Print Friendly and PDF

Yayınlar


RECEB-İ SİVÂSÎ VE RİSÂLELERİ

Bunlarada Bakarsınız

 


Değerlendirme - Tahkik - Tercüme

Dr. Fatih ÇINAR

ÖNSÖZ

İslam dünyasını derinden etkileyen tarikatlardan biri Halvetiyye tarîkatıdır. Dört şubesi olduğu kabul edilen Hal- vetiyye tarîkatının Şemseddîn-i Sivâsî’ye nispet edilen Şem- siyye diğer adıyla Sivâsiyye şubesi Sivas merkezli bir tarîkat olmasına rağmen başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun birçok noktasında, Kıbrıs, Trakya ve Balkanlar gibi geniş bir coğrafyada etkili olmuş bir şubedir. Şemsiyye’nin müessisi Şemseddîn-i Sivâsî, ilmî, irfânî, askerî, sosyal ve kültürel alanlarda bıraktığı derin izlerle inşa ettiği bu şubenin geniş bir alanda neşvünema bulmasının en temel dayanağı olmuş­tur. Elbette, Şemseddîn-i Sivâsî’nin düşünce dünyasının ve gönlü ıslaha dair kabullerinin bu denli geniş bir coğrafyada etkili olmasında onun yolunu takip eden, Şemsiyye şubesini İstanbul ve diğer merkezlerde temsil eden halifelerinin payı da çok büyüktür. Bu anlamda Muhyi’l-kemâlât, Abdülme- cîd-i Sivâsî, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, Mehmed Nazmî Efen­di ve Abdülbâkî Sivâsî gibi isimleri Şemsiyye şubesine hiz­metleri dolayısıyla özellikle zikretmek yerinde olacaktır. İlim dünyasının da dikkatini çeken bu isimlerin yanı sıra Şem- seddîn-i Sivâsî’ye yakınlığı ve Şemsiyye şubesine hizmetleri ile kilit konumda olan ve son dönemde dikkat çekmeye baş­layan Şemsiyye/Sivâsiyye şeyhleri de vardır. Şemseddîn-i Sivâsî’nin ağabeyleri Muharrem Efendi ve İbrâhîm-i Sivâsî, kardeşi İsmâil-i Sivâsî, halîfelerinden İsmâil b. Sinân, Kayse­rili Abdülhay Efendi ve Muhyiddîn-i Darendevî gibi isimler bu başlık altında zikredilebilir. Burada, Şemseddîn-i Sivâ-

sî’ye yaklaşık elli yıl hizmet eden, Safiye adlı kızıyla evlenip ona damat olan, ağabeyinin oğlu (yeğeni), vasiyeti üzere Şemseddîn-i Sivâsî vefat ettiğinde onun teçhiz ve tekfin hizmetleri ile meşgul olan, evine sorgusuz sualsiz girip çıka­bilen, Şemseddîn-i Sivâsî’nin birçok sırrına vâkıf olan, onun vefatından sona Sivas’taki âsitânede postnişin olarak görev yapan, Şemseddîn-i Sivâsî’nin hayatı, eserleri, düşünceleri ve Şemsiyye şubesi ile ilgili en temel eser konumunda olan Necmü’l-hüdâ fî menâkibi’ş-Şeyh Şemseddîn Ebi’s-Senâ adlı eseri kaleme alan Receb-i Sivâsî’ye ayrıca dikkat çekmek isabetli olacaktır. Receb-i Sivâsî, Şemsiyye şubesinin zihinlerde ve gönüllerde iz bırakması sürecinde amcası ve şeyhi Şemsed- dîn-i Sivâsî ile ilgili kaleme aldığı bahsi geçen eseri, tekkede­ki irşâd faaliyetleri ve seyrüsülûk sürecine dair Şemsiyye şubesinin kabullerini aktarmadaki konumu ile Şemseddîn-i Sivâsî’den sonra Şemsiyye şubesinin sonraki kuşaklara akta­rımında inkâr edilemez etkiye sahip bir sûfîdir. Son dönem­lerde Receb-i Sivâsî ve eserleri üzerinde yoğunlaşan akade­mik çalışmalar bizleri, onun eserlerinin gün yüzüne çıkarıl­masının ilmî çalışmalara yol göstermesi bakımından elzem olduğu sonucuna götürmüştür. Daha önce Receb-i Sivâsî’nin Necmü’l-hüdâ ve Risâle fî usûli’l-Halvetiyye adlı eserleri üze­rinde yaptığımız çalışmalarda, onun Nûru’l-Hüdâ, İlâhiyât Mecmûası ve Hatm-i Sağîr adlı eserlerinin de olduğu bilgisine ulaşmıştık. Bahsi geçen eserlere dair arayışlarımız neticesin­de Hatm-i Sağîr adlı eserine ulaştık. Fakat henüz Nûru’l-Hüdâ ve İlâhiyât Mecmûası adlı çalışmalarına ulaşamadık. Receb-i Sivâsî’nin Necmü’l-hüdâ adlı eseriyle ilgili çalışma yaptığımız süreçte eserin sadece bir nüshasına ulaşmış ve bu tek nüsha üzerinden bir makale ve kitap çalışması neşretmiştik. Sivâsî ailesinin son kuşak torunlarından merhum Fatih Güneren Beyefendi’nin vefatından önce Süleymaniye Kütüphanesi’ne

bağışladıkları eserler arasında Necmü’l-hüdâ’nın iki nüshasını daha tespit ettik. Bu gelişme üzerine Necmü’ l-hüdâ’nın tah- kikli neşrine karar verdik ve Şemsiyye şubesi açısından son derece büyük bir kıymete haiz olan bu çalışmayla Necmü’l- hüdâ’nın tahkikli neşri ve tercümesini bir arada sunma imkâ­nını elde etmiş olduk. Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî usûli’l-Hal- vetiyye adlı eseri ile ilgili daha önce yayınlanan bir makalede eseri tanıtmış ve Recep Efendi’nin nefsin her bir mertebesin­de sâlik ve seyrüsülûke dair görüşlerini ifade etmiştik. Bu çalışma da ise bahsi geçen risalenin mevcut olan tek nüsha­sından hareketle tahkikli neşrini, tercümesini ve bahsi geçen konulara dair Recep Efendi’nin görüşlerini bir bütünlük içe­risinde takdim etmiş olduk. Son olarak yine bu çalışmayla, Receb-i Sivâsî’nin kaynaklarda zikredilmesine rağmen ulaşı­lamamış bir eseri olan ve tek nüshasına ulaştığımız Hatm-i Sağîr adlı eserini tahkik ve tercümesi ile yayına hazır hale ge­tirmiş olduk.

Daha önce dile getirildiği gibi Receb-i Sivâsî, ilmî ve irfâ- nî görüşleri, kültürel ve sosyal alanlara dair aktarımları, Şemsiyye’nin şubeleşmesi ve neşri sürecindeki etkisi ile dik­kat çeken bir isimdir. Son dönemde Receb-i Sivâsî üzerinde yoğunlaşan çalışmaların tez, makale, tebliğ ve kitap çalışma­ları ile taçlanması Receb-i Sivâsî, Sivas şehri ve Şemsiyye şu­besinin bütüncül bir gözle anlaşılması gibi birçok açıdan önem arz eden bir beklentidir. Receb-i Sivâsî ile ilgili bu ça­lışmanın hayat bulmasında ismini sayamayacağımız kadar çok hocalarımızın ve dostlarımızın emekleri ve katkısı söz konusudur. Hepsine çok teşekkür ediyor, katkılarından do­layı kendilerine duyduğumuz minnettarlığımı ifade etmek istiyoruz. Burada akademik hayatta Şemseddîn-i Sivâsî başta olmak üzere Sivâsîler ailesi ile ilgili çalışmalar sürecinde yol göstericiliği ve değerli fikirleri ile desteklerini her zaman gördüğümüz Prof. Dr. Yüksel Göztepe hocamıza, risaleler­deki bazı ifadelerin okunması konusundaki destekleri dola­yısıyla Öğretim Görevlisi Cafer Kelkit hocamıza ve eserin okuyucu ile buluşması noktasında yakın desteklerini gördü­ğüm “karaşems” derneği yetkililerine cân-ı gönülden teşek­kürlerimizi sunmayı bir vefa borcu olarak görmekteyiz.

Receb-i Sivâsî’nin vefatının 425. senesine tevafuk eden bu eserin hayırlara vesile olmasını, Receb-i Sivâsî’ye dair yapı­lacak çalışmalarda mihmandar olmasını ve Şemseddîn-i Sivâsî başta olmak üzere Sivâsî ailesinin tarihte ve günü­müzdeki tesirlerine ışık tutmaya vesile olmasını diliyorum.

Gayret bizden başarı Allah’tandır.

Fatih Çınar

11.09.2025

GİRİŞ

Receb-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri,
Tarikatı ve Üstadı

Receb-i Sivâsî’nin Hayatı ve Eserleri

Recep Efendi, 949/1540 yılında Zile’de dünyaya gelmiş­tir. Recep Efendi’nin annesi ve kardeşleri hakkında bilgi bu­lunmamaktadır. Recep Efendi’nin babası, Sivas-Meydan Camii İmam-Hatipliği görevini sürdürürken 1591 yılında ve­fat eden İbrahim-i Sivâsî’dir. İbrahim Efendi, kardeşi Şem- seddîn-i Sivâsî ile birlikte Zile’den Sivas’a hicret etmiş ve ve­fatına kadar burada yaşamıştır.[235] İbrâhîm-i Sivâsî, iyi eğitim görmüş velûd bir yazardır. Kütüphane taramaları neticesin­de aşağıdaki eserlerin ona ait olduğunu tespit ettik: Şerhu risâle fî ilmi âdâbi’l-bahs,[236] Hâşiye ale’l-âdâb,[237] Hâşiye alâ şerhi’l- vad’iyye li’l-İslâm,[238] Mecmûatü kasâid fî medhi şeyhu’l-İslâm Fey- zullah Efendi,[239] Şerhu adâbi’l-Birgivî,[240] Hâşiye alâ şerhi Taşköprü- zâde alâ âdâbi’l-münâzara,[241] Risâle fî mebâhisu’t-ta’rîf.[242]

İbrâhîm-i Sivâsî’nin muttakî, mütevazı, hâfız-ı Kur’ân, ilmi ile âmil, gece-gündüz kıraatle meşgul olan güzide birisi olduğu nakledilmiştir.[243]

Recep Efendi’nin büyük amcası Muharrem Efendi’dir. Muharrem Efendi, Abdurrahman Câmî’nin Kâfiye’sini Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye ismi ile şerh etmiş ve bu eseri uzun yıllar Osmanlı medreselerinde başucu kitabı ola­rak okutulmuştur.[244] Onun diğer eserleri ise şunlardır: Molla Câmî’nin Nefahatü’l-üns isimli eserini Kunûzü’l-evliya başlığı ile Arapçaya nakletmiştir.[245] Menâkıbu’l-eimmeti’s-selâseti alâ mezhebi ehl-i sünneti ve’l-cemâati,[246] Telhîsü’l-miftâh mine’l-meânî ve’l-beyân,[247] Mecmâü’l-mehâsin,[248] Zübdetü’l-âsâr fî şerh-i muhta- saru’l-menâr ve Hediyyetü’s-sulûk fî şerhi tuhfetü’l-mulûk.[249] Zi- le’de vefat eden Muharrem Efendi’nin kabri, Zile Devlet Hastanesi’nin önündedir.[250]

Recep Efendi’nin küçük amcası İsmâîl-i Sivâsî’nin takva sahibi ve faziletli bir kişi olduğu bilgisinin dışında elimizde bir bilgi bulunmamaktadır.[251]

Recep Efendi’nin bir diğer amcası Şemseddîn-i Sivâsî’dir. Onunla ilgili bilgi üstadı bölümünde verilecektir.

Recep Efendi’nin, yaptığımız kütüphane taramaları sonu­cunda, şu eserlerine ulaştık:

Nûru’l-Hüdâ ve İlâhiyât Mecmûası

Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müellifleri[252] adlı kita­bında zikrettiği bu eserlere ulaşamadık.

Risâle fî usûli’l-Halvetiyye veya Esmâu’l-vusûl

Kaynaklarda Esmâu’l-vusûl olarak zikredilen eserin Risâle fî usûli’l-Halvetiyye isimli eserle aynı olduğu ve bazı kaynak­larda farklı bir isimle Esmâu’l-vusûl şeklinde kaydedildiğini tespit ettik.[253]

İnsanları ıslah için öncelikle kendi nefsini ıslah etmenin gerekliliği fikrinden hareketle kaleme alındığı anlaşılan eser­de Recep Efendi, Halvetiyye şeyhlerinin nefsin ıslahı konu­sundaki kaide ve usûllerini dile getirmiştir. Eser 9 varaktan oluşmaktadır. Recep Efendi, dostlarından bazılarının bu ko­nuda kendisinden bir eser yazmalarını istemeleri üzerine, gördüğü ve tecrübe ettiği bilgileri dostlarıyla paylaşmak için çalışmayı kaleme aldığını belirtmiştir.[254]

Recep Efendi, eserde Şiblî (ö. 334/945), Fahreddîn-i Râzî (ö. 606/1209), İbn Arabî (ö.638/1240), Hacı Bayrâm-ı Veli (ö. 833/1430), Yahyâ-yı Şirvânî (ö.      890/1485), Dede Ömer

Rûşenî (ö. 892/1487), Habîb-i Karamânî (ö. 902/1496) ve Abdülmecîd-i Şirvânî (ö. 972/1564) gibi birçok isimden çeşit­li nakillerde bulunmuştur. Recep Efendi, eseri Arapça kale-

me almıştır. Eserin dilindeki akıcılık ve sadelik onun dile olan hâkimiyetine işaret etmesi bakımından önemli bir hu- sustur.[255]

5-56314 202 901115001010٤ 5-901/71 007121620/ 106617111-142202

Bu eserle ilgili detaylı bilgi ilerleyen bölümde verilecektir.

Receb-i Sivâsî’nin Tarikatı ve Üstadı

Birçoğu ilmiye sınıfına mensup olan bir ailede yetişen Re­cep Efendi, öncelikle amcası Şemseddîn-i Sivâsî’den ders alarak ilim hayatına başlamıştır. O, amcasının gözetiminde belirli bir ilmî seviyeye ulaştıktan sonra Sahn-ı Seman Med- resesi’nde[256] dersiam[257] olarak ilim yolculuğunu devam ettir­miştir. Buradaki görevini sürdürürken manevî bir işaret üze­rine Sivas’a dönmüş ve tekrar Şemseddîn-i Sivâsî’nin ilim ve zikir halkasına dâhil olmuştur.[258]

Recep Efendi’nin müntesibi olduğu Şemsiyye yolu Hal- vetiyye tarikatının dört ana şubesinden birisidir. Daha çok Sivas, Tokat ve Zile çevresinde yayılan bu şubenin iki silsile­si vardır. [259] İlk silsile şöyledir: Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî > Yu­suf Mahdum Şirvânî (ö. 894/1489) > Mevlânâ Muhammed Rukiyye (ö. ?) > Şahkubad Şirvânî (ö. 950/1543) > Abdül- mecîd-i Şirvânî > Şemseddîn-i Sivâsî (ö. 1006/1597). Diğer

silsile ise şu şekildedir: Seyyid Yahya Şirvânî > Habîb-i Ka- ramânî > Amasyalı Şeyh Hacı Hızır Efendi (ö. ?) > Şeyh Muslihiddîn Efendi (ö. ?) > Şemseddîn-i Sivâsî.[260]

Recep Efendi’nin şeyhi, aynı zamanda kayınpederi ve amcası olan Şemseddîn Ahmed Sivâsî’dir.[261] 1520 yılında Zi- le’de doğan Ahmed, Kara Şems lakabı ile şöhret bulmuştur. Babasından aldığı ilk eğitimin ardından medreseye başlamış ve eğitim sürecinin sonunda İstanbul’da Sahn-ı Seman med­reselerinden birinde müderris olmuştur. İçerisindeki aşk ate­şini sükûnete erdirmek için bir mürşid-i kâmil arayışına gi­ren Şemseddîn-i Sivâsî, Mustafa Kirbâsî ve Abdülmecîd-i Şirvânî’ye hizmetlerinin ardından tarikatı yaymak üzere To­kat’ta görevlendirilmiştir. Sivas’ta Vali Koca Hasan Paşa ta­rafından yaptırılan Meydan Camii’ne davet edilince ailesi ile birlikte Sivas’a hicret etmiş ve vefatına kadar burada irşad ile meşgul olmuştur. Velûd bir müellif olan Şemseddîn-i Sivâsî, yirmiden fazla eser telif etmiş, birçok halife yetiştirip hayatının son döneminde III. Mehmet Han ile Eğri seferine[262] katılmış ve bu seferden kısa bir süre sonra Sivas’ta vefat et­miştir. Şemseddîn-i Sivâsî, Sivas-Meydan Camii avlusuna defnedilmiştir.[263]

Şemseddîn-i Sivâsî’nin vefatından sonra oğlu Pir Meh- med Efendi (ö. 1007/1598) Sivas’taki tekkede şeyh olmuş,

onun vefatı üzerine ise Recep Efendi bu tekkede postnişin olarak göreve başlamıştır.[264]

Şemseddîn-i Sivâsî’nin Recep Efendi’ye verdiği icazetin tercümesi şu şekildedir: “Hamd, hidayet suyu ile inayet top­rağında velayet ağacını yetiştiren ve onu kıyamete kadar ke­ramet nuru ile çiçeklendirip, dirayet meyvesiyle meyvelen- diren Allah’a mahsustur. Bizim ve Âdemoğlunun efendisi, Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem), ‘Ümmetimden bir zümre kıyamete kadar Hak üzere bulunacaktır.’ buyurmuştur. Kardeşimin oğlu Mevlânâ Recep, çocukluktan bu tarafa bana hizmet etti. Ve ona diraset ilminden kolayına geleni öğrettim. Sonra, Tevhid ilminde bana hizmet etti ve uzun müddet halvetler­de ve erbainlerde mücahede etti. Bunun neticesinde, bu Aciz’de, O’nun velilerinden meşrebinden tat aldığı ve nefsi­ni körlüğün umumi mahzurlarından temizlediği kanaati hâsıl oldu. İşte bundan dolayı, tıpkı şeyhim, senedim, kâmil ve mükemmil, Şeyh Abdülmecîd-i Şirvânî’nin, -mezarında rabbanî lütufla muamele edilsin, sırları mukaddes olsun ve eserleri bâkî olsun- bana icazet verdiği gibi ben de ona hali­feliğin umumî ve hususî her türlü işleri hakkında icazet ver­dim. O halde sen de önceki şeyhlerin mücahede ettiği şeyler­le mücahede et ve onların katlandıkları şeylere sen de katlan. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Bu icazetten ancak hayır talep ediyorum. Güç ve kuvvet ancak yüce Allah’a aittir. Bu icazeti, hakir, Al­lah’ın yüce lütfunu talep eden ve Sivas’ta fukaranın ve der­vişlerin hizmetçisi olan Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî yazmış- tır.”[265]

Recep Efendi, Şemseddîn-i Sivâsî’nin de şeyhi olan Ab- dülmecîd-i Şirvânî[266] ile görüştüğünü ve onun gözetiminde bulunduğunu eserinde zikretmektedir.[267] Recep Efendi, Si­vas’taki Şemsiyye tekkesindeki görevini sürdürürken 1600 yılında vefat etmiş ve Sivas Meydan Camii haziresine def- nedilmiştir.[268]

Birinci Bölüm

11 0 6111-102 11 menâkıbı’ş-Şeyh 9011500011 01 5-5012
(Hidayet Yıldızı 507 901150001 001 5-50102111 Menâkıbı)

Necmü'l-Hüdâ f 27109710/6101 5-50507915000101 712ر
810 5-5026 Adlı Eserin Özellikleri, Risaleyi Yeniden

Tercüme Gerekçeleri ve Tahkike Dair Birkaç Söz

Daha önce Receb-i Sivâsî’nin bu eseri üzerinde bir makale bir de kitap çalışması yayınlamıştık. Bu çalışmalarda Recep 010011 11 100677717 1-711204 2011 eserinin o güne kadar ulaşılan tek nüshası olan Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail Ki­taplığı No: 694/2 bulunan ve İstanbul’da 1089/1678’de ka­leme alınana Arapça nüshası esas alınmıştı. Daha sonraki süreçte Sivâsî ailesinin ellerinde bulunan yazma eserleri Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlamaları neticesinde Nec- 77117 1-/11204 111 iki nüshası daha tespit edilmiştir. Tahkikte ا (Elif) nüshası olarak belirtilen nüsha Süleymaniye Kütüpha­nesi Hüseyin-Şemsî Güneren 248240 numarada kayıtlı olan (1-52 vr.) nüsha ile tahkikte ب (Be) nüshası olarak yer alan Süleymaniye Kütüphanesi Hüseyin-Şemsî Güneren 248240 numarada kayıtlı olan 248234 numarada bulunan (1-37vr.) nüsha da bu tercüme ve tahkike dâhil edilmiştir.

  adlı eser, daha önce Şemseddîn-i   torunlarından H. Şemsi Güneren[269] tarafından tercüme edil-

miş ve oğlu M. Fatih Güneren36 tarafından gözden geçirile­rek yayımlanmıştır.37 Risalenin ilk ve tek tercümesini yapan H. Şemsi Bey, metne çok bağlı kalmadan öngördüğü manayı ren’in elimizdeki tercüme eserinin dışında Fütüvvetname adlı bir eseri daha tercüme ettiği bilgisi yer almaktadır. Yine Güneren’in, vefatından sonra Sivâsî İlahileri başlığıyla yayınlanan Sivas’taki tekkede okunan ilahileri notalarıyla derlediği kıymetli bir eseri da­ha vardır. Arapça ve Farsçaya son derece hâkim olan Güneren, Si­vas’ta Hoca Mustafa Efendi ve Siyah Şeyhim şeklinde kendisine hi­tap ettiği kimselerden dersler almış, İstanbul’a gelişlerinin ardın­dan Maraşlı Ahmet Tahir Memiş Efendi ve onun vefatından sonra Mustafa Özeren Beyefendi’nin manevî tesir halkasına dâhil olmuş­tur. M. Fatih Güneren, Necmü’l-Hüda Tercümesi, 4-5; Cengiz Gün- doğdu, “Halvetiyye Tarikatı Şemsiyye Kolu Meşâyîhi ve Şemsî Dergâhı Son Post-nişîni: Hüseyin Şemsi Güneren”, EKEV Akademi Dergisi (Kış 2002), 53-70.

36       M. Fatih Güneren, 13 Temmuz 1929’da Hüseyin Şemsi Bey ve Ayşe Sıdıka Hanımın, Nuriye Betül ve Hatice Nihan Hanımlar ile Meh­met Behlül Bey adlı üç evlâdından sonra dünyaya gelmiştir. Babası, Şemseddîn-i Sivâsî’nin onuncu göbekten torunudur. Annesi Merzi- fonlu Gurapzâdeler’den öğretmen Mehmed Hilmi Efendi’nin kızı­dır. Kendileri, İstanbul’da ilkokulda, Kumkapı ve Nişantaşı Orta Okullarında okuyup, 1946’da Vefâ Lisesi’nden mezun olmuştur. 1946 Yılında İstanbul Tıp Fakültesine girip 1952 yılında Hekimlik diploması almıştır. 1953 baharında Wilmington, North Caroli- na’daki James Walker Memorial Hastahanesine intern olarak gir­miştir. 1954’te babasının üstadının, 1956’da da babasının vefatının ardından 1958 sonbaharında Amerika’dan kesin dönüş yapmıştır. Askerlik hizmetini yedek subay olarak Erzurum’daki Mareşal Çakmak Hastanesi’nde yapmıştır. 1961 ihtilâlinden kısa süre sonra terhis olup İstanbul’a dönmüştür.1995’te yaş haddinden emekli olmuştur. Müjgân Üçer, “Şemseddin Sivâsî Hazretleri (1520-1597) ve Son Sivâsîlerden Hatıralar”, İlim ve Kültür Tarihinde Sivâsîler, Ulusal Sempozyum Tebliğleri, Tarihsiz, Sivas: Yayınevi Yok, s. 56-63. (Burada verilen bilgilerden özetlenerek alınmıştır.)

37       Tercüme, İstanbul (Tarihsiz) Seçil Ofset matbaasında basılmıştır. Eserin adı Necm-ül Hüdâ Fî Menâkıb-iş-Şeyh Şems-id-dîn Eb-is-senâ şeklinde verilmiştir. Hâlbuki çalışmanın adı yazım itibariyle Nec- mü’l-Hüdâ fî menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddîn Ebi’s-Senâ şeklinde olmalıy­dı. Eserin yazarı ise, ‘Şeyh Receb-üs Sıvâsi’ şeklinde ifade edilmiş­tir. Doğru yazım şekli ‘Şeyh Receb-i Sivâsî’ olmalıydı.

ifade eden geniş bir tercüme anlayışıyla tercüme işlemini gerçekleştirmiştir. H. Şemsi Bey’in tercümesi ve bu tercüme­yi yayına hazırlayan oğlu Fatih Güneren Bey’in emeği olan çalışmadan da istifade yaptığımız tercümede biz mümkün olduğu kadar metne bağlı kalmaya ve bunu yaparken de an­latılmak istenen ana fikri kaybetmemeye azami derecede dikkat ettik. Önceki tercümede, risalede nakledilen âyetlerin hangi sûrede oldukları, örneğin, ‘Fatiha, 4’ şeklinde verilmiş­ti. Biz tercümede, risalede nakledilen âyetleri “Fatiha 1/4” şeklinde sûre numaralarını da ekleyerek takdim ettik. Önce­ki tercümede risalede nakledilen âyetlerin bir bölümüne yer verilmiştir.[270] Biz tercümede âyetlerin tamamını naklettik. Yi­ne tercümemizde, H. Şemsi Bey’in tercümesinde sûre adı yanlış verilen bazı âyetlerin hangi sûrede olduğu doğru şek­liyle takdim edilmiştir.[271] İlk tercümede bazı âyetlerin metnin bir parçası gibi takdim edildiğine de şahit olduk. Biz tercü­mede âyetlerden alıntı olan bu kısımları âyet metni olarak tercümeye dâhil ettik.[272]

H. Şemsi Bey’in tercümesinde, risalede nakledilen hadis­lerin kaynakları verilmemiştir. Biz tercümede, risalede nak­ledilen hadislerin kaynaklarına da yer verdik.[273] Ayrıca önce­ki tercümede bazı hadislere verilen eksik manalar da düzel­tilerek tekrar tercüme edilmiştir.[274] İlk tercümede bazı hadislerin Arapça ifadelerinde ve tercümelerinde hatalar da göz- lemlenmiştir.[275]

İlk yapılan tercümede görülen en büyük eksikliklerden biri de risalelerin kenarlarında verilen bilgilerin tercümeye dâhil edilmemesidir.[276] Risalelerin kenarlarında yer alan ifadeler ba­zen bir başlık, bazen bir dua cümlesi bazen de metinde ismi geçen bir zatla ilgili bilgiler olarak karşımıza çıkmaktadır.[277] İlk tercümede metne yansıtılmayan bu ifadeler tarafımızdan ter­cüme edilerek metin içerisinde başlık olarak veya dipnotta takdim edilmiştir. İlk tercümede görülen bir diğer aksaklık da risalelerin ana metninde olmasına rağmen, bazı ifadelerin ter­cümeye yansıtılmamasıdır. Bu tür eksiklikler de giderilerek bu ifadeler tercüme ve tahkike yansıtılmıştır.

H. Şemsi Bey’in tercümesinde yanlış takdim edilen bazı isimleri doğru şekilleriyle tercümemizde ifade ettik.[278] H.

Şemsi Bey, tercümede gerek gördüğü bazı yerlerde konuyu açıklamak için “Tavzih” ve “Hikâye” şeklinde ara başlıklar eklemiştir.[279] Eserin aslında bu başlıklar bulunmamaktadır. Biz, metne daha sadık bir tercüme yapabilmek adına H. Şemsi Bey’in eklediği bu başlıklara tercümede yer vermedik.

Bu gerekçelerle tekrar tercüme etme ihtiyacı hissettiğimiz bu risalenin tasavvuf tarihi, Sivâsîler ailesi, Sivas ve diğer bazı yerleşim merkezleri ve Receb-i Sivâsî’nin bazı tasavvufî görüşlerini dile getirmesi gibi açılardan değerine, çalışmanın bu noktasında değinmek isabetli olacaktır.

Necmü’l-Hüdâ’nın Çeşitli Yönleriyle Önem ve
Değeri

Şemseddîn-i Sivâsî, Halvetiyye’nin ana kollarından biri olan Şemsiyye yolunun müessisidir. O, dönemindeki devlet erkânı ile özellikle padişahlarla olan münasebetleri sebebiyle siyasî; döneminde yavaş yavaş hararetlenmeye başlayan ve sonraları Sivâsîler ve Kadızâdeliler mücadelesi olarak anıla­cak süreçte fikrî ve dinî; yetiştiği çevre ve yetiştirdiği talebe­leri ile ilmî ve manevî; tesir ettiği geniş halk kitlesi ile de sosyal alanda etkili olmuş birisidir. Necmü’l-hüdâ adlı çalış­ma, geniş bir tesir halkasına sahip olan Şemseddîn-i Sivâ- sî’nin hayatı, eserleri, halifeleri, kerametleri, siyasî ilişkileri, sohbet tarzı, manevî olgunlaşma süreci ve dönemindeki ilim ve tasavvuf ehline dair içerdiği bilgilerle Şemsiyye yoluna dair en önemli kaynak olma vasfını elinde bulundurmakta­dır. Necmü’l-hüdâ, Şemseddîn-i Sivâsî’nin yeğeni, damadı,halifesi, talebesi ve vefatından sonra tekkesinde şeyhlik vazi­fesini icra eden Receb-i Sivâsî tarafından yani Şemseddîn-i Sivâsî’yi en yakın tanıyan isimlerden birisi tarafından kale­me alınmıştır ki, bu eserin kıymetini bir kat daha artırmak­tadır. Ayrıca, Necmü’l-hüdâ, Şemseddîn-i Sivâsî’ye ait olduğu halde başkalarına mâl edilen bilgilerin ve Şemseddîn-i Sivâsî ve Şemsiyye yoluyla bazı kaynaklarda yanlış bir şekilde tak­dim edilen bilgilerin tashih edilmesi gibi açılardan da önem arz etmektedir. Örneğin birçok kaynakta Şemseddîn-i Sivâ- sî’nin kırkın üzerine eseri olduğundan bahsedilmektedir. Hâlbuki Recep Efendi eserinde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin yirmi bir eser kaleme aldığını, eserlerin yazılış gerekçelerini ve zamanlarını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.

Recep Efendi’nin eserini önemli kılan bir başka başlık da Sivas ve bölge tarihine dair içerdiği kıymetli bilgilerdir. Re- ceb-i Sivâsî eserde, Sivas’ta o dönemde yaşayan âlim ve veli zatları zikretmiş, yine Sivas’ta medfun olan âlim ve veli zat­ların kabirlerine değinmiş ve Sivas’ta meydana gelen ve kendisinin bizzat şahit olduğu bazı önemli olayları gündeme taşımıştır. Ayrıca müellif, örneğin Yozgat ve Çorum merkez­li başlayan Sivas, Kayseri, Elbistan ve Canik gibi birçok bel­deyi etkileyen Karayazıcı isyanına detaylı bir şekilde eserin­de yer vermiştir ki onun verdiği bu bilgiler, başta Sivas ol­mak üzere o dönemde birçok merkezde meydana gelen olayların birinci ağızdan nakledilmiş şekli olması hasebiyle tarihi değer taşıyan ve çalışmayı kıymetlendiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Necmü’l-hüdâ’nın değerini gösteren bir husus da Halvetî- Şemsî şeyhi olan Receb Efendi’nin çeşitli vesilelerle dile ge­tirdiği tasavvufî görüşlerini içermesidir. Recep Efendi, Şem- seddîn-i Sivâsî’nin akrabası olmasının ötesinde yaklaşık elli yıl onun ilim ve irfan pınarından faydalanan birisidir. Ab-

dülmecîd-i Şirvânî başta olmak üzere birçok şeyh ile yakın ilişkileri olan Recep Efendi’nin ilmî ve manevî birikimini   dile getirmesi eserin kıymetini artırmakta­dır. Eser, Recep Efendi’nin sadece fikirlerini yansıtması yö­nüyle değil aynı zamanda Recep Efendi’nin hayatına dair içerdiği bilgilerle de önemli bir çalışmadır.

Bismillahirrahmanirrahim

Hidayet Yıldızı Şeyh Şemseddîn Ebu’s-Senâ’nın
Menkabeleri

Şemseddîn es-Sivâsî’nin Menkıbeleri

Bir araya getiren, 29-52711 Receb Efendi

(Allah Teâlâ ruhlarını takdis eylesin ve onlara lütfettiği
bereketle bizleri de rızıklandırsın)

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Başlarım

Esma ve sıfat ashabını en yüksek makam ve derecelere yükselten Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Onlar, türlü ilimler ve çeşitli tecellilere nail olmuşlardır. Sonra onlar, Melekût[280] ve Ceberût[281] âlemlerini dolaştılar, tecelliyât[282] ehlinden oldular da şükrettiler. Sekr halini yaşadılar sonra sahv haline ulaştı­lar, temkin ve tasarrufat ehlinden oldular. Salat, kat’î âyetler ve açık mucizeler sahibi Efendimiz Muhammed’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem), O’nun velayet ve keramet sahibi ashabının üzerine olsun.

Aciz kul, İbn Şeyh İbrahim Cemâleddîn Receb-i Sivâsî der ki: “Küçüklüğümden itibaren yaklaşık elli yıl şeyhime hiz­met ettim. Şeyhim, afakta güneş gibi, zevk ehlinin delili, am­cam, üstadım, şeyhim, veli nimetim, kayınpederim ve Şem- seddîn es-Sivâsî olarak tanınan kişidir. Rahman’a göç etti-

ğinde, bu fesat zamanında beni garip bıraktı. Ben de umumî ve ebedî bir hizmet olması için şeyhimin menkıbelerini içe­ren bu küçük çalışmayı kaleme 21100271 istedim. Adını Necmül Huda olarak ka­rarlaştırdım.

Risaleyi fasıllara ve katkısı açık hikâyelere ayırdım. De­ğerli açıklamalar, hoş öğütler, gizli işaretler ve diğer meşâyi- hin bazı menkıbelerine de yer verdim. Bunu yapmaya güç yetiremeyeceğimi ve acizliğimi biliyorsam da “Hediyeler onu verenlerin miktarınca olur/Karınca kararınca” kabilin­den buna cesaret ettim. Risalemin alanında aynı amaçla ya­zılmış bir başka risaleye benzememesi ve birçok eserin bu konuda kaleme alınmış olması da beni bu teşebbüsten alı­koymadı. Allah Teâlâ, yolları açan, dilediğini zorla yaptır­maya güç yetiren, karşılıksız bağışlayan, sığınma ve dönüş kendisine olan ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. Al­lah’ım! Bizi dosdoğru yola, kadim dine ulaştır. Azîm[283] ve Alîm[284] olan Allah’tan başka güç ve kuşatıcı yoktur.

Ey doğru ve en güvenilir olanların dostu! Bizi yolların en sağlamına, gidişlerin en güçlüsüne ve âşıklar ehline ulaştır. Haklarında malûmat verdiğimiz büyük dostlarının ve yüce seçkinlerinin meclislerinde oturanlar şaki[285] ve günahkâr ol­maz ve onlarla bir araya gelenler bereketlerinden mahrum olmazlar. Rahmet ve yağmur onlar vesilesiyle iner, güneş ve ay onlar hürmetine doğar, sema bizi onlar hürmetine kuşa­tır, toprak bizi onlar vesilesiyle ihata eder; onlar yerde ve

gökte Allah Teâlâ’nın eminleridirler. Onlar, ulvî ve süflî ko­nularda tasarrufta bulunurlar ve Allah Teâlâ’nın izniyle di­lediklerini yaparlar. Çünkü onlar hakkıyla cihad edip müca- hede yapmışlardır. Onlar, çeşitli riyazetlerle bâtınlarındaki kirleri ve şüpheleri temizlemişler ve zahirlerini ilim, salih amel ve güzel ahlâk ile süslemişlerdir. Böylece Allah Teâlâ onlara tecelli etmiş, sırlarını yüceltmiş, gözlerindeki perdele­ri kaldırmış, onları varidat ve ilhamlar ile mükerrem[286] kıl­mıştır. Allah’ım! Onların bereketlerinden, himmetlerinden ve şefaatlerinden bizleri mahrum etme. O yüksek mertebe sahibi kimseler ki, “Rableri onları temiz bir içecekle kan- dırdı/suladı.[287] Onlar muhabbet havuzundan içtiler. Ter­temiz sevgi bahçelerinde aşinalık kokularını zevk ve sürur ile kokladılar. Böylece manevî sarhoşluğa ulaştılar ve ma­nevî sarhoşluğunun ardından bekâ diyarlarında dolaştılar.[288] Onlar, “Her şeye güç yetiren güç sahibinin yanında güzel bir mevkide kaldılar[289] âyetine muhatap oldular. Onlardan bir kısmı (insanları) tekmil için görevlendirilmiş enbiyanın en üstünleridirler. Onlardan bir kısmı esma ve sıfatlara mazhar olmuşlardır. Yine onlardan bir kısmı el-İsmü’l-Câmi’ denilen kelimelerin en büyüğüne ve yücesine mazhar ol­muşlardır. Onlar böylece “Ehlü’z-zât” olmuşlardır. Onlar­dan hallerine Celâl (hali) galip gelenler vardır. Onlar, kav- minin azgınlarına “Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde bir kişi bile bırakma”[290] diyen Hz. Nuh’a benzerler. Yine onlar, “Onu ve hazinelerini yerin dibine geçirdik”[291] ifadesinde kendisini bulan Hz. Musa’ya, Amalika[292] ile savaşan Hz. Davut’a, onların Celâl şeklinde tecellilerine benzerler. On­lardan hallerine ‘Cemâl’ (hali) galip gelenler vardır. Onlar, “Bana tabi olan bendendir. Bana asi olana gelince muhak­kak ki sen çok bağışlayan ve merhamet edensin”[293] âyetin­de ifade edilen Hz. İbrahim ve “Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen aziz ve hakîm olansın”[294] âyetinde tecellinin cemâl yönünde bulunmasını sağlayan Hz. İsa Rûhullah’a benzer­ler. Yine onlar, Efendimiz, Nebilerin Sonuncusu ve Âlemle­rin Rabbinin sevgilisi olana benzerler ki (O), Uhud’da yüzü yarılıp dişi şehit edilip de kanı aktığında bile kâfirlere bed­dua etmemiştir. Tam aksine şöyle buyurmuştur: “Ey Halîm ve Gaffâr olan Allah’ım! Kavmimi hidayete ulaştır. Onlar bilmiyorlar.”[295] Ebubekir Sıddık Cemâl tecellisine, Ömerü’l- Faruk Celâl tecellisine mazhar olmuştur; Osman-ı Zinnureyn Ebubekir Efendimiz gibi, Aliyyü’l-Murteza ise Ömer Efen­dimiz gibiydi.”

Şeyhimiz merhum Şemsü’l-milleti ve’d-dîn de Cemâl te­cellisine mazhar olmuş birisiydi. Bu nedenle hal ehli, mez­hep sahibi ve cedel ehli bile onu severdi. Mütevazı, alçak gönüllü, iyi huylu, güleç yüzlü, cömert tabiatlı, davranışları makbul, gidişat ve yolu seçkindi. Aslen Zileli olup sonradan Sivas’a yerleşmişti. Zâhir ve bâtın ilimleri kendisinde topla­mış birisiydi. İlahî hakikatleri açıklar, fasih ve beliğ konuşur, görülmemiş teşbih ve temsillerle meseleleri izah ederdi. Taşa tesir edecek kadar tatlı ve güzel sözlerinden avam ve toplu-

mun ileri gelenleri istifade ederlerdi. Kelimeleri sıra sıra di­zilmiş cevherler, ibareleri saçılmış inciler gibiydi. Kelimeleri­nin kadehlerinden içenler kendilerinden geçer, gaflette olan­lar gaflet uykusundan uyanır ve hayrete düşerlerdi. Özellik­le âdeti olduğu üzere Ramazan aylarında Mevlânâ Celâled- dîn Rûmî’nin Mesnevî-i Manevî adlı eseri naklederken dinle­yenler sanki sura üflenmiş ve öldükten sonra dirilmiş gibi hayran ve manevî bir sarhoşluk haline bürünürlerdi. O, fazi­letli bir âlim, mezhep olarak Hanefî mezhebine mensup, meşrep olarak Muhammedî, tarikat olarak da Halvetî idi. Geniş kalpli, cömert, ihsanı bol, aç ve zayıfları doyurmayı çok severdi. Birçok kitap telif etti. Eserlerinin sayısı yirmi bi­re ulaştı. Bazısı Arapça, bir kısmı manzum bir kısmı ise men­sur olan eserleri şunlardır:

1.    el-Hallü’l-me’âkıd: el-Muğnî adlı eserin yazarı İbn Hi- şam’ın el-Kavâid adlı eserinin şerhidir. İbn Hişam’ın bu eseri nahiv kurallarını dile getiren bir çalışmadır. Şeyhimiz bu eseri şerh ederken birçok güzel örnek ve akıllara durgunluk veren misaller dile getirmiştir.

2.    Zübdetü’l-esrâr fî şerh-i muhtasaru’l-Menâr: Bu eser usûle dairdir.

3.    İbretnümâ: Yüz hikâyeden oluşmaktadır. Her hikâye­nin sonunda enfüsî[296] tabir ve tatbikatlar vardır.

4.   Mir’âtü’l-ahlâk min mevâhibü’l-Hallâk: Yüce bir ki­taptır. Onu derinlemesine anlayanların vakıaya uygun bir şekilde tespitlerde bulundukları söylenir.

5.    Bahâru’s-sûfiyye: Bu, benzersiz ve olağanüstü güzelli­ğe sahip bir eserdir. Eserde her çiçek bir sûfîye, gül ise za­manının tasarruf sahibi olan, hal sahibi, cemâl ve celâl tecel-

lilerine mazhar olan şeyhe benzetilmiştir. Âfak ve enfüste manevî zevkleri arzulayan kimsenin bu eseri okuması ve an­laması gerekir.

6.    el-Mevlidü’n-Nebiyyü: Bu eser, manzum ve ruhanî zevki yüksek bir çalışmadır. Kendileri bu eseri hakkında şunları söylemiştir:

Mevlid-i Şerif’ini yazarak Peygamberimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) bir hiz­mette bulunmayı öteden beri arzuluyordum. Fakat çevrede­ki mevlid kitaplarının çokluğu böyle bir esere başlamama imkân vermiyordu. Bir gün elime kağıt ve kalemi aldım ve içime doğan şeyleri sıkıntılı bir şekilde yazmaya başladım. Sırrıma şöyle bir ses geldi: “Ey talip! Sana bu arzuyu yerine getirebilmek için Hz. Peygamber tarafından izin verildi mi?” Elimden kâğıt ve kalem düştü. İçimde bir hararet ve ateş meydana geldi. Başımı yakamın içine çektim. Gözlerimden yaşlar aktığı halde çokça salat ü selam getirerek Yüce Yaratı- cı’ya ve O’nun sevgilisi olan Resûl-i Kibriyâ’ya teveccüh et­tim. Benden bu âleme dair hisler kayboldu ve benliğim gitti. Her şey açık bir şekilde müşahede edilen manevî bir âleme daldım. Kendimi bir yerin önünde ayakta edeple bekler bir halde buldum. O mekânda Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kiram bulunuyorlardı. İçlerinden güler yüzlü bir zat, müjde verir bir halde bana doğru geldi. Bu zatın Aliyyü’l-Murtaza (r.a.) olduğunu anladım ve onu görünce hüzün ve keder benden gitti, ferahladım. Kucağında güzel yüzlü, kendisine yakınlık duyulan ve kudsî kokularla bezenmiş bir çocuk vardı. Bana şöyle seslendi:

“Bunu Resûl-i Mücteba sana ihsan etti. Bunun yüzünün sahifesinden yeni manâlar oku ve kıvırcık nurlu saçlarından Kur’ânî hakikatleri kokla.” Bu istiğrak halinden ayılıp ken­dime geldiğimde kalbimi, ilim, hikmet ve marifet nurlarıyla dolmuş bir halde buldum. Allah Teâlâ’nın bu nimetine

hamd ederek kitaba başladım. Allah Teâlâ, bu mevlid kita­bında benden evvel kimseye açmadığı bir kapıyı bana açtı. İnsanlar Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) doğumunun sadece za­hirde ve bir defa meydana geldiğini zannediyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimizin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) doğumu hem zahirî hem manevîdir. Manevî doğumları başlangıçtan sona kadar dai­ma vardır ve bâkîdir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem): “Kıyamete kadar ümmetinden daima hak üzere olacak bir grup bulunacaktır”[297] buyurmuştur. Âlimler, hâkimler ve sultanlar hüküm veren ümmetlerdendir. Onlardan bir kısmı, din kaidelerini kurar ve ömür boyunca İslâmî meselelere ça­lışırlar. Bir kısmı, imanda yakîn derecesini elde edenlerin yollarını güçlendirirler. Bir kısmı hakikatleri tebliğe, bir kıs­mı ise talim, tedris ve dini hükümleri tedrise uğraşırlar. On­lardan bir kısmı İslâm yurdunu korumaya çalışırlar. Bunlar dinin koruyucuları ve İslâm gazileridirler. Onlardan bir kıs­mı da imamet, hüküm ve kaza görevinde bulunurlar. Bunlar şeriatın eminleri, güvenilirleri ve hâkimleri, nebilerin vâris­leri, temkin, velayet ve keramet sahibi kimselerdir. Meşâ- yihin silsilesi ve tahakkuk ehlinin yolu Hz. Sıddık ve Hz. Aliyyü’l-Murtaza’ya çıkar. Sonra Nûr-i Muhammedî, za­mandan zamana ve nesilden nesle asırlar boyunca Tayfur, Mansur ve Şiblî’de zuhur ederek zevk ve sürur ehlinin bü­yüğü olan Yahya Şirvânî’ye (k.s.)[298] intikal etmiştir. Bu bü-

yük zatlar veladet ve manevî veraset sahibidirler. Âlimlerin ilmi, salihlerin amelleri, zahitlerin zühdü ve gazilerin cihadı hep Hz. Peygamberin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) manevî doğumu ve güçlü mu­cizelerinin tesiriyledir. O yüzden Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem); “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur”,[299] “Ben Allah’tan yaratıldım halk da benden”[300] ve “Nebiler benim nurum­dan yaratıldılar”[301] buyurmuştur.

Buradan şu anlaşılmaktadır ki, kâinattaki her şey, nebile­rin mucizeleri, geçmiş ve gelecek velilerin kerâmetleri, Nûr-i Muhammedî’dendir. Nûr-i Muhammedî doğu ve batıda, her yer ve zamanda kıyamete kadar daima zuhur etmektedir.”

7.   Heşt-Behişt: Mükemmel manzum bir eserdir. Yönetici­ler, fakir ve miskinler arasındaki münasebetlerinde zorunlu olan hususları konu edinmektedir.

8.    Süleyman-nâme: Türkçe manzum eserlerinin ilki bu çalışmadır. Hz. Süleyman peygamber ile Belkıs kıssasını ko­nu edinmektedir.

9.          Menâsikü’l-hacc: Manzum ve muhteşem bir eserdir.

10.    Menâkibü’l-imâmi’l-A’zam Ebî Hanîfe: Bu eserini, el- 0011/05 0 7710710/00 1-1771041711 1-777127004ح şeklinde isimlendirmiştir.

11.    es-Safâyih fî tercemeti’l-Levâyih: Nesir şekilde kale­me alınmış bir eserdir. Her kelimesinde ledünnî ilme dair meselelerden birine işaret vardır. Maneviyatın özünü açıkla-

yan bu eşsiz çalışma, hazretin hakikat ilmine dair vukûfiye- tini göstermektedir.

12.    Menâzilü’l-ârifîn: Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem); “Nefsini tanıyan Rabbini bilir”[302] hadis-i şerifinin sırlarını anlatmak­tadır.

13.    Menâkibü’l-hülefâi’r-râşidîn: Bu çalışmanın sonunda Aliyyü’l-Murtaza’dan (k.v.) nakille hakikat ilmine dair bazı meseleleri nakletmiştir.

14.    Nakdü’l-hâtır: Hazretin son eseridir. Bu eserde Hz. Musa Kelimullah (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.) arasındaki olaylar irdelenmiştir. Bu eserde tasavvuf ilmine dair kulakların duymadığı güzellikler nakledilmiştir. Bu, hazretin vâkıf ve haberdar olduğu derinliği göstermektedir.

15.    Dîvân: Hoş bir üslup ile çeşitli konulara dair yazılmış bir çalışmadır.

Hazretin Neş’etleri

Babam Zileli Şeyh Mehmed Ebu’l-Berekât, âlim, salih ve hangi tarikattan olursa olsun günahtan sakınan meşayihi se­ver, onları davet eder, ikramda bulunur ve hediyeler verirdi. Onlar için “Bire iradet, bine muhabbet” derlerdi. İrade sahibi ve kendisine biat edilmiş şeyh, Habib-i Karamânî’nin (Allah, ona rahmet etsin) halifesi ve onun yerine irşad faaliyetlerini devam ettiren güçlü cezbe ve yüce kerametler sahibi el-Hac Hızır el-Amâsî (Rahime Rabbi’l-Emânî) idi.

Selefin yolu böyleydi. Fakat günümüzde ihvanın bazısı bazısına haset ediyor. Aynı tarikatta olsalar dahi bazısı bazı­sını kıskanıyor. En büyük olan Allah Teâlâ’nın rızasına ka­vuşmak isteyenlere bu caiz değildir. Geçmiş zamandaki bü­yüklerin yoluna muhalif olan böyle bir şeyle maksuda ulaşı­labilir mi? Onların döneminde kardeşler arasında muhabbet

ve ülfet vardı. Ağaçlar ve meyvelerde bereket, özellikle zira­atta nimet bolluğu ve hayvanlarda çoğalma vardı. O dö­nemde yardımlaşma konusunda cevr[303] ve zulüm yaygın­laşmamıştı. Bilakis beldelerin imarı en güçlü bir haldeydi. Bu nedenle kardeşlik ve eman hali söz konusuydu. Âl-i Os­man’ın zübdesi olan Sultan Süleyman Han b. Sultan Selim (Allah’ın rahmeti ve rızası onların üzerine olsun) döneminde güven, bereket ve asayiş vardı. O dönemde bitkiler bereketli, hayvanlar bol bir şekilde çoğalıyordu. Çünkü adalet bunları bereketlendirir, cevr ve zulüm ise bunların eksilmesine ve hüsranına sebep olur.

Hikâye

Üstadımdan dinledim: Sultan Mahmud Sebüktekîn[304] bir gün ava çıkar. Üzerinde birçok sazların bittiği büyük bir arazi görür ki, bölük bölük insanlar gelip bu sazlıktan alıp gidiyor ama bir vergi veya bedel ödemiyorlardı. Padişah, bu insanlardan hazinenin ihtiyacını karşılamak için vergi alma­ya ve şimdiye kadar bu insanlardan vergi almayan vazifeli­leri azarlamaya niyet eder. Akşam olunca yanında âlimler olduğu halde yaşlı ve fakir bir kadının evine giderler. Kadı­na selam verip “Misafir kabul eder misin?” derler. Kadın: “Kabul ederim. Fakat ben de sizin giyiminize uygun oturta­cak yer, damağınıza uygun yiyecek ve düşündüğünüz içecekleri koyacak kap yok.” cevabını verir. Padişah ve yanın­dakiler: “Anne-babamızın evinde sizin yedikleriniz şeyleri biz de yiyorduk, sorun yok.” derler. Bunun üzerine kadın: “Öyleyse sen de yanındakiler de hoş geldiniz.” der. O sırada padişah, ateşin üzerindeki tencerede kaynamakta olan ye­meğe işaret ederek, “Bunda ne pişiyor?” diye sorar. Kadın: “Çocuklarım için fukara yemeği pişiriyorum.” cevabını ve­rir. Padişah: “Biz de ondan yemek isteriz.” deyince kadın sofrayı kurar ve onların bu talebinden dolayı sevinir. Kadın: “Bir ineğim var. Birazdan gelir. Geldiğinde sağar, içenlere haz veren sütünden size ikram ederim.” der. Biraz sonra inek gelir ve kadın ineğin sütünü bir kaba sağmaya başlar. Kabın yarısına gelince süt kesilir. Kadın: Subhanallah!” der. Padişah: “Ne oldu? Neden şaşırdın?” diye sorar. Kadın: “Bu kap her gün dolardı. Bugün misafirlerim olduğu için daha da fazla olacağını ümit ediyordum. Fakat yarısına gelince süt kesildi. Ondan dolayı mahcup oldum.” der. Sultan, bu eksik­liğin sebebinin ne olduğunu kendi kendine sorar ve bu sebe­bi öğrenmek ister. Kadın, “Büyüklerimizden ve âlimlerimiz­den duyduk ki padişah ve idareciler zulüm ve cevre niyet ettiklerinde hayvanlarda, ürünlerde ve diğer konularda be­reketsizlik olurmuş.” deyince Sultan Mahmud, kadının dira­yet ve zekâsına hayran kalır. Kötü niyetine pişman olur ve hilm sahibi Rabbinden bağışlanma diler. İçinden şunları ge­çirir: “Padişahlar adaletle hükmettiler ve kerem sahibi Allah Teâlâ’dan sevap ve ikram aldılar.” Sonra kendi nefsine hita­ben: “Sen neden omuzunda ağır yükle (Rabbine) gidesin? Ya Rabbi Sen Alîmü’l-a’lemsin.” der. Kadına döner ve: “Tekrar sağ. Bakarsın Allah Teâlâ, bereket verir.” der. Kadın par­maklarının yorulduğunu ve artık süt çıkmayacağını söylese de padişahın ısrarı üzerine tekrar dener. Bu defa çeşmeden akar gibi süt gelmeye başlar, kovası dolar ve süt hâlâ gelmeye devam eder. Buna şahit olan kadın, “Elhamdülillah, gali­ba padişah cevr ve zulüm niyetinden vazgeçti.” der. Padi­şah, “Bu kadın bize hikmet yemeği ikram etti ve marifet şa­rabı içirdi. Bizi ateşe düşmekten kurtardı.” diyerek Allah Teâlâ’ya hamd eder. Bu hikâyede gönlünü Hakk’ın rızasına çevirenler için büyük ibretler vardır.

Konumuza dönecek olursak merhum şeyhim şunu anlat­mıştır: “Ben yedi veya sekiz yaşlarındayken babam Şeyh Mehmed Efendi annem Sultan Hanım’a: ‘Oğlumun elbiseleri­ni yıka, bize yol azığı ve şeyhime takdim etmek üzere hediye hazırla.’ dedi. Annem: ‘Bu zaman çocuğu neden götürüyor­sun?’ dedi. O zaman havalar soğuktu. Babam: ‘Şeyhim, nazar sahibi ve duası makbul, mübarek bir şeyhtir. Oğlumun onun nazarına muhatap olması ve duasını almasını arzuluyorum.’ dedi. Annem; ‘O zaman tamam.’ dedi. Babam beni merkebe bindirdi. Amasya ile aramızda iki günlük (konaklık) bir mesa­fe vardı. Yola çıktığımızda çok şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Bedenim titriyor ve tüylerim üşüyordu. Babam beni merkebin üzerine bağladı ve üzerime bir kürk örttü. Babam, şiddetli so­ğukta Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Kur’ân-ı Kerim’i sürekli okumak âdetleriydi. Çok önemli bir mazeretleri olmadığı sü­rece Kur’ân-ı Kerim okumayı terk etmezlerdi.”

Kalbi uyanık ve derin anlayış sahibi olan âlimlerin âdetle­ri budur. Gâfil, ömürlerini boş söz ve eğlenceyle geçiren âlimler ise Kur’ân-ı Kerim okuma hasletini terk eder ve onu çokça okumazlar. Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şikâyeti olarak, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu, büyük hatayı görmezden gelirler: “Ya Rabbi! Kavmim şu Kur'an'ı terkedilmiş bir şey haline getirdi”[305] Ömürlerini bu şekilde tüketenlere azap indiği zaman onlara çok yazık olacak.

Kıssaya dönersek. Merhum şunları söylemiştir:

“Nihayet Amasya’ya vardık. Hemen Aziz’in mekânına vardık. Önce babam elini öptü sonra da ben elini öptüm. Hazret: ‘Bu çocuk kimdir?’ diye sordu. Beni o beldenin hal­kından zannetti. Babam, ‘Bu küçük hizmetçinizdir.’ dedi. Aziz: ‘Onu bu soğukta neden getirdin?’ dedi. Babam: ‘Ona, himmet nazarıyla bir bakmanız, ilim ve bereket konusunda ona dua etmeniz için getirdim.’ dedi. Aziz: “Subhanallah.” dedi. Orada bulunanlara: ‘Himmete bakınız.’ diye seslendi ve ağladı. Sonra bakışlarını semaya çevirdi, rikkat ve hüzün ile inleyerek ağladı ve ‘Bunu annesine ulaştırın.’ dedi.”

Merhum (Şemseddîn-i Sivâsî-k.s.-); “Din ve dünya açı­sında telif ve tasnif neye nail olduysam o duanın bereketiyle olduğunu düşünüyorum.” derdi.

Şeyhlerin Şeyhi, Zamanın Kutbu ve Gavs Abdülkâdir el- Geylânî’nin[306] (Açık kerametler sahibi, şüphesiz tasarruf sa­hibi, Allah Teâlâ onun açık ruhaniyetini üzerimize yaysın) menakıbında gördüm: Avârifü’l-maârif[307] adlı eserin müellifi İmam Sühreverdî[308] (Allah Teâlâ, kendisine rahmet eylesin) anlatmıştır: Abdülkâdir-i Geylânî’nin meclisine vardım. Ba­na zahirî ilimde hangi mertebeye kadar okuduğumu sordu­lar ve bakışlarını bana çevirdiler. Öyle ki, gözlerini benden hiç ayırmıyordu. Sonra mübarek ellerini göğsüme koydular. Huzurlarından çıktıktan sonra Allah Teâlâ’nın sevgisinin dı­şındaki her şey içimden silindi ve kaybolup gitti. Ben de bü­tün gayretimi bu yola hasredip âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın ilmine yöneldim ve bu bakışların bereketiyle bula­cağımı buldum. Avârifü’l-maârif adlı eseri yazdım ve sûfîler arasında onunla meşhur oldum.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (k.s.), “Tebriz’den din güneşinin bir bakışına eren kimse, çileyi kınar, desteyi de alaya alır.” sözleri bu türden sözlerdir.

Bunlarla Allah dostlarının nazarlarının iksir-i azam ve yakuttan daha kıymetli olduğu anlaşılmış oldu. Bunlardan gafil olmamalı ve bunlar hakkında şüpheye düşmemelidir. Allah Teâlâ, kerimdir. İtaat ve bağlılıkla emir ve rızasını umarak kulluk yapan, Allah ile kaim olanları, seyr ilallah[309] olanları ve Allah ile söyleyen kullarına ikram eder. Allah ko­rusun, bunun aksi yani üstad, ulema, abid, zâhid ve sâliklere

büdelâ[310] ve evtâda[311] düşmanlık etmek, ölmeden önce affe- dilmişse müstesna, Hakk’ın gazabını gerektirir. Çünkü as- hâb-ı Cemâl tahammül eder ancak ashâb-ı Celâl ertelemez. Onların kılıçları çok keskin ve okları son derece isabetlidir. Allah Teâlâ, bizi ve ihvanımızı bu duruma düşmekten şimdi ve her zaman muhafaza eylesin.

Mevlânâ Hünkâr’m (61816001-1 Rûmî’nin) 20281
Sultânu’l-Ulemânın Menkıbesi

Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî’nin babası Bahâüddin el- Belhî, kâmil bir şeyhti. O, faziletli ve hakikati haber veren bir âlimdi. Onun besmele-i şerifi üç ay tefsir ettiği nakledilir. Kendileri güçlü cezbe sahibi bir yapıya sahiplerdi. Şeyhin etrafında insanlar çoğalınca büyük âlimler onu çekemediler ve hasetle onu Belh sultanına şikâyet ettiler. “Bu kimsenin etrafında toplanan ve ona yardım edenler çoğaldı, sana is­yan etmesinden korkulur.” dediler.

Avamın işine hayret edilmelidir. Onların değişik inançla­rı ve garip kabulleri vardır. Melekût, sonrasında Ceberut âlemine ve buradan da Allah Teâlâ’nın dilediği daha farklı makamları dolaşan temiz ruhanilere yakınlık elde eden, son­suz saadet ve yüksek kerametlere mazhar olan kimselerin nazarında dünyanın ne kıymeti olur? Bir sivrisineğin kanadı kadar değeri bile yoktur. Kuş ve kargaların yemlendiği çöp­lüğe şahinin tenezzül ettiği görülmüş müdür?

Menkıbeye geri dönecek olursak, sultan, duyduklarına göre hareket edip hazrete zulmetmeye başlayınca hazret göç etmeye karar verdi. Şeyhin bu kararını duyan sultan, yaptı­ğına pişman oldu ve yüklü miktarda para ve üzerine bir ke­fen koyarak bir kılıcı avenesi ile özür beyan etmek için şeyhe gönderdi. Fakat şeyh, onlara iltifat etmedi ve “Öfkeli bir şe­kilde ok yaydan çıkmıştır.” dedi. Sonra akrabaları ve çocuk­larıyla Bağdat’a doğru yola çıktı. Sonra Konya’ya yöneldi. Şeyhin geldiğini duyan Karam Beyi, devlet erkânı ve aske­riyle birlikte şeyhi karşılamak üzere yola çıktı. Şeyhe çok hürmet etti ve ona birçok ikramda bulundu. Hatta Karam Beyi atından inip şeyhin arkasından yürüyerek geldi ve şey­he güzel yerler tahsis edip ona en güzel ikramları yaptı. Bu nedenle şeyh, Konya’ya yerleşti. (Allah Teâlâ, sırrını takdis etsin.) Şeyhin Belh’ten hicretinin ardından Allah’ın düşmanı Cengiz Han, Horasan üzerine yürüdü ve Belh’e saldırdı. Pa­dişahı, halkın çoğunu ve âlimleri kılıçtan geçirdi. Malları ve hayvanları aldı, imar edilmiş yerleri, şehirleri, beldeleri ve köyleri yıktı. Allah Teâlâ, Allah dostlarına ve Rahman’ın seç­kin kullarına düşmanlık etmek hastalığından ve bu büyük hatadan bizleri ve sizleri korusun. “Şüphesiz Allah ve Re- sûlünü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır”[312] ve “Ey iman edenler! Siz Mûsâ’ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. Nihayet Allah onu onların dediklerinden temize çıkarmış­tı. Mûsâ, Allah katında itibarlı bir kimse idi”[313] âyet-i ke­rimelerini unutmamayı bizlere ve sizlere nasip eylesin.

Kıssaya dönecek olursak, merhum Şemseddîn-i Sivâsî (k.s.) şöyle demiştir:

“Babamın yanında Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip uzun bir süre onu tekrar edince, babam beni, Tokat’ta okuyan bira­derlerim el-Hac Halife ve Muharrem Efendi’nin yanına gön­derdi. Burada Kur’ân-ı Kerim’i tecvit ile okumaya ve diğer İslâmî ilimleri tedrise başladım. Cuma ve diğer vakit namaz­larını cemaatle kılmaya devam ediyordum. O günlerde garip bir rüya gördüm. Tokat’ta Köstekçizâde olarak tanınan ve rüya yorumlamada maharetli, hakikatte Muhammed b. Sîrîn’in[314] sırrına mazhar olmuş ve tarikat ehli bir zat vardı. Bu kimse çarşıda at çulu dokurdu. Bu mesleği kendisine süt- re[315] yapmıştı, bu şekilde kendisini gizlerdi. Sabah erken bu zatın yanına gittim. Rüya görüp yorumlatmak isteyen benim gibi birçok kimse orada toplanmıştı. Sıra bana gelince rüya­mı anlatmaya başladım: ‘Dün gece rüyamda geniş bir sahra­da parlak bir nur içerisinde oturuyordum. Her taraftan ihti­yar, genç birçok kimse bana doğru geliyordu. Yanıma gelin­ce de Kâbe’yi tavaf eder gibi beni tavaf ediyorlardı.’ dedim. Bunları işitince bana döndü, işini bıraktı ve ‘Nereden geldin? İsmin nedir? Nerede bulunuyorsun? Bir şeyhe intisap ettin mi?’ diye sorular sordu. Adımı, kim olduğumu söyledim ve halen biraderlerimin yanında ilim tahsil ettiğimi söyledim. Bana, ‘Allah mübarek etsin! Ben öldükten sonra kabrimde beni salih amellerle anman şartıyla sana rüyanın tabirini ya­parım.’ dedi. Ben de ‘İnşallah.’ dedim. O da ‘Ömrün uzun, ihvan ve dostların çok olur. Allah Teâlâ, sana büyük hayr,

ilim ve salih amel imkânı verecektir. Telif ve tasnif erbabın­dan, tefsir, hadis, tabir ilminde emsallerini geride bırakırsın. Halk, nasihat meclisine koşar ve mescidin etrafında toplanır­lar. Duan makbul ve nefesin mübarek olur.’ dedi ve dua etti. Allah Teâlâ, ona rahmetiyle muamele etsin. Söyledikleri yir­mi yıl sonra aynıyla gerçekleşti. Bu olaydan ilk olarak şu so­nuca varıyoruz: Rüya herkese anlatılmamalıdır. Rüya nasıl yorumlanırsa öyle gerçekleşir; hayra yorumlanırsa hayr, şer­re yorumlanırsa şer olarak gerçekleşir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Rüya kuşun gagasındadır, nasıl yo­rumlanırsa öyle çıkar.”[316]

İkinci olarak; salih rüya, Hz. Yusuf es-Sıddık’ın (a.s.) rü­yasında olduğu gibi, uzun bir zaman geçse de gerçekleşir. Meşhur olan rivayete göre Hz. Yusuf’un (a.s.) rüyasının tevi­li seksen yıl sonra gerçekleşmiştir.

Üçüncüsü; rüya Allah Teâlâ’nın mübeşşiratındandır.[317] Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar iman etmiş ve Al­lah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatın­da da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözle­rinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.”[318] “Mü’min olan kadın ve erkekten kim salih (nefsini tezkiye ve tasfiye edici) amel işlerse, o takdirde ona mutlaka tay- yib (temiz, helâl) bir hayat yaşatırız. Ve onları, mutlaka yapmış oldukları amellerin ecirlerinden (bedellerinden), daha ahseni (güzeli) ile mükâfatlandıracağız.”[319]

Allah’ım! Hayatımızı İslâm üzere, ölümümüzü iman ile kıl. Kıyam(et) gününde yüce nebiler arasında bizi mahcup etme. Bizleri isimlerin ve faziletin vesilesiyle katındaki de­ğerli kimselerle haşret. Ey Alîm ve Allâm[320] olan Allah’ım!

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım şunları söyle­di: “İlimden büyük zevk alınca, ilmî tekâmül için saltanatın başşehri İstanbul’a gittim. Medreselerde ilim tahsiline başla­dım. Akranlarım ve beraber ilim tahsil ettiklerim arasında öne çıktım. Bu durum ve şöhretim yayıldı. Öyle ki, Sahn-ı Seman medreselerinden birinde hoca oldum. Yaşadığım dö­nemdeki kardeşlerimin çoğunu isyan ve tuğyan içerisinde gördüm. Amaçları ilim öğrenmek değil, dış görünüşlerini süsleyip ilmi bir övünme vesilesi yapmaktı. Onlar, ecir ve sevap almak şöyle dursun, vakit namazları geciktirmede, cemaat ve Cumayı terk etmekte bir beis görmezlerdi. Bir gün Kazasker Divan’ına girmiştim. Kadı görevinde bulunan mü- lazım[321] ve müderrisleri gördüm. Elbiseleri ipektendi ve sa­rıkları kocamandı; hırkalarını çekiştirerek dolaşıyorlardı. Ve onlara kimse iltifat etmiyordu. Kimse onların selamını almı­yordu. Bu manzara üzerine hemen geri döndüm. Abdest ta­zeleyip Sultan Mehmed Han (Allah Teâlâ’nın rahmeti ve rı­zası onun üzerine olsun) Camii’ne gittim. Boş bir köşede na­maz kıldım. Rabbime yöneldim. Bir ağlama hali beni kapla­dı. Duaları kabul eden Allah Teâlâ’ya tezellül[322] ve içten bir yakarışla halimi arz ettim. Muhakkak ki O (c.c), hakkıyla işi­ten ve yakın olandır. Şöyle dedim: Allah’ım! Beni kadı, zen­gin kapısına ve zulüm, ağyar ve doktorların kapısına muhtaç

etme. Ya Rabbi! Beni rızanı umarak gece gündüz kulluğa devam eden fukara, ahyar[323] ile Senin kapına yönlendir. Sa­na has olan rahmet ve mağfiretini, her işimde bana doğru ve güzel olanı lütfet.”

Merhum dedi ki: “Allah Teâlâ dualarımı kabul etti ve iş­ler istediği gibi oldu. Çok geçmeden bir arkadaşımla birlikte Şam Dımaşk’a gitmek nasip oldu. Orada bir yıl kaldım. Al­lah Teâlâ, bana orada ikramda bulundu ve hac vazifesini yaptım. Sonra Zile’ye döndüm. Zile halkı bana çok ilgi gös­terdi ve bana ikramda bulundu. Burada ilim meclisi tesis etmeye başladım ve derin düşüncelere dalmaya imkân bul­dum. Sonra Ezine Pazarı denilen kasabaya gittim. Burada kâmil şeyh Muslihuddîn Halife’ye biat ettim. O, daha önce geçtiği gibi, babamın şeyhi el-Hac Şeyh Hızır’ın halifesiydi. Beni Allah Teâlâ’ya yakınlaştırdı ve Esma-i Hüsna’dan dör­düncü isme kadar beni irşad etti. Bir gece çok garip bir rüya gördüm. Bir kılıfın içerisinde elimde bir Kur’ân-ı Kerim ol­duğu halde ağaçları bol bir tepenin üzerinde kendimi gör­düm. Ağaç üzerinde yukarıya doğru çıkmaya başladım ve elimdeki Mushaf-ı Şerif’i ağacın dallarına koymaya çalışı­yordum. Dördüncü dala geldiğimde şiddetli bir rüzgâr esti ve ağaç yere devrildi. ‘Bu ne haldir?’ diye şaşkın bir vaziyet­teyken birisi ‘Zatî Tecellî Gerçekleşti’ şeklinde seslendi. Uy­kumdan uyanınca düşündüm, dalları Esmâü’l-Hüsnâ’dan dördüncü isim, Mushaf-ı Şerif’i hakikati gösteren rehber, ağacın yere devrilmesini ise şeyhimin vefatı olarak yorum­ladım. Çok sürmeden Şeyh’in hastalandığını duydum ve Rabbine gideceğini anladım. Neticede rüyayı yorumladığım şekilde olaylar gerçekleşti. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.”

Şeyh Muslihuddîn Halife’nin Menkıbesinden
Bir Bölüm

Anlatılır ki, şeyhin ilçesine yakın Erkilet adlı yakın bir köyün sakinleri şeyhi köylerine çağırdılar. Şeyh ile beraber yola çıktık. Şeyh, ormanlık bir yerde büyük bir ağacın arka­sına gitti. Ben abdest ihtiyacı söz konusu oldu düşüncesiyle ibrik ile arkasından gittim. Ağacın arkasına vardığımda biri­siyle konuştuğunu gördüm. Bu konuşma bir süre devam et­ti. Sonra ağacın arkasından çıktı. İbriği takdim ettim, gerek olmadığını söyledi. Renginin kırmızıya değişmiş olduğunu gördüm. “Kiminle konuştun? Sana ne söyledi?” diye sor­dum. “Uzak sefere emrolunduk.” dedi. Davetten döndükten sonra hastalandı ve Kerim olan Rabbine seferde bulundu.

Allah Teâlâ’nın rahmet ve merhameti onun üzerine olsun.

Burada şu işaret vardır ki, Allah dostlarına Allah Teâ- lâ’dan bir rahmet olarak salih rüya veya bir melek aracılığıy­la vefatları önceden haber verilir. Bu, onların borçlarını öde­meleri, yanlarında olan emanetleri vermeleri, kul haklarını iade etmeleri, tövbe ve istiğfarlarını yenilemeleri içindir ki, bu şekilde Gaffâr olan Rablerine temiz bir halde dönsünler.

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım (k.s.) der ki: “Şeyhim Muslihuddîn Halife (k.s.) vefat edince; eşi ölmüş, kıymeti kalmamış, koruyucusu olmayan, yüzünden peçesini açmış, çarşafını çıkarmış, elbisesini sırtından atmış, dilediği yerde sabahlayan, dilediğini kabul eden, dilediği yerde ak­şamlayan utanması kalmamış bir kadına döndüm. Bu hal dolayısıyla günden güne azar azar manevî işaretler kaybola­rak marifetim gitti. İşi olmayan ve tembel kimselerle düşüp kalkmaya başladım. Öyle ki sahra, bahçe ve dağlarda onlarla dolaşır hale geldim. Tazı ve köpeklerle av faaliyetlerine baş­ladım.”

Burada bir kimsenin yol gösteren şeyhi vefat ettiğinde başka bir yol gösterici şeyhe intisap etmesi gerektiğine dair bir nükte vardır. Yaşayan bir şeyh, vefat etmiş bir şeyh gibi değildir. Ölmüş şeyhin hayattaki şeyh gibi tesiri olmaz. Me- nakıbında geçtiği gibi Hallâc-ı Mansûr (k.s.), vefatından yüz elli yıl sonra Ferîdüddîn-i Attâr’ı (k.s.)[324] irşad etmişse de bu gibi örnekler azın azı durumundadır.[325]

Tembih

Burada bir tembih de vardır. Halktan bazıları, falanca oğ­lu filan diyerek sağını solundan, semizi arıktan ayırt edeme­yen kimseleri şeyh olarak kabul etmektedirler. Bunlar, insan­ları ve sadakaları toplayan, oruç, namaz, zekât ve hacları olmayan kimselerdir. Onların gayretleri yiyip içmek; gayele­ri güzel elbise ve kadın, nazar, zevk ve istekleri değerli atlara binip hızlı köpeklerle avlanmak gibi heveslerdir. Bu sıfatlar­la şeyh olmak onların haddine mi? Şaşılacak bir husus da bu bozucu sıfatlara sahip kimselere cahillerin inanması ve onla­rın gayb ilimlerine nüfuz ettiklerine itikat etmeleridir.

Burada çok büyük bir fayda vardır. Meşâyihin nesebî ya­ni maddî ve manevî olmak üzere iki türlü evladı vardır. Ne- sebî olan evlatları, malına vâris olmak, evlat ve torunlarına bakmak ve nesilden nesle soyunu sürdürmek içindir. Ma­nevî evlatları ise yüzyıllar boyunca sünnet-i seniyyeyi ihya ve irşad içindirler. Meşâyihin hilafet makamına geçmeye lâyık ve daha faziletli olan evlatları zikredilen bu sonuncu­lardır. Çünkü onlar, hikmet sahibidirler. Âyet-i kerimede Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”[326] İsa (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hikmeti lâyık olandan başkası­na vermeyin ki zulüm yapmasın.” Hz. Ebubekir’in (r.a.) ve­fatı yaklaşınca birçok evladı özellikle Abdurrahman gibi oğ­lu olmasına rağmen halifeliğin Hz. Ömer’e (r.a.) verilmesini vasiyet ettiğini duymadın mı? (Abdurrahman) cesur ve ilim ehli birisiydi. Fakat mertebesi Hz. Ömer’e (r.a.) ulaşamamış­tı. Hz. Ömer (r.a.) de birçok evladı ve özellikle sahabenin en iyi bilenlerinden olan Abdullah gibi bir oğlu olmasına rağ­men altı kişiden oluşan bir danışma meclisine halife seçimini havale etmişti. Çünkü Abdullah’ın derecesi Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali’nin (r.a.) derecelerine ulaşmamıştı. Allah Teâlâ, hepsinden razı olsun.

Menkıbeye dönecek olursak, merhum Şeyhim dedi ki: “Bana gelen manevî ilmin kesildiğine şahit olunca bir gece sabaha kadar halimi düşündüm. Kendimi ışığı sönmüş bir ev, sakini kalmamış bir belde, ağaçları kurumuş, meyveleri dökülmüş bir bahçe, suyu kesilmiş, işlevi bitmiş, un öğüt­meyen bir değirmen gibi buldum. Bâtınından feyiz nurları kesilmiş sâlik böyle olur. Kalbinde yakarış, dilinde inilti

kalmaz. Ama sâlikin kalbine bâtından rahmet nehri çok güç­lü bir şekilde dökülür. Varidat-ı ilahî[327] ve temiz işaretler şiddet ve hararetle onun kalbine yönelir. Sâlik, bu durumda nefsine sahip çıkamaz. Elinde olmadan kalbi deprenir ve he­yecana kapılır. Bedeni, elinde olmadan, bir sağa bir sola dev­rilip durur. Eğer, Cemâl tecellisinin bir eseri olarak bu vari­datlar kişiye gelirse kişi sevince erer. Celâl tecellisinin bir göstergesi olarak bu varidatlar gelirse sâlik ürperir, korku duyar. Bu hale sahip kimseleri kınamamak gerekir. Bu du­rumda aşk çok güçlüdür, karşı konulamaz bir haldedir. Her şeyin üzerinde ve galiptir. Kocaman değirmen taşının nasıl döndüğünü görmez misin? Onun durumu da aynen böyledir.

Burada bir işaret vardır. Bu işaret, tarikat mensuplarına seyr-i sülûk makamlarını ve meşreplerini bilmeden onlara tan edenleredir.[328] Tarikat ehlinin gayesi, Allah Teâlâ’nın emrine yapışmak ve bidatle hareket etmeksizin Hz. Pey- gamber’in (sav) sünnetini ihya etmektir. Onların bu hali saf vecd veya sadık tevacüdden[329] kaynaklanmaktadır. Bu iki halin dışında olanlar münafıklardır. Onlar, riya ve desinler düşüncesiyle hareket eden kimselerdir. Onların işi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Allah Teâlâ, Hz. Nuh’tan (a.s.) hikâye ederek şöyle buyurmuştur: “Onların hesaplarını görmek ancak Rabbime aittir. Bir anlayabilseniz! Ben inananları kovacak değilim.”[330]

Bu durumda olan fakirlerin dev(e)ran yapmalarını birçok şeyhülislâm ve imamların kendilerine tâbi olduğu âlimler

(Allah Teâlâ, onlara mükâfatlarını ihsan etsin) fetva vermiş­lerdir. Onların hali saf vecd, sahih bir tevacüd halidir, de­mişlerdir. Bu âlimlerin kalbi saf ve itidal sahibidir. Bu konu­da fetva verenlerden Ahmed b. Süleyman b. Kemal Bey,[331] Müftü Ali Çelebi,[332] Müftü Mevlânâ Sa’düddîn Efendiler[333] yer almaktadır. Allah Teâlâ, onların derecelerini yüksek ey­lesin. Allah’ım, bizleri yakîn[334] ehlinden eyle.

Kıssaya dönecek olursak merhum üstadım demiştir ki; “Halimi düşündüğümde yakîn ve hakikat ehli bir ârif bul­maya karar verdim.”

Bu hal, ezelî hidayet ve ebedî inayete ulaştırılmış kimse­lerden başkasına nasip olmaz. Çünkü bir kimse geriye doğru gittiğini bilmezse buna aldırmaz ve bu durumu düzeltmeye yönelmez. Kalbinde zulmet meydana gelir. Şeytana yaklaşır, haddi aşmakla isyan ve büyük günaha gider. Bu kimse, tari­kattan çıkmış sayılır. Tarikattan çıkan şeriattan çıkmaya ya­kındır. Allah Teâlâ, bizi ve sizleri korusun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip ken­disine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.”[335] Kadı Beyzâvî,[336] bu âyet-i ke­rimenin tefsirinde şunları söylemiştir: “Bu âyet-i kerime, âlem-i nura yükseldikten sonra âlem-i zûra[337] düşüşü ifade etmektedir.”

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım demiştir ki; “Zile’de sülûk ve esmâ ehli iki zat vardı. İkisi de ümmiydi. Vâkıf olduğum ilimler ve elime bulaşan kara mürekkep on­lara gitmeme engel oldu. Tokat’ta (Allah Teâlâ, her türlü afetten orayı muhafaza etsin) Mustafa Kirbâsî adında yaşı yüz civarına ulaşmış, âlim, fâzıl, takva sahibi büyük bir şeyh vardı. Ona ulaştığımda, huzuruna çıktım ve kalbimin şaşkın halinden dolayı ona intisap etmek istediğimi söyledim. Bana

şöyle dedi: ‘Evladım! Sen güçlü bir gençsin. Ben zayıf bir ihti­yarım. İki tarafın birbirine denk olması ülfet ve ünsiyetin şar­tıdır. Genç bir gelin, kocasını kendisi gibi güçlü ister. Hâlbuki ben zayıf ve yaşlıyım. Bu şekilde aramızda netice nasıl hâsıl olabilir?’ Ben, ‘Senin irşad halkana dâhil olmak ve terbiye dai­rene girmek için gelmiştim. Benim halim ne olacak?’ dedim. Bana ‘Niyetinde samimi misin?’ dedi. Ben de ‘Allah Teâlâ’nın izniyle samimiyim.’ dedim. ‘Sen talip misin?’ dedi. Ben ‘Evet.’ dedim. ‘Sen sadık mısın?’ dedi ben ‘Evet’ dedim. Mübarek başını eğdi. Bir müddet sonra başını kaldırdı ve şunu söyledi: ‘Allah Teâlâ seni irşad için kâmil bir zât gönderir.’ veya ‘Allah Teâlâ, altı ay içerisinde senin terbiyen için bir kâmil şeyh gön­derir.’ buyurdu. Bana dua etti.

Sonra vatanım Zile’ye döndüm, evime çekildim. İlim ve amel ile meşgul oldum. Altı ay sonra bir iş için ve Arakiye- cizâde olarak tanınan üstadım Şemseddîn en-Nahvî’yi (Al­lah Teâlâ, ona güzellikler ihsan etsin ve güzelliklerini artır­sın) ziyaret için Tokat’a gittim. Beni görünce; ‘Ey Şemseddîn! Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Aklının sağlamlığı ve anlayışının üstünlüğü vardır. Beldemize dışardan, Şir­van’dan seccade sahibi ve irfan ehli bir zat geldi. Vaaz ve na­sihat ediyor ama sözlerinde herkesin kolayca anlayabileceği meseleleri değil, kudsî cevherler ve ilahî hakikatlerden bah­sediyor. Sözlerini âlimlerimiz ve seçkinlerimiz anlamıyorlar.’ Merhum Şemseddîn-i Sivâsî (k.s.) derdi ki: ‘Şeyh-i Şirvanî (k.s.), ez-Zâtü’l-Ehadiyye[338] ehliydi. Lâhût,[339] Ceberût ve Me-

lekût âlemlerinde dolaşırdı. Bundan dolayı Nasût[340] âlemin­den çok az bahsederdi.’

Arakıyecizâde, ‘Kalk, birlikte ona gidelim.’ dedi. Aradan uzun zaman geçtiği için Mustafa Kirbâsî’nin (k.s.) bana söy­lediklerini unutmuştum. Şeyh-i Şirvânî’nin (k.s.) huzuruna vardığımızda ilk olarak bize ikramda bulundu ve bizi rahat­lattı. Sonra mânâ denizinin incilerinden, mânâ cevherlerin­den bahsetmeye başladı. Sanki beni tarif ediyor, işaretlerle bana tavsiyelerde bulunuyordu. Sözün sonunda, ‘Vatanımı ve malımı terk edip vadi ve dağlarda bunca sıkıntıya kat­lanmam senin halin için ve senin terbiyeni gerçekleştirmek içindir.’ buyurdu. Bu söze şaşırdım. Şeyh Mustafa Kirbâ- sî’nin (k.s.) verdiği müjdeyi hatırladım ve bir hesap yaptım ki aradan tam altı ay geçmiş. O an kalbimden ağyar sevgisi gitti ve onun yerine sırlar kalbime doldu. Hemen ona intisa­ba yöneldim ve istiğfar ettim. Allah Teâlâ’ya hamd ve şük­rettim. “Kaybettiğimi buldum.” dedim ve geçen ömrüm için pişman oldum. Allah Teâlâ, ‘Alîm’, ‘Gaffâr’,[341] ‘Kerîm’[342] ve ‘Settâr’dır.”[343]

Burada dikkat çeken iki durum ortaya çıkmaktadır. İlki, Mustafa Kirbâsî’nin (k.s.) kerametinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü hadise tam altı ay sonra aynı onun dediği şekilde ger-

çekleşmiştir. İkincisi, Abdülmecîd-i Şirvânî’nin[344] (k.s.) Allah Teâlâ’nın emriyle Şirvan’dan Rum diyarına gelmesidir.[345] Al­lah Teâlâ, dilediğini yapmaya muktedirdir. Bazen hastayı doktorun kapısına bazen de doktoru hastanın kapısına gön­derir. Bu taliplerin ve sadıkların halleri kendilerini tecellilere hazır hale getiren Allah’ın mükemmelliği sayesindedir. Kirbâ- sî ve Şirvânî’nin yaşadıkları ancak Allah Teâlâ’nın ikramıdır.

Şemseddîn-i Tebrîzî (k.s.) ve Mevlânâ (k.s.) da aynı bu şe­kilde buluşmuşlardır. Tebrîzî, keşf, kemâlât ve kerâmet sa­hibi Baba Kemal[346] ile karşılaştığında Baba Kemal başını öne eğip bir müddet mânâ âlemine daldıktan sonra başını kaldı­rıp şöyle demiştir: “Ey Şemseddîn! Muhakkak ki Allah Teâlâ, senin terbiyene âlim ve fâzıl bir kimseyi verecek ki bu kişi ashâb-ı enfâstandır.[347] İnsanların hepsi onun marifet

nehrinden içecekler. Afakta meşhur olacak, ledünnî ilimler­de herkesi geride bırakacak ve kapalı ifadeleri açacak.” Şems, “Bu adam nerededir?” dedi. Baba Kemal, “Ara, bul!” cevabını verdi. Şems, bu gaye ile yola çıktı ve üç yıl yeryü­zünde dolaştı. Aradığını Konya’da buldu: Celâleddîn-i er- Rûmî (k.s.). İkisi birbirlerini bulmuş ve Şems bir nazar ile Celâleddîn er-Rûmî’yi (k.s.) tekmil etmiştir.

Burada anlatılmak istenen bir hakikat var: Evliyanın ne­fesleri ve sözleri yalancı çıkmaz ve çelişmez. Kudsî hadiste şöyle buyurulur: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaş­maya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olu­rum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığın­ma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.”[348] Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.

Kıssaya dönecek olursak, merhum demiştir ki; “Allah Teâlâ, beni Şeyh-i Şirvânî’ye (k.s) kavuşturmakla ‘Anka-yı Mağrib’i[349] avlamayı nasip etmiştir. Üzerime ay ve güneş doğdu. Muhabbet çoğaldı ve irade güçlendi. Akrabalarım ve

ailem onun bereket ve cezbesine ulaşsın düşüncesiyle Şir- vânî’yi (k.s.) beldem Zile’ye davet ettim. Daha önce ben çe­şitli beldelerde vaaz eder, talebe ve çocukları okuturdum. Akranlarım ve benzerlerim arasında hususi bir yere sahip­tim. Meydanda büyüklenerek dolaşırdım. Şeyhim Zile’de bir müddet bulunduğunda bana vaaz, nasihat ve dersi terk et­memi emretti. O esnada beldemizden ve dışardan yaklaşık otuz talebem vardı. Bana inzivaya çekilmemi, susmamı ve sükût üzere bulunmamı, Allah Teâlâ’yı zikir dışında ko­nuşmamamı ve avamdan uzak durmamı emretti. Bundan sonra sükût ve konuşmamayı tercih ederek ayak ve ibrik hizmetine başladım. Günlerden bir gün kasabanın ileri ge­lenleri toplanmış halde bana geldiler ve şunları söylediler:

‘Senin işine hayret ediyoruz. Sen bize nasihat ediyor, di­nimizi bize öğretiyor ve çocuklarımıza hocalık yapıyordun. Bu ne haldir? Herkes sana hizmet ederken ve sen başta otu­rurken (şimdi) ne dediğini anlamadığımız birisinin ayak ve ibrik hizmetlerine bakıyorsun?’ Onlara şöyle cevap verdim: ‘Allah Teâlâ size rahmet etsin, ey kardeşlerim, ey dostlarım! Siz benim ilmimi ve kemalimi biliyorsanız, böyle bir zata se­bepsiz yere hizmet etmediğimi de bilirsiniz. Çünkü onda büyük bir lâhûtî cevher, galip olan bir kuvvet ve ilim var. Onda benzeri görülmemiş öyle hâllere şahit oldum ki, ilmi­min onun ilmine nispetle denizden bir damla şeklinde, cev­herimin ise onun cevherine göre inciye nispetle kum gibi ol­duğunu anladım. Yemen akiki gibi olan sıradan taşımla onun paha biçilmez cevherini bir arada dizmek, ilmimi onun ilmine ulaştırarak iki denizin kavuştuğu gibi yapmak iste­dim.’ Bu cevap üzerine şaşırdılar ve ‘Bu şeyh böyle bir mer­tebede midir?’ dediler. Ben de ‘Evet, hatta daha da fazladır.’ dedim. Sonra Allah Teâlâ’ya yöneldim ve samimi bir şekilde niyetimi yeniledim. Kalbimden hevesleri çıkardım. Böylece gayretli ve iştiyaklı bir sâlik oldum.”

Takrîb

“Ey sıdıkklar! ‘Siz, bizler talipler, rağıplar ve sâlikleriz.’ diyorsunuz. Talibe talep ettiği, rağıba rağbet ettiği ve sâlike de sülûk ettiği bir şey gerekir. İstenilen, rağbet edilen ve sü- lûk edilen şey nedir?” dediler. Gerçeğin ortaya çıkması için Allah Teâlâ’nın yardım ve tetkiki ile deriz ki, maksadımız Allah Teâlâ’dır. Allah ismi, ilahî isimlerden birisidir. İsim­lerden maksat ise müsemmalarıdır. Müsemmadan kastedi­len ise ikilikten uzak (mücerret,[350] münferid[351]), ikilik düşü- nülmeksizin gaybî hakikat olan zâtü’l-ehadiyyedir. O, me­kân ve keyfiyetten yüce, nerede ve nasıl olduğu tasavvur edilemeyen nihayetlerin nihayeti, gayetlerin gayeti ve cem’in cemidir. İlimler ve akıllar oraya ulaşmaz. Fehim ve anlayışlar burada hayrette kalmıştır. Ancak “İşte bu, Al­lah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir”[352] âyet-i kerimesi gereğince dilediğine kudretiyle lütfeder. Bu makama dair konuşanlar ancak gizli işaretler ve ince remizlerle bu makamdan bahsedebilirler. “Gözler onu idrak edemez. O, gözleri idrak eder.”[353] Bu âleme “Lâhût Âlemi”, bu âlemin ehline de “Ehl-i Lâhût” denir. Bu âlemin aşağısı “Tevhîd-i Sıfat”tır ve âlemi “Ceberût Âlemi”dir. Bu derecede olanlara “Ehl-i Ceberût” denir. Bunun altında “Tevhîd-i Ef’âl” vardır ki âlemi “Melekût Âlemi”dir. Bunun altında ise “Mülk Âlemi” vardır. Burası “Cisim” ve “Müşâ- hedât” âlemidir. Bu âlemin sakinlerinin sıralanan üç âlem­den nasipleri yoktur. Sülûkleri, talepleri ve hazları yoktur. Bu âlemin ehli olanlar, zahirî ibadetler ve akılla anlaşılabilen

meselelerle yetinirler. Bu kimseler âlim ve salih kimselerdir. Bunlar, ebrarların[354] efendileri, ashâb-ı yemin[355] ve ahyar- dan[356] sayılırlar. Mülk Âlemi’nin aşağısı “Nâsût Âlemi”dir. Bu âlemin ehli, Allah Teâlâ’nın kitabında dile getirdiği sahih inanç ilkelerine bağlı müminler de olsalar, bunlar, emirleri yerine getirmez, yasaklardan alıkoymazlar. Onlar, şehvetleri ve tabiatlarının/nefislerinin istediği şekilde/dilediği şekilde inanırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın kitabında bildirdiği sahih itikatla iman eden müminler olsalar da acizlik, fısk ve gü­nahlardan dolayı zulüm içerisindedirler. Onlara hakiki ina­yet yetişirse iman ile hayatlarını sona erdirebilirler. Onların affedilip edilmeyecekleri, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Dilerse onları fazlı ve keremiyle affeder, dilerse dilediği şekilde di­lediğine adaleti ve hakkaniyetiyle azap eder. Sonra fazlı ve keremiyle onları ateşlerden cennetlere çıkarır. Onlardan ma- siyette[357] inat edenleri, kötü son beklemektedir ve onların hataları onları kuşattığı halde onlar cehennemde ebedi kalır­lar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sonra fenalık yapanla­rın akıbetleri, Allah’ın âyetlerini tekzip etmeleri (yalanla­maları) ve onunla alay etmiş olmaları sebebiyle çok kötü oldu.”[358] Bir başka âyet-i kerimede de Allah Teâlâ şöyle bu­yurmuştur: “Hayır (sandığınız gibi değil), kim, günah ka-

zanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.”[359] Bu âyet-i kerimelerde dile getirildiği gibi, Allah korusun, bu kimseler hayatlarını küfür ve şekavetle sona erdirirler. Onlar “Ashâb-ı şimâl”den[360] olan kimselerdir. Onlar azapta ebedi kalırlar. Bu, Allah Teâlâ’nın adaletinin gereğidir. Allah Teâlâ, Kebîr[361] ve Müteâl’dir.[362] “Allah’ım! Gazabından rı­zana, azabından afiyetine, Senden Sana sığınırım.”[363]

Size, “Diyorsunuz ki, makamların en yücesi, Tevhidü’z- Zâti’l-İlâhiyye’ye ulaşmak diyorsunuz. Evet, bu çok güzel ve mutluluk verici bir haberdir. Fakat buna ulaşmak mümkün mü? Kul nerede Rabbü’l-erbab[364] nerede?” denilirse ben de­rim ki: “Siz ahiret yurdunda, bekâ ve safâ yurdunda, beşer hükmü ve tabiatının yok olması ve fenâ ile Allah Teâlâ’nın görüleceğine inanıyorsanız, cefâ âleminde neden bu müm­kün olmasın? (Sûfîler) cihadın her türlüsünü yerine getirip hakkını vermek için çeşitli riyazetler ve meşakkati tercih et-

mekle mücahede yaptılar. (Onlar) yeme-içmeyi terk etmek, süs, şöhret, güzel görünme ve dünya malı biriktirmeye mey­letmemek suretiyle temiz olana ulaşmak için sabrı kuşandı­lar. (Yine onlar) zenginliğe karşı fakirliği, rahatlığa karşı me­şakkati seçerek aşk ateşiyle vücudun çeşitli tasallutların- dan[365] kurtuldular. Taşlardan kaleler yaparak hayatlarını mekruh görülen hususlardan dahi temizledir ki, bunu nefs ineğini ve hayvanî sıfatları boğazlayıp onları öldürerek, şe- riat-i Muhammediyye’ye uygun davranarak himmet bıçağı ve mücahede kılıcıyla bu kötü sıfatları öldürmek ve şeytanî sıfatları kovmakla yaptılar. Onlar, Cemâl ve Celâl ashabıdır­lar. Onlar, zorunlu ölüm gelmeden önce ihtiyarî ölümle ne­fislerini öldürdüler. Muhakkak ki onların kıyameti dünyada kopmuştur ve onlar ebedî hayatın dirileri olmuşlardır. On­lar, aşkın şehitleridirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ve Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) diridirler Rablerinin katında rızıklandırılırlar.’[366] Onlar, övülmeye lâyık ahlâk ile ahlâklandıktan, razı olunan sıfatlarla donandıktan, Allah Teâlâ’nın zikriyle kalpleri mut­main olduktan, çeşitli ibadetlerle bâtınları aydınlandıktan ve kötü huyları iyi huylara dönüştükten sonra onlar, gönülle­rindeki rahatlık ve parlaklık ile gayret sahibi olurlar. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, renkler ve şüpheler onların kalp aynasından silinir. Sonra kudsî ruh ile dolaşır ve Ceberût Âlemi’ne yükselirler. Böylece “Kâbe kavseyni ev ednâ”[367] makamına ulaşmış olur. Sonra, Allah Teâlâ’nın dilediği yere,

dilediği kadarına… Onlar, Allah Teâlâ’da fânî olurlar ve Al­lah Teâlâ’da bâkî olurlar. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu­nu duymadın mı?: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Ak- sa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hak­kıyla işitendir, hakkıyla görendir.”[368] Ümmetin kendisine uyduğu Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) için gerçekleşen şey, ümmeti için de gerçekleşmiştir. “Her davet edici, gördüğü ve ilmiyle ulaştığı şeye davet eder.” gerçeğinden dolayı bu böyledir. Ancak dünyada bu görme fiili, baş gözü ile değil basiret gö­züyle olur. Bunu iyi anla!”

“Sulûkün fayda ve neticesi ve vusulün alâmeti nedir?” diye sorulursa biz deriz ki: “Hakiki yakînî marifeti tahsil et­miş olursun. Burada kul, nefsini acizlik, noksanlık, zafiyet ve hüsran ile bilir. Buna karşılık Rabbini kudret, kemal, bekâ ve gufran ile bilir. Burada Hak Teâlâ’nın satveti,[369] azameti[370] ve heybeti zâhir olur. Kul, Hakk’ın itaatine, muvafakatına,[371] emirlerine hürmete, yasaklarından kaçınmaya ve azametine zaruri olarak bağlanırsa bu halleri tecrübe edebilir. Kul, Rabbinin kapısına yapışarak gece ve gündüzler boyunca kalbinde bir ıstırap, meşakkat ve yorgunluk duymadan Rab- binin işaretini beklemeye başlar.”

“Rabbine candan tövbe ile yönelen, kurbiyet elde eden bu kula bunun ne faydası var?” diye sorulursa şunu söyleriz: “Bu durumun kula birçok fayda ve yardımı vardır. Çünkü kul, bu yüce makama ulaştığında Allah dostlarından olur.

İşlerinde Allah Teâlâ ona vekil olur ve işlerinde Allah Teâlâ ona yeter. Bu kulun, bütün âzâlarında Hakk’ın kudreti orta­ya çıkar. Kul, Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar. Allah Teâlâ ile işitir ve Allah Teâlâ’dan konuşur. Allah Teâlâ ile tutar ve Al­lah Teâlâ ile yürür. Allah Teâlâ’nın şu sözlerini duymadın mı: ‘(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Müminleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hak­kıyla bilendir.”;[372] “Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Al­lah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâ­fat verecektir.’[373] Durum böyle olunca onlara düşman olana Allah Teâlâ düşman olur. Onlarla çekişenlere Allah Teâlâ karşılığını verir. Onlara savaş açanlara Allah Teâlâ savaş açar. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’dan şunu naklet- miştir: ‘Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler ara­sında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifâye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetler­le yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu di­li) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetme- deki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: O ölü­mü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.’[374] Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı: ‘Fakat (kişi Al-

lah’a) yakın olanlardan ise, Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. Eğer o sağdakilerden ise, “Ey sağda­ki! Sana selam olsun!’[375] Onlar, yüce arşın mahremlerin- dendirler. Hikmet hazinelerinin ve kadim ilmin sahiplerin- dendirler. Hakîm olan Allah Teâlâ’nın seyrine vâkıftırlar. Ulvî ve süflî (gök ve yerde, iç ve dışta) tasarrufta bulunurlar. Her zaman Allah Teâlâ’nın yardımı onlara bahşedilir. Onlar için isim ve resim kalmaz. Allah Teâlâ’nın hikmeti altında tam bir mahviyyet içerisindedirler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’da Allah Teâlâ ile bâkî olmuşlardır. Bu devletten daha büyük devlet ve izzet, bu nimetten, bu ikramdan daha bü­yük nimet ve ikram olur mu? Bu makama ulaşan kişi sultan­ların sultanı, Allah Teâlâ’nın yerlerdeki halifesidir.

“Ashâb-ı Yemin ile sülûk görmeyen es-Su’adâu’s-Sâlihîn arasında kaç derece vardır?” denilirse şöyle cevap veririm: “Bunu şu iki kişinin hâline benzetebiliriz. Birisi garip, fakir, yatacak yeri ve ona bakacak kimsesi olmayan bir kişidir. Yü­zü toprak, elbisesi kir içerisindedir. Bu kimse ölse, kimse onunla ilgilenmez. Diğeri öteden beri nesilden nesle kavmi- nin önde gelenidir. Sultanlar ve devlet erkânı ona ilgi göste­rir. Başında devlet tacı bulunur. Sağlıklı, güzel yüzlüdür ve konuşması düzgündür. Üstünde asaletin izi, belinde şöhret kılıcı, parmağında kuvvet yüzüğü vardır. Çeşitli nimetlerle dolu sofrası herkese açıktır ve cennetten çıkmış gibi hizmet­çilere sahiptir. Herkes ona güvenir ve iltifat eder. Her yerde sözü geçer ve hatırı sayılır. İşte bu iki şahıs arasındaki fark bize sorulan iki sınıf arasındaki fark gibidir. ‘Bu ikisinin ör­neği bir olur mu?’;[376] ‘Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.’[377] Ebrarın derecelerini nispetle tecelli-

yat ashâbının mertebelerinin hakikati yazı ile anlatılamaz ve bunun derinliklerine inilemez.”

Fasıl

Vuslata ermenin birçok yolu vardır ve bu yolların fürula- rı[378] sonsuzdur. Böyle olsa da bu yolların en sağlamı, ilme en uygun ve gerekli olanı şunlardır: Öncelikle Allah Teâlâ’nın kitabı, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) sünneti ve şimdiye kadar geçen ehl-i sünnet ve’l-cemaatin üzerinde ittifak ettiği inanca sahip olmak. Sonra irşad ehli bir mürşidin elinde tövbe et­mek. Sonra kişinin geçmişine pişman olması. Sonra Allah Teâlâ’ya beklentisiz bağışlanma talebiyle yönelme ve O’nun (c.c.) rahmetini umma. Daha sonra geçen ömründe eksik bı­raktığı hususları tamamlama. Gösteriş ve desinler beklentisi olmadan samimi bir niyet. Sonra şeyhinin izniyle, Allah Teâlâ’nın zikri ve zaruret halinin dışında kişinin susmayı tercih etmesi. Sonra doğru söylemek ve sözü ölçülü kullan­mak. Edep, hayâ, vakar, devamlı abdestli olmak ve az ye­mekle istikâmet sahibi olmak. Haram yememek, içmeyi ve uykuyu azaltmak. Tam bir teveccüh ile Allah Teâlâ’ya yö­nelmek. Gizli bir şekilde zikri çoğaltmak. Kalbi, Allah Teâ- lâ’ya sağlam bir şekilde bağlamak. Özellikle seherlerde uya­nık olmayı çoğaltmak. Çünkü seher vakti, çok tövbe eden ve ebrar sınıfında olanlar için bir istiğfar ve bağışlanma dileği ve bir münacat, yalvarma ve dua vaktidir. Kişi, iki dizi üze­rine kıbleye karşı dönerek gözlerini kapatmalı, Allah Teâlâ’yı dost edinip halktan hatta aile fertlerinden dahi uzaklaşıp sürekli kalbini yoklamalıdır. Nefs ve şeytan düş­manlarını gözetim altında tutarak, kalbini vesvese ve şüphe­lerden uzaklaştırarak, tevazu ile bazen ağlayıp bazen dua ederek vaktini geçirmelidir. Abâ[379] elbise giyerek, daima ab-

destli olup namazları cemaatle kılmaya özen göstermelidir. İşlerini ciddiyetle görmeli ve ne yaptığının farkında olarak davranmalıdır. Çünkü samimi sâlik azimet[380] ehlinden olma­lıdır. Azimet ehli için müstehap[381] sünnet, sünnet vacip, va­cip ise farz olur. Farzın değeri ona göre kıyaslansın. Çünkü bunlar fetva ile değil takva ile hareket ederler. Bu kimselerde ruhsatla amel etme durumu olursa bu kimseler havada uçarken kanadına ok değip yere düşen kuş gibi olurlar.

Tembih

Bazı kimseler sadece şekil itibariyle, bir elinde tespih, di­ğer elinde asaya dayanmış halde abâ elbiseler giyerek kendi­lerini olgun, kurtuluşa ermiş, keşif ehli şeyhlerden sayarlar. Hâlbuki onlar, dış görünüşlerinin aksine iç âlemlerinde her­hangi bir olgunluğa sahip değillerdir. Bunlar, gündüzleri oruç tutmaz, geceleri teheccüde kalkmaz, namaz kılmazlar. Bütün gece uyurlar. Onlar, hayvanların yediği gibi yerler. Bilmeyenler, onları hürmetkâr kimseler sanır. Bil ki, onlar avamdan kimselerdir. Allah Teâlâ’dan tam bir feyz alamaz­lar ve O’nun nimetlerine nail olamazlar. Onlar, kendisine ve bir başkasına faydası olmayan kimselerdir (ehl-i liâm). Allah Teâlâ, muhterem evi Kâbe’nin hürmetine bu günahtan ve kendini beğenmek hastalığından bizleri korusun.

“Bu uzun yolda sıddıkların azığı, merkepleri, kamçıları, binitleri[382] ve silahları nedir?” denilirse şöyle deriz: Onların

azığı takvadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Azık alın. Azıkların en hayırlısı takvadır.”[383] Onların merkepleri himmettir. Kamçıları aşk, şevk ve safâdır. Yoldaşları Allah Teâlâ’nın tevfikidir.[384] Silahları zühd ve hidayettir. Elbiseleri, ilim ve ameldir. Kandil ve ışıkları Esmâü’l-Hüsnâ’dır. Sözle­ri, Allah Teâlâ’ya yalvarmalarıdır. Bu manevî yükseliş yolcu­luğuna “es-Seyr ilallâh” denir. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bizi, bu mukaddes yolculuğun kıyısına varmakla rızıklandırsın.

Kıssaya geri dönecek olursak, merhum üstadım derdi ki; “Üstadımın emriyle ihlas ve gayretle mücahedeye[385] uzun bir süre devam ettim. Bir müddet sonra kötü sıfatların kökü benden gitti ve onun yerine övülmeye lâyık sıfatların kökü geldi.”

Takrîb

Kötü sıfatların kökleri, en büyük kötü sıfat olan küfürden sonra kibir, ucb, haset, şehvet, heva, hırs, tûl-i emel, öfke, cimrilik ve şekâdır. Övülmeye lâyık sıfatları kökleri ise şun­lardır: Tevazu, ihlas, şehveti terk etmek, cömertlik, kasr-ı emel, kanaat, hilm, rıza ve benzeri.

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım derdi ki: “Kalbim Allah Teâlâ’nın nuruyla nurlandı ve Allah Teâ- lâ’nın zikriyle mutmain hale geldi. Öldükten sonra hayat bulmuş, körlükten sonra gören, sağırlıktan sonra işiten, ah- raz[386] olduktan sonra konuşan, cehaletten sonra âlim olan, küçük olduktan sonra büyüyen, deli olduktan sonra akılla-

nan kimse gibi oldum. Böyle olunca kalp hayatım değişti. Kalbimden hikmet pınarları fışkırdı. Kalbim tertemiz bir ha­yat buldu. Kalbim, büyük lezzetten, hazdan sonra vecd bul­du. Vatanımdan uzaklaştım, akranlarımdan kaçar oldum. (Yaptığımı) Allah Teâlâ için yaptım, Allah Teâlâ ile seyr et­tim, Allah Teâlâ ile hareket ettim. Eşyaların aslî suretleri kalp aynama hakiki halleriyle yansıdı. Kalbim türlü türlü nimetlerle süslenmiş bir mescide döndü. O mescitte bulunan mihrap ve minberden gaibin sesleri vaaz eder ve kötülük­lerden alıkoyar hale geldi. Kalbim misk kokulu çeşitli çiçek­ler ve ağaçlarla bezenmiş, seherde bülbülleri nağme eden bir bahçe haline geldi. Bu makama ‘Kalp Makamı’ denir. Bu makam, ilham ve Allah Teâlâ ile iş yapma makamıdır. Bura­da ruhun nuru kalbe, kalpten nefse, nefsten vücudun diğer azalarına yansır. Bundan dolayı beden ibadetler, cömertlik, iyilik, ihsan ve hayırlar yapma ile huzur bulur. Sâlik, bu hale ulaştığında ‘et-Tevhîdü’l-Ef’âl’ ehlinden olur.”

Merhum demiştir ki: “Bundan sonra ilerledim ve ulaştı­ğıma ulaştım. Nail olduğuma nail oldum.” (Merhum bu ifa­desiyle) “Tevhîdü’s-Sıfât” sonra “Tevhîdu’z-Zât”a ulaştığını söylemek istemiştir. Tevhîdü’l-Ef’âl ve Tevhîdü’s-Sıfât ma­kamında sâlik, amel ve fiillerden meydana gelen her şey, in­san ve hayvandan ortaya çıkan süflî ve ulvî sıfatlardan olan her şeyin Allah Teâlâ’dan olduğunu idrak eder. Çünkü Mülk O’nundur, O’nun ortağı yoktur. O, “el-Vâhid” ve “el-Kah- hâr”dır.[387] Sâlikin sülûku bu makama gelince sâlik, hizmet ve ibadetlerin edepleriyle hemhal olur ve bu vazifeleri huşu, hudu, vakar ve tazim ile yapar.

Hz. Ömer’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam- ber’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem) imandan sorulduğunda O (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberleri-

ne, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şer­rine iman etmendir.” “Bana İslâmdan haber ver”, denilince Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem): “İslâm, Allah’tan başka ilah olma­dığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâ- det etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç ye­tirebilirsen Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir.” buyurmuştur. Sonra “Bana ihsandan haber ver.” denilince “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu gör­müyorsan da O seni mutlaka görüyor.” cevabını vermiştir.

Sâlik, bu makama ulaştığında eşya ona ayna olur, Allah Teâlâ’yı görmesinin dışında bir şey görmez. (Sadece Allah Teâlâ’yı görür.)

Tembih

Zamanımızda haller böyle değildir. Çokları, Allah Teâ- lâ’yı muhalefet ve cefa ile bilirler. Muvafakat[388] ve safâyı terk ederler. Onlar, horozun yem yemesi gibi namaz kılarlar. Sanki onlar, namaz kılmayı bir suç gibi görürler. Hızlı na­maz kılarlar, rükûu tam yapmazlar ve secdeyi çok hafif tu­tarlar. Onların, böyle çirkin bir şekilde namaz kıldıklarını görürsün ve onlara, “Kalk, namazını yeniden kıl. Sen namaz kılmadın.” dersin.

Mevzumuza dönecek olursak, kişi bundan sonra ‘Tevhî- dû’z-Zât’ makamı olan ‘Hakkü’l-Yakîn’e yükselir. Sâlik bu makama ulaştığında, Allah Teâlâ’da fânî olur ve Allah Teâlâ ile bâkî olur. Bu makama “el-Lâhût” denir. Biraz önce geçtiği gibi burası beşinci makamdır.

Fasıl

Sâlikin sülûkü, Tevhîd-i Sıfat’a ulaştığında yol gösterici şeyhinin ona hırka giydirmesi, seccade, ibrik ve asa vermesi

caiz olur. Çünkü sâlik bu makamda “rûhu’l-eclâ”dan[389] gay- bî manâları ve rabbanî feyzleri almaya hazır hale gelmiştir. Ve o, irtidâ’[390] ve irtidattan[391] korunmuş bir halde daha yüce mertebelere yol alır. Sâlik, bu makama ulaşmaz ve er-Rû- hu’l-Kuds’e nüfuz edemezse ki bu durumda Nefs-i Levvâme âlemindedir, o sâlike hilafet (duası yapılmaz) verilmez. Bu haldeki sâlik, yakınlık elde etmesi ve alışkanlık haline getir­mesi gereken şeylere uzak olduğundan irtidattan emin ol­maz. Mevzunun haricinden bu hali anlatacak bir örnek ver­mek gerekirse bir kimse vahşi bir kuş tutup ona avlanmayı öğretir. Fakat sahibi onu avlanırken tamamen bırakmaz. Ta­mamen bırakırsa sahibine dönmeme ihtimali vardır. Ava bı­rakılacağı zaman kaçmasın diye kuşun ayağını bağlar, ipin diğer ucunu da kendi koluna bağlar. Buna dikkat et. Biz, asa ve seccadeye sarılıp, zikir ve ibadeti terk eden, avam ve âdetlerle yaşayan, alelâde insan mevkiine düşen birçok ör­nek gördük.

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım derdi ki, “Safâ ve lezzet üzere bu hallere sarılıp mücahedeye devam ettiğimde yaklaşık altı ay içerisinde kalbim nurlandı. Marifet gözleri akmaya başladı. Allah Teâlâ’dan misafirler kalbime indi. Bir gün şeyhimle birlikte Cami-i Kebir’e gitmiştik. Bana emrettikleri için susuyordum. Tahiyyetü’l-mescid namazı kıldım ve kalbimden ‘Şeyhim bana vaaz etmemi teklif ede­cek.’ düşüncesini geçirdim. Sonra kendi kendime, ‘Bu nasıl olur? Altı aydır ders ve ilimle meşgul olmayı terk ettim. Kal­bimde bilinen ve meşhur olan hiçbir şey kalmadı. Şeyhim bu durumu biliyor. Bu imkânsız durumu bana teklif etmez.’

dedim. Sonra ‘Elbette bana bu teklifi bana şeyhim yapacak.’ şeklinde kalbime düşünceler doğdu. Ben kalbimle bu şekilde mücadele ederken şeyhim, ‘Ey Şems! Minbere çık.’ buyurdu­lar. Ben dizlerine kapandım ve ‘Efendim! Kalbimde bir şey yok ki’ dedim. Gerçekten de durum böyleydi. Aslında nere­de olursa olsun ilimde derin ve faziletli nice kişiler şeyhimin yanında, onun deryalar genişliğindeki lâhûtî derinliği karşı­sında mağlup olurlardı. Sonra ‘Elbette çıkacaksın.’ buyurun­ca sanki tepemden kaynar su döküldü, başım döndü, gözle­rim karardı. Zorunlu olarak, emre muhalefet etmemek için yıkıla devrile kalktım ve bin türlü zorlukla minbere çıktım. Fatiha’yı okudum. Sonra gözlerimi açtım ki, hemen önümde daha önceden tanıdığım bir kimseyi gördüm. Hemen bir ha- dis-i şerif hatırıma geldi. Kalbim harekete geçti, açılmaya başladı ve inşirah buldu. Bu hadis-i şerif şu âyet-i kerimede dile getirilen hakikatin ortaya çıkmasına sebep oldu: “Gör­medin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibi­dir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”[392]

Sonra dua ettim ve minberden indim. Şeyhim bana bere­ket ve hayır için dua etti ve şöyle dedi: ‘Amacım, bu zamana kadar seni ders ve nasihatten alıkoymaktı. Bununla amacım sana hayır kapılarının açılması ve bu şekilde Fatiha Sure- si’nin sırlarına mazhar olmandı. İlm-i lâhûtî ile şeksiz ve şüphesiz bir şekilde sözünün ve fiillerinin dosdoğru olması, kîl u kâle ve kitaba ihtiyaç duymadan açık bir hikmet ve ilimle hareket etmen içindi.’ Bu olay, Şeyh-i Şirvânî Hazret- leri’nin kerametlerindendi. Tam da dediği gibi oldu. Allah

Teâlâ, ‘Kebîr’ ve ‘Müteâl’dir.[393] Celâl ve Cemâl sahibi Allah Teâlâ, O’na (k.s.) rahmet eylesin.”

Faydalar

Birincisi, burada ehl-i temkine işaret vardır. Onların işleri, yakîn (ayn-ı yakîn) gözüyledir. Onlar, işlerin sonunu baştan görürler. Merhum amcam şöyle demişti: “Daha önce anlatıl­dığı gibi, kasaba halkı beni kınamıştı. ‘Efendi olduktan sonra köle oldun’ demişlerdi. Onların bu sözleri Şeyh-i Şirvânî’ye ulaşınca, bana şunları söylemişti: ‘Kasaba halkının sana şöy­le şöyle dediğini duydum. Onların sözlerine aldırma. Onlar sağlarını sollarını ayırt edemeyen cahillerdir. Ben sende bir istidat, kabiliyet, zekâ ve ince bir anlayış görüyorum. Fakat ilim ve vaaz seni tabiatından uzaklaştırmıştı. Senin bu halin bize göre, elinde levhası renkli, çeşitli mürekkeplerle ve tür­lü yazılarla dolmuş, temiz ve beyaz yeri kalmamış bir kara­lama tutan mektep çocuğuna benziyordu. Böyle bir kağıda Allah Teâlâ’nın kötülükleri yok eden Esmâü’l-Hüsnâ’sından bir isim yazman mümkün müdür? Bu halinin ve sıfatının ilahî nurlar ile mücahededen sonra değişmesini ve o temiz sayfaya Allah Teâlâ’nın İsm-i Azam’ını yazmayı istedim. Bundan dolayı ders ve vaaz, ibadetlerin en üstünleri olduk­ları halde ders ve vaazı terk etmeni istedim. Çünkü Yüce Rabbin yanında ebrarın hasenatı mukarrabinlerin seyyiesi- dir. İş, halin faydasında istediği gibi meydana gelmiştir.”

İkincisi, merhum üstadımın sözlerinde talebelerin üstat­larına hangi hususta olursa olsun karşı gelmelerinin asla caiz olmadığı hususu anlaşılır. Özellikle kâmil bir şeyhe karşı gelmenin caiz olmadığına işaret vardır. Çünkü şeyhler, mü­ritleri üzerinde anne babadan daha sağlam, daha güçlü ve daha büyük hakka sahiptir. Hatta bazı kimseler, “Bir kimse

kâmil bir şeyhe görüntüde tabi olur da bâtınen ona muhale­fet ederse dervişlerin bulduğu manevî zevk ve onların meş­replerinden hiçbir şeye asla ulaşamaz.” demişlerdir.

Üçüncüsü, Allah dostlarının Allah Teâlâ’nın nuruyla bak­tıklarına işaret vardır. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyur­muştur: “Müminin firasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.”[394] Buradaki müminden maksat, ‘el-vâsıl, el- kâmil’[395] olan mümindir.

Dördüncüsü, Şeyh-i Şirvânî Hazretleri’nin (k.s.), Şem- seddîn-i Sivâsî (k.s.) için susması ve sükût etmesi için belli bir zaman ve belli bir süre belirlememesidir. Bilakis Şeyh-i Şir- vânî (k.s.), Şemseddîn-i Sivâsî’ye (k.s.) mücahede ve riyâzâtı emretmiştir ki, bununla onun içini boşaltıp sonra altı ay içeri­sinde tecellilerle doldurmuştur. Bundan anlaşılmaktadır ki, belli bir zaman belirlemek şart değildir. Çünkü talip ve sadık­lardan bazısına bu sırlar bazen bir yılda bazen iki yılda bazen de Allah Teâlâ’nın dilediği bir vakitte açılır. Sırlar, onlardan bazılarına istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde daha önce aşikâr olur. Bu hal, bazıları için ise bir bakışla bir mübarek vakitte gerçekleşiverir. Çünkü kabiliyet için belli bir zaman belirle- nemez. Bazı kimselerin cevherleri/asılları temiz ve saf olur. Cevheri saf ve temiz olduğu için mazhariyeti çabuk olur. Mazhariyetin geç olmasından dolayı eş-şeyhü’l-kâmil kınan­maz. Nitekim sanat şubelerinde ustaların yanındaki talebe­lerden bazıları sanatı kısa sürede öğrenir ve usta olur, bazıları ise ancak uzun bir süre sonra mesleği öğrenir.

Anlatılır ki bir adam ticaret maksadıyla Şeyh Necmüd- din-i Kübra’nın[396] memleketine gelmiş. Bu kimse şeyhin gü-

zel ahlâkını işitmiş ve samimi bir niyetle onun meclisine gitmeyi arzulamış. Şeyhin meclisine varmış ve can kulağıyla şeyhin sözlerini dinlemiş. Şeyh, onun hasletlerini duymuş ve bir nazarla onu irşad etmiş. Ona icazet yazıp vererek şöyle demiş; “Memleketine dön! Kavmini ‘Şekûr’[397] olan Rabbine davet et!”

Tâcir, bunun üzerine şeyhin elini öpmüş ve ticareti terk etmiştir. Böylece o kimse nur ehlinden olmuştur. Onun tica­reti “Asla zarar etmeyecek bir ticarete.”[398] dönüşmüştür. “Kitaptan malûmatı olan biri, ‘Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm’ dedi. Süleyman, tahtı yanın­da yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: Bu, şükür mü, yok­sa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rab- bimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”[399] Anla ve gafillerden olma! Ya Rabbi! Bizleri salihlerin nazar­larıyla halis olanlardan eyle.

Kıssaya dönecek olursak, merhum şöyle dedi: “Sonra uzun bir zaman geçti. Bir gün şeyhimin bir elçisi geldi ve ‘Aziz, seni huzuruna çağırıyor.’ dedi. ‘Nerde?’ dedim. ‘Bel­denin kıble tarafında, sahrada.’ dedi. Bunun üzerine süratli bir şekilde oraya gittim. Onu tek başına gördüm. Terennüm

ediyor ve dönerek zikrediyordu. Oraya vardığımda selam verdim ve mübarek elini öptüm. Beni, saadet, hilafet, asa ve seccade ile müjdeledi. Mübarek ayaklarına kapandım. “Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur.”[400] “O’nun hükmünü bozacak hiçbir kimse yok- tur.”[401] O, ‘Fettah’[402] ve ‘Vehhâb’tır.[403] Allah Teâlâ, sana ha­yır ve doğruyu öğretir. Müstetab[404] hitabı sana duyurur’ de­di, hayır ve bereket için bana dua etti. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, rahmet ve birçok hayır indirdi. Sonra, Allah Teâlâ’nın kullarını Allah Teâlâ’ya davet ettim. Allah Teâlâ, gönüller­deki boyunduruk ve kadın hastalığından gönülleri temizle­di. Köy ve şehirlerde, Allah Teâlâ’ya teveccüd ile irşadı ger­çekleştiren O’dur. Şüphesiz Allah Teâlâ gözetlemektedir, dedim.

Bu şekilde bir zaman geçti. Bundan sonra Sivas valisi, Al­lah Teâlâ onu şer ve vesveselerden korusun, Sivas’ta bilinen camiini[405] yaptırınca oraya uygun ve yakışan âlim ve faziletli bir vaiz istemiş. Ona, ‘Şeyh Şemseddîn ez-Zilî, telif ve tahrir ehlinden Rabbânî bir şeyh ve nuranî bir mürşiddir. Tefsir ve hadis naklinde, şiir ve tabir ilminde mahir birisidir.’ denil­miş. Günlerden bir gün Sivas’a gitmiştim. Sivas valisi yanı-

ma geldi, bana ikramda bulundu, beni taltif etti ve Sivas’a gelmem konusunda ısrar etti. Ben, ‘Kasabamla çok bağım var. Değerli arazilerim, latif bahçelerim, akraba ve seçkin se­venlerim var.’ dedim. Sonra paşa çok ısrar etti. Ben, ‘Benim çok büyük bir şeyhim ve yaşlı bir babam var. Bu iş, onların olur demelerine bağlıdır.’ dedim. Şeyhime ve babama elçiler gönderdi. ‘Kasabaya döndüğünüzde istihare edin.’ dediler ben de istihare yaptım. Sonra tefekkür ettim ve şöyle dedim: ‘Hicret, peygamberler ve Allah dostlarının sünnetidir. Sivas, benim beldemden mukaddes beldelere daha yakındır. Ha- san Paşa’ya haber gönderdim. Bizi ve eşyalarımızı almak üzere deve ve katırlar gönderdi. Kardeşim İbrahim Efendi ile birlikte Sivas’a doğru yola çıktık. Yolda Hasan Paşa’nın görevlendirdiği kişiye ‘Sivas’ta nereye yerleşeceğiz?’ diye sordum. ‘Hasan Paşa, size çok değerli ve mübarek, şehrin yeşillikler içerisindeki bir Güdük Minare denilen bir mekânı tahsis etti.’ dedi. Mübarek belde Sivas’a girip de bize tahsis edilen bu mekânı görünce çok eski bir hatıram aklıma geldi. Çok zaman önce Sivas’a gelmiştim. O zaman Sivas’ın âlimle­ri ve ileri gelenleri bu yeşil tepenin orada bulunan bir bah­çede ikramda bulunmuşlardı ki, bu bahçenin yanında Âl-i Selçuk’tan Sultan Eretna’nın[406] oğlu Hasan Bey’in[407] kabri[408]

bulunuyordu. Orada tatlı sular akan kaynaklar, uzun ağaçlar vardı. Kalbim oraya kaydı. Kendi kendime şöyle dedim: ‘Bu beldede olsaydım bu mübarek mahalleye yerleşirdim. Çün­kü buranın havası mutedil, sabah ve akşam esen rüzgâr, sa­ba rüzgârına benziyordu.’ Yıllar sonra paşanın burayı bize tahsis ettiğini görünce, el-Kavî[409] ve el-Alîm olan Allah Teâlâ’yı tespih ederim, dedim. O, Semî[410] ve Basîr’dir.[411] Habîr[412] olan Rabbim bana mülkü verdi. Geçen bunca za­mandan sonra fazilet ve keremiyle bu nimeti bana lütfetmesi kalbimi etkiledi. O, el-Kebîr’dir. Yerleşince burası bizim için mübarek bir mekân oldu. Bütün irşad faaliyetleri burada gerçekleşti. Hayırlı işlerimizin çoğu burada nihayete erdi; ilim bu mekânda yayıldı. Allah Teâlâ, bereket lütfetti, birçok evlat nasip etti. Bu, Allah Teâlâ’nın hadsiz ikramıdır. Her halde hamdin her türlüsü Allah Teâlâ’yadır. Lütuf ve nimete şükrün karşılığı Allah Teâlâ’dandır. Şu anda, bu mübarek mekânda, muhterem, kerem ve ikram sahibi, hareketleri İslâma uygun olan oğulları Hasan Çelebi oturmaktadır. Ha-

san Çelebi, buraları tamir ettirdi ve yeni yerler de ilave etti. Allah Teâlâ, onu doğru yolda salah ve sebat ile yaşatsın.

Fasıl:

Sivas’a Hicretten Sonra Yaşadıkları

Şunu bil ki, hazret Sivas’a hicret ettiğinde Meydan Ca- mii’nde ilimleri yaydı ve insanlar onun meclisine çok ilgi gösterdiler. Günden günde şöhreti yayıldı. İnsanlar Cuma günleri kalabalıktan birbirlerinin sırtlarına secde ederlerdi. Halk ona büyük bir saygı ve hürmet gösterdi. Kadınlardan olsun erkeklerden olsun halk onu çok büyük bir sevgiyle el üstünde tuttular. Hazret, mübarek Ramazan ayında ve diğer zamanlarda 0/10571022: 0/1071071 okuturdu. Mübarek geceleri ihya ederdi. Her gün sabah namazından sonra bir topluluk bir araya gelir Esmâü’l-Hüsnâ, Yâsîn-i Şerif ve diğer âyet-i kerimeler okunurdu. Sonra halka dönülür, duhatü’l-kübra[413] vaktine kadar zikir yapılırdı. Zikir esnasında kimisi aşk şa­rabına dalar, kimisi neşe bulur kimisi de zikrin tesiriyle tit­rerdi. Sonra işrak namazı kılınır, insanlar sanki sarhoş olmuş gibi dağılırlardı. Hasan Paşa, Meydan Camii’nde her gün yapılan vaaz ve nasihat için rayiç bedeli olarak yirmi dirhem ikram ederdi. Haftanın Cuma ve Pazartesi günleri özel vaaz ve sohbet yapılırdı. Meydan Cami’nde ilk defa minbere çıkıp hutbe okuyan ve kürsüye çıkıp vaaz eden Şemseddîn-i Sivâ- sî (k.s) Hazretleriydi. Caminin yapılış tarihini “Binâühû le- mescidün üssise ale’t-takva” ifadesiyle büyük biraderi mer­hum Şeyh Muharrem ez-Zilî (k.s)- onun menkıbesi ilerde ge­lecek- tespit etmiştir.[414]

Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri’nin bu camideki vaaz süre­si otuz dört yıldır. Bu camiye gelmeden önce ise on altı sene vaaz ve irşadda bulunmuştur ki toplam elli yıl hizmet etmiş­tir. Hazret, yaklaşık seksen yıl ömür sürmüştür. Hazret, Si­vas’a geldiğinde nesir ve manzum eserlerinin telif ve tasnifi ile meşgul olmuştur. Hazretin Sivas’ta on sekiz telifi ve Zi- le’de de üç telifi vardır. Toplam yirmi bir eseri bulunur. Eserlerinin sonunda devletine, idarecilerine, İslâm’a, kıya­mete kadar gelecek bütün Müslümanlara dua ederdi. Aynı şekilde, Sivas âlimlerine, fakihlerine, ilmiyle amel eden din anlatıcılarına, takva ve amel ile istikâmeti düzgün olan her­kese dua ederdi. Salihlere, kullara, müritlere, tövbe edenlere, muhibblere, verâ ve ihlas ile havastan[415] olmaları için dua ederdi. Âşıklara ve çocuklara ilim, edep, yücelik, övgü ile dua ederdi. Şehrin ileri gelenlerine havas hürmetine adalet, kerem ve barış ile hükmetmeleri için dua ederdi. Şehirdeki fısk ve zulmetin gitmesi ve şehrin bunlardan kurtulması için dua ederdi. Onun yanında olanlar edeple davranırlardı. O, yaşayan ve vefat etmişler için bağışlanma diler ve onlar adı­na hayır yapardı. Biz de şeyhimizden öğrendiğimiz gibi dua ederiz:

“Allah’ım! Onlar ve bütün mümin ve mümineler için ister ölmüş olsun ister yaşayan olsun ister doğuda ister batıda is­ter kuzeyde isterse güneyde olsunlar, dünyanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, yaptığımız dualarımızı kabul ey-

le. Şimdi duamız, bizden önce gelip geçmiş nebiler ve salih- ler ve bizden sonra gelecekler içindir. Ey merhamet edenle­rin en merhametlisi, rahmetinle hepsini bağışla.”

Fasıl:

Bazı Kerametleri Hakkında

Hazretin bir kerameti şöyledir: Günlerden bir gün beni davet eden bir köye gitmiştim. Döndüğümde ihvanlardan birisi bana şunu söyledi:

“Şeyh, Pazartesi günü kürsüye çıktığında bir hadis-i şerif nakletti. Tefsire geçtiğinde bir anda hali değişti; elleri titredi, vücudu sarsıldı, gözlerini yumdu ve derin bir nefes aldıktan sonra duvara yaslandı. Yüzü ve burnunun ucu bembeyaz oldu. Biz, ‘Rûh-ı şerîfi latif bedenini kolaylıkla terk etti.’ de­dik. Kimimiz ağlıyor, kimimiz “Muhakkak ki biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz”[416] diyorduk. Cemaat şaşırdı. ‘Bu­lunduğu yerden onu indirin’ dediler. Bizden birisi, ‘Onu bi­raz orada bırakın’ dedi. Bir müddet bekledikten sonra nefes aldı ve yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Mübarek gözle­rini açtı. Sarhoş gibiydi. Allah Teâlâ’ya şükrettik ve onu bu­lunduğu yerden tazim ve hürmetle indirdik. Fakat hiçbiri­miz ona bu halden sormaya cesaret edemedik.”

Bu anlatılanları duyunca hemen şeyhime koştum ve diz­lerini öptüm. Ona, “Ey efendim, üstadım ve velinimetim! Bana bu halden haber ver.” dedim. “Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Kâmillerin hallerinden olan bu yüce hali ben de yaşa­dım. Buna ‘insilâh’[417] denir.” dedi.[418] “Hadis-i şerifi bitirip şerhe başlayacağım zaman kendimi yüce bir topluluğun içe-

risinde kerim bir makamda gördüm. Onlara ‘Ruhaniler’ de­nir. Benzeri olmayan, şanı yüce bir kitap gördüm ve Alîm ve Hakîm olandan ders aldım.” dedi ve devamını gizledi. Daha sonra devam ederek, Allah Teâlâ şöyle buyurdu dedi: “Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok bü- yüktür.”[419] Ben, “İnsilâh nedir? Bana tarif eder misiniz?” de­dim. Şöyle cevap verdi: “İnsanın bedenindeki ruh hakkında birçok söz vardır. En doğru, sağlam ve sahih olanı şudur: Has mükellef ruh, ateşin korda, gül suyunun yapraklarında seyri gibi insan vücudunda seyr eden cism-i latiftir. Nefs-i hayvânî, mürekkeptir.[420] Beden dört unsurdan meydana ge­lir. O da nefs-i hayvânî gibi mürekkeptir. Ruh çıkıp nefs be­denle birlikte kalırsa ölüm gerçekleşmez. Çünkü nefs-i hayvânî beden ile kalmıştır. Ancak his ve hareketi sağlayan ruh olduğu için beden hareketsiz kalır. Çünkü bedeni hare­ket ettiren ruhtur. Ruh nefisle beraber çıkarsa bedende ölüm vuku bulmuş olur ve bundan dönüş mümkün değildir. Bu durumun harici âlemdeki örneği kovandaki arıdır. Arı, ko­vandan çıkar ve yeryüzündeki türlü çiçeklerin özlerinden karnına ve ayaklarına doldurur. Kovana, leziz ve yeni bir bereketle döner. Kovan toprak ve ağaçtan yapılmıştır yani mürekkeptir. Toprakta da birçok madde bulunur; kovanın ve peteğin kendisi bu birçok maddeden meydana gelir. Arı­nın kovandan çıkması bu kovana ve peteğe zarar vermez.”

Sonra şunları söyledi:

“er-Ruhu’l-Kuds iki sebepten dolayı çıkar. Kuşun havada süzüldüğü gibi âlemlerde süzülmek için çıkar. Mülk Âle- mi’nden[421] Melekût Âlemi’ne yükselir. Sonra kudsî bir kuv-

vetle Ceberût Âlemi’ne, sonra ilahî kanatla kişinin istidat ve kabiliyetine göre Lâhutî âleme yükselir. Burada Allah Teâlâ’nın fazlıyla, dilediği kadar ona lütfettiği bazı mukad­des şeyler alır. Büyük bereket, sonsuz mutluluk, kuvvetli bir yardım ve tarifsiz lezzetle bedene döner. Cömertliği gereği bu bereketten istekli taliplere verir. Kendini bu hallerden ve lezzetlerden müstağni görenlere bir şey vermez. Tıpkı Efen- dimiz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) refîki Ebubekir-i Sıddık (r.a.) ve Ali b. Ebi Talib’e (r.a.) yüksek halleri yaşayıp döndükten sonra ikram­da bulunup onlara keramet ve hikmet sunması gibi. Bal üre­ticisi de balı istekle bekleyen ve arzulayan kimselere aynı şe­kilde ikram eder. Temiz ruh, (bazen de) Allah Teâlâ’nın iz­niyle bir zararı def etmek veya bir kötülüğü yok etmek için cismanî âlemde ortaya çıkar. Allah dostlarından bazılarının gazada, savaşta, Arafat’ta ve denizlerde boğulma hadisele­rinde ortaya çıkmaları gibi.”

Fayda

Hazretin bu ifadesinden Allah dostlarının aralarında me­safe bulunan farklı iki mekânda aynı anda bulunmasının caiz ve mümkün olduğunu anlıyoruz. Bazı Allah dostlarının Arefe gününde Arafat’ta görüldükleri nakledilmiştir. Vakfe­lerde bu zatları görenler “Onlar vakfede bizimleydi.” derler. O zatların beldelerinde olanlar ise “Aynı gün onlar bizim­leydi” derler. Fakat “insilâh” hali yanında meydana gelen kimse bu hali yaşayan kimsenin bedenini hareketsiz, hissiz ve durgun bir halde görür. İnsilâh halini yaşayan kimsenin gözleri kapalı olduğu için onu uyuyor zanneder. Çünkü ruh bedenle birlikte değildir.

Aynı hal içerisinde sadece ruh görülse, bedenin durgun­luğunun aksine, o hareketlidir, yaşananların farkındadır ve etrafını görür. Sadece ruhu gören bu kimse ‘Filan sanki be­deniyle birlikte’ zanneder. Ancak kişi bedeniyle birlikte de-

ğildir. Tam aksine yaşadığı insilâh hali dolayısıyla ruhu be­denini terk etmiştir ve bedenî özellikler kalmamıştır. Bundan dolayı bedenle ilgili olan yemek ve içmek gibi durumlar o kişide görülmez.

Bundan başka bir insilâh türü daha vardır ki, kişi bedenî vasıflarını terk etmeden bu hali yaşar. Örneğin Rûhu’l-Kuds sahibinin farklı ve diğer bir şeklinden başka bir şekle dö­nüşmüş halinin görülmesi mümkündür. Kadban el- Mevsılî’nin (ö.?) yaşadığı hal gibi. O, ilhad[422] ile suçlanmıştı. Onu kadıya şikâyet ettiler ve kadı onun öldürülmesine hükmetti. Kadı, onu önce aslî suretiyle gördü. Yaklaşınca onu bir Arabî suretinde, daha da yaklaşınca bir Kürd şeklin­de gördü. Bu zat, “Ey beldenin kadısı! Hangisini öldürtecek- sin? Birini öldürtsen bile diğer ikisi sağ kalacaktır.” dedi. Bu hali gören kadı, inadından vazgeçip böyle bir duruma sebep olduğu için ondan özür dilemiştir.

Ecsâm-ı latîfe sahibi olanlar da böyledir. Örneğin melek­ler; onlar diledikleri suretlere girebilirler. Güvercin, şahin ve serçe şekline girerler. Bazen de Hz. İbrahim’e (a.s.) gelen mükerrem misafirler gibi görünürler ki, Lût Peygamber[423] (a.s.) onları eşsiz bir güzellikte görmüştür. Bundan dolayı Peygamberimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Cebrail (a.s.), Dıhyetü’l-Kelbî (r.a.)[424] suretinde gelmiştir. Çünkü onlar, sırf nurdan yara-

tılmışlardır. Onların ruhlarında küdûret[425] yoktur. Cinler de diledikleri ve arzuladıkları her şekle bu şekilde girebilirler. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın izni ve dilemesiyle olur. Cin­ler, kötü tabiatı sevdikleri için çoğunlukla köpek veya yılan suretlerinde görünürler. Çünkü onlar ateşten yaratılmışlar­dır ve onlarda küdûret vardır. Bundan dolayı Peygamberi­miz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) üç gün müsaade etmeden yılanı öldürmeyi ya­saklamıştır.

Ehl-i hadis arasında meşhur bir kıssa vardır. Bu kıssayı anla! Bu kıssa son derece önemlidir. Bu kıssayı, bazı Allah dostlarının ve Melamîlerin menkıbelerinde gördüm. Bir bel­denin sakinleri bir zatı zındıklıkla suçlayıp o beldenin hâ­kimlerine şikâyet ederler. Hâkimler o kimsenin asılarak idam edilmesine karar verirler. İpi boynuna geçirdiğinde o zatın hususi bir talebesi varmış, o ağlar. Asılacağı zaman o zat elini çözer ve boynuna takılmış ipi çıkarır. Kesif cismiyle birlikte yükselmeye başlar. Talebesi “Üstadım! Bu ne hal­dir?” der. Zat, “Sana daha önce söylediğim haldir.” diye ce­vap verir. İnsanlar ona bakarken bu zat gözlerinden kaybo­lur gider. Sonra ona dair bir malûmat, eser, iz ve isim kal­maz. Allah Teâlâ’nın kudreti karşısında bu hal şaşılacak bir hal değildir. Ancak bu er-Rûhu’l-Mücerred ile olan insilâh halinin en faziletlisidir. Çünkü o ten kafesiyle birlikte uç­muştur. Bu kimse “el-İsmü’l-Vâsi”e[426] mazhar olmuştur. Bu

halin dış âlemdeki misali, kendisinden daha hafif bir kafese konulmuş bir kuştur. Bu kafesin genişliği kuşun kanatları hareket ettirebilecek şekildedir. Kuş, asıl vatanına gitmek is­ter. Kanatlarını hareket ettirir. Sonra kafesiyle birlikte uçar. İşte aynı bu şekilde bu ârif de ten kafesiyle birlikte uçmuş­tur. Beşerî hüküm izale olmuş, tabii zulmet kaldırılmıştır. Bunu iyi anla! Bunun gibi vefatından sonra tasarrufa devam eden tasarruf ehli de böyledir. Abdülkâdir-i Geylanî (k.s.) gibi.[427] Risâlesi’nde bunu şöyle açıklamıştır: “Şiddetli korku ve zor durumda kalan bir kimse vefatımdan sonra bana ses- lense, ona ulaşırım.” O, sûfîler arasında tasarrufuyla meşhur birisidir.

Hikâye

Zamanımızda kendisine Üveysi denilen bir adam vardı. Kızılırmak denilen nehrin arkasında Sivas’a yakın bir köy­dendi. Gecelerden bir gece amcam Mevlânâ İsmâîl’in evine misafir olmuş. Amcam ona Abdülkâdir-i Gîlânî’nin (k.s.) ve­layet, tasarruf, ihtiyaç anında kendisine seslenenlere ulaşma­sı konularını anlatmış. Bu adam başından geçen şu olayı an­lattı:

“Günlerin en kısa olduğu ve havaların çok soğuk olduğu günlerden bir gün ikindiden sonra Sivas’tan köyüme gittim. Kızılırmak’a geldiğimde soğuğun tesiriyle suda buzların ak­tığını gördüm. Çamaşırlarımı çıkardım. Suya girdim, yüze­rek karşıya geçtim. Gece olduğunda soğuk ve karanlıktan dolayı köyümün yolunu şaşırdım. Ölüm belirtileri başladı ve hayatımdan ümit kestim. Açıkça ölümün yaklaştığını görü­yordum. O esnada İsmail Hoca’nın bana söylediği şeyler aklıma geldi. İdraki zayıf bir kimse olduğum için söylediği kimsenin ismini hatırlayamadım. ‘Ey İsmail Hoca’nın söyle­diği kişi! İmdat et!’ dedim. Bu sözü söyler söylemez, üze­rimde kuşkanadı gibi bir şey belirdi. Kuşların yavrularını örttüğü gibi beni örtüp koruyordu. Bu halde, üzerimde bir kürk veya pamuklu bir şey yokken karın üzerinde uyudum. Allah Teâlâ’nın izniyle salim bir şekilde sabahladım. Allah Teâlâ’ya hamd ettim.” Bu adam, bu olaydan sonra yaklaşık on sene yaşadı.

Hazretin kerametlerine dönecek olursak, o şöyle demiştir: “Karahisar-ı Şarkî denilen belde sakinleri beni davet ettikle­rinde onlara olumlu cevap verdim ve birkaç gün orada kal­dım. Belde halkı bana çok ikramda bulundu. Halk ve ileri gelenler, konuşmayı dinlediler. Halk, oradan ayrılacağımız zaman büyük bir tazimle bizi yolcu etmeye geldi. Büyük bir kalabalık toplanmıştı. Haklarında ölüm kararı alınmış, bü- yük-küçük birçok köpeğin dışardan, tepelerden ve vadiler­den koşarak geldiklerini gördük. Kendi kendime şöyle de­dim: ‘Ne garip bir şey! Bu köpekler, tilki ve kurtlarla dost olmuşlar’. Köpekler topluca, gideceğimiz yol üzerine yönel­diler. İki ayakları üzere durup dertli bir şekilde şikâyette bu­lunur gibi bir hale büründüler. Yolcu etmeye gelenlere: ‘Bu köpeklerin hali nedir böyle?’ dedim. ‘Beldemizde taun[428] hastalığı yayıldı ve zor bir duruma düştük. Kadı, bu köpek­ler öldürülürse bu hastalıktan kesin olarak kurtuluruz dü­şüncesiyle onların öldürülmesine hükmetti. Onları öldürme­ye başlayınca köpekler de beldeden ve insanların arasından uzaklaşıp dağlara kaçtılar.’ dediler. Hazret dedi ki: ‘Köpek­lerin yanlarına yaklaşınca şikâyette bulunur gibi ulumaya başladılar.’ Lisân-ı halleri ile şikâyette bulunuyor gibiydiler.

Ve sanki şöyle diyorlardı: ‘Ey kavmin büyüğü! Bunlar bü­yüklerimizi öldürüyor, küçüklerimizi zayi ediyorlar. Mes­kenlerimizden ve sahiplerimizin kapılarından bizleri çıkarı­yorlar. Bize şefaat et!’ Yolcu etmek üzere gelenlere şunları söyledim: ‘Seçilmiş kutlu Nebi’nin, “Eğer köpek, ümmetler­den bir ümmet olmasaydı hepsinin öldürülmesini emre­derdim. Öyleyse onların siyah olanlarını öldürün”[429] sözü­nü duymadınız mı?’

Anladım ki beldenin kadısı câhildi, ne sözü sağlam ve ne yaptıkları isabetliydi. “Ey seçkin kimseler! Bu çaresizlere merhamet edin! Allah Teâlâ, veba ve taunu sizden kaldırır.” Onlar: “Ey ahyarın[430] efendisi, işittik ve itaat ettik” dediler. Ayrıldığımızda topluluk geri döndü. Köpeklerin beldelerine geri döndüklerini, belde halkının köpeklere ilişmediklerini ve Allah Teâlâ’nın onlardan taun ve vebayı kaldırdığını duyduk.”

Fayda

Burada yılan ve köpeklerin akıl sahipleri gibi Allah dost­larını tanıyıp onlara hürmet ettiklerine işaret vardır. Anlatılır ki, sahâbe-i kiramdan birisi işlerini halletmek için sahraya çıkmış ve ıssız bir yere ulaşmış. Orada çok güçlü bir aslana rastlamış ve ondan korkmuş. Aslan: “Benden korkma! Ebu- bekir ve Ömer (r. anhüma) nasıllar? Selam söyle onlara! Unutma!” demiş.

Hazretin kerametlerinden biri de şudur: “Hazretin Veli Dede denilen, annelerin işleriyle meşgul olan eski bir müridi vardı. Onun âdeti, hazret sefere çıktığında, kapının içerisin­de hazretin evinde kalırdı. Bir defasında şeyh, yine bir sefere çıkmış ve aradan birkaç gün geçmişti. Hazretin bu müridi heyecan içinde bana geldi: ‘Bana garip bir hal oldu.’ dedi.

Ben de ‘Bana anlat.’ dedim. Dedi ki: ‘Evimden, vazifemi ye­rine getirmek için saatinde çıktım. Hızlı bir şekilde yürü­düm. Kapıya geldim. Bir de baktım ki kapı kilitli. Kapıyı zor­ladım. Sesimi duymadılar. Vazifemi yapmadan dönmek is­temedim. Azaba uğramaktan korktum. Kendi kendime dü­şündüm ve şöyle dedim: ‘Bu halimin kötülüğünden ve işime itina göstermediğimdendir.’ Evden çıkmakta geciktiğime çok üzüldüm ve bu durumdan dolayı tövbe ettim. Bu esnada kapının arkasında bir ayak tıkırtısı duydum. ‘Kapıdaki kim­dir?’ dedi. Sesin Şeyh-i Azîz’e ait olduğunu anladım. Kendi kendime, ‘Şeyh ben gelmeden dönmüş ve beni bulamamış.’ dedim. Utandım ve “Kapılarının kölesi” dedim. “Kapıcılara kapı kapatılmaz” dedi ve kapıyı açtı. İçeri girdim, kapıyla uğraştım ve kapıyı kilitledikten sonra baktım ki hazret kay­bolmuş, ondan bir eser bile yok. Sonra annelerin yanına git­tim. “Şeyh ne zaman geldi?” dedim. Onlar: “Biz onu görme­dik ve duymadık” dediler. Dede’nin bana anlattığı bu kıssa­yı annelere gidip söyledim. Bana şunları söylediler: “Onların mübarek elleri uzundur ve uzak yerlere ulaşır. Onların bi­nekleri hızlı, himmetleri âli ve işitmeleri hassastır. Hz. Ömer’in (r.a.) Sâriye’ye ‘el-Cebel, el-Cebel’ (Sâriye, dağa çe­kil dağa) dediğini duymadın mı?”[431]

Anlatılır ki Abdülkâdir-i Gîlânî’nin (k.s.) talebelerinden birisini Bağdat’ta bir suçla itham edip halifeye götürmüşler.

Halife, ona sopa vurulmasını emretmiş. Sopayı vurmakla görevli cellat asayı kaldırdığında talebesi şeyhine seslenmiş. Sopa celladın elinde kalmış. Cellat, sopayı vurmayı başara­mamış. Bir saat böyle kalmış. O topluluk bu duruma şaşır­mış ve şeyhin talebesini salıvermişler.”

Hazretin bir kerametini de amcamın oğlu Müderris Av- nullah Efendi nakletmiştir ki, onun hayatına ilerde yer vere­ceğim, o şöyle demiştir: “Merhum şeyh ile İstanbul’dan Si­vas istikâmetine yola çıkmıştık. Ben ona arkadaş oluyor, hizmet ediyordum. Bir gün bir konakta mola verdik. Oranın halkı kaba ve nezaketten uzak, misafire ikramdan hoşlan­mayan kimselerdi. Bir adam bir elinde ördek diğer elinde tavuk olduğu halde bize geldi. Merhuma onları hediye etti, hazret de memnuniyetle hediyeleri kabul etti. O bizi tanımı­yor, biz de onu tanımıyorduk. Şeyh, ‘Allah Teâlâ ne büyük!’ buyurdu. Hediyeyi veren kimse gittikten sonra, Şeyh’e hedi­ye kabul etmesinin sebebini sordum. Şunları söyledi: “Yolcu­luk yorucu, sıkıntılı ve meşakkatli olduğu için dönüşte para­sını verip bir tavuk almaya niyet etmiştim. Allah Teâlâ, bu ikisini birlikte herhangi bir sıkıntı ve zorluk olmadan üstelik ücretsiz bir şekilde bana ikram etti.”

Bu makam, çok yüce ve büyük bir makamdır. Sâlik, bu makama ulaştığında Rabbinin yanında “Marzıyye” halinde olur. Bu makama, “Makâmü’l-Murâd”, “Makâmü’l-Mah- bûb” ve “Makâmu’l-Matlûb” da denir. Sâlik bu makamdan önce, şiddetli bir istek ve arzuyla “Mürid” ve “Muhibb” olur. Aşama aşama kötülükleri iyiliklere dönüştürür. Allah Teâlâ’nın ona ezelde takdir ettiğine razı ve kâni olur. Bu takdirden ona ne isabet ederse kalbinde en ufak bir sıkıntı duymadan sabreder ve O’nun (c.c.) hükmüne boyun eğer. Böyle olunca Allah Teâlâ, onun hal ve şanına lâyık olmak üzere ve istediğini ona lütfetmek suretiyle ondan razı olur.

Ona gönlünden geçenleri dile getirmeksizin ihsanda bulu­nur. Bu makamda nefs “Marzıyye” makamındadır. Burası velayet ve keramet makamıdır. Bundan sonra “Nefs-i Kâmi­le” makamı vardır. Tâlib, marzıyye makamında Allah Teâ- lâ’nın şu âyet-i kerimesine mazhar olur: “Ey mutmain olmuş nefs! Sen Rabbinden razı Rabbin de senden razı olarak dön! Kullarımın arasına ve cennetime gir!”[432]

Akşemseddîn’in (k.s.) oğlundan nakledilir ki, İstanbul’un fethinden sonra babasıyla memleketine dönerken iki dağ arasından çıkıp gelen katı kalpli, asık suratlı ve sıkıntı veren bir adamla rastlarlar. Hazretin oğlu devamla olayı şöyle an­latmıştır: “Adam muhteşem bir atın üzerinde geldi. At, onu gören herkesin ona meyledeceği ve onu beğeneceği bir hay­vandı. Adam, bize selam vermedi, dönüp bakmadı da. Çün­kü o katı kalpliydi; dost canlısı ve nazik biri değildi. Bizle il­gilenmeden geçip gitti. Kısa bir süre sonra döndü ve bize ye­tişti. “es-Selâmü aleyküm, ey mübarek şeyh! Bu atı sana ba­ğışladım” dedi. “O, dilediğini (zorla) yapandır.”[433] Adam attan indi ve atı şeyhe verdi. Şeyh ona, “Allah Teâlâ, sana hoş karşılama, Burak, yüce bir makamda hoş yiyecek ve içe­cek ile ikram etsin” diye dua etti. Bana, “Sen atından in ve atını Allah Teâlâ’nın nimet ve ikram ile rızıklandırdığı bu gence/yiğide ver. Sen de bu ata aşk ve safâ ile bin. “İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir”[434] dedi. Attan indim ve atı ona verdim. O kimse ata bindi ve gitti. “Adamın önce sıkıntı verip sonra gösterdi­ği bu güzel davranışın hikmeti nedir?” dedim. Babam şöyle cevap verdi: “Beni iyi dinle oğlum! Kul itaatkâr, samimi, doğru, şükreden, hamd eden, efendi, cömert, büyük mal sa-

hibi; yakın, uzak, fakir, zengin ve doğru sözlü, hesapsız ve kitapsız ikramda bulunan birisinden bir fakir bir şey istese bu kimse o fakiri geri çevirir mi?” “Hayır” dedim. O, “Allah Teâlâ, o zenginden daha ecell ve yücedir. Ben, O’na (c.c.) otuz yıldır itaat ederim; isyan etmem. Bu atı gördüğümde kalbim ona meyletti. Allah Teâlâ da bu adamın kalbini yu­muşattı. Kalbindeki katılığı giderdi. Ona hibe ve atayı ilham etti. O, “Ne güzel dost ne güzel yardımcıdır.”[435] Bunu dü­şün ve doğruyu bul” dedi.”

Şemseddîn-i Sivâsî’nin menkabelerinden biri de -hayatıy­la ilgili malûmatı şeyhin halifelerinin anlatıldığı kısmında vereceğimiz- şeyhin talebelerinden el-Hac Sinan Efendi’nin oğlu Mevlâ İsmâîl Efendi’den nakledilmiştir. O, şöyle demiş­tir: “Şeyhin sohbet meclislerine devam ederdim. O sohbetle­re iştiyak duyar, şeyhin sohbetlerini çok severdim. Vaaz hiz­meti bitinceye kadar Allah Teâlâ’nın lütfundan kendisine verilen cevherleri hayranlıkla dinlerdim. Bu hal üzere Şuara sûresinin sonuna kadar geldim. Şeyhten “Tâ-Sîn” âyet-i ke­rimesinin tefsirini dinlemeyi çok arzuluyordum. Dünya meşguliyetlerimin çokluğu nedeniyle onun bu şerefli mecli­sine o gün gidemedim. Bir sonraki sohbetine, önceki sohbe­tini kaçırmış olmanın hüznü ile katıldım. Vaaz ve nasihat kürsüsüne çıktığında hadis-i şerif naklini bitirip tefsir dersi­ne geçince halime vâkıf olarak “İhvanımızdan bazılarında önceki derste yaptığımız tefsiri tekrar dinleme arzusu var” dedi. Önceki sohbette naklettiği hususları tekrar etti ve “Tâ- Sîn” tefsirini çok güzel misaller, haberler ve nasihatlerle ye­niden işledi. Bu “keşf” cümlesindendir. Kalp aynasını temiz­leyen ve onu parlak bir hale getiren kimse karşısına gelen kimsenin kalbindekileri başka bir aynadan kendisine yansı-

yan görüntü ve temsiller şeklinde görür ve bu şekilde gaybî işler o kimsenin kalbinde ortaya çıkar.”

Hazretin bir kerameti de Sivas’ın meşhur yazıcılarından el-Hac Hüseyin b. Muhammed es-Sivâsî’den rivâyet edilmiş­tir. O, şunları nakletmiştir: “Bir gece rüyamda yaralandığımı ve vücudumdan çok kan aktığını gördüm. Uykudan uyanın­ca rüyanın tabiri dolayısıyla dehşete kapıldım. Rüya tabiri yapan kitaplarda, kendisinden kan aktığını gören kimsenin rüyası ölümle tabir edilir, yazıyordu. Bunu okuyunca endi­şem daha da arttı. Hazretin şerefli meclisine vardım, vaaz esnasında şunları söyledi: “Uykuda vücudundan kan aktığı­nı gören kimsenin rüyası, kötü ahlâkın akıp gitmesi gibi o kişiden kötü ahlâkın akıp gitmesi anlamına gelir. Bu rüyayı gören kimsenin ölümle bunu tabir edip korkmasına gerek yok.” Ondan bu sözleri işitince Allah Teâlâ’ya hamd ettim ve lütfettiği nimetler dolayısıyla O’na (c.c.) şükrettim.”

Bir kerameti de halifelerinden el-Hac Mustafa Efendi’den nakledilmiştir. O, şunları söylemiştir:

“999 (1590/1591) yılında Mısır’daydım. Hazretin o yıl hacca geleceğini işittim. Hazreti ziyaret kastıyla Mısırlı hacı­larla birlikte Mekke-i Mükerreme’ye hareket ettim. Oraya şeyhim gelmeden önce girdim. Elbiselerimi çıkarmış, ihramlı bir haldeydim. Hazretin Şam’dan gelen hacılarla birlikte geldiğini işittim ve hemen bir arkadaşla birlikte karanlık bir gecede Harem-i Şerif’te hazret ile karşılaşmak ve O’nu ziya­ret etmek düşüncesiyle harekete geçtim. Oraya giderken yol üzerinde üzüm satan bir yer gördük ve biraz üzüm satın al­dık. Karanlık bir yerin altında oturduk ve üzümü yedik. Bir de baktım ki şeyhin kardeşi İsmâîl Efendi, elinde bir kandil ile yolu aydınlatıyor ve büyük bir topluluk da arkasından geliyor. Anladım ki Şeyh-i Aziz, o topluluğun içerisinde. Bir iki kişi geçince Şeyh-i Aziz’i gördüm. Bize yaklaşınca cemaat

yürümeye devam etti. Şeyh-i Aziz, onlardan uzaklaşıp bize doğru yöneldi, o karanlık gecede mübarek elini başıma koy­du ve ‘Muhakkak sen el- Hac Mustafa’sın’ dedi. ‘Evet.’ de­dim ve mübarek ayaklarına kapandım. Hazretin mübarek ayaklarını öptüm. Onunla birlikte Harem-i Şerif’e gittik. Onun bu kerametinden sonra anladım ki, kendileri açık ke­ramet sahibi birisidir. Bu olaydan sonra ona olan inancım daha da arttı.”

Hazretin bir kerameti de kendisinin hususi müritlerinden olup ona hizmet eden, mutfak işlerine bakan ve çoğu yolcu­lukta yanında götürdüğü, kendisine Hamza Dede denilen zattan nakledilmiştir. O, şunları söylemiştir:

“Bedri’l-Meymun denilen yerden Beyt-i Şerif’e hazret ile birlikte yolculuk yaptım. Bana ‘Hamza Dede, eşeğini al ve beni takip et.’ dedi. ‘Eşeği almama gerek yok. Ben ayakla­rımla yürüyerek gelirim.’ dedim. Bana tekrar ‘Eşeğini al ve beni takip et.’ buyurdular. Ben yularından tuttum ve geldim. Hazret, dişi bir eşeğe binmişti. Ay ışığı olmayan karanlık bir gecede kafileden bilmediğimiz çöle doğru ayrıldık ve uzağa gittik. Bir yere geldiğimizde yan üzeri yatan bir adamla kar­şılaştık. Hazret, bineğinden indi ve ikisi bilmediğim bir dille konuştular. Sonra benim eşeğime bindi ve bir müddet sonra kafileye yetiştik. Bana ‘Hamza Dede! Deveye bin yola koyul; varınca yiyecek içecek bir şeyler ve abdest suyu hazırla.’ de­di. Konaklayacağımız yere varınca yemek hazırlamaya baş­ladım ancak o kişiyi göremedim. Şeyhe, ‘Adamı göremedim, onu kaybettiniz?’ dedim. Hazret, ‘Bizim hizmetimiz onu ka­fileye ulaştırmaktı. Bundan başka bir hizmetimiz yok.’ dedi. Anladım ki hazret ilham alıyor, bilmediğimiz âlemlerle ko­nuşuyor ve Allah Teâlâ’nın yardımı ve lütfu onunla beraber. Allah Teâlâ’nın rahmeti onun üzerine olsun.”

Müezzin Mevlânâ Yakup anlatmıştır:

“Bir köy halkının davetinden dönüyorduk. Köylüler, merhuma kurbanlıklar vermişlerdi. Onları sulayan ve arka­mızdan gelen iki kişi vardı. Yolda deveci göçebelerine rast­ladık. Onlar, Allah Teâlâ’nın yarattıkları içerisinde en zalim olan kimselerdendiler. Onlardan korktuk, sonra yürüdük. Onların bizi görmedikleri bir yere geldik, gizlendik. Arka­daşlar tam uykuya daldıkları bir sırada hazretin sesini duy­dum: “Ey molla Yakup! Deve göçebeleri kurbanlıklardan bi­rini aldı. Onları takip et ve kurbanlığı ellerinden al.’ Biraz gitmiştim ki arkamdan bana şöyle seslendi: ‘Dön! Gitmene gerek kalmadı. Allah Teâlâ, onu kurtardı.” Arkadaşlar biraz sonra geldiler. Olayın nasıl olduğunu sordum. Onlar, ‘Önce deve göçebeleri kurbanlığı aldılar, sonra geri verdiler.’ dedi. Bu, Allah Teâlâ’dan bir ilham veya keşiftir. Bu iki hal, Allah dostlarının övülmeye lâyık hallerindendir.”

Bir de hazretin vefatından sonra, onun kalbi güçlü, dili veciz, kalp gözü açık, sadık bir müridi olan Âmâ Mehmed Dede’den nakledilen kerameti vardır. Mehmed Dede, vecd hallerine sahip, firasete ulaşmış, gayb manalarına dalmış bir kimseydi. Merhum, ona hilafet vermiş, türbesine hizmet va­zifesini vasiyet etmişti. Bana şunu anlattı: “Bir gün ‘Acaba hazret, türbesine yaptığım hizmeti ve buraya girip çıkanları biliyor mu?’ diye gönlüme bir düşünce geldi. Birden uykuya daldım. Merhumu kabrinin üzerinde oturuyorken ve üze­rinde bembeyaz bir elbise varken gördüm. Yüzü parlak ay gibi parlıyordu. Gülerek bana, “Gel” dedi ve avucumun içe­risine avuç içimi kaplayacak kadar büyük bir altın verdi. “Dışarıya çık, anneleriniz ve bacılarınız ziyaret ve dua için gelecekler” buyurdu. Uyandım ve dışarıya çıktım. Yaşlı bir kadın geldi ve “Şeyhin kızları ve eşleri mübarek yemekler ve birçok latif nimetlerle şeyhin kabrini ziyarete gelecekler” dedi. Rüyamın salih bir rüya olduğunu müşahede ettim.

Çünkü gönlüme gelen düşünce ile gerçekleşen hadise tam da birbiriyle örtüşüyordu. Düşündüm ve anladım ki hazret, avuç içi büyüklüğünde dinarı vererek beni ihlas ile irşad et­miş. Ve o, Allah Teâlâ’nın dilemesiyle uzakta olanları bildiği halde yakınında olanı fazla fazla bilir, düşüncesi gönlüme geldi. Bu, Allah Teâlâ’nın dostları için şaşılacak bir şey de­ğildir. Vela havle vela kuvvete illa billahi’l-Aliyyi’l-Azîm.”[436]

Mezhep kurucusu el-İmamü’l-A’zamü’l-Kebir,[437] ilim ve amel çiçeklerini deren ve Numan b. Sabit diye bilinen büyük âlimin Hammad isimli oğlundan şunu dediği nakledilir:

“Bir meselede sorun yaşarsak, İmam’ın mübarek kabrine gider ve orada bir müddet beklerdik. Allah Teâlâ, İmam hürmetine bize meseleyi öğretir ve bizi irşad ederdi. Mesele Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin izniyle bize açılırdı.”

Yine anlatılır ki bir adam şöyle demiştir: “Eşim sara has­talığına yakalandı, Allah Teâlâ hepimizi korusun, doktorlar hastalığı tedavisi ve ilaçlar konusunda çaresiz kaldılar. Eşim, bir gece İmam’ı rüyasında görmüş. İmam, eşime “İki bal mumu al ve kabrime gel. Bütün geceyi kabrimde geçir. Allah

Teâlâ, izniyle hastalığına şifa verecek inşallah” demiş. Eşim uyanınca gördüğü rüyayı bana anlattı. Ona iki bal mumu al­dım ve eşimle ertesi gün İmam’ın mübarek kabrine gittik. Sabaha kadar kabrinde kaldık. Allah Teâlâ, bundan sonra hastalığı giderdi.”

Hazretin talebelerinden olan Müderris Ahmed Efendi’den nakledilmiştir: “Üzerime iftira atılmıştı ve haksız yere töhmet altında bırakılmıştım. Bundan dolayı çok üzüldüm ve hazre- tin ruhaniyetinden yardım istedim. Rüyamda hazreti gör­düm. Merhum, dişi bir eşeğin üzerinde geldi. Ben de mübarek ayaklarını öptüm. ‘Efendim, suçsuz olduğum halde bir zalim beni yakaladı. Sizden medet ve yardım bekliyorum.’ dedim. ‘Yardım Allah ٥81301101٤. Sen üzülme. Ya ٨٢٦1٢٧0101111- 62211011 alâ emrihî 6012 9٥٧٥ yu’âdiluhu [Ey ٥1-٨212 (kudret­li), el-Mâni' (olmasını istemediği şeyleri engelleyen) ve emrini yerine getirmeye kâdir olan (Allah) ki ona muâdil bir varlık yoktur.] zikrine devam et.’ buyurdu. Uyandım, bu kelimeler zihnimdeydi. Günde bin defa bu zikre devam ettim. Allah Teâlâ, kolay bir şekilde bu sıkıntıdan beni kurtardı.”

Metin Kutusu: 507Bir başka kerametini, el-Hac Murad Efendi’nin oğlu ve Cemelzâde ismiyle şöhret bulan, küçük yaşlardan itibaren hazretin hizmetinde bulunan Ahmed Efendi naklederdi ki, şöyle: “Merhumu vefatından iki sene sonra rüyamda gör­düm. O, kollarını sıvamış, eteklerini beline bağlamış hızlı bir şekilde geliyordu. Bana yaklaşınca selam verdi. Ben “Efen­dim, neden böyle hızlı hızlı geldiniz?” dedim. “Ey Ahmed! Duymadın mı, üstadın Şeyh Pir Mehmed Efendi öldü” dedi ve gözlerinden yaşlar boşandı. “Beni takip et, teçhiz ve tek- fin[438] işlerine bakalım” buyurdular. Onu takip ettim, Hasan

Paşa’nın yaptırmış olduğu caminin avlusuna varınca uyan­dım. Tüylerim diken diken olmuştu, bedenim titriyordu. Sa­bah olunca hemen Pir Mehmed Efendi’nin huzuruna koş­tum. Onu hayatta ve sağlıklı gördüm. Mevlâ’ya hamd ettim. O gün öğle olduğunda Pir Mehmed Efendi’ye bir hastalık isabet etti ve yedi gün sonra Allâm olan Rabbine gitti. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin ve rızasını lütfeylesin.”

Hazretin buna benzer birçok kerameti vardır. Fakat biz, hazretin kıymetini bilmek isteyenler için bu kadarını zikret­mekle yetindik. Az, çoğa delildir ve anlatılanlar hazretle ün- siyet kurmak için kafidir.

Merhumun Latif Sıfatları ve Ahlâkî Güzellikleri

Merhum, cömert tabiatlı, yumuşak huylu, siması ve ge­çirdiği hayatı güzel birisiydi. Kalbi güçlü, cesur, fakirlerin yardımcısı, düşkünlerin dostu, yetim ve dulların sığınağı idi. Affedici, edep ve hayâ sahibi, cömert, açları doyuran, eli açık, ikramı ve nimet sunması çok, zayıflara ihsanı seven, temiz kalpli, iyi niyetli, hayrı çok, kızmayan sakin tabiatlı, kıymeti çok yüksek birisiydi. O, vücut itibariyle sağlıklıydı; bedeni temiz, himmeti yüceydi, cesurdu. O, karşılıksız verir ve ikram ederdi. İlim, salih amel, takva ve vefa ile tanınırdı. Dili fasihti ki, dil üstatlarını söylediklerini dile getirmekten aciz bırakırdı. Söyleyişinde telmih,[439] işaret ve telvih[440] olan beyan sahibi birisiydi.

Merhum, birçok nahiye ve beldede kürsü ve minbere çıkmıştı. Rum, Şam, Hicaz… Akranları arasında mümtaz bir konuma sahipti. İstanbul’a gittiğinde özellikle âlimler, irfan ehli, fakihler, salihler, vezirler ve sultanlar ona saygı göster­miş ve ikramda bulunmuşlardır.

Hazret, çocukları, sevenleri ve ihvanıyla birlikte üç defa hac yaptı. Gazaya çıkmış, müslüman ve muvahhid askerlerle birlikte cihad etmiştir. Sultan Mehmed Han ile birlikte Eğri Kalesi’nin fethinde bulunmuştur. Rahman olan Allah Teâlâ izin verirse, bu konuyla ilgili malumat ilerde gelecek.

Merhum, Semerkand, Buhara ve Gucdevan’a kadar diğer memleketlerde ve şehirlerde de şöhret bulmuştu. Bir defa­sında Kâbe’de, hacda Buharalı varlıklı birisine rastlamıştım. Bana “Sen nerelisin?” diye sordu. Bana, “Hacılarımız, Sivas meşâyihinden kendisine Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî denilen bi­risini çok övüyorlar. Gidip geldiklerinde kendilerine çok ik­ramda bulunduğunu, hürmet gösterdiğini, misafir edip on­lara yardımda bulunduğunu söyleyip ona dua ediyorlar. Bu zat, hayatta mı?” dedi. Ben de “Evet, o zat benim amcam­dır.” dedim. Adam yerinden kalktı ve bana sarıldı.

Merhum mütevazı idi. Büyüklere hürmet eder, küçüklere merhamet gösterirdi. Özür kabul eder, verilen nasihatleri dinlerdi. Kimseye burun bükmez ve asla kibirlenmezdi. Şu­nu söylerdi: “Hikmet müminin yitiğidir. Onu nerede bu­lursa alır.”[441] Hz. Ali’nin (k.v.) “Söyleyene bakma, söylene­ne bak.” ve “Nice ormanlar vardır ki içerisinde birçok av ve hazine vardır, nice köy vardır ki içerisinde birçok güzel barındırır.” sözlerini söyler ve bu nedenle fakirlere güler yüzlü davranırdı.

Bu övülmeye lâyık ve yüce ahlâkın kaynağı ve esası Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hazretleridir. Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: “Muhakkak ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.”[442] Bütün peygamberler de güzel ahlâk sahibi olmakla birlikte mütevazı idiler.

Rivayet edilir ki, Allah Teâlâ’nın halifesi iki şeref sahibi (dünya ve ahirette değerli) ve iki devleti birleştiren (pey­gamberlik ve saltanat mesuliyetini taşıyan) Süleyman Emi- nullah b. Davud (a.s.), mübarek ordusu ve yakın dostlarıyla vakar içerisinde ve kalabalık bir şekilde karınca vadisine uğ­rarlar. O vakit bir karınca “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler.” de­di. Süleyman, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!”[443] Ardın­dan kendisi vadinin kuzeyine gitti ve ordusuna da bunu em­retti.

Süleyman Peygamber iki cine “Bu karıncayı bana geti­rin.” dedi ve onlar o karıncayı derin bir yuvanın içerisinde ancak bulabildiler. Cinlerden birisi “Ey kavmin efendisi! İki şeref sahibi seni davet ediyor.” dedi. Karınca, “Allah Teâ- lâ’nın bana emrini yerine getirenlerden olacağım.” dedi. Ka­rınca bir müddet bekledi. Elçiler, “Beklemenin sebebi nedir, ey karıncaların ulusu?” dediler. Karınca, “Asılların aslı, esas­ların esası bir hediyeyi Allah Teâlâ’nın nebisine taşıyorum” dedi ve yuvasına girerek belini iki yerden bağlamış, etekle­rini beline sokmuş ve ağzına bir çekirge budu almış olduğu halde çıktı. Emre itaatini ifade etmek için hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Davet edilen yere geldi ve Süleyman’ın or­dusunun ve cinlerin çokluğunu; Allah Teâlâ’nın azameti ve Süleyman’a (a.s.) yardımını görünce “Subhanallah.” dedi. Hediyesini bir toprak keseğinin başına veya bir ağacın dibi­ne çabalayarak koydu. “Hediyeler, hediye edenlerin mikta- rıncadır.” dedi. İki şeref sahibi ve iki cihanda kendisini Allah

Teâlâ’nın büyük genişlikler lütfederek dost edindiği Süley­man (a.s.), “Bu nedir?” diye sordu. Karınca, “Bu, zatınıza hediyedir. Küçüklerin büyüklerine yanına hediyesiz gitme­leri caiz değildir.” dedi. Süleyman (a.s.), “Biz buna muhtaç değiliz.” dedi. Karınca, “Hizmetinde birçok kuş vardır, onlar yerler. Mülk sahibine getirilen her hediye şanına lâyık olursa ne âlâ, değilse ordular arasında paylaştırılır.” dedi. “Sana bir şey soracağım ve senden bu soruyu cevaplamanı istiyorum.” dedi Hz. Süleyman (a.s.). Karınca, “Dilediğini sor” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), “Sen neden ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza gi­rin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler.’ dedin? Sen beni ve babamı tanıyor musun?” şeklinde bir so­ru sordu. Karınca, “Evet, biliyorum ki sen Allah Teâlâ’nın “el-Emîn” kıldığı nebisi, “el-Metin” olan Allah Teâlâ’nın ha­lifesi Hz. Davud’un oğlusun. Sizin içinizde haksızlık ve zu­lüm yoktur ey ehl-i yakîn!’ dedi. Hz. Süleyman (a.s.), “O zaman kavmini neden bizden sakındırdın?” dedi. Karınca, “Bunun iki cevabı var. Birincisi, ‘Onlar, sizi fark etmeden ezmesinler.’ dedim.” Hz. Süleyman, “İkinci cevap nedir?” dedi. Karınca şöyle verdi: “İkinci cevabı söylemekten çekini­yorum.” Hz. Süleyman, “Doğru acı da olsa doğruyu söyle. Böylece biz o doğru olanla irşad olur ve gerçekleri anlarız.” dedi. Karınca, “Karıncalar, bu boş vadide otların kökleri ve kırıntılar ile şükür ve hamd içerisinde yaşıyorlar. Yani hayat­larını şükre ve hamde lâyık görüyorlar. Sizin uzun boyları­nızı, güzel yüzlerinizi, konuşmalarınızdaki fesahati, değerli elbiseler giydiğinizi, kıymetli bineklere bindiğinizi, göz alıcı eyerlere sahip olduğunuzu, keskin kılıçlarınızı ve nefis yiye­ceklerinizi görürlerse gözleri onlarda kalır diye korktum. Onların, ‘Bizim hayatımız da bir şey mi, keşke biz olmasay­dık’ demelerine endişe ettim.” dedi. Bu sözlere çok şaşıran hal sahibi nebi, -niyaz edercesine- karıncadan bu sözlerini

devam ettirmesini rica etti. Karınca, “Ey Allah’ın nebisi! Bu insan ve cinleri sen nasıl zapt altına alıyorsun?” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), değerli taşlardan yapılmış yüzüğüne işaret etti. Karınca, “Onun değeri ne kadardır?” diye sordu. Sü­leyman (a.s.), ‘Bir veya iki dirhemdir.” diyerek cevapladı. Karınca, “Bundaki işareti biliyor musun?” dedi. Süleyman (a.s.), “Sen söyle!” dedi. Karınca, “Bu, dünyanın kıymeti kendisiyle dünyayı tahakküm altına aldığın bu taş kadardır. Onun, Allah Teâlâ katında bir sivrisineğin kanadı kadar de­ğeri yoktur. Onunla mağrur olma, anlamına gelir.” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), “Bana nasihatini artır.” dedi. Karınca, “Tah­tını kim taşır?” diye sordu. Süleyman (a.s.) dedi ki: “Rüzgâr taşır. Sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık) yol[444] alır.” Karınca, “İşte böyledir. Seni meydana getiren latif şey­ler ve mübarek bedenin tahtından daha kıymetli ve yücedir. Temiz başında ruh vardır. Kendisinde yüce galibin Allah Teâlâ olduğu günde onu ruh taşır. Ruh, ‘Rahîm’[445] olan Rabbine döner. Cisim toprak üzerinde kalır. Ruh, ‘Vehhâb’ olan Rabbine döner.” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), bunları du­yunca toprağın üzerine bayıldı. Kendine gelince “Ya Rabbi! Senin yetiştirmende ve yaratmanda asla bâtıl yoktur.” dedi. Karıncaya hitaben sözlerine şunu ekledi: “Sana misafir ola­cağız.” Karınca, “Hoş geldin.” dedi ve kavmine döndü, ha­zırlık yapmalarını onlara emretti. Karıncalar hemen tepe gibi arpa yığdılar. Süleyman (a.s.), “Bu nerden geldi?” diye sor­du. Karınca cevaben, “Bu, geçmiş hükümdarların hayvan yemlerinden arta kalanlardır.” dedi. Süleyman (a.s.) karın­canın bu söylediklerine şaşırdı ve “Ey karınca! Senin ordun mu yoksa benim ordum mu çoktur?” diye sordu. Karınca,

“Senin ordunla benim ordumun misali siyah bir ineğin al­nındaki beyazlık gibidir. Benim ordum seninkinden bu ka­dar çoktur.” dedi ve karıncalardan bir sınıfın dışarı çıkmala­rını emretti ki onların çıkışı yetmiş gün sürdü. Karıncalar çı­kınca vadi, taşlar ve ağaçların üstleri karıncalarla doldu. Ka­rıncaların çokluğundan hiçbir şey görünmez oldu. Süleyman (a.s.), “Bundan başka ordun var mı?” diye sordu. Karınca, “Bu karıncalar yetmiş sınıftan sadece bir tanesidir. Geride altmış dokuz sınıf daha var.” dedi. Süleyman (a.s.), “Subha- nallah! “Senin Rabbinin ordularını O’ndan başka bilen yoktur”[446] dedi.”

Bu kıssadan ilk olarak bir kavmin büyüğünün, idarecisi­nin kavmi için hayrı celp edecek, şerden onları koruyacak şekilde kavmini idare etmesi gerektiğini anlıyoruz. Karınca, bilmediği ve zararından korktuğu Süleyman (a.s.) ve ordula­rının kavmini çiğnememesi için onları sakındırmıştır.

İkinci önemli husus karıncanın hediye götürmesidir. He- diyeleşmek sünnettir. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), “Hediyeleşiniz, sevginiz artsın”[447] buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın şu âyet-i ke­rimesini duymadın mı: “Ey iman edenler! Peygamber ile baş başa konuşacağınız zaman, baş başa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temiz­dir. Şayet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[448]

Üçüncüsü, büyüklerle görüşürken edebe riayet etmenin, onlara ihtiram göstermenin, yine kusuru sebebiyle özür di­lemenin gerektiğine; verilen cevap üzerine ihsanda bulun­manın kıymetine işaret vardır.

Dördüncüsü, Allah Teâlâ’nın emini olan Süleyman (a.s.), yüce ve üst bir makamda olmasına karşın kendisinden daha düşük bir makamda olan karıncayla konuşmaktan çekin­memiştir.

Beşincisi, Süleyman’ın (a.s.) kendisi, babası ve dedesi ilim, hikmet ve sağlam bir zekâ sahibi oldukları, Allah Teâlâ tarafından vahiy ve kitap ile desteklendikleri halde karınca­ya bazı sorular sormuş, karınca bunlara cevap vermiş, sonra Süleyman (a.s.) karıncadan nasihatlerini artırmasını istemiş­tir. Kendisinde ilim ve hikmet olmayanların böyle bir du­rumda nasıl davranacakları düşünülsün.

Altıncı husus, bir kimse için Allah Teâlâ’nın yarattıkları­na –ne kadar küçük ne kadar yüzleri kara olursa olsun- ha­kir görerek bakmanın caiz olmadığıdır. Bunları düşün ve doğruyu bul.

Hazretin Halifelerinden Bazıları

Hazretin halifelerinden birisi Şeyh Velîyüddin b. eş- Şeyh Abdülmecîd-i Şirvânî’dir. O, Abdülmecîd-i Şirvâ- nî’nin çocuklarındandır. Abdülmecîd-i Şirvânî (k.s.), Şir- vân’dan Rûm diyarına hicret edince ehlini ve malını Allah yolunda terk etti. Allah Teâlâ, ona bu konuda ecrini verecek­tir. Şeyh, Velîyüddin Efendi ve Mehmed Efendi adlarındaki iki oğluyla birlikte Rûm diyarına hicret etti. Şeyhin vefatın­dan sonra büyük oğlu Velîyüddin Efendi’ye, şeyhimiz Şem- seddîn-i Sivâsî (k.s.) hilafetle birlikte icazet verdi ve onu Zile ve çevresinde vazifelendirdi. Velîyüddin Efendi, Zile ve çev­resindekileri Allah Teâlâ’nın yoluna davet etti. Verâ ehli, âlim ve faziletli bir kimseydi. İstikâmet sahibiydi ve Allah Teâlâ’dan başka kimseden korkmayan bir tabiatı vardı. Kı­nayanın kınamasından çekinmezdi. Himmeti güçlüydü. Şeyhin tabiatı şöyleydi: Zalimler ve münafıklar ondan çok korkarlardı. Sonra Velîyüddin Efendi, Merhum Şeyh Şem-

seddîn-i Sivâsî (k.s) ile birlikte gazaya çıktı, cihad etti. Dön­dükten sonra Allah yolunda garip ve şehit olarak vefat etti. Allah Teâlâ, onu babası merhum Abdülmecîd-i Şirvânî’ye (k.s.) kavuştursun. Allah Teâlâ, her ikisine de engin rahme­tiyle muamele eylesin.

Hazretin büyük halifelerinden birisi de eş-Şeyh Abdül- mecîd-i Sivâsî’dir. Lakabı Şeyhî Sivâsî’dir. Abdülmecîd Efendi, Abdülmecîd-i Şirvânî’nin vefat ettiği sene, büyük amcamız Muharrem Efendi’nin mübarek oğlu olarak dün­yaya geldi. Merhum amcamız, bu mübarek, alnında hayır alâmeti görülen oğluna, Şeyh-i Şirvânî’nin hayır ve bereketi­ne mazhar olması düşüncesiyle ‘Abdülmecîd’ ismini verdi. O, merhum üstadımızın büyük halifelerindendir. İlim ve şe­ref sahibiydi. O, mevâcîde[449] vasıl oldu. Mertebesi, keşif idi. Akranlarını geride bırakmış bir kemale sahiptir. Tasnif ve telif ehlidir. Şiiri ölçülü ve âhenklidir. Kelamı beliğdir. İlim meclisinde bulunanların kalpleri yumuşar ve manevî kapıla­rı açılır. İnsanları hikmet şarabıyla sular ve onlara manevî sarhoşluk halini (sekr) yaşatır. Bu nedenle köyde, şehirde, dağlarda çadırda yaşayanlar ve zenginler onu severler. O, her yönden en üstünümüzdür. Onun sohbetini dinleyen herkes, “Merhum şeyhin sırrı bunda var” der. Allah Teâlâ, onu ömrü bereketli olacak şekilde yaşatsın ve onu sağlam bir hal üzere var etsin. O, merhum şeyhimizin kardeşinin oğlu ve bizim de amcamızın oğludur. Kendisi, seyr ü sülûkünün başlangıcıyla ilgili şunu anlattı: “Zâhir ilimleri tahsilden bâtınî ilimleri tahsile döndüğümde amcam Şeyh Şemseddîn- i Sivâsî ve müritlerinin hizmetine girdim. Fakat ilmin gururu ve mürekkebin aldatıcı hususiyeti beni dervişlerle olmaktan ve onların arasına karışmaktan alıkoyuyordu. Çünkü onlar

bazen sağa sola sallanarak zikrediyorlar, bazen naralar atı­yorlardı. Onlardan bazıları elbiselerini yırtıyor, bazısı ise yı­kılıp düşüyordu. Onların bu davranışlarını inkâr etmeyi kal­bimde yenemiyordum. Bir gece Efendimiz’i (salla’llâhu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. Hususi hücresinden çıktı. Üzerinde yük bulunan ve ayakta bekleyen bir devenin yularını tutuyordu. Yuları Efendimiz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) elinde olduğu halde deve, hareket ve deveran ediyordu. Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) sevinç ve muhabbetin­den dolayı onu bırakmıyordu. Uyandığımda deveyi tarikat ehli, üzerindeki ağır yükü şeriat, Efendimiz’i (salla’llâhu aleyhi ve sellem) de onla­rın rehberi olmak üzere bu rüyayı tabir ettim. Bu rüya der­vişlerle ilgili yanlış zannımı ve onları inkârımı kalbimden yok etti. Dervişlerin yanına girdim. Dervişler, zikir halkası kurmuş, kimisi vâcid[450] kimisi mütevâcid[451] oldukları halde üryan olarak dolaşıyorlardı. Onların bu halinden dolayı kal­bim daraldı. Çünkü onlar bu halleriyle bidat ehli, sapık ve yoldan çıkmış kimselere benziyorlardı. Hemen, şeyhin hüc­resinin kapısının önüne geldim. İzin alıp içeri girdim ve “Ey Üstadım! Bu sûfîlerin hali nedir böyle? İbadeti bidatle değiş­tiriyorlar. Şöyle şöyle yapıyorlar” dedim. Kızgın bir şekilde yüzüme baktı ve “Rüyanda açıkça gördüğün, şüpheni gi­dermeye yetmedi mi?” dedi. Rüyamda gördüğümü ve der­vişlerin hallerini inkâr ettiğimi Allah Teâlâ’nın izniyle bildi. Beni tövbe etmeye ve bu yanlış düşünceden dönmeye davet etti. O an Allah Teâlâ birçok hayırla benden şüpheleri gider­di. Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.”

Bu anlatılan hadise de merhumun kerametleri cümlesin- dendir. Merhum şeyhimiz, Abdülmecîd Efendi’yi, Şeyh Velîyüddin Efendi’nin vefatından sonra Zile’ye gönderdiler.

Halen orada talipleri irşad ve terbiyeye devam etmektedir. Allah Teâlâ, onun kuvvetini artırsın.[452]

Hazretin âlim, fâzıl, Muhyi’l-Kemâlât adlı ve Hamidiyeli olan, oradan gelip merhumun hizmetinde bulunan bir hali­fesi daha vardır. Uzun zaman merhumun hizmetinde bu­lundu. Âlim, fâzıl, fasih ve beliğ bir kimsedir. Tarikattan feyz ve nasip aldı. O, mecmaü’l-bahreyn[453] bir kimsedir. Merhum, onu halifelik göreviyle İstanbul’a gönderdi. Şu an, İstanbul’da sünnet ve tarikatı ihya ediyor. Bu nedenle ona, Muhyi’l-Kemâlât[454] deniyor.

el-Mevlâ, fâzıl ve âlim Abdülhay el-Kayserî de merhu­mun halifelerindendir. O fâzıl, müsbet ilimlere vâkıf ve de­rin ilim sahibi birisidir. Uzun bir süre kadılık görevini ifa et­tikten sonra döndü ve tasavvufa yöneldi. Merhumun hizme­tine girdi. İlerlemiş yaşına rağmen mücahedede bulundu. Sıddıkların hırkasını giydi ve onların kisvesine büründü. Merhum, ona hilafetle kulları Allah Teâlâ’ya davet ve irşad salâhiyetiyle birlikte icazet verdi. Merhum, onu memleketi Kayseri’ye gönderdi. Şu an orada talipleri irşada devam edi­yor. Allah Teâlâ, onun güç ve kuvvetini artırsın.

Hazretin halifelerinden bir diğeri Mevlânâ Alâüddin Efendi’dir. Fâzıl, âlim ve salih amel sahibi birisidir. O, mer­humun ilk halifelerindendir. Merhum, onun zühd ve takva­sından memnundu. Merhumun emriyle zaman zaman onun kürsüsünde vaaz eder ve merhum bir yere gittiğinde onu yerine vekil olarak görevlendirirdi. İlahî ve manevî menzil­lere varmış olanların zevkinden içmiş ve onların manevî zevklerinden tatmış bir kimseydi. Merhumdan önce Hayy[455] ve Kayyûm[456] olan Allah Teâlâ’nın rahmetine ulaştı.

eş-Şeyhü’l-Kâmil Şeyh Hamidüddîn’in (k.s.) torunların­dan eş-Şeyh Muhyiddîn ed-Darendevî de merhumun hali- felerindendir. Verâ sahibi, salih ameller işleyen ve temiz fıt- ratlı bir kimsedir. Merhumun hizmetine girdi ve bir süre merhuma hizmet etti. Merhum, ona hilafetle birlikte icazet verdi. O, atasının sünnetini ihya ediyor ve şu an Darende’de talipleri irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü artırsın.

Mevlânâ Sinan Halife de merhumun halifelerindendir. Âlim, fakih, temiz fıtratlı, doğru sözlü, geçmişteki büyükle­rinden intikal eden güzel surete sahip ve daima hak üzere olan birisidir. Merhuma on sekiz sene hizmet etti. Hazret, ona hilafet için dua etti ve hilafet vesikasını yazarak ona teslim et­ti. O, Ehbiyye taifesindendir. Allah Teâlâ, ona ismi İsmâîl olan, salih ve zeki bir evlat nasip etti. Bu zatın ismi hazretin kerametlerini anlatırken geçmişti. O, ömrünün başlarında

Arabî ilimleri öğrenmeye başladı ve birçok ilmi tahsil etti. Sonra merhumdan tefsir ilmini okudu. Ve yine onun eserle­rinden olan Zübdetü’l-Esrâr şerhu Muhtasaru’l-Menâr’ı okudu. Her ilimde akranlarını geçti. 999 (1590/1591) yılında merhum ile birlikte hacca gitti. Sonra merhum ile birlikte saltanatın başşehri İstanbul’a 1004 (1595/1596 yılında gitti. Orada el- Mevlâ, el-Fâdıl, allâme, et-tahrîrü’l-kâmil, Sultânü’l-A’zam Murad Hân’ın hocası el-Mevlâ Sadüddin Efendi’nin hizmeti­ne girdi. Sonra orada mülazım oldu ve birçok medresede müderris olarak görev yaptı. Şu an Sivas’ta talebe yetiştiriyor. Allah Teâlâ onu, insan ve cinlerin arasında güçlü kılsın.[457]

Mevlânâ Muslihuddîn es-Sivâsî de merhumun halifesi­dir. O, fâzıl, âlim ve tasnif[458] ehlidir. Tefsiri, merhumdan okuyanlardandır. Sonra tasavvuf yoluna sülûk etti ve mer­huma bir müddet hizmet etti. Mevâcîd derecesine ulaştı. Merhum, ona hilafetle birlikte icazet verdi ve onu Ankara’ya gönderdi. Orada, talipleri yaklaşık dokuz yıl irşad ettikten sonra vefat etti. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Merhumun halifelerinden birisi de Mahmud Dede’dir. İlerlemiş yaşına rağmen merhumun hizmetinde bulundu ve bu uğurda sakalı beyazladı. Merhumun vaaz günlerinde ca­miye tefsir ve hadis kitaplarını taşırdı. Bilâl-i Habeşî (r.a.)[459] gibi, merhumun önünden yürürdü. Azgınların çıkardığı fit­neden öldü. Allah Teâlâ onu, haksızlıklardan korusun.

Halifelerinden bir diğeri Merzifonlu Şuayip Dede’dir. Merhum, ona hilafetle icazet vererek Merzifon’a gönderdi. Sonra orada vefat etti. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Divriğili Mahmud Dede de merhumun halifelerinden- dir. Merhum, ona hilafetle icazet vererek Divriği’ye gönder­di. Halen oradadır. Allah Teâlâ, onu güçlendirsin.

Merhumun bir diğer halifesi Canikli Hüseyin Dede’dir. Merhum, ona hilafetle icazet verdi ve Canik’e gönderdi. Sonra orada vefat etti. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.

Turhallı Mevlânâ Âbidî Dede de merhumun halifelerin- dendir. Âlim, verâ sahibi, fâzıl ve hakîm birisidir. Bir müd­det merhuma hizmet etti. Sonra merhum ona hilafetle icazet verdi ve Turhal’a görevlendirdi. Hâlen orada talipleri irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü artırsın.

Canikli Mustafa Dede de merhumun halifelerindendir. Merhuma uzun zaman hizmet etti. Kendisi, meşrep olarak merhumdan bir miktar manevî zevk alan birisidir. Merhum, onu hilafetle icazet verip Canik’e gönderdi. Şu an oradadır. Allah Teâlâ, onun kuvvetini artırsın.

Velayet sahibi Mehmet Dede de merhumun halifelerin- dendir. Kalp gözü açık olan Mehmed Dede zâhirde âmâdır. Merhum, ona hilafetle icazet verdi. O, merhumun türbedar­lığını yapmaktadır. Merhum, bu vazifeyi ona vasiyet etmişti.

Kırşehirli İdris Dede, merhumun bir diğer halifesidir. Bir müddet merhuma hizmet etti ve bu sürede zaviyede kal­dı. Sonra merhum icazet verdi ve onu Kırşehir’e görevlen­dirdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak eylesin.

Merhumun halifelerinden birisi de Emlak nahiyesinden[460] Mevlânâ Muyhiddîn’dir. Âlim ve fakih bir kimsedir. Hızlı

yazı yazan birisiydi. Merhum, ona hilafetle icazet verdi ve onu beldesine görevlendirdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak ey­lesin.

Cekil’den (?) Ahmed Dede de merhumun halifelerin- dendi. Merhum, ona hilafetle icazet verdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak eylesin.

Karadeniz sahilindeki Ereğli’den Kemal Dede de mer­humun halifelerindendir. Merhumun hizmetine girdi ve uzun zaman zaviyesinde kaldı. Meşreplerinden ötürü ma­nevî zevklere nail olan birisidir ve mevâcîde ulaşmıştır. Merhum, ona hilafetle icazet verdi ve memleketine görev­lendirdi. Şu anda orada talipleri irşad ediyor.

el-Hac Mustafa el-Kıbrîsî de merhumun halifelerinden- dir. Sivas’taki meşhur camiyi yaptıran ve daha önce ismi ge­çen Hasan Paşa’nın kölelerindendi. Hasan Paşa’nın yanında ilimleri tahsil etti. Onun vefatından sonra merhumun hizme­tine girdi, zaviyesinde kaldı. Uzun zaman ona hizmet etti. Sonra merhum ona hilafetle icazet verdi. Allah Teâlâ onu, muvaffak eylesin.

Merhumun oğlu eş-Şeyh Pîr Mehmed Efendi de onun halifelerindendir.[461] Âlim, fâzıl, selîm tabiatlı, istihracı[462] kuvvetli, Arabî ilimlerde[463] eli güçlü idi. Uzun zaman hü­küm vermede (kaza)[464] çokça tecrübe kazandı. Sonunda Si-

vas’ta kadı oldu. Sonra Allah Teâlâ’nın fazl ve lütfuna maz- har oldu. Hüküm vermeyi (kaza) terk etti ve babası merhu­mun yoluna sülûk etti. Kadı kisvesini çıkarıp sıddıkların kisvesine büründü. Merhum, ona hilafetle icazet verdi. Son­ra yüce makamına onu vasiyet etti. Şeyhimiz vefat etti ve oğ­lu iki sene kadar pederlerinin makamında irşadda bulundu. Sonra Rahman’ın rahmetine kavuştu. Muhterem pederleri­nin türbesinde, kubbenin altında merhumun kabrinin arka tarafına defnedildi. İkisine de ikramı bol Allah Teâlâ, rahmet eylesin.

Diğer meşâyih-i kiramda olduğu gibi merhumun da hali­felerini imtihan etmek âdetiydi. Anlatılır ki Habîb-i Ka- ramânî’nin (k.s.)[465] hilafet almak isteyen üç talebesi varmış. Şeyh, onlardan birer kuş getirmelerini istemiş. Ellerine de bir bıçak vermiş. Onlara, “Bu kuşları, kimsenin görmediği boş bir alanda kesip getirin.” demiş. Birisi bir duvarın arkasında, bir diğeri bir ağacın arkasında kuşu kesmiş ve şeyhe getir­mişler. Üçüncüsü ise şeyhin yüzüne bakıyor olduğu halde kuşu kesmeden getirmiş.

Şeyh, onlara sormuş: “Ey filan, filan. Nasıl? Onları kesti­niz mi?” İkisi, “Evet, istediğiniz gibi kestik.” demişler. Şeyh, üçüncüsüne, “Ey filan, sen neden kuşu kesmedin?” demiş.

Üçüncüsü şöyle cevap vermiş: “Efendim! Siz, kimsenin gör­meyeceği bir yerde kesin, dediniz. Böyle bir yeri aradım ama Ölümsüz ve Diri Olan’ın olmadığı bir yer bulamadım.” Şeyh, “Allah seni mübarek kılsın. Sen, huzur[466] ve şühûd[467] makamına ulaştın. Senin Rabbin Vedûd[468] ve Şehîd’dir.[469] Sen hilafet ve seccade almayı hak ettin. Sana onları verdim.” buyurdular. Orada bulunanlara, “Sizler de şahit olunuz.” demişler. Kuşları kesip getiren iki talebesine ise şunları söy­lemişler: “Sizler gaybetten[470] sonraki yerdesiniz. Sizin için masiyetten[471] emin olamam. Çünkü Hakk’ın huzurunda ol­duğunu hissedemeyen kimse masiyetin ortasından uzak ka­lamaz.” Onlar da hallerini anlamışlar ve Rabblerinden bağış­lanma dilemişler. Sonra üçüncüsü, o iki kişiye şefaatçi olmuş ve onlara da himmet, asa ve seccade verilmesini istemiş. Şeyh efendi, onlara da hilafet vermiş.

Merhum Şeyh ile Aramızdaki Münasebet

İlimleri tahsil için saltanatın başşehri İstanbul’a gittiğim­de, medresede ilim yolculuğuna dair adımları atmaya başla­dım. Birçok büyük mevalinin[472] hizmetinde bulundum. Son­ra merhumun hizmetine döndüm. Merhum, muhterem am­camdır. Allah Teâlâ, bana merhumun mübarek evinin ve la­tif makamının yanında bir bahçe ve evi, kolaylıkla nasip etti. Onun eviyle evim arasında bir başka ev veya bir engel yok­tu. Sonra samimiyetle tarikat yoluna girdim. Tövbe ettim ve tövbe halini yaşadım. Merhum, beni en büyük kızı, mümin­lerin annelerinden birinin ismini taşıyan Safiye Hanım ile evlendirerek ikramda bulundu. Halime ve hayatıma onun hali ve hayatı uygundu. O, Allah Teâlâ’ya itaatkâr, tövbe eden, ibadet ehli, kanaatkâr, sabırlı, günün ve gecenin her anında Allah Teâlâ’nın kelamını okuyan, çocuklarımın anne­sidir. Allah Teâlâ, onu annelerin en hayırlısı olan Efendi- miz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) eşleri arasına dâhil etsin. Önceleri Zile’deyken merhumun mübarek evlerine hizmette bulundum. Onu se­venlere ve gariplerine bu hizmet yirmi yıl sürdü. Allah Teâlâ, ilmin bereketi ve salihlerin süsüyle beni rızıklandırdı. Bundan dolayı, bu yirmi yılı ihlas ve samimiyetle geçirmeye çalıştım. Bu arzu üzere imamet ve dini meselelerde de onun ehline ve mülküne hizmete devam ettim. Mübarek evlatları­nı okuttum. Gece ve gündüzün çoğu zamanında onunla olurdum. Yakın veya uzak bir yere gideceği zaman maka­mını bana emanet ederdi. Yokluğunda, ev işlerinde, kürsüde vaaz etmede ve müritlere namaz kıldırmada beni vekil bıra­kırdı ki otuz yıl böyle devam etti. Tarikat yoluna girdiğimde dervişlere olan muhabbetim arttı. Şeyhimin yokluğunda

dervişlerin arasına karışmam muhabbetin artmasında çok tesirli oldu. Benimle müşavere eder ve sırrını benimle payla­şırdı. Gördüğüm rüyalarımda muamelelerim hep onunla olurdu. Rüyaların tabirlerini kendisine ne zaman sorsam, “Evladım, bunda birçok hayra alamet vardır.” derdi. Rüya­larım çoktur. Sayılamaz ve sınırlandırılamaz. Onlardan birisi şudur: Bir gece rüyamda hazret parlak bir kutu içerisinde, ördek yumurtasına benzeyen bir cevher verdi. Bir başka rü­yamda hazret ağzında nefis bir lokma çiğniyordu. Ona yaklaşınca ağzından o lokmayı çıkarıp bana verdi. Çiğne­meye başladım. Bana “Yut” diye emrettiler. Ben de yut­tum. Bu lokmanın bereketiyle Allah Teâlâ, göğsümün ma­nevî âlemlere açılmasını, kalp ve göğsümün genişlemesini ve itminan haline ulaşmamı bana kolaylaştırdı. Benden kalp ve göğüs daralması kayboldu. Mana damlacıkları, bakir duygular, ilim kuvveti ve olağanüstü temsiller kalbime doğ­du. Öyle ki büyük âlimlerin yanında bir hüküm verdiğimde veya bir vaaz yaptığımda Allah Teâlâ bana hiç duyulmamış manalar lütfediyordu. Sağlam bir bina yapan mimara bunun için gerekli olan taş ve diğer malzemeleri çırakların ve ame­lelerin -yerine göre şekillendirip- artık yeterli deyinceye ka­dar getirdikleri gibi lazım olandan fazla kalbime varidat[473] hâsıl oluyordu. Bu, Allah Teâlâ’nın beni “Şükredecek mi yoksa nankörlük mü yapacak” diye geçirdiği bir imtihanıdır. Allah’ım! Beni şükür ve hamd edenlerden eyle.

Sonra bir başka gece Resûlullah’ın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) neslinden yaşlı bir şeyh gördüm. Sırtında tabaklanmış bir koyun derisi var­dı. Fukaranın bulunduğu yere geldi. O sırada merhum şeyh, makamında oturuyordu. Biraz konuştuktan sonra merhum şeyh yerinden kalktı ve ondan biat istedi. O, “Sen kâmil bir şeyh ve faziletli bir âlimsin. Senin için biate gerek yoktur.” dedi. Ben de ikisinin yanında bulunuyordum. Kendi kendi­me, “O, kutup olmasa şeyh ondan biat istemezdi.” dedim. Kesin olarak anladım ki bu zat Kutbü’l-Aktâb’tır.[474] Mer­hum, elimi aldı ve “Sen biat et.” dedi. Ben de biat ettim. Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

Yine bir gece kendimi yüksek, etrafı uzun ağaçlarla çevri­li, yüksek ve alçakta odaları olan bir medresede gördüm. Yukarıya çıkmak istedim fakat kapıyı bulamadım. Medrese­de dolaşıyordum ki duvarın ortasında bir pencere gördüm. Demirden bir kapısı vardı. Zorlukla oraya çıktım ve kapı açıldı. İçerde kutbun kapıcısı olan bir adam gördüm. Gir­mem için bana izin verdi, ben de girdim. İçerde, yüzü Yusuf (a.s.) gibi güzel, ipekten elbise giymiş, başında sultan ve emirlerin tacı gibi bir tac bulunan genç bir kimse gördüm. Mübarek elini sert bir şekilde ona biat etmek için tuttum ve ona biat ettim. Sonra medresenin kenarına baktım ki bazı ih­vanlar aşağıda sağa sola gidiyorlar ve kapıyı bulamıyorlardı. Sonra bana şunu söyledi: “Seni aşağıda gördüğümde istek ve arzunun çok olduğunu anladım. Bundan dolayı sana izin verdim.” Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

Bundan sonra yine bir gece peygamberlerin efendisi Pey­gamberimizi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. O’na (salla’llâhu aleyhi ve sellem) biat et­mek istedim. Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet bu biati tasdik ediyordu. Böylece O’na (salla’llâhu aleyhi ve sellem) biat etmiş oldum. Son­ra O’ndan (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hal sahibi sûfîlerin meşgul oldukları gibi meşgul olabileceğim Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri­sini bana tavsiye etmesini istedim. Bana “es-Saîd, es-Saîd, es- Saîd” buyurdular. “Ya Resûlullah! Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden bir isim talep ediyorum” dedim. “eş-Şehîd, eş- Şehîd, eş-Şehîd” buyurdular. Sonra “Ya Resûlullah! Zikret­mek için talep ediyorum.” dedim. “es-Sıddîk, es-Sıddîk, es- Sıddîk” buyurdular. Hepsini de üç defa tekrar ettiler. Bunun hikmeti, Allah Teâlâ’nın “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler , şehidler ve iyi kimselerle birliktedir­ler. Bunlar ne güzel arkadaştır”[475] âyet-i kerimesinin hakiki manâsını idrak edenlere açıktır. Kerîm olan Allah Teâlâ’dan “Alîm” ve “Hakîm”[476] isimleri hürmetine ölümümüz ve ya­şamamızı onlarla birlikte kılmasını dileriz.

Bu söylediklerim ve anlattıklarımı Allah Teâlâ’nın nimet­lerini tahdis[477] olarak naklettim. Allah Teâlâ şöyle buyur­maktadır: “Rabbinin nimetini hatırla ve anlat.”[478]

Merhum, bana son haccını yaptığı hicri 999 (1590-1591) yı­lında Allah Teâlâ’nın bir lütfu olarak mübarek elleriyle yaz­dıkları bir icazet verdiler. Bu halifelik icazeti şu şekildedir:

“Hamd, hidayet suyu ile inayet toprağında velayet ağacını yetiştiren ve onu kıyamete kadar keramet nuru ile çiçeklendi-

rip, dirayet meyvesiyle meyvelendiren Allah’a mahsustur. Bi­zim ve Âdemoğlunun efendisi, Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem): “Üm­metimden bir zümre kıyamete kadar Hak üzere buluna­caktır” buyurmuştur. Kardeşimin oğlu Mevlânâ Recep, ço­cukluktan bu tarafa bana hizmet etti ve ona diraset ilminden kolayına geleni öğrettim. Sonra, tevhid ilminde bana hizmet etti ve uzun müddet halvetlerde ve erbainlerde mücahedede bulundu. Bunun neticesinde, bu acizde, onun velilerinden, meşrebinden tat aldığı ve nefsini körlüğün umumi mahzur­larından temizlediği kanaati hâsıl oldu. İşte bundan dolayı, tıpkı şeyhim, senedim, kâmil ve mükemmil, Şeyh Abdülme- cid-i Şirvânî’nin, mezarında Rabbanî lütufla muamele edil­sin, sırları mukaddes olsun ve eserleri bâkî olsun, bana ica­zet verdiği gibi ben de ona halifeliğin umumî ve hususî her türlü işleri hakkında icazet verdim. O halde sen de önceki şeyhlerin mücahede ettiği şeylerle mücahede et ve onların katlandıkları şeylere sen de katlan. Nefislerimizin şerlerin­den ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Bu icazetten ancak hayır talep ediyorum. Güç ve kuvvet ancak yüce Allah’a aittir. Bu icazeti, hakir, Allah’ın yüce lütfunu talep eden ve Sivas’ta fukarânın ve dervişlerin hizmetçisi olan Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî yazmıştır.”

Merhumun oğlu Pîr Mehmed Efendi[479] vefat ettiğinde merhumun makamına en lâyık namzet olarak ihvanlar beni tavsiye ederek şöyle dediler: “Sen bizim otuz yıllık, en eski halifemizsin.” Ben de onlara “La havle velâ kuvvete illâ bil- lahi’l-Aliyyi’l-Azîm” diyerek cevap verdim. Böylece mer­humun seccadesine oturdum. Allah Teâlâ, beni vazifelerimi yerine getirmeye muvaffak eylesin ve rızasına ulaştırsın.

Merhumun nazarlarına muhatap olduğum gibi aynı şe­kilde Abdülmecîd-i Şirvânî’nin (k.s.) de nazarlarına muha­tap oldum. Abdülmecîd-i Şirvânî (k.s.), Zile’ye geldiğinde ben yeni yetişen bir delikanlıydım. Merhumun kapısında hizmet ediyordum. Hücrem de merhumun evine bitişikti. Şeyh-i Şirvânî (k.s.) buraya gelince benim hücremde kalma­sını uygun gördüler. Ben de hücremden çıktım, yakınlardaki bir mescide yerleştim ve orada kalmaya başladım. Şeyh-i Şirvânî (k.s), gece yarısından sonra teheccüd namazını kıl­mak için bu mescide geliyordu. Bir gece Şirvânî Hazretleri (k.s.) gelmeden kalkmıştım ve lambayı yakıp kitapları müta­laa ile meşgul oluyordum. O günlerde yaşım on yedi veya on sekizdi. Şeyh-i Şirvânî (k.s.), mescide gelip teheccüdü kıl­dı ve ders mütalaasından aldığım büyük haz ve derse olan ilgimi gördü. Sabah olduğunda merhumu şehrin önde gelen­leriyle birlikte bir bahçeye davet etti. Ben de onların arasında hizmet etmek kastıyla bulunuyordum. Şeyh-i Şirvânî (k.s.) orada şunları söyledi: “Ey burada hazır bulunanlar! Ben bu küçüğün kitaplarla meşguliyetten büyük bir zevk aldığını ve bu hususta tam bir gayret içerisinde olduğunu gördüm. Ça­lışma ve gayretiyle bu halinin onu pek çok nasiplere nail edeceğini anladım.” Sonra merhuma, “Ey Şemseddin! Bu de­likanlıyı gözet. Muhakkak ki o, sana lazım olacak.” buyur­dular. Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

O bakış ve sözlerin bereketiyle; yaşımın altmışa ulaşmış olmasına, yaklaşık altı yıldır görmemi zayıflatan bir hastalı­ğın bana gelmesine, elime bir kitap, kalem veya yazacak bir şey almamama rağmen öğüt ve nasihat günlerinden hiç ta­viz vermedim. Gönlümün genişlediği ve ferahladığı bu hal üzere Mevlâmın emirlerine itaate tam bir teslimiyetle devam ediyorum. Kalbimin sahih kaynaklığı ve şahitliğiyle meyda­na gelen bu risaleyi de bir kâtibe yazdırıyorum. Bu, değerli

bir nakildir. İnsanlar kitaplara baktığımı zannediyorlar. Bu, her şeye güç yetiren Rabbimin ikramıdır.

Tarikattaki Silsilemiz

Hikmet ve dini ilimleri şeyhimiz merhum eş-Şeyh Şem- seddin es-Sivâsî’den, o şeyhlerin şeyhi Abdülmecîd-i Şir- vânî’den, o Kubad eş-Şirvânî’den, o Muhammed Rukay- ye’den, o Şeyh Mevlânâ Mahdum Yusuf’tan, o kutbu’l-aktâb, seyyidü’l-evtâd, vâris-i Resûlillah ve hayru’l-evlad eş-Şeyh Seyyid Yahya el-Baküvî’den aldı ki bu mübarek, Halvetî ta­rikatını güzel halleri ve insanları hayra davet eden latif dav­ranışlarıyla ile büyük ve kalabalık insan topluluklarına yay­dı. Âlemin farklı yerlerinde çok meşhurdur ve onun halifele­ri Rum, Şam ve Irak gibi birçok yerde mevcuttur. O, eş-Şeyh Sadruddin’den, o eş-Şeyh İzzüddîn’den, o Ahi Mirem’den, o Zâhid el-Cîlâni’den, o eş-Şeyh Cemâlüddin’den, o eş-Şeyh Şihâbüddîn es-Sühreverdî’den, o eş-Şeyh Necâşî’den, o eş- Şeyh Kutbüddin’den, o eş-Şeyh Necîbüddin’den, o eş-Şeyh Hammâd ed-Dîneverî’den, o eş-Şeyh Cüneyd el-Bağdâ- dî’den, o eş-Şeyh Seriyyü’s-Sakatî’den, o eş-Şeyhü’r-Rabbanî el-Ma’rûfü’l-Kerhî’den, o eş-Şeyh Dâvûd et-Tâî’den, o eş- Şeyhü’n-Nûrânî Habîbü’l-Acemî’den, o eş-Şeyh kutbu’l-ak- tâb gavsü’l-evtâd Hasanü’l-Basrî’den, o Esedullahü’l-Gâlib ve Seyfüllâhü’l-Muğâlib Ali b. Ebi Tâlib’den, o Seyyidü’l-en- biyâ ve senedü’l-asfiyâ Muhammed el-Mustafa’dan (Allah Teâlâ, O’na ve O’na tabi olanlara rahmet eylesin) bu görevi almıştır. Allah Teâlâ, onların sırlarını takdis eylesin ve izle­rini kıyamet gününe kadar bâkî kılsın.[480]

Merhumun Nesebi: Evlatları, Torunları, Akrabaları ve
Bazı Hallerine Dair

Merhumun nesebi şu şekildedir: eş-Şeyh Ahmed Şem- seddîn Ebu’s-Senâ İbn eş-Şeyh Mehmed Ebi’l-Berekât İbnü’l- Ârif İbnü’l-Hasan. Allah Teâlâ, hepsine rahmet eylesin.

Merhum, Sultan Süleyman Han İbnü’s-Sultan Selîm Han (Allah Teâlâ ikisine de rahmet eylesin) devrinin başla­rında dünyaya gelmiştir. Merhum, Süleyman b. Davud (Al­lah Teâlâ ikisine de rahmet eylesin) ve Belkıs’ın kıssasını bu padişah döneminde kaleme 2101. Aynı şekilde 1401117 1-10/16041610 90711111-12011 0010ك eseri de bu dönemde kaleme 101. İbnü’s- Sultan Selim Han döneminde Zübdetü'l-Esrâr 967/11 Muhta- sarü'l-Meâ 111 fıkıh usûlüne dair olan eseri kaleme aldı. Sonra İbnü’s-Sultan Murad Han devrine ulaştı ve bu dö­nemde birçok risale kaleme 2101. Mir'âtü'l-Ahlâk adlı eserini bu padişaha ithaf etti. Bunun üzerine padişah, Sivas’ın bilinen tuzlalarını[481] ki burası Sivas’a yakın bir köydedir merhuma verdi. Sonra Sultan Mehmed Han dönemine ulaştı. Bu dö­nemde 1/0/601 17-71/117.551 adlı mühim kitabını kaleme aldı. Mer­hum, bu kitabı Sultan Mehmed Han’a ithaf ve merhum sultan ile birlikte Eğri seferinde gaza etti. Tafsilatı aşağıda anlatıla­cak. Bu kitabının başında, yukarıda zikredilen diğer sultanla­ra Sultan Mehmed Han’a, saltanatının bekasına, başarısına ve onun düşmanlarına galip gelmesine dua etti.

Merhum, nahiyede iki cami, bir mescid ve Sivas’ta bir medrese ile iki köprü yaptırmıştır. Tuzlanın gelirinden med­rese ve diğer yerlerdeki görevlilere günlüğü yirmi dört dir­hem olmak üzere vakfetmiştir. Allah Teâlâ, kıyamete kadar bu mekânları ve hizmetleri devamlı kılsın.

Dedemiz eş-Şeyh Mehmed Ebü’l-Berekât, merhumun babasıdır. Rüyasında Hızır Nebi ve Ali b. Ebi Tâlib’i (r.a.) görmüş, onlar dedemize ilim, salih amel, bereket, kurtuluş ve doğru yolda olan, hikmet ve marifet sahibi evlat ve nesil­ler için dua etmişler. Bundan dolayı nesilden nesle salih amel, ilim ve takva intikal etmiştir.

Dedemizin dört oğlu vardır. Hepsi de ilim ve salih amel sahipleridirler. Onların en büyüğü eş-Şeyh Muharrem ez- Zîlî’dir. O, âlim, fâzıl, fakih, müstakim, kanaatkâr, hile ve aldatmaca bilmeyen birisiydi. Vefat ettiğinde kitaptan başka bir tereke bırakmamıştır. İçerisinde birçok meseleyi ihtiva eden ve oldukça faydalı birçok eser kaleme aldı. Onların okuyanlara faydası açıktır. O eserlerinden biri 107 1-

-11/1/1/2 507/11 0)5-5171141 11000111/1/017 11910025111 2 011 1 5٥٢ .011 1710901

ti'l-Mülûk şeklinde de adlandırdı. Bunun 0191102 birçok risa­lesi daha vardır. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.

Kendisi Câmî’nin en-Nefehât adlı eserini Arapçaya 0111- me etmiş ve adını 1127114217 1-6/11/4 koymuştur. Muharrem Efendi’nin en büyük oğlu müderris Feyzullah Efendi’dir. Ondan sonra, daha önce hakkında malumat verdiğimiz eş- Şeyh Abdülmecîd Efendi gelmektedir. O, marifet sahibi, fâzıl, istikâmet üzere olan hayatıyla büyük ve dünyaya dair bağı olmayan bir kimsedir. O, daha önce de zikrettiğimiz gi­bi, merhum şeyhimizin büyük halifelerindendir. Muharrem Efendi’nin diğer oğlu Abdülkerim Efendi’dir ki o, Zile’deki caminin hatibidir. Bir diğer oğlu ise Abdurrauf Efendi’dir. O, halen ilim tahsil etmektedir.

Dedemizin eş-Şeyh Muharrem Efendi’den sonraki oğlu eş-Şeyh İbrahim Efendi’dir ki, bu fakirin babasıdır. O, salih, takva sahibi, temiz, istikâmeti düzgün, kalbi kuvvetli, her işini Allah Teâlâ’nın rızası için yapan, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan, geceler boyu ve gündüzün her saatinde Allah Teâlâ’nın kitabını okuyan, büyüklere mütevazı ve küçüklere merhametli birisiydi. Kar­deşi merhum eş-Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî ile birlikte Sivas’a hicret etti. Sivas’taki Hasan Paşa Camii’nde Müslümanlara imamlık yapardı. Sonra vefat etti ve Sivas’ın arka tarafındaki bir mezarlığa defnedildi. Cinlerin ve insanların sahibi olan Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.

Dedemizin babamdan sonraki oğlu merhum şeyhimizdir. O, hayatının başlangıcından sonuna kadar hürmet gören ve vakar sahibi birisi olarak yaşadı. Merhumun sesi çok güzeldi. Onun sesini duyan herkes ağlardı. Allah Teâlâ, onu nereye gitse mübarek kılmıştı. Sahrada, vadilerde, dağ başlarında ol­sa birçok nimet dört bir taraftan onu bulurdu. Merhum, ken­disine gelenlerden az bir şey yer, geriye kalanı fakirlere dağı­tırdı. “Mennân”[482] olan Allah Teâlâ, ona her türlü nimetlerini lütfederek, onu hoş karşılayarak ve cennetlerinde misafir ede­rek ona rahmet eylesin. Muhterem ve mübarek evlatlarının sayısı elli altıya ulaşmıştır. Evlatlarından birçoğu merhuma bir ecir ve mükâfat olmak üzere merhumdan önce vefat etti­ler. Merhumdan geriye yedi kız, üç erkek çocuğu kalmıştır. Yaş ve ilim olarak onların en büyüğü Pîr Mehmed Efendi’dir ki, onunla ilgili malumat daha önce geçti. Babasından sonra iki yıl yaşadı. Merhumdan geriye şu anda iki muhterem oğlu kaldı. Allah Teâlâ, onları güzelliklerle kuşatsın.

Büyük oğlu Hasan Efendi, âlim, cömert, zeki, mütalaası doğru, yumuşak huylu, kalbi geniş, eli açık, sofrasından iyi- kötü herkesin yediği, emeğini esirgemeyen birisidir. Mer­hum babasıyla birlikte hicri 999 (1590-1591) senesinde hacca gitti. Sonra saltanatın başşehri İstanbul’a yolculuk etti. Bura­da Ayasofya Medresesi’nde müderris olan el-Mevlâ el-Fâzıl Seyfullah Efendi’nin hizmetine girdi. Derste muîd[483] idi, sonra mülazım[484] oldu. Sonra Sivas’taki Sahibiyye Medrese- si’nde müderris oldu. Sonra Arapkir kasabasına kadı oldu. Sonra kadılığı bıraktı, kanaati ve babasının yolunu seçti. Ba­basının vakfiyesi ona tevdi edildi.

Yaş olarak küçük olan oğlu Müeyyed Çelebi’dir. O, şu anda ilim tahsiliyle meşguldür. Allah Teâlâ’dan her ikisine de babalarının yollarına girerek feyz kâsesinden dolu dolu içmelerini, hayr üzere sabit-kadem[485] olmalarını, kötü ve şer­li kimselerinin şerlerinden korunmalarını dilerim.

Dedemizin merhum şeyhten sonraki oğlu İsmâîl Efen- di’dir. O, salih, Cenâb-ı Hakk’a yakın ve daima hak üzere olan birisidir. Merhum ile birlikte hac yaptı. Tahdis-i nimet olarak “Benden hiçbir büyük günah sadır olmadı.” derdi. Onun üç oğlu vardır. En büyükleri Fazlullah Çelebi’dir. Merhumun Sivas’taki Hasan Paşa Camisi’nde hatiptir. Âlim, salih, verâ sahibi ve halim bir kimseydi. Azgınların çıkardığı isyan ve kargaşada vefat etti. Diğeri Avnullah Efendi’dir. Daha önce zikredildiği üzere müderristir. Âlim, temiz, halim ve selim bir kimsedir. Merhum ile birlikte saltanatın başşeh­rine gitti. İstanbul’da Sultanü’l-Muallim el-Mevlâ el-Fâzıl

Sadüddîn Efendi’nin hizmetine girdi. Önce mülazım sonra müderris oldu ve bazı medreselerde çalıştı. Allah Teâlâ, öm­rünü salah eylesin. Onların yaş olarak en küçüğü Ataullah Çelebi’dir. Sivas’ta eşkıyaların çıkardığı fitnede öldü.

Merhumun Zamanında Sivas’ta Bulunan
Diğer Şeyhler

eş-Şeyh Mehmed 1-10121 İbnü’l-Hatîb, Câmi-i Ke- bîr’dedir. Âlim, fâzıl, fakih, kıraat sahibi, kavmin şereflisi, cömert, sofrası herkese açık ve ikramı bol birisidir. Muhte­rem hanım efendi kızını merhumun oğlu Hasan Çelebi ile evlendirdiler. Allah Teâlâ, yüce fazlı, lütfu ve keremi ile on­ların arasına ülfet etsin. Sonra fukaranın yoluna girdi. Onla­rın giydiklerini giydi, onların içtiklerini içti. Makamları bir bir kat etti, ‘mevâcîd’ ve türlü lezzetlere ulaştı. Merhumun vefatından sonra dört sene yaşadı. Sonra vefat etti ve Cami-i Kebîr’in haremine defnedildi. Allah Teâlâ, onu en yüksek derecelere ulaştırsın. Ondan sonra yerine damadı Yakubu’s- Sânî geçti. Halen, seccadesinde talipleri irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü arttırsın.

Merhumun zamanında, onun eliyle tövbe etmiş kâmil, fudala, ilmiyle amil Amasyalı Mevlânâ Bünyad Efendi de merhumun sevenlerindendi. Medreselerde eğitime başlamış ve yüksek derecelere ulaşmıştı. Tarikata yöneldiği dönem­lerde çok yüksek makamlar elde etmek üzereydi. O, amel ve takvaya yöneldi. Şifâiyye Medresesi’nde müderris oldu ve hayatta olduğu sürece fetva verme salâhiyeti verildi. İlimleri yaydı ve orada dersler verdi. Genç yaşta İslâm’ı yaşamaya başladı, hususî ve umumî (hâs ve âmm) fetva verdi. İnsanla­rın Efendisi’nin (a.s.) dinini güçlendirdi ve büyüklerin ulaş­tığı değere ulaştı. Haşmet ve vakar sahibiydi. Geceleri se­herde namaz kılar, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getir­mede sabırlı ve şükreden birisiydi. Sivas ehlinden birçoğu-

nun sevgisini kazanmıştı. Salih ve fakirlerin ahlâkıyla ahlâk- lanmış, her iki taifenin ahlâkını mezcetmişti. O, eski dostu­muz ve zor günlerin arkadaşıydı. Merhumun vefatından sonra büyük bir topluluğun huzurunda, yaşı da bir hayli ilerlemiş olduğu halde bize biatini yeniledi. Allah Teâlâ onu güçlü olan bu yolda sabitkadem kılsın ve sırat-ı müstakim üzere eylesin. Kalemini doğru ve hak olandan ayırma Ya Kerîm!

Sivas’ın âlimlerinden Mevlânâ Musa Efendi vardır. Ha­yırların sahibi, tuzlaları vakfeden ve imaretleri ihya eden Abdullâh-ı Rahatî’nin torunlarındandır. Allah Teâlâ’nın “Kullarımın arasına gir. Ve cennetime gir!”[486] müjdesine nail olacağı umulan birisiydi. O, ilmiyle amel edenlerdendi. Medreselerde ilim tahsil etti ve büyük bir aşkla çalıştı. Sonra birçok beldede kadılık görevinde bulundu. Selim bir kalbe ve müstakim bir tabiata sahipti. Dul ve yetimlere ikram et­meyi severdi. Sözü doğru ve fiilleri dosdoğruydu. Beş vakit namazı her defasında abdest tazeleyerek kılardı. “el- Hamîd,[487] el-Mecîd”[488] virdi ile meşgul olurdu. Halen, zikre­dilen vakıfların mütevellisidir. Onların tamiri ve yenilenme-

si ile ilgilenmektedir. Cömert, ikramı bol, iyi ve suçlu herke­sin sofrasında yediği, nimetlere çok şükreden, yetim ve fa­kirlerin işlerini gören bir kimsedir. Allah’ım! Ona salah ve felah ile hayırlı uzun bir ömür lütfet. Onu evlatlarıyla birlik­te mutlu, cenah ve kurtuluşa ulaştır. O, merhumun eliyle tövbe etmişti. Merhumun ardından bize biatini yeniledi.

el-Hac 00110011 Efendi. 1211511 bir âlim ve Allah’tan korkan, mütevazı, gönlü tok, şükreden, hamd eden, kalpler­de sevgisi olan, haline rağbet edilen, özellikleri talep edilen, ibadet ehli bir âmildi. Merhumdan önce Rahman’ın rahme­tine kavuştu. Allah Teâlâ’nın rahmeti ve rızası onun üzerine olsun.

Mevlânâ 40025 el-Muîd. Sahibiyye Medresesi’nin mü­derrisiydi. Fakih, âlim ve âmil bir kimseydi. Külfetten uzak bir şekilde zamanının tamamını hizmet ve ibadetle geçirirdi. Füru[489] meselelerde fetva verir, şeriata dair ders okuturdu. Geceleri çok az uyur, uzun günler boyunca ilim tekrarı ve mütalaası ile meşgul olurdu. İnsanlar onu müttakiler ve ah- yardan [biri] kabul ederlerdi. Sen onu görsen, “O, seleften kalma ve selefin arkasından giden kimsedir” derdin. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin. Merhumdan öne Rahman’ın rah­metine kavuştu.

Mevlânâ el-Hac Yadigar 01-11211. Zikri geçen şeyhin 2- basıdır. Kendisi, usûlünce kıraat bilen bir kimseydi. Tecvid ilminin inceliklerini bilirdi. Çok güzel bir sesi vardı. Cami-i Kebîr’de altmış yıl hatiplik görevini icra etti. Daima hak üze­re olan birisiydi. Allah Teâlâ’nın dışında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazdı. İkramı bol, sofrası herkese açık bir kimseydi. Merhumdan önce Rahman’ın rahmetine ka­vuştu. Allah Teâlâ’nın rahmeti ve rızası onun üzerine olsun.

Süleyman Hoca el-Muîd. Şifâiyye Medresesi müderrisle- rindendi. Âlim, fakih, salih, takva sahibi ve temiz bir kim­seydi. O da merhumdan önce Rabbinin rahmetine kavuştu.

Mevlânâ Emir Mehmed. Kerametler sahibi Şeyh Mer- zübân-ı Velî’nin torunlarındandır. Fakih, âlim, salih amel sahibi birisidir. Duha vakinde, sünnet veya revatib[490] olma­mak üzere, nafile olarak kırk rekât namaz kılardı. Tarih il­minin inceliklerini, özellikle muhterem sahabe-i kiram dö­nemini şaşılacak derecede iyi bilirdi. Gözlerinde cezbe ala­metleri vardı. Sıkıntıda olan her kim onu rüyasında görse Allah Teâlâ o kimsenin sıkıntısını kaldırırdı. Bu hal, birkaç defa bana da oldu. Allah Teâlâ, ona rahmetiyle muamele ey­lesin. Merhumdan önce vefat etti. “Melik”[491] ve “Kerîm” olan Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.

Mevlânâ Hasan Çelebi. O da aynı şekilde Şeyh Mer- zübân-ı Velî’nin (k.s.) torunlarındandır. Âlim ve salih bir kimsedir. Hiçbir anını boş geçirmez, ilimlerin hepsinde üs­tündü. Dindar, takva sahibi, gönlü tertemiz, samimi ve selim bir kimseydi. Takva ile amel ederdi. Verâ ve zühd sahibi, hayâ ehlinden izler taşırdı. Hal ve fakrını insanlardan gizler, halini insanların Rabbine arz ederdi. Sözü hikmet, fikr ve nazarı ibretti. Yüce dedelerinin hal ve izlerini taşımaktaydı. “Şahinler, yuvalarını boş bırakmazlar.” denir. Allah Teâlâ, onu dost edinmekle ona rahmet eylesin. Merhumdan sonra fitnecilerin çıkardığı fitnede öldü.

Mevlânâ Sûfî Himmet. Sahibiyye Medresesi’nde muîd- di.[492] Âlim ve salih bir zattı. Merhumdan önce “el-Hayy” ve “el-Kayyûm” olan Allah Teâlâ’nın rahmetine kavuştu.

el-Hac Bayram. Salih, fakih ve zâhid bir kimsedir. Hiz­met ehli yaşlı bir kimseydi. Yaşının yüze ulaştığını söylerler. Keşf ehlindendi. Aramızdaki sevgiden dolayı halini bizden gizlemezdi. “Hızır Nebi ile karşılaştım.” der ve kabir ehlinin hallerini naklederdi. Bir gün bana, tahdis-i nimet[493] olarak şunu anlattı:

“Sultan Bâyezid’in oğlu Selim Han döneminde çıkan ayaklanmada gürbüz bir delikanlıydım. İnsanların korkudan dağ başlarına gittiği ve param parça olduğu bir zaman ben de binitimle bir yere giderken benzeri bulunmaz güzellikte bir cariyeye rastladım. Onu bulduğumda yalnızdı. ‘Burada ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Erkek ve kız kardeşlerimi kaybet­tim. Ve yolumu şaşırdım.’ dedi. Ona benimle gelmesini söy­ledim. Bir ormana gittik. Vardığımızda baktım ki bedeni sar­sılmış, elleri titriyordu. ‘Bu ne hal?’ dedim. ‘Beni bir korku sardı ki, her taraftan düşmanın gelmesi, senin gençliğin ve Allah Teâlâ’dan korkum bu hale sebeptir.’ dedi. ‘Sen benim kız kardeşim gibisin. Sana hiçbir meylim ve isteğim yok. Ak­lına hiçbir şey gelmesin. Allah Teâlâ’nın korumasıyla benim yanımda güvendesin.’ dedim. Güven içinde yanımda gece­ledi. Sabah olunca onu kavmine selamet içerisinde teslim et­tim. Allah Teâlâ, bu sakınmamın bereketiyle keşfi lütfetti ve gözlerimdeki perdeleri kaldırdı”. Merhumdan önce vefat et­ti. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Merhumun Sultan Mehmed Han ile Sefere Çıkması

Sultanın müşriklere yöneldiği duyulunca merhum, be­nimle istişare bağlamında “Zihnimde gaza yapma arzusu

var. Bu yaşıma ulaştım, âcizane İslâm’ın emirlerini yaşama­ya çalıştım. Bu zamana kadar helal ve haramı öğrendim. Bu hal, küfür ve tuğyan ehli ile mücahede etmeme engel oldu” dediler. Ben de “Efendim, takdir sizin. Lakin yaşınız çok iler­ledi ve nefs mücahedesi ile meşgulsünüz. Bedeniniz nahif bir halde” dedim. “Ben hanif olarak, yüzümü yeri ve gökle­ri eşsiz bir şekilde yaratana döndüm[494] buyurdular. “İşit­tik ve itaat ettik” dedim. Sefer hazırlıklarına başladı. Kendi paralarıyla altı deve satın aldılar. Meşhur kişi Abdülvehhâb- ı Gazî’nin (r.a.) sancağını almaya beraber gitmek istediler. Abdülvehhâb-ı Gazi (r.a.) Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) zamanında san- caktarlık görevinde bulunmuştur. Bu dönemden sonra Rum diyarında savaştı ve Sivas’ın arka tarafında şehit oldu. Bel­denin yakınında bir yere defnedildi. Burası, duaların kabul olduğu bir yerdir. Kâfir ve günahkârlar da dâhil olmak üze­re insanların tamamı burayı ziyaret eder, toprağından alır, mum yakar ve adaklarda bulunurlar. Kabrinin üzerine her taraftan görülen kargir bir kubbe ve yanına da bir mescid in­şa edildi. Bazı zamanlar burada çok cemaat olur. İnsanlar kıtlık zamanlarında yağmur istemek ve yağmur duası için buraya çıkarlar. Kabrinin üstünde ‘Hamd’ ve ‘Mahmud’ sancağı vardır. Kabrinin etrafında ise şehitlerin, birçok salih ve salihanın kabirleri bulunmaktadır. Kasabaya döndük ve merhum kasabanın şeyhinden Abdülvehhâb-ı Gazî’nin (r.a.) sancağını istedi. Şeyh de merhuma sancağı verdi. Oradan sevinç ve heyecanla yola çıktı. Bu sevinç ve heyecan saltana­tın başşehri İstanbul’a varıncaya kadar sürdü. Bu sancak Şam’dan Şamlıların getirdiği Resûlullah’ın (salla’llâhu aleyhi ve sellem) sancağı ve Bursalı Emir Sultan’ın sancağı ile bir araya getirildi. Sultan Mehmed Han, merhuma eksiksiz ikramda bulundu. Yolcu-

luk seferi için gerekli olan her şeyi tahsis ettiler ve nihayet birlikte Eğri Kalesi’ne ulaştılar. Allah Teâlâ, bu büyük ve muhterem zat hürmetine ve onun yüksek himmetleri vesile­siyle bu sağlam kaleyi fethetmeyi nasip etti. Sonra onlar bu kaleyi fethettiklerinde fitne ve isyandan güvende oldular.

Kâfirlerin tamamı kalenin fethedildiğini, halklarının öl­dürüldüğünü, evlatlarının esir alındığını ve mallarının Müs­lümanların eline geçtiğini duyunca büyük bir hüzne boğul­dular ve bundan dolayı büyük bir ıstıraba gark oldular. Son­ra İncil’e muhalif bir şekilde haç çıkardılar, kiliselerde mum­lar yaktılar ve kurbanlar kestiler. Böylece bir araya geldiler. Otuz ayrı fırka oldukları ve birbirlerinin dillerini bilmedikle­ri nakledilir. Onlar birlikte savaşmak için anlaştılar ve “Ya zafer ya ölüm!” dediler. Bu vakıaya şahit olanlar anlatmıştır ki onlar büyük bir topluluk halinde savaş alanına geldiler. Çok kalabalık ve kuvvetli bir ordu toplanmıştı. Gözleri ka­rarmış, başları dönmüş, dağlar gibi yerlerinden oynatılmaz saflar önünde bayraklarını diktiler. Bu şekilde çok güçlü ve çok büyük bir ordu olduklarını gösterdiler. İslâm askerleri, onların bu halinde haberdar değillerdi. Onların bu güçlerini görünce iman gücü olmayanlar topluluktan ayrıldılar. “On­lar sanki ürküp kaçan yaban eşekleri gibidirler! Aslandan ürküp kaçarcasına!”[495] âyetindeki gibi oldular. Bu, ikindiden sonra dar bir zamandaydı. Merhum şunu söylemiştir:

“Kâfirler, müminlerin bu halini görünce saldırılarını ar­tırdılar. Öyle ki Müslüman askerlerin çadırlarına girdiler ve orada bulduklarını yağmaladılar. Ya Subhanallah! Yardımın nereden gelecek? Yardımın ne zaman gelecek? Kelamında uyumsuzluk yoktur, hepsi doğrudur. ‘Sen vaadinden dön- mezsin.’[496] Sen, ‘And olsun, peygamber olarak gönderilen

kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Onlara mutlaka yardım edilecektir. Şüphesiz ordularımız galip gelecek- tir.’[497] Bundan sonra kalpler zafere inandı. ‘Siz de Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü’min- ler denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.’[498]

Merhum devamla şunları söyledi:

“İslâm askerlerine baktım gökteki Süreyya yıldızı gibiydi­ler. Onlarla aramda yüzü çok güzel ve vücudu görenleri hayran bırakan ve salihlerden olduğu anlaşılan birisini gör­düm. Onu önceden kesinlikle görmemiştim. Bana “Ey Şey- hü’l-İslâm sana müjdeler olsun. Sultanın yanına gir. Sultana “Hazinenin olduğu yerdeki muhafızlar kaçmıştır. Oraya as­ker gönder” de” dedi. Ben, “Neden sen sultanın yanına gir­miyorsun?” dedim. “Sultan, bundan sonra beni görmeyecek. Onunla aramızda bir ülfet de yok. Sen git söyle’ dedi.” “İşit­tim ve itaat ettim” dedim. İkindi namazının vakti daralmıştı. Abdest tazeledim, şehadeti arzuladım ve aceleyle namazı kıldım. Sonra sultanın yanına girdim. Yüzü kıpkırmızı ol­muştu. “Bir haber var mı ey Şeyhü’l-İslâm!” dedi. “Hayr, sa­bırla “el-Melik” ve “el-Allâm” olan Allah Teâlâ’dan yardım istemektedir” dedim. Sonra ona “Salihlerden bir zat geldi. Bana şöyle şöyle dedi: Onun Hızır (a.s.) olduğunu düşünü­yorum. Onun müjdesi müjdedir. İşin sonu hayr ve hamd edilecek bir sondur” diye olanları anlattım. Sultan’ın kalbi bu sözlerimle güç buldu ve hali değişti. Korku ve endişe sul­tandan gitti. Bana “Bu mekân için sen reis ol!” dedi. “Ben şu ana kadar savaş tecrübesi yaşamadım” deyince yanındaki birisine “Bu mekân için sen reis ol. Şeyh de senin müşir ve destekçin olsun” dedi. Onunla birlikte çıktım. O kişi, “Ey müminler! İslâm gayreti nerede? İnsanların en hayırlısının gayreti nerede? Yüce Sultan’ın gayreti nerede?” dedi. Eline bir kâğıt aldı ve “Ben bu mekânın reisiyim. İsteyene istedi­ğini vermeye salahiyet sahibiyim” dedi. Kardeşlerimizden birçoğu etrafında toplandılar. Biz de onlar arasındaydık. Şöyle bir ses işittik: “Ey seslenenler! Biliniz ki, ey Allah’ın muvahhid olan ordusu! Ey Müslüman gaziler! Düşman da­ğıldı! Onlar, şeytanın yandaşlarıdır! Onlar arkalarını döndü­ler ve kaçıyorlar! Onların hepsini öldürün!’ Bu sesi işittiği­mizde kalbimiz güçlendi ve tüylerimiz diken diken oldu. Hepimiz leopar ve aslan gibi cesaretli kesildik. Hiddetle sal­dırdık ve onlar darmadağın oldular. Zavallı çekirgeler gibi dağıldılar, öldürüldüler ve yakıldılar. “İnsanları köklerin­den sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu.”[499] “Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[500] “Al­lah, sabredenlerle beraberdir.”[501] Orada bulununlar on bin­lerce veya daha fazla kâfirin öldürüldüğünü rivayet etmiş­lerdir. Allah Teâlâ, Alîm ve Habîr’dir.[502]

Merhum şöyle derdi: “Allah Teâlâ, sıkıntı ve kederden sonra fetih, korkudan sonra emniyet ve meşakkatten sonra nimet lütfetti. Allah Teâlâ’ya hamd ve şükrederiz. ‘Bizden hüznü gideren Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Muhakkak ki Rabbimiz el-Gafûr ve eş-Şekûr’dur’[503] deriz. Sonra sultanın yanına girdim. “Ey Şeyhü’l-İslâm! Vaziyet nasıl? Halim çok sıkıntılı” dedi. “Vaadini yerine getiren ve kuluna yardım eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Allah Teâlâ, düşmanın bir­liğini bozdu ve onları yenilgiye uğrattı” dedim. Sultan’a şunları da söyledim: “Ey Sultanım! Askerlerinin ve emirleri­nin zulümlerine ve sıkıntılarına zaruret vaktidir diyerek mü­samaha gösterdin. Şunu kesin olarak bil ki kuvvet, “Yardım, izzet ve zafer ancak mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındadır.”[504] Bundan sonra Allah Teâlâ’dan başka kimseye güvenme ve onların zulüm ve sıkıntılarına asla müsamaha gösterme.” Sözlerime şöyle devam ettim: “Ey Padişahım! Müsaade edersen sana bundan daha fazlası­nı söylemek istiyorum” dedim. “Buyur, baş göz üstüne” de­diler. Ben de şunları söyledim: “Sizin büyük dedeniz İstan­bul’un fatihi ismi Sultan Mehmed Han’dır. Onun yanında eş-Şeyh Akşemseddin vardır. Onlara fetih beraber nasip ol­du. Şeyh, ‘Sultanların Sultanı fetihten sonra yapman gereken nedir? Allah Teâlâ, benzeri duyulmamış ve benzersiz iklimi olan bir şehri fethetmeyi sana nasip eyledi. Bu büyük nime­tin şükrü nedir bilir misin?” dedi. Sultan, “Onun şükrün na­sıl eda edeyim?” diye cevap verdi. Şeyh, “Hayra vesile ola­cak binalar inşa etmendir. Cemaat için camiler medreseler, müderris ve telif ehli için hücreler, aç erkek ve kadınlar için imaretler, hasta, yaralı ve müptelalar için hastaneler, ihtiyaç sahipleri ve fakirler arasında adaleti tesis etmen gerekir” de­di. Sultan, “İşittik ve itaat ettik” karşılığında bulundu. Ben de şunu diyorum: “Ey Sultanım! Senin ismin Mehmed Han, benim ismim de Şemseddîn’dir. Her iki isim de birbirine muvafıktır. Bu fetih için adalet ve ihsan ile şükret.” Sultan, “İtaat ettim” dedi.”

Bu anlatılan olaydaki ilk fayda şudur: Büyüklerin ve âmirlerin yanında olan kimselerin kalbi heyecanlı, sabırlı, saf

ve inanmış bir halde olmalı. Duyduğu ve işittiği her şeyi on­lara götürmemeli. Onların yanında sıkıntı zamanında korku, zaaf ve kesin olmayan malûmatları nakletmemeli. Tam aksi­ne kalplerini güçlendirmeli ve imkân nispetinde onların korkularını gidermeli. Belkıs’ın şu sözünü görmedin mi: “Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler! Bana, Bismillahirrah- manirrahim diye başlayan ve ‘Sakın bana karşı başkaldır- mayın ve teslim olarak gelin, diyen Süleyman’dan gönde­rilen önemli bir mektup bırakıldı.’ dedi. Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin. Sizler yanımda bulunmadıkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem.”[505] Etrafındakiler, “Biz güçlüyüz, şiddetli mücadeleye de hazı­rız. Karar senindir” dediler. Belkıs’a baktıklarında ellerinin titrediğini, bedeninin sarsıldığını ve yüzünün renginin de­ğiştiğini gördüler. Onda korkunun izleri vardı. Başlangıçta acizliklerinden haber verselerdi ve “Bizim Süleyman ve or­dusuyla savaşmaya gücümüz yok” diyerek acizliklerini dile getirselerdi Belkıs’ın korku ve zaafı bundan daha fazla ar­tardı. Suçsuz olduğu halde ölmesinden korkulurdu. Etrafın­dakiler, onun kalbini güçlendirdiler ve “Biz güç sahibiyiz ve şiddetli mücadeleye hazırız.” dediler.

İkinci fayda şudur: Din hâkimleri (kadılar, fakihler) ve âlimleri sözün söyleneceği zaman ve mekânı iyi takip etmeli, uygun zaman ve zemini bulunca uyarılarını yapmalılar. Böyle olursa onların sözleri tesirli olur ve karşısındakine nü­fuz eder. Bu onların gayretlerinin boşa gitmemesi ve sözleri­nin zayi olmaması için gereklidir.

Üçüncü fayda şudur: Büyükler ve yöneticiler âlimlerin sözlerini işitmeli ve onların nasihatlerini kabul etmelidirler.

İslâm askeri fetih ve ganimet ile dönünce merhum da za­yıf bir halde Sivas’a döndü. Üzerinde seferin yorgunluğu-

nun izi vardı. Günden güne zayıfladığı görüldü. Zaten be­deni naifti. Bana vasiyette bulundu ve cenaze işleri (teçhiz, tekfin, iskat vb.) için gerekli her şeyi yapmam için beni gö­revlendirdi ve bana para verdi. Sonra, “Saîd, Hamîd, Râzî ve Merzî olarak Rabbinin rahmetine kavuştu.[506] Son sözü, “Muhakkak ki ben, hanif olarak yüzümü, yeri ve semaları yaratan Allah’ın Zât’ına döndürdüm”[507] âyet-i kerimesi ol­du. İnsanlar onun vefatını işitince bölük bölük geldi ve ona rahmet dilediler. Topluca cenazeyi başlarının üzerlerine ta­zim, tehlil,[508] hüzün, gözyaşı ve tebcil[509] ile aldılar. Öyle ki ona kolaylıkla dokunan bir kimse olmadı. Onu musallaya tekvîr[510] ve tebtîl[511] ile koydular. Burada daha önce kimsenin benzerini görmediği ve duymadığı kalabalıkta bir cemaat toplandı. Namaz kılınan yer dolmuş, halkın bir kısmı damla­rın üzerine çıkmıştı. Âlimler, salihler, fakihler, kanaat önder­leri, hâkimler, devlet erkânı… Beldede, münafık ve mülhid- lerin dışında cenazeye katılmayan kimse kalmadı. Allah Teâlâ’nın fazlıyla cenazenin imamlığını yapmak bana nasip oldu. Sonra cenazeyi kaldırıp kabr-i şerifine getirdiler. Onu bahsi geçen caminin mahremine defnettiler. O hayattayken, âdeti üzere yolda yürüdüğünde buraya uğrar, biraz durak­lar ve dua ederdi. Ona bir gün şöyle dedim: “Ne zaman bu­raya uğrasanız durup dua ediyorsunuz? Kim için dua edi­yorsunuz?” dedim. “Bu yeri bana bağışlamasını caminin sa­hibinden istemiştim o da bana bağışladı. Burası benim kab­rim olacak.” dedi. Vaziyet aynen dedikleri gibi oldu. Mer-

humun vefatından üç sene sonra kabrinin üstüne bakanlara huzur veren sağlam kârgir bir kubbe yapıldı. Burası müba­rek bir kabirdir ve rahmetin indiği bir yerdir. İhtiyaç söz ko­nusu olduğunda ve özellikle sıkıntı zamanlarında duaların kabul edilmesi umulur. Allah’ım! Bu makamı kerim bir ma­kam kıl. Burayı hayırların indirildiği mübarek bir yer yap. Muhakkak ki sen (hayr) indirenlerin en hayırlısısın.[512] Orada dua yapanları, hayr ve salah üzere kabul eyle. Onların sıkıntı ve dertlerini kurtuluşa çevir. Ya Rabbi, buranın feyzini artır. Buranın bereketiyle bizi rızıklandır. Sevenlerimizden ve ih­vanımızdan ölümümüzün ardından bizi de bu kubbenin al­tına koymalarını umarız. Merhumun vefat tarihi hicri 1006’dır. (1597/1598) Merhum, Mehmed Dede’ye türbedar­lık görevini vasiyet etmişti. Mehmed Dede, merhumun vasi­yetine gözü gibi bakıyor ve her an türbede vazifesinin ba­şındadır. Ona İşhanı Tuzla’sının gelirinden her gün için bir dirhem tahsis edilmiştir. Mehmed Dede, şu anda bu hizmet­le meşguldür.

Merhumun vefatından sonra azgınlık, zulüm ve haksızlık aldı başını gitti.eğişti. Özellikle Rûm Zamanın halleri d[513] vilayeti nde özellikle hicri 1009 (1600-1601) senesine ulaşıldı­ğında uğursuzluk baykuşunun sesi yükseldi. Karayazıcı

diye bilinen azgının liderliğinde, Allah Teâlâ’nın laneti za­limlerin üzerine olsun,[514] eşkıyalardan bir topluluk meydana geldi. Onların sayısının yirmi bine ulaştığı söylenir. Ço- rum’u yakıp yıktılar ve Sivas’a yöneldiler. Sivaslılar ayrılığa düştüler. Bir kısmı mallarını ve ailelerini bırakıp kaçtı, bir kısmı ise kale ve sığınaklara girip silahlı mücadelede bulun­dular. Ben, o zaman Allah Teâlâ’ya sığınarak sabrettim ve onları gördüm. Büyük bir toplulukla Sivas’a girdiler. Hepsi gençti. Kalplerinde zerre kadar merhamet yoktu. Şefkat ve merhamet onları terk etmişti. Kötü niyetli, silahları demir­den, okları zehirli, süngüleri uzun, şiddetleri pervasız, ham­leleri ani ve niyetleri bozuktu. Birçok kişiyi öldürdüler; onla­rın mallarını ve çocuklarını aldılar. Evleri ve dükkânları yak­tılar. Ağaçları kestiler ve ekinleri bozdular. Hayvanları bo­ğazladılar. Şehrimizin etrafında kaz, ördek, tavuk ve güver­cin bırakmadılar. Emn ve eman olmadan üç ay burada kaldı­lar. Onların gidişlerinin ardından insan ve hayvanlarda ölüm yayıldı. Sonra Kayseri’ye yöneldiler. Orada Sultan ve Resim el-Hac İbrahim Paşa’nın askerleri vardı. Onları, Rah- man’ın askerleri karşıladı. Çok şiddetli bir şekilde çarpıştılar. “İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) dön­dürür dururuz.”[515] “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır.”[516] “Ve Allah dilediğini yapar.”[517] “Şüphesiz Allah istediği hükmü ve- rir.”[518] el-Hac İbrahim Paşa ve sultanın askerleri onlara ye­nildiler. Lanet olası eşkıyalar Elbistan’a yöneldiler. Orada Mehmed Paşa’nın oğlu Hasan Paşa ve askerleri vardı.

Amansız bir şekilde çarpıştılar. Lanetli eşkıyalar, onların karşısına tutunamadılar ve kısa sürede yenildiler. Arkalarını dönüp kaçtılar, vatanlarına döndüler. Onların başı, Karade­niz sahilindeki Samsun ilinin Canikli kasabasındandı. Etra­fındaki hususî maiyet ile reisleri Canik’e kadar kaçtılar. O, burada öldü. Allah Teâlâ’nın laneti onun, ona tâbi olanların ve onu sevenlerin üzerine olsun.

Bu fitneyi çıkaranlardan sonra Rum diyarında cevir ve zulüm ehli görüldü. “Onlar, yeryüzünde bozgunculuk yap­mağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozguncu­luğu sevmez”[519] şeklinde tavsif edilen Ye’cûc ve Me’cûc gi­biydiler. Özellikle Sivas, onların saldırılarından etkilendi. Si­vas halkı bölük bölük oldu. Halk, yayılmış çekirgelere[520] döndü. Köylere kurtlar ve diğer yırtıcı hayvanlar yerleşti. İnsanları misafir edecek mamur bir ev kalmadı. İnsanlar, til­ki ve köpeklerden korkar hale geldiler. Köy arazileri, baş­tanbaşa sahipsiz, bomboş kaldı. Fakirler, karınlarını doyur­mak için yeşil bitkileri ve ağaç köklerini yediler. İnsanlar, günler ve geceler boyunca, kuvvet bulmak için ağaç kabuk­larını yediler, yollarda ve patikalarda cife arar hale geldi- ler.[521] İnsanlar, kedileri ve kurtları avlayan köpekleri bile av­ladı ve yedi. Hicri 1012 (1603/1604) geldiğinde kedi ve kö­pekler bir hayli azalmıştı. Bu vakitten sonra hayvan kanları­nı, leşlerini yediler. Bunlar da tükenince çoluk çocuğu kesip onların etlerini tencerelerinde kaynattılar. Bunu yapanın ate­şe atılıp yakılmasına hükmedildi. Fakirler, bu yanan kişinin etrafında toplandılar ve onun bünyan gibi yanan etini ye­mek için de yarıştılar. Bu olaydan sonra kötülüklerin önü alınamaz oldu. Fakirlik insanı işte böyle kötü neticelere gö-

türür. Bu, büyük bir musibettir. “Hüküm Allah’ındır.”[522] Biz, Allah’tan geldik. O’na döneceğiz.”[523] Allah Teâlâ’dan bağışlanma dilerim ve Allah Teâlâ’ya tövbe ederim. Al­lah’ım! Zalimlere insaf ver ve onlara, özellikle bize, bütün mümine erkek ve kadınlara tövbe nasip et.

Sülûke Dair Bazı Meseleler

Bil ki; samimi, tâlib ve sadık olan bir sâlike hedefine ula­şıncaya kadar tembellik ve gevşeklik göstermemeli, durmak­sızın, eksiksiz bir şekilde Hakk’a yönelmelidir. Bunun aşağı­sında bir yönelişi olursa, isterse keşf ve keramet sahibi olsun noksan olanlardan sayılır, kâmillerden sayılmaz. Onun ter­biye ve tezkiyesi ile ilgilenen kimsenin de sâliki mevâcîde ulaştırması gerekir. Eğer vusulden önce üstadı kişiyi terbiye ve tezkiye işini terk ederse bu kişinin hali, nemli bir toprağa ekilen yeşil bir ağaca suyu verilmez, gerekli bakım yapılmaz ve ihmal edilirse o yeşil ağaç nasıl kurur, meyve vermez ve ateşte yanan kuru oduna dönerse o odunun hali gibidir.

Mevâcîd, ruhanî ve manevî lezzetin kişinin bütün âzâla- rına sirayet etmesi; bütün âzâlarında bu lezzetin duyulması­dır. Bu, dördüncü ismin doğuşunda gerçekleşir. O, nefs-i mutmainne makamıdır. Onun âlemi, “Melekût Âlemi”dir. Bu makama kadar şeyh, geceleri nefsiyle; bu makamdan sonra ise geceleri himmet ve Allah Teâlâ’nın yardımları ile sâlike destek olur. İnşallah sâlik, bu makamda irtidattan gü­vende olur. Sâlik, bu makama ulaştığında ibadet etmek ona zor gelmez. İbadetten lezzet alır ve külfetsiz olarak ibadetle­rini yerine getirir. Sâlik, büyük bir lezzet bulur. Sâlikin gece­si gündüze, gündüzü geceye döner. Çünkü bu makamda sâlik, Allah Teâlâ’nın hazinelerden birçok şey bulmuştur. Bu makamdaki sâlikin hariçteki örneği şuna benzer: Yaşlı, dün-

ya malı toplamaya hırslı ve elinde kazı aleti olan bir adam düşünün. Bu adam geçmişte gömülen bir hazineyi bulmak istiyor. Ona, salih ve dindar bir kimse yol göstererek, “Ey fi­lan! Muhakkak ki ben, şurada büyük bir hazinenin işaretle­rini gördüm.” der. O kişiye orayı gösterir. Ve ona, “Burayı kaz! Allah Teâlâ’nın izniyle hazineyi bulacaksın.” der. Bu­nun üzerine adam tam bir ihtimam ve hususi bir gayretle gece yarısına kadar orayı kazar. Hiçbir işaret bulamaz. Ken­disine delil olana, “Beni kendine tâbi kıldın. Ama bir şey bu­lamadım” der. Ona yol gösteren, “Dön ve orayı kaz! Ümit kesenlerden olma!” diye cevap verir. Kişi, oraya döner ve tekrar büyük bir ihtimamla kazar. Yine hiçbir işaret bula­maz. Kendisine yol gösteren kişinin sözlerine artık inanmaz. Kendisini boşa oyaladığı düşüncesiyle öfkelenir ve der ki: “Benim sana güvenim kalmadı. Beni boşa yordun. Belaya düşürdün. Bu işi bıraktım.” der. Ona yol gösteren kişi, “Ke­sinlikle hazine vardır. Ona tembellik ve ihmal gösterilerek, gevşeklik ve ağır çalışmayla ulaşılamaz. Hazine ya çok de­rindedir ya da sen yerini doğru tayin edememişsindir” der. Yol gösteren kimse onunla birlikte define yerine gider ve belli bir yeri ona gösterir. Adam gösterilen yeri kazar, ona yol gösteren kişi de asasına dayanmış şekilde başında bekler. Kişi, kazmayı vurmaktan vazgeçmek ister ve “Takatim ve gücüm tükendi” der. Ona yol gösteren, tam bir gayretle ça­lışmasını emreder. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. İnsan yakında kazandığının karşılığını görecek- tir”[524] der. Kişi, kazma işine devam eder. Gece ve karanlık çöker. Sıkıntı, zahmet ve cefa son noktaya ulaşır. Kişi, yol göstericinin irşadını inkâr eder ve dönmeye karar verir. Yol gösteren kişi, “Senin için dönüş asla söz konusu olamaz” der. Adam kazmasını tekrar eline alır ve bir darbe daha indi-

rir gösterilen yere. Ansızın bir dinarın sesiyle irkilir. Çok sevi­nir. Kazmasını tekrar sallar. Bu darbeyle üç dinar daha çıkar. Bunun ardından güçlü ve hararetli bir darbe daha gelir. Ni­hayetinde hazinenin kapağı açılır ve kişi, yeni dinarlardan oluşan hazinenin üzerinde “La ilahe illallah Muhammedü’r- Resûlullah.” nakşedilmiş olduğunu görür. Bu kimse oradan ayrılır mı? Yoksa orada geceler mi? O kimsenin, kendisine yol gösterene tam bir bağlılık ile bağlanması ve ona büyük bir hürmet göstermesi gerekir. Kişi, böyle bir rehberi anne baba­sından, arkadaş ve oğlundan daha çok sevmelidir. Bu anlatı­lan, mevâcîdi ifade etmek için dile getirilen yeni ve çok yerin­de bir örnektir. Bu örneği düşün ve bu örnekle doğruyu bul!

Müride düşen görev tefrikadan uzak durarak ibadetlerle zamanını değerlendirmek, kalbini karışık duygulardan, dü­şüncelerden ve Allah Teâlâ’nın sevgisinin dışındaki her şey­den uzak tutmaktır. Gece ve gündüz kalbini parlatmaya de­vam etmelidir. Mürid, zulme meydan verdiği için nefs-i em- mâre sahiplerinden, fitne çıkaran, kibirli ve şerli kimselerden uzak durmalıdır. Zenginlerle ve devlet adamlarıyla oturma­malıdır. Bilakis ebrar ve ahyar ile oturmalıdır. Çünkü onların sohbetleri kişiye müsbet yönde çarçabuk tesir eder. Aynı şe­kilde mürid, kadın, çocuk ve gençlerle sohbetten de kaçınma­lıdır. İmam Kuşeyrî, “Sen gençlerle sohbetten sakınmalısın. Çünkü onlar, hile ve aldatma ashabıdırlar” demiştir.

Rivayet edilir ki, Ebû Amr el-Basrî,[525] kurrâların üstadı idi. Büyük-küçük, zengin-fakir herkese Kur’ân-ı Kerim okumayı öğretirdi. Kur’ân-ı Azîm hafızasında eksiksiz bulu­nurdu. Bir gün güzel yüzlü, hoş giyimli ve alımlı bir genç

yalnız olarak ona geldi. Onu görünce kalbi ona meyletti, onu göğsüne bastırdı ve öptü. Çocuk ona, “Ey üstadım! İnsanlar seni şeyhülislâm addederken sen bu haram fiili nasıl yap­tın?” dedi. Ebû Amr, kendisini büyük bir mahcubiyet içeri­sinde buldu. O, bu utancını şu ifadelerle anlatmıştır: “Piş­man oldum ve kalbime baktım ki kalbim ilim, hikmet ve furkandan boşalmış. Onların yerine, cehalet, zulmet, hayret ve unutma gelmiş. Kalbimde Kur’ân-ı Kerim’den hiçbir şey bulamadım. Talebe ve çocuklar benden uzaklaştılar. Hayret ve istiğraka düştüm. Birisi beni ehl-i irfan bir kâmil şeyhe yönlendirdi.[526] Ona gittim. Elini ve ayağını öptüm. “Bana olan bu hal nedir?” dedim ve halimi ona anlattım. Beni kov­du. Ben ısrar ve samimiyetle ona tekrar gittim. Bana, “Bu iş, büyük zorluklar çekmeden olmaz.” dediler ve bana Hicaz’a gitmem için emir buyurdular. “Aişe Camii”nde duası kabul bir kâmil şeyh vardır. Benden ona selam götür” dedi. He­men yola koyuldum ve büyük zorluklarla o kişiye ulaştım. Onun selamını o kişiye iletince bana, kalbim nur, ilim ve Kur’ân-ı Kerim ile dolsun diye dua etti. “el-Melik”, “el- Azîz”, “el-Allâm”, “el-Hannân” ve “el-Mennân” olan Rab- bimin ikramıyla yapılan dua kabul oldu ve kalbim ilim, hikmet ve Kur’ân-ı Kerim ile doldu.

Zikir Halkası

Metin Kutusu: 596Tarikat ehli bu konuda iki kısma ayrılmıştır. Bir kısım hafî ve kalbî zikri tercih etmişlerdir ki, bu usûl Ebûbekir-i Sıddîk’ın (r.a.) yoludur. Bunlar, elbiselerini değiştirmezler. Bu usûlü tercih edenler halka kurmaz, hareket etmez, sağa sola eğilmez ve ses çıkarmadan zikir yaparlar. Böyle olduk­ları için onları inkâr etmeye çalışan kimseler bulunmaz. On-

larda gösteriş ve desinler diye yapılan bir davranış yoktur. Fakat onların menzilleri uzaktır ve onlardan maksutlarına ulaşanlar binde bir çıkar. Bu usûlü kabul edenler daha çok Buhara ve Semerkand civarındadırlar ve diğer beldelerde buralara göre daha az bulunurlar.

Bir başka kısım tarikat ehli ise hafî ve kalbî zikre karşılık cehrî zikri benimseyenlerdir. Onlar, sünnet-i seniyyede gel­diği gibi halka kurarlar. “Hz. Enes’ten (r.a.) rivayet edildiği­ne göre, Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman ondan istifade ediniz.” Biz, “Cennet bahçeleri nedir?” deyince, Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem), “Zi­kir halkaları ve ilim meclisleridir.” buyurdu.”[527]

Zikir, Zikirde Halka Olmanın Adabı, Zikre Nasıl
Başlanacağı ve Şartlara Riayet

Cehrî zikir için toplandıklarında (sûfîler) sağlam ve temiz bir mekânda ibadet kastıyla fasid ve fani meşguliyetlerden uzak bir zamanda zikir yaparlar. Onlar, halkalarının arala­rında hiçbir boşluk bırakmaz, dizlerini birbirlerine yapıştırır, gözlerini yumar, Allah Teâlâ’ya yönelir, kalpleriyle Allah Teâlâ’nın rızasını kasteder ve dini sadece Allah’a tahsis ede­rek, Allah’ı birleyerek[528] zikrederler. Onların temiz dilleri, boyun eğmiş bir beden ve huşu dolu bir kalp, güzel bir ses ve hoş bir makamla zikre başlar. Sonra onlar yaydan atılan bir ok gibi topluca dönerler. Hareketlerinde asla birbirlerine muhalefet etmez ve zıt davranmazlar. Bu edeplerle zikre başladıklarında halkanın nuru aşk ateşiyle tutuşur. Kalple­rinde zikrin yüce tesiri söz konusu olur, ciltleri etkilenir, benlikleri titrer, kalpleri döner, cisim ve bedenleri hareket eder. Onlar, değirmen taşının hızlı dönüşü gibidirler. Beden-

leri etkilenir ve kanları hızlı akmaya başlar. Böylece hayvani rutubet ve kötü buhar (vücuttan) çıkar. Sonra cildin içerisine hararet girer, fazla olan et ve yağı yakar, kanı keser. Sonra hararet ciğer, dalağa taşar. Sonra çam kozalağı şeklindeki kalbin bâtınına sirayet eder. Burada bulunan eti eritince o kişiden beden ağırlığı kalkar. Balgam ve kan karışımları yok olur. Ciğer temizlenir, vücud aydınlanır, beşer tabiatının ka­ranlıkları gider, böylece kişiden uyku ve uyuklama hali kal­kar. Zâhir ve bâtını tabaklanmış deri gibi tertemiz olur. Kalpler, cehrî zikrin nuru ile aydınlanır. Onlardan kötü ahlâkın tesirleri uzaklaşır, şeytan ve yırtıcı hayvanların huy­ları gider. Çünkü aşkın cemresi hicap ağaçlarını yakmış, ru­hun nuru doğmuş ve böylece perdeler kaybolmuştur. Bu ki­şiler bu şekilde, samimiyet ve ciddiyetle devam ettiklerinde, Allah Teâlâ’nın izniyle, bunların “Ehassü’l-Hâs” olmaları umulur. Onların durumunu hariçte şu şekilde teşbih ve tem­sil edebiliriz: Geniş bir sahrada büyük bir göl düşünelim. Bu gölde uzun ve çok kamışlar bitmiş olsun. Sonra bu gölün suyu çekilse, buraya yırtıcı hayvanlar, domuzlar, yılanlar, akrepler ve diğer haşeratlar girer. Burada kamışlar kurudu­ğunda içerisine bir ateş düşse ve bir rüzgâr da esse, o zaman kamışlar içerisindeki haşerelerle birlikte yanar ve bir saat içerisinde orası yok olur. Ateş zâhirde olanı, görüneni, her şeyi temelinden yakmıştır. Ancak böyle olursa orada ziraat yapılır, hububat ekilir, oranın zemininde güzel meyveli ağaçlar büyür, güzel kokulu çiçekler ve güller biter. Bunu iyi ölç ve düşün!

Halvetî Silsilesi ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
Hz. Ali’ye (K.v.) Biati Tarif Etmesi

Cehrî zikri tercih edenler, bu yolun kişiyi vuslata erdirici en hızlı yol olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu yolu tercih edenlerin yolları Ali b. Ebu Talib’de (k.v.) sona erer. O,

Nebî’nin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) cehrî zikri kendisine telkin ettiği ilk kişidir. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ya Ali! Lâ ilahe illallah, de!”[529]

Halka kurarak zikir yapanlar arasında ihtilaf vardır. “Re- havî” denilen bir şekle göre sema esnasında sağ tarafları üzere zikir yapanlar vardır ki, bunlar “Rûşenîler”dir. Bunlar, Beyt-i Haram’ı tavaf edenlerin yaptıklarına sarılmak ve sağ tarafın soldan daha hayırlı olduğu kabulünden dolayı böyle zikrederler. Çoğunluğu oluşturan diğer kısıma göre ise zikri sol taraf üzere yapanlardır. Onlara göre nefs-i emmârenin yeri ve ona kuvvet veren kalp, ciğer ve dalak sol taraftadır, bu nedenle zikir bu tarafa doğru olmalıdır. Bu görüşü be­nimseyenlere göre nefs-i emmâre düşmanların en yamanı­dır. Bu nedenle zâkir ve sâlike nefs-i emmâreye onu yenip yok edinceye kadar hücum etmesi gerekir. Altında tatlı bir su bulunan büyük bir kayayı kırmak isteyen kimse görül­mez mi? O su, hayat suyu olabilir. Onu elde etmek için su­yun olduğu tarafı soluna alır, külüngü sağ tarafına alır ve o kayaya suya ulaşıncaya kadar güçlü bir şekilde vurur ve böylece kayayı kırıp o suya ulaşıncaya kadar bu hareket de­vam eder. Ayrıca düşman solda bulunduğu halde sağ tarafa doğru zikretmek hikmete de aykırıdır. Çünkü zikri bu şekil­de yapmak düşmanı ezmek değil, ondan yüz çevirmek an­lamına gelir. Ayrıca duymadın mı ki, “kutbu’l-aktâb” ve “imameyn”den[530] oluşan üç kişi vardır ki, kutbu’l-aktâb ayakta, imamlardan birisi onun solunda diğeri ise sağ tara-

fındadır. Ve kutbu’l-aktâb’ın sol tarafında olan sağ tarafında olandan daha hayırlıdır. Çünkü sol tarafta olan Kutbu’l- Aktâb’ın kalbine bakmakta, onun kalbi tarafında beklemek­tedir. Bu imam, kîl ü kâlsiz bir şekilde kutbu’l-aktâbın kal­binde ortaya çıkan şeyi yapar. Kutbu’l-aktâb vefat ettiğinde sol tarafında olan kutbu’l-aktâbın yerine geçer. Sağ tarafta olan imam ise sol tarafa geçer. Evtâddan birisi sağ taraftaki boşalan yere gelir. Yine büdelâdan birisi evtâddan boşalan yere gelir. Nücebâdan[531] büdelânın yerine, nükebâdan[532] bi­risi de nücebânın yerine geçer. Bunlar, Tabakâtü’l-Evliyâ’da açıklanmıştır.

Evliyanın Yolları

Şunu bil ki, evliyanın yolları çoktur. Bu yolların kısımları kaydedilmez ve sınıfları sayılamaz. Çünkü Allah Teâlâ’ya giden yolların sayısı, yaratılmışların nefeslerinin sayısı ka­dardır. Fakat evliyanın yollarını asıl itibariyle üç kısma ayırmak mümkündür. Sülûkten önce, mücahedelerden önce ve riyazetlerden önce cezbeye tutulanlar. Bunlar, Allah Teâlâ’nın hazinelerinden bir hazineye ulaşmışlardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın sırlarına vâkıf olan velilerdir. Bu veliler, Al­lah Teâlâ’nın muradı ve mahbubudurlar. Çünkü davet ve ikaz öncelikli olarak Hak tarafından gelmiştir. Bu, büyük bir nimettir. Bundan sonra mücahede etmeyen kimsenin hazi- neyi kaybetmesinden ve hallerinin kaybolmasından, böyle-

ce, maneviyat fakiri olup [yerilmeye lâyık] asıl haline dön­mesinden korkulur. Bu, üç kısımdan ilkidir. Bir kimse hamd edilmeye lâyık bir nimet olan cezbeden sonra bu yüce nime­te şükreder ve yolun hakkını ifa için mücahedeye devam eder, şeriatın edepleriyle edeplenir, kulluk makamında Al­lah Teâlâ’nın rızası için bekler, padişah ve sultanların hususi adamları gibi, Mevlâsının emirlerine riayet ederse bu kimse­nin hazinesi bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine olur. Al­lah Teâlâ’nın inayetinin mücahededen önce gelmesi sebebiy­le ne kadar sarf edilirse edilsin bu hazine bitmez. Bu, ikinci kısımdır. Bu kısım, diğerlerinin içerisinde en mükemmel ve en güzel olanıdır. Öncelikle bu sınıftaki kimse, Allah Teâ- lâ’nın dilemesi ve mahbubudur. Sonra bu kişi mücahede yapmış ve tembellik etmeden bu mücadeleye devam etmiş- tir.[533] Üçüncü kısımda kişi öncelikle ahiretteki azaptan kâmil bir şeyhin nefesi, amel eden Rabbani bir âlimin sözü ile cez- besiz olarak tarikata girer. Sonra hakkı murad eder, Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşmak için mücahedeler yapar; kötü ahlâkı terk edinceye ve güzel ahlâkın esaslarıyla mücehhez oluncaya kadar şeriatın edepleriyle mücehhez olur. Sonra Mevlâsının cezbesini kazanmaya lâyık olur. Bu kimse için cezbeye ulaşmak söz konusu olunca ona hazinelerin kapıları açılır. Bu üçüncü kısımdır. Bu güzel ve tam bir nimettir. Fa­kat ikinci kısmın mertebesinde değildir. Çünkü o, öncelikle Hakk’ı istemiş, cezbe ise ondan sonra o kimseye verilmiştir. Aralarında büyük fark vardır.

Hak Yolların Neler Olduğu Hakkında

Allah Teâlâ’ya ulaşanlar (vâsilûn), istidatlarına göre mer­tebeleri farklı da olsa, iki kısımdır. Vâsıl, maksuda ulaştığın-

da, Allah Teâlâ, onu yanında tutar ve halkı irşad için ona izin vermez. O, kendi nefsinde mükemmildir. Bu kimseye makbul, kâmil ve vâsıl denir. Vâsıl, maksuda ulaştığında, cezbe mücahededen önce veya sonra olsun fark etmez, halka davet ve irşad için kendisine izin verilirse bu kimseye de vâsıl-ı merdûd ve sâir minallâh bi-iznillah[534] denir. Bu kimse, makbul ve vâsıl olandan daha yüce, kâmil ve tamdır. Çünkü bu kimse hem kendi nefsinde hem de başkasında mükemmildir. Burası nebilerin makamıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Nebi! Muhakkak ki, biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.”[535]

Bil ki, geçmiş şeyhlerin ve selef-i salihînin bir âdeti de sülûk ve tavırları farklı da olsa bir beldede dine bağlı bir ha­life varsa oraya başka bir halife göndermemeleridir. Çünkü halife göndermekten maksat kötü ahlâkın giderilmesi, mü­minlerden ve toplumdan bu kötü ahlâkın uzaklaştırılması­dır. İş, bunu gerektirir. Bunun aksi ise sözlerde, kelimelerde ihtilaf meydana getireceği için bir beldeye, bir yere halife göndermenin hikmet ve sebebine aykırı olacaktır. Bir şeyhin iki halifesinin bir beldede olması ise asla caiz değildir. Bun­dan dolayı bir asırda yeni şeriat iki kişi bir arada bulunma­mıştır. Bunu iyi düşün, anla. Zamanımızda, beldelerde bu hali görüyor ve dediğimiz gibi onları buluyoruz.

Sûfîlerin bir başka âdeti de tâbi oldukları şeyhleri yaşadı­ğı sürece bir başka şeyhe gitmemeleridir. Bunun hariçteki örneği, kocasından başka bir dost tutan, bazen kocasının evinde bazen de dostunun evinde bulunan bir kadının du­rumuna benzer. Bir başka şeyhten manevî feyz alan bu kim­senin durumu, dostunun evinde zina yapan kadının fayda-

lanması gibidir. Bu hale, tarikata giren fakat bozuk niyetli, hasetçi, gösteriş ehli, desinler için iş yapan, sülûkünde kesin­ti olup sülûkten yüz çeviren veya kendisine bir fitne uğrayan kimse sebep olur. Bu kötü sıfatlara sahip olanların şerlerin­den Allah Teâlâ’ya sığınırız. Onlar, sokaklarda cife arayan ve çöplüklerde pislik yiyen köpeğe benzerler. Zulüm ve fısk düşüncesinin etrafında dönen ehl-i rüsum[536] olanlar bunu yaparlar. Onlar, boğazlarından haram geçiren, yemekleri ze­hirli ve öldürücü olan kimselerdir. Dışardan onları gören ve içlerini bilmeyen halk onları hal ve sırlar ehli zannederler. Haşa, haşa. Onlar en şerli, yol kesici ve dini satan kimseler­dendirler. Onlar ebrardan değillerdir.

Hâtime:

Sivas’ta Bulunan Keramet ve Velayet Ehli Kimselerden
Bazılarının Kabirleri

İnsanlar arasında bilinen bir yer olan Abdülvehhâb-ı Gâzî’nin (r.a.) kabri onlardan birisidir. Daha önce değindi­ğimiz gibi, kendisi Hz. Peygambere (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ulaşmıştır. Onun menkıbesi daha önce geçmiştir. Kabri, Sivas’ın doğusunda, altından Safâ Nehri akan yüksek bir tepenin üzerindedir.

Onlardan bir diğeri Şeyh Erzurûmî’nin (k.s.) kabridir. Kabri, şehrin kıble tarafında Sultan Çayırı denilen yerin ya­kınındadır. Anlatılır ki, bu zat Sivas’a geldiğinde zaviyesinin olduğu yerde kıbleye dönük beyaz bir elbise ile başını cüb­besinin içerisinde tutarak murakabe halinde dururmuş. Av ve gezi için oralara giden ve onu bu halde gören bazı kimse­ler onu beyaz bir cisim zannederek ona ok atarlar. Atılan ok­lar, hazretin sağına soluna, önüne ve arkasına düşer ve hiç­biri ona isabet etmez. Onlardan biri oraya koşar ve bakar ki, ok attıkları bu şey hürmete değer, velayet ehli bir şeyhtir.

Ona büyük ikramlarda bulunurlar. Vefatına kadar ona bü­yük bir saygı duydular. Türbesinin ihyası için vakıf tayin et­tiler. Allah Teâlâ ona, etrafındaki âlim ve şehitlere, onun yo­lunu takip edenlere rahmet eylesin.

Bir başka kabir de Şeyh 02111 (k.s.) kabridir. 500111 batı tarafındadır. Kabri teberrüken[537] çok ziyaret edilir. Köy ve beldelerde birçok seveni vardır. Rivayet edilir ki, kendisi zaman zaman Emir Han denilen bir köyde ikamet eder, ora­da ekin ve ziraat işleriyle uğraşırmış. Bir yaban ineği gelir, ona ziraat ve hasat işlerinde insanların Melik’inin izniyle yardım edermiş. Bu köyü, mübarek ve latif bir mekân olarak dağın eteğinde, altından uzunlamasına nehrin aktığı bir şe­kilde gördüm. Sâlik burada, tam bir yöneliş ile Allah Teâ- lâ’ya manevî yolculuğunu yapabilir. Anlatılır ki, Şeyhü’ş- Şüyûh,[538] yüce himmetler ve açık kerametler sahibi Ebu’l- Vefâ[539] (Tâcü’l-Ârifîn el-Bağdadî) ki bu zat Abdülkâdir-i Geylanî’nin (k.s.) şeyhidir, Rum diyarına üç halife gönder­miş. “Binek hayvanlarınız nerede durursa, oraya yerleşin. Orası sizin konaklama ve irşad yerinizdir. Oraya yerleşin ve size ettiğim tavsiyelerin gereğince çalışın.” buyurmuş. O üç halifeden birisi, bahsi geçen Şeyh Çoban’dır (k.s.). İkincisi, eş-Şeyh Merzûbân-ı ٧611011 (k.s.) ki, kabri, mübarek meza­rı Sivas’ın en uzak arazisindeki zaviyesinin yanındadır. Ve-

fatından sonra da tasarrufunun devam ettiği söylenir. Birçok menkıbesi vardır. Evlatları âlim ve salih kimselerdir. Evlatla­rı içerisinde heva ehli kimse yoktur. Üçüncüsü ise eş-Şeyh Mehmed Perhevendî’dir (k.s.). Kabri, Tokat civarında meş­hur Çöreği Büyük zaviyesinin yanındadır. Allah Teâlâ, ona büyük bir rahmet ile rahmet eylesin.

Şeyh Âdil’in kabri. Bulunduğu mekânda kırık yıl ibadet üzere yaşadığı rivayet edilir. Yaşadığı o mekândan bir zaru­ret olmaksızın dışarı çıkmamıştır. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Kadı Burhan’ın kabri. Âlim, fâzıl ve tasnif ehli birisi ol­duğu nakledilir. Kabri, teberrüken ziyaret edilen bir yerdir. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

eş-Şeyh Şihâbüddîn’in kabri. Şehrin kuzey tarafında Ka­le Kapısı civarındadır. Onun Ferâiz’i şerh edenlerden olduğu söylenir.

eş-Şeyh Ali Uryan’ın kabri. Eş-Şeyh Şihâbüddîn’in (k.s.) kabrine yakındır. Keşf ve kerametler ehli olduğu söylenir.

el-Kâdî Seyyidî’nin kabri. Bu zat, yukarıda hakkında malûmat verilen eş-Şeyh Merzûbân-ı Velî’nin (k.s.) torunla- rındandır. Kabri, Kale Kapısı yönündedir. Bu zatın, atası gibi tasarruf ehlinden olduğu söylenir. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

el-Hac Şahin’in kabri. Keramet ehlindendir. Anlatılır ki Hacı Şahin, zengin bir adamın kölesiymiş. Bu zengin adam, hacca gitmiş. Hanımı da üzerinde dumanı tüten bir helva pi­şirmiş. “Ey Şahin! efendin burada olsaydı da sıcakça bu hel­vayı yeseydi keşke!” demiş. Hacı Şahin, “Ey Hanımefendi! O helvayı bir kaba koy ve bana ver. Ben onu Allah Teâlâ’nın izniyle efendime ulaştırayım.” der. Kabı alır ve kıble tarafına doğru gider. Bir müddet sonra kendisini Arafat’ta bulur ki, o

esnada insanlar vakfe yapıyorlardır. Helvayı kabıyla birlikte efendisinin ellerinin arasına bırakır ki helvanın sıcaklığı he­nüz gitmemiştir. Geri döndüğünde evin hanımı, “Helvayı ne yaptın?” diye sorar. Hacı Şahin, “Helvayı eşine verdim.” der. Evin hanımı, “Onu sen yemiş olmayasın?” diyerek, hel­vanın kabı kocasının eşyaları arasında çıkıncaya kadar Hacı Şahin’in sözüne inanmaz ve ona itimat etmez. Kavmi Hacı Şahin’in efendisini karşılamaya gelince, “Beni bırakın! Şa- hin’in elini öpün.” der. Hacı Şahin’in bu durumu anlatılır ve insanlar arasında yayılır. Bu olay üzerine ona akarı devam eden bir vakfiye tahsis edilir. Kabri, Ali Uryan’ın (k.s.) kab­rine yakındır.

Merhum 69-90711 Şemseddîn’in (k.s.), şeyhimizin kabri. Daha önce bahsettiğimiz gibi kabri, Hasan Paşa’nın yaptır­dığı caminin haremindedir. Kabrinin üzerinde beyaz bir kubbe vardır. Mezarı, ruhî rahatsızlıkları, şiddetli hastalıkla­rı ve özellikle kendilerine cin musallat olanlar için ziyaret edilen mübarek bir yerdir. Sivaslıların çoğunluğu hac ve ga­za gibi seferlere çıkacakları zaman hazretin mübarek kabrini ziyaret ettikten sonra yola koyulurlar. Bu âdet halen devam etmektedir.

eş-Şeyh Çevkânî’nin kabri. Meşhur kimselerden birisidir. Zamanımızda kabrinin üzerine yeni bir kubbe yapılmıştır. Gelirleri oraya tahsis edilmiş bir köyden vakfiyesi vardır.

Hoca İmam’ın kabri. Mescidinin yanındadır. Anlatılır ki, mescid inşa edildiğinde mihrabın yeri konusunda mimar ile ihtilaf olur. Hoca İmam (k.s.), keşf ehlindendir. Mimara, “Ey mimar! Başını kaldır bak! Görmeye mâni olan perdeler kal­dırılır!” der ve elini mimarın gözlerinin üstüne koyarak göz­lerini mesheder. Mimar, Beytullahu’l-Haram’ı görünce “Al­lah Teâlâ’dan bağışlanma diliyorum” der, Müslüman olur ve

ahyardan bir kimse olur. Kabri, aynı şekilde mescidin ya­nındaki duvarın dibindedir.

Akbaş Dede’nin kabri. Mezarı ziyaret yerlerindendir. Al­lah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Yusuf Halife’nin kabri. “Zayıf Yusuf” diye meşhurdur. Kabri, ziyaretgâhtır. Kıble tarafındaki su yolu üzerindeki kabirlerden bir kabir olup Eğri Köprü olarak bilinen kemerli köprünün civarındaki kubbenin yanındadır. Oraya “Halife Kümbeti” denilir. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Ali Baba’nın kabri. Abdülvehhâb el-Gâzî (k.s.) kabrinin yakınlarındadır. Aralarında akan bir nehir vardır. Yüzü gü­zel, insana huzur veren birisiydi. Sözü tatlı, yumuşak tabiat­lı, cömert, yetim ve dulları gözeten, sofrası hususi ve umumi herkese açık birisiydi. Kabri, mescidinin yanındadır. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.

Şeref Saray’ın kabri. Ârif, âlim, fâzıl ve kâmil bir kimse­dir. Şeyh Şihâbüddîn es-Sühreverdî’nin halifelerindendir. Allah Teâlâ her ikisinin de sırrını takdis etsin.

Mecdüddîn Havârizmî’nin kabri. Âlim ve ârif, büyük bir şeyhtir. Sa’düddîn el-Hamevî’nin (k.s.) halifelerindendir.

Şemseddîn-i Tiflîsî’nin kabri. Ârif, âlim, kâmil bir şeyh­tir. Şeyh Evhadüddîn’in (k.s.) halifelerindendir.

Bu son üç kişi tasarruf ehlinden, Allah dostlarının büyük- lerindendirler. Allah Teâlâ sırlarını mukaddes eylesin ve eserlerini bâkî kılsın.

Hâtimetü’l-Hâtime:

Hakirin Bazı Halleri

Allah Teâlâ’nın bize ikram ve nimetlerindendir ki 980 (1572/1573) yılında merhum pederim eş-Şeyh İbrahim Efen­di ile hacca gideceğimiz zaman merhum Şeyh bize, “Evla­dım, yakınlık olarak Hz. Muhammed’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (r.a.)

nasıl yakınsa sen de bana öylesin. Gittiğin yerdeki ziyaret mekânlarında ve şerefli mezarlarda özellikle Efendimiz ve Nebilerin Efendisi, Asfiyanın Senedinin mezarında bize ha­yır duanı bekleriz.” dedi.

Yine Allah Teâlâ’nın bize inam ve lütuflarından birisidir ki merhumun vefatından bugüne kadar onu günde bir veya iki defa görmeyeyim. Onu görmediğim günler çok nadirdir. Bu, Allah Teâlâ’nın kullarından dilediğine verdiği lütuftur. (Cuma 62/4) Merhumun mübarek menakıbını toplamaya karar verdiğimde bir gece bir tepenin alt tarafında bulunan bir mescit gördüm. Merhum ve babam eş-Şeyh İbrahim Efendi bir cemaatle birlikte bulunuyorlardı. Merhumun çevkân[540] bir asası vardı. Benimle arasında bir adam vardı. Bulunduğu yerden yerden kalktı ve bana “Yanıma gel!” de­di. Ona doğru yürüdüm. “Beytullahu’l-Haram’ın idarecisi bizi ziyarete gelmeyi istiyor. Ne dersin?” dedi. Ben de “Ni­met ve ikramdır.” dedim. Sonra, “Hangi vakitte, ne zaman gelir, tahkik et?” dedi. Ben de tepeye doğru çıkmayı istedim. O tepenin başında bir adam şöyle diyerek sesleniyordu: “Yanındaki kimseyi bize gönderin. Yemeğinizi size getirsin.” Uykudan uyandım ve yanımdakilere bu rüyayı anlattım. Onlar, “Bu, salih bir rüyadır. Bu rüya, mübarek kitabına, Beyt’in sahibinin fazlı, rahmeti ve mağfireti olarak yemek göndermesine işarettir.” dediler.

Metin Kutusu: 610Allah Teâlâ’nın bana bahşettiği nimetlerden birisi de Al­lah Teâlâ’nın kitabından “el-Mecîd” olan Allah Teâlâ’yı dost edinmek üzere O’na (c.c.) yönelenler için bir “Vird-i Şerîf”i bir araya getirmemdir. “Seyyidü’l-İstiğfâr” ile başladım son­ra “Fâtihatü’l-Kitâb” ile devam ettim ki o her söz ve hitabın başıdır. Her sûre için, sûrelerin tertibine göre uzun veya kısa

âyet-i kerimeleri seçtim ve bu âyet-i kerimelerin faziletine dair hadis-i şerif veya sûreye dair sahabe-i kiramın sözlerine yer verdim. “Velleyli izâ yağşâ”[541] sonra kalan sûreler sonu­na kadar okunur. Sonra “el-Esmâü’l-Hüsnâ” okunur. Ve bu vird risalesinin adını Hatm-i Sağîr koydum. Çünkü Allah Teâlâ’nın yardımıyla kısa bir sürede kolayca okunabilmek- tedir. “el-Alîm” ve “el-Habîr” olan Allah Teâlâ’dan onu okuyanları “Hatm-i Kebir” okuyanların sevabına nail kılma­sını ümit ederim. Bu virdin vakti: Gece gündüz, bozucu iş­lerden ve yıkıcı meşguliyetlerden ne zaman boş kalınırsa okunabilir.

ولا حول ولا قوة الا بالله العلى العظيم

Bu risale, Sultan Ahmed Han b. Sultan Mehmed Han’ın (Âl-i Osman’ın gözbebeği olan) saltanatı döneminde tamam­landı. Allah Teâlâ ona adalet ve ihsan ile ömür lütfeylesin. Onun adalet kılıcıyla yeryüzünde zulüm karanlığı dağıldığı için bize, ona hayır dua etmek farz gibi gerekli oldu. Ey Al­lah’ım! Onun devletini dünyanın sonuna kadar daim eyle. Ordularına, “el-Kavî” ve “el-Metîn” isimlerinle yardım et. Ona, Rûhu’l-Emîn, melâike-i kiram, yüce nebilerinin ruhları ve mümtaz kimselerin himmeti ile kuvvet ver. Allah’ım! İslâm sancağını daima yardımınla dalgalandır ve onun al­tında olanları galip ve muzaffer eyle. Ya Rabbi! Vezirlerini kâfirlere çok şiddetli, fakirlere ise çok merhametli kıl. Yakı­nındakileri en doğrulardan eyle. Pişman olanlara karşı onları lütufkâr yap. Allah’ım! Zamanında Fil Ordusu’nu nasıl peri­şan ettiysen onun düşmanlarını da öylece perişan et. İslâm askerlerini, Ebabil kuşları gibi tesirli kıl. Onları, okuyanlar için apaçık olan Kitap’ın hürmetine hak üzere yardım edi­lenlerden eyle.

“Allahım, İbrahim ve âline, âlemler içerisinde rahmet et­tiğin gibi, Muhammed’e, âline, ashâbına ve özellikle hulefâ- yı râşidîn, ümmete yol gösteren, hak ile hüküm veren ve âdil olanlara rahmetinle muâmele eyle. Muhakkak ki sen kendi­sine çokça hamd edilen ve çokça övülensin. Dünyadan ayrı­lırken sözümün sonu, Melik ve Mubîn olan Allah’ın yardı­mıyla “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muham- meden abdühu ve Rasûlüh” olsun. Bu risâle, Allah’ın lütuf ve keremine muhtaç Şeyh Muhammed oğlu Muhammed ve Ubeydullah tarafından kaleme alındı. Allah, onu, evlatlarını ve sevenlerini dünya ve ahirette güvende olanlardan eylesin. Bu risâle, mübarek Şaban ayının ilk günü, İstanbul’da 1089’da tamamlandı.

" 1114/1-1 7710170021/04 04140 01/10 661 801 61111 40,

Bir gün ola, olasın sen de duaya muhtaç.”

Allah, Nebilerin Efendisi ve seçkinler hürmetine bu risâ- leyi yazan Muhammed’i Cehennem ateşinden korusun.

İkinci Bölüm

Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî usûli’l-Halvetiyye

Adlı Risâlesi

Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî usûli’l-Halvetiyye Adlı Eseri Bağlamında Nefsin Islahına Dair Görüşleri

Receb-i Sivasî’nin yazma halde bulunan bu eseri, Beyazıt Kütüphanesi Veliyüddin Efendi Bölümü, 1836’ya kayıtlı- dır.[542] 9 varak olan eser, isminden de anlaşılacağı gibi, Hal- vetiyye şeyhlerinin seyrüsülûk metotlarını anlatmak üzere kaleme alınmıştır. Eserin girişinde Recep Efendi, dostların­dan bazılarının bu konuda kendisinden bir eser yazmalarını istemeleri üzerine gördüğü ve tecrübe ettiği bilgileri dostla­rıyla paylaşmak için eseri yazdığını belirtmiştir.[543]

Recep Efendi, eserini meydana getirirken nefsin aşamala­rını; emmâre, levvâme, mülheme, mutmaine, râzıyye, mar- zıyye ve kâmile şeklindeki sıralaması ile şekillendirmiş, sıra­sı ile nefsin bu makamları ve sâlikin halleri hakkında bilgiler sunmuştur.

Sivasî, eserinde mümkün olan her fırsatta görüşlerini ve üstatlarının anlayışlarını Kur’ân ayetlerine ve Hz. Peygam- ber’in hadislerine dayandırmaya özen göstermiştir. Bu an­lamda Recep Efendi’nin birçok âyeti işârî bir anlayışla tefsir etmesi ve bu meyanda bazı çıkarımlarda bulunması da göz­den kaçırılmamalıdır.

Recep Efendi, tasavvufî sistemin inceliklerine vâkıf biri olarak kaleme aldığı bu eserinde Şiblî (ö. 334/945), Abdül- mecîd-i Şirvânî (ö. 972/1564), İbn Arabî (ö. 638/1240), Habîb-i Karamânî (ö. 942/1496–97), Ömer Rûşenî (ö. 892/1487), Yahya-yı Şirvânî (ö. 869/1464), Hacı Bayram-ı Velî (ö. 833/1430) ve Fahreddîn-i Râzî (ö. 606/1209) gibi ilmî ve tasavvufî yönü ile şöhret bulmuş birçok isimden çeşitli nakillerde bulunmuştur. Bu isimleri zikrederken kullandığı

saygı ifadeleri, onun, bu isimlere ve anlayışlarına olan hay­ranlığını göstermesi açısından önemlidir.

Recep Efendi, bu eserini Arapça kaleme almıştır ve son derece akıcı bir üslup kullanmıştır. Eserin dilindeki akıcılık ve sadelik onun dile olan hâkimiyetine işaret etmesi yönüyle önemlidir. Ayrıca bu durum Recep Efendi’nin eserini muha­taplarının seviyesini göz önünde bulundurarak kaleme aldı­ğının da bir göstergesi niteliğindedir.

Recep Efendi, eserinde nefs-i emmâreden nefs-i kâmileye kadar sırası ile bilgi sunmuştur. Onun bu tavrına uygun ola­rak görüşleri bu minval üzere dile getirilecektir.

1.    Nefs-i Emmâre ve Sâlik

Kur’ân’da “Muhakkak ki nefs daima kötülüğü emreder[544] denilerek işaret edilen nefs-i emmâre hakkında, Recep Efen­di, bu nefsin ne denli sakınılması gereken bir nefs olduğunu söyleyerek sözlerine başlamıştır. Recep Efendi, kelime-i tev­hidin en büyük zikir olduğundan bahsettikten sonra kelime- i tevhidi diliyle söylemesine rağmen Allah’ın emir ve yasak­larına uymayan, nereden gelirse gelsin yemeyi-içmeyi ken­disine alışkanlık haline getiren bir kişinin, Allah’ın: “Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur[545] ayeti ge­reğince nefs-i emmârenin kölesi olduğundan bahsetmiştir. Bu nefsin etkisi altında olan kimseleri, nefse köle olmuş, ta- biatının/bedeninin istekleri doğrultusunda hareket eden şahsiyetler olarak tanımlamıştır. Recep Efendi, bu nefis sa­hiplerinden zararlarını görerek kurtulmak için bir mürşide teslim olanlarını sâlik olarak isimlendirmiş ve onları şu şe­kilde tanımlamıştır: “Sâlik; ne yaptığının farkında, amacı Al­lah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek olan bilinçli kimseye

denir.” Recep Efendi, Halvetî şeyhlerinin de ancak bu özel­liklere sahip kimseleri “sâlik” olarak isimlendirdiklerini de sözlerine eklemiştir.[546]

Recep Efendi, nefs-i emmâre makamında sâlikin “Nâsût Âlemi”nde bulunduğunu söylemiş ve bu konumdaki sâlikin bu âlemin aldatmacalarına kapılarak haddi aşan Ebu Cehil, Firavun, Câlût ve her türlü kötülüğe sahip Tâlût gibi isimle­rin sıfatlarına sahip bir şahsiyet olduğunu belirtmiştir.[547] Si- vasî, böyle bir şahsın bu kötü halinden kurtulması için birta­kım şartlar sıralamıştır. Recep Efendi, sâlikin bu halden kur­tulması için önce bir mürşid-i kâmilin elinde Nasûh tevbe- si[548] ile tevbe etmesini, akabinde bâtınını tamamen kötülük­lerden arındırması gerektiğini ve bu kişinin gafletten uyana­rak haddi aşmaktan ve istiğrak hallerinden uzak durmak su­retiyle Allah’ın zikrine yönelmesini tavsiye etmiştir.[549]

2.    Nefs-i Levvâme ve Sâlik

Nefs-i emmâreden sonra sâlikin ulaşacağı derece olan nefs-i levvâme haline geçişten bahseden Recep Efendi, em- mâre makamından kurtulmak için sâlike tavsiye ettiği ilkele­re uyulduğu takdirde bu yönelişin” السير إلي اللهolarak isim­lendirildiğini ve sâlikin artık bu şekilde nefs-i mülheme ma­kamına yükselme temayülünde olacağını belirtmiştir.[550]

Nefs-i levvâme makamında bulunan sâlikin hallerinden de bahseden Recep Efendi, bu derecenin özelliklerini şu şe­kilde dile getirmiştir: “Bu makamda bulunan sâlik için şeyh teberrüken dua etse, bu kişi, birinci ismi ile anılır. Çünkü bu­rada renkler daha güçlü, daha sağlam ve çoktur. Bu ma­kamda sâlik (Allah lafzı ile) meşgul olarak istiğrak haline büründüğünde Allah Teâlâ’nın şu ayetinde bildirilen boyası ile boyanmış olur: “Allah'ın boyasına bak, kim, Allah'tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz.”[551] Bu ma­kamda sâlik kırmızı rengi ağır basan, kırmızı bir ata binmek, kırmızı giysisi olmadan güzel kokularla ve kırmızı güllerle donatılmış bahçelere girmek gibi, rüyaları çokça görür. Ge­nellikle bu bahçenin meyveleri sarkmış üzümler ve hurma­lardır.”

Recep Efendi, nefs-i levvâme derecesinde bulunan kim­senin içerisinde bulunduğu psikolojik duruma da değinmiş­tir. Buna göre, nefs-i levvâme makamında olan birisi, Allah ismi ile olan meşguliyetinin çokluğundan ve uykusunun az­lığından dolayı tam bir teveccüh ile O’na yönelir ki, bütün azalarının zikrini işitir ve anlar bir hale gelir. Bu, o kişinin, Allah’ın boyası ile tam bir şekilde boyanmasından kaynak- lanmaktadır.[552]

3.    Nefs-i Mülheme ve Sâlik

Nefs-i levvâmeden kurtulan sâlikin bu noktadan sonra nefs-i mülheme olarak isimlendirilen makama ulaşacağını belirterek bu makamdan bahsetmeye başlayan Sivasî, bu makamda sâlikin meşgul olması gereken ismin “Hû” oldu­ğunu söylemiştir. Bu ismin mutlak ğayba işaret ettiğini ve gecelerin karanlıkları içerisinde bu ismin kırmızı olan nuru ve ışığı ile sâlikin önünü aydınlattığından bahsetmiştir. Re-

cep Efendi, bu durumdaki bir sâliki ateşte yanan bir oduna ve rengini de “Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır, dedi[553] ayetinde işaret edilen renge ben- zetmiştir.[554] O, “Hani o bir ateş görmüştü de, ailesine: Yerinizde durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size bir kor getiririm yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum, demişti[555] ayetinde nak­ledildiği şekilde sâlikin bir hararet halini yaşadığını belirtmiş devamında sâlikin yaşayacağı halleri şu şekilde sıralamıştır: “Sâlik, bu makamda, kemiklerine, etlerine hatta ciğerlerine kadar etkileyen ateşin harareti ile rüyasında ateş ve ırmakları görür. Özellikle ciğerlerini etkileyen ateş sebebiyle, sâlik, ağır balgam çıkarır ve içerisi eğer ağır ve siyahlaşmış bir halde ise hararetin etkisi ile temizlenir ve beyaz bir hale gelir.”[556]

Recep Efendi’nin bu makamdaki bir sâlikin hallerinden bahsederken yine onun psikolojik haline de değindiği göz­lemlenmektedir. O, sâlikin yaşadığı fiziksel değişimden de bahsetmiş ama ağırlıklı olarak içerisinde bulunduğu hâl do­layısıyla gördüğü rüyalarından bahsederek daha çok içeri­sinde bulunduğu psikolojik hali tasvir etmeye çalışmıştır.

Recep Erendi, nefs-i mülheme makamın özelliklerini ise şu şekilde dile getirmiştir: “Bu makama nefs-i levvâme denir üçüncü isme denk gelen bu halde kişi, birtakım ilhamlar al­maya başlar ve birçok hayr işlerinde, ibadetlerinde çoğalma­lar söz konusu olur. Bu kişinin fiili, amelî ve kavlî lezzetlere karşı duyduğu hazlarda bir azalma hali olur. Bu hale السير في الجلالة veya السير لله üçüncü olarak da السير علي الله ismi verilir. Allah

Teâlâ şu ayetinde buna işaret etmiştir: “Doğru yolu göster­mek Allah'a aittir. Onun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, si­zin hepinizi hidayete erdirirdi”[557] Bu üçüncü isim içerisinde bulunan sâlikin âlemi mülk âlemidir ki buna şehadet, cisim ve his âlemi de denir. Bu makamda olan sâlik, sadece dış dünyaya ait uygulamaları ile değil, iç âleminde de değişik­likler yaşar ve namaz, oruç, evrat ve ezkar gibi ibadetlerle gecesini ve gündüzünü ihya etmeye başlar. Salih kimselerin zahirini süsleyen bütün güzellikleri yaşar ve bu güzelliklere uymayan çirkin şeyleri asla yapmaz, isyan söz konusu de­ğildir. Bu halde sâlik, ulvî ve süflî bütün her şeye ibret naza­rı ile bakar. Yıldızlara, denizlere, nehirlere, ağaçlara, meyve­lere, cansızlara, dağlara, taşlara ve diğer varlıklara bakar Al­lah’ın kudretini anlar, O’nu sever ve O’nun büyüklüğünden korkar.”[558]

4.    Nefs-i Mutmainne ve Sâlik

Receb-i Sivasî, nefs-i mülhemeden sonra, kendi ifadesi ile yüce isimlerden olan, dördüncü ismi ve bu makamda bulu­nan sâlikin hallerini anlatmaya koyulmuştur. Recep Efendi, dördüncü ismin “el-Hakolduğundan bahsetmiş ve bu ma­kamdaki sâlikin halini şu şekilde dile getirmiştir: “Sâlik tari­katta bu mertebeye ulaşıp da şeyhi onun için hayr dua etti­ğinde bu ismin nurunun ışığı beyaz olur. Çünkü beyaz renk renklerin temeli, saf, temiz, asıl fıtratın bir işaretidir. Allah Teâlâ şu ayetinde sâlikin bu durumuna işaret etmiştir: “O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzeri­ne yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişik­lik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez- ler.”[559] Bu makamda sâlik, hallerinin çoğunda beyaz görmez,

üzerine ay, güneş ve diğer aydınlatıcıların doğduğu beyaz ata binen kimseleri görür. Bu durumda kişi eli kesik, dişlerin sökülmesi ve diğer haller gibi ilk görünüşü ile yorumlan­maması gereken görüntüler görür. Bazıları, kendilerine arız olan hâlin şiddetinden dolayı nefsine sahip çıkamayıp şata- hatta bulunurlar. Bu durumda hüküm zahire göredir. Hallac b. Mansûr’un “Ene’l-hak” sözü ile başına gelen haller gibi. Sâlik, kendisine “mümkün mümkündür, vacip vaciptir” di­yerek bu halden kurutuluş yolunu gösterecek doğruya sevk edici bir mürşide ihtiyaç duyar. “(Acı ve tatlı) iki denizi salı­verdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”[560] Sâlik, hararetini, firkat suyu ile soğutur. Sekr halinden dolayı sayha atabilir. Şatahat hali­nin farkına varınca bu haline Nasuh tövbesi ile tevbe eder. Bu durumda sâlikin hali şu duruma benzer: “Siyah bir de­mir, ateşe atılır ve rengi kıpkırmızı oluncaya kadar kalfaların başlarındaki ustaları körüğe üflemelerini emreder. Daha sonra sıcaklığın düşürülmesi için ateşin etrafının soğutulma­sını ister. Bu durumda demir, lisan-ı hâl ile ateşin hali kendi­sine geçtiği için sanki “ben ateşim” der gibi bir kıvama gelir. Ustaları hemen, “Hayır, hayır” der ve durumun öyle olma­dığını belirtir. Bu haldeki birine içinde bulunduğu durum­dan dolayı bir günah ve bir vebal yoktur. Çünkü ateşte bu kıvama gelen bir demir içerisi su dolu bir kaba atıldığında nasıl ses çıkarır daha sonra sükûnete ve hareketsizliğe ula­şırsa sâlikte onun gibi bir hali yaşamaktadır. Sâlik, kendisine gelip de nefsinden kaynaklanan bir hale vâkıf olursa bu du-

-diyeجاء الحق وزهق الباطل[561] veلا حول ولا قوة إلا بالله العلي العظيمrumda

rek Nasuh tövbesi ile tevbe eder. Sâlik bu hale Allah’ın yar­dımı, Hz. Peygamber’in feyzinin nuru ve evliyanın himmeti olmadan ulaşamaz. Bu derecede bazı sâliklerin hayret, de­vamlı sekr ve mümeyyiz akılların gitmesi gibi haller olabilir. Böylece sâlik, bazı hayvan ve cansız eşyalara hulûl ettiği zannına düşebilir. Allah, bizleri bu halden korusun. Bu ma­kam kalbin melekût ve zikirle mutmain bir hale geldiği yer­dir. Şu ayet buna işaret etmektedir: “Onlar, iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile yatışır[562]De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. El­bette batıl yok olmaya mahkûmdur” ayeti gereğince sâlikin kalbi Beytullah olur ve Allah’ın dışındaki her şeyden yüz çevirir. Kalbi açık bir fetihle açılır. Sâlik, hâl ehli olur havf, rıza, kabz, bast vecd ve fakd gibi halleri yaşar. Tevekkül, teslim ve vera gibi menzil ehli olur. Burası, اليقين ı^aynü’l-yakîn ye­ridir ve ihsan makamıdır. Nefsin derecesi mutmainnedir. Âlemi, melekûttur ki bu âleme ğayb âlemi de denir. Burası, meleklerin makamıdır. Çünkü melekût âlemi bir şeyin iç yü­zü demektir. Kalp, nefs ve ruhun bâtınıdır. Kalp ve sırrın bâtını ise ruhtur. Sır en güçlü feyzi Hak’tan alır. Burası “سرالسر /511111 5-511 01٣ ve 212/أخفي" makamıdır. Ruhun mübarek feyzi ruhtan, kalbinki nefs, ruh ve kalptendir. Feyz buradan da bütün organlara iletilir. “Biz onlara rahmetimizden lütuflar- da bulunduk. Hepsine de dillerde güzel ve yüksek bir övgü ver- dik[563]Allah görünmeyeni de bilir, görüneni de. Büyüktür ve yü­celerden yücedir.[564] Bu ism-i şerifin hürmetine kişi bâtınî ayıplarını görür ve gizli kusurlarının farkına varır. Yine bu ismin hürmetine kişiye bu kötü yönlerinin giderileceği ve bu

kötü yönlerinin törpüleneceği müjdelenir. Sâlik, zahirini şe­riat ilmi ile temizlediği gibi batınını da tarikat ilmi ile temiz­ler. Kalbinin vadilerinden hikmet ve marifet pınarları fışkırır ve bunlar diline dökülür. İlahî hikmetler ve kudsî sözler zu­hur eder. Dili sanki Hakk’ın kalemi olmuş gibidir.”[565]

Sivasî, bu özellikleri sıraladıktan sonra tevhidin derecele­rinden bahsetmiştir. Buna göre, ef’al, sıfat ve zat olmak üze­re tevhidin üç mertebesi vardır. Bütün bu derecelerin yeri kalptir. Tevhîd-i ef’al konumunda kişinin kalp gözü ile yakîn derecesinde bir bilgiye ulaşacağından bahseden Recep Efendi, bu kişinin her işte ve her hükümde Allah’ı göreceğini söylemiştir. Ona göre, “Dilediğini yapandır[566] âyeti buna işa­ret etmektedir. Sivasî, burasının muhadara makamı olduğu­nu söyleyerek, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i zât hallerini anlat­maya geçmiştir. O, bu makamları şu şekilde tarif etmiştir: “Tevhîd-i sıfat mükâşefe makamıdır. Tevhîd-i zât ise müşâhede makamıdır. Tevhîd-i zattan tevfîk, hidayet, feth ve kifâye ortaya çıkar. Bu makam, السير مع اللهderecesidir. “Nerede olsanız O sizinle beraberdir”[567] ayetinin zuhuru söz konusudur.”[568]

5.    Nefs-i Razıyye, Merzıyye ve Sâlik

Recep Efendi, beşinci isim olarak “الحي/Hayy” ve “القيوم/Kayyum” isimlerini zikrederek bu iki ismin lafız ve mana yönünden farklı olmalarına rağmen Halvetî şeyhleri­nin birçoğunun bu iki ismin Kur’ân’da genellikle birlikte zikredilmelerinden dolayı birlikte zikredilmesini uygun

gördüklerini 20 112-00019 011.639 "Bütün 1/122167, diri ve bütün yarat-

1121٧٥11 2002001 08771:9017640 005 4110110 021147011 62001 011610471711

şeyhlerinin anlayışına bir örnek olarak takdim etmiştir. Re­cep Efendi, şeyhlerden bazılarının bu iki ismi bir isim olarak, bir kısmının ise bu isimleri ism-i azam olarak kabul ettikleri­ni nakletmiştir. Bu iki ismi, ism-i azam olarak görenlerden bazılarının “Hay” ismini bazılarının ise “Kayyum” ismini isimlerin imamı olarak gördüklerini belirtmiştir. Yine bu an­layışa sahip üstatların “Kayyum” ismini ulvî, süflî ve nefsî alanlarda terbiye, tedbir ve vaat edilenleri yerine getirme konusunda mükemmelliğe işaret eden isim olarak kabul et­tiklerini de sözlerine eklemiştir. Recep Efendi, diğer nefs mertebelerinde yaptığı gibi râzıyye ve marzıyye makamları­nın Kur’ân’daki dayanağına işaret eden ayetin “Ey, Rabbine, itaat 004:2 /711/2 1474 67671 11065! 116771 /109721٤ 0010: /10771 0٥ /109711/٤ edilmiş olarak 110601710 dön"641 ayeti olduğunu 102 100019011.642 10 ك

Sivasî, râzıyye ve marzıyye dereceleri arasında bir kıyas­lama yapmış ve marzıyye halinin razıyyeden üstte olduğunu söylemiştir. Bunun sebebini ise şu şekilde dile getirmiştir: “Sâlik, kadere tam bir teslimiyet ile teslim olduğu/safa hali, kazaya her hali ile rıza gösterdiği için marzıyye razıyyeden üstündür. Kul, rabbinden razı olduğunda efendisi de ondan razı olur ve ihlâslı olarak tam bir yönelme ila rabbine yöne- lir.”[569]

Recep Efendi, bu makamın rengini yeşil olarak takdim eder. Sivasî, kalbin hayatına işaret etiği için bu makamda ye­şilin sâlike göründüğünü nakleder. " 667 77100111 mi Allah'ın

gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yem-yeşil oluyor?[570] Ve “Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yü­rüyecek bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir[571] âyetlerinin bu makama işaret ettiğini de söyler.[572]

Sivasî, diğer makamlarda olduğu gibi, nefs-i râzıyye ve merzıyyede bulunan sâlikin hallerini de dile getirmiş ve şun­ları söylemiştir: 9111251 1101-101111 /روح الروح" makamıdır. Bu­rada, manaların çocuklarına ve kudsî bir lisana kişi sahip olur. Buraya روح الإضافي /ruhu’l-izâfî” de denir. Bu makamda sûfî, “ibnü’l-vakt” olur ve kul bu makamda rabbinden razı olduğu için burası keramet ve velayet makamıdır. “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti”[573] ayeti buna işaret etmektedir. Rabbi, kulunun işlerini ve durumlarını şu ayeti gereği yerine getirir: “Zira benim velim, o kitabı indiren Al­lah'tır. Ve O, salih kullarına sahip çıkar.”[574] Bu iki ismin âlemi, ceberûttur, ervâh veya mücerredât olarak da isimlendiril­miştir. Bu makamın işaretleri, sâlikin, huşu, hudu, sükûn, sükût, susmak ve Hakk’ın dışında her şeyden yüz çevirmek­tir. “O gün, hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye (Sûr'a üfle­yenin çağrısına) uyarlar. Öyle ki, Rahman’ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin[575] Bu hali yaşayanların durumu cennettekilerin hali gibidir ve şu ayet buna delalet etmektedir: “Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın

ipekten bir elbise vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rab- leri onlara temiz bir içecek içirmiştir.”[576] Bu makamın ismi “ السير

651.dirفناء في اللهveyaفي الله

Recep Efendi, bu noktadan sonra altıncı isme geçer ve al­tıncı ismin “القهار/el-Kahhâr” ismi olduğunu, bu ismin celal isimlerinden birisi olduğunu ve âleminin yine ceberût âlemi olduğunu belirtir. Bu ismin de râzıyye ve marzıyye makam­ları ile alakalı olduğunu belirten Recep Efendi, bütün güzel ahlâk ilkelerinin râzıyye, marzıyye ve mutmainne duru­munda kişiden zuhur ettiğini söyleyerek bu nedenle “Kahhâr” isminin bu üç makamla alakalı olduğunu belirtir. Recep Efendi, tevhidin sıfatı olarak gördüğü bu makama şu ayetin işaret ettiğine değinir: [577]Bugün mülk kimindir?” (diye sorulur. Cevaben): “Tek ve kahhar olan Allah'ındır.” (denir)[578]

Sivasî’nin burada verdiği bilgilere göre Halvetî şeyhleri ile bazı ihvanlar siyah renk ile Allah’ın “Kahhâr” ismi ile müyesser olan Mekke’nin fethinden sonra Beytullah’ın inşa­sı ve Hz. Peygamber’in siyah sarığı ile taş taşıyarak burayı tamir etmesi arasında bir bağ kurmuşlardır. Buna göre, siyah sarıkla Beytullah’ın inşası arasındaki münasebetin bir benze­ri kalbin ıslah edilmesi ve yeniden inşa edilmesinde de söz konusudur. Bu yeniden inşayı sağlamak için de sâlik, sami­miyetle, korku ve çekince ile bu isimle çokça meşgul olmalı­dır. Ancak bu şekilde Allah, cin ve insan şeytanlarından sâliki korur ve ancak bu şekilde düşmanlara karşı “Kahhâr” ismi ile galip gelinebilir.[579]

Sivasî, bu ismin makamını “Kemâlü’l-ma’rife” olarak ta­nımlamış ve şu sıfatları da eklemiştir: “Tamâmül’l-fakr”, “Devâmü’l-mehabbe” ve “Heybet ve Celalin Galebe Çalma- sı.”[580]

6.    Nefs-i Kâmile ve Sâlik

Sivasî, Halvetî şeyhlerinin yedinci isim olarak “Allah” ismini kabul ettiklerini açıklamıştır. İsm-i azam olarak kabul edilen bu ismin sâlike nefs-i kâmilede tecellî etmesi sonucu ışığın ve rengin olmadığı bir makama sâliki yükselttiğini çünkü bu makamda O’nun mutlak nur olduğunu ve nurla­rın nuru olmasından dolayı renk ve ışığın kaybolduğunu ifade etmiştir. Bu durumdaki sâliki, “Lâhût” ehli olarak tanı­tan Recep Efendi, bu makamda taayyünün olmadığını sâli- kin ancak remizle konuşabileceğini nakletmiştir. Recep Efendi, bu makamın nebilerin ve raşit halifelerin makamı ol­duğunu söylemiş ve burada işitilen, görülen ve hissedilen hiçbir şeyin kelimelerle veya hislerle ifade edilmesinin mümkün olmadığının altını çizmiştir. O, kadîm ve mutlak olan Allah’ın hiçbir canlının aklı, havsalası ve idraki ile anla­tılamaz oluşunu bunun sebebi olarak takdim etmiştir.[581]

Bu noktadan sonra Recep Efendi’nin İbn Arabî’den bir nakille olayı izah etmeye çalıştığını görürüz. O, “Fütuhat Sahibi” olarak tanıttığı İbn Arabî’nin bu makama “Seçkinler, Temkin ve Müşahede Makamı” dediğini ve bu makamın “Hâl, Telvin ve Mükâşefe” makamlarından önce geldiğini belirttiğini nakletmiştir. Sivasî, İbn Arabî’nin bu makamdaki sâlikin şu özellikler ile diğer makamlardan ayrıldığına işaret ettiğini vurgulamıştır: “Bu makamda sâlik; haya, edep, va-

kar, sekîne, gece-gündüz devamlı hidâyet hallerine sahip- tir”[582]

Recep Efendi, sâlikin kâmil bir bilme ile O’nu bildiğinden bahseder ve ısrarla Allah’ın kemiyet, keyfiyet, renk, şekil, ta­ayyün ve miktardan uzak olduğunu belirtir.[583] Sivasî, bu makama, aynı zamanda “teveccüdü’z-zât” da denildiğini ve bu makamda bulunan sâlike “ehlü’z-zât” isminin verildiğini de söyler. Recep Efendi, bu makamdaki sâlikin, ezelî ve ebedî zâtı temaşa edip mümkün ve geçici varlıkların farkına vardıktan sonra mümkün varlıkların vacip olan zatın gölgesi mesabesinde olduğunu idrak edeceğinden de söz eder. “O'nun zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz[584] âyetinin buna işaret et­tiğini ifade eder.[585] Recep Efendi, nefs-i kâmile olarak ifade ettiği bu makama ulaşan sâlikte peygamberlerde mucize ev­liyada kerametin zuhuruna sebep olan lâhûtî kudsî bir güçle yeme, içme ve yürüme gibi beşerî yönleri devam ettirten iki gücün bir arada bulunacağını kaydetmiştir. Yine Sivasî, bu makamdaki sâlikin heybet ve cemal sıfatlarına maruz kala­cağını ve hicapları aşarak mutlak varlığın zatını temaşa eden sâlikin ancak çok ince rumuzlarla ve gizli işaretle yaşadığı halleri izah edebileceğini belirtmiştir. Sivâsî’ye göre, bu nok­tada da “Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir[586] ayeti tecelli etmiştir.[587]

Sivasî, nefsin derecelerini ve sâliklerin bu makamlarda yaşadıkları halleri zikrettiği “Risâle fî usûli’l-Halvetiyye”

isimli eserinin sonunda esma zikrinin nasıl yapılması konu­sunda Halvetî şeyhleri ve diğer bazı şeyhler arasındaki fark­lılıklara değinmiş, Halvetî şeyhlerinin nefs-i kâmileden son­ra sâlikin istediği isimle Allah’a yönelebileceği, ismin başın­da nida harfi olmadan ve lâm-ı tarifi düşürmeden zikre de­vam edebileceğini benimsediklerini nakletmiştir. Sivasî, Halvetî şeyhlerinin “Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su is­temişti, biz de asanla taşa vur, demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı[588] âyetinden hareketle on iki isimle sâliki terbiye etme yoluna gittiklerini de sözlerine eklemiştir.[589]

Recep Efendi, zikrin sesli veya gizli yapılması konusunda Halvetîlerin, sâliklerin haline göre hafî veya cehrî zikri tercih et­tiklerini ama ağırlıklı olarak cehrî zikirden yana tavır koydukla­rını anlatmış ve Fahreddin-i Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr isimli eserin­den yaptığı bir alıntı ile mürşitlerin sâlikin hallerine göre hafî ve­ya cehrî zikri telkin etmelerinin sebeplerini açıklamaya çalışmış- tır.[590] Buna göre, sâlik, saf, katışıksız veya samimiyetle vecd hali­ni bulmaya başlamışsa bu sâlike cehrî zikir telkin edilmiş, yok eğer sâlik, vecd bulabilmek için veya gösteriş amaçlı hareket ederse ona da hafî zikir telkin edilmiştir.[591] Sivasî, Abdülmecîd-i Şirvânî ile arasında geçen bir olaydan bahsederek, mensubu ol­duğu yolun cehrî zikri tercih ettiğini ve kendisinin de bu usule göre hareket ettiğini anlatmıştır.[592]

Recep Efendi’nin, “ism-i azam”ın hangi isim olduğu ko­nusundaki tartışmalara da değindiği gözlemlenmektedir. O,

hemen her şeyhin ism-i azam olarak farklı isimleri zikretti­ğini ifade etmiş bunun sebebini ise şöyle açıklamıştır: “Bir doktorun farklı hastalara farklı ilaç vermesi gibi meşâyih de ism-i azam konusunda farklı görüşler beyan etmişlerdir.”[593]

Sivasî Efendi, ilimlerin temelde dört başlık altında ince­lenmesinin mümkün olduğu yönünde açıklama yapmış ve bunları şu şekilde izah etmiştir: “İlimler dörde ayrılır ve her biri birbiri ile bir tür ilişki içerisindedir. Bunlardan ilki, şeriat ilmidir. Bu ilmin temeli Kitap/Kur’ân ve sünnettir. Bu ilmin usul ve füru dalları ile kişinin zâhirini ıslah etme amaçlan­maktadır. Bu da amel ve takva ile mümkündür. İkincisi tari­kat ilmidir. Bu ilim, kişinin bâtınını temizler ve hale göre amel etmek bu ilimde çok önemlidir. Takvaya ulaşmak te­mel hedeftir. Bu ilme hizmet edebi de denir. Kul burada ubudiyet makamındadır. Üçüncüsü marifet ilmidir. Bu ilim, şeriat ve tarikat ilmini içine alır ve nebilerin ilminde olduğu gibi buna veraset ilmi de denir. Allah Teâlâ şu ayette bu ilme işaret etmiştir: “Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sa­na olan lütfu büyüktür.[594] Ayrıca şeriata diraset ilmi de denir. Dördüncüsü hakikat ilmidir ki buna “ilmullah” denir. İlmi bir ağacın gövdesine benzetecek olursak, kökü şeriat, dalları tarikat, yaprakları marifet, meyveleri ise hakikattir. Kişinin zâhiri şeriata uymadığı halde böyle bir kimseden olağan üs­tü haller zuhur etse ona itibar edilmez. Musa’nın karşısında­ki Firavun’un fitnesi ve zamanımızdaki geçmişten ve gele­cekten haber veren kâhinler gibi. Melamiler ise bu sınıfa girmezler. Zahiren şeriata ters gibi görünen bazı halleri ol­makla birlikte onlar hallerini gizlemek için böyle davranır­lar. Aslında Melamiler, dinin özüne sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Onlar, bağırırlar ama içki içmez, kiliselerde putlara tapmaz­lar. Siyah elbise giyer, sakallarını kısaltır saçlarını uzatırlar. Bunlar hakkında yanlış düşünceler akla gelebilir. Ama onlar asla öyle değillerdir. Onların samimi niyetlerine mukabil bir­takım olağanüstü haller kendilerinde görülebilir.”[595]

Sivasî, eserini, sûfîlerin nefsi ayırdıkları mertebelere uy­gun bir şekilde kaleme almıştır. En düşük nefis derecesi olan emmâreden en yüksek derecesi olan kâmileye kadar sırayla her makamı ve bu makamlardaki sâliklerin hallerini detaylı bir şekilde anlatmıştır.

Sivasî’nin eserinin neredeyse her satırında bir âyete ve hadise rastlamak mümkündür. Bu, onun dinin özüne/aslına bağlılığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu an­lamda dikkat çeken bir diğer hususta, onun, ayetlere ve ha­dislere getirdiği işârî yorumlardır. Diğer sûfîler gibi Recep Efendi de ayetlerin ve hadislerin işârî yorumlarından hare­ketle sistemini geliştirmiş ve özellikle Halvetî şeyhlerinin sâlikleri terbiye etmede kullandıkları yöntemlerin ayet ve hadislerdeki dayanaklarını izah etmeye çalışmıştır.

Recep Efendi, sâliklerin fiziksel ve psikolojik hallerine dair önemli tespitlerde de bulunmuştur. Zâhirini temizleye­rek bâtınını da temizlemek amacıyla tarikata yönelen ve seyr u sülûk sürecini yaşayan bir sâlikin ilk zamanlar içerisinden sökülen ağır balgam gibi fiziki değişimler yaşamasından bahsettiği gibi her makamda sâlikin içerisinde bulunduğu hale uygun rüyalar gördüğüne değinerek psikolojik halini de gündeme taşımıştır.

Recep Efendi’nin eserinde dikkatimizi çeken önemli nok­talardan bir tanesi de “sûfî” ve “sâlik” kavramlarını eş an­lamlı kelimeler olarak birbirlerinin yerine kullanmasıdır. Bu,

Recep Efendi’nin, sûfîye bakışını tespit açısından son derece önemlidir. Ona göre sûfî, kuru bir iddianın ötesinde her şeyi ile Allah’a yönelmiş ve nefsinin kötü yanlarını törpülemeyi temel amaç olarak belirlemiş kimsedir. Halvetiyye yolunun önde gelen isimlerini bizzat tanıma fırsatını bulan Recep Efendi, sâlikleri terbiye metodunu açıkladığı bu eserinde üs­tatlarının usullerini ve dayanaklarını ifade etme imkânı bulmuştur. Halvetilerin bu konudaki görüş ve dayanakları­nın kendisi de bir Halvetî şeyhi olan Recep Efendi tarafından aktarılması onun çalışmasını daha da önemli bir hale getir­miştir.

er-Risâle fî Usûli’l-Halvetiyye (Esmâ Risâlesi)
Tercemesi

Halvetiyye Usulü Hakkında

Şemseddîn-i Sivasî’nin Halifelerinden Şeyh Receb-i Sivasî’nin
Esma Risalesi

بسم الله الرحمن الرحيم

Ey Muîn olan (Rabbim), yardım sendendir.

(1a) İnsanı manevî yükselişin en üst noktasına çıkabilecek ve derecelerin en yücesine ulaşabilecek kabiliyette yaratan Allah’a hamd olsun. Yolun en sağlamı ve menheçlerin en açığına sahip olan sâliklerin üzerine de rahmet olsun. Ve ba’d, ihvanlardan bazıları Halvetiyye şeyhlerimizden gör­düğüm ve duyduğum şeyleri tafsilatlı ve açıklamalı bir şe­kilde yazmamı,

لا حول و لا قوة إلا بالله العلى العظيم و هو الفتاح الرحيم

diyerek benden istediler. Biz deriz ki Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı671 makamından en büyük saadet, en büyük ke­ramet ve en yüce hikmetle dönünce sahâbe içerisinde güç ve liderliği ile bilinen Hz. Ali’yi çağırdı ve ona “Bana yaklaş” buyurdu. Ona “Lâ ilâhe illallâh” de, dedi. Cehrî olarak bu zik­ri yapmasını üç defa telkin etti. Lâ ilâhe illallâh, isimlerin anasıdır. Bu isimle çok iştigal etmekten diğer isimler doğar. Bu cümle iki şeyden meydana gelmektedir: Sonradan olanın nefyedilmesi, kadîm ve vâcib olanın isbâtı. Bundan dolayı nurunun rengi siyah duman, saf mavi ve diğer renklerde gö­rülebilir. O, ism-i âmmdır ki sülûkten önce olsun veya sonra olsun bütün insanlar için bu isimde ortaklık söz konusudur.

Meşâyih, bu ismi zikre devam edeni “müsemmâ”dan say­mazlar. Çünkü bu kişi işitme ve diğer şekillerde, mevhibî olarak Allah’ın lütfunun doğması için dilden (telkin) almış­tır. Bu kişi bu ismi söylemeye devam eder fakat ibadetlerle kayıtlanmaz, (nefse) muhalefet ve günah işlememeye güç ye- tiremez. Bu kimseye Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getir­mek yasaklarından kaçmak konusunda itimat edilmez. Bu kişi dilediğini yapar, istediği şekilde hüküm verir, bulduğu her şeyi yer, tabiatı gereğince, beşeriyetinin mucibince diline gelen her şeyi söyler. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: (1b) “Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur.” [596] Bu kişinin nefsi, kötülüğü emreden (nefs-i emmâre) aşa- ma(sın)dadır. Tabiatının gereği üzere kaldığı için âlemi, nâ- sût âlemidir. Bu kimse hayvanlardan hatta onlardan daha aşağı kabul edilir. Bu kişi, sakınılan yırtıcı ve zararlı hayvan­lar gibidir. Şer işleri yapmada Ebû Cehîl, Firavun ve Câlût karakterli bir kişidir. Her türlü şer ve tağuttan Allah Teâ- lâ’ya sığınırız. Bu kişi mürşid-i kâmilin vâsıtasıyla tevbe-i nasûh ile tevbe edip iç dünyasıyla Allah Teâlâ’ya yönelip aşırılıklarından uyanıp Allah Teâlâ’nın zikriyle zamanını is­tiğrak (halinde) geçirince (onun bu haline) yedi seyr türün­den olan “Seyr ilallâh” ismi verilir. Böyle bir durumda o kişi­nin nefsi, nefs-i levvâme olarak isimlendirilir. Gizli ve diğer şekillerde sâlikin kalbine doğan mevhibî yedi isimden ikin­cisi ki onun hali ve nuru telkin edilmeksizin ortaya çıkar, ism-i Celâl olan “Allah”tır. Şeyh, sâlike teberrüken dua eder­se bu sâlike birinci isim ve nuruyla müsemma olmuş kimse denir. Çünkü bu durumda sâlik, renkler daha güçlü, sebat açısından daha sağlam, şöhret ve zînet açısından daha çok-

tur. Sâlik vaktini bu isimle iştigal ederek geçirip istiğrak ha­line ulaştığında Allah Teâlâ’nın boyası ile boyanır. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Allah’ın boyasına bak, (vaftiz ne olacak?) Kim, Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O’na ibadet edenleriz.[597] Sâlikin rüyaları çoğunlukla kırmızı ata binmek, kırmızı gömlek giymek, güzel kokulu mamur bah­çelere girmek, uzun kesif ağaçlar, dalbastı kiraz ve muz yük­lü ağaçlar gibi hararetle ilgili olur. Sâlikin hali telezzüz, (zi­kirle) çok meşgul olmak, az uyku ve tam bir teveccühtür ki sâlik sükûta ulaştığında her azasının, saç tellerinin ve da­marlarının arı uğultusu gibi olan zikrini işitiyordur. Ona ve- leh[598] ve hayret[599] hali galip gelir ki bu iki alamet (Allah’ın) boyası ile tam olarak boyanmanın alametidirler. Üçüncü mevhibî isim mutlak ğayba işaret eden “Hû” kelimesidir. (2a) daha önce izah ettiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın fazlıyla bu ismin nuru doğduğunda, şeyhi sâlike dua ettiğinde ve sâlik öncesinde aralıksız “Allah” ve gizli bir şekilde ““” dedi­ğinde, özellikle gecelerin karanlıklarında, (ismin) nuru ba­kanlara mutluluk veren “Kırmızı” olur.[600] Sanki bu nur alev­li bir ateş gibidir. Allah Teâlâ, Kelîm’inden hikâye ederek şöyle buyurmuştur: “Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: “Siz (burada) bek­leyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısın­manız için o ateşten bir parça getiririm” dedi.[601] Sâlik, nuru, ateş şeklinde görür ve onun hali bedeninde hararetin galebe çalması şeklindedir. Bundan dolayı rüyalarının çoğunluğu

ateş ve susuzluğunu gidermek için nehirlerle ilgili olur. Çünkü ismin harareti cildini, et, yağ, ciğer, kozalak şeklin­deki kalp ve dalağa ulaşmıştır. Kişinin bâtınında bunların hepsi bir tencerede kaynar. Çeşitli/Karışık balgam ondan çözülür. Karaciğer kurur, ağır siyah bir hâl aldıktan sonra beyazlaşır. Nefs-i levvâme, ümmü’l-esmâdan Celâle’nin or­tasına kadardır. Bundan sonra bu üçüncü ismin kemâline doğru nefs-i mülheme gelir. Çünkü bu ismin tecellisi ile ki­şiye hayırların kapısı açılır ve ondan çokça ibadet zuhur eder. Aynı zamanda söz, davranış ve amel bakımından bu kimseden hatalar azalır. Seyr, celâlette olur ve bu “Seyr lillâh” durumudur. Üçüncü isimde seyr, “Seyr alellâh” hâli ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Onun eğrisi de vardır.” [602] Sâlikin bu üçüncü isimdeki âlemi, “Mülk Âlemi”dir. Buna “Şehâdet”, Ci­sim” ve “His” âlemi de denir. Çünkü sâlik, bu derecede kal­bin bâtınına henüz nüfuz etmemiştir. Bilakis zâhirini ilim ve amelle hâl olmaksızın süslemiştir. Kişi burada gece ve gün­düz, oruç, namaz, evrâd, ezkâr gibi ibadetler, salihlerin süs­leri olan aba giymek ve asa kullanmak gibi hususlarla kayıt­lıdır. Aynı zamanda (2b) sâlik, ulvî ve süflî her şeye ibret na­zarıyla bakar ki yoktan var edenden sakınmak ve O’nun kudretinin şaşkınlığına bürünmek, yıldızların akıp gitmesi ve sürekli dönüşleri gibi ulvî hâdiselere baktığı gibi denizler, nehirler, ağaçlar, meyveler, hayvanlar, cansızlar, dağlar ve taşlar gibi süflî şeylere de bakar ve Allah’ın kudretinin kemâli doğar. Kişi, Allah Teâlâ’yı sever ve O’ndan korkar. 061021 mevhibî yüce isim “الحق/el-Hakk” ismidir. Bu isimde hâl, nur ve mahall söz konusudur. Sâlik bu noktaya geldiğinde ve şeyhi ona hayırları kendisinde toplaması için

dua ettiğinde bu ismin nuru beyaz olur. Çünkü beyaz, renk­lerin aslıdır. Bu durum, maddî ve manevî temizliğe sahip aslî fıtrata işaret eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzeri­ne yaratmış olduğu fıtratına doğrult.”[603] Bu isme devam eden sâlik hâlinin genelinde beyaz elbise giymek, beyaz ata bin­mek, güneş ve ayın doğması gibi şeyleri müşahede eder. Sâlikin hâli, asılmak, el ve ayak kesilmesi ve dişlerin sökül­mesi gibi şeylerle ilgili olur. Sâliklerin bazıları ismin onlarla galebe çalmasının şiddetinden dolayı bu durumda temek- kün olmaksızın şatahatta bulunurlar. Bu ismin tesirindeki sâlikin hükmü Mansûr b. Hallâc’ın “Enel-Hakk” sözünü sarf ettiği hâli gibi değerlendirilir. Bu halde sâlike, “Mümkün, mümkündür. Vâcib, vâcibtir” diyecek tecrübeli bir mürşid-i kâmil elzemdir ki sâliki halâs yoluna iletsin. “(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.”[604] Sâlikin burada firkat suyu ile harareti soğur da sarhoşluğundan uyanır, sekr ha­linden sahv haline döner ve hâlini bilir. Bu durumda gerçek­leşen şatahat halinden dolayı tevbe eder. Sâlikin bu durumu demirin kor haline benzemektedir. Demirci kor ve soğuk bir demiri ateşe atıp talebelerine körüğü şiddetli bir şekilde on­lardan harlamalarını istemesi durumunda demir kıpkırmızı olur ki siyah rengin yerine kırmızı renk, soğuğun yerini ise ateşin etrafında olması sebebiyle hararet alır. Demirde ağır basan şeye göre hüküm verilir. Demir böyle bir durumda “Ben ateşim” demiş gibidir. (3a) “Ben ateşim, rengim ve sıcaklı­ğıma bakın.” Üstadı/Şeyhi ona, “Hayır, hayır” der. Sâlik, iddi­asından vazgeçmezse böyle bir durumda sâlike günah yok-

tur. Çünkü (o sesler) bir kap dolusu su içerisine atılan ateş­ten kaynaklanmaktadır. Bu hâl, demire/sâlike sıkıntı verir ve demir/sâlik ondan kurtulmak için gayret gösterir. De- mirden/Sâlikten ses çıkar ve bir müddet sonra sükûnete erer, sessiz kalır ve bu durumun nefsinden değil, Hakk’a ya­kınlıktan kaynaklandığını bilir. Nasûh tövbesi ile tevbe eder ve “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıy­la elde edilir.[605](Ey Muhammed!) De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur[606] der. Bundan do­layı bu makama “Büyük sarp yokuş” denilmiştir. Bireyin, bu hale Allah’ın (c.c) yardımı, Hz. Peygamber’in (sav) mededi- nin feyzi ve Allah dostlarının himmeti olmaksızın ulaşması mümkün değildir. Bu nedenle bazılarında hayret, sürekli sekr ve seçici aklın gitmesi durumları söz konusu olabilir. Böyle bir durumda sâlik, mecnun ve sorumluluğu olmayan kimseye hamledilir. Bu makamdaki sözlerden her türlü nok­sanlıktan münezzeh olan Allah’a sığınırız. Bu ismin makamı melekûtî kalp ve zikrin itmi’nane ermesidir. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah’ın zikri ile yatışır.” [607] Bu durumda kalp, Allah’ın (c.c) muhterem evi olur ve “(Ey Muhammed!) De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. El­bette batıl yok olmaya mahkûmdur[608] âyeti gereğince kalpten Hakk’ın dışındaki her şey yok olur. Kalp genişler/inşirah ve kalbe açık fetihlerle fetihler müyesser olur. Bu durumda sâlik, havf, recâ, kabz, bast, vecd, fakd haline sahip kimse­lerden olur. Yine sâlik durumda tevekkül, teslim, vera ma­kamındaki kimselerden olur. Sâlikin mahalli ayne’l-yakîndir ki bu makama “Makâmü’l-hisân” ve “Umdetü’s-sâlikîn” deni-

lir. Nefis burada mutmainnededir ve âlemi melekûttur. Ona gayb âlemi denir ki burası mülk âlemine mukâbil olan me­leklerin makamıdır. Çünkü melekût bir şeyin bâtını demek­tir. Kalp, nefsin bâtını, ruh kalbin bâtını ve sırr ruhun bâtını­dır. Sırr, feyz-i akdesi feyz-i Hakk’tan alır. Buna “Sırru’s-sırr” denir. Ahfa makamıdır ve ruh (3b) feyz-i mukaddesi sırrdan alır. Kalp ruhtan, mukaddes feyzi alır buradan/kalpten bü­tün organlara bu feyz yayılır. Sâlik, burada kalp makamında kalbin gerektirdiği ani, farkında olmadan ve şöyle ya da böyle demeden büyük bir haz ile konuşur. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Onu tertemiz bir (makama) yükselttik.”[609]O, büyüktür, yücedir.”[610] Bu ism-i şerîf hürmetine sâlik gizli ayıplarını ve gerçek kusurlarını öğrenir. Bu ismin nurunun tecellisi ile bu kötü yönlerinin tasfiye edileceği ve temizlene­ceği (sâlike) bildirilir. (Sâlik) Zâhirini şeriat ilmi ile temizle­diği gibi bâtınını da tarikat ilmi ile temizler. Daha sonra kal­binin vadilerinde marifet ve hikmet pınarları çağlamaya baş­lar ve (bunlar) diline dökülür. (Sâlikten) ilahî hikmetler ve kudsî sözler dökülmeye başlar. (Sâlikin) dili Hakk’ın kalemi gibi olur. Bil ki tevhidin üç mertebesi vardır: Tevhid-i ef’âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât. Kalp makamında tevhîd-i ef’âl zuhur eder, (sâlik) kalp gözü ile görür. Âlemde meydana ge­len hüküm ve fiillerin hepsinin Allah katından olduğunu il- me’l-yakîn ile bilir. O, “Dilediğini yapandır.” [611]O, kendi hü­kümranlığına kimseyi ortak etmez.” [612] Bu makamın alameti fayda ve zarar her şeyin Allah’tan geldiğini (sâlikin) bilme-

sidir. (Sâlik), vesile yönü dışında kimseyi övmez ve yermez. Burası, muhâdara makâmıdır. Ayrıca tevhîdü’s-sıfat mükâ- şefe, tevhîdü’z-zât ise müşâhede makâmıdır. Tevhîdü’z- 220211 ٤٥٧0كل, hidâyet, 011 ve kifayet halleri çıkar. Burası مع الله السير makamıdır. Çünkü sâlikte zikir söz sahibi olmuş, kötü­lüklerden kalbi boşalmış, Allah’ın hükmü galip gelmiş ve sâlik, Allah’ın, “Nerede olsanız O sizinle beraberdir[613] âyetinin tecellisine mazhar olmuştur. Beşinci isim “الحي القيوم/el-Hayy el-Kayyum” isimleridir. Bu iki isim lafız ve mana olarak farlı isimlerdir. Fakat üstatlarımız Allah’ın kitabında/Kur’ân-ı Kerim’de bu iki ismin genellikle beraber zikredilmesinden dolayı bu isimlerle, birlikte meşgul olmayı tercih etmişlerdir. (4a) Âyete’l-kürsî, Âl-i İmrân ve Tâ-Hâ surelerinde olduğu gibi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bütün yüzler, diri ve bütün yarattıklarını gözetip duran Allah’a baş eğmiştir.[614] Es- mâü’l-hüsnâ’nın sayıldığı hadiste de bu iki isim tek isim gibi zikredilmiştir. Bundan dolayı bazıları bunların “İsm-i ‘azam” olduğunu söylemişlerdir. Çünkü "1221121122 "//1101/1-01 /الحي göre isimlerin kaynağı, 101/1/14711-01 /القيوم/" ise ulvî ve süflî her şeyde Hakk’ın terbiye ve tedbiri adına vadedilen hususları muhafaza konusundaki kemaline işaret olarak görülmüştür. Nefs, bu iki isimle meşgulken “Râzıyye” ve “Merzıyye” mer­tebesindedir. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.[615] Nefs-i merzıyye, râzıyyeden üstündür. Çünkü mer- zıyyede sâlik, takdir edilen aleyhine de olsa kazaya safa, in- şirâh ve inkiyâd ile mukabelede bulunur. Kul/Sâlik, Rab-

binden razı olduğunda efendisi de ondan razı olur ve onu katında samimi kullarından kılar. Kulun efendisinden razı olması ve samed sıfatına sahip efendisinin kulundan razı olması durumunda rablerin rabbi ile kulu arasında nice mer­tebeler kaybolur gider. Bu iki ismin rengi, kalbî hayata işaret olması bakımından yeşildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Görmedin mi Allah’ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor?[616]Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir.[617] Seyrüsülûkten maksat, bu amaca ulaştıktan sonra kemale doğru yol almaktır. O da en yüce ruh ile kalbin hayat bulmasıdır. O, “Rûhu’r-rûh”tur. Manaların çocuklarının ve kudsî lisanın birlikteliğinden do­ğar. Ona “İzâfî rûh” denir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.”[618] Cismî ve be­denî hayat hayvânî rûh iledir ve emr-i meâş ile tasarrufta bu­lunur. Kudsî rûh ise hâl, meâd ve meâlde cereyan eder. Sûfî burada “İbnü’l-vakt” olur. Bu iki isim, kerâmet ve velâyet mahallidir. Çünkü kul Rabbinden sevinçle razı olduğunda Rabbi ona (4b) mübarek ikramıyla muamele eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın ipek­ten bir elbise vardır.[619] Sâlik, Rabbi katında kendisinden razı olunan bir duruma geldiğinde Rabbi onu, işlerinde velâyeti ve işleyişinde kifâyeti ile ona muamelede bulunur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, iman edenlerin velisidir.”[620]

Ve O, salih kullarına sahip çıkar.”[621] Bu iki ismin âlemi “Ce- berût Âlemi”, “Âlemü’l-ervâh ve’l-mücerredât” ve sıfat tevhidi­nin ve mükaşefelerin kaynağı olan “Âlem-i mebâdî”dir. Çün­kü burada sâlik, âlemde meydana gelen her şeyin Hakk’ın sıfatından ve Hakk’ın sıfatının bir yansımasından meydana geldiğini “Ayne’l-yakîn” görür. Buranın alameti, huşu, hudu, sükûn, sükût, dilin durması, Hak Sübhane ve Teâlâ’ya itira­zın sona ermesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Öyle ki, Rahman’ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin.”[622] Bu halin sahibi safa cennetindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gümüş bileziklerle süslenmiş­lerdir. Rableri onlara temiz bir içecek içirmiştir.[623] Kalpte, fiiller bahçeleri vardır ki bu durumun sahiplerine hal ve meâlde nimetler söz konusudur. Bu makamda sâlik, “Seyr fillah” ve “Fenâu fillah”tadır. Çünkü kadîm sıfatların nurları parladı­ğında ve her yönden sâliki kuşattığında, muhdes ve gölge olan yaratılmışların sıfatları yok olur. Sâlik, Hakk’ın sıfatın­da sıfatının yok olduğunu ruh gözüyle görür. Bunu iyi anla. Mevhibî isimlerden altıncı isim, “القهار / el-Kahhâr/” ismidir. Bu isim, Celâl isimlerindendir ve âlemi önceki isimlerle aynı şekilde “Ceberût Âlemi”dir. Çünkü sâlik, burada tevhid-i sıfa­tı tamamlar. Nefs, burada râzıyye, merzıyye ve mutmainne ile yakın ilişki içerisindedir. Çünkü güzel ahlak, burada bir araya gelmiştir ve güzel ahlak ortaya çıktığında yaratılmışlık ve meydana getirilmişlik ahlakını yok eder ve onlara dur der. Sâlik, ulvî ve süflî, âlemde meydana gelen her şeyi lütuf ve kahır bakımlarından, ister zatıyla isterse vasıtayla olsun, başkası değil, Hakk’ın sıfatı olarak ayne’l-yakîn bir şekilde

görür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Size ulaşan her nimet Allah’tandır.”[624] Ve (5a) o makâm, sıfatın tecellileri baskın ol­duğu için tevhîdü’s-sıfâtın nihayetidir. Şu âyet-i kerime bu­na işarettir: “Bugün hükümranlık kimindir? Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah’ındır!”[625] Burası da aynı şekilde “Ayne’l- yakîn” ve “Vâhidiyyet” makamıdır. Bundan sonra “Ehadiyyet” makamı vardır. Nuru, Halvetî şeyhlerimize göre, nurlar üze­rinde olan berrak siyahtır. Çünkü bu renk heybet ve celâlin alametidir. Bu nedenle Beytullah’ın örtüsü de siyah örtü ol­muştur. Peygamberimiz (sav), Allah’ın şerefli kıldığı Mek­ke’yi fethettiğinde kahır ve baskı işareti olarak siyah sarık takmıştır. Bundan dolayı bazı kardeşlerimiz/ihvanımız kalplerinin fethine, kalplerinin Beytullahu’l-Haram olmasına veya bu ismin nuruna hakiki ve mecazî anlamda bir işaret olması için siyah sarık takarlar. Bu ismin özelliklerinden biri de yüz veya iki yüzden fazla bu isimle meşgul olunmaması­dır. Çünkü özellikle intibah esnasında sâlik feza’ ve havfa ulaşır. Bu durumda sâlikin nefs-i emmâreyi ezmek/yok et­mek, siyahı bastırmak, insan ve cin şeytanlarını kovabilmek için samimiyet içerisinde bu isimle meşgul olması gerekmek­tedir. Sâlik, zâhir düşmanları yok etmek veya başka amaçlar için bu isimle meşgul olursa tuzak ve gurura düşmesi muh­temeldir. Sâlik, Allah Teâlâ’nın kendilerine lanet ettiği en yüksek mertebede olan tâliplerin zararının kendisine dön­mesinden korkar. Allah Teâlâ’nın bu gibilerinin arkasını kes­mesinden dolayı zâtını sena ettiğini görmüyor musun? Ayrı­ca Hz. Peygamber (sav) kendisine zulmettiğinde şöyle dua etmişti: “Ey Allahım! Bizi Kureyş’e, Ebû Cehil b. Hişam ve ben­zerlerine mirasçı kıl.” Bu makâm marifetin kemâli, fakrın ta-

mama ermesi, mehabbetin devamlı olması, celâl ve heybetin galebe çalması makamıdır. Fakr tamam olduğunda sâlik Hak iklimine ulaşır. Ondan sonra sâlik, katre olarak denize, eksik ve kirliden tertemize ulaşır. (5b) böylece sâlik cem ma­kamına ulaşır. “Bilesiniz ki, yaratma da buyurma da yalnız ona aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir.”[626] Sâlik sülûkûn zirvesi olan “Kahhâr” ismine ulaştığı zaman seyr ü sülûk ve nurlarını tamamlamış olur. Bundan sonra ilahî lü- tufla Celâl ve Cebbâr iklimine ulaşan şuttâr ve tayyâr olur. Melik ve Kahhâr olan Allah izin verirse onu açıklayacağız. Sâlik, insanın yedi tavır üzere olduğunu bilmelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.” [627] Hz. Pey­gamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Allah, Kur’ân’ı yedi ba­tın üzere indirmiştir.[628] Her bir batında on bin perde vardır. Toplamda yetmiş bin perde vardır. Muttakilerin önderi ve yakîn ehlinin biriciği Zeynüddîn-i Hâfî şunları söylemiştir: “Yetmiş bin perdenin on bini galibiyye latifesinde, on bini nefsiyye latifesinde, on bini ruhiyye latifesinde, on bini hafiyye latifesinde ve on bini hakikat latifesinde yer almaktadır.” Bitti. Sonra Allah Teâlâ yardımıyla her bir yüce isminde zikredilen perdeleri kaldırmaya has bir özellik kılmıştır. (Meşayihten bazıları) her bir latife için bir renk belirlemiş ve yeşil rengi bu renkle­rin en üstünü olarak görmüşlerdir. Onlardan Şiblî (k.s) gibi bazıları ise renklere itibar etmemişlerdir. Şiblî (k.s), “Renkleri bırak. Onlar perdelerdendir” buyurmuştur. Ancak Halvetî

şeyhlerimiz siyah rengi nurların en üstünde görmüşlerdir. Özellikle şeyhimizin şeyhi, tevhîd ve irfân denizinin kuman­danı, manevî âlemlerin eşsiz tecrübeli şahsı Abdülmecîd-i Şirvânî siyah rengi altıncı ismin rengi olarak belirlemiş ve renklerin sonuncusu olduğunu söylemiştir. Bundan sonra “Lâhûtî Âlem” vardır ve bu âlemde nurların nuru vardır. (6a) Her birinin sülûk mertebelerine göre uygun görüş ve değerlendirmeleri vardır. Onların görüş ve değerlendirmele­rine, renk ve isimlerle ilgili aralarındaki ihtilaflara dair söz söyleyecek durumda değiliz. “Allah her şeyi bilmektedir.”[629] Allah Teâlâ’nın fazlı ve ikramı olarak sâlike doğan ve meşa- yihimizin usulüne göre yedinci isim lafza-i celal olan “Al- lah/ الله” ismidir. Bir başka seferinde kalbin alt kısmında güç­lü bir şekilde ve rükünlerini gereği olarak sözde değil hâl ile bu isim tecelli ettiğinde, sâlik bu hâlin şahitleriyle beraber olduğunu söyler. Çünkü Hakk, “Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın­dır. O her şeyi bilir.[630] Başlangıçtan sona kadar nihayete erer, bu makamda ikisi bir araya gelir ve ikisi vuslata erer. Buna “İsm-i a’zam” diyen kimseye göre bu ismin nur ve rengi yoktur. Tam aksine buna “Mutlak nûr” ve “Nûru’l-envâr” de­nir. Bu makamdaki sâlik, “Lâhût ehli” olur. Yani onda hüviy- yet ve taayyün olmaz. Aksine o, “Mutlak gayb”, “Gaybu’l- guyûb” ve “Hakîkatü’l-hakâyik”a işaret eder. Ondan her âlem­de, ilâhî terennümler, samedânî hikmetler ve Rabbânî feyiz­ler neşet eder ki hiss ve şehâdet âlemine sâlikin istidadı öl- çüsünce güç ve muhatap olması nispetince bu durum yansır. O, “Aslü’l-usûl”dür ki ondan furû’ meydana gelir. Bu ma­kam “Hakku’l-yakîn”, “Tevhîdu ehadiyyeti’z-Zât” ve “Makâmu sırrı’s-sırr ve’l-kemâl” makamıdır. Aynı zamanda bu makam

es-Seyr anillâh” makamıdır. Allah Teâlâ, noksan nefisleri tekmîl etmeyi murâd ettiğinde, onların ıstılahında, böyle sâlike, makbul olduğu bir konumda “Merdûd sâlik” denir. Çünkü bu durumda sâlik, mübarek enbiyanın menheci üze­redir ve hürmet sahibi bu kimselerin halifesi konumundadır. Tevhid-i Zât’tan daha yüce ve öte bir yükseliş ve kademe yoktur. Akıllar onu idrak edemez ve zihinler onu anlaya­maz. İtibar ve izafetlerden mücerred olan Zât-ı Mutlak, “el- Kadîm” ve “el-Vâcib” olanı mümkün ve mukayyed olan nasıl idrak edebilir ki? (6b) Bu makam husûs, temekkün ve müşa­hede makamıdır. Ondan önce (salik) hâl, telvin ve mükâşefe ehlidir. Bu halin sahibi “Ehlü’l-haram”dan sayılır. Onun hali ve vasfı hayâ, edep, vakar, sekine, gece ve gündüzler boyun­ca devam eden heybettir. Anlatılır ki Hz. Habîb-i Kara- mânî’yi, ölünceye kadar, müşahedesinin galebe çalmasından dolayı ne halvette ne de celvette hiç kimse bağdaş kurarak otururken görmemiş ve onu iki dizinin üstüne otururken görmüşlerdir. Allah Teâlâ onu derecelerin en yücesine ulaş­tırsın. Bu makamda kâmil, Hakk’ın Subbûh, Kuddûs oldu­ğunu şekil, temsil, renk, kemiyet, keyfiyet, taayyün, miktar ve nurlardan münezzeh olduğunu bilir. Kâmil kimse burada Hakk’ın hudûs ve mümkün olanın özelliklerinden münez­zeh olduğunu, kâmil kudrete sahip, ilminin her şeyi kuşattı­ğını, bütün yaratılmışlara galip ve onlara hükmettiğini de bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O’na benzer hiçbir şey yoktur.”[631]O ne güzel Mevla ne güzel yardımcıdır.”[632] O’nadır dönüş ve O’nadır varış. Aynı şekilde bu makam “Tevhîdü’z- Zât” ve bu makama ulaşan kişi de “Ehlü’z-Zât” olarak isim­lendirilmiştir. Çünkü bu makamda Zât’ın güneşi ortaya çı-

kıp doğduğunda, nurları her şeyi kapladığında ve mümkün varlıklar bu tecellilerle yok olup Hakk onlara galebe çaldı­ğında sâlik ezel ve ebed Hakk’ın varlığının sabit, yaratılmış­ların varlığının arizî ve Hakk’ın varlığının gölgesi olduğunu hakke’l-yakîn olarak bilir. Sâlikte “Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatın­dan başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz[633] âyeti tecelli etmiştir. (7a) Sâlik bu makama ulaştığında iki kuvvetin burada bir araya geldiğini bilmesi için bu gerçekleştirmiştir ki bu kuvvetler lâhûtî kudsî kuvvetlerdir. Buradan peygamberlerde mucizeler, ve­lilerde ise kerametler zuhur eder. Sâlikte nâsûtî hükümler söz konusu olur. Cismânî yönünü hisseder ve yemek, içmek, çarşılarda dolaşmak gibi beşerî özelliklere sâlik tâbî olur. İki yönden birisi sâlikte yok olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: “(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyor- lar.[634] Bu makamda nefs, “Nefs-i kâmile” durumundadır. Sâlike, kemâl, cemâl, heybet ve celâl tahsis edilir. Bu makam, perdelenmiş aklın ve sınırlı ifadelerin idrakinin dışındadır. Ancak sünnet-i Seniyye ve Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberle­rin mucizeleri, velilerin kerametleri ile Rahmân’ın hâs kulla­rına dair anlatılan imanlarına benzer. Burası ibareye sığmaz ve ancak işaretle burası anlatılır. Sâlik burada inci remizler ve gizli işaretlerle konuşan kimse gibi konuşabilir. “Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.” [635] Meşâyihimize göre sâlik, burada Hz. Peygamber’in (sav) esmâü’l-hüsnâyı saydığı hadis-i şerifin-

de geçtiği şekliyle “الله/Allah”, ""الحى,"كلكل112-61/الحق/el-Hayy”, “القيوم/el-Kayyûm” gibi 1102 harfi olmaksızın ve 01112101 dü- şürmeksizin Esmâü’l-hüsnâ ile meşgul olması gerektiğini bilmelidir. Meşâyihimzden 221121112 göre ise ""٧2/ياحى Hayy”, "27770 ٧2/قيوم يا" gibi 50021 1-11115102 10111 başına nida harfi ilave ederek doksan dokuz ismi zikretmelidir. Ka­naatimize göre ٧8/يا" ile nida, münâdînin uzak olmasını gerektirir. Allah Teâlâ ise kuluna şah damarından yakındır. “Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”[636] Bazılarının tercihi ise (7) 611-12101 düşürüp "112777/حى" ve “f^/Kayyûm” şek­linde zikredilmesinden yanadır. Şu bilinmelidir ki Halvetî meşâyihi, “Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti, biz de “asanla taşa vur!” demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pı­nar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi[637] âyet-i kerimesine işaret olması bakımından bütün temel isimlerden on iki isimle sâliki terbiye ederler. Onlar, şeyhle­rin şeyhi, evtâdların efendisi ve evlâtların en hayırlısı es- Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî’nin (Halvetî yolundan giden herke­sin üstadı ki Allah Teâlâ onun bereketini üzerimize yağdrı- sın) halîfelerinden Ömer Rûşenî’ye müntesip kimselerdir. Onların usulü şu şekildedir:

الله الا اله لاKelime-i Tevhîd-

الله- Lafza-i Celâl

O -هو

الحق- el-Hakk

الحى- el-Hayy

1 61-2777 -القيوم

الصمد- es-Samed

البصير- el-Basîr

الغفور- el-Ğafûr

القهار- el-Kahhâr

الودود- el-Vedûd

الوهاب- el-Vehhâb

Bazılarının usulüne göre لا اله الا الله- Kelime-i Tevhîd “Üm- mü’l-esmâ”dır. Bu görüşü benimseyenler, es-Sultân el-Hâc Bayrâm el-Ankaravî’nin halîfelerinden olan Şeyhü’ş-Şâmî’ye müntesip olanlardır. Silsilesi Hz. Ebûbekir’e (r.a) dayanan gizli zikri tercih edenlere göre isimlerin kökü lafza-i celâl yani “الله/Allah” lafzıdır. Onlar, her gün ve gece bu ismi tek­rar ederler. Râzî, Kebîr’inde şunları söylemiştir: “Bazı bü­yükler, sâdık mürîdi erbaine girdirirler. Erbaîn sona erip hali ona gale çalarak kalbi hassaslaştığında, ruhu yücelip, uzuv­ları ilâhî nurun tecellileriyle dolduğunda ve gaybî hitaplara hazır hale geldiğinde ona Esmâü’l-hüsnâ’yı güzel bir şekil­de, güzel ve hoş bir sesle ve makam usullerine uygun çekici bir tarzla okumasına sâlike emreder. Yine mürşid, müride bilinçli bir şekilde zikri dinlemesini emreder. Onlardan biri ile riyasız bir vecde, yüce bir hale ve saf bir lezzete ulaşıp kalbi vecd ile çarptığında (8a), sürekli kendinden geçme hali zuhur ettiğinde ve bu hâl kendisini kapladığında ona şunları söyler: “Evladım! Bu senin ism-i azamındır. Onunla meşgul ol. Onda senin mutluluğun vardır.” “Ümmetlerden her birinin bir yönü vardır, o ona yönelir, haydin, hep hayırlara koşun, yarı- şın.[638] Sâlik, her bir isimle ibretler deryasına dalar. Böylece tâate koşar. Şüphesiz “الرزاق/er-Rezzâk” ve “المقيت/el-Mukît”

gibi ef‘âl isimlerinden her birisi eşittir. Aynı şekilde “العليم/el- 4114" ve " 2110ك1-61/القريب gibi esmâ-i sıfât isimleri ve “1ج/اخق- Hakk/” ve “القدوس/el-Kuddûs” gibi zât isimleri de birbirleri­ne denktir. Sâlik, tevhîd denizine ulaşmıştır. Sâlik ilk olarak gizli bir şekilde zikre devam ettiği süreçte cedel ve nizaın olmaması gerektiğini bilmelidir. Bizim yolumuz ise cehrî zikri esas almıştır ki bu yol riyadan en uzak icabete en yakın olan yoldur. Özellikle Allah Teâlâ’nın fazlı ve lütfu ile açılan mevhibî isimlerde durum böyledir. Ancak mürşid-i kâmil başlangıç durumunda olan müridi ciddi bir şekilde kelime-i tevhîd veya “” zikrine tek başına veya toplum içerisinde temiz olan her yerde kardeşleriyle birlikte zamanı el verdiği ölçüde bedeni parçalanıp elbiseleri yırtılıncaya kadar devam etmesi konusunda talimat vermelidir. Soğuk su içmekten kendisini korumalıdır. Çünkü soğuk su feyzin kesilmesine sebep olur. Vücudu kuruduktan sonra vecd hâli kendisinde söz konusu olursa şerbet içer. Böylece zikir temekkün haline bürünmesine vesile olur. Bu şekilde vuslat meydana gelir ve zikir kalbe girer. Sâlik, ahfâ makamına ulaşır. Sâlikin bu ma­kama ulaştığında alameti, genel olarak gizli bir şekilde (Hakk’ın) ismiyle meşgul olmasıdır. Böyle bir durumda cehrî zikir sâlike perde ve engel olur. Bu kimsenin durumu, evinde dostlarıyla sohbet halinde bulunan kimsenin evin dı­şında bulunan kimseye dostlarıyla sohbet esnasındaki or­tamda olanları tekrar etmesine benzemektedir. (8b) mübtedî olan sâlike kimselerin olmadığı yerlerde ve gaflet ehli uyku­sunda yatarken gecenin karanlıklarında (Hakk’ın) ismini zikretmesi gerekir. Hakk’ın isimlerini zikirle meşgul olmak için gündüz veya gece olması, yine bu isimleri belirli bir sa­yıda zikre devam etmek veya belirli bir zaman tayin etmek gibi şeyler zorunlu değildir. Ancak zikirle meşgul olmak için

evla olan vakit, sâlike engel olan meşguliyetlerden sıyrıldığı zaman zikirle meşgul olmasıdır. Kardeşlerimizden Nûredd- din er-Rûmî’nin sûfî sâlik talebelerine hücrelerinde her gün ve gece on bin defa Hakk’ın ismini zikretmelerini emrettiği nakledilmiştir. Zikredilen usule göre Hakk’ın isminin nurları sâlikte hâl ve rengi olmaksızın doğduğu zaman, rüsûh ve temekkün hâli onda belirecek kadar zaman geçmeden üsta­dının ona dua etmesi uygun değildir. Çünkü o hikmeti kay­betmiş bir durumdadır. Sâlikte rüsûh ve temekkün hâli meydana geldiğinde veya üstâdı sâlikte bir maslahat gördü­ğünde şeyhinin ona dua etmesi doğru olur. Çünkü karanlık­ta kalması sâlik için söz konusu olduğu halde böyle bir du­rumda üstâdı ona dua eder ve ona hikmetin gelişini engel­lemiş olur. Aynı şekilde mürîdde birinci doğuş olmadan kinci veya üçüncü doğuşlar ortaya çıkacak olsa üstâdı mürîde “Gayret gösterilmesi gerektiği şekilde gayret et! Sana ve­rilen vazife ile samimiyetle manevî açılımlar oluncaya ve gönül gözü ile görünceye kadar görevini yerine getir!” der. Ona “Evlere kapılarından gelin[639] âyetini hatırlatır. “Buranın en aşağısından yukarısına doğru yüksel” der. Ancak zamanından önce en yüksek nûr sâlikte zuhur ederse bu sâlikin istidadının kemâ­line bir işaret görülür. Esmâü’l-hüsnâ’dan herhangi bir ismin nûru sâlikte belirtilen usullere riayet etmeksizin zuhur etti­ğinde “Bu uygun değildir veya hoşa gitmemiştir. Bu, usûle uy­gun değildir” diyerek mürşid-i kâmil mürîdden ümîd kes­mez. Çünkü yüce/azametli isimlerden her birisi tesirli ve özeldir. Hiçbirinin birbirine üstünlüğü yoktur. Bundan do­layı her bir şahıs istidâd, kapasite ve kabiliyetine göre bu isimlerden faydalanır, onlardan herhangi bir zarar görmez. (9a) bundan dolayı mürşid-i kâmil, sâlikin istidadına uygun

toplayıcı özelliği olan ismi sâlike telkin eder ki bu isim sâlike tesiri yönüyle onun için ism-i ‘azamdır. İsm-i ‘azam konu­sunda meşâyih-i kirâm farklı görüşler serdetmişlerdir. Onunla sâlike dua etmişler ve sâlike “Usûle uygun olarak o isimle meşgul ol” şeklinde telkinde bulunmuşlardır. Bu kişi­nin durumu, dışardan bakıldığında illeti tek olan, iki şahısta görülen ateşli hastalığa benzemektedir. Tecrübeli doktor bu iki şahsın yapısına bakar kan ve balgam gibi farklı sebepler­den ateşlerinin yükseldiğini anlar ve görünen hastalık tek bir hastalıkmış gibi de olsa her ikisine farklı ilaçlarla tedavi uy­gular. Sâdık mürîd belirtilen usulle hâl ve renkleri tamamla­yıp sona gelse ve seyr ü sülûkünü gereklerini yerine getirmiş olsa dahi isimlerin kaynağı olanla meşguliyetini sona erdir­mez. Çünkü meded, bu isimle meşgul olmasından dolayı ona sirayet etmektedir. Şeyhimizin şeyhi Abdülmecîd-i Şir- vânî’yi, Allah Teâlâ ona rahmet eylesin, bir dönem mahalle­nin mescidinde kalıyordum, onun evi de buraya yakındı, bazen gece vakitlerinde evinden çıkar, mescide gelir ve te- heccüd namazı kılardı. Sonra oturur, لا اله الا الله zikri ile açık- tan/cehrî olarak lezzet, zevk ve safa ile duvarlara ve her tür­lü ağaca tesir edinceye kadar meşgul olurdu. Sâlik, ilimlerin dört türlü olduğunu ve her birinin arasında birtakım müna­sebetler söz konusu olduğunu bilmelidir. Birincisi şeriat il­midir. Kitap ve Sünnet’ten inanç ilkeleri ve ibadetlere dair usul ve furû kısımları vardır. Sâlik, bu kaynaklarda emredi­lenleri yerine getirmediği yasaklananlardan uzak durmadığı sürece zâhirini ıslah edemez. Bu, fetva ile amel etmeyi gerek­tiren noktadır. Bu nokta asılların aslıdır ve diğer ilimler bu­nun üzerine inşa edilmişlerdir. İkincisi bâtını arındırmak için olan tarikat ilmidir. O, hâlin ve takvanın gereğince amel et­meyi gerekli kılar. (9b) Ona kulluk makamında “Hizmetin edebi” de denir. Üçüncüsü marifet ilmidir. O, şeriat yoluyla

tarikata sarılmaktan doğar, müstakil bir ilim değildir. Ona nebilerin ilimlerinde söz konusu olduğu üzere “Verâset ilmi” denir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.”716 Ayrıca şeriat, diraset ilmidir. Dördüncüsü hakikat ilmidir. O, “İl- mullâh” ve “İlmu halifetillah”tır. Bu ilim, yeryüzü yok olunca­ya kadar her zaman ve mekânda var olacaktır. İlimler birbir­leri içerisine geçmiş sarmallar, bir ağacın dalında görülen meyve gibidir. Kim şeriat ilminde mâhir olursa o tarikatta daha muhkem, sabit ve başarılı olur. Tarikatta dikkatli olan daha anlaşılır ve temiz olur. Marifette kapasitesi olan daha çok ve daha kaliteli olur. Aynı şekilde marifette hassas ola­nın firaseti en üst seviyede olur ve nurları artar. Firaseti ek- mel olanın hakikati daha tam ve mükemmel olur. Şeriat ağa­cın kökleri, tarikat dal ve uzantıları, marifet yaprak ve çiçek­leri, hakikat ise ağacın meyvelerine benzetilmiştir. Biz şeriatı vücudun dışını kaplayan deriye benzetiyoruz. Tarikatı deri­nin altındaki iç kısma, marifeti iç merkeze ve hakikati özün özüne benzetiyoruz. Hakikat, zihnî latif bir cevherdir ki onunla kemiklerle birlikte olan öz ortaya çıkar. Vücûd için esas fayda sağlayan odur, bunu iyi düşün. Şeriata riayet et­meyen, hakikat iddiasında olan ve kendisinden olağanüstü haller zuhur eden kimsenin bu haline itibar edilmez. Bu hal, geçmişte Musa’ya karşı Firavun’da görülen, günümüzde yozlaşmış kesimlerde ortaya çıkan ve gelecekte Deccâl örne­ğinde görülecek durum gibi, onun için bir aldatmaca ve im­tihan vesilesidir. (10a) Bu durumdan ancak melâmetîler müstesnadır, bunu iyi düşün. Çünkü onlar, görünen, gö­rünmeyen hallerinden ve kalplerinin kendilerini yanlışa sü­rüklemesinden korkan kimselerdir. Onlar, şeriatı yücelten

kimselerdir ama onlarda Allah Teâlâ’dan bir işaret sonucun­da, sırlarına uygun olmayan bazı haller ortaya çıkabilmekte­dir. Bazen meyhaneye girip içki içmeksizin orada bağırmak, putlara secde etmeksizin kiliseye girmek, zulmet elbisesi giymek, sakalları kısaltıp bıyıkları uzatmak gibi durumlar söz konusu olabilmektedir. Gaflet içerisinde olanlar onların, haşa sümme haşa, bâtıl olduklarını zannetmektedirler. On­lardan iç dünyalarındaki durumlarına göre bazen kerametler de zuhûr edebilmektedir.

Allah, her şeye güç yetirendir. Yüce, azametli ve büyük olan Allah’tan başka güç sahibi ve kuşatıcı yoktur. Ey Rab- bimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işlerimizi dosdoğru kıl. Risale tamamlandı.

Üçüncü Bölüm

Receb-i Sivâsî’nin Hatm-i Sağîr
Adlı Risâlesi

Receb-i Sivâsî’nin Hatm-i Sağîr Adlı Risâlesi ve
Değerlendirilmesi

Recep Efendi’nin üçüncü eseri bir dua mecmûası olan Hatm-i Sağîr adlı çalışmasıdır. Recep Efendi, Necmü’l-hüdâ eserinin son kısmında bu eserin kısaca bahsetmiştir. Bu risa­lesini Allah’ın bir lütfu olarak gördüğünü belirten Recep Efendi, risaleye Seyyidü’l-istiğfâr ile başladığını, Fatiha Su­resi ile devam ettiğini, her sure için, sûrelerin tertibine göre uzun veya kısa âyet-i kerimeleri seçtiğini belirtmiştir. O, seç­tiği âyetlerin faziletlerine dair hadis veya sahabe kavillerini de naklettiğini söylemiştir. Fakat yapılan tetkiklerde bu adımın metnin içerisinde hayat bulmadığı görülmüştür. Leyl suresinden Nas suresine kadar sureleri bütün olarak naklet­tiğini ve risâlenin sonunda Esmâü’l-hüsnâ’ye yer verdiğini ifade eden Recep Efendi, Allah’ın yardımıyla kısa bir sürede kolayca okunabilecek tarzda dizayn edildiği için bu risâleye Hatm-i Sağîr adını verdiğini de sözlerine eklemiştir. Recep Efendi, bu küçük risâleyi okuyanlara Hakk’ın büyük mükâfat vermesini dileyerek ve risâlenin gece gündüz, meş­galelerden uzak kaldığında ve boş vakitlerde okunabileceği­ni naklederek risâleyle ilgili bilgi aktarımını nihayete erdir- miştir.[640]

Recep Efendi, bu döneme kadar kaynaklarda adı zikredi­len ancak kendisine ulaşılmayan bu eseri, ailenin torunların­dan Fatih Güneren Bey Efendi’nin vefatından önce Süley- maniye Kütüphanesi’ne bağışladığı yazma eserler arasında tespit edilmiştir. Tek nüshası olan risâle, Süleymaniye Kü­tüphanesi, Hüseyin Şemsi- Fatih Güneren, 248255’te bulun­maktadır. İstinsah yılı olarak 10 Rebîülâhir 1339 yani miladi

1920 yılı gösterilen risâlenin bu veriyle Recep Efendi’nin ka­leminden çıkan orijinal risâle olmadığı anlaşılmaktadır. Müstensih olarak es-Seyyid Abdülkâdir es-Sivâsî (ö. ?) ismi kaydedilmiştir.

Recep Efendi, ağırlıklı olarak çeşitli sûrelerden seçtiği uzun veya kısa âyetlerden bir dua mecmuası oluşturmuştur. Bu, onun Kur’ân-ı Kerîm’i bir hayat kitabı olarak görmesinin yanında dua için de Allah’ın kelamını en temel kaynak gör­düğüne işaret olması bakımından önemlidir. Bazı hadisler­den, sahabeden ve farklı din büyüklerinden aktarılan dua cümlelerine yer vermesi ise Recep Efendi’nin kendisine ula­şan bilgiye bir başka ifadeyle geleneğe değer vermesinin bir işareti olarak kabul edilebilir.

Recep Efendi, diğer eserlerinde takip ettiği anlaşılır ve açık bir metin kaleme alma işlevini bu eserde de sürdürmüş­tür. Bu çalışmada, metnin aslı aktarılırken okuyucunun zor­lanmaması için âyet ve diğer dua metinlerine dair dipnot ge­rektiren hususlar tercümede sunulmuştur.

 

Hatm-i Sağîr Tercümesi

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجيِمِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيِمِ

Ey Allahım mânevî yolculuğun başında ve vuslat demin­de Muhammed’e (sav) vesileyi vermeni ve O’nu (sav), ken­disine vadettiğin Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırmanı istiyoruz.

Bize Hakk’ı Hak olarak göster. Bizi Hakk’a uymakla rı- zıklandır. Bize bâtılı göster, bizi bâtıldan sakınmakla rızık- landır ve bizi bâtıldan uzak eyle. Kirli elbiseleri su ile temiz­lediğin gibi bizi de su, kar ve dolu ile temizle.[641]

Rab olarak Allah Teâlâ’dan, din olarak İslam’dan nebî ve resûl olarak Muhammed’den (sav), imâm (önder/rehber) olarak Kur’ân’dan, kıble olarak Kâbe’den, kardeş olarak mü’minlerden razı oldum. Şeytanı düşman edindik/bildik. Sıddîk’ı, Fârûk’u, Zinnûreyn’i ve Murtezâ’yı halîfe ve imâm edindik. Yeni zamanı ve saadet vaktini, kirâmen kâtibîni ve hafeza meleklerini dost bildik ki Allah onlara lütufta bulun­sun ve bu günümüz onlarla aydınlansın. Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve ben yine şahitlik ederim ki Muhammed (sav) O’nun kulu ve resulüdür. Allah Teâlâ, ulu göklerdeki mukarreb melekler ve yerlerdeki nebîler, ârifler ve rüsûh sahibi âlimlerin imanı gibi bir imandan razı olur.

Allahım, bizi bağışla. Bize merhamet et. Bizi rızıklandır! Sen rızık verenlerin en hayırlısısın. Allahım, bu gecemizi en hayırlı gece kılarak bizi rızıklandır ve bizi bu gecenin ve içinde bulunanların şerrinden muhafaza eyle.

Allahım, kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üstümü nur-

landır, altımı nurlandır, beni nurlandır. Gözlerimizi ve ku­laklarımızı bu nurlarla faydalandır. Hayat verdiğin şeylerle bizi güçlendir ve bizi ona vâris kıl.[642]

Allahım, yasak ve günah olanlardan, borcun sıkıntısın­dan, kabir ve ateşin fitnesinden, yaşam ve ölümün fitnesin­den, Mesîh Deccâl’in fitnesinden, âile ve evladın fitnesinden Sana, Senin korumana sığınıyorum, Ya Allah. Bizi hidayete ulaştırdığın kimsenin yolun ilet. Afiyet verdiğin kimsenin afiyetini bize lütfet. Dost edindiğin kimseye bizi dost et. Hakkında hüküm verdiğin kimsenin şerrinden bizi koru ki hükmü Sen verirsin Senin hakkında kimse hüküm veremez. Sen murâd edersin Sana murâd edilmez. Sen zenginsin (el- Ğaniyy) biz fakiriz. Senin dost edindiğini kimse zelil ede­mez. Sana düşman olan kimseyi kimse aziz edemez. Lütfe­deceğin şeylerde bizlere bereket kıl.

Allahım, şiddetli azabından rızana, gazabından affına, cezalandırmandan afiyetine sığınırım.[643] (Yine) nefislerimi­zin şerrinden, amellerimizin kötülüklerinden hallerimizin çirkinliklerinden Sana sığınırım. Halimizi en güzel hale çe­vir, Allahım.

Allahım, bizleri zikredenlerden, şükredenlerden ve her durumda hamd edenlerden eyle. Bizleri, gafillerden, hain­lerden ve zarara uğrayanlardan eyleme. Ey Allah, fazlın ve kereminle bizleri kabul olunmuş amel, şükredilecek gayret, bağışlanmış günah, dönülmemek üzere yapılmış tevbe ve sonsuz kazançlı ticaretle rızıklandır. Allahım, mülk, azamet ve büyüklüğün Allah’ın olduğunu bilerek bizleri akşama kavuştur, bizleri İslam fıtratı üzere nihayete erdir ve tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur, O evvel, O

Âhir, O Zâhir, O Bâtın ve O her şeyi bilendir samimi sözcük­leri ile bizleri sona ulaştır.

Allahım, Sana şahitlik ederiz, arşı taşıyan meleklerine ve yaratıklarının tümüne şahitlik ederiz. Muhakkak ki ben ger­çekten iman eden bir kimseyim. Bizler indirdiğin Kitâb’a gönderdiğin Nebi’ye de iman ettik. Senden başka ilâh yok­tur. Seniz noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Muhakkak ki ben (nefsine zulmeden) zalimlerden oldum. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Ve ben gamdan, hüzünden, acizlikten, tembellikten, ilerleyememekten Sana sığınırım. (Yine) Ben cimrilikten, korkaklıktan, borun galebe çalmasından ve in­sanların zulmünden de Sana sığınırım.

Allahım, harama düşmez helal ile yetiniriz. Bizi Senden başkasına muhtaç etme. Bizim lehimizde ol (bizi bağışla) bi­zim aleyhimizde olma (bizi cezlandırma). Bize çıkış yolları göster, bizi cehenneme düşürecek imtihanlara tâbi tutma.

Allahım, (bizi) Seni zikreden Sana şükreden, Sana boyun eğen, teslim olan, rızana istekli olan kimselerden eyle.[644] Tövbelerimizi kabul eyle. Günahlarımızı bağışla, ayıplarımız ört, kötülüklerimiz affet, soğukluğumuzu yakınlığa dönüş­tür, ihtiyaçlarımız gider ey isteyenlere lütfeden ey Rahmân ey Rahîm!

Allahım, artır eksiltme, ikram et mahrum bırakma, lütfet uzak kılma,[645] Rızana ulaştıracak izler bırak bizde Senden uzaklaştıracak izlerden bizleri beri eyle. Âlemlerin Rabbinin sevgilisi ve Mü’minun Suresi hürmetine bizi razı et bizden razı ol Allahım.

Allahım, muhakkak ki ben zayıfım beni güçlendir, aczim­le benden razı ol. Beni perçeminden tutup hayra yönlendir. Hoşnutluğumu son raddede İslam’dan kıl. Nifaktan ve ayrı-

lıktan Sana sığınırım. Zulme maruz kalırsam zulme uğramış olurum, saptırsam şaşkın bir halde kalırım, zillete duçar olursam zillette boğulurum. Tuzaklara düşmekten, küçük düşmekten, utanç verici duruma düşmekten, rezil olmaktan, başarısızlıktan zorbalıktan, pişmanlık gerektiren durumlar­dan dünyada ve ahirette Sana sığınırım. Ve helak olmaktan, yıkılmaktan, yanmaktan, boğulmaktan, aslanların ve karaba­takların şerrinden. Ve âlemler içinde Nuh’a selam olsun. Şüphesiz biz, iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

Yerde ve gökte O’nun ismi ile hiçbir şeyin zarar vereme­yeceği kimsenin ismi ile başlarım ki O hakkıyla işiten (es- Semî’) ve her şeyi bilen (el-Alîm)dir.[646]

Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.[647]

Yarattıklarının şerrinden Sana sığınırım. Allah’tan başka ilah yoktur. O, hemen cezalandırmayan, mühlet ve imkân veren (el-Halîm), çok cömert (el-Kerîm)tir. Yüce arşın Rabbi olan Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim.[648]

Allahım onların (iç ve dış düşmanların) helak edici hilele­rini boşa çıkar, onların şerrinden bizleri muhafaza eyle. Sen lütfedersen onların şerrinden bizi korursun. Muhakkak ki Sen her şeyi gücü yeten (el-Kadîr)sin.

Allahım, Hamd Sana mahsustur, göklerin, yerin ve on­larda bulunanların idarecisi Sensin. Hamd Sana mahsustur, göklerin, yerin ve onlarda bulunanların sahibi Sensin. Hamd Sana mahsustur ki muhakkak ki Sen Haksın, mükâfatın ve cezalandırman da Hak’tır. Cennet ve Cehennem de Hak’tır. Nebilerin (Allah’ın rahmet ve selamı onların üzerine olsun)

ve Muhammed Mustafa (Allah’ın rahmet ve selamı onun üzerine olsun) da Hak’tır. Hiç şüphesiz gelecek olan kıya­mette Hak’tır.[649]

Allahım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana te­vekkül ettim, Seninle düşmanlarımı yendim. Hükmümde Sana dayanıyorum, geçmiş ve gelecek (günahlarımı) bağış- la.[650]

Allahım, faydasız ilimden, kabul olmayan amelden, huşu duymayan kalpten, işitilmeyen duadan, doymayan nefisten ve yaşarmayan gözden Sana sığınırım.[651]

Allahım, belanın zorluğundan, bedbahtlıktan, kötü kaza­dan, düşmanların sevinmesinden Sana sığınırım.[652]

Allah’ım, Sen benim Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü Sen­den başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz Ey çok bağış­layan (el-Gafûr) ve ey çok merhamet eden (Er-Rahîm).[653]

Allahım, kendimi Sana teslim ettim, yönümü Sana dön­düm, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım ki Sen­den başka dayanılacak yoktur. İndirdiğin Kitâb’a ve gön­derdiğin Nebi’ye iman ettik.[654]

Allah, O’ndan başka ilah yoktur; O, diridir, her şeyin var­lığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni ol­madıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önle­rinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz.

O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.[655]

Yarattıklarının sayısı, arşının ağırlığı ve kelimelerinin mürekkebi kadar Allah’ı hamd ile tesbih ederim. Allah’a hamd olsun, Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah’ın adedini en iyi bildiği kadar, Allah’ın örneğini en iyi bildikleri kadar, Allah’ın en iyi bildiklerinin ağırlıkları kadar Allah en büyük­tür (yücedir).[656]

Ebedin ebedi olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Ebedin ezeli olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Tek (Ehad) ve bir (Vâhid) olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Her şeyin kendisine muhtaç olduğu (Samed) tek (ferd) olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Gökleri direksiz olarak yükselten Allah noksan sıfatlar­dan münezzehtir.

Dost ve evlat edinmeyen Allah noksan sıfatlardan mü­nezzehtir.

Doğurmayan, doğmayan ve hiçbir kimsenin O’na denk olmadığı Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Rahman ve Rahîm Olan Adıyla Başlarım

Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. (Alla­hım) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dile­riz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.[657]

Rahman ve Rahîm Olan Adıyla Başlarım

Elif Lâm Mîm. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. On-

lar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. On­lar sana indirilene de senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rablerinden (ge­len) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte on- lardır.[658]

Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun.[659]

Allahım, kulun, sevgilin, emin ve ümmî nebi Resûlü’ne, âl ve ashâbının tamamına rahmet eyle. (Yine) adaletle hük­meden, hükümleriyle hidayete ulaştıran râşid halifelere de rahmet eyle. (Yine) diğer nebilere, velilere, salih kullara, mukarreb meleklere de rahmet eyle ey merhamet edenlerin en merhametlisi.

Allahım, bize dünyada ve ahirette güzellik (hasene) ver ve bizi ateşin azabından koru.[660]

Ne kadar kaldın?, diye sordu. Bir gün veya günün bir kıs­mı kadar kaldım, dedi. Allah, Hayır, yüzyıl kaldın. Anlamak için yiyeceğine içeceğine bak, henüz değişmemiş.[661]

Allah’ın elçisi ve müminler, rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, pey­gamberlerine inandılar. “O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız” ve “İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz rabbi- miz, gidiş sanadır” dediler. Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbi- miz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden ön­cekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesin-

den gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı ve zâlim topluluğa karşı bize yardım et![662]

Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız sensin.

Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde asla şüp­he olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözün­den dönmez.[663]

Ey rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, günahlarımızı ba­ğışla, bizi ateş azabından koru” diyenler, sabredenler, doğ­ruluktan şaşmayanlar, huzurda boyun bükenler, hayır yo­lunda harcama yapanlar ve seher vakitlerinde Allah’tan ba­ğışlanma dileyenler (içindir).

Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka ilah yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.[664]

De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü di­lediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yücel­tirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elinde­dir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.

Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve diledi­ğine sayısız rızık verirsin.[665]

Allah, Adem’i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemlere üstün kıldı.[666]

Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere tâbi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz.[667]

Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, nebilerle birlikte cihad eden Rabbânîler hürmetin kâfir topluluğa karşı bize yardım et![668]

Rabbimiz! Doğrusu biz, Rabbinize inanın!, diyerek, ima­na çağıran bir davetçiyi işitip iman ettik. Rabbimiz! Günah­larımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü nasip et.

Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad ettikle­rini ver bize; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sö­zünden caymazsın. [669]

Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Al­lah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıd- dıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne gü­zel arkadaşlardır!

Bu lütuf Allah’tandır; bilen olarak Allah yeter.[670]

Allahım! Ey rabbimiz! Bize gökten öyle bir sofra indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir şölen ve senden bir işaret olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenle­rin en hayırlısısın.[671]

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah’a mahsustur. Ama yine de kâfir olanlar (putları) rablerine eş tutuyorlar.

Sizi (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını (ecel) takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.

O, göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi açığınızı bilir, neyi yapıp ettiğinizi de bilir.[672]

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkla­rındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.[673]

Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.[674]

İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delille- rimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilmek­tedir.

Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hida­yete erdirdik. Daha önce Nûh’u da hidayete erdirmiştik. Zürriyetinden Dâvud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yûsuf’u, Mû- sâ’yı ve Hârûn’u da. İyilik yapanları işte böyle mükâfatlan­dırırız.

Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru yola erdirmiş­tik. Bunların hepsi salih kimselerden idi.

İsmail’i, Elyasa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da doğru yola erdir­miştik. Her birini âlemlere üstün kılmıştık.

Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bir kıs­mını da. Bütün bunları seçtik ve bunları dosdoğru bir yola ilettik.[675]

De ki: Şüphesiz benim namazım da diğer ibadetlerim de yaşamam da ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.

O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolun- dum. Ben Müslümanların ilkiyim.[676]

Her ikisi, Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışla­maz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz, dediler.[677]

Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.[678]

Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.[679]

Yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin Mevlânızdır, O ne gü­zel Mevlâdır ne eşi bulunmaz yardımcıdır![680]

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğ­rularla beraber olun.[681]

Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.[682]

Allah, cennete çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir.

Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de

bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.[683]

Sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.[684]

Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a da­yandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.[685]

Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hale ge­tirme görevi verdi. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder.[686]

Size yasakladığımı kendim yapmak niyetinde değilim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam Allah’ın yardımına bağlıdır. Yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.[687]

Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyu- rulduğu gibi dosdoğru ol! Siz de azıp sapmayın. Allah, yap­tıklarınızı çok iyi görmektedir.

Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Al­lah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!

Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın saat­lerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır.

Sabret! Allah güzel davrananların mükâfatını zayi et- mez.[688]

En iyi koruyucu Allah’tır. O, acıyanların en merhametli- sidir.[689]

Dünyada da âhirette de beni yönetip himaye eden sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni iyi kulların arasına kat![690]

Bunlar, iman edenler ve Allah’ı zikrederek gönülleri hu­zura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikre­derek huzura kavuşur.

İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt onlar içindir.[691]

Rabbimiz! Şüphesiz ki sen gizlediğimizi de açıkladığımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.

Yaşlılığıma rağmen bana İsmâil’i ve İshak’ı armağan eden

Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları kabul edendir.[692]

Kuşkusuz sana tekrar tekrar okunandan (âyetlerden) ye­disini ve yüce Kur’ân’ı verdik.

Sakın ola ki, onlardan bazı gruplara verdiğimiz geçici dünya nimetine göz dikmeyesin! Onlardan yana üzülme, müminlere karşı da alçakgönüllü ol!

Kuşkusuz ben apaçık bir uyarıcıyım, de.

Nitekim biz, bölüp parçalayanları cezalandırdık.

Kur’ân’ı parçalara ayıranlar yok mu?!

Rabbine and olsun ki yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!

Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere aldırış etme!

Allah’ın yanında başka bir tanrı daha edinen o alaycılara karşı biz senin yanındayız. Onlar ileride anlayacaklar!

Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını muhakkak ki biliyoruz.

Ama sen rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol!

Kesin olan şey (ölüm) gelinceye kadar rabbine kulluk et.[693]

Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.[694]

Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma.

Çünkü Allah takvâ ile hareket edip iyiliği seçenlerin ya- nındadır.[695]

De ki: İster Allah diyerek ister Rahmân diyerek yakarın; hangisiyle yakarsanız olur, çünkü bütün güzel isimler O’na mahsustur. Namazında niyazında sesini fazla yükseltme, fazla da kısma, ikisinin arasında bir yol tut.

Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âciz- likten münezzeh olduğu için bir dayanağa da ihtiyacı olma­yan Allah’a hamd ederim” de ve tekbir getirerek O’nun şa­nını yücelt![696]

Sabah ve akşam Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ede- rim.[697]

Rabbimiz! Bize katından rahmet gönder ve bize içinde bulunduğumuz durumdan bir çıkış yolu göster.[698]

Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiş- tik.[699]

De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki ba­na, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim rabbine kavuşmayı bekliyorsa dünya ve âhirete ya­rarlı iş yapsın ve rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşma- sın.[700]

Bu, rabbinin Zekeriyyâ kuluna lutfettiği rahmetin anlatı­mıdır. Hani o, alçak sesle rabbine yalvarmıştı. Rabbim, de­mişti, Benim kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Ben sana ettiğim dualarda hiç eli boş dönmedim.

Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınla­rımdan endişe ediyorum; karım da kısırdır. Tarafından bana yerimi alacak bir halef ver; o, Yakub hanedanına da vâris ol­sun; rabbim, onu rızana erdir![701]

Doğduğu gün, öleceği gün ve yeniden hayata döndürüle­ceği gün ona selâm olsun.

Doğduğum gün, öleceğim gün ve yeniden hayata döndü­rüleceğim gün esenlik benimle olacaktır. [702]

Kitapta İdrîs’i de okuyarak an. Hakikaten o, pek doğru bir insandı ve bir peygamberdi.

Onu üstün bir konuma getirdik.[703]

Diri ve her şeyin varlığı kendine bağlı olan Allah’ın hu­zurunda yüzler (başlar) hicapla eğilmiştir; zulmü yüklenmiş olan ise hüsrana uğramıştır.

Mümin olarak dünya ve âhiret için yararlı iyi işler yapan kimseye gelince, o ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlı­ğa uğramaktan korkar.[704]

Rabbim! Geride kalanların en hayırlısı sensin, yine de sen beni yalnız (çocuksuz) bırakma.[705]

Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlânız O’dur. O ne gü­zel Mevlâdır ve ne iyi yardımcıdır.[706]

Ve de ki: Rabbim! Şeytanların gizli kışkırtmalarından sa­na sığınırım.

Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım rabbim.[707]

(Resulüm!) De ki: Bağışla ve acı rabbim! Sen merhametli­lerin üstünüsün.

Allah’a ve resulüne itaat eden, Allah’a itaatsizlikten kor­kan, O’na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl kazanan­lar bunlardır![708]

Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp gü­ven ve O’na hamd ederek yüceliğini dile getir. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir.[709]

Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.

Arkadan gelecekler içinde iyilikle anılmayı bana nasip eyle!

Beni, naîm cennetine girenlerden eyle![710]

İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple ge­lenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme.[711]

Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun.[712]

O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.[713]

Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarf edenlere ge­lince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşku­suz Allah iyilik yapanların yanındadır.[714]

Bu sebeple akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığı­nızda Allah’ı tesbih edin.

Göklerde ve yerde her türlü övgü O’na mahsustur. Gündü­zün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O’nu tesbih edin.

O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle (dirilti­lip) çıkarılacaksınız.[715]

Şimdi sen, Allah katından, önlenemez bir gün gelmeden önce bütün varlığınla o sağlam dine yönel. O gün onlar bir­birlerinden ayırt edileceklerdir.[716]

Her kim kendini iyiliğe adamış olarak özünü Allah’a tes­lim ederse sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Al­lah’a varır.[717]

İman etmiş kimse günaha batmış kimse gibi olur mu? Bunlar elbette eşit değildirler

İman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara, yap­mış olduklarına karşılık, hazır olarak onları bekleyen, huzur içinde kalacakları cennetler vardır.

Günaha batanların varacakları yer ise ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine şöyle denir: “Asılsız saydığınız cehennem azabını tadın!”[718]

Ey iman edenler! Allah’ı çok çok anın.

Sabah akşam O’nun yücelik ve eşsizliğini dile getirin.[719]

De ki: Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dile­diğine de kısar. Başkaları için ne harcarsanız Allah onun ye­rine yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.[720]

Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Doğrusu rabbi- miz çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını eksiksiz vermektedir.

O ki bizi lütfuyla sonsuza kadar kalınacak yurda yerleş­tirdi. Orada artık biz ne bir yorgunluk duyarız ne de bize bir bıkkınlık gelir.[721]

Yâ Sîn.

(Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur'ân'a and olsun ki sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenler­densin.

Kur'ân, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merha­metli Allah tarafından indirilmiştir.

And olsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuş­tur. Artık onlar iman etmezler.

Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.

Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.[722]

Her borçluya borcunu hafifleten Allah’ın şanı yücedir.

Her kederlinin derdini gideren Allah’ın şanı yücedir.

Her esiri kurtaran Allah’ın şanı yücedir.

Her gizli olanı hakkıyla bilenin şanı yücedir.

Her denizi durultanın şanı yücedir.

Bütün nehirleri ve pınarları fışkırtan Allah'ın şanı yücedir.

Hazineleri Kaf ile Nûn arasında olan Allah'ın şanı yücedir.

Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah bütün ek­sikliklerden uzaktır ve hepiniz sonunda O’na döndürülecek- siniz.[723]

Mutlak izzet sahibi olan rabbin, onların yakıştırdığı nite­lemelerden münezzehtir.

Bütün peygamberlere selâm olsun!

Ve âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun.[724]

Biz Dâvûd’a Süleyman’ı armağan ettik. O ne iyi kuldu! Yönü hep Allah’a dönüktü.

Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu atları önüne ge­tirildiğinde, “Ben malı (atları), rabbimi hatırlattığı için sev­dim” dedi. Derken (güneş batınca) onlar karanlığın perde­siyle gizlendi.

(Daha sonra) “Onları bana geri getirin” dedi; bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.

Kulumuz Eyyûb’u da an. O, rabbine, Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir, diye seslenmişti.

Ayağını yere vur (dedik), işte yıkanılacak ve içilecek serin bir su!

Tarafımızdan bir rahmet ve akıl iz‘an sahipleri için de anılacak bir örnek olmak üzere ona aile efradını, ayrıca bun­larla birlikte bir mislini daha bağışladık.

(Bir yemini vardı.) “Eline bir demet bitki sapı alıp onunla vur ve böylece yeminini yerine getirmiş ol” (dedik). Gerçek­ten biz onu sıkıntılara dayanıklı bulduk. O ne güzel bir kul­du! Yönü hep Allah’a dönüktü.

Güçlü ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya‘kûb’u da an.

Âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleri saye­sinde onları günahlardan arındırdık.

Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten seçkin kılınmış, hayırlı kimseler arasındadırlar.

İsmâil’i, Elyesa‘ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de iyi kimseler- dir.[725]

Meleklerin de rablerine hamd ile yüceliğini dile getirerek arşın çevresini kuşattıklarını görürsün. Böylece insanlar ara­sında doğruluk ve adalet ölçüsüne göre hüküm verilir ve şöyle denir: Bütün övgüler âlemlerin rabbi olan Allah için- dir.[726]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Hâ-mîm.

Kitabın indirilişi Azîz ve Alîm olan, günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden hem cezalandırması şiddetli hem lütfu

bol olan Allah’ın katındandır. O’ndan başka tanrı yoktur, dönüş yalnız O’nadır.[727]

Size söylediklerimi yakında hatırlayıp anlayacaksınız. Ben durumumu Allah’a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarını çok iyi görmektedir.[728]

Rabbimiz Allah’tır, deyip de dosdoğru çizgide yaşayan­lar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: Kork­mayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!

Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah’tan bir ik­ram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yi­ne orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz.

Allah’a çağıran, dine ve dünyaya yararlı iş yapan ve Ben Müslümanlardanım, diyenden daha güzel sözlü kim var- dır?[729]

Kullarının tövbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.[730]

Gökteki ilâh da O’dur, yerdeki ilâh da O’dur. O sınırsız hikmet ve ilim sahibidir.[731]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Hâ-mîm.

Aydınlatan kitaba yemin olsun!

Biz onu mübarek bir gecede indirdik; biz daima uyar­maktayız.

O gecede bizim katımızdan bir emirle hüküm ve hikmet konusu olan bütün işler ayrılır.

Rabbinden, eğer doğru biliyorsanız göklerin, yerin ve bunlar arasında olan her şeyin rabbinden bir rahmet olarak biz devamlı göndermekteyiz.

O her şeyi işitir ve bilir.[732]

Göklerin rabbi, yerin rabbi, bütün âlemlerin rabbi olan Allah’a, yalnız O’na hamdolsun!

Göklerde ve yerde ululuk O’na aittir. O sonsuz güç, sınır­sız hikmet sahibidir.[733]

İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. An­nesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek do­ğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır. Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince şöyle yakarır: Rabbim! Bana ve anne babama lütfettiğin ni­mete şükretmeye, razı olacağın işleri yapmaya beni muvaf­fak kıl. Benden gelecek nesli hayırlı eyle. Dönüp kapına baş­vurdum ve ben şüphesiz sana boyun eğenlerdenim![734]

Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur.

Allah’tan başka ilah yoktur ben Allah’a iman ettim.

Allah’a tam bir iman ile iman ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

Allah’tan gelen her şeye iman ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

Allah katından gelen emanete iman ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

Gerçekten gerçekten iman ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

Sıdk ve adalet bakımından iman ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

İbadet etmeye layık olmak ve rızık konusunda Allah’tan başka ilah yoktur.

Bütün hareket konusunda (işleyişlerde)Allah’tan başka ilah yoktur.

Hareketsizlikle konusunda Allah’tan başka ilah yoktur.

Ölümün gelmesi ve ölüm sarhoşlukları esnasında Al­lah’tan başka ilah yoktur.

Kabirde ve karanlıklar içerisinde Allah’tan başka ilah yoktur.

İman, İslam ve sadakat konularında sual sorulurken Al­lah’tan başka ilah yoktur.

Ben toprakta kemik yığını haline geldiğimde Allah’tan başka ilah yoktur.

Mizanda ve tartıda ağırlık geldiğinde Allah’tan başka ilah yoktur.

Sıratta ve sırattan geçişte Allah’tan başka ilah yoktur.

Cehennemde ve azabın tabakalarında Allah’tan başka ilah yoktur.

Allahım, bizi ateşin azabından koru ve ebrarlar ile bizleri Cennet’e dâhil eyle.

Cennette ve Cennetin derecelerinde Allah’tan başka ilah yoktur.

Kafir ve müşrikler istemese de her zaman ve vakitte Al­lah’tan başka ilah yoktur.

Günahım, mümin erkek ve kadınların Müslüman erkek ve kadınların, yaşayan ve ölmüş, yakın ve uzak, doğu ve ba­tıda, günlük yaşatışında olan ve esir olan, karada ve denizde olan, erkek ve kadın, küçük ve büyük, evlad ve ecdaddan üzerimizde hakkı olan herkes için, bize güzel davrananlar için Senden bağışlanma diliyorum, ey merhametlilerin en merhametlisi.

Allah, resulüne gerçeğe uygun rüyasında doğruyu bil­dirmiştir. Allah izin verirse hiçbir şeyden korkmaksızın, (umrenizi yaptıktan sonra) ya saçlarınızı kazıtarak veya kısmen kestirerek, güven duygusu içinde Mescid-i Harâm’a muhakkak gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilmekte­dir ve bundan başka hemen gerçekleşecek bir fethi de takdir buyurmuştur.

Bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye resulünü doğ­ru yol rehberi ve hak din ile gönderen O’dur. Buna tanık ola­rak da Allah yeter.

O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur; Tevrat’ta onlar için yapılan benzetme budur. İn- cil’deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üze­rinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağış­lama ve büyük bir ödül vaad etmektedir. [735]

Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır.[736]

Kendilerinden önce, onlardan daha güçlü olup yeryü­zünde şehirler kurarak aralarında gidip gelen nice topluluk­ları yok ettik. Kurtuluş var mı?

Aklı olan veya şuurlu olarak söze kulak veren kimse için bunda büyük ibret vardır.[737]

Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise rablerinin kendileri­ne verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında ola­caklar.

Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar içindeydiler.

Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.

Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.[738]

Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar vardır.

Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz?[739]

Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk et­sinler diye yarattım.

Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim.

Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi olan yalnız­ca Allah’tır.[740]

Sen rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz sen bizim gözetim ve korumamız altındasın. Her kalktığında rabbini hamd ile tesbih et.

Gecenin bir kısmında ve yıldızlar çekildiğinde de O’nu tesbih et.[741]

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlar­la en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolun­dan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.[742]

Bunun üzerine Nûh, “Artık yenik düştüm; yardımını esirgeme, diye rabbine yalvardı.[743]

Takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmak kenarlarındadır.

Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır ol­mayan bir hükümdarın huzurundadırlar.[744]

Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir.

Azamet ve kerem sahibi rabbinin zâtı ise bâki kalır.[745]

Kuşkusuz o, değeri çok yüce Kur’an’dır.

(Aslı) korunmuş bir kitaptadır.

Ona ancak tertemiz olanlar (melekler) dokunabilir.

O, âlemlerin rabbinden indirilmiştir.[746]

İman edenlerin, Allah’ı anmak ve vahyedilen gerçeği dü­şünmekten dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi?

İşte onlar Allah’tan yanadırlar; iyi bilinmeli ki kurtuluşa erecek olanlar da Allah’tan yana olanlardır!

Bunların ardından gelenler de Ey rabbimiz, derler, Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalpleri­mizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok mer­hametlisin.

Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın! (Evet) Allah’a itaatsizlik­ten sakının; şüphesiz Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.

Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan çıkmışlardır.

Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Muratlarına erecek olanlar ancak cennetliklerdir.

Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş gö­rürdün. İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyo­ruz.

O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilir. O Rahmân’dır, Rahîm’dir.

O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır; egemenliğin mutlak sahibidir, her türlü eksiklikten uzaktır, esenlik ve­rendir, güven sağlayan ve kendisine güvenilendir, görüp gözeten ve yönetendir, üstündür, iradesine sınır yoktur, bü­yüklükte eşi olmayandır. Allah onların yakıştırdıkları ortak­lardan tamamıyla münezzehtir. O, takdir ettiği gibi yaratan, canlıları örneği olmadan var eden, biçim ve özellik veren Al­lah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdekiler ve yerdeki- ler hep O’nu tesbih ederler. O üstündür, hikmet sahibidir. [747]

Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır.[748]

Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.[749]

Halbuki asıl güç ve izzet Allah’ındır, resulünündür, mü­minlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler![750]

Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir imtihandır; büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır.[751]

Ve ona hiç beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi sonuca ulaştırır. Allah her şey için bir ölçü koymuş- tur.[752]

Ey iman edenler! İçtenlikle ve kararlılık içinde Allah’a tövbe edin. Umulur ki rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlerine koyar. O gün Allah, peygamberi ve onunla aynı imanı paylaşanları utandırmaz. Onların nuru önlerinde ve sağ yanlarında ilerleyerek yolla­rını aydınlatırken şöyle derler: Rabbimiz! Nurumuzu arttır eksiltme ve bizi bağışla. Şüphesiz senin her şeye gücün ye- ter.[753]

De ki: O, Rahmân’dır, biz O’na iman etmiş ve O’na güve­nip dayanmışızdır. Kimin düpedüz bir sapkınlık içinde ol­duğunu yakında anlayacaksınız!

Bir de şunu sor: Suyunuz çekiliverse size yerden kayna­yan suyu kim getirebilir?[754]

Allah, âlemlerin Rabbidir ve O, ne güzel yardım edicidir.

Sen rabbinin hükmüne sabret; balığın yuttuğu (Yunus) gibi olma. Hani o, öfkeli bir halde bağırıp çağırmıştı.

Rabbinin lütfu imdadına yetişmeseydi o mutlaka kınan­mayı hak etmiş olarak ıssız bir sahaya atılacaktı.

Fakat rabbi onu seçip sâlihlerden eyledi.

O inkârcılar Kur’an’ı işittikleri zaman, seni gözleriyle de­vireceklermiş gibi bakar, Şüphe yok o bir delidir, derler.

Oysa Kur’an, âlemler için öğütten başka bir şey değil- dir.[755]

O, gerçekten kesin bilginin kendisidir.

Şu hâlde ulu rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et![756]

Üstelik bir de onlardan her biri nimetler cennetine yerleş­tirileceğini mi umuyor?

Asla! Biz onları, şu bildikleri şeyden yaratmışızdır.[757]

Rabbim! Beni, annemi babamı, inanmış olarak evime gi­renleri, mümin erkekleri ve mümin kadınları bağışla, zalim­leri ise daima helâk et.[758]

Artık Allah’a ve resulüne isyan edenler bilsinler ki, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi onları beklemektedir.[759]

Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel.

Doğunun da batının da rabbi O’dur. O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse yalnız O’na güvenip sığın.

Onların söylediklerine katlan ve uygun bir şekilde onlar­dan uzaklaş.[760]

Ve Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya lâyık olan da O’dur, mağfiret sahibi de O’dur.[761]

Oysa o gün bir kısım yüzler rablerine bakarak mutlulukla parıldayacak.[762]

Sabah akşam rabbinin adını an.

Gecenin bir kısmında O’na secde et ve uzun gece boyun­ca O’nu tesbih et.

Şu insanlar, geçici dünyayı seviyorlar, ileride kendilerini bekleyen zor günü ise umursamıyorlar.[763]

Şüphe yok ki takvâ sahipleri gölgeliklerde ve pınar başla­rında canlarının istediği çeşit çeşit meyveler arasında olacak­lardır.

Yaptıklarınızın karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyin için.

İşte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.

Hakkı yalanlayanların o gün vay haline![764]

Artık bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacak- lar?[765]

İşte bu, (geleceği) kesin olan gündür. O halde artık iste­yen kendisini rabbine götürecek bir yol tutsun.

Kuşkusuz biz insanın önceden yapıp ettiklerini karşısın­da göreceği ve inkârcının, Keşke toprak olsaydım, diyerek dövüneceği gün gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı sizi uyardık.[766]

Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve nefsi­ne kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da şüp­he yok ki cennetin ta kendisidir.[767]

O gün birtakım yüzler parıldar;

Güleçtir, müjde almıştır.

Birtakım yüzler de o gün toza toprağa bürünmüş;

Kapkara kesilmiştir.

İşte bunlar inkârcılardır, günahkârlardır.[768]

Fakat âlemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz (hiçbir şey) dileyemezsiniz![769]

Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var.

Onlar yaptığınız her şeyi biliyorlar.

İyiler elbette nimet içindedirler. [770]

Koltuklar üzerinde oturup seyrederler.

İâhî lütufların sevincini yüzlerinden okursun.

Onlara mühürlenmiş, mührü de misk olan nefis bir içki sunulur. Yarışanlar, işte bunlar için yarışsınlar.

O içkinin karışımı tesnîmden, yani Allah’a yakın olanla­rın içecekleri bir kaynaktandır.[771]

Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir şekilde görülecektir;

Ve sevinç içinde yakınlarına dönecektir.[772]

Çok bağışlayan, sevgisi geniş, arşın sahibi, şanı yüce ve dilediğini yapan yalnız O’dur.[773]

İnsan neden yaratıldığına bir baksın.

O, atılan bir sudan yaratıldı.

O su, bel ve göğüs kafesi arasından çıkar.[774]

Doğrusu arınan ve rabbinin adını anıp namaz kılan kur­tuluşa ermiştir.

Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.

Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.

Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın kitapla­rında da vardır.[775]

O gün kimi yüzler de mutludur.

Yaptıklarından dolayı memnundurlar.

Yüksek bir bahçededirler.

Orada boş söz işitmezler.

Orada akan bir pınar vardır.

Orada yüksek tahtlar, önlerine konmuş kadehler, sıra sıra dizilmiş yastıklar, serilmiş değerli halılar vardır.[776]

Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan!

Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön.

Böylece has kullarımın arasına sen de katıl.

Cennetime gir![777]

Hiç kuşkusuz biz insanı zahmetli bir hayat için yarattık.

O, hiçbir kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sa­nıyor?

Pek çok mal harcadım, diyor.[778]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Güneşe ve onun aydınlığına and olsun,

Onu izlediğinde Ay'a and olsun,

Onu ortaya çıkardığında gündüze and olsun,

Onu bürüdüğünde geceye and olsun,

Göğe ve onu bina edene and olsun,

Yere ve onu yayıp döşeyene and olsun,

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötü­lük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneği­ni) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğra­mıştır.

Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.

Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.

Allah'ın Resulü de onlara şöyle demişti: Allah'ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.

Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bu­nun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.

Allah, bunun sonucundan çekinmez de![779]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

(Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye and olsun,

Açılıp aydınlandığı zaman gündüze and olun,

Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki,

Şüphesiz sizin çabalarınız elbette çeşit çeşittir.

Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah'a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz onu en kolay olana kolayca iletiriz.

Fakat, kim cimrilik eder, kendini Allah'a muhtaç görmez ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) yalanlarsa biz de onu en zor olana kolayca iletiriz.

Cehenneme yuvarlandığı zaman, malı ona fayda ver­mez.

Şüphesiz bize düşen sadece doğru yolu göstermektir.

Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.

Sizi alevler saçan ateşe karşı uyardım.

O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren en bedbaht kimse girer.

Temizlenmek için malını hayra veren en muttaki (Allah'a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutula­caktır

O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (Yaptı­ğı iyiliği) Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar).

Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.[780]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Yemin olsun, kuşluk vaktine,

Kararıp sakinleştiğinde geceye ki;

Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.

Elbette işin sonu senin için öncesinden daha hayırlı ola­caktır.

Rabbin sana mutlaka lütuflarda bulunacak, sen de mem­nun olacaksın.

O seni yetim bulup barındırmadı mı?

Seni yol bilmez halde bulup yol göstermedi mi?

Ve seni yoksul bulup zengin etmedi mi?

O halde sakın yetimi ezme!

El açıp isteyeni de sakın boş çevirme!

Rabbinin lütuflarını şükranla an. [781]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Senin kalbini açıp genişletmedik mi?

Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı

Ve senin şanını yüceltmedik mi?

Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.

Ve yalnız rabbine yönel.[782]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Yemin olsun incire ve zeytine;

Sînâ dağına;

Ve şu güvenli beldeye!

Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.

Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.[783]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.

Bilir misin nedir Kadir gecesi?

Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.

O gece melekler ve ruh, rablerinin izniyle her bir iş için iner dururlar.

O gece tan yeri ağarıncaya kadar esenlik doludur.[784]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Yaratan rabbinin adıyla oku!

O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır.

Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bil­mediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.

Hayır! Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli gör­düğü için çizgiyi aşar.

Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na döne­cektir).

Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı?

Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru yolda ise?

Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa!

Düşündün mü (ey resulüm), ya o adam hakkı inkâr edi­yor, sırt çeviriyorsa!

Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu o?

Hayır hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu perçemin­den yakalayıp sürükleriz!

O yalancı, günahkâr perçeminden!

O hemen kurultayını çağırsın.

Biz de zebânileri çağıracağız!

Sakın onun isteğine uyma! Secdeye kapan ve Allah’a ya- kınlaş.[785]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr edenler, ken­dilerine açık kanıt ve Allah tarafından gönderilen, tertemiz sayfaları okuyan bir elçi gelinceye kadar (hakkı inkârcılık- tan) ayrılacak değillerdir.

O sayfalarda dosdoğru hükümler yer almaktadır.

Ehl-i kitap ancak kendilerine o açık kanıt geldikten sonra ayrılığa düştüler.

Halbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur.

Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr edenler, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en kötüleri onlardır.

iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara ge­lince, halkın en hayırlısı da onlardır.

Onların rableri katındaki ödülleri, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları adn cennetleridir. Allah on­lardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu, rabbini sayıp O'ndan korkanlar içindir.[786]

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla Başlarım.

Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında;

Ve yer ağırlıklarını dışarı attığında;

Ve insan, "Ne oluyor buna!” dediğinde;

O gün yer, bütün haberlerini 12 11 111 ona vahyettiği şe­kilde anlatır.

İşte o gün insanlar yaptıkları kendilerine gösterilsin diye (bulundukları yerden) farklı gruplar halinde çıkarlar.

Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür.

Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) 61111.864

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla Başlarım.

Yemin olsun nefes nefese koşanlara,

Sonra çakarak kıvılcım saçanlara,

Sabahleyin ansızın baskın yapanlara,

Derken o sırada tozu dumana katanlara,

Peşinden orada bir topluluğun ta ortasına dalanlara ki! insan, rabbine karşı pek nankördür.

Şüphesiz buna kendisi de şahittir,

O, aşırı derecede mal sevgisine kapılmıştır.

O bilmez mi ki kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman,

Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman,

İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan tam mana­sıyla haberdardır![787]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

O dehşetli ses!

O ne dehşetli ses!

Nedir o dehşetli ses, bilir misin?

O gün insanlar sağa sola dağılmış kelebekler gibi olur.

Dağlar da atılmış renkli yüne dönüşür.

Kimin tartılan amelleri ağır gelirse,

İşte o mutlu bir hayat içinde olur.

Amelleri hafif olana gelince,

Onu kucaklayacak olan hâviyedir.

O nedir, bilir misin?

Yakıp kavuran bir ateş![788]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Çoklukla övünme yarışı sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.

Hayır! Yakında anlayacaksınız!

Hayır hayır! Elbette yakında anlayacaksınız.

Hayır! Keşke kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız!

Yemin olsun, cehennemi mutlaka göreceksiniz!

Sonra kuşkusuz onu gözünüzle ayan beyan göreceksiniz.

Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksi- niz.[789]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Asra yemin ederim ki,

İnsan gerçekten ziyandadır.

Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapan­lar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye eden­ler başkadır.[790]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet toplayan ve onu sayıp duran herkesin vay haline!

O, malının kendisini sonsuza kadar yaşatacağını zanneder.

Hayır! And olsun ki o, hutameye atılacaktır.

Nedir o hutame bilir misin?

Allah’ın tutuşturulmuş ateşi!

Uzatılmış direklere bağlı olarak içine hapsedildikleri, yükselip yürekleri saran ateş![791]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Rabbin fil ordusuna ne yaptı, görmedin mi?

Onların planlarını boşa çıkarmadı mı?

Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı?

Sonuçta Allah onları yenilip ezilmiş ekine çevirdi.[792]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lütuflarda bulundu).

Onlar da kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin rabbine kulluk etsinler.[793]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Gördün mü dini yalan sayanı?

İşte odur yetimi itip kakan;

Ve yoksula yedirmeyi özendirmeyen!

Vay haline o namaz kılanların ki,

Onlar namazlarının özünden uzaktırlar.

Onlar halka gösteriş yaparlar.

Hayra da engel olurlar.[794]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Şüphesiz biz sana bitip tükenmez nimetler verdik.

Şimdi sen rabbin için namaz kıl ve kurban kes!

Asıl soyu gelmeyecek olan, sana karşı nefret duyandır.[795]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

De ki: Ey inkârcılar!

Ben sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam.

Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz.

Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.

Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz.

Sizin dininiz size, benim dinim banadır.[796]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde;

Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördü­ğünde;

Rabbine hamd ederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.[797]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu zaten.

Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı başka şeyler.

O, alev alev yanan ateşe atılacak!

Dedikodu yapıp söz taşıyan karısı da.

Boynunda da ipten bükülmüş bir halat bulunacak.[798]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

De ki: O, Allah’tır, tektir.

Allah sameddir.

Doğurmamış ve doğmamıştır.

O’nun hiçbir dengi yoktur.[799]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

De ki: Sabahın rabbine sığınırım;

Yarattığı şeylerden gelebilecek kötülüklerden;

Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden;

Düğümlere üfürenlerin şerrinden;

Bir de kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden![800]

Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.

De ki: Cinlerden olsun insanlardan olsun, insanların kalp­lerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların rab- bine, insanların mâlik ve hâkimine, insanların mâbuduna sı- ğınırım![801]

Harrarahu el-hakîr el-fakîr es-Seyyid Abdülkâdir es-Sivâsî
bi-zâde-i çavuşu ? min mukayyid mahkem-i şeriyye-i min
telâmizi Eslah-zâde Mahmûd Hilmi gafferallahu ve lena ve
lekum ve li-sâiril mü’minîne ve’l-mü’minâti ve cemîi’l-

mü’minîne kâffeten? ilâ Rabbihi’l-Gafûr

10 Rebîülevvel 1339 (1920)

SONUÇ

Şube ve alt kollarının çokluğu dolayısıyla geniş bir coğ­rafyada etkin olan Halvetiyye tarîkatının ana şubelerinden biri, Şemseddîn-i Sivâsî’ye nispet edilen Şemsiyye/Sivâsiyye şubesidir. Şemseddîn-i Sivâsî, ilmî gelişimi, mânevî seyri, Halvetiyye yolunda yaptığı yenilikler, tesir halkasının geniş­liği, devlet erkânı ile münasebeti, itikâdî, amelî ve ahlâkî sapkınlıklarla mücadelesi, şiirdeki mahareti, yetiştirdiği ta­lebeleri, telif ettiği eserleri ve III. Mehmed Hân ile birlikte katıldığı Eğri Seferi ile on altıncı yüzyılda etkin olan önemli sûfî şahsiyetlerden biridir. Şemseddîn-i Sivâsî’nin bu çok yönlü kişiliğinin ve düşünce dünyasının sonraki kuşaklara aktarılmasında etkin rol üstelenen isimlerden biri, onun ye­ğeni, damadı, halîfesi ve Sivas’taki âsitânede postnişin ola­rak görev de yapan Receb-i Sivâsî’dir. Receb-i Sivâsî, elli yıla yakın Şemseddîn-i Sivâsî’nin hizmetinde bulunmuş, onun birçok sırrına vâkıf olmuş ve kaleme aldığı Necmü’l-hüdâ adlı eseri ile Şemseddîn-i Sivâsî’nin hayatı, eserleri, halifeleri, dostları, seyrüsülûke dair düşünceleri ve Eğri Seferi’ne işti­raki gibi konuları ilk tanık olarak aktararak önemli bir mis­yon üstlenmiştir. Bu adımıyla Receb-i Sivâsî, Şemsiyye şube­sinin düşünce dünyasını ve şubenin pîrini sonraki kuşaklara aktaran kilit bir isim olmuştur. Onun bu öneminden dolayı ve Necmü’l-hüdâ başta olmak üzere eserlerinin ilim dünyası­na kazandırılması gerektiği fikrinden hareketle kisve-i taba bürünen bu çalışma, Receb-i Sivâsî’nin konumunu teyit eden bir çalışma niteliğindedir.

Bu çalışmayla anlaşılmıştır ki Receb-i Sivâsî, Zile ve İs­tanbul’daki tedris süreçleri sayesinde güçlü bir ilmî alt yapı ile yetişmiş, Abdülmecîd-i Şirvânî ve Şemseddîn-i Sivâsî’nin mânevî tesiri ile gönül dünyasını aydınlatmış bir sûfî müel­liftir. Eserlerinde kullandığı sade ve akıcı dil Receb-i Sivâ- sî’nin Arapçaya olan hâkimiyetini ve eserlerini halka ulaş­tırmadaki samimi gayretini göstermektedir. Ayrıca Receb-i Sivâsî’nin ehl-i sünnet düşüncesine bağlılığı, dönemindeki sapkın fikirlerle mücadelesi, Sivas’taki olaylar ve kişiler baş­ta olmak üzere dönemindeki gelişmelere eserlerinde ışık tutması onun sadece sûfî kişiliği ile değil tarihî ve ilmî kişili­ği ile de önemli bir şahsiyet olduğuna delildir. Receb-i Sivâ- sî, Necmü’l-hüdâ adlı eserini, gözlerindeki rahatsızlık nede­niyle bir müstensihe zihninden yazdırdığını söylemiştir. Bu da onun ilme olan iştiyakını, zihin ve gönül dünyasının zen­ginliğini gösteren bir veri niteliğindedir. Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî usûli’l-Halvetiyye adlı eserinde Halvetiyye tarîkatının seyrüsülûk usûlünü, özellikle de Şemsiyye şubesinin mânevî yolculuğa dair kabullerini aktarmış olması, bahsi geçen eseri ve müellifini daha da kıymetli hale getirmektedir.

Eserlerinde nakillerde bulunduğu âlimler ve sûfî şahsi­yetler, Receb-i Sivâsî’nin de Şemsiyye mensuplarının da izle­rini takip ettikleri isimleri göstermesi bakımından son derece mühimdir. Abdülkâdir-i Geylânî, Fahreddîn-i Râzî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İbnü’l-Arabî, Necmeddîn-i Kübrâ, Süh- reverdî ve diğer isimler aynı zamanda Receb-i Sivâsî’nin üs­tadı Şemseddîn-i Sivâsî’nin ve Receb-i Sivâsî’den sonra Şem- siyye şubesinin temsilcileri olan birçok ismin eserlerinde yer verdikleri isimlerdir. Bu, Receb-i Sivâsî’nin Şemseddîn-i Sivâsî ile sonraki kuşaklar arasında üstlendiği köprü vazife­sini resmeden bir dayanak niteliğindedir.

Receb-i 51٧2511 111 kaynaklarda zikredilen 101471 1-111204 ve İlâhiyât Mecmûası adlı çalışmalarıyla ilgili arayışlar devam etmektedir. Temennimiz bu eserlerin de bulunarak gün yü­züne çıkarılması yönündedir.

Son olarak ifade etmek gerekirse Receb-i Sivâsî, düşünce dünyası ve mânevî kişiliği ile çok yönlü araştırmalara konu olması gereken bir şahsiyettir. Bu çalışma ile, Receb-i Sivâ- sî’nin özellikle Şemsiyye şubesine olan tesirleri boyutuyla araştırılmaya ihtiyaç duyulan biri olduğu anlaşılmıştır. Yapı­lacak araştırma ve incelemelerle Receb-i Sivâsî’nin tarihî, sosyal, siyâsî, vicdânî, kültürel ve ilmî kişiliği gözler önüne serilmeli ve Sivâsî ailesinin tarihe ve günümüze tesirleri da­ha bütüncül bir bakış açısıyla ortaya konulmalıdır.

KAYNAKLAR

Akkaya, Hüseyin. Şemseddin Sivâsî’nin Süleymâniyyesi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1998.

Ateş, Süleyman. İşârî Tefsir Okulu. İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1998.

Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yayınları, 2005.

Çınar, Fatih. Sivas’ta Parlayan Bir Güneş: Şemseddin Ahmed Sivâsî. Sivas: Di­lek Ofset Matbaacılık, 2006.

Çınar, Fatih. “İsmâîl es-Sivâsî ve Sûfîlerin Raks/Deveranı Hakkında Ver­diği Bir Fetvası”. CÜİFD 13/1 (2009), 341–358.

Çınar, Fatih. “Receb-i Sivâsî ve Risâle fî usûli’l-Halvetiyye Adlı Eseri”. Sûfî Araştırmaları 3/6, (Yaz 2012), 81-100.

Çınar, Fatih. “Şemseddîn-i Sivâsî’nin Marifet ve Aşk Güneşi: Abdülmecid Şirvanî”. Sultan Şehir 6/14 (Ocak-Şubat Mart 2012), 131–135.

Emecen, Feridun. “Mehmed III”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 28/407-413. İstanbul: TDV Yayınları, 2003.

Gündoğdu, Cengiz. Bir Türk Mutasavvıfı: Abdülmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999.

Gündoğdu, Cengiz. “Halvetiyye Tarikatı Şemsiyye Kolu Meşâyîhi ve Şemsî Dergâhı Son Post-nişîni: Hüseyin Şemsi Güneren”. EKEV Akademi Dergisi (Kış 2002), 53-70.

Hilmi, Ahmed. Ziyâret-i Evliya. haz. Selami Şimşek. İstanbul: Buhara Ya­yınları, ts.

Özköse, Kadir. Anadolu Tasavvuf Önderleri. Konya: Ensar Yayınları, 2008.

Sadeddîn, Müstakim-zâde Süleyman. Hülâsatü’l-hediyye. İstanbul: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şer’iyye, 1082.

Sami, Şemseddin. Kâmûs-ı Türkî. Dersaadet: İkdam Matbaası, 1317.

Serin, Rahmi. İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler. İstanbul: Petek Ya­yınları, 1984.

Sivâsî, Abdülmecid. Letâifü’l-Ezhâr ve Lezâizü’l-Esmâr. İstanbul: Süleymani- ye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan, 255.

Kaynakça

Sivâsî, İbrahim. Şerhu risâle fî ilmi âdâbi’l-bahs. İstanbul: Süleymaniye Kü­tüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, 6175.

Sivâsî, İbrahim. Hâşiye ale’l-âdâb. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Tir- novalı, 1252.

Sivâsî, İbrahim. Hâşiye alâ şerhi’l-vad’iyye li’l-İslâm. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah, 1851.

Sivâsî, İbrahim. Mecmûatü kasâid fî medhi şeyhu’l-İslâm Feyzullah Efendi. İs­tanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 2843.

Sivâsî, İbrahim. Şerhu adâbi’l-Birgivî. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Servili, 281.

Sivâsî, İbrahim. Hâşiye alâ şerhi Taşköprü-zâde alâ âdâbi’l-münâzara. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, 3031.

Sivâsî, İbrahim. Risâle fî mebâhisu’t-ta’rîf. İstanbul: Süleymaniye Kütüpha­nesi, Kılıç Ali Paşa, 658.

Sivâsî, Recep. Risâle fî usûli’l-Halvetiyye. İstanbul: Beyazıt Kütüphanesi Ve- liyüddin Efendi, 1836.

Sivâsî, Recep. Hidayet Yıldızı Şemseddin Sivâsî’nin Menkıbeleri. ter. H. Şemsi Güneren. İstanbul: Seçil Ofset, ts.

Tahir, Mehmet. Osmanlı Müellifleri. haz. A. Fikri Yavuz - İsmail Özen. İs­tanbul: Meral Yayınevi, ts.

Türer, Osman. Mehmed Nazmi-Hediyyetü’l-İhvân. Ankara: Ankara Üniversi­tesi Sosyal bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1982.

Türer, Osman. Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi. İstanbul: Seha Neşriyat, 1995.

Üçer, Müjgân. “Şemseddin Sivâsî Hazretleri (1520-1597) ve Son Sivâsîler- den Hatıralar”. İlim ve Kültür Tarihinde Sivâsîler, Ulusal Sempoz­yum Tebliğleri. 56-63. Sivas: yy, ts.

Vassaf, Hüseyin. Sefîne-i Evliya. 5 Cilt. haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz. İstanbul: Kitabevi, 2006.

Vicdani, Sadık. Tarikatlar ve Silsileleri. haz. İrfan Gündüz. İstanbul: Ende­run Kitabevi, 1995.

Yasak, İbrahim. Sivas Yatırları ve Abdülvehhâb Gâzî Hazretleri. Sivas: Seyran Yayınları, 2004.

Yörükan, Yusuf Ziya. Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.

Zilî, Muharrem. Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye. İstanbul: Sü- leymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmûd Efendi, 910.

Dr. Fatih ÇINAR

Sivas’ta doğdu (1979). İlk, orta ve lise eğitim ve öğretimini Sivas’ta tamamladı (1996). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakül- tesi’nden mezun oldu (2006). Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı’nda “Hamza Nigarî’nin, Ha­yatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri” konulu yüksek lisans tezini (2009) ve Kayseri’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 30 aylık “Hizmet İçi Eğitim Kursu’nu/Haseki” tamamladı. (2006–2009) Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Şemseddîn-i Sivâsî ve Tasavvufî Görüşleri” konulu doktora eği­timini tamamladı. (2022) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çeşitli kademelerinde farklı görevler icra eden Çınar (2001-2024), Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır.

 



[235] Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı: Abdülmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999), 43.

[236] İbrahim-i Sivâsî, Şerhu risâle fî ilmi âdâbi’l-bahs (İstanbul: Süleyma- niye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, 6175).

[237] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye ale’l-âdâb (İstanbul: Süleymaniye Kütüpha­

nesi, Tirnovalı, 1252).

[238] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye alâ şerhi’l-vad’iyye li’l-İslâm (İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah, 1851).

[239] İbrahim-i Sivâsî, Mecmûatü kasâid fî medhi şeyhu’l-İslâm Feyzullah

Efendi (İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 2843).

[240] İbrahim-i Sivâsî, Şerhu adâbi’l-Birgivî (İstanbul: Süleymaniye Kü­

tüphanesi, Servili, 281).

[241] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye alâ şerhi Taşköprü-zâde alâ âdâbi’l-münâzara

(İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, 3031).

[242] İbrahim-i Sivâsî, Risâle fî mebâhisu’t-ta’rîf (İstanbul: Süleymaniye

Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa, 658).

[243] Recep Sivâsî, Hidayet Yıldızı Şemseddin Sivâsî’nin Menkıbeleri, ter. H. Şemsi Güneren (İstanbul: Seçil Ofset, ts); 73.

[244] Muharrem ez-Zilî, Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye (İstan­bul: Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmûd Efendi, 910).

[245] Recep Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, 73.

[246] Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, haz. A. Fikri Yavuz - İsmail Özen (İstanbul: Meral Yayınevi, ts), 1/393.

[247] Osman Türer, Mehmed Nazmi-Hediyyetü’l-İhvân (Ankara: Ankara
Üniversitesi Sosyal bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1982), 118.

[248] Abdülmecid Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr ve Lezâizü’l-Esmâr (İstanbul: Sü- leymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan, 255), 140a.

[249] Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı, 42.

[250] Muharrem Efendi’nin babası Mehmet Efendi’nin kabri de burada­dır. Fatih Çınar, Sivas’ta Parlayan Bir Güneş: Şemseddin Ahmed Sivâsî (Sivas: Dilek Ofset Matbaacılık, 2006), 11.

[251] Daha önce yaptığımız bir çalışmada (Fatih Çınar, “İsmâîl es-Sivâsî ve Sûfîlerin Raks/Deveranı Hakkında Verdiği Bir Fetvası”, CÜİFD 13/1 (2009), 341–358) İsmâîl-i Sivâsî’nin birçok eserinden ve sûfîle- rin deveranlarına dair bir fetvasından bahsetmiştik. Fakat Recep Efendi’nin “Necmü’l-Hüdâ” çalışmasını yeniden tercümemiz esna­sında eserlerinden ve fetvasından bahsettiğimiz kişinin Şemseddîn- i Sivâsî’nin küçük kardeşi İsmâîl-i Sivâsî değil babasının adı Sinan Halife olan ve özellikle usûl-i fıkıh ilminde derinleşen İsmâîl Efen-

di’ye ait olduğunu gördük. Bu karışıklık isim benzerliğinden kay­naklanmıştır.

[252] Tahir, Osmanlı Müellifleri, 1/176.

[253] Receb-i Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye (İstanbul: Beyazıt Kütüp­

hanesi Veliyüddin Efendi, 1836), 103–111.

[254] Sivâsî, Risâle, 1a.

[255] Fatih Çınar, “Receb-i Sivâsî ve Risâle fî usûli’l-Halvetiyye Adlı Ese­ri”, Sûfî Araştırmaları 3/6, (Yaz 2012), 81-100.

[256] Sahn-ı Seman Medresesi: Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstan­

bul’da kurulan yüksek dereceli medrese.

[257] Dersiam: Medreselerde talebeleri, camilerde halka açık ders verme yetkisine sahip müderris için kullanılan unvan.

[258] Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya, haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz (İstanbul: Kitabevi, 2006), 3/479.

[259] Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998), 143; Os­man Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi (İstanbul: Seha Neşriyat, 1995), 185; Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı, 163.

[260] Sadık Vicdani, Tarikatlar ve Silsileleri, haz. İrfan Gündüz (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1995), 250–252.

[261] Tahir, Osmanlı Müellifleri, 1/120.

[262] Feridun Emecen, “Mehmed III”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklo­pedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2003) 28/407–413.

[263] Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliya, haz. Selami Şimşek (İstanbul: Buha­ra Yayınları, ts), 107–111; Hüseyin Akkaya, Şemseddin Sivâsî’nin Sü- leymâniyyesi (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti­tüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1998), 1-84; İbrahim Yasak, Sivas Yatırları ve Abdülvehhâb Gâzî Hazretleri (Sivas: Seyran Yayınları, 2004), 103– 105; Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı, 44–55.

[264] Receb-i Sivâsî, Hidayet Yıldızı, 6; Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı,

56.

[265] Nazmi, Hediyyetü’l-İhvân, 355–356.

[266] Fatih Çınar, “Şemseddîn-i Sivâsî’nin Marifet ve Aşk Güneşi: Ab- dülmecid Şirvanî”, Sultan Şehir 6/14 (Ocak-Şubat Mart 2012), 131– 135.

[267] Receb-i Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye, 17a.

[268] Recep Efendi’nin vefat tarihi bazı kaynaklarda 1604 olarak zikre­dilmiştir. Tahir, Osmanlı Müellifleri, 1/176; Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Konya: Ensar Yayınları, 2008, s. 419. Ancak, tek­kede görev yapan isimlerin vefat tarihleri göz önüne alındığında 1600 yılı vefat tarihi olarak daha isabetli görünmektedir. Nazmî, Hediyyetü’l-ihvan, 123; Müstakim-zâde Süleyman Sadeddîn, Hülâsa- tü’l-hediyye (İstanbul: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şer’iyye, 1082), 23a. Cengiz Gündoğdu da bu kanaattedir. Gündoğdu, Bir Türk Mu­tasavvıfı, 56.

[269] H. Şemseddîn-i Güneren, Şemseddîn-i Sivâsî’nin onuncu göbekten torunudur. 1888 yılında Sivas’ta dünyaya gelmiştir. Babası Mehmet Efendi, annesi Şerife Hanım’dır. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitir­miştir. Ayşe Sıdıka Hanımla evlenen Güneren’in Nuriye, Hatice, Mehmet Behlül ve Fatih isimli dört evladı dünyaya gelmiştir. Baba­sının vefatından sonra Sivas’taki tekkede postnişin olan Güneren, tekkelerin kapatılmasının ardından Ankara’da Milli Eğitim Bakan- lığı’nda Umumi Kütüphane’de memur olarak görev yapmıştır. 1934-1939 yılları arasında Konya Mevlânâ Müzesi’nde Müdür Mu­avini olarak çalışan Güneren, son olarak İstanbul Beyazıt’taki İnkı­lap Müzesi Kütüphanesi’nde Müdür olarak görev yapmış ve bu görevini sürdürürken 1952 yılında emekliye ayrılmıştır. Güneren, 19 Mart 1956’da İstanbul’da vefat etmiştir. H. Şemseddîn-i Güne-

[270] Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 24a-24b.

[271] Örneğin 59b’de olan En’âm suresinin yetmiş dokuzuncu âyeti, Neml suresinin yetmiş dokuzuncu âyeti gibi gösterilmiştir. Bu ve buna benzer hatalar tarafımızdan düzeltilmiştir.

[272] Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 28a.

[273] Örneğin, Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 27a.

[274] Risalede 28b’de yer alan “Allah’ım, gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana sığınırım.” (Müslim, “Salat” 222.) şeklindeki hadise eksik manâ verilmiştir. Biz, hadisi olması gereken manası ile takdim ettik ve kaynağı verilmeyen bu ve bunun gibi diğer hadis­lerin kaynaklarını da tercümeye ekledik.

[275] Örneğin, 39a’da yer alan “Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasalardı onları öldürmenizi emrederdim.” şeklinde tercüme edilmesi gereken hadis ilk tercümede ‘Şayet köpekler ayrı bir millet olsaydı onları öldürmenizi emrederdim’ (H. Şemsi Güneren’in çe­virisinde s. 46’da) şeklinde hatalı çevrilmiştir. Ayrıca bu hadisin Arapçası, “Levlâ enne’l-kilâbe ümmetün mine’l-ümemi le-emertü bi-katlihâ.” şeklinde latinize edilmesi gerekirken “Levlâ enne’l- kilâbe ümmeten mine’l-ümemi leakrübehüm bi-katlihâ.” şeklinde hatalı bir şekilde yer almıştır.

[276] Örneğin risalede 24b, 25a, 38a gibi yerlerde olan kenar bilgileri ilk tercümede yer almamıştır.

[277] Risalede (63b’nin kenarında) “Zikir, Zikirde Halka Olmanın Adabı, Zikre Başlamanın Nasıl Olacağı ve Şartlara Riayet”, (64a’da olan) “Halvetî Silsilesi ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye (k.v.) Biati Tarif Etmesi” gibi başlıklar, (65a’daki) “Allah’ım! Bizleri, en mü­kemmel vuslat şekli olan bu ikinci sınıf ehlinden eyle.” gibi dua cümlelerini içeren ifadeler ilk tercümede yer almamaktadır. Biz, ri­salenin kenarında yer alan bu ifadeleri de tercümeye dâhil ettik.

[278] Örneğin 67b’de Mecdüddîn Havârizmî şeklinde hakkında bilgi ve­rilen kişi Mecd-üd-din Harzemi şeklinde hatalı yazılmıştır. H. Şem­si Bey’in tercümesinde sadece isimlerde değil bazı ifadelerde de ha-

talar göze çarpmaktadır. Örneğin 65a’da “Sâir minallâh bi-iznillah” şeklinde olması gereken ifade “Sayir anillah bi-iznillah” şeklinde çevrilmiştir. Tarafımızdan yapılan tercümede bu ve benzeri ifade­ler doğru şekilleriyle çalışmaya dâhil edilmiştir.

[279] Receb-i Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, 31a, 43a.

[280] Melekût: Melekler âlemi, zaman ve mekânla sınırlı olmayan, beş duyu ile idrak edilemeyen ruhlar, ilâhî kuvvetler ve mücerret var­lıklar âlemi.

[281] Ceberût: Mutasavvıflarca, “esmâ ve sıfat âlemi, Allah’ın bütün var­lıkların üzerinde olan kudretinin tecellî ettiği âlem, lâhut âlemiyle melekût âlemi arasındaki âlem” gibi değişik şekillerde tarif edilen ilâhî âlem; taayyün-i evvel, tecellî-i evvel, cevher-i evvel, hakikat-i Muhammediyye, rûh-i küllî gibi isimler de verilir.

[282] Tecelliyât: Tecelliler; sâlikin kalbinde gayp âlemine ait nûrun be­lirmesi, ilâhî feyzin müminin kalbinde zuhuru.

[283] Azîm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Aklın ve hayalin alamayacağı, gözün göremeyeceği kadar sonsuz büyük ve azamet­li” anlamına gelir.

[284] Alîm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “İlmi ezelî ve ebedî olan” manâsına gelir.

[285] Şaki: Her türlü kötülüğü işleyebilecek yaratılışta olan, kötü huylu kimse.

[286] Mükerrem: Saygı değer, hürmete lâyık, yüce, aziz, muhterem.

[287] el-İnsan, 76/21.

[288] Onların menhecleri (geniş ve açık yolları) olduğu için onlar velilerdir.

[289] el-Kamer, 54/55.

[290] Nuh, 71/26.

[291] el-Kasas, 28/81.

[292] Amalika: En eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluk.

[293] İbrahim, 14/36.

[294] el-Mâide, 5/118.

[295] Buhârî, “Enbiya”, 37.

[296] Enfüsî: Türk-İslâm düşünce tarihinde âfâkînin karşıtı olarak süb­jektif karakterdeki bütün sezgi, deney ve deliller için kullanılan kelâm, felsefe ve psikoloji terimi.

[297] Buhârî, “İ’tisam”, 10; Müslim, “İman”, 247; Ebû Dâvûd, “Fiten 1”; Tirmîzî, “Fiten”, 27.

[298] Yahyâ-yı Şirvânî (ö. 870/1466), Halvetiyye tarikatının ikinci kuru­cusu, sûfî müellif. Yahya-yı Şirvânî’nin tarikat silsilesi Sadreddîn-i Hiyâvî, Hacı İzzeddin Türkmânî, Ahî Mîrem Halvetî vasıtasıyla Halvetiyye’nin kurucusu Ömer el-Halvetî’ye ulaşır. Halvetiyye’de yedi isimle uygulanmakta olan zikre beş isim daha ekleyerek on iki isimle zikir yaptırması, Virdü’s-settâr diye bilinen evrâdı tertip et­mesi, halvet ve zikir âdâbıyla ilgili yenilikler yapması dolayısıyla tarikatta ikinci pîr (pîr-i sânî) olarak kabul edilmiştir.

[299] Aclûnî, 1669/22 1-716/2, 1/265-266.

[300] Bu hadis, kaynaklarda bu lafızlarla yer almamaktadır. Fakat bu manâyı teyit eden, “Allah, ‘Seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım.’ buyurdu.” şeklinde bir ifadeye rast- lanmaktadır. Ahmed b. Hanbel, 10/11251108, 4/127 Hâkim, Müstedrek, 2/600; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/265.

[301] Bu ifade bu şekliyle hadis kaynaklarında yer almamaktadır. “Cabir, Peygamber’e: Allah’ın en evvel yarattığı şey nedir?” diye sorar. O da: “Ey Cabir! Yüce Allah eşyadan önce kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı” şeklindeki haber, burada verilen manayı destekler mahiyettedir. Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/265-266.

[302] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/262.

[303] Cevr: Haksızlık edip incitme, eziyet, cefa, gadr, zulüm.

[304] Sultan Mahmud Sebüktekîn (971-1030), Gazneli hükümdarı (998­1030). Buhara’da doğdu. Gazneli Hükümdarı Sebük Tegin’in oğlu­dur. Daha gençlik yıllarının başında devlet idaresinde görev alma­ya başladı. İdarî kabiliyeti, siyaseti ve fütuhatı ile Türk-İslâm dün­yasının müstesna devlet adamlarından biri olan Mahmud hayatı­nın büyük kısmını savaş meydanlarında geçirmiştir. Öldüğü za­man Gazneli Devleti batıda Azerbaycan topraklarından doğuda Hindistan’ın Yukarı Ganj vadisine, kuzeyde Hârizm’den güneyde Hint Okyanusu sahillerine kadar uzanan çok geniş bir sahayı içine alıyordu.

[305] el-Furkan 25/30.

[306] Abdülkâdir el-Geylanî (1077-1165/66), Kādiriyye tarikatının kuru­

cusu. Abdülkâdir-i Geylanî’nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkâdir-i Geylanî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar.

[307] Avârifü’l-Maârif: Sünnî sûfîliğin tanınmış temsilcilerinden Şehâ- beddin es-Sühreverdî’nin tasavvufa dair eseri. Eserinin önsözünde Allah’ın zihnine ihsan ettiği her şeyi O’nun armağanı olarak gör­düğünü söyleyen Sühreverdî, en büyük ilâhî lutfun “Avârifü’l- maârif” yani marifet lütufları olduğunu ifade eder.

[308] İmam Sühreverdi (1145-1234), Sühreverdiyye tarikatının kurucusu, müfessir ve muhaddis. Hz. Ebû Bekir’in soyundan geldiği için

Bekrî, Teymî ve Kureşî nisbeleriyle anılır. Halife Nâsır-Lidînillâh döneminde fütüvvet teşkilâtının organize edilmesi çalışmalarında öncülük eden Sühreverdî hilâfet merkeziyle beylikler arasında bazı elçilik görevlerinde bulundu. Sühreverdî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled’in 617 (1220) yılında Bağdat’a gelişinde kalabalık bir halk kitlesiyle onu karşılamaya çıktı. Sühre- verdî’nin sohbetlerine katılıp tarikat hırkası giyen ve ondan feyiz alanların sayısı binlerle ifade edilmektedir.

[309] Seyr ilâllah: Sûfîler kalp ile gerçekleştirilen dört mânevî seferden bahsetmiştir. “Kalbin Hakk’a yönelmesi” diye tarif edilen bu sefer­ler Hakk’a sefer (seyr ilâllah), Hak’ta Hak ile sefer (seyr fillâh), cem‘ makamına yükselme şeklindeki sefer, Hak’la birlikte Hak’tan sefer (seyr billâh anillâh) diye isimlendirilmitir.

[310] Büdelâ: Bedeller. Allah tarafından âlemi mânen yönetmekle görev­lendirilmiş ve kendilerine olaylara hükmetme izni verilmiş olan velîlerin belli bir mertebede olanlarıdır. Yedi kişidirler. Bulunduk­ları toplumdaki mekânlarından uzaklaşarak, yerlerine tıpkı kendi­lerine benzeyen birini bırakırlar. Böylece hiç kimse onların gözden kaybolduğunu fark edemez. Başkasını yerine vekil bırakan bu kim­selere büdelâ denir. Ne artarlar ne eksilirler.

[311] Evtad: Allah’ın kendileriyle âlemi koruduğu kimseler olup dört tanedirler. Birinin makamı doğuda, birinin makamı batıda, birinin makamı güneyde, birinin makamı kuzeydedir.

[312] el-Ahzab, 33/57.

[313] el-Ahzab, 33/69.

[314] Muhammed b. Sîrîn (654-729), Rüya tabiriyle tanınan hadis ve fıkıh âlimi, tâbiî. “İmam, hâfız” gibi unvanlarla anılan İbn Sîrîn tefsir, şiir ve hesap bilgisiyle de meşhur olmakla birlikte ilmî şahsiyetinde hadisçilik ve fıkıh ağır basar. İlk dönemlerde daha çok muhaddis ve fakih olarak tanınan İbn Sîrîn’in sonraki yüzyıllarda ilk rüya ta- bircilerinden biri olarak anılır. İbn Haldûn, İbn Sîrîn’in bu alanda en meşhur âlimlerden biri olduğunu, tabircilikle ilgili kurallarının nesilden nesile nakledilegeldiğini belirtir.

[315] Sütre: Örtü, perde, arkasına gizlenilen ağaç ve benzeri şeyler.

[316] İbn Hıbban, Sahih, 13/420. Hadisin farklı versiyonları için bkz., Ebû Dâvûd, “Edeb” 96; Tirmizî, “Rüya” 6; İbn Mace, “Rüya” 6; Darimî, “Rüya” 11.

[317] Mübeşşirat: Müjdeleyici, sevindirici haberler, hayırlı işaret ve alâmetler.

[318] Yunus, 10/63-64.

[319] en-Nahl, 16/97.

[320] Allâm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Her şeyi bilen” anlamına gelir.

[321] Mülazım: Osmanlı ilmiye teşkilatında müderris olabilmek için belli bir süre staj yapan medrese mezunu.

[322] Tezellül: Kendini hor ve hakir gösterme, kendini aşağı kabul etme, alçalma.

[323] Ahyar: Hayırlı, iyi ve olgun kimseler, fazilet ve kemal sahipleri.

[324] Ferîdüddîn-i Attâr (ö. 618/1221), Şair ve mutasavvıf. Klasik nazım şekillerinin pek çoğunu kullanan Attâr, daha çok mesnevi ve ga­zelde başarı sağlamıştır. Gazelleri tasavvuf zevkini, özellikle vah- det-i vücûd telakkisini, ilâhî yolculuk için gerekli kabul ettiği aşkı ve âşıklığı dile getirir. Şiirlerinin çoğunluğunu oluşturan mesnevi­lerin hepsi tasavvufla ilgilidir. Attâr’a göre görünen bu “çokluk” (kesret), ezelî âlