmaşık terminolojileri (ıstılahları)
kullanması dikkat çekicidir. Kendisi, hiçbir ıstılah bilmediği halde,
mananın ruhuna ve özüne inmesi sayesinde ıstılahları ortaya koyabilmekteydi.
Bu durum, onun sadece zahiri bilgileri
değil, aynı zamanda kelime ve harflerin bâtınî manalarını da keşf yoluyla
edindiğini göstermektedir. Örneğin:
- Süryanice Esrarı: Şeyh, Süryaniceyi ve ondaki harflerin esrarını
bilen kimsenin Kur’ân’ın bâtınını bilmeye yardım göreceğini ifade
etmiştir. Zira harflerin kelime haline sokulmadan önceki Süryanice
mânâları, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir ve bu esrar, ancak
keşf ile açığa çıkar. Bu, manevi bilginin dilsel ve kozmik kökenlerine
dair derin bir anlayışa işaret eder.
- Arapça Dilinin Kökeni: Kaynaklarda, küçük çocukların
ilk konuşmaya başladıklarında Süryanıceden bazı kelimeleri kullandıklarını
belirttiği aktarılır. Bu, onun dilin kökenine dair ümmî bilgisine bir
örnektir.
III.
Ümmî Bilgilerin Temelinde Yatan Manevi Makam
Abdülazîz ed-Debbâğ'ın bu engin bilgilere
erişimi, onun yüksek manevi makamından kaynaklanmaktadır.
1.
Velâyet ve Gavsiyet:
Abdülazîz ed-Debbâğ, varlık âlemindeki her
şeyi müşahede ettiğini ve âlemin üstüyle altının onun için tek bir yer
mesabesinde olduğunu ifade etmiştir. Onun bu durumu, kendisine yapılan fetih
(manevi açılım) ile açıklanmıştır.
- el-İbrîz’in yazarı, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın devrinin
**"Gavs"**ı (manevi kutbu) olduğunu defalarca vurgulamıştır.
- Daha önceki yazılarımızda kronolojik hayatını anlatırken
bahsettiğimiz gibi, onun manevi silsilesi, ilk şeyhi olan Hızır (A.S.)’dan
feyiz almasıyla başlamış ve on Sıddîkī şeyhten daha feyiz almıştır. Bu
ledünnî (doğrudan ilahi) rehberlik silsilesi, onun ümmî bilgilerinin
kaynağını oluşturur.
2.
Nefs ve Kalp Üzerindeki Hakimiyet:
Abdülazîz ed-Debbâğ’a göre kâmil bilgi,
yalnızca dışsal değil, aynı zamanda insanın yaratılışındaki mükemmeliyetle de
ilgilidir.
- İlim, aklın nuru, akıl ruhun nuru, ruh da zatın nurudur.
Abdülazîz ed-Debbâğ'ın zâtının temizlenmiş ve ruhun vasıflarıyla
vasıflanmış olması, yedi nurun toplandığı kâmil ilme ulaşmasını
sağlamıştır.
- Bu kâmil ilim sayesinde, bilinen şeylerin gözle görülebilenin
çok üstünde bir anlayışla bilindiğini ifade eder. Halkın gördüğünü gerçek
sanmasına karşın, ilimle meydana gelen şeyin hakiki, görmeyle
meydana gelen şeyin ise hayali olduğunu söyler. Bu, ümmî bilgilerin
mutlak hakikatini ortaya koyan temel bir felsefi ayrımıdır.
Netice itibarıyla, Şeyh Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın "ümmî bilgiler"i, zahiri tahsilin ötesinde, keşf, ilahi
ilham ve velâyet makamının getirdiği evrensel bir bilinç ve manevi ihata
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,,).
DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ
(Biyografi metni). (Kaynak numaraları:,).
Süryânîce
Hakkında Kapsamlı Bilgiler: Ledünnî İlimlerin (Vehbî Bilgi) Kaynağı Olarak
Dilin Mâhiyeti
Faslı büyük mutasavvıf Şeyh Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın hayatı ve menkıbeleri üzerine yapılan doktora seviyesindeki bu
incelemede, Süryânîce (Syriac language) dilinin tasavvufi düşüncede ve
özellikle Abdülazîz ed-Debbâğ’ın sahip olduğu iddia edilen ümmî (okuma yazma
bilmeyen) bilgilere erişimde oynadığı merkezi rol, kaynaklar ışığında
derinlemesine analiz edilmektedir.
Daha önceki yazılarımızda kronolojik
hayatını incelerken değindiğimiz gibi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın zahirî tahsil
(görünen eğitim) eksikliğine rağmen hadis, fıkıh ve derin tasavvufi ilimlere
vâkıf olması, onun bu bilgileri keşf ve ma’rifet yoluyla, yani
doğrudan ilahi feyiz (ledünnî ilim) ile elde ettiğini gösteren bir paradokstu.
İşte Süryânîce, bu ledünnî bilgilerin hem taşıyıcısı hem de manevi âlemdeki
iletişim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
I.
Süryânîce’nin Manevi ve Kozmik Kökeni
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, Süryânîce’nin
dünyevi dillerden farklı, özel bir kökene sahip olduğunu ifade etmektedir:
1.
Ruhların Dili ve Cennet Lisanı
Süryânîce, ruhların dili olarak nitelendirilmiştir. Kaynaklar,
Âdem Peygamber’in (aleyhisellâm) Cennet’te iken bu dili konuştuğunu ve Cennet
ehlinin dilinin Süryânîce olduğunu belirtmektedir.
Ayrıca, mele-i a‘lâ’daki (yüce
topluluk/gökler âlemi) ruhlar ve melekler de Süryânîce konuşurlar. Bu durum,
dilin yaratılış (hilkat) itibarıyla kutsal ve ilahi sırlara en yakın konumda
olduğunu göstermektedir. Âdem (A.S.), çocuklarına küçük yaşta Süryânîce’yi
öğretmiş, zamanla diğer diller türeyip Süryânîce’nin aslı değişse de, doğan
çocukların ruhunda bu dilin kalıntısı mevcuttur. Bu kalıntı, çocuk süt emme
devresinde ruhunun hükmü galebe çaldığı için küçük yaşta çocukların Süryanice
heceleri telaffuz etmelerine sebep olabilir.
2.
Diğer Dillere Sirayeti
Süryânîce’nin bütün dillere sirayet
ettiği (yayıldığı), tıpkı suyun ağacın her tarafına sirayet etmesi gibi
olduğu belirtilir. Süryânîce’den
ilk türetilen dil ise Hindçe’dir ve bu dilin Süryânîce’ye en yakın olanı
olduğu ifade edilmektedir.
II.
Dilin Yapısal Özellikleri ve Gizli İlimlerle İlişkisi
Süryânîce’nin en önemli özelliği, dildeki
lâfız ve hecelerin mânâları yoğun bir şekilde taşımasıdır.
1.
Az Kelimeyle Çok Mânâ İfadesi (Esrarın Yoğunluğu)
Süryânîce’nin en belirgin özelliği, az
kelimeyle çok mânâ anlatmak (ihata etmek) olarak kaydedilmiştir. Bu dil,
kelimelerden değil, hece harflerinden meydana gelmektedir. Diğer
dillerde ise durum tam tersidir; onlar Süryânîce’ye nisbetle çok kelimeyle
ifade edilir.
- Harf Bazlı Mânâ: Her bir hece (harf) ayrı bir mânâ
ifade eder, ve bu hece ikinci bir heceyle birleştiğinde daha geniş bir
mânâ ortaya çıkar. Bu durum, Abdülazîz ed-Debbâğ tarafından Arapça’daki
bir kelimenin mânasının bazen Süryânîce’deki yalnızca tek bir hece veya
harf ile ifade edilebileceği örnekleriyle açıklanmıştır. Örneğin, Arapça’da ‘sur,
duvar’ anlamına gelen Hâit kelimesinin mânasının Süryânîce’de
sadece baştaki Hâ hecesiyle ifade edilmesi bu duruma örnek teşkil eder.
- Gizlenen İlim: Bu dilde büyük bir ilim yatmaktadır,
ancak Cenâb-ı Hak bu ilmi insanlara rahmet olsun diye gizlemiş
(perde ardında tutmuştur). Bunun hikmeti, insanların kendi zatlarında
bulunan karanlıkla (cehaletle) birlikte bu ilmi bilip helâke
gitmemeleridir.
2.
Kâmil Bilgiye Ulaşma Yolu
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ümmî bilgileri
(önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi) doğrudan keşfe dayanıyordu. Bu
bağlamda, Süryânîce’nin sırlarını bilmek, manevi bilgiye kapı açar:
- Kur’ân’ın Bâtını: Şeyh, Süryânîceyi ve ondaki harflerin esrarını
bilen kimsenin Kur'ân'ın bâtınını (iç yüzünü) bilmeye yardım göreceğini
ifade etmiştir. Zira kelimeler harf haline sokulmadan önce Süryanicede
taşıdığı mânâlar, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir.
- Evrensel Bilgi: Bu dil, ruhlar âleminde, dünyada ve
âhirette, göklerde, yerde ve hatta Arş’taki makamlarda olanları bilmeye
yardım sağlar.
III.
Süryânîce’nin Manevi İletişimdeki Kullanımı
Süryânîce, yüksek manevi makamda bulunan
varlıkların ve kulların iletişim kurduğu bir dil olarak Divan-ı Evliya’da ve
farklı manevi âlemlerde kullanılmaktadır.
1.
Divan Ehli ve Melekler
Velîlerin oluşturduğu ve manevi âlemi idare eden Divan ehli,
aralarındaki iletişimde Süryânîce kullanırlar, çünkü bu dil az kelimeyle çok
mânâ ifade eder. Ruhlar ve melekler Arapça konuşmazlar. Ancak Divan
toplantılarında, Hz. Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazır
bulunduğunda, O'na saygı göstermek amacıyla Arapça konuşulduğu belirtilmiştir.
2.
Vefat Anında Kullanımı
Abdülazîz ed-Debbâğ, ölüm meleğinin (sual
meleklerinin) de Süryânîce konuştuğunu ve sorularını bu dilde sorduğunu
belirtir. Bu sorulara beden değil, yine Süryânîce konuşan ruh cevap verir. Ruh,
zat perdesi (bedenî kısıtlamalar) kalkınca ilk haline döndüğü için Süryânîce
cevap vermekte zorlanmaz.
3.
Keşf Ehli ve Fetih Makamı
Süryânîce, ancak büyük keşif sahipleri
tarafından konuşulabilir.
- Tahsil Gereksinimi: Kendisine büyük fetih
(manevi açılım) yapılan bir velînin bu dili konuşması için haricî bir
tahsil ve öğretime ihtiyacı yoktur. Çünkü bu durumda hüküm ruha mahsustur.
- Örnekler: Seyyid Mansur ve Seyyid Abdullah Bernâvî
Hazretlerinin Süryânîce konuştuğu, Bernâvî'nin bu dili Mansur'dan daha
güzel konuştuğu rivayet edilir.
IV.
Süryânîce’nin İdrâk Edilmesi ve Öğrenilmesi
Bu dilin sırlarına vakıf olmak, yalnızca
ilahi feyze nail olanlara müyesser olurken, bu manevi duruma ulaşmanın yolları
da belirtilmiştir.
- Edinim Yolu: Süryânîce’yi öğrenmenin yolu, Divan
ehliyle sık sık buluşmak ve onlarla sohbet etmektir.
- Cehalet ve Kayıp: İnsanoğlunun cehaleti, harflerin
(hecelerin) manalarının alınmasına ve lüzumsuz yere bir araya getirilerek
kelime yapılmasına sebep olmuştur. Bu durum, harflerin esrarını
kaybettirmiş ve büyük bir ilimden mahrum bırakmıştır.
Süryânîce, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın irfan
yolunda sahip olduğu vehbî (doğuştan veya ilahi lütufla verilen)
bilginin kaynağı ve ispatı olarak, onun devrinin gavsı (manevi kutbu)
olduğunu gösteren delillerden biri olarak kabul edilmiştir.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları: 448, 449, 450, 451, 452, 453, 454, 455,
456, 457, 458, 462, 493).
DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ
(Biyografi metni). (Kaynak numaraları: 1).
Müridin
En Büyük Günahı: Şeyhi Hatırlamamak
Abdülazîz b. Mes‘ûd b. Ahmed ed-Debbâğ
el-Hasenî el-Bekrî’nin (ö. 1132/1720) tasavvufî öğretileri ve müridlik (disiplin)
yoluna dair getirdiği esaslar, müridi ve vefatından sonra onun manevi mirasını
derleyen Ahmed b. Mübârek’in (el-İbrîz) eserinde mütemadiyen
vurgulanmıştır. Bu bağlamda, Debbâğ Hazretleri, mürid için en tehlikeli ve en
büyük manevi kusurun ne olduğunu açıkça tarif etmiştir.
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ'a göre, mürid
(talip) için bütün büyük günahlar arasında en vahimi ve en yıkıcısı, şeyhini
sürekli olarak hatırda tutma yükümlülüğünü ihlal etmesidir.
Bu husus, eserde iki farklı yerde kesin
bir ifadeyle dile getirilmiştir:
- Mürid
için büyük günahların en büyüğü, bir saat, hatta bir an için şeyhini
hatırlamamasıdır. Şeyhin bu ikazı, müridin dinî ve dünyevî hayatına
zarar verecek en ciddi musibet olarak gösterilmiştir.
Bu tanım, mürid ile şeyh arasındaki
ilişkinin, sadece zahirî bir intisap (bağlanma) olmaktan öte, daimî ve
kesintisiz bir manevi irtibat (rabıta) gerektirdiğini gözler önüne
sermektedir.
Günahın
Mahiyeti ve Manevi Bağlamı
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu tespiti,
tasavvuf yolundaki bağlılığın yalnızca şeklî olamayacağını, bilakis gönülde
süregelen bir hâl olması gerektiğini vurgular.
1.
İtaat ve İtimadın Önceliği (Şeyh-Mürid İlişkisi):
Şeyh-mürid münasebetlerinde, şeyh
gereklilik ve merkezî bir konum taşır. Müridin sevgisinden çok, şeyhin
sevgisi önemlidir; zira kulun sevgisinden ziyade Allah’ın kulu sevmesi
mühimdir.
Müridin bu manevi itimadı, Resûlullah devrinde bulunmuş olsaydı ona
nasıl itaat etmesi ve bağlanması gerekecek idiyse, şeyhine de öyle itaat ve
itimat etmesi gerektiği prensibi üzerinden açıklanır. Şeyhi bir an
bile hatırlamamak, bu yüksek itaat ve güven bağını zedeleyen, dolayısıyla
manevi yolu kesintiye uğratan en büyük felakettir.
2.
Rabıtanın (Manevi Bağlantı) Kesintiye Uğraması:
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın yaşadığı feth
(manevi açılım) ve ulaştığı gavsiyet makamı (daha önceki yazılarımızda
kronolojik hayatı anlatılırken detaylandırılmıştı), onun müritlerinden yüksek
derecede bir teslimiyet ve sürekli bir manevi huzurda bulunma beklentisini
beraberinde getirir. Şeyh, müritlerinden birine: "Bu düşünceleri kalbinden
çıkarıp at, benim yanımdaki makam ve yerine dikkatle bak..."
diyerek sürekli bir manevi gözlem ve tefekkür hâlinde olmayı salık vermiştir.
Şeyhin unutulması, müridin nefs-i
emmârenin [nefsin kötü arzularının] eline düşmesine ve nefsani vesveselere açık
hale gelmesine yol açar. Bu, manevi ilerleyişi durduran temel kusurdur.
Diğer
Manevi Kusurlar
En büyük günah, şeyhi bir an bile
hatırlamamak olsa da, kaynaklar tasavvuf yolunda kaçınılması gereken başka
önemli manevi kusurları da belirtmektedir:
- Riyâ (Gösteriş): Nafile ibadetlerin gösteriş niyetiyle
yapılması, çok ibadetle övünülmek için zaman harcanması durumunda azaba
uğranılacaktır; zira riyâ günâhın tâ kendisidir.
- İllet Gütmek: Amel işlenirken sevap ve mükafat
beklemek (yaklaşmak kasdı) dahi bir illet (kusur) sayılır; çünkü
amel, sırf Allah rızası yerine, o maksat ve gaye uğrunda sahibinden çıkmış
bulunur.
- Müridin Haddi Aşması: Sadık bir müridin dahi, şeyhinin
yaptığı bazı şeylere kızıp ona öfkeli bir tavırla bakması edebe
aykırıdır. Bu tür bir edep ihlali, şeyhe gazapla nazar etmekten sakınma
gerekliliğini ortaya koyar.
Sonuç olarak, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ
öğretisinde, müridin en büyük günahı, huzuru bozacak bir fâsıklık (günah
işleme) değil, kalpteki sürekli irtibatı koparacak manevi bir gaflet
olarak tanımlanmıştır.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,).
DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ
(Biyografi metni). (Kaynak numaraları:).
Velâyet
(Velilik) Makamına Erişimin Şartları ve İnen Kitaplara İman
Mürşid-i kâmil Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın
tasavvuf hiyerarşisi ve manevi makamlar hakkındaki açıklamaları, Velâyet
(velilik) derecesine ulaşmak için gereken imanın sınırlarını net bir şekilde
ortaya koymaktadır. Bu husus, özellikle onun gavsiyet (manevi kutupluk)
makamının gereklilikleri bağlamında ele alınmıştır.
I.
Gavsiyet Makamı İçin Gerekli İman Şartı
Daha önceki yazılarımızda kronolojik
hayatını kapsamlı şekilde incelerken belirttiğimiz üzere, Şeyh Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın devrinin gavsı (manevi kutbu) olduğu, müridi Ahmed b.
Mübârek tarafından defaatle vurgulanmıştır. Bu en yüksek manevi dereceye
erişimin, sıradan bir imandan çok daha derin ve kuşatıcı bir bilgi seviyesi
gerektirdiği ifade edilmiştir:
1.
İman Edilmesi Gereken Kitaplar:
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’a göre, bir velînin Gavs olabilmesi
için iman etmesi gereken kitaplar, "bütün inen kitaplardır".
Bu ifade, Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra, Tevrat, İncil, Zebur ve diğer tüm semavî
kitapları kapsayan, tam bir Kütüb-i İlâhîyye (İlahi Kitaplar) külliyatına (collection)
işaret etmektedir.
2.
İmanın Niteliği (Tafsîlî İman):
Bu yüksek makam için gereken iman, sadece
genel ve toplu bir tasdik (icmali iman) değildir. Aksine, tafsîlî
(ayrıntılı) bir iman olmalıdır. Normal bir Müslüman için icmalî iman kâfi
gelirken, Gavs makamındaki bir zatın, bütün bu kitapların içeriğine dair
derin ve ayrıntılı bir bilgiye ve tasdike sahip olması şart koşulmuştur.
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ bu durumu şöyle
ifade etmiştir:
"Hiç bir velî bütün bu kitaplara imân etmedikçe velî olamaz, bu
imân da icmali değil tafsili olmalıdır."
3. Bu Şartın Yalnızca Gavs’a Ait
Olması:
Bu tafsîlî imana sahip olma şartı, bütün
velîlere değil, yalnızca o dönemin en yüksek manevi otoritesi olan
**"Gavs"**a mahsustur. Ahmed b. Mübârek bu bilgiyi bizzat şeyhine
sormuş ve şu cevabı almıştır:
"Hayır, bir tek velî için
böyledir, o da Gavs'dir."
Ahmed b. Mübârek, bu kriteri öğrendikten
sonra, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın sahip olduğu ihâtalı ilim (kapsayıcı
bilgi) ve derin manevi keşiflerinin de onun Gavs olduğunu teyit ettiğini
anlamıştır.
II.
Genel Velâyet ve Bilgi İlişkisi
Gavs olmayan velîler için kitaplara
iman şartının niteliği, kaynaklarda tafsili olarak açıklanmasa da, Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın genel tasavvufî öğretileri ışığında, müridin şeyhine itaat ve
itimadı ve keşf yoluyla elde edilen ledünnî (ilahi kaynaklı)
bilginin önemi vurgulanmıştır.
- Marifet ve İlim: Velâyet makamına erişim, beşerî
tahsil (dünyevi öğrenim) yoluyla değil, doğrudan manevi açılımlar (feth)
ve ma‘rifet-i kâmile (yetkin/olgun bilgi) yoluyla olur. Bu durum,
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın kendi hayatında, Süryânîce’nin esrarını bilmek gibi
harici öğrenimle elde edilemeyecek bilgilere sahip olmasıyla da
ilişkilendirilmiştir (Bu konuya önceki Ümmi Bilgiler ve Süryanice
başlıklarında değinilmişti).
Sonuç olarak, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın
silsilesinde, Velâyet’in en üst zirvesi olan Gavsiyet makamına
ulaşmak için, bütün indirilmiş İlahi Kitaplara toplu değil, detaylı (tafsîlî)
bir iman şartı aranmaktadır. Bu, manevi otoritenin, zahirî ve bâtınî
(görünen ve gizli) ilimleri en üst düzeyde ihata etmesi gerektiğini gösteren,
tasavvufi bir ölçüttür.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf.. DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ (Biyografi metni)..
Cennet'ten
Daha Üstün Olan Nimetin Kaynağı
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın tasavvufî
öğretileri bağlamında ele alınan ve manevi mertebelerin zirvesini işaret eden
bir konuyu, yani Cennet’e girmekten daha güzel olan manevi hazzın ne
olduğunu, kaynaklarımız ışığında tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde
analiz edeceğiz.
Konu, Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ’ın müridi
Seyyid Ahmed b. Mübârek’in derlediği el-İbrîz adlı eserde, iki büyük
mutasavvıf arasındaki dikkat çekici bir sohbet esnasında açığa çıkmıştır.
I.
Cennet'ten Daha Üstün Olan Nimetin Kaynağı
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, manevi
yolculuğunda önemli bir rehber olan Şeyh Abdullah Bernavî Hazretleri ile
aralarında geçen bir diyaloğu nakletmiştir. Bu diyalog, velâyet makamlarının
nihai gayesini ortaya koymaktadır:
Bernavî Hazretleri, Abdülazîz ed-Debbâğ’a
şöyle sormuştur:
"Dünyada Cennete girmekten daha güzel
bir şeyin olduğunu biliyor musun? Ve bir şeyin de cehenneme girmekten daha kötü
olduğundan haberin var mı?".
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu soruya verdiği
cevap, tasavvuf ehlinin ulaştığı müşahede (manevi görgü) makamının ne
denli ulvi (yüce) olduğunu göstermektedir:
"Efendim, cennete girmekten daha iyi, daha aziz (değerli)
olan şey, varlık âleminin efendisi Muhammed’i (salla'llâhu aleyhi ve sellem)
görmektir, bu da uyanıklık hâlinde müşahede edilenidir.".
Bu yanıt, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın manevi
hiyerarşisinde, Cennet’in dahi Resûl-i Ekrem’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) huzuruna ulaşmanın vesilesi olduğu,
dolayısıyla nihai manevi lezzetin bizzat Peygamber Efendimiz’i uyanıkken
görmekte olduğu fikrini temellendirir.
II.
Uyanıklık Hâlinde Müşahedenin (Sahv) Tasavvufi Önemi
Bu tespitteki kilit nokta, müşahedenin rüya
veya gaybet (manevi kendinden geçme hâli) durumunda değil, uyanıklık
hâlinde (sahv) gerçekleşmesidir.
- Zirvedeki İkram: Resûlullah’ı uyanıkken görmek,
bilindiği üzere sadece Sahâbe-i Kiram’a nasip olmuş bir şereftir.
Bu nedenle, tasavvuf yolundaki bir kişinin, manevi yükselişi neticesinde,
fiziksel dünyanın sınırlamaları içinde dahi olsa bu mertebeye
erişebilmesi, ulaşılabilecek en büyük manevi ikram olarak kabul edilir. Bu
makam, sadece tefekkür (derin düşünme) veya kalbî (kalbe ait)
bilgi (ma’rifet) ile sınırlı kalmayıp, gözle görme (ıyân)
derecesinde bir kesinliği ifade eder.
- Ma‘rifet-i Kâmile ile İlişkisi: Daha önceki
yazılarımızda kronolojik hayatını incelerken belirttiğimiz gibi, Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın ümmi (okur-yazar olmayan) bir zat olmasına rağmen keşf
yoluyla ihata edici (kapsayıcı) bilgilere sahip olması, onun
sıradan bir öğrenimden değil, doğrudan ilahi feyizden beslendiğini
göstermektedir. Bu ledünnî (ilahi kaynaklı) bilginin doruk noktası, varlık
âleminin en mukaddes (kutsal) varlığı olan Hz. Peygamber’i (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) algılama
yeteneğidir.
- Huzurun Kaynağı: Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu cevabı,
tasavvufun temelindeki Fenâ fi’r-Resûl (Resulullah'ta yok olma) ve Fenâ
fi’t-Tevhid (Tevhid'de yok olma) makamlarına ulaşan kişinin, artık
Cennet’i nefsi için bir ödül olarak talep etmekten vazgeçtiğini gösterir.
Zira rıza makamına erenler, cennetin cazibesini dahi aşmıştır.
III.
Karşıt Kavram: Cehennemden Daha Kötü Olan
Bernavî’nin sorusunun ikinci kısmı, bu
manevi güzelliğin zıttını işaret eder: "Ve bir şeyin de cehenneme
girmekten daha kötü olduğundan haberin var mı?".
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, bu sorunun
cevabını açıkça ifade ettiğini belirtmemiş olsa da, bu sorunun sorulmuş olması,
manevi tehlikelerin cehennem azabından daha şiddetli olabilecek hâlleri
içerdiğine işaret eder. Tasavvufî perspektifte, cehennemden daha kötü olan şey,
genellikle ilahi gazaba uğramak, ma’rifet ve feyzden mahrum kalmak
veya imanı kaybetmektir.
Nitekim Abdülazîz ed-Debbâğ, müridin en büyük günahının dahi, şeyhini
bir an bile hatırlamamak olduğunu (yani manevi irtibatı kaybetmek)
belirtmiştir. Bu manevi irtibatın kaybı, kurtuluş ümidini zedeleyen
nihai felakettir. Ayrıca, önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi, manevi
sırlara erişmekte acele eden bir müridin tenassur etme (Hristiyanlaşma)
tehlikesiyle karşılaşması, manevi yoldan sapmanın fiziki azaptan daha büyük bir
kayıp olduğunu göstermektedir.
IV.
Sonuç
Netice itibarıyla, Şeyh Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın öğretisine göre, Cennet'in sunduğu ebedî (sonsuz)
nimetlerin ötesinde, manevi varoluşun en yüksek payesi, "uyanıklık
hâlinde Varlık Âleminin Efendisi Hz. Muhammed'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem)
müşahede etmek" tir. Bu, zâhirî (görünen) tahsil ile değil, ancak
ilahi lütuf, fetih ve kâmil bir manevi makam ile erişilebilen vehbî
(doğuştan/ihsan edilen) bir nimettir.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,). DİA. (t.y.). ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ
(Biyografi metni). (Kaynak numaraları:).
Süryânîce’nin
Yapısal Mahiyeti ve Harf Felsefesi
Abdülazîz ed-Debbâğ’ın (ö. 1132/1720)
manevi otoritesini ve ledünnî (doğrudan ilahi) bilgisini (vehbî ma‘rifet)
incelediğimiz önceki yazılarımızda da detaylandırdığımız üzere, onun ümmî
(okur-yazar olmayan) vasfına rağmen sahip olduğu engin bilginin kaynağı, Süryânîce
dilinin esrarına vakıf olmasıyla yakından ilişkilidir.
Şeyh Abdülazîz ed-Debbâğ, bu kadim (çok
eski) dili, yalnızca manevi âlemin dili olarak değil, aynı zamanda harflerin ve
kelimelerin ardındaki kozmik ve ilahi mânâları içeren, bilginin temel kaynağı
olarak görmüştür. Aşağıda, kaynaklar ışığında Süryânîce ile ilgili kelimeler,
harfler ve bu harflerin taşıdığı manevi sırlarla ilgili kapsamlı örnekler
sunulmuştur.
I.
Süryânîce’nin Yapısal Mahiyeti ve Harf Felsefesi
Şeyh Debbâğ’ın öğretisine göre Süryânîce,
diğer dillerden yapısal olarak köklü bir farklılık arz eder. Bu fark, dilin
doğrudan manevi âlemle olan bağlantısından kaynaklanır:
1.
Kelime Değil, Hece Harfleri (Syllabic Letters)
Süryânîce, kelimelerden değil, hece
harflerinden meydana gelir. Bu, dilin temel birimidir ve dildeki esrarın
(sırların) yoğunlaşmasına yol açar. Diğer diller ise Süryânîce’ye nisbetle çok
kelimeyle ifade edilmek zorundadır.
2.
Az Kelimeyle Çok Mânâ İfadesi
Süryânîce’nin temel özelliği, az
kelimeyle çok mânâ anlatmak (ihata etmek) olarak belirtilmiştir. Bu
özellik, onu Ruhlar âleminin, Meleklerin ve Divan ehlinin (manevi meclis)
konuştuğu dil yapmaktadır.
3.
Harflerin Gizli İlimleri (Esrâr-ı Hurûf)
Abdülazîz ed-Debbâğ, hece harflerinin (syllabic
letters) her birinin ayrı bir mânâ ifade ettiğini, bu hecelerin
birleşimiyle daha geniş mânâların ortaya çıktığını belirtir. Cenâb-ı Hak, bu
dildeki büyük ilmi, insanların kendi cehaletleri (karanlık) ile birlikte
bu hikmeti bilip helâke gitmemeleri için gizlemiştir.
- Harflerin kelime haline sokulmadan önce Süryanicede taşıdığı
mânâlar, kelimenin nihai mânasına eşdeğer bulunabilir.
- Şeyh’in ifadesiyle, Süryânîceyi ve ondaki harflerin
esrarını bilen kimse Kur'ân'ın bâtınını bilmeye yardım görmüş olur.
II.
Süryânîce Mânâ Örnekleri (Az Lafızla Çok Mânâ)
Şeyh, Süryânîce’nin az lafızla nasıl tam
mânâyı taşıdığına dair çarpıcı örnekler vermiştir. Bu örnekler, Arapça
kelimelerin uzun manalarının, Süryânîce’deki yalnızca tek bir harf veya heceyle
ifade edilebileceğini gösterir:
|
Arapça Kelime (Lâfız) |
Anlamı |
Süryânîce’de Mânâyı Taşıyan Kısım |
Açıklama |
Kaynak |
|
Hâit |
Sur, ihata duvarı (çevreleyen duvar) |
Baştaki Hâ hecesi |
Bu hece tek başına Arapçadaki mânânın
tamamına delalet eder. |
|
|
Mâ |
Su (bilinen unsur) |
Sondaki Hemze |
Bu harf, Arapçadaki su mânâsına
delalet eder. |
|
|
Semâ |
Gök, Boşluk |
Baştaki Sin harfi |
Bu harf, Arapçadaki gök mânâsının
tamamına delalet eder. |
Bu durum, Arapça kelimenin asıl mânâyı tek
bir harfin ifade ettiğini, geriye kalan harflerin ise lüzumsuz konulduğunu
gösterir.
1.
Özel İsimlerdeki Süryânîce Esrâr
Süryânîce’deki harf felsefesinin bir başka
örneği, özel isimler üzerinde gösterilmiştir. Örneğin Ahmed isminde
Arapçada sadece özel isme delalet edilirken, Süryânîce’de her harf ayrı bir
mânâ taşır:
- Meftun olan hemze: Ayrı bir mânâ.
- Sakin olan Hâ harfi: Başka bir mânâ.
- Meftuh olan Mim: Ayrı bir mânâ.
- Dal harfi (ötre ya da meftuh okunursa): Farklı
mânâlara delalet eder.
2.
Süryânîce’de Temel Dini Kavramlar
Şeyh Debbâğ ve onunla aynı yolda olan
arifler, bazı dini ve tasavvufi kavramların kökenini Süryânîce’ye
dayandırmıştır:
|
Kelime |
Köken/Anlam |
Süryânîce Açıklama |
Kaynak |
|
Adn (Cennet-i Adn) |
Cennet |
İbn Abbas’tan (R.A.) rivayetle Kâ‘b
el-Ahbâr’dan sorulduğunda, Cennet kelimesinin Süryanicede "bağlar
ve üzümler" anlamına geldiği belirtilmiştir. |
|
|
Esfâr (Kitaplar) |
Kitap |
Vâsıtî, bu kelimenin Süryanicede "kitaplar"
anlamına geldiğini belirtmiştir. Şeyh’e göre bu kelime aynı zamanda beşerin
güç yetiremeyeceği güzel şeylere delalet eder. |
|
|
Rabbaniyyûn |
Âlimler / Rabbe Kulluk Edenler |
Süryanice üç kelimeden türemiştir: Rebba
- Niy - Yûn. (Bununla çok hayır, yakınlık ve şimşek/nur gibi geçici
olmayan bir hal üzere kalmama kastedilir). |
|
|
Saak |
Ciddi (Şakanın Zıddı) |
Süryanicede ciddi anlamına gelir
ve bu anlamda Arapça ile benzerlik gösterdiği belirtilmiştir. |
|
|
Şehr |
Su |
Bazı lügatçiler bu kelimenin Süryanice
dilde su anlamına geldiğini belirtmiştir. |
III.
Süryânîce Bilgisinin Elde Edilmesi ve Manevi Önemi
Daha önceki yazılarımızda kronolojik
hayatını anlatırken belirttiğimiz gibi, Abdülazîz ed-Debbâğ’ın bu bilgiyi ümmî
(okuma yazma bilmeyen) olmasına rağmen tahsil (öğrenim) yoluyla değil, keşf
ve ıyân (manevi görgü) yoluyla elde ettiği kesinlikle vurgulanmıştır.
1.
Öğrenme Yolu: Divan Ehli ile Sohbet
Süryânîce’yi öğrenmenin tek yolu, Divan
ehliyle (velîlerin meclisi) sık sık buluşmak ve onlarla oturup sohbet etmekten
geçer. Zira Divan ehli, az kelimeyle çok mânâ ifade ettiği için sadece
Süryânîce konuşurlar.
2.
Ruhsal Cevap ve Kabir Suâli
Şeyh’in Süryânîce hakkındaki ilginç
bilgilerinden biri de Kabir suâli (sual meleklerinin sorgusu)
hakkındadır. Sual melekleri (Münker ve Nekir) Süryânîce konuşur ve bu suallere
beden değil, yine Süryânîce konuşan ruh cevap verir. Ruh, zat
perdesinden (bedensel kısıtlamalar) sıyrılınca ilk haline döndüğü için bu
dili konuşmakta zorlanmaz.
3.
Kur’ân’ın Bâtınına Yardımcı Olması
Süryânîce’deki harflerin ve mânâların
esrarını bilmek, Kur'ân-ı Azîz’in işaret edilen mânâlarının bir sınırı
olmadığını anlamaya yardımcı olur. Bu bilgi, Kur’ân’daki "Biz o
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" ayetinin mânâsının derinlemesine
idrak edilmesine katkı sağlar.
Bu kapsamlı dil bilgisi, Abdülazîz
ed-Debbâğ’ın salt bir âlimden öte, devrinin Gavsı (manevi kutbu)
olduğunu gösteren temel delillerden biri olarak kabul edilmiştir.
Kaynakça
Ahmed b. Mübârek. (t.y.). İbrîz
tüm_yeni.pdf. (Kaynak numaraları:,,,,,,,,,,,,,,,).
Cinler,
Sihir ve Büyü Meselelerine Dair Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin Yaklaşımı
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
(Allah ondan razı olsun) mânevi ilimlerdeki derin tahkiki ve keşf ehli olarak
elde ettiği bilgiler, cinler, sihir ve olağanüstü olaylar (harikulâde
hâdiseler) gibi konulara Şeriat ve Hakikat perspektifinden eşsiz bir bakış
açısı sunmaktadır. Debbağ Hazretleri, bu tür varlıkların ve olayların
mevcudiyetini kabul etmekle birlikte, bunların hakikatini ve insan üzerindeki
etkilerini tasavvufî terimlerle açıklamıştır.
1.
Cinler, Şeytanlar ve Yaratılışın Çeşitliliği
Debbağ Hazretleri, varlık âleminin bilinen insan ve cin kategorileriyle
sınırlı olmadığını, Allah’ın yarattığı âlemlerin sayısız olduğunu
vurgulamıştır. Kendisine yöneltilen, karşılaştığı kişilerin cin mi yoksa
insan mı olduğu sorusuna, bunların "ne cinlerden, ne de insanlardandır. Allah’ın yarattığı öyle
âlemler var ki sayısı bilinmez" cevabını vermiştir. Bu ifade, O'nun
keşiflerinin, geleneksel kozmolojik sınırların ötesine uzandığını
göstermektedir.
Şeytanların ve cinlerin insan hayatındaki
etkileri konusunda Debbağ, mânevi bir mücadele alanından bahseder:
- Şeytanın Yaratılışı ve Etkisi: Debbağ'a göre, insanoğlunun aklının ötesinde,
ruhun eylemleri sonucunda ortaya çıkan varlıklar dahi mevcuttur.
Örneğin, bir kişinin gördüğü "simsiyah şeyin" mahiyetini soran
Ahmed bin Mübarek'e, bunun ruhunun fiilinden (eyleminden) kaynaklanan bir
suret olduğunu, hatta ruhun o sureti icat etmede (yoktan var etmede) zâta
yardımcı olduğunu, kişinin ondan korksa bile bu icadın durmadığını
belirtmiştir. Bu, nefsin ve ruhun, zahirî (dışsal) âlemde suret (biçim)
yaratma kudretine işaret eder.
- Aldatıcı Olaylar (İstidrac): Debbağ Hazretleri,
özellikle bâtıl (hakikate aykırı) yolda olanların sergilediği veya
deneyimlediği harikulâde hâdiselerin (olağanüstü olayların) kaynağını
şeytanî müdahaleye bağlamıştır. Yahudi bir adamın yaşadığı olağanüstü
hallerin, dinlerini ve ibadetlerini haklı göstermek için kullandığı
hâdiseler olduğunu belirterek, bunların "Şeytanlardır ki onlarla oynuyor"
ifadesiyle, şeytanın bir aldatmacası (istidrac) olduğunu beyan etmiştir.
Bu durum, dinî açıdan masum görünen olayların bile hakikat ehli olmayanlar
için yanıltıcı olabileceğini düşündüren ilginç bir konudur.
- Manevi Savaş: Veli kulların (Allah dostlarının)
kâfirleri yok etme tasarrufuna dair bir meselede, Debbağ, bunun nurun
askerleri ile karanlığın (zulmetin) askerleri arasındaki şiddetli bir
savaş olduğunu söylemiştir. Kâfir bir şahsın zatını velinin nurunun
düşünebileceğini ve onu ortadan kaldırabileceğini ifade eder ki, bu
durumun şeytanların tasavvuruna (hayal etmesine, bedende tasarruf
etmesine) açık olan köpek gibi hayvanlar üzerinden dahi gerçekleşebileceği
anlaşılmaktadır.
2.
Sihir ve Büyünün Hakikati (Bâtılın Zuhuru)
Kaynaklarda geçen genel bir sufi görüşüne
göre, sihir (magic) veya büyü (sorcery), sözlük anlamıyla bâtılı (yanlışı) hak
suretinde göstermeye denir. Sihir, haram olmakla birlikte, hakikat ehli (ehl-i
tahkik) nazarında sâbit (gerçekleşmiş) ve vâki (meydana gelmiş) bir durumdur.
Ancak öğrenilmesi, zararını defetme maslahatı ve Hakk’ın hikmetlerine (ilahî
sırlar ve amaçlar) vâkıf olmak için caiz görülmüştür.
Debbağ Hazretleri, bir velinin keşfi
yoluyla başka suretlere girip tasarrufta bulunabilmesi (tecessüm etmesi, yani
bedenlenmesi) gibi durumları açıklamıştır. Bu, sihir olmamakla birlikte,
olağanüstü durumların nasıl gerçekleştiğini gösterir:
- Suret Değiştirme ve Ruhun Hükmü: Bir velinin başka bir
surete (örneğin hayvan veya cansız varlık suretine) girerek tasarruf
yapabileceği görüşü dikkat çekicidir. Veli'nin ruhu, hayvanların
ruhları gibi zâtları (kendilikleri) üzerine hükmetmeyen varlıklara nüfuz
edebilir. Eğer veli bu surette öldürülürse, elemi çeken o surettir,
velinin ruhu sadece zahiren elem çekiyormuş gibi görünür. Bu, velayetin
(ermişliğin) fiziksel ve ruhsal sınırları nasıl aşabildiğini açıklayan,
ezoterik (bâtınî) bir bilgi sunmaktadır.
3.
Mânevi Yüksekliğin Sihir/Şeytanî Tesirden Korunması
Debbağ'ın öğretisinde, Allah’a tam bir
teveccüh ve kulluk hali, şeytanî tesirlerden ve dünyevi kaygılardan korunmanın
yegâne yoludur. Bu bağlamda, nefsin istekleri ve dünyevi kaygılar, bir nevi
mânevi karanlık (zulmet) olarak görülür:
- Nefsin Teslimiyeti: Tevekkül, iradeyi (istemeyi) terk
etmek, kendi kudretinden yüz çevirmek ve Müsebbibi (sebepleri yaratanı)
görmektir. Bu teslimiyet hali, şeytanın vesveselerine kapı bırakmamayı
sağlar. Nitekim Şeyh Bayezid-i Bestamî'nin de tevhid yolunda ilm-i fenâ'yı
Ebû Ali Sindi'den öğrendiği ve nefsin yokluğunu esas aldığı bilinmektedir.
- Nasihat ve Gaflet: Debbağ, insanların akıllarının
kaldıramayacağı esrardan bahsederken, bu bilgilerin ancak akılların kabul
edebileceği kadarıyla nakledilebileceğini söylemiştir. Bu, yüksek mânevi
bilgilerin sıradan insanlar tarafından kolayca yanlış anlaşılacağını ve
inkâra (reddetmeye) yol açabileceğini ima eder. Bu mânevi sırların
açıklanmasının şeytanî tesirlere zemin hazırlayabileceği endişesi,
sufilerin suskunluk (sükût) prensibini benimsemelerinin temel
nedenlerinden biridir.
Unutulan Konu ve Tekrar Hatırlatma
Önceki yazılarımızda sihrin,
felsefeciler ve bazı İslam mezhepleri tarafından inkâr edildiği, onların sihri
yalnızca gizli sebeplere (ilm-i hıyel, yani hile ilmi) bağladığı ve harikulâde
yoldan gerçekleşmesini kabul etmediği görülmüştü. Debbağ Hazretleri ve diğer
tahkik ehli (araştırmacı, hakikati bilenler) ise sihrin gerçekliğini (vâki
olduğunu) kabul etmişlerdir.
Ayrıca, sormayı unuttuğunuz fakat konu
bütünlüğü açısından önem arz eden bir husus da, Debbağ Hazretlerinin sık sık
vurguladığı manevi hal ve keşiflerin doğruluk ölçütüdür. Zira sihir ve
şeytanî aldatmacalar da (istidrac) olağanüstü durumlar yaratabilir. Debbağ
Hazretleri, keşf ehli bir velinin rüyasında bir şey gördüğünde veya
keşfettiğinde bunun hemen hakikat addedilemeyeceğini; bunun, zatın (kişinin)
nazarından ve bulunduğu karanlık/aydınlık derecesinden kaynaklanan farklılıklar
gösterebileceğini detaylıca izah etmiştir. Bu, bir kişinin mânevi yolculuğunda
gördüklerini bile daima şeriat terazisiyle (kıyaslama ölçütüyle) kontrol etmesi
gerektiği anlamına gelir.
Kaynaklar
Debbağ, Abdülaziz. El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları).
Feridüddin Attar. Esrarname.
Feridüddin Attar. Tezkiretül Evliya.
Molla Cami. Nefahatü’l-Üns Tercümesi.
Şeytanın
Hileleri (Hile-i Şeytaniyye), Nefsin Zulmeti ve Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin
(k.s.) Perspektifi
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin
tasavvuf ve hakikat ilimlerine dair derinlikli açıklamaları, Şeytan (İblis) ve
onun hileleri (aldatmacaları) konusuna hem zahir (gözle görülen) hem de bâtın
(içsel/manevi) boyutlardan yaklaştığını göstermektedir. Şeytanî faaliyetler,
çoğunlukla insanın nefsinde (alt benliğinde) bulunan zaaflar ve ilahî
hakikatten uzaklaşma (gaflet) yoluyla gerçekleşir.
Bu kapsamda, Debbağ Hazretleri, şeytanın
aldatma yöntemlerini, özellikle olağanüstü olaylar (harikulâde hâdiseler)
üzerinden hakikat ehli olmayanları nasıl saptırdığını ve nefsin karanlığını
(zulmetini) nasıl artırdığını detaylıca izah etmiştir.
I.
Şeytanın Aldatmacası: İstidrac (Dehşetli Bir İmtihan)
Debbağ Hazretleri, mânevi yolda hakikat
ile bâtılın ayırt edilmesi gerektiğini şiddetle vurgulamış; olağanüstü hallerin
(keramet) bazen şeytanî bir aldatma (istidrac) olabileceğini belirtmiştir. Daha
önceki yazılarımızda (bu makale bağlamında) ele aldığımız üzere, hakikate
aykırı yolda olanların sergilediği veya deneyimlediği harikulade olaylar,
Şeytan’ın onlarla oynaması sonucunda meydana gelir.
- Hârika Hâdiseler Üzerinden Aldatma: Debbağ
Hazretlerine, bir Yahudi’nin İslam’a girmesi kıssası sorulduğunda, o
kişinin dinine bağladığı ve ibadetlerine karşılık olarak gördüğü hârika
hâdiselerin kaynağının Şeytan olduğunu açıkça ifade etmiştir: "Şeytanlardır
ki onlarla oynuyor, onlar da bu hârika hâdiseleri görünce dinlerine
bağlayıp ibâdetlerine bir ölçü ve karşılık olarak görüyorlar.".
Bu, Şeytan'ın, inançsızları bile onların bâtıl yollarında
"doğru" olduklarına inandırmak için zahiri mucizeler
kullanabileceğini gösteren temel bir hiledir.
- Haram Lokmanın Tesiri: Mânevi hallerin şeytanî mi
yoksa ilahî mi olduğunun en temel ayrım noktalarından biri yenen lokmanın
(gıdanın) helalliğidir. İbrahim Edhem’in (k.s.) bir arkadaşının
hikâyesinde görüldüğü gibi, helal yoldan kazanılmamış bir lokmanın
yenilmesiyle:
- Şeytan, o lokma vasıtasıyla kişinin içine girer.
- Bu durum, kişide görülen olağanüstü hallerin
(haller) "rahmânî değil şeytanî" olmasına yol açar. Bu,
şeytanın en kritik hilelerinden biridir; zira müridi, yaşadığı
tecrübelerin ilahî olduğunu zannederek yoldan sapar.
II.
Şeytanın Nüfuz Alanları: Zulmet, Gaflet ve Vesvese (Karanlık, Hezeyan ve
Fısıltı)
Şeytan, insanın nefsini ve iç âlemini
(zâtını) karanlık ve bulanıklık (zulmet) ile doldurarak hilelerini
gerçekleştirir:
- Dünya Sevgisi ve Zillet Korkusu: Şeytan, insanların
kalplerine fakirlik (yoksulluk) korkusunu salmakla büyük haz duyar.
İblis’in en sevdiği üç şeyden biri olan fakirlik korkusu, kulun tevekkül
(Allah’a güven) halini zedeleyerek onu dünyaya bağlar. Nitekim İblis,
çölde tek başına seyahat eden İbrahim Edhem’e, padişahlığı bırakıp aç bir
şekilde hacca gitmesini sorgulatarak vesvese vermiştir.
- Debbağ’a göre, gönlü Allah’tan kopmuş olan bir
adamın yanında bulunan mal ve para, o kişiyi manevi bir "karanlık
sicimimsi şeyin" esiri yapar. Bu durum, o kişinin "gönlü
başkasına bağlanıp kalmış" olduğu için Şeytanların göz dikmesini
kolaylaştırır.
- Gaflet ve Dünya Meşgalelerine Dalma: Gaflet
(dikkatsizlik, unutkanlık) hali, şeytanın en büyük silahıdır. Debbağ, bu
durumu çok çarpıcı bir mecazla açıklar: İnsanlar, bir urgan (ip) ile
yüksekten asılı duran, ne zaman kopacağını bilmeyenlere benzer. Akıllarını
kullanmasını bilmeyenler, bu tehlikeli durumu unutur; bulundukları yerin
güvenli olduğunu sanarak evler, saraylar yapmaya, ticaretle meşgul olmaya
başlarlar. Bu gaflet hali, onları asıl kurtarıcı olan Allah’tan gafil
kılar.
- Haksız Kazanç ve Tütün (Faydasız Alışkanlıklar):
Şeytanî etkinin artmasına neden olan somut eylemler de mevcuttur. Tütün
(sigara veya benzeri bir alışkanlık), insanoğlu için açık bir yararı
olmadığı ve zatta zararlar meydana getirdiği için, imânla ilgili
meleklerin rahatsız olmasına yol açar. Bu rahatsızlık, şeytanların kalbe
kadar girip kişiyi aldatmasını kolaylaştırır. Bu, Debbağ Hazretlerinin,
faydasız görünen dünyevi alışkanlıkların bile mâneviyata nasıl büyük zarar
verdiğini gösteren ilginç bir konudur (İlginç Konu).
- İçsel Şer Damarının Tetiklenmesi: İnsan fıtratında
bulunan şer (kötülük) eğilimi de şeytan için bir zemin hazırlar. Debbağ
Hazretleri, yaratılışında hırsızlık (ya da şer damarı) bulunan bir
kimsenin, bir hırsızın yakınından geçmesiyle bile o damarın uyanıp
dirileceğini, kalbinin ferahlayacağını belirtir. Bu yatkınlık, Şeytan'ın
vesvesesi için uygun bir kapı açar.
III.
Şeytanın Velâyet ve Keramete Karşı Hileleri
Debbağ’ın öğretisi, Şeytan’ın hilelerinin
yalnızca sıradan günahkârlar için değil, manevi yolculuğa çıkanlar (sâlikler)
için de geçerli olduğunu gösterir:
- Rüya ve Görüşlerin Değiştirilmesi: Nefsin gaflet ve
harama karşı yanılma (sehv) durumunda meydana gelen manevi karanlık
(zulmet), rüyaların ve keşiflerin değiştirilmesine neden olur. Örneğin,
mekruh bir eylemden gelen hafif karanlık, rüyada Cenneti görüp girmeyi
arzu etmemek şeklinde tezahür edebilir; bu, aslında kulun yapması gereken
vâcib olmayan bir iyilikten vazgeçtiği anlamına gelir. Bu, Şeytan'ın,
uykuda bile manevi algıları bozarak sâlikin yorumunu saptırmasına yol açan
sofistike bir hiledir.
- Tasannu (Yapmacıklık) Tehlikesi: Cenâb-ı Hak bir kula
feth (manevi açılış) verdiğinde, o kulun bulunduğu hal üzere kalması (yani
gösteriş yapmaması) gerekir. Debbağ Hazretleri, feth yapılan bir zatın
halka karşı tasannu (yapmacılık) yapmasının, "şarap ve benzeri bir içki içmekten, bir
günah işlemekten daha kötü" olduğunu ifade etmiştir. Bu,
Şeytan’ın, mânevi makama ulaşanları dahi kibir ve gösteriş tuzağıyla
(riyâ) helak edebileceği hilesine karşı bir uyarıdır.
- Acelecilik ve Şekavet: Müridin, manevi sırra (esrar)
erişme konusunda vakti gelmeden acele etmesi, büyük bir bedbahtlığa
(şekavet) düşmesine sebep olabilir. Debbağ Hazretleri, bir müridin sır
konusunda acele etmesi ve şeyhinden ayrı kaldıktan sonra aleyhinde
konuşması üzerine şeyhinin nazarını ondan çekmesiyle, müridin manevi
karanlığa (zulmet) gömüldüğünü ve hatta İslamiyet'ten mahrum kalma
(tenassur) bedbahtlığına düştüğünü nakleder.
IV.
Şeytanî Etkilere Karşı Korunma (Tedbir)
Şeytan’ın hilelerine karşı korunmanın
yolu, Debbağ Hazretlerinin genel öğretisinde yatmaktadır. Bu, nefsinin
isteklerini kırmak, teslimiyet ve itaat üzerine kurulu bir hayat sürmektir:
- Helal Lokma ve Sükût: İbrahim Edhem’in helal lokma ile
şeytanın nüfuzunu engellediği kıssası, beslenmenin önemini gösterir.
Ayrıca, "az konuşmak" ve "susmayı meslek edinmek",
şeytanın vesvese yoluyla kalbi karıştırmasını engelleyen temel edeptir.
- Huzur ve Zikir: Huzur (kalbin Allah ile beraber
olması) halini devam ettiren kimsenin gafleti azalır ve bu sayede
Şeytan’ın muhalefeti zayıflar. Ancak bu huzuru devam ettirememenin sebebi,
Debbağ’a göre, kişinin zâtında mevcut olan kan ve onun buharıdır (bedenin
biyolojik ve nefsanî yapısı). Bu, sürekli manevi mücadele (mücahede)
gerektirdiğine işaret eder.
- Doğru Şeyh Seçimi: Şeyhe tam itimat ve itaat
(Resûlullah'a itaat gibi), şeytanın saptırmasına karşı en büyük manevi
kalkanlardan biridir. Zira şeyh, müridin nefis hastalıklarını ve
illettirini görüp teşhis edebilen bir ruh doktorudur.
Konu Bütünlüğüne Dair Not:
Daha önce cinler ve sihir (magic/sorcery)
konularına değinilmişti. Şeytan (İblis), cin taifesinin reisi olduğu için, onun
hileleri ve aldatmacaları (istidrac), cinlerin harikulade işler yapmasıyla
yakından ilişkilidir. Şeytan, insanların kalbindeki karanlığı (zulmeti)
artırarak cinlerin ve diğer karanlık güçlerin nüfuz etmesine zemin hazırlar.
Kaynaklar
Debbağ, Abdülaziz. El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). Attar,
Feridüddin. Tezkiretül Evliya. Cami, Molla. Nefahatül Üns Tercümesi.
Doktora Makalesi Tarzında Kapsamlı
Cevap
Şeyh
Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin İlahi Sırlar, Nübüvvet ve Velayet Kavramlarına
Dair Açıklamaları
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
görüş ve düşünceleri, müridi Ahmed bin Mübarek tarafından derlenen El-İbrîz
adlı eser aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Debbağ Hazretleri, Tasavvuf ilminde
Gavs-ı Â’zam (en büyük kutup) mertebesinde kabul edilen, Faslı (Fas) bir
mutasavvıf olup, bilinen zâhirî (dışsal) ilimlerin yanı sıra, keşf (manevi
açılım) ve ledün ilmi (ilahî sır bilgisi) ile donanmış bir İnsân-ı Kâmil
(Kâmil İnsan) olarak takdim edilmiştir. O’nun bu yüksek makamı, ilahî sırlar,
nübüvvet (peygamberlik) ve velayet (ermişlik) arasındaki ilişkiyi kendine has
derinlikte bir dille açıklamasına olanak tanımıştır.
I.
Abdülaziz Debbağ'ın Mânevî Makamı ve İlahi Sırların Kaynağı
Debbağ Hazretleri, mânevi makamını ve
sahip olduğu bilgiyi, ledün ilmi (Tanrı vergisi bilgi) ve keşf
(manevi görüş) yoluyla elde etmiştir. Bu bilgi, O’nun tasavvufi kozmolojideki
yerini belirler:
A.
Ledün İlmi ve Kâmil İlim
Debbağ’a göre, hakiki ve kâmil (mükemmel)
ilim, Allah’ın ihsan ettiği ledün ilmidir. Duyularla (hissiyatla) elde
edilen zâhirî (dışsal) bilgi, bu kâmil ilmin yanında bir hayal (gölge,
yanılsama) gibi kalır.
- İlimlerin Birbirine Olan İhtiyacı: Debbağ, bâtınî
ilmi (içsel/ezoterik bilgi) güneşe, zâhirî ilmi
(dışsal/ekzoterik bilgi) ise fenere (lambaya) benzetir. İnsan
geceleyin fenere muhtaç olduğu gibi, bâtınî ilim de zâhirî ilme muhtaçtır.
Ancak büyük bir feth (manevi açılış) gerçekleşmeden önce zâhir
ilminin öğrenilmesi şarttır.
- Keşif ve Evrensel Bilgi: Ahmed bin Mübarek, Debbağ
Hazretlerinin hem ümmî (okuma yazma bilmeyen) olduğunu sıkça tekrarlarken,
aynı zamanda O’nun bütün âlemlere, dillere, geçmişe, içinde yaşanılan
zamana ve geleceğe ait bilmediği hiçbir şeyin bulunmadığını da ekler. Bu
durum, O’nun bilgisinin kaynağının zâhirî tahsil değil, Rabbanî fetih
(ilahî açılış) olduğunu gösterir. Nitekim Debbağ, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) Ledün İlmi
ile bütün ümmet ve milletlerin yazılarını ve dillerini bildiğini, bu
durumun dahi O’nun nurunun bereketiyle gerçekleştiğini ifade etmiştir.
- Sırların Paylaşılması ve Sınırları: Debbağ Hazretleri,
sahip olduğu bilgilerin enginliğini teyit etmiş, hatta diğer peygamberlere
inen kitapları dahi hıfzedip (ezberleyip) bir kısmını açıklamıştır. Ancak,
müridi Ahmed bin Mübarek’e, aktardığı bilgilerin sadece dinleyicilerin akıllarının
güç getirebileceği (kabul edebileceği) kadar olduğunu belirtmiştir.
Bu, yüksek mânevi sırların avam (sıradan halk) tarafından kolayca yanlış
anlaşılabileceğine dair tasavvufi ihtiyatın bir göstergesidir (önceki
yazılarımızda da mânevi sükûtun önemine değinilmişti).
B.
Velayet ve Tasarruf Kavramı
Debbağ Hazretleri, gavs (en yüksek
kutup) olarak, kainatta tasarruf (ilahî iradeyi gerçekleştirme yetkisi)
sahibiydi. O’na göre Allah, kâinatta kâmil velîler (gavs ve kutublar)
vasıtasıyla tasarrufta bulunur, çünkü onlar Hakk’ın mazharlarıdır
(tecelli yerleridir).
- Gayb Kapısı: Allah’ın gayb (gözle görülmeyen)
kapısını Hz. Muhammed’e açtığı gibi, ümmetindeki gerçek velîlere de açtığı
ifade edilmiştir.
- Veli Ruhunun Serbest Hali: Debbağ'ın keşif yeteneği,
Ahmed bin Mübarek'in avlusuna gömülmüş olan velinin durumunu ortaya
çıkarmıştır. O, bu zatın ruhunun serbest ve hareket halinde olduğunu,
diğer Berzah (ara âlem) ehlinin ise beklediğini bildirmiştir. Bu,
bazı velilerin vefatlarından sonra dahi tasarruf yeteneğini sürdürdüğüne
işaret eden önemli bir konudur (ilginç konu).
- Velinin Başka Surete Girmesi: Debbağ, bir velinin
başka bir surete (biçime) girerek tasarrufta bulunmasının mümkün olduğunu,
ancak öldürülürse elem çekenin velinin ruhu değil, girilen suret (biçim)
olduğunu açıklamıştır. Bu tür olaylar, şeytanın aldatmacası (istidrac)
olan sihir (magic) ile karıştırılmamalıdır (bu ayrım, cinler ve sihir
hakkındaki önceki açıklamalarımızda da önemlidir).
- Deneme ve İmtihanlar: Debbağ Hazretleri, Seyyid
Abdullah Bernâvî'nin kadın suretine girerek kendisini denemesini (imtihan)
mânevi mevkilerde bulunanların nefsini sınama çabası olarak görmüş ve bunu
tasannu (yapmacık, gösteriş) tuzağına düşmemek için bir gereklilik
olarak kabul etmiştir.
II.
Nübüvvet (Peygamberlik) ve Velayet (Ermişlik) Arasındaki İlişki
Debbağ Hazretleri, peygamberlik makamının
benzersizliğini ve velayet ile aralarındaki kesin farkı net bir şekilde ortaya
koyar.
A. Peygamberliğin Mutlak Üstünlüğü
- Hakk'ın Müşahedesi ve İsmet (Korunmuşluk):
Peygamberler, devamlı olarak Hakk’ı müşahede (gözlem/tefekkür)
halindedirler ve uykuda dahi müşahedeleri kesilmez. Bu durum, onlardan
asla günah (günah) sadır olmamasının (masumiyet) sebebidir.
Kâmil velîler de keşften sonra bu müşahedeye mazhar olurlar, ancak
peygamberler küçük yaştan itibaren mâsumdurlar.
- Feyzin Kaynağı: Velîler, melekler ve hatta diğer
peygamberler üzerindeki feyz (manevi bereket) ve sırların kaynağı,
kesinlikle Hz. Muhammed'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) zât-ı
şerifleri ve O'nun nurudur. Debbağ, Âdem (a.s.) dahil bütün
varlıkların, yaratılışın en güzel sureti (biçimi) olan insan (âdem
oğulları) ile başlayan yaratılış mükemmelliğini, nihayetinde Hz.
Muhammed'in nuruna bağlar.
- Nübüvvetin Aşılamazlığı: Debbağ, bazı velîlerin
marifet babında (gnostik bilgi açısından) peygamber makamına
erişebileceğine dair düşünceleri sertçe reddeder ve bunun bir yanılgı
olduğunu belirtir. Hatta, Bayezid-i Bestamî’ye nispet edilen: "Biz
öyle denizlere daldık ki, peygamberler ancak onların sahillerinde
duruyorlardı" sözünü sormuş ve bu sözün, peygamberliğin son derece
büyük, kıymeti ölçü kabul etmeyecek ve hiçbir mahlûkun ulaşamayacağı bir
makam olduğunu belirterek kesinlikle reddetmiştir. Bu, tasavvufun en
hassas konularından biridir.
- En Yüce Görüş: Debbağ'a göre, dünyada Cennete
girmekten daha güzel ve daha aziz olan şey, varlık âleminin efendisi Hz.
Muhammed'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) uyanıklık halinde
müşahede etmektir.
B. Velilerin Mâsumiyeti ve
Peygamberlerle Ortak Yönleri
Kâmil velîler, keşften sonra mâsum
(günahlardan korunmuş) kabul edilirler. Tıpkı peygamberler gibi onlara da melek
iner, emir ve nehiy (yasak) getirir. Velîler, kalpleri ve düşünceleri mâsivâdan
(Allah dışındaki her şeyden) ilgiyi kesmiş bir halde, sürekli Allah’ı müşahede
etmekle meşguldürler.
- Mezhep Bağımsızlığı: Debbağ, kâmil velîlerin hiçbir
mezhebe (fıkhi ekol) bağlı olmadığını, her an aynı anda ve aynı kuvvette
ruhlarıyla Allah'ı, zâtlarıyla da Resûlullah'ı müşahede ettiklerini ifade
etmiştir.
- İbadetin Gayesi: Bütün ibadetler, Kelime-i Tevhid’in
ayakta tutulması ve halkın Rableri hakkında ma'rifet (bilgi, Tanrı
bilgisi) sahibi olmaları içindir. Bu durum, ledün ilmi ile ulaşılan
nihai hedeftir.
III.
Peygamber Hadislerinin Bâtınî Sırlarla Açıklanması
Debbağ Hazretleri, hadis-i şeriflerin
açıklanmasının, sadece zâhirî (dışsal) manasıyla ve Arap diliyle sınırlı
kalmaması gerektiğini belirtir. Hadisler, Resûlullah'ın (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) bâtınî nurları ve kalbî
sırları üzerine indirilmiştir.
- Zâhir ve Bâtın Arasındaki Fark: Hadisleri sadece
helal, haram veya haber olarak yorumlayanlar, nübüvvet ve risâlet
makamıyla hiçbir teması olmayan bir açıklama içinde kalırlar. Bâtınî
esrarın farklılığı olmaksızın kelimenin zâhirindeki farklılık,
esrardan uzak, harap olmuş bir bâtından (manevi açıdan bozulmuş bir
iç âlemden) kaynaklanır.
- Örnek: Hz. Ömer'in İtirazı: Hz. Ömer’in (R.A.),
Kur’an’daki kıraat (okuma biçimi) farklılıkları nedeniyle itiraz
ettiğinde, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) göğsüne vurup "Şeytanı
uzaklaştır!" demesi (bu, konuşma geçmişimizde şeytanın hilelerine
dair vurguladığımız hususları anımsatır). Debbağ bu olayı, Kur’an’ın
farklı kıraatlerinin bile rahmeti azap, azabı da rahmet yerine koymamak
şartıyla doğru olduğunu, ancak bu sırların bâtınî algı gerektirdiğini
gösteren bir örnek olarak kullanmıştır.
IV.
Unutulan Hususun Hatırlatılması ve Konu Bütünlüğü
Cinler ve Sihir/Büyü (Hile-i
Şeytaniyye) Bağlantısı: Konu bütünlüğünü korumak adına, Debbağ
Hazretlerinin keşf ve ilm-i ledün üzerindeki ısrarının nedenini
tekrar anımsatmak elzemdir. Zira önceki yazılarımızda değinildiği gibi,
Şeytan (İblis), istidrac (aldatma yoluyla olağanüstü hal gösterme) ve
hilelerle (aldatmalarla) sâlikleri (yolcuları) yoldan çıkarır. Debbağ’ın
vurguladığı kâmil ilim ve Hakk'ın müşahedesi, bu şeytanî
hilelerden korunmanın yegâne yoludur. Helal lokma (gıda) ve Allah'a tam
tevekkül (güvenme) bu korumayı sağlar.
Tasavvuf
Tarikatları Arasındaki Farklılıklar, Menşe-i İddiaları ve Manevi Pratikleri
Üzerine Bir Tahlil
Tasavvuf (Sufism) geleneği içerisinde
ortaya çıkan tarikatlar (orders), tarihsel gelişimleri, menşe-i iddiaları ve
manevi pratikleri (usûl-ü sülûk) açısından belirli farklılıklar göstermekle
birlikte, temel hedefleri olan fenâ fillah (Allah’ta yok olma) ve bekâ
billah (Allah ile var olma) makamlarına ulaşma gayesinde birleşirler. Bu
makalede, kaynaklarımızın sunduğu genel sufi sınıflandırmaları, tarikatların
iddia edilen kökenleri ve sülûk (manevi yolculuk) yöntemleri arasındaki
nüanslar, doktora tezi ciddiyetiyle incelenecektir.
I.
Tarikatların Menşe-i İddiaları ve Temel Sınıflandırmalar
Tasavvuf, Peygamber Efendimiz (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) dönemindeki Ashab-ı
Suffa (Suffa ashabı) adı verilen fakir muhacirler cemaatinin hayat tarzına
dayanan manevi bir yol olarak kabul edilir. Bu taife, dünyevi meşguliyetleri
terk edip sürekli ibadet ve Kur'an öğrenimi ile meşgul olmuşlardır. Tarikatlar,
manevi silsilelerini genellikle Hz. Ali veya Hz. Ebubekir gibi sahabeler
aracılığıyla bu mübarek kaynağa dayandırırlar.
A.
Kavramsal Sınıflandırmadaki Farklılıklar
Tasavvufi yolda ilerleyenler, ulaştıkları
manevi seviyeye göre farklı isimlerle anılırlar ve bu durum, tarikatların da
temel yönelimlerini belirler:
- Sûfî (Erenler): Vusûl (erişme) erbabının en üst
zümresi olup, fenâ (yokluk) makamına ulaşmış, nefslerinin
sıfatlarından tamamen arınmış ve bekâ (ebedilik) ile
vasıflanmışlardır. Kaynaklar Sûfîyi, "ölü bir beden, yok olan bir kalb, yanık bir
can" olarak tanımlar.
- Mutasavvıf (Arayışta Olanlar): Bunlar sûfîlerin bazı
halleriyle vasıflanmış, manevi yola samimi (muhik) çaba (külfet)
ile girmiş, ancak hâlâ nefse ait sıfatların artıklarına yapışık durumda
olanlardır. Bunlar, sûfîlerin ulaştığı nihai derecenin gerisindedir.
- Zâhidler (Dünyadan El Çekenler): Ahiretin
güzelliklerini iman nuru ile müşahede edip dünyadan yüz çevirenlerdir.
Ancak zâhidler, kendi nefsinin hazzı olan cennete talip oldukları için
(Zuhruf, 43/71'e göre cennet nefsin haz aldığı yerdir) Hakk’tan
(Allah’tan) perdelenmiş sayılırlar.
- Fakirler (Dervişler): Dünya malından el çekmiş,
Allah’ın lütfunu ve rızasını talep edenlerdir. Ancak, suret-i fakr (dış
görünüşteki fakirlik) ile hakikat-ı fakr (içsel fakirlik) arasında ayrım
yapılır. Fakirler, cennete talip oldukları için melâmetîlerden ve hakiki
sûfîlerden geri kalırlar.
Bu sınıflandırmadan anlaşılmaktadır ki,
tasavvufi hareketler arasındaki en temel ayrım, kişinin masivayı (Allah
dışındaki her şeyi) ne ölçüde terk ettiği ve gayesinin sadece Hakk olup
olmadığıdır.
B.
Üveysîlik ve Şeyh İhtiyacı
Tarikatlar genellikle silsilelerinin başa
bir şeyhe dayanmasını şart koşarken, tasavvuf tarihinde Üveysîler
(Üveysiyye) adında özel bir zümre bulunmaktadır. Bu zümre, zahirde (dışta) bir
pire (mürşide/şeyhe) ihtiyaç duymadan, manevi olarak doğrudan Hz. Peygamber’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) inayetiyle terbiye
edilmiştir (tıpkı Üveys Karanî’nin durumu gibi).
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri de, bir
müridin terbiye edilmesinde şeyhin rolünün önemine dikkat çeker. Şeyhin
terbiyesi, müridin ruhundaki karanlıkları (zulmet) temizlemek ve onu şeytanî
vesveselerden korumak için elzemdir. Nitekim müridin, şeyhine karşı tam bir
teslimiyet göstermesi istenir; aksi takdirde en basit manevi yolculuk bile
şeytanın hilelerine (aldatmacalarına) açık hale gelir.
II.
Tarikatlar Arasındaki Metodolojik Farklılıklar (Usûl-ü Sülûk)
Tarikatlar arasındaki en belirgin farklar,
zikir (Allah'ı anma) metotları, uzlet (inziva) anlayışları ve riyazet
(nefsi terbiye) yaklaşımlarında görülür.
A.
Zikir (Allah'ı Anma) Metotları
Zikir, tasavvufi hayatın merkezindedir ve
tarikatları birbirinden ayıran başlıca unsurdur.
- Zikr-i Hafi (Gizli Zikir): Başta Nakşibendiye
(Hacegân) tarikatı olmak üzere, bazı tarikatlar zikr-i hafîyi, yani
kalple sessizce yapılan zikri esas alır. Bu tarikatın mensubu olan Mevlânâ
Câmî, zikr-i hafînin temel usullerini, nefeste (nefes alıp vermede)
bile Lâilâhe illâllah kelimesini üç kez tekrarlama ve başı sağ
taraftan kalbe doğru hareket ettirme gibi detaylarla açıklamıştır.
- Zikr-i Cehrî (Açık Zikir): Kadiriye, Halvetiye ve
diğer tarikatların çoğu zikr-i cehrîyi kullanır. Nakşibendî Hoca
Bahauddin Hazretleri, kendi yolunda cehrî zikir (sesli zikir) ve semâ
(manevi müzik) olmadığını özellikle belirtmiştir.
B.
Halvet (İnziva) ve Sosyal İlişki Anlayışı
Geleneksel olarak, manevi yola yeni giren
mürid için halvet (seclusion) veya uzlet (yalnızlık) tavsiye
edilmiştir. Zira müridin sükûtu (sessizliği) alışkanlık haline
getirmesi, bunun da halvetle mümkün olabileceği belirtilmiştir.
- Halvet der Encümen (Halk İçinde Halvet): Nakşibendiye
tarikatının en ayırt edici prensiplerinden biri, Halvet der Encümen
(halk arasında inziva) ilkesidir. Bu, zahirde (dışta) halk ile meşgul
olurken, bâtında (içte) Hakk Sübhanehu ve Teâlâ ile beraber olmayı
gerektirir. Bu ilke, dünya meşgaleleri ve ticaretin dahi, kişiyi Allah’ı
zikirden alıkoymaması gerektiğini vurgular.
- Melâmetî Yaklaşımı: Melâmetîler, riya (gösteriş) ve
kibirden kaçınmak için ibadetlerini gizli tutmayı, hatta halkın
kendilerini kınamasını (melâmet) sağlayacak şekilde davranmayı tercih
etmişlerdir. Onların gayreti, ihlasın (samimiyet) manasına riayet
ve sıdkın (doğruluk) esasını muhafaza etmektir.
C.
Nefis Terbiyesi ve Riyazet (Çile)
Farklı tarikatlar, nefis terbiyesinde
farklı yöntemler izlemişlerdir:
- Açlık (Cû'): Pek çok sufi için açlık, nefsi terbiye
etmenin ve hikmet elde etmenin anahtarıdır. "Açlık, öyle bir buluttur
ki, hikmet yağmurundan başka bir şey yağdırmaz" denilmiştir. İbrahim
Tennurî gibi bazı veliler, helal lokmaya son derece dikkat etmiş, hatta
sultanlar tarafından yapılan çeşmelerden su bile içmemişlerdir.
- Sükût (Susma): Susmanın, tarikatın on cüzünden
dokuzunu teşkil ettiğini söyleyen sufiler vardır. Az konuşmak, boş ve
asılsız sözlerden korunmak, şeytanın kalbe sızmasını engelleyen önemli bir
edeptir.
III.
Manevi Pratiklerin Ahlaki Temelleri ve Sınırları
Tarikatların sülûklerindeki ortak payda,
ahlaki mükemmelliğe ulaşma gayretidir. Bu pratikler, kişinin benliğini terk
etmesini hedefler:
A. Tevazu ve Nefsi Görmemek
Sufi yolunun en temel şartı, tevazu
(alçakgönüllülük) ve nefsin (benliğin) ortadan kaldırılmasıdır.
- Bayezid Bestamî (k.s.), kişi halk arasında kendisinden daha
kötü birini sandığı sürece gururlu (mütekebbir) olacağını; ne zaman
ki nefsi için bir makam görmezse, o zaman mütevazı olabileceğini
söylemiştir.
- Nefsini unutan, Hakk'ı zikretmiş olur. Nefsini bilen (gören)
kişi ise, Rabbını bilen kişi olur.
B. Harikulade Hallerin
Değerlendirilmesi
Manevi uygulamalar sırasında ortaya çıkan
olağanüstü olaylar, tarikatlar için bir hedef değil, birer sonuçtur. Burada
daha önceki yazılarımızda (cinler, sihir ve büyü hakkında Debbağ’ın yaklaşımı)
ele aldığımız keramet (velilere has mucize) ve istidrac (nefsi
aldatma, şeytanî hile) ayrımı büyük önem taşır.
- İstidrac (Dehşet Veren Aldanış): Keşif (gaybın
perdesinin açılması) yolunun iki türü vardır: Biri sâlih kullara açılan
yakın (şüphesiz) yoldur; diğeri Budistlere, feylesoflara ve rahiplere
açılan ve onların hallerini beğenmelerine sebep olan mekr ve istidrac
(tuzak ve aldanış) yoludur. Bu hal, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran bir
körlük ve kötülük üzerine ısrar etmesine yol açar.
- Şeytanın Dostları: Şeyh Debbağ’ın da belirttiği gibi,
nefsin kusurları karşısındaki körlük (istidracın alameti) ve haram
lokma ile kazanılan manevi haller, şeytanın kişiyi aldatmasının tipik
yollarıdır. Nitekim Şeytan'ın, kendi dostlarına hakikatı olmayan boş
laflar (fasid dava, batıl işaretler) ile vahiy (fısıltı)
gönderdiği, böylece onlarla mücadele ettiğini belirtmiştir.
Bu nedenle, tasavvuf yolunda istikamet
(doğruluk, sünnete uyum) keramet (mucizevi haller) kazanmaktan daha çok tercih
edilir. Keramet nefsin arzusu iken, istikamet Rabbin arzusudur.
Sormayı Unuttuğunuz Önemli Bir Husus
(Tekrar Hatırlatma)
Tarikatlar arasındaki farklılıkları
incelerken, bu yolların nihai hedefi olan fenâ (yokluk) makamının
mahiyeti hakkında Attar'ın bir sözü dikkate değerdir (İlginç Konu).
Attar'a göre, Hayatın Sırrı ve Suret
(Biçim): İnsanın fiziksel varlığı (göz, el, kulak) sadece misalden (örnekten)
başka bir şey değildir; görünen her şey naçiz, fâni ve hiçtir.
Mânânın özünden geriye sadece kabuk kalır. Eğer kişi suretsizliği ve
nişansızlığı (belirtisizliği) kabul ederse, o zaman yaşıyor demektir. Bu, tüm
tarikatların ortaklaştığı nefsi terk etme ve küllün vahdet makamına
ulaşma (birlik/tevhid) amacının en derin ifadesidir. Tarikatların farklı
pratikleri (zikir, riyazet) bu fani suretin ardındaki birliğe ulaşmayı
hedefler.
Kaynakça
Attar, Feridüddin. (t.y.). Esrarname.
Attar, Feridüddin. (1985). Tezkiretül
Evliya (Trz. İstanbul 1985).
Câmî, Mevlânâ Abdurrahman. (t.y.). Nefahatül
Üns Tercümesi. (Molla Cami ve Lâmii Çelebi'nin Katkılarıyla).
Debbağ, Abdülaziz. (t.y.). El-İbriz
(Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları).
İsm-i
Âzâm (Allah’ın En Büyük İsmi) ve Nadir Süryanice (Siner, Siz’û, Mâzej)
Kavramları Üzerine Şeyh Abdülaziz Debbağ’ın (k.s.) Tahlili
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin
mânevi ilimlere ve keşif (manevi açılım) yoluyla elde edilen sırlara dair
derinlikli açıklamaları, Allah’ın isimleri ve kayıp dillerdeki (esoterik)
bilgiler hakkında eşsiz bir perspektif sunar. O’nun bu konulara dair görüşleri,
tasavvufi makamların en üst düzeylerinde yaşanan haller ile doğrudan
ilintilidir.
I.
İsm-i Âzâm’ın Mahiyeti ve Zâtî Tecellisi
Debbağ Hazretleri, İsm-i Âzâm’ı (Allah’ın
En Büyük İsmi) sadece lafızlarla sınırlı bir kavram olarak değil, varlığın
özünden (zât) kaynaklanan, ancak en kâmil kulların taşıyabileceği bir tecelli
(ilahi görünüm) olarak açıklamıştır.
A.
İsm-i Âzâm’ın Tanımı ve Doktrindeki Yeri
İsm-i Âzâm, Allah’ın Esma-i Hüsna’sını
(Güzel İsimleri) tamamlayan, ancak doksan dokuz ismin arasında sayılmayan bir
isim olarak tarif edilir. Ancak bu en büyük ismin manasının çoğu, doksan dokuz
isimde mevcuttur.
Tasavvufi tahkike göre, İsm-i Âzâm’ın gücü
sınırsızdır:
- Duaların Kabulü: Bu isimle duâ edildiğinde kabul
olunur ve bir şey istendiğinde verilir.
- Tecellinin Nadirliği: İsm-i Âzâm’ın yeryüzünde tecelli etmesi oldukça
nadirdir. Kaynaklarımız, İsm-i Âzâm’ın, Peygamber Efendimiz’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) zamanı müstesna,
asla tecelli etmediğini kaydetmektedir. İlginç bir konu olarak,
meşhur sûfi Zünnun el-Mısrî’nin dahi bu ismin arayışı ve arzusuyla yanıp
tutuştuğu belirtilmiştir.
B.
İsm-i Âzâm’ın Zikri: Zâtın Sesi
Debbağ Hazretleri, bu ismin zikrinin
mahiyetini, bilinen lafzi (sözlü) zikirlerden tamamen ayırmaktadır. Bu, lisanın
zikri değil, zâtın zikridir.
- Sesin Kaynağı: Bu zikir, dışarıdan gelen bir ses
olmayıp, “Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zattan geldiğini”
duymak şeklindedir.
- Müşahede Şartı: Bu zikir, ancak tam bir müşahede
(kesintisiz bir tefekkür/gözlem) ile beraber olabilir. Bu hal, manevi
açıdan kulun özü (zât) üzerine büyük bir ağırlık (meşakkat) yükler.
- Dayanma Gücü: Bu zikrin ağırlığı sebebiyle zât
(insanın özü) günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç
getirebilir.
- Kozmik Etki: Zât bu ismi zikretmeye başladığında,
varlık âleminin tamamını bir heybet ve celâl (ululuk) tutar ve
yaratılmışların hepsi bu ismin heybetinden korkmaya başlar.
Tarihsel Bir Olayı Hatırlatma:
Debbağ, bu zikri yapabilme kuvveti olan kullara örnek verirken, İsa
Peygamber’in (A.S.) bu ismi zikretme kuvvetine sahip olduğunu ve günde on dört
defa bunu zikrettiğini belirtmiştir. Bu, nübüvvet (peygamberlik) makamının
eşsiz manevi gücüne işaret eden önemli bir detaydır.
II.
Nadir Süryanice Kelimeler: Siner, Siz’û ve Mâzej
Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin ledün
ilmindeki (gizli ilim) derinliği, O’nun sadece bilinen İslam ilimlerine değil,
aynı zamanda kaybolmuş veya nadir dillere de vâkıf olduğunu göstermektedir (Bu
durum, O’nun ümmî olmasına rağmen bütün âlemlere ait ilimleri bilme yeteneği
konusundaki önceki yazılarımızda bahsettiğimiz keşif hallerini
anımsatır).
Ahmed bin Mübarek, Debbağ Hazretleri ile
ilk karşılaştığı dönemlerde, Şeyh’in kendisine Süryanice (Syriac) üç kelimeden
söz ettiğini nakletmektedir: Siner, Siz’û ve Mâzej.
- Dilin Kimliği: Debbağ, bu kelimelerin Süryanice
olduğunu ve o gün yeryüzünde bu dili bilenlerin "pek az kişiden
başka" bulunmadığını ifade etmiştir.
- Bağlam: Kaynak, bu kelimelerin anlamlarını veya hangi
bağlamda kullanıldıklarını açıkça belirtmemektedir; ancak bu durum,
Debbağ’ın sahip olduğu bilginin zâhirî tahsil yoluyla değil, doğrudan
ilahî ilham ve keşif yoluyla elde edildiğini gösteren güçlü bir kanıt
teşkil eder. Bu tür kadim (eskiden beri var olan) ve nadir dillerden gelen
bilgilerin aktarılması, Debbağ'ın ilminin kapsayıcılığını göstermektedir.
Bu üç kelimenin zikredilmesi, Şeyh’in
ilimlerinin, dil engellerini aşan ve derin manevi sırlara (esrar) kapı açan bir
niteliğe sahip olduğunu vurgulamaktadır.
Kaynakça
Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya.
(Aktarılan bölümler: 126, 158). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları: 353, 481,
482, 483, 489).
Harflerin
Esrarı
Bu kapsamlı inceleme, Şeyh Abdülaziz
Debbağ Hazretlerinin (k.s.) El-İbrîz adlı eserinde müridi Ahmed bin
Mübarek vasıtasıyla nakledilen, harflerin esrarı (gizli manaları) ve bunların
manevi hiyerarşideki yerlerine dair derinlikli bâtınî (ezoterik) açıklamalarına
odaklanmaktadır. Debbağ, Kur'an harflerinin sadece lafızdan ibaret olmadığını,
bilakis ilahî sırların ve manevi makamların tecelligâhı olduğunu ortaya
koymaktadır.
I.
Harflerin Manevi Hiyerarşisi ve En Üstün Harf (Nübüvvet/Risâlet Sırrı)
Abdülaziz Debbağ Hazretleri, Kur'an'daki
yedi harf (kıraat farklılıkları bağlamında ele alınan "Yedi Harf"
sırrı) meselesini, yedi temel manevi nura (ışığa) bağlayarak açıklamıştır. Bu
yedi nur/harf, insanın kâmil (olgun) yapısında ve manevi makamlarında tecelli
eder.
Bu yedi temel harf şunlardır:
- Nübüvvet
Harfi
(Peygamberlik)
- Risâlet
Harfi
(Elçilik/Haber Getirme)
- Âdemiyyet
Harfi
(İnsanlık)
- Rûh
Harfi
(Ruh)
- İlim
Harfi
(Bilgi)
- Kabz
Harfi
(Tutma/Sıkıntı)
- Bast
Harfi
(Genişletme/Ferahlama).
A.
Harflerin Üstünlüğü: Risâlet ve Fetha
Debbağ'ın kozmolojisinde, bütün feyz
(manevi bereket) ve sırların kaynağı Hz. Muhammed'in (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) nuru ve makamıdır. Bu makam, Nübüvvet
ve Risâlet (Peygamberlik ve Elçilik) ile ifade edilir.
Debbağ, harflerin zâhirî telaffuzundaki
hareketlerin (harekeler) bile manevi makamlara işaret ettiğini belirtir:
- Fetha (Üstün): Risâlet (Elçilik) kapsamına
girer.
- Esre (Hafd): Âdemiyyet (İnsanlık) kapsamına
girer.
- Ötre (Raf) ve Sükûn (Cezm): Kabz (Sıkıntı,
tutma) kapsamına girer.
En Üstün Harf/Hâl: Debbağ
Hazretleri’nin Fâtiha Sûresi’ndeki kıraat farklılıkları ve harflerin cüz'leri
(parçaları) hakkındaki detaylı izahlarında, bütün fethaların (üstün
harekeler) Risâlet ile ilgili olduğu defaatle vurgulanmıştır. Risâlet
makamı, Allah'a vuslat ve tam müşahede (gözlemleme) ile ilişkilendirildiği ve
kulun cennet ehlinin hayatı gibi bir hayat yaşamasına delalet ettiği için,
hareketler hiyerarşisinde Fetha, dolayısıyla Risâlet Harfi mânevî
açıdan en üstün konuma yerleşir. Zira Kabz ve Âdemiyyet, kulu alçalma ve
sınırlanma hallerine nisbet ederken; Risâlet, kulu yüce ilahî makamlara nisbet
etmektedir.
II.
Harflerin Harekelerine Göre Esas Manaları (Sırlar)
Debbağ Hazretleri, Kur'an harflerinin her
birinin fetha (üstün), esre (esreli) ve ötre (ötreli) hareketlerine göre farklı
gizli manalar (esrar) taşıdığını açıklamıştır. Bu esrar, manevi hallere ve
varlık âleminin çeşitli yönlerine işaret etmektedir.
Aşağıda, Kur'an harflerinin harekelere
göre taşıdığı temel manalar özetlenmiştir:
|
Harf |
Fetha (Üstün Harekeli Hâl) |
Esre (Esreli Hâl) |
Ötre (Ötreli Hâl) |
|
Hemze |
Bütün eşyaya işaret eder (az veya çok).
Bazen zata yönelir. Kabz’dan salimdir. |
Münasip olan yakın şeye işaret. |
Yakın ve az olan şeye işaret. |
|
Bâ |
Çok aziz ya da çok hakir şeye işaret. |
Zata dahil olan veya dahil olmak isteyen
şeye işaret. |
Beraberinde Kabz bulunan şeye
işaret. |
|
Tâ |
Çok hayra verilen bir isim. |
Yapılan ya da ortaya konulan şeyin ismi. |
Ortada olan az şeyin ismidir; bazen zıt
iki şey kastedilir. |
|
Cim |
Nübüvvet ya da velayet (kayıt şartıyla).
Aksi halde ebediyen yararlandığı hayır. |
Zatta imân nurundan gelen az hayır. |
Yok. |
|
Hâ (Hatasız) |
Hepsini kapsamak (manayı). |
Zata dahil olan veya zatın velayeti
altındaki köle, altın ve gümüş gibi şeyler. |
Âdem oğullarının dışında sayısı çok olan
şeylere (yıldızlar gibi). |
|
Hâ (Noktalı) |
İncelik ölçüleri içinde sonuna kadar
uzantı. |
Cansızlarda bir tür olgunluk ismi. |
Canlılarda olan bir tür olgunluk ismine
delalet eder. |
|
Dal |
Zâtın dışına işaret. |
Zâtta olan şeye işaret. Zâta dahil olan
veya ona yakın bulunan şeye işaret. |
Az veya çirkin şeye, beraberinde gazap
olmak üzere işaret. |
|
Zâl (Noktalı) |
Zâtta bulunan ve zâtın sahip bulunduğu
şeye ta'zim anlamını taşır. |
Kendisini gazap takip etmeyen çirkin bir
şeyin ismi. |
Zâtında bulunan şer ve kaba şeye veya
ondaki büyük ve çirkin şeye delalet eder. |
|
Tâ (Tı) |
Cinsi temiz olan ve sonuna kadar saf ve
katıksız süre-giden şeye işaret. |
Tabiatında sakinlik bulunan şeye işaret. |
Sonuna kadar çirkin ve habis olan şeye
işaret. |
|
Zâ (Noktalı Tı) |
Nefsinde büyük olan şeye işaret (karşıtı
yoktur, soylu cömertliği gibi). |
Kulun zarar gördüğü şeye işaret
(tabiatında zarar vermeklik vardır). |
Nefsinin hareketine tabi olan şey (kendi
helakini hazırlar). |
|
Kâf |
Kemâl mertebesinde olan kulluğun
hakikatına işaret. |
Kulluğun sana muzaf olduğuna işaret
(veya senden sana kulluk ile bir işarettir). |
Siyah ya da çirkin kula işaret. |
|
Lâm |
Konuşmacının büyük bir şey üzerinde
oluşması (büyük bir şeye işaret). |
Konuşmacıdan zatındaki boşluğa ya da
doğrudan doğruya zatına işaret (ince okununca). Kaim okununca sıkıntı, gönül
darlığı, çirkinlik. |
Sonu olmayan bir şeye işaret. |
|
Mîm |
Varlık âleminin tamamı. |
Açık/bâtın olan zâtın nuru (göz ya da
kalp gibi). |
Az olan aziz şey (gözyaşı gibi), buna mû-mû
denilmiştir. |
|
Nûn |
Zatta sakin olup ondan çevreye hayır
veya etrafı aydınlatan nûr. |
Konuşmacının idrâk ettiği veya kendine
ait olan şey. |
Yok. |
|
Sâd |
Allah'ın huzurunda vakfe yapılan mahalde
yerin tozunun tamamı. |
Yedi yere işaret. |
Yeryüzünün bütün bitkilerine işaret. |
|
Fâ |
Cinsinin habislikle bilinmesinden sonra
habisliği olumsuz kılmak (temiz olduğuna işaret). |
Zâta ve onun kapsadığı şeylere işaret
(bazı ahvalde az olur). |
Habisliği gidermek içindir. |
|
Hâ (Son Harf) |
Sonu olmayan tertemiz bir rahmet. |
Müminlerin zatlarından çıkan bütün
nurlara işaret. |
Allah'ın isimlerinden bir isimdir.
(Ayrıca bütün mükevvenatı müşahede anlamı da mevcuttur). |
|
Vav |
İnsanda damarlar ve parmaklar gibi
şeylerin birbirine örülüp bağlanması. |
Birbirine girmiş, örgülenmiş pislik
taşıyan şeyler (Barsaklar). Veya sevilmeyen, gazap edilen şeyler. |
Âdem oğluna uymayan, ona ters düşen
şeyler (Felekler ve dağlar bu cümledendir). |
|
Yâ |
Ünlem içindir (Bazen bu mânayı
kuvvetlendirmek için de kullanılır). |
Kendisiyle utanılan veya kendisinden
utanılan şeye işaret (utanç yerleri). |
Sabit olmayan şeye işaret (Şimşek gibi). |
Not: Abdülaziz Debbağ
Hazretleri’nin bu harf açıklamaları, sadece lafızların zahirine dayanan Arap
dili ilmiyle (lügat, nahiv) sınırlı kalmayıp, nübüvvet ve risâlet makamlarından
gelen manevi ve keşfe dayalı bir tahlil içermektedir. Nitekim o, hadisleri sadece
helal/haram çerçevesinde açıklayanların, bu bâtınî esrardan uzak kaldığını
belirtmiştir.
Kaynaklar Listesi
Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan
bölümler: 344, 349, 350, 351, 353, 354, 357, 363, 366, 368, 370, 373, 402, 403,
404, 405, 406, 407, 408, 409, 411, 412, 413, 488, 490).
Şeyh
Abdülaziz Debbağ Hazretlerini (k.s.) En Çok Üzen ve Sevindiren Manevi ve Ahlaki
Haller Üzerine Tahkik
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin
mâneviyatı ve irşad (doğru yolu gösterme) metotları, büyük bir insân-ı kâmil
(Kâmil İnsan) olmasının bir neticesi olarak, fani dünyanın gelip geçici
kaygılarından ziyade, sâlikin (manevi yolcu) istikameti
(doğruluk) ve mârifetullaha (Allah bilgisi) erişimi ile ilgilidir.
Dolayısıyla O’nu en çok üzen ve sevindiren konular da bu seyr ü sülûk
(manevi yolculuk) üzerindeki engeller ve başarılar olmuştur.
Bu incelememizde, O’nun ruhî (ruhani) ve
zâtî (özüyle ilgili) hassasiyetlerine dokunan temel meseleleri, El-İbrîz
adlı eserdeki keşif ve yaşanmış olaylar ışığında analiz edeceğiz.
I.
Abdülaziz Debbağ Hazretlerini En Çok Üzen Haller (Şekavet ve Zulmet)
Debbağ Hazretlerini en derinden etkileyen
ve üzen durumlar, kulun Allah’tan kopmasına ve mânevi yoldan sapmasına neden
olan, özellikle kibir, riyâ (gösteriş) ve gaflet kaynaklı olanlardır.
A.
Müridin İslamiyet'ten Mahrum Kalma Bedbahtlığı (Tenassur)
Şeyh Hazretlerini en şiddetli üzen ve
dehşete düşüren hadiselerin başında, manevi yola girmiş bir kişinin bu yoldan
tamamen saparak küfre düşmesi gelmektedir. Bir müridin, henüz vakti gelmeden
sır (esrar) konusunda acele etmesi ve şeyhinden ayrıldıktan sonra onun
aleyhinde konuşmaya başlaması, şeyhin nazarını ondan çekmesine sebep olmuştur.
- Akıbetin Şekaveti: Şeyh bu müridin durumunu
bildirirken, üzerine belâ inmeye başladığını, manevi bir karanlık (zulmet)
içine gömülerek ne yapacağını şaşırdığını ve nihayetinde tenassur
(Hristiyanlaşma/İslamiyet'ten mahrum kalma) bedbahtlığına düştüğünü ifade
etmiştir. Müridin bu denli büyük bir felakete sürüklenmesi, Debbağ için
derin bir üzüntü kaynağıdır, zira bu, manevi eğitimin nihai
başarısızlığıdır. Bu tür bir akıbet, Debbağ’ın ilahî sırların vaktinden
önce açılmasının ne kadar tehlikeli olduğunu anlatan uyarılarının bir
teyididir.
B.
Riyâ (Gösteriş) ve Kibir Hastalığı
Debbağ Hazretleri, velilerin ve sâliklerin
amellerine dışarıdan bakanların dikkatini çekme kaygısının (riyâ/gösteriş)
mânevi berraklığı (sadeliği) ortadan kaldırarak kalbe hastalık getirmesinden
şiddetle rahatsız olmuştur. Bu durum, kibir ve kendini beğenme tohumlarını
ekerek kulun mânevi gelişimini durdurur.
- Helal Lokmaya Özen Gösterenlerin Üzülmesi: Şeyh,
kendisi bir kazanın ısınmaması için beddua ettiğinde, bu durumun asıl
zararı masum bir şekilde yanıp yakılan kazan görevlisine değil, kendisini
seven ve hayır dileyen Muhammed b. Ömer’e ait olduğunu anlayınca utanmış
ve üzüntü duymuştur. Bu, onun kerametinin (mucizevi eyleminin) bile,
samimi bir dostunun gönül rahatlığını bozmasından duyduğu vicdani
rahatsızlığın derecesini göstermektedir.
C.
Gaflet ve Dünya Sevgisine Dalma
Gaflet, kalbin Allah’tan kopması ve
dünyanın oyalayıcı (oyalayıcı) şeyleriyle meşgul olmasıdır. Debbağ, bu
halin devam etmesinin, kulun huzuru kaybetmesine neden olmasından büyük endişe
duymuştur.
- Fani Şeylere Meyletme: Müridin fetih (manevi açılış)
makamına eriştikten sonra dahi, fani olan şeylere (dünyevi konular,
makamlar, yeme içme arzusu) meylederek karanlıkta duraklayıp
kalması ve böylece Aziz ve Celîl olan Allah'tan kopması O'nu üzer. O’na
göre bu tür bir duraklama, mânevi yolda "baş aşağı" olmaya
eşdeğerdir.
- Haram Lokma ve Kötü Alışkanlıklar: Daha önceki
yazılarımızda değindiğimiz gibi, Debbağ, tütün gibi faydasız
alışkanlıkların, insanın zatıyla ilgili melekleri rahatsız ettiğini ve bu
durumun şeytanların nüfuzunu artırdığını ima eder. Bu tür manevi
zayıflıklar ve haramla beslenme, O’nun irşad gayretini zorlaştırdığı için
üzüntü kaynağıdır.
II.
Abdülaziz Debbağ Hazretlerini En Çok Sevindiren Haller (Fetih ve Kâmil Tecelli)
Debbağ Hazretlerinin en büyük sevinç
kaynağı, manevi ilmin zirvesi olan feth makamına ulaşmak ve bu makamın
sağladığı zâtî tecelli ile kulların hidayetine vesile olmaktır.
A.
Feth-i Mübârek ve Ledün İlminin Müyesser Olması
Hayatının en büyük dönüm noktası ve
sevinci, Hicrî 1125 yılının Receb ayının sekizinci günü vuku bulan feth-i
müyesser (manevi açılışın gerçekleşmesi) olayıdır. Bu hal ile O, Allah'ı
nefislerin hakikatiyle bilip tanımış, mârifet bulmuş ve Cennet ehlinin
yaşadığı bir hayat gibi müşahede hayatına erişmiştir. Bu, O’nun için zâtının ve
varlığının kemâle ermesinin tasdiki olmuştur.
- Keşfin Doruk Noktası: Feth sonrasında, Debbağ
Hazretleri her şeyin iç yüzünün kendisine açıldığını, bütün köyleri,
şehirleri, denizleri, yedi kıtayı ve hatta Hıristiyan bir kadının çocuğunu
emzirmesini dahi görmüştür. Kendini, sanki göklerin üzerine yükselmiş gibi
hissetmiştir. Bu tür kapsayıcı keşif hali, O'nun ilahi sırlara (İsm-i Âzâm
ve harflerin esrarı hakkındaki önceki açıklamalarımızda da
görüldüğü gibi) vâkıf olmasının sebebidir ve en büyük sevinç kaynağıdır.
B.
Tevazu ve İstikametin Teyit Edilmesi
Debbağ Hazretleri, mânevi makamının
yüksekliğine rağmen kadınlara karşı dünyevi arzu göstermediğinin
kanıtlanmasından büyük memnuniyet duymuştur.
- Nefsânî Arzulardan Arınma Zaferi: Seyyid Abdullah
Bernâvî Hazretleri’nin kendisini, güzel bir kadın suretine girerek
denemesi sırasında, Debbağ’ı arzuladığı gibi (yani nefsine
yenilmemiş) bulunca, sevincini gizleyememiş ve "Allah’a
hamdolsun" demiştir. Bu durum, Debbağ'ın kendi nefsini tam bir
teslimiyetle terbiye ettiğinin harici bir veli tarafından onaylanması
anlamına gelir.
- Manevi Tasarrufun Başarısı: Ahmed bin Mübarek
tehlikeli bir yerde katırını kaybettiğinde, kalben Debbağ’dan yardım
istemiş ve katırın bulunmasıyla mesele çözülmüştür. Debbağ Hazretleri daha
sonra bu olayı Ahmed bin Mübarek’e anlattığında gülerek yârenlik
etmiştir. Bu, ruhaniyetinin fiziksel âleme müdahale etme ve dostlarına
yardım etme gücünden duyduğu memnuniyeti gösterir.
C.
Mânevî Terbiyenin Kâmil Neticeleri
Müridlerin, dünyevi bağlardan kurtularak
manevi yolda yükselmeleri, Debbağ Hazretleri için bir sevinç vesilesidir.
- Zâtın Temizlenmesi: Ahmed bin Mübarek’in kalbinin,
Şeyh’in himmetiyle kirlerden ve dünyanın oyalayıcı şeylerinden
temizlenmesi, manevi irşadın (irşad) amacına ulaştığının kanıtıdır.
- Teveccühün Gücü: Bir müridin, Debbağ ile bir saatlik
görüşmeden sonra, vefat eden eski şeyhine olan sevgi ve bağlılığının
tamamen silinmesi, bu yeni zâtî tecellinin kalpler üzerindeki
dönüştürücü gücünü kanıtlamıştır. Debbağ, bu durumun, inciyi denizin
dibinde göremeyen, ancak sahile çıkarılınca görebilen adama benzediğini
anlatan rüya ile izah etmiştir. Bu, onun iradesiz (istemeden
gerçekleşen) tasarruf gücünün üstünlüğünden duyduğu manevi sürurdur
(sevinç).
Özet
ve Sonuç
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin sevinç
ve üzüntü kaynakları, tamamen manevi makamların hiyerarşisiyle
örtüşmektedir. En çok sevindiren durum, şüphesiz ki Allah’tan gelen feth
ile elde edilen tevhid (birlik) ve müşahede (gözlem) makamının
korunması ve bu makamın irşad yoluyla (manevi pratikler konusunda önceki
bölümlerde değinildiği üzere) müridlere aktarılmasında başarı sağlanmasıdır. En
çok üzen ise, müridin nefsinin arzularına kapılıp manevi yoldan sapması ve
en nihayetinde tenassur (İslamiyet'i terk etme) gibi şekavet
(bedbahtlık) hallerine düşmesidir.
Kaynakça Listesi
Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları).
(Kaynaklar:,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,).
Abdülaziz
Debbağ Hazretlerinin (k.s.) Perspektifinden Ecel ve Nazar İlişkisi: İlahi
Takdirin Mutlakiyeti
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin
(k.s.), müridi Ahmed bin Mübarek tarafından nakledilen görüşlerinde, ölüm
(ecel) ve harikulâde olayların (keramet veya nazarın tesiri) mahiyeti, mutlak
olarak İlahi Takdir (Kader ve Kazâ) çerçevesinde ele alınmaktadır.
Debbağ Hazretleri’nin keşf ve ilm-i ledün (Tanrı vergisi bilgi) yoluyla
edindiği mutlak bilgiye dayanarak, insanlar arasındaki hiçbir fiilin, hatta
velilerin tasarrufunun bile, Allah’ın ezelde takdir ettiğinin (ecelin) önüne
geçemeyeceği temel bir prensiptir.
Bu bağlamda, sorunuzda geçen
"insanlar ecelleriyle mi yoksa nazarla mı ölüyor" ikilemi, Debbağ’ın
öğretisinde, ecelin mutlak sebep, nazarın ise bu eceli gerçekleştiren vasıta
(sebep-i zâhirî) olarak konumlandırılmasıyla çözümlenir.
I.
Ecelin Mutlakiyeti ve İlahi Kazânın Hükmü
Debbağ Hazretlerinin kozmolojik ve
tasavvufi açıklamalarında, kâinatta meydana gelen her şey, Yüce Hakk’ın
dilemesi (irade) ve ezelî ilmi (ilim) ile belirlenmiştir. Bu
durum, insan ömrü ve ölüm vakti (ecel) için de geçerlidir.
A.
İlahi İrade ve Kudretin Kaynağı
Debbağ’ın ifadeleri, Allah’ın her zaman Fâil-i
muhtar (dilediğini yapan, irade sahibi) olduğunu ve hiçbir şeyin O’nun
takdirinden hariç olmadığını vurgular.
- Velinün İradesiz Tasarrufu: Debbağ’ın manevi gücüne
dair anlatılan olaylar, O’nun gayb âlemindeki olaylara dâhil olduğunu
gösterir. Örneğin, müridi Ahmed bin Mübarek, tehlikeli bir geçitte kaçan
katırını yakalamak için kalbinden Debbağ’dan yardım istediğinde, Şeyh,
dört günlük mesafede olmasına rağmen ona yardım edenleri göndermiştir.
Şeyh, Ahmed bin Mübarek’e gülerek yârenlik etmiştir, zira yardım etmesi
için şahsen orada bulunması gerekmemektedir. Bu tasarruf (manevi
güçle etki etme), Debbağ’ın ezelî takdire göre hareket ettiğini gösterir.
- Ölüm Vaktinin Bilinmesi (Ecelin Keşfi): Debbağ, müridi
Seyyid Abdurrahman’ın hasta olan oğlu için dua istemesi üzerine,
"Bana biraz mühlet ver, başka bir zaman duada bulunurum" demesi,
çok geçmeden oğlunun öleceği anlamına geliyordu. Bu durum, Şeyh’in keşf
yoluyla o çocuğun ecelinin geldiğini bildiğini; duanın dahi
takdirin önüne geçemeyeceğini gösterir.
- Ruhun Çıkışı ve Kader: Ölüm anında ruhun bedenden
ayrılması, ecel hükmünün yerine gelmesidir. Ruhun bedene ilk girişi
gibi, çıkışı da İlahi emirle ve genellikle zorla gerçekleşir. Ecel
geldiğinde, ruh eğer çıkış yolu bulursa derhal ayrılır.
B.
Şekavet ve Ecelin Hızlandırılması
Debbağ Hazretlerini en çok üzen olaylardan
biri, müridin sır konusunda acele etmesi ve henüz vakti gelmeden kapıyı
açmasıdır ki, bu durum İslamiyet'ten mahrum kalma bedbahtlığına (tenassur)
düşmesine sebep olmuştur. Bu, manevi yoldaki sapmanın dahi İlahi Takdir
(şekavet/bedbahtlık) ile sonuçlandığını, ancak bu takdire yol açan sebebin
(acele ve riayet etmeme) kulun fiili olduğunu gösterir.
II.
Nazar (Göz) ve Manevi Tasarrufun Rolü
Nazar, Debbağ’ın terminolojisinde
genellikle bir Velî’nin kalbî ya da manevi enerjisinin bir kişi, mekân veya
olay üzerindeki etkisi (tasarruf) olarak karşımıza çıkar. Bu nazar,
Allah’ın izniyle gerçekleşen bir sebep veya vasıtadır.
A. Keramet ve Tasarruf Yoluyla Etki
Debbağ, velilerin çok büyük işler
yapabildiğini, ancak bu işlerin Cenâb-ı Hakk’ın o hususları onların emrine
vermesiyle gerçekleştiğini ifade eder.
- Kâfiri Yok Etme (Nur ve Zulmet Savaşı): Şeyh’e, tasarruf ehli olan
velilerin kâfirleri neden yok etmedikleri sorulduğunda, bunun Nur’un
askerleri ile karanlığın (zulmetin) askerleri arasında şiddetli
bir savaş olduğunu belirtir. Kâfir bir şahsın yok edilmesi, Velî’nin o şahsın
zâtını düşünmesi (tasavvur) ile mümkündür. Eğer bir kişi,
bir Velî’nin nazarıyla ölürse, bu ölüm, o kişinin ezelde takdir edilmiş
olan ecelinin, Velî’nin manevi gücünün (nazarının) kullanılmasıyla
gerçekleşmesidir. Nazar, burada İlahi Hükmü infaz eden araçtır.
- Gözün Hayır ve Şer Üzerindeki Etkisi: Debbağ,
hırsızlık damarı olan bir kimsenin, yoldan geçen bir hırsızı görmesiyle
bile içindeki şer damarının canlandığını, kalbinin ferahladığını; aynı
şekilde Allah dostunu gören kişinin içindeki hayır damarının uyanıp
dirildiğini belirtir. Bu, nazarın (göz teması veya manevi
odaklanma) fiziksel ölüme sebep olmasa bile, manevi veya ahlaki kader
üzerinde ani ve güçlü bir katalitik etkiye sahip olduğunu gösterir.
- Nazarın Fiziksel Sonuçları: Kaynaklarda, Debbağ'ın
bizzat nazarının bir kadını Hristiyan iken Müslüman yapması gibi manevi
dönüşüm örnekleri mevcuttur. Başka bir sufi olan Bayezid-i Bestamî'nin müridi de, şeyhine karşı
edebe riayet etmemesi sonucu ayağının felç kalması gibi ağır fiziksel
cezaya uğramıştır. Bu tür fiziksel sonuçlar, nazarın (göz
veya manevi odaklanma) ecel dışında fiziksel zarara yol
açabileceğini gösterse de, bu zararın nihai olarak Allah’ın izniyle
gerçekleştiği kesindir.
III.
Ecel ve Nazar Meselelerinin Nihai Değerlendirilmesi
Debbağ Hazretleri’nin öğretisine göre,
kişi tamamen eceliyle ölür.
- Nazarın (Kötü Gözün) Rolü: Eğer nazar terimi,
halk inancındaki kötü göz anlamında kullanılıyorsa, bu bile
Allah'ın takdiri dâhilinde bir sebep olarak işler. Hiçbir nazar
veya sihir (magic), Allah'ın ezelde tayin ettiği ecelin ne
zaman geleceğini değiştiremez.
- Velinin Nazarının Rolü: Bir Velî’nin nazarının (manevi bakışının) bir
kişinin ölümüne sebep olması durumunda dahi, bu durum, o kişinin ecelinin
o anda gerçekleşmesi için İlahi Kudretin, Velî’yi bir araç olarak
kullanmasıdır. Velî’nin bu tasarrufu da zaten takdir edilmiştir.
Sonuç:
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’ne göre,
insanlar kesinlikle ecelleriyle ölürler. Zira O’nun ilim ve keşfinde kader
ve kazâ mutlak ve değiştirilemez bir hakikattir. Nazar (gerek
velînin tasarrufu, gerekse kötü gözün etkisi) ise, bu ezelî takdirin meydana
gelmesi için kullanılan ve yine İlahi İradeye bağlı olan sebep
zincirinin bir halkasıdır. İnsan, kendi nefsi için takdir edilen ecel
vaktine geldiğinde, bu, bir velinin nazarının tecellisiyle de
gerçekleşebilir, ama nihai hüküm daima Allah’a aittir.
Kader
Meseleleri Üzerine Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin Yaklaşımı: İlahi Takdirin
Mutlakiyeti ve İsteklerin Sınırı
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
feyz (manevi bereket) ve keşf (manevi görüş) yoluyla elde ettiği bilgiler,
kader (Qadar), kaza (Kazâ) ve ecel (ölüm vakti) konularında mutlak bir
teslimiyeti esas alır. O’nun perspektifinde, İlahi Takdir (ezelî hüküm)
kesindir ve değiştirilemez; insana düşen ise, bu takdir karşısında rıza (rıza)
göstermek ve sebeplere sarılırken bile nihai kudretin Allah’a ait olduğunu
idrak etmektir.
Debbağ Hazretlerinin görüşleri, insanların
ecelleri ve nazarın tesiri hakkındaki daha önceki tahlillerimizde
de vurgulanan (önceki yazılarımızda), ecelin mutlaklığı prensibine dayanır.
I.
İlahi Kader ve Kazânın Değişmezliği
Debbağ ve takipçisi olan muhakkik
sûfilerin (hakikati araştıranlar) temel kabulü, Allah’ın hükmünü geri
çevirecek, O’nun kazâ ve hükmünü takip edip değiştirmeye çalışacak hiçbir
kuvvetin olmadığıdır.
- Ecelin Mutlakiyeti: Bir kişinin ölüm vakti (eceli), ezelde takdir
edilmiştir. Debbağ Hazretleri, Seyyid Abdurrahman’ın hasta olan oğlu için
dua istemesi üzerine, çocuğun ecelinin geldiğini keşf yoluyla bilmiş ve
duanın o hükmü değiştirmeyeceğini ima etmiştir. Bu durum, duanın
dahi takdir edilen nihai sonucu etkilemediğini gösterir.
- Kaza ve Belanın Kaçınılmazlığı: Allah’ın takdiri
ezelde belirlenmiştir ve bunun meydana gelmesi vâcibdir. İlahi meşiet
(dileme) ezelde böyle düzenlemiştir. Kulun başına gelen bir musibetin
(belâ), kendisine isabet etmesinde hata yapmayacağı; dokunmadan sapıp
geçecek olan şeyin de isabet etmeyeceği kesindir. Bu, ezelî ilmin ve
hükmün mutlak gücünü ifade eder.
- Bedbahtlık (Şekavet) ve Ezelî Hüküm: Mânevî yoldan
saparak küfre düşme (tenassur) gibi büyük bir bedbahtlığın (şekavet),
kişinin sır konusunda acele etmesi gibi bir fiil sonucu ortaya
çıksa bile, bu nihai akıbetin (sonuç) ezelde takdir edilmiş olması
söz konusudur. Bu, kaderin, fiilin sonucunu belirleyen nihai çerçeve
olduğunu gösterir.
II.
Niyet, İrade ve Kerametin Kader Üzerindeki Rolü
Kaderin sabit olması, insan fiilinin veya
velilerin tasarrufunun tamamen yok sayıldığı anlamına gelmez; ancak bu fiiller,
nihai hükmü gerçekleştiren birer sebep veya vâsıta (araç) olarak
işlev görür.
A.
Nazar ve Tasarruf Yetkisi
Daha önce detaylıca incelediğimiz gibi, velilerin tasarrufu (nazar)
bir kâfiri yok etse bile, bu durum İlahi Takdirin infazıdır. Velinin
nuru ile zulmetin (karanlığın) askerleri arasındaki savaş, o kişinin ecelinin
o anda gelmesine vesile olur. Hiçbir nazar (göz) veya sihir
(magic) İlahi İradeye karşı gelemez.
B.
Niyet ve Sadakanın Sınırları
Debbağ Hazretleri, amelin kabul
olunmasının alâmetini, kulu ameli unutması ve dikkatini tamamen ondan
kesmesi olarak görür.
- Mükâfat Beklemek: Arif kişiler, bütün ömürleri boyunca ibadet etseler
dahi, Allah’ın haklarından hiçbir şeyin karşılığını tastamam yerine
getiremeyeceklerini bildikleri için kendi nefisleri için bir ecir (sevap)
beklemezler. Zira amelinin karşılığında ecir bekleyen, üzerine vâcib olanı
ödediğini kabul etmiş olur.
- İllet (Boş Niyet): Sırf Allah’a yaklaşmak kasdıyla
sadaka vermek bile, eğer bu kasıt bir illet (nefsi gaye) ise,
amelin kabulünde zarara yol açar. Bu durum, kulun kendi iradesiyle dahi
olsa, İlahi muradın önüne geçmeye çalışmasının bir zâtî kusur olduğunu
gösterir.
III.
Kader ve İhtiyar (Özgür İrade) Tartışması: Mu'tezile’ye Reddiye
Debbağ Hazretlerinin görüşlerini nakleden
kaynaklar, O’nun (ve genel olarak Sünni tahkik ehlinin) kaderi katı bir
determinizmle inkâr eden veya sınırlayan felsefî ve kelamî yaklaşımlara karşı
duruşunu ortaya koyar.
A.
Mu'tezile’nin Görüşü ve Eleştirisi
Mu'tezile ekolü, adaletin (adl) gereği olarak, Allah’ın kullarına en
güzelini (aslah) yapmasının zorunlu olduğunu ve cezayı ebediyen devam
ettirmesi gerektiğini savunur. Bu, insanı sorumlu kılmak adına, kaderin
mutlakiyetini sınırlayan bir yaklaşımdır.
- Zulüm İddiası: Mu'tezile, Allah’ın cezayı terketmesi
durumunda zulüm gerekeceğini iddia eder.
- Debbağ'ın Tepkisi: Debbağ Hazretleri, (ve nakledilen
Gazâlî’nin güçlü tahlili), bu görüşü şiddetle reddeder, zira bu, İlahi
lütuf ve kereme, insanî düşünceye ve şeriata karşı bir cehalettir.
Affetmeyi güzel gören bir akıl, cezayı ebediyyen devam ettirmeyi veya
nimeti kötülemeyi (nimetleri kötü karşılamak) hoş görmez.
B.
Allah’ın Mutlak Fâil-i Muhtar Olması
Debbağ’ın kabul ettiği inanca göre, Allah
her zaman Fâil-i Muhtar (dilediğini yapan, irade sahibi) olandır ve
O’nun ihtiyarlığı (seçme iradesi) hiçbir an O’ndan meslûb (çekilmiş)
değildir.
- Hikmetin Sınırlanmaması: Felsefecilerin ve bazı
kelamcıların, Allah’ın "hikmetinin gerektirdiğinden" daha
güzelini ve mükemmelini yaratmadığı iddiası, Debbağ tarafından, İlahi
kudretin ve iradenin sınırlanması anlamına geldiği için eleştirilir.
Allah’ın yaratmadaki tedrîc (kademeli gidiş) yolu, sonradan olacak
olanı yavaş yavaş beklemeye ve ona karşı bir şevk taşımaya fırsat veren
bir hikmettir.
IV.
Kaderle Uyumun Manevi Pratiği: Rıza, Sükût ve Tevekkül
Kaderin değişmezliği karşısında sâlikin
(manevi yolcu) uygulaması gereken en üstün pratik, teslimiyet ve rızadır.
- Rıza ve Teslimiyet Vakti: Bela gelmeden önce dua etmek
gerekir; belâ geldikten sonra ise rıza ve teslimiyet göstermek icap
eder. Rıza, (beşeri) iradenin ve tercihin ortadan kalkmasıdır; belâyı
nimet saymaktır. Ezelde takdir olunanı tercih etmek, zamana karşı
durmaktan ve hal ile çekişmekten daha iyidir.
- Tevekkül ve Korku: Fakirlikten korkan münafıktır,
zira fakirlik korkusu, kulun Allah’a olan tam tevekkülünü zedeler.
Tevekkül, kalbin eşkalden (sıkıntılardan) hali olmasıdır. İnsan, nefsine
sırren çile çektirerek, Allah’ın üç gün rızık vermemesine rağmen zafiyet
duymayacak noktaya gelmelidir ki, bu onun tevekkül mertebesine ulaştığını
gösterir.
- Sükût (Susma): Maneviyatta sürekli suskunluk (sükût),
nefsin hevasını dizginler ve şeytanın kalbe sızarak vesvese vermesini
(hile) engeller. Abdullah
b. Mübarek’e göre, akıllı insanda en faydalı haslet tam akıldır;
eğer o yoksa güzel edep, o da yoksa sürekli sükût etmek, o
da yoksa derhal ölmek gerekir. Bu, kaderin dehşeti ve bilginin
ağırlığı karşısında susmanın, insana verilmiş en büyük manevi korunma yolu
olduğunu gösterir.
Kaynaklar Listesi
Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan bölümler: 4, 190, 320, 404, 405,
406, 415, 453, 467, 468, 469, 470, 473, 480, 491). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül
Üns Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 61, 86, 87, 102, 144, 151, 162, 181,
185).
“Allah
hainleri (ihanet edenleri/zulmedenleri) sevmez”
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri (k.s.), “Allah hainleri (ihanet edenleri/zulmedenleri) sevmez” şeklindeki
genel ilahî beyanı, tasavvufî ve keşfî (ezoterik) bir çerçevede ele almış; bu
sevmeme durumunu doğrudan bir duygu yerine, kulun İlahî Huzurdan
Perdelenmesi (Hicap) ve İlahi Gazaba Uğraması (Zulmet) olarak
açıklamıştır. Debbağ Hazretleri’ne göre, Allah’a muhalefet eden (isyan eden)
veya haksızlık yapan (zulmeden) kişinin akıbeti, ilahi takdirin (kaza ve kader)
mutlak ve değişmez hükümleriyle gerçekleşir, ki bu da o kişinin maneviyattan
mahrum kalması demektir.
I.
Günah ve İsyanın Temel Sebebi: Allah’tan Kopmak
Debbağ Hazretleri’nin öğretisinde, bir
eylemin haram (yasak) kılınmasının veya manevi açıdan olumsuz kabul edilmesinin
yegâne sebebi, o eylemin kişiyi Allah’tan koparıp (uzaklaştırıp) perde
gerisinde bırakmasıdır. Bu kopuş, İlahi Sevginin (Muhabbet) yokluğu
olarak tezahür eder.
- Haramın Kaynağı: Debbağ’a göre, haram kılınan bütün
fiillerin tek bir sebebi vardır: “insanı Allah'tan koparıp
uzaklaştırmasıdır.” Dama oynamak gibi dünyevi faydası olmayan basit
bir meşguliyet bile, kalbin tamamen ona verilmesine, dolayısıyla zâtın
(özün) Cenâb-ı Hakk’a nazar etmekten (bakmaktan) mahrum kalmasına neden
olur. Bu durum, kul ile Allah arasına engel dikilmesidir.
- Taatin Bile Perde Olması: Hatta Debbağ, bazı tâatlerin (ibadet
ve itaatlerin) bile insanı Allah’tan uzaklaştırabileceğini belirtir. Eğer
böyle olursa, günah ve isyanların (hainliğin) ne ölçüde uzaklaştırıcı bir
tesir yaratacağını izah etmeye lüzum yoktur.
- Bedenî Zafiyetin Rolü: Debbağ’ın keşiflerine göre,
insanın kanının (bedenî yapısının) tesiri, zatı fâni (geçici)
şeylere yönlendirir (ev yapmak, mal toplamak gibi). Bu yönelme, gafletin
(dikkatsizlik/unutkanlık) ve dolayısıyla Allah’tan mahcup (perde altında)
kalmanın sebebidir.
II.
Hainlik ve İsyanın Manevi Cezası: Zulmet ve Şekavet
Hainliğin veya sürekli isyanın sonucu,
manevi karanlık (zulmet) ve bedbahtlık (şekavet) olarak kendini
gösterir ki, bu da Allah’ın o kuldan rızasını çektiği anlamına gelir.
- Cehennemin Yansıması (Berzah’taki Zulmet): Debbağ
Hazretleri, kâfirlerin ve münafıkların (hainlerin ve yalan söyleyenlerin)
ruhlarının Berzah âlemindeki durumunu anlatırken, onların ruhlarının
Cehennem azabından pay aldığını belirtmiştir. Kâfirlerin ruhları Berzah’ın
dışından uzunca bir sütun gibi yükselir, Cehenneme doğru dal budak uzatır
ve Cehennem azabının, mihnetinin ve fena kokusunun bu sütuna
aksedişiyle cehennemdeymiş gibi bir hâl alırlar. Bu sütunlarda
münafıklar ve Allah'ın gazabına uğrayan inkârcılar da eyleşir.
Münafıkların ruhlar âleminde, bedenlerinin Cehennem’deki makamına benzer
bir makamı vardır. Bu, Allah’ın gazabının ve kesin bir sevmeme halinin
tecellisidir.
- En Büyük Bedbahtlık (Şekavet): Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerini en çok
üzen olaylardan biri, sâdık yolda olması gereken bir müridin sır
konusunda aceleci davranıp şeyhine itaatsizlik etmesi (manevi bir ihanet)
sonucu mânevi karanlığa gömülerek İslamiyet’ten mahrum kalma (tenassur)
bedbahtlığına düşmesidir. Bu, Allah'tan yüz çevirmenin en uç noktadaki
korkunç akıbetidir.
- Fakirlik Korkusu (İblis’in Sevinci): İblis ve dostları
(şeytanlar), bir kalpte fakirlik korkusunun bulunmasına memnun
olurlar. Bu korku, kulun Allah'a olan tam güvenini (tevekkül)
zedelediği için bir tür mânevi ihanet sayılır ve İblis’i sevindirir.
III.
İlahi Muamelede Lütuf ve Adalet İkilemi
Debbağ Hazretlerinin ilahi sırlarla ilgili
derin keşifleri, Allah’ın "hainleri sevmeme" fiilinin, O'nun mutlak
iradesi (Fâil-i Muhtar) ve adaletinin yanı sıra lütuf ve keremiyle de
dengelendiğini gösterir.
- Adalet Korkusu: Büyük velîler (Allah dostları) için en
büyük dehşet, Allah’ın kendilerine lütuf ile değil, adalet
ile muamele etmesidir. Bir arifin (gnostik) bütün ömrü boyunca ibadet etse
bile Allah'ın hakkını tastamam yerine getiremeyeceğini bilmesi, ona bir
ecir (sevap) beklememe zorunluluğu yükler. Hainlik veya isyan hali, kişiyi
doğrudan İlahi Adaletin dehşetli hükmüne maruz bırakma riski taşır.
- Mu’tezile’ye Reddiye: Debbağ’ın kabul ettiği Sünnî
görüşe göre, Mu'tezile’nin iddia ettiği gibi Allah’ın, günahkâra cezayı
ebediyen devam ettirmesi gibi katı bir adalete mecbur olduğu düşüncesi, İlâhî
lütuf ve kereme karşı bir cehalettir. Allah, dilediğini yapan (Fâil-i
muhtar) olduğu için affetmeyi de dileyebilir. Ancak bu lütuf, hainliği
veya isyanı meslek edinmiş olanlara genellikle yönelmez.
Sonuç:
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin tahlilinde, Allah’ın hainleri veya
isyan edenleri "sevmemesi," kişinin üzerine çöken mânevi karanlık (zulmet)
ve İlahi Huzurdan uzaklaşma (hicap) olarak anlaşılmalıdır. Bu
hal, ezelî takdirin bir parçası olmakla birlikte, kulun kendi fiili (isyan ve
gaflet) ve dünyevi bağlar (kanın meyilleri) nedeniyle meydana gelir. Bu kopuş,
Cehennem azabının bir gölgesinin ruha yansımasına (Berzah’ta) ve nihai
bedbahtlığa (şekavet) yol açabilir.
Peygamber
Efendimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Yönelik Kötü Söz ve İhanetin Manevi Akıbeti
Hakkında Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) Tahlili
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin mânevi ilimler ve hakikat
(ezoterik) üzerine bina edilmiş öğretisinde, Hz. Muhammed’e (salla’llâhu aleyhi
ve sellem) karşı gösterilen en ufak bir
edep (adab) eksikliği veya isyan (muhalefet), son derece yıkıcı manevi sonuçlar
doğurur. Zira Debbağ’a göre, Resûlüllah’ın (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) makamı (nübüvvet ve risâlet),
yaratılmışlar âleminde feyzin (manevi bereketin) ve ilahî sırların (ledün ilmi)
yegâne kaynağıdır. O’na karşı kötü söz söylemek, sadece bir günah değil, ruhun
kemâlini tamamen yok eden, İlahi Takdirde yazılı olan şekavete
(bedbahtlığa) kapı açan bir ihanet olarak değerlendirilmelidir.
Debbağ Hazretleri, Peygamberlik makamını,
hiçbir mahlûkun ulaşamayacağı, son derece büyük ve kıymeti ölçü kabul etmeyecek
bir makam olarak kabul eder. Bu yüce makama karşı gelen Müslümanın
karşılaşacağı kötü akıbet, mânevî karanlık (zulmet) ve İlahi Huzurdan
perdelenme (hicab) ile açıklanır.
I.
Kötü Sözün Mahiyeti: Nübüvvet Makamına İhanet
Peygamber Efendimize (salla’llâhu aleyhi
ve sellem) karşı kötü söz söylemek veya
O’nun getirdiği hakikate (Hak Söz) muhalefet etmek, Debbağ’ın harflerin esrarı
konusundaki tahlillerinde bahsettiği Risâlet Harfi’nin taşıdığı kemâlin
(mükemmelliğin) doğrudan reddedilmesi anlamına gelir.
- Hak Sözden Sapma: Nübüvvetin özü, Hak Söz (hakikat) üzerine
kurulu olmaktır. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) , bu hak sözden,
dostlarından, yurdundan ve hatta boynu vurulma pahasına bile
dönmemiştir. Bir
Müslümanın, O’nun zât-ı şeriflerine dil uzatması, kendi kalbinde bu Hak
Söz'e olan imânın zayıfladığına ve yerine nefsânî vehimlerin
(kuruntuların) geçtiğine delildir.
- Haramın Yıkıcı Etkisi: Debbağ Hazretleri, haram olan
her şeyin tek bir ortak noktası olduğunu belirtir: İnsanı Allah’tan
koparıp uzaklaştırması. Kötü söz söyleme eylemi, imanî ve ahlaki
açıdan en büyük isyanlardan biri olduğu için, bu kopuşu en şiddetli
şekilde gerçekleştirir ve kul ile Allah arasına kalın bir hicap
(perde) çeker.
II.
Kötü Akıbetin En Şiddetli Tezahürü: Şekavet ve Zulmet
Debbağ Hazretleri, Müslüman görünen bir
kişinin manevi yoldan sapmasının ve şekavete (bedbahtlık, talihsizlik)
düşmesinin, büyük bir üzüntü ve İlahi gazabın sonucu olduğunu göstermiştir.
- Tenassur (İslam’ı Terk Etme) Örneği: Daha önceki
açıklamalarımızda (Şeytanın hileleri ve Debbağ’ı üzen haller konusunda)
ele alındığı üzere, bir müridin (mânevi yolcu) sır konusunda aceleci
davranması ve şeyhinin
aleyhinde konuşması (manevi otoriteye karşı isyan/hainlik) onun üzerine belâ
inmesine, manevi bir karanlığa (zulmet) gömülmesine ve nihayetinde tenassur
(Hristiyanlaşma/İslamiyet'ten mahrum kalma) bedbahtlığına düşmesine neden
olmuştur. Şeyhin manevi otoritesine karşı gelenin akıbeti bu denli
dehşetli oluyorsa, velayet ve nübüvvetin mutlak kaynağı olan Hz.
Peygamber’e karşı kötü söz söyleyenin akıbetinin (zulmet ve hicabın
derinliği) ölçülemeyecek kadar ağır olacağı aşikârdır.
- Amellerin Reddinde Tezahür: Kötü söz, kalbin Allah’tan
kopmasına yol açtığı için, kulun manevi amelleri de değersizleşir. Debbağ,
haram ve gafletten gelen karanlığın, kişinin rüyalarını ve keşiflerini
bile bozduğunu belirtir. Peygamber’e karşı yapılan bir saygısızlık, kalbi
tamamen karartarak, kulun yapacağı hiçbir ibadetin ve taatin İlahi Huzurda
kabulünü sağlamaz, zira İlahi Sevgi (Muhabbet) ortadan kalkmıştır.
III.
Riyâ ve Nezaketin Terk Edilmesinin Cezası
Debbağ Hazretleri, mânevi makama
ulaşanların bile kendilerini halka karşı süsleyip riyâya (gösteriş) düşmelerini
ve nefislerinin arzusunu takip etmelerini, manevi hastalıklara ve afetlere kapı
açmak olarak görmüştür. Peygamber’e karşı kötü söz söyleyen bir Müslüman, istikametten
(doğruluktan) tamamen sapmış, riyânın ve nefsinin en alt mertebedeki arzusunun
esiri olmuştur.
- Tevazu Eksikliği: İnsanı manevi yolda başarıya
ulaştıran tevazudur. Tur Dağı’nın tevazu göstererek Allah’ın kelamıyla
izzet bulması gibi, kötü söz söyleyen kişi de Tur Dağı’nın aksine kibirle
dolmuş demektir.
- İlahi Nazarın Çekilmesi: Debbağ'ın tasarruf ve keramet
örneklerinde, nazarın (manevi bakışın) büyük bir etkisi olduğu görülür.
Bir velînin nazarını bir müritten çekmesi (gözünü ondan çevirmesi), o
kişinin üzerine belanın inmesine ve manevi helake sürüklenmesine
yetmiştir. Allah’ın
sevgili Elçisine karşı kötü söz söyleyen kişi, bizzat Allah’ın
himayesinden ve lütfundan gelen nazarın çekilmesini hak eder.
Dolayısıyla, Debbağ Hazretleri’nin genel tasavvufi prensiplerine göre,
Müslüman olduğu halde Peygamber Efendimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) kötü söz söyleyen bir kişinin akıbeti, manevi
şekavet (bedbahtlık) ile mühürlenmek, İlahi nurdan (feyz)
mahrum kalmak ve kalbi manevi zulmetle kaplanarak dünyadaki varlığını bir tür
cezalandırılmış varoluş haline getirmektir.
Kaynaklar Listesi
Attar, F. (t.y.). Esrarname.
(Aktarılan bölümler: 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18,
19, 20). Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya. (Aktarılan bölümler: 29,
38, 41, 42, 80, 110, 113, 139, 149, 185). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz
(Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan bölümler: 235, 265, 266,
279, 286, 293, 297, 336, 397, 408, 434). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül Üns
Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 110, 139, 149, 185, 195, 213). DİA. (t.y.).
Abdülazîz ed-Debbâğ. (Aktarılan bölümler: 1, 2).
Gelecek
ve Gayb Âlemine Dair Keşifleri
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri’nin
(k.s.) feyz (manevi bereket) ve keşf (manevi açılım) yoluyla elde ettiği ilahi
sırlar, sadece geçmişi ve şimdiyi değil, aynı zamanda geleceği ve kıyamet
sonrası âlemleri de kapsar. O’nun bu konulara dair açıklamaları, mutlak hakikat
ve teslimiyet odaklıdır.
I.
Gelecek ve Gayb Âlemine Dair Keşifler ve Peygamberlik Edebi
Debbağ Hazretleri, kâmil bir ârif
(gnostik) olarak, zahirî (dışsal) ilimlere ihtiyaç duymadan, zaman ve mekân
mefhumlarının ötesindeki bilgilere vâkıf olmuştur.
A.
Gelecek Zamanı Bilme Kapasitesi
Debbağ Hazretleri, fetih (manevi açılış)
makamına eriştiği zaman, bütün köyleri, şehirleri, denizleri, yedi kıtayı ve
hatta Hıristiyan bir kadının çocuğunu emzirdiğini dahi müşahede ettiğini
bildirmiştir. Bu müşahede kabiliyeti, sadece mevcut zamanla sınırlı kalmamış,
aynı zamanda ileride meydana gelecek hâdiseleri ve bunların sırasını da
görmesini sağlamıştır. O, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım gibi kozmik olayların
yanı sıra, hicrî 654’te Kurayza’da meydana gelen ateş gibi tarihî olaylar
hakkında da bilgi sahibiydi.
B.
Gelecek Hakkında Konuşma Edebi (Sükût)
Debbağ’ın manevi hiyerarşideki üstünlüğüne
rağmen, kâmil hakikat ehli (ehl-i hak) olmaları sebebiyle, ileriye dönük büyük
hâdiseler hakkında konuşmaktan çekinirlerdi. Bu, tasavvufî bir edep (adap)
meselesidir:
- Dünyanın Önemsizliği: Hak ehli, dünyayı ve onda
meydana gelen olayları Allah katında pek sevimli ve kıymetli görmez. Bu
yüzden gelecek olaylardan bahsetmeyi hoş karşılamazlar, zira bu, o
olaylara kıymet atfetmek anlamına gelir.
- Müşahedenin Başlangıcı: Onlar, gelecekteki hâdiselerin
ancak ilk basamağını (başlangıcını) müşahede ettiklerini bilirler.
Bu nedenle, gördükleri olayın boş ve mânâsız olduğunu bildikleri için,
konuşmak yerine sükût etmeyi (susmayı) tercih ederler.
C.
Seçici ve İhtiyatlı Kehanet Örnekleri
Debbağ’ın gelecekten haber verme eylemi,
genellikle müridlerini uyarmak veya irşad etmek maksadıyla, mecburiyet
durumunda gerçekleşmiştir:
- Vurguncular Olayı: Debbağ Hazretleri’nin, bir gece
falan sahrada vurgun (soygun) vurulacağını ve şu kadar kişinin
yaralandığını haber vermesi ve durum soruşturulduğunda haberin aynen vuku
bulması, O’nun keşfinin zaman ve mekân sınırlarını aştığını
göstermektedir.
- Perdenin Kalkması ve Çekilmesi: Aynı gece, Şeyh’in
oğlunun kafası kesilip kapının önüne atılmasına rağmen Şeyh’in bundan
haberi olmaması, O’nun bilgisinin İlahi İrade tarafından belirlenen
perdelerle (hicab) sınırlı olduğunu ortaya koyar. O’nun gördüğü
vakitte perde kalkmış, görmediği vakitte ise perde çekilmiştir. Bu durum,
Debbağ'ın kader (kaza) konusundaki mutlak teslimiyetini vurgulayan önemli
bir noktadır (Bu hususa, ecel ve kader hakkındaki önceki
tahlillerimizde de değinilmişti).
II.
Kıyamet (Qiyamet) ve Âhiret Ahvali Hakkındaki Sözler
Kıyamet günü ve ahiret ahvali (ahiretin
halleri), Debbağ Hazretleri’nin en çok üzerinde durduğu ve müşahede ettiği
manevi gerçekler arasındadır.
A.
Kıyamet Günü’nün Süresi ve Zorluğu
Müfessirlerin ve âlimlerin, Kıyamet Günü’nün uzunluğunun (ellibin yıl)
müminler için kısa süreceği yönündeki kıyaslarına karşılık Debbağ Hazretleri,
mutlak bir delil bulunmadığını belirtmiştir. O’nun görüşü, Hafız İbn Hacer’in tahliline yakın
olup, Kıyamet Günü’nün uzunluğunun müddet (süre) uzunluğu değil, şiddet ve
sıkıntı uzunluğu olduğu yönündedir. Yani, Kıyamet’in dehşeti ve
zorluğu, o günü uzun gösteren temel faktördür.
B.
En Dehşetli Korku ve Ebediyet
Âhiret hayatı, Debbağ için manevi
teslimiyetin nihai testidir. Attar’ın kaynaklarında geçen bir sufi görüşüne
göre, Cehennemliklerin ve Cennetliklerin ebedi hayatı ilan edildiğinde
yaşanacak olan "En dehşetli korku" (Havf) şudur:
- Müminler için ebedi ikramın, kâfirler için ise ebedi azabın
başladığı ilan edilecektir. Cehennemlikler için bu, hicran
(ayrılık) dehşeti, yani İlahi Huzurdan sonsuza dek mahrum kalma
korkusudur.
- Cehennem ehlinin kibir ve bencillik ehli olduğu, Cennet
ehlinin ise tevazu ve mahviyet (hiçlik) ehli olduğu bilinir. Ahiret
yurdundaki mesken, sakinlerinin haline tabi olacaktır. Bu durum, kişinin
dünyadaki manevi yöneliminin (tevazu/kibir), ahiretteki ebedi konumunu
belirleyeceğini vurgular.
III.
Mehdi ve İsa Hakkında Özel Bilgi Yokluğu ve Deccal Kavramı
Verilen kaynaklarda Şeyh Abdülaziz Debbağ
Hazretleri’nin Mehdi’nin zuhur tarihi, İsa (A.S.)’nın yeryüzüne
inişi gibi kıyamet alametleriyle ilgili özel ve doğrudan bir açıklamasına
rastlanmamaktadır.
Ancak, kaynaklar genel tasavvufi çerçevede
bu konularla ilgili kavramlara dolaylı olarak değinir:
A.
Deccal ve İstidrac (Aldatıcı Keramet)
Deccal figürü, genel olarak
tasavvuf literatüründe, olağanüstü olaylar (harikulâde hâdiseler) üzerinden
insanları aldatan (istidrac) kötü güçlerin simgesi olarak görülür. Bu konu, cinler,
sihir ve şeytanın hileleri hakkındaki önceki açıklamalarımızda detaylıca
ele alınmıştı.
- Fahreddin Râzî’nin (k.s.) görüşüne göre, Deccal gibi yalancı
bir davanın sahibinin elinden harikulade olayların zuhur etmesi caizdir,
çünkü Deccal’in yalancı olduğunun, şekli ve yaratılış biçimiyle (ve
davasının batıllığıyla) belli olması, herhangi bir karışıklığa yol açmaz.
- Debbağ Hazretleri’nin istidrac konusundaki genel yaklaşımı
(haram lokma ve nefsani arzuların, şeytanî ve aldatıcı hallere yol
açması), Deccal’in faaliyetlerinin de bu istidrac prensibine
dayandığını teyit eder. Debbağ, keşfin bile bâtıl ehli (filozoflar,
Budistler, rahipler) arasında görüldüğünü ve bunun bir mekr (tuzak)
olduğunu belirtir, zira bu haller kişiyi Allah’tan uzaklaştırır.
B.
Peygamberlik ve Velayet Arasındaki Ayrım (İsa A.S. Bağlamında)
Debbağ Hazretleri, Nübüvvet
(Peygamberlik) makamının eşsiz ve aşılamaz olduğunu savunmuştur (Nübüvvet ve
Velayet hakkındaki önceki tahlillerimizde belirtildiği gibi). Ancak, Hz.
Meryem kıssasında görüldüğü gibi, meleklerin velilere de emir ve nehiy (yasak)
ile inebileceğini, bu durumun o veliyi peygamber yapmayacağını ifade etmiştir.
İsa (A.S.)’nın makamı ise, Peygamberlik makamının mutlak üstünlüğüne dâhildir.
Ayrıca Debbağ, İsm-i Âzâm’ı zikretme kuvvetine sahip olan ender kullardan biri
olarak Hz. İsa’yı göstermiştir.
Unutulan Hususun Hatırlatılması: Bu
makamların (Mehdi, Deccal) manevi mücadelesi, tarikatların vurguladığı tevazu
ve istikamet (doğruluk) ile doğrudan ilişkilidir. Zira şeytanın ve
Deccal’in en büyük hilesi, sâlikleri riyâ (gösteriş) ve kibre düşürmektir.
Bayezid Bestamî’nin de dediği gibi, istikamet (doğruluk), keramet
(mucize) peşinde koşmaktan daha üstündür. Gerçek bir velî (Allah dostu), İlahi
sırları ve kerametlerini (bu sırlara Deccal’in de sahip olabilme ihtimali
nedeniyle) halkın gözünden saklar.
Sürekli
Çektiği Zikir
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin mânevi
pratikleri, keşf ehli bir Gavs (en büyük kutup) olarak, geleneksel
sâliklerin (manevi yolcuların) uyguladığı vird (düzenli zikir)
usullerinden farklı, daha çok huzur (İlahi Huzurda bulunma) ve müşahede
(kesintisiz tefekkür) hâli üzerine kurulmuştur. O’nun sürekli çektiği zikir,
dil ile yapılan bir tekrar olmaktan ziyade, zâtın (özün)
gerçekleştirdiği, İsm-i Âzâm ile ilişkilendirilen bir haldir.
I.
Şeyh Debbağ’ın Sürekli Çektiği Zikir Hâli: Zâtın Zikri
Debbağ Hazretleri’nin sahip olduğu ilm-i
ledün (ilahi sır bilgisi) ve fetih (manevi açılış) makamı, O’nun
zikir pratiğini bilinen tasavvuf usullerinin ötesine taşımıştır. O’nun sürekli
hâli, Allah'tan bir an olsun gafil olmamaktır.
A.
Kesintisiz Müşahede ve Huzur
Debbağ Hazretleri, zâhirde (dış görünüşte)
ağaç budamak veya başka dünyevi meşguliyetlerle uğraşırken bile, bâtınen (içsel
olarak) sürekli Resûlüllah Efendimizi (s.a.v.) müşahede hâlinde olduğunu
ve kalbinin tamamen O’nunla birlikte olduğunu açıklamıştır. Bu kesintisiz huzur
hali, O’nun için en üstün zikir pratiğiydi.
B.
İsm-i Âzâm (En Büyük İsim) Sırrı
Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız
üzere, Debbağ Hazretleri’nin zikri, Allah’ın En Büyük İsmi (İsm-i Âzâm) ile
ilişkilidir. Bu zikrin mahiyeti lafızlarla (sözlerle) sınırlı değildir:
- Zâtın Sesi: Bu zikir, dışarıdan gelen bir ses olmayıp,
"Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zâttan geldiği"
şeklinde duyulur.
- Müşahede Şartı: İsm-i Âzâm ile zikir, ancak tam bir
müşahede ile beraber olabilir. Bu, o kadar büyük bir mânevî yüktür ki:
- Zât (kişinin özü), bu ismin zikrinin ağırlığı
sebebiyle günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç getirebilir.
- Zât bu ismi zikrettiğinde, bütün âlemi bir heybet
ve celâl (ululuk) kaplar ve varlık âlemi korkmaya başlar.
- Hz. İsa’nın (a.s.) bu ismi zikretme kuvvetine
sahip olduğu ve günde on dört defa bunu zikrettiği bildirilmiştir.
Bu durum, Debbağ'ın sürekli çektiği
zikrin, genellikle bilinenden farklı, yüksek bir manevi hâl olduğunu
göstermektedir. Geleneksel zikr-i hafî (gizli zikir) pratikleri ise
nefeste yoğunlaşma ve kalbi arındırma amacına hizmet ederdi.
II.
Hızır’ın (A.S.) Tavsiyesi: Uzlet ve Virdin Önceliği
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri'ne
Hızır'ın (A.S.) bizzat bir vird tavsiye ettiğine dair kaynaklarımızda
doğrudan bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Sufi geleneğindeki genel tavsiye ve
Hızır’ın başkalarına yaptığı yönlendirmeler, manevi pratiklerin hiyerarşisini
belirlemesi açısından önemlidir:
A.
Sohbet Yerine Uzlet ve Vird (Örnek Kıssa)
Hızır (A.S.), tasavvuf tarihinde manevi
yolculara (sâliklere) rehberlik eden önemli bir figürdür. Kaynaklarımızda geçen
bir kıssada, Hızır (A.S.), kendisiyle görüşmeyi ömrü boyunca arzulayan ve her
gün kabristana gidip bir cüz Kur’an okumayı vird edinmiş olan Verrak
isimli bir zât ile sohbet eder. Hızır, onunla sohbet ettikten sonra ayrılırken
şu önemli manevi ölçütü ortaya koymuştur:
"Ömür boyu görmek istediğin Hızır
benim! Bugün benimle sohbet ettin ama bir cüz Kur’an okumaktan da mahrum
kaldın. Bir yer ki, Hızır’la sohbet etmenin sonucu budur, diğerleriyle
sohbet etmenin neticesi ne olur? Bilesin ki uzlet (yalnızlık), tecrid
(ayrılma) ve yalnızlık bütün işlerden üstün ve şereflidir!".
Bu kıssa, Hızır’ın tavsiyesinin, kişinin
kendi düzenli manevi pratiğini (vird) ve uzleti (inziva,
yalnızlık), geçici ve dâhilî faydası belirsiz olan dışsal sohbetten bile
üstün tutması gerektiğini gösteren temel bir prensiptir. Vird, kulun Allah ile
olan rabıtasının (bağlantısının) korunması için elzemdir.
B.
Sükût (Susma) ve Zikir
Attar'ın kaynaklarında da belirtildiği
gibi, hakikatin manasında on cüz (parça) varsa, biri az konuşmak,
dokuzu susmaktır (sükût). Susmayı meslek edinmek, nefsin isteklerini
yatıştırır ve şeytanın vesveselerini (hilelerini) engeller. Bu sükût hali, zikr-i
hafî (gizli zikir) ile birleştiğinde, kalbi tamamen İlahi Huzura hazırlayan
en etkili manevi pratiği oluşturur.
III.
Genel Mürid Virdi ve Şeyh İltifatı
Tarikatlarda virdin kabulü ve
faydası, müridin gayretinden çok, şeyhin nazarı (manevi bakışı) ve feyzi
ile ilişkilendirilir.
- Feyzin Yayılması: Şeyh, Lâ ilâhe illallah kelimesini
müşahedesi çok yüksek olduğu için bâtınıyla söyler ve bu hâl, müridine
sirayet eder. Mürid, bu şekilde şeyhinin makamına yükselmeyi umut
edebilir, eğer Allah bu makamı ona takdir etmişse.
- Virdin Amacı: Virdin asıl yararı, Debbağ'a göre, ümmeti
tertemiz şeriatla muhafaza etmektir; zira şeriat zahiren yerine
getirilirse bâtında imânı korur.
Sonuç olarak, Şeyh Abdülaziz Debbağ
Hazretlerinin sürekli zikri, İsm-i Âzâm’ın zâtî müşahede hâli
olmasına rağmen, Hızır’ın Sufi gelenekte tavsiye ettiği pratikler (Verrak
kıssasında olduğu gibi) düzenli ve kesintisiz Kur’an tilaveti (vird)
ve uzlet (tecrid) üzerine yoğunlaşmıştır; zira bu pratikler, kişinin
manevi yolda en büyük kazanımı olan istikameti (doğruluk) korumasını
sağlar.
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin ve
Tasavvuf Ehlinin İcra Ettiği Zikirlerin Şekil ve Cümleleri
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
manevi yolculuğu (seyr ü sülûk) ve keşf (manevi açılım) makamı, O’nun
zikir anlayışını lafızlardan (sözlerden) ziyade, ruhun ve zâtın (özün)
kesintisiz müşahede (tefekkür) halinde olmasına dayandırmıştır. Aşağıda,
O’nun ve genel olarak tasavvuf yolunun esas aldığı zikirler ve bunların
mahiyetini açıklayan cümleler sunulmuştur.
I. Şeyh Abdülaziz Debbağ’a Mahsus
Yüksek Makam Zikirleri
Debbağ Hazretlerinin mânevi makamı (gavsiyyet)
nedeniyle çektiği zikirler, genellikle Allah’ın en yüce tecellisi olan İsm-i
Âzâm (Allah’ın En Büyük İsmi) ile ilişkilendirilir.
|
Zikirin Adı/Hâli |
Zikirin Şekli ve Cümlesi |
Kaynak |
|
İsm-i Âzâm Zikri (Zâtın Zikri) |
Bu zikir, dille (lafızla) değil, ancak tam
bir müşahede (kesintisiz tefekkür/gözlem) ile beraber olabilir ve kişinin
zâtı (özü) tarafından gerçekleştirilir. |
|
|
İsm-i Âzâm’ın Sesi |
Bu zikir esnasında dışarıdan gelen bir
ses olmayıp, "Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi bir sesin zattan
geldiği" duyulur. |
|
|
Müşahede Zikri |
Şeyh, zâhirde (dış görünüşte) meşgul
olduğu sırada bile, bâtınen (içten) sürekli Resûlüllah Efendimizi (s.a.v.)
müşahede hâlinde bulunmuştur. |
|
|
Zâtın Uyanıklık Hâli |
Zât, zikri işitmekle uyanık bir hâl
alır, aklı yeniden başına gelen kimse gibi olur ve gaflet ondan ayrılır. |
II. Tasavvuf Tarikatlarının Temel Zikir
ve Pratikleri
Tasavvuf yolunun genelinde benimsenen ve
Debbağ’ın da sıklıkla işaret ettiği temel manevi pratikler (usûl-ü sülûk),
zikir ve nefis terbiyesi üzerine kurulmuştur.
|
Zikirin Adı/Hâli |
Zikirin Şekli ve Cümlesi |
Kaynak |
|
Zikr-i Hafî (Gizli Zikir) |
Nefy ve isbat tarikına (Allah’tan
gayrısını nefyedip, Hakk’ı ispat ederek) Lâ ilâhe illallah kelimesi
ile meşgul olma yolu. |
|
|
Hakiki Zikir (Fenâ Hâli) |
Hakiki zikir, zakirin zikirde, zikrin
de Mezkûr’un müşahede edilmesi halinde fani olmasıdır (yokluk makamına
erişmesidir). |
|
|
Sükût (Susma) |
Tasavvuf yolunda sabrı meslek edinmek
esastır; hakikatin manasında on cüz varsa, biri az konuşmak, dokuzu
susmaktır. |
|
|
Devamlı Vird (Hızır’ın Tavsiyesi) |
Uzlet (yalnızlık), tecrid (ayrılma) ve yalnızlık
bütün işlerden üstün ve şereflidir; kişinin kendi düzenli pratiğini
(vird) koruması gerekir. |
|
|
Kalbin Devamı |
Allah Teâlâ, kalpleri zikrin meskeni
olsun diye yaratmıştır. |
|
|
İbadetin Şekli |
Kalbin devası şu beş şeydir: İyilerle
oturup kalkmak, Kur'an okumak, mideyi boş tutmak, gece namazı
kılmak, seher vakti sızlanmak. |
|
|
Vaktin Korunması |
Kulun, Mevlasına muvafık olarak aldığı bir
nefes, ta Âdem’den kıyamete kadar geçen zamanda bütün abidlerin yapmış
oldukları ibadetten daha üstün ve daha iyidir. |
|
|
İhlasın Şartı |
İhlas, bir iş yapınca, bununla anılmayı
arzu etmemek, bu yüzden saygı görmeyi istememektir. |
Şeyh
Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin Hızır Aleyhisselâmdan Aldığı Özel Virdin
(Zikir/Dua) Tahlili ve Mânevî Tesirinin Derinliği
Daha önceki tahlillerimizde, Şeyh
Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) en yüksek zikir makamının İsm-i
Âzâm’ın zâtî müşahede hâli olduğunu belirtmiş olmamıza rağmen, kıymetli
hatırlatmanız ve sunduğunuz kaynağın (özellikle El-İbrîz'in ilgili
bölümleri) tahkiki neticesinde, Debbağ Hazretlerinin tasavvuf yoluna
başlangıçta Hızır Aleyhisselâm'dan aldığı, terk etmeyeceğine dair söz verdiği,
çok önemli ve özel bir vird (düzenli okunacak dua) bulunduğu kesinlik
kazanmıştır.
Bu durum, Debbağ Hazretlerinin mânevi
yolculuğunun (seyr ü sülûk) başlangıcında dahi, en üst düzeydeki manevi
rehberler (ricâl-i gayb) tarafından bizzat desteklendiğini ve yönlendirildiğini
göstermesi açısından büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.
I. Hızır (A.S.) Tarafından Talim Edilen
Vird ve Kontekst
Şeyh Abdülaziz Debbağ, mânevi hayatının
başlangıcında, evvelce şeyh edindiği zatların verdiği virdlerde kalbi huzur
bulamayınca, manevi durumu hakkında şaşırmış bir halde bulunuyordu. Bu süreçte,
Sidre ağacına yakın bir yerde tanışıp söz verdiği zâtın, daha sonra keşf
(manevi açılım) yoluyla Hızır Aleyhisselâm olduğunu idrak etmiştir.
A.
Virdin Metni ve Şartları
Debbağ Hazretlerinin, kendisine vird veren
o mübarek zâta (Hızır A.S.) terk etmeyeceğine dair söz vererek aldığı dua
şöyledir:
|
Zikir/Dua Cümlesi |
Okunma Adedi |
Kaynak |
|
"Allahümme Ya Rabbi! Bicâhi
Seyyidinâ Muhammed bin Abdillâh (S.A.V.), icma' beynî ve beyne seyyidinâ
Muhammed ibni Abdillâhi fi'd-dünyâ kablel-âhireti." (Allah'ım, Ey
Rabbim! Seyyidimiz Muhammed bin Abdullah'ın makamı hürmetine, dünyada
âhiretten önce Seyyidimiz Muhammed bin Abdullah ile benim aramı cem eyle/beni
O'na ulaştır.) |
Her gün 7000 (Yedi bin) defa. |
Bu duanın temel maksadı, Debbağ
Hazretlerinin şahsında, kullukta en üst mertebeye ulaşmak için Resûlüllah
Efendimiz (s.a.v.) ile mânevi buluşmayı (icma' beynî) ve O'nun
nuruyla sürekli müşahede (tefekkür) halinde olmayı dilemektir.
B.
Hızır’ın (A.S.) Tavsiyesi ve Keşfin Doğrulanması
Hızır (A.S.), Debbağ Hazretlerini, Seyyid
Ömer bin Muhammed el-Hevârî'ye de tavsiye etmiş ve "Bu şahıs hakkında sana
hayır tavsiye ederim!" demiştir. Seyyid Ömer’in vefatından kısa bir süre
sonra Debbağ Hazretlerine feth (manevi açılış) müyesser olmuş. Bu feth
ile birlikte, o virdi veren zâtın Hızır (A.S.) olduğunu kesin olarak
anlamıştır.
II.
Virdin Manevi Tesiri ve Okuma Hızının Gelişimi
Debbağ Hazretlerinin aktardığı, Hızır
Aleyhisselâm’dan aldığı bu duanın tecrübesi, mânevi disiplin ve sâlikin
(manevi yolcu) ilerleyişi açısından çok değerli bir bilgi sunmaktadır:
- Başlangıçtaki Ağırlık: Debbağ Hazretleri, duaya devam
ettiğinde, birinci gün kendisine ağır gelmiş ve 7000 adedi gece
olmasına rağmen henüz tamamlayamamıştır.
- Hâlin Hafiflemesi: Ancak duaya sebatla devam ettikçe, gitgide
hafiflemiş, içte bir pişkinlik (olgunluk, kemâl) hissetmeye
başlamıştır.
- İlerleme Aşamaları: Bu hafifleme ve hızlanma, düzenli
manevi gelişimini göstermektedir:
- İlk başta zorlanan Debbağ, daha sonra duayı zeval
vaktine (öğle üzeri) kadar tamamlama imkânına erişmiştir.
- Gelişim devam etmiş, bu kez kuşluk vaktine
(sabahın ilerleyen saatlerine) kadar bitirmeye muvaffak olmuştur.
- Nihayet, günler geçtikçe hafiflik daha da artmış
ve Debbağ Hazretleri duayı güneş doğuncaya kadar tamamlamış
oluyordu.
III.
Mânevî Hızlanmanın Anlamı
Bu zikir pratiğindeki çarpıcı hızlanma,
sadece fiziksel bir performansı değil, aynı zamanda Debbağ Hazretlerinin kalp
ve ruh makamının ne denli hızlı bir arınma ve yükselme yaşadığını
göstermektedir. Zira Hızır A.S. gibi üst düzey bir rehberin tavsiyesiyle alınan
bu vird, kişiyi doğrudan Resûlüllah (s.a.v.) ile müşahede
(gözlem/tefekkür) makamına hazırlamıştır. Nitekim bu hızlanmanın hemen
ardından, Seyyid Ömer’in vefatından üç gün sonra, Debbağ Hazretlerine feth-i
müyesser (manevi açılış) vuku bulmuştur. Bu feth, O’nu gavsiyyet
(en büyük kutup) ve tasarruf sahibi velîler makamına ulaştırmış, artık
O'nun için korkulacak bir hal kalmamıştır.
Kaynaklar Listesi (APA Stiline Yakın
Gösterim)
Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat,
Tarikat, Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan
bölümler: 213, 214, 215, 216, 219, 222, 223).
İlahi
Buyrukların ve Manevi Yükselişin Teminatı Olarak Anne ve Baba Hakkı Üzerine
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.) ve Sufi Meşâyıhın Görüşleri
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
ve genel olarak tasavvuf yolunun rehberlerinin (sûfî meşâyıh), ana ve baba
hakkına (hakku’l-vâlideyn) dair görüşleri, bu görevin sadece ahlaki bir
zorunluluk değil, aynı zamanda İlahi Ma'rifete (Tanrı bilgisi) ulaşmanın
ve manevi yolda istikamet (doğruluk) üzere kalmanın temel taşı olduğunu
göstermektedir. Bu haklar, kulun Allah’a olan teslimiyetinin hemen ardından
gelmekte ve ihmal edilmesi durumunda kişiyi doğrudan şekavete
(bedbahtlık) sürükleyen büyük günahlar arasında sayılmaktadır.
I.
Anne ve Baba Hakkının Teolojik Önceliği ve Büyük Günahlarla İlişkisi
Debbağ Hazretleri, insanın manevi
hayatındaki en kritik meselelerden biri olan ana ve baba hakkının çiğnenmesini,
doğrudan İlahi gazaba ve Cehennem azabına yol açan bir eylem olarak
tanımlamıştır.
A.
En Büyük Günahlar Arasında Yer Alması
İslam şeriatının ve tasavvufi tahkikin
(araştırmanın) ortak kabulüne göre, anne ve babaya karşı gelmek, helak edici (yedi
helak edici büyük günah) günahlar arasında zikredilmiştir.
- Hadis-i şeriflerde sayılan bu yedi büyük günahtan biri, "ana
babaya karşı gelmek" olarak zikredilmiştir. Bu, Allah’a şirk
koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek ve faiz yemek gibi en ağır
cürümlerle aynı kategoride değerlendirilmiştir.
B.
Zulmet ve Cehennem ile İlişkilendirilmesi
Debbağ Hazretleri’nin keşif yoluyla elde
ettiği bilgiler, ana-baba hakkını ihlal etmenin, rüyalar ve mânevi haller
üzerindeki olumsuz etkisini ortaya koyar:
- Rüyanın Yorumu: Bir kimsenin rüyasında kendisini Cehenneme girmiş
olarak görmesi, Şeyh Debbağ’a göre, o kişinin dünyada ana-baba
haklarını çiğnediğine ve onlara isyan ettiğine kesin bir delalet eder.
- Karanlığın Kuvveti (Zulmet): Ana-baba haklarını
çiğnemekten kaynaklanan manevi karanlık (zulmet), haram yemekten ve
diğer günahlardan meydana gelen karanlıklara kıyasla daha kuvvetlidir.
Çünkü ana-baba hakkı, İlahî haklardan hemen sonra gelir ve bu
hakları çiğnemek, insanı doğrudan Cehenneme götürür. Bu, Debbağ
Hazretleri’nin ana-baba hakkına verdiği üstün önemin kesin bir ifadesidir.
II.
Anne Rızasının (Rıza-i Vâlideyn) Mutlak Üstünlüğü
Sufi meşâyıh, özellikle annenin rızasını
kazanmayı, gönüllü ibadetlerden (tâat) dahi önde tutmuşlardır. Bayezid-i
Bistâmî (k.s.) ve Abdullah b. Mübarek (r.a.) gibi büyük velîlerin menkıbeleri,
bu prensibi somutlaştırmaktadır.
A.
Bayezid-i Bistâmî’nin Geri Dönüşü
Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, Kur'an’da
Allah’a ve anne-babaya teşekkür etmeyi emreden ayet-i kerimeye (Lokman/14)
rastladığında, bu hakkın ağırlığını derinden hissetmiştir.
- Bayezid, annesine giderek: "Ben iki evde nasıl kethuda
(sorumlu) olabilirim? Ya, Allah’tan niyaz et, bütünüyle senin olayım veya
beni Allah’a bağışla, hep onun olayım" demiştir.
- Annesi, oğlunun ayrılığından dolayı büyük acı çekmiş, gözlerine
ak düşmüş ve beli iki büküm olmuştur.
- Bayezid,
daha sonra bu deneyimden şu sonucu çıkarmıştır: "İşlerin en
sonuncusu olarak bildiğim iş, hepsinden önde geliyormuş! Bu, anne
rızasıdır!".
- Hacca gitmek üzere yola çıkan Bayezid, çölde guslü gerektiren
bir hal yaşadığında, annesinin kendisi olmadan evi görme gücünü (güç)
kendinde bulamadığını hatırlamış ve geri dönmüştür. Zira annenin rızası
alınmadan çıktığı bu yolculuğun şartına uygun olmadığını düşünmüştür.
B.
Rızanın Hacca Tercih Edilmesi
Bir kimse Şeyh’e gelip Hacc’a gitmek
istediğini sorduğunda, Şeyh, o kişinin anne ve babası olup olmadığını sormuş ve
varsa: "O halde onların rızalarını kazanmaya bak" demiştir.
Bu, farz olmayan nafile ibadetlerin bile, anne-baba rızasının gerisinde
kaldığını gösterir.
III.
Ebeveynin Fıtrî Hakkı ve Disiplinsizliğin Akıbeti
Debbağ Hazretleri’nin keşifleri, ebeveyn
ile çocuk arasındaki fıtrî (doğal) ve manevi bağı ve bu bağın zedelenmesinin
sonuçlarını detaylandırır.
A.
Biyolojik Bağın Mutlakiyeti
Debbağ, mahabbetin (sevgi) aslına vurgu
yaparken, üvey babası tarafından yetiştirilen çocuğun hikâyesini anlatır.
Çocuk, yıllarca kendisini büyüten adama büyük bir sevgi gösterirken, öz
babasını (hakiki babası) gördüğü an, o adama karşı olan bütün sevgi ve
bağlılığı silinmiş, içindeki ilgi bir aslı yoktu denilebilecek ölçüde
yok olmuştur. Bu, anne-baba hakkının fıtrî, derin ve değiştirilemez
olduğunu gösterir.
B.
İtaatsizlik Yayan Çocukların Kaynağı
Debbağ Hazretleri, manevi disipline
uymamanın, çocukların anne-babalarına karşı asi (âsi) olmasına yol
açtığını belirtmiştir:
- Vakitli Cinsî Münasebet: Debbağ Hazretleri, namaz vakitlerinde (özellikle
fecir vaktinde) yapılan cinsî münasebetten meydana gelen çocuğun, Allah’ın
izniyle, sadece anne-babasına âsi bir ruhla doğacağını buyurmuştur.
- Debbağ, daha önce dünyaya gelen çocuklarının kendisine karşı
geldiklerini ve büyük saygısızlıkta bulunduklarını belirtmiş ve bu durumu,
kendi geçmişteki manevi dikkatsizliğinin bir kerameti olarak görmüştür.
Bu, ailevi huzur ve çocukların itaatinin bile, manevi temizliğe
bağlı olduğunu gösterir.
IV.
Velilere Karşı Edeb ve İtaat
Her ne kadar kaynaklarda doğrudan ana-baba
hakkı olmasa da, sufîler, şeyhlerini manevi baba olarak kabul ederlerdi. Bu
bağlamda, anne-baba hakkının en üst düzeydeki tecellisi, müridin şeyhine
gösterdiği edepte görülür:
- Ruh Doktoru Olarak Şeyh: Şeyh, müridin ruh ve mâna
doktorudur. Mürid, şeyhine karşı tam bir saygı ve bağlılık (mahabbet)
içinde bulunmalıdır. Bu bağlılığın asıl olmaması durumunda, şeyhin zatı
uzaklaştığında müridin manevi bağı kopar. Bu durum, ebeveyn hakkının
manevi yoldaki süreklilik ve istikamet için bir zorunluluk olduğunu
gösterir.
Kaynaklar Listesi
Attar, F. (t.y.). Esrarname.
(Aktarılan bölümler: 22). Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya.
(Aktarılan bölümler: 35, 46, 47, 74, 75, 76, 79, 96, 118, 133, 147). Debbağ, A.
(t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat). (Aktarılan
bölümler: 233, 253, 254, 274, 300, 333, 334). Molla Câmî. (t.y.). Nefahatül
Üns Tercümesi. (Aktarılan bölümler: 21, 161).
İlahi
Sevginin Menşei
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
ve Sûfi meşâyıhın (rehberlerin) mânevi ilimlerdeki tahkiki, Yüce Allah’ın bir
kulunu çok sevmesinin (muhabbetullah) nedenlerini, kulun gösterdiği
içsel gayret (cehd), tam teslimiyet (fenâ) ve ahlaki kemâl (edep)
gibi derin esaslara dayandırmaktadır. İlahi sevginin en büyük alameti, kulun
dünya ve nefsin arzularından yüz çevirerek mutlak olarak Hakk'a yönelmesidir.
Bu kapsamda, Allah'ın bir kulu neden çok
sevdiği ve bu sevginin tezahürleri, aşağıdaki ana başlıklar altında
incelenmektedir:
I. İlahi Sevginin Menşei: Kulun Gayreti ve Rızayı
Kazanma Çabası
Mâneviyatta genel kabul gören bir prensibe
göre, Allah’ın bir kulunu sevmesi, kulun O'nun rızasını (hoşnutluğunu)
kazanmaya yönelik samimi ve sürekli çabasına bağlıdır.
- Rızayı Kazanmaya Odaklanma: Yüce Allah, kulu ancak "Kul
rızamı kazanmak için çabalıyor" diye bildiğinde sever. Kulun
kalbi, Allah'ın rızasına aykırı olan her şeyi terk etmeli. Sevginin aslı (asl-ı
muhabbet), Allah'a ve Resûlüne muvafakattir (uyumdur); seven kişi,
sevgilisinin rızasını her şeye tercih eder.
- Mahabbetin Karşılıklı Oluşu: Allah Teâlâ nezdinde,
kulun Allah'ı sevmesinden daha sevimli bir hal yoktur. Hatta bazı sufilere göre, daha
önce Allah kulu sevmeden kul Allah'ı sevmeye muktedir olamaz.
Kulun Allah'ı sevme iddia ve çabası, İlahi sevginin tecellisine bir
davettir.
- İsar ve Fedakârlık: Hakk'ı sevenlerin vasfı,
mahabbetlerinin isar (özgecilik) ve fedakarlık esasına dayanmasıdır.
Allah yolunda hiçbir şeyi esirgememek, sevginin en somut göstergesidir.
- Günahın Tekrarına Tövbe Etmeme: Allah'a dönmeyi ve
yönelmeyi haram eden durum, bir yandan tevbe edip öbür yandan günah
işlemeye devam etmektir. Bu, samimiyetsizliğin cezasıdır. Dolayısıyla,
büyük sevgi, istikamet (doğruluk) üzere kalmayı ve haramlardan uzak
durmayı gerektirir.
II.
Mânevî Zirveler ve Kesintisiz Huzur
Allah'ın kulunu çok sevmesi, o kulun
manevi makamının yüksekliği ve kalbinin sürekli İlahi Huzurda (Huzur)
bulunmasıyla ölçülür.
- Daimi Zikir ve Müşahede: Sevgi, "daimi zikirle
birlikte olan saf dostluktur". Bir kul, Allah Teâlâ'yı severim
der ve onunla neşelenmezse (manevi coşku duymazsa), bu söz samimi
değildir; zira seven kişi sürekli Allah'ı müşahede (gözlemleme,
tefekkür) etmekle meşguldür. Müşahede, kalbi Allah’tan gayri her şeyden
tahliye etmektir.
- Ruhun Gıdası: Ulu ve Yüce Allah'ı zikretmek, âşık
kulun ruhun gıdası ve O’nu övmek de canının şarabıdır.
- Haramdan Uzak Kalma: Haram yiyen bir insanın yedi
organı günaha girer; her kim helal yerse yedi organı taatta bulunur
ve hayır işlemeye muvaffak kılınır. Helal ve temiz kazanç, Allah’ın
sevdiği kulun taatını kolaylaştırır.
- Halka Karşı Tavır: Kulun Allah’ı hangi ölçüde
sevdiğine dair bir kıstas da, halka karşı olan tavrıdır: Hak Teala ile
meşgul olduğun nisbette halk senin işinle meşgul olur.
III.
Sınanma (İbtila) ve Belanın Hikmeti
Allah'ın bir kulunu sevmesi, zahirde (dış
görünüşte) zorluk ve sıkıntı (belâ) olarak da tezahür edebilir. Bu,
kulun nefsini arındırma sürecidir.
- Sevgi Uğruna Belâ: Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, kullarını
kendine yöneltmek için üzerlerine türlü belâlar yağdırır, çünkü
O, kullarını sever. Bu belalar, kulun dünyadan uzaklaşıp Allah'a
yönelmesi için bir vesiledir.
- Belaya Rıza Gösterme: Belaya uğradığı halde sabır
edenin haline şaşılmaz; belaya uğradığı halde buna razı olanın haline
taaccüb edilir. Belaya rıza göstermek, ubudiyetin (kulluğun)
usûlündendir. Zira Bayezid-i Bistâmî, Allah'ın bir kulunu en alt
makama atsa bile O'ndan razı olmanın, sevginin kemâl noktası olduğunu
belirtmiştir.
- Fakrın Tercihi: Sabreden fakir, şükreden zenginden
üstündür; çünkü zenginin gönlü kesede iken, fakirin gönlü Allah’la
beraberdir. Dünya sevgisinden sıyrılmak (fakr), büyük sevgiye
götürür.
IV.
Ahlaki Olgunluk ve Nefsin Terki
İlahi sevgiye mazhar olmanın en önemli
alameti, kişinin kendi nefsini (benliğini) kötü görmesi ve tevazu
göstermesidir.
- Nefsin Zilletini Görme: Allah, bir kulunu, nefsinin
zilletini kendisine göstererek aziz kıldığı kadar hiçbir şeyle aziz
kılmamıştır. Kendini başkasından üstün gören ise kibirlidir. Fudayl
bin İyâd’ın kendisini bir köpekten bile aşağı görmesi bu tevazuya
örnektir: Eğer azaptan kurtulabilirsem ondan iyi olabilirim, aksi halde o
benden iyidir.
- Terk ve İhlas: Sevgi, kendini tümüyle sevgiliye
hibe etmek olduğu için, kulun irade ettiği her şeyi terk etmesi
gerekir. Amellerini, nefsinin menfaati veya sevap elde etme arzusu için
yapmaktan kaçınan ve sadece Allah için halis kılan (ihlas) kullar, İlahi
sevgiye en layık olanlardır.
- İlmin Amel Edilmesi: İlmin neticesi Allah korkusu,
zühdün neticesi rahatlık, marifetin neticesi Allah'a dönüştür.
İlimden en fazla nasip alan, onunla amel edendir; en faziletli amel ise
üzerine farz olandır. Farzı zayi edip dindarlık peşinde koşan
uygunsuz bir iş yapmıştır.
Sûfilerin
Erken Vefatına Dair Genel İzahlar
Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin (k.s.)
ömrünün uzunluğuna ve vefatının (ölümünün) sebebine dair doğrudan bir açıklama
veya kesin bir yaş bilgisi, müritlerinden Ahmed bin Mübarek tarafından kaleme
alınan esas kaynağımız olan El-İbrîz’de yer almamaktadır. Ancak
tasavvufi düşünce ve O’nun yüksek mânevî makamına dair yaptığı tahliller, bu
tür kâmil velîlerin fiziksel varlıklarının (zât) neden uzun süre
dayanamayacağına dair derin manevi bir bağlam sunmaktadır.
Debbağ Hazretlerinin mânevi hayatındaki
olağanüstü yoğunluk ve eriştiği kemâl (mükemmellik) makamı, vücudun (bedenin)
taşıyamayacağı kadar büyük bir nur ve baskı yaratmaktaydı.
I.
Yüksek Mânevî Basıncın Zât (Beden) Üzerindeki Tesiri
Debbağ Hazretlerinin yaşadığı feth
(manevi açılış) ve müşahede (kesintisiz tefekkür) hali, fiziksel bedenin
(zâtın) dayanma sınırlarını zorlayan bir durumdu. Erken vefatının sebebi,
mânevî yoğunluğun fiziksel varlık üzerindeki bu yüküyle ilişkilendirilebilir.
A.
İsm-i Âzâm Zikrinin Ağırlığı
Daha önceki tahlillerimizde (İsm-i Âzâm
konusu) detaylandırdığımız gibi, Debbağ Hazretlerinin en üstün zikri, İsm-i
Âzâm ile ilişkilendirilen ve sadece zâtın (özün) gerçekleştirdiği
zikirdi. Bu zikir o kadar büyük bir mânevî ağırlık taşıyordu ki:
Bu zikrin ağırlığı sebebiyle zât (insanın
özü) günde ancak bir ya da iki defa bunu zikretmeye güç getirebilir [489
(Önceki Cevaplar)].
Bu, İlahî tecellinin (tecelli)
şiddetinin, bedeni yıprattığını ve sürekli maruz kalındığında fiziksel
dayanıklılığı azalttığını gösteren temel bir işarettir.
B.
Kesintisiz Müşahede Hâlinin Sonsuzluğu
Debbağ Hazretleri, feth (manevi
açılış) makamına eriştikten sonra, Cennet ehlinin yaşadığı bir hayat gibi kesintisiz
müşahede hâline girdiğini belirtmiştir. Bu hal, Peygamberler için dünyada
iken hicabın (perdenin) kalkmasıyla mümkündü.
- Ruhun Bedenle Çelişkisi: Kulun zâtı, fani şeylere
meyletme eğilimindedir (kanın ve buharın tesiriyle). Ruh ise sürekli İlahi
Huzurda kalmayı arzular. Bu iki zıt kuvvetin tek bir bedende sürekli
bulunması, zâtı (bedeni) hızlı bir yıpranmaya götürür.
C.
Hızır (A.S.) Virdinin Hızlandırıcı Etkisi
Debbağ Hazretlerinin, Hızır
Aleyhisselâm'dan aldığı "Allahümme Ya Rabbi! Bicâhi Seyyidinâ
Muhammed..." duasını günde 7000 defa okuma pratiği , mânevi ilerlemesini (sülûk) muazzam bir
şekilde hızlandırmıştı. Okuma süresinin sabahtan kuşluğa, oradan da güneş
doğuşuna kadar kısalması, ruhaniyetindeki kemâlin (olgunluğun) çok hızlı
arttığını göstermiştir. Bu kadar hızlı ve yoğun bir manevi yükselişin, bedeni,
taşıdığı manevi yük için yetersiz kılınması mümkündür.
II.
Ruhun Bedenden Ayrılma Sırrı (Ecelin Tecellisi)
Debbağ Hazretlerinin ölüm (ecel) ve ruh
hakkındaki görüşleri, vefatın fiziksel bir hastalıktan ziyade, ruhun İlahi
Takdir gereği bedenden ayrılmasıyla gerçekleştiği fikrini destekler.
- Ruhun İstemeden Girişi ve Kolayca Ayrılışı: Debbağ’a
göre, ruh, bedene ilk girdiğinde de istemeyerek girmiştir. Bu
nedenle, ruh bir çıkış yolu bulduğunda derhal ayrılır ve bir daha
dönmez. Şayet Cenâb-ı Hak, o zatın ecelini (ölüm vaktini) bu
sebebe bağlamışsa, ruhun bedenden ayrılması, hastalığın başlangıcı
olur ve İlahi Hüküm yerine gelir.
- Ölümün Tedavisi Olarak Görülmesi: Debbağ Hazretleri,
insanların çoğunun ölümden kaçmanın bir ilacı olmadığını söylediğini,
ancak ölümün insan için devanın tâ kendisi olduğunu belirtmiştir.
Bu, fenâ (yokluk) makamına ulaşan kâmil velî için fiziksel ölümün,
nihai müşahedeye (gözleme) ulaşmak için bir kurtuluş olduğu manevi bir
bakış açısıdır.
III.
Sûfilerin Erken Vefatına Dair Genel İzahlar
Genel tasavvufî literatürde de (Attar ve
Molla Câmî’nin eserlerinde), İlahi aşkın ve müşahedenin yoğunluğunun, fenâ
makamına ulaşan velîlerin (Allah dostlarının) kısa bir ömür sürmesine neden
olduğu sıklıkla ima edilir.
- Fenâ ve Istılağrak Hâli: Kendisini Hakk'ın fiillerine
kaptıran (istiğrak) sûfiler, bedenî arzularından ve dünyevi
bağlardan tamamen koparlar. Bu durum, fiziksel varlığa olan ilginin
azalmasına ve bedenin zayıflamasına yol açar. Örneğin, Şeyh Cüneyd’in
müridi Hayr en-Nessac hakkında, "En hayırlımız Hayr'dır"
denmiştir, bu da onun manevi kemâlinin yüksekliğini gösterir; ancak O da tecrid
(ayrılma) ve fakr (dünyadan el çekme) yolunda büyük çileler
çekmiştir.
Sonuç olarak, Debbağ Hazretlerinin erken
sayılabilecek bir yaşta vefatının sebebi (kaynaklarımızda kesin yaşı veya
sebebi belirtilmese de), O’nun zâtının (bedeninin) İlahi Muhabbet ve
Müşahede Nurunun (Işığının) dehşetini ve ağırlığını taşıyamayarak, ecelinin
İlahi Takdir gereği ruhunun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşmesidir.
Kaynaklar Listesi
Attar, F. (t.y.). Tezkiretül Evliya.
(Aktarılan bölümler: 53, 64). Debbağ, A. (t.y.). El-İbriz (Şeriat, Tarikat,
Marifet, Hakikat). (Ahmed bin Mübarek'in aktarımları). (Aktarılan bölümler:
187, 228, 232, 239, 283).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder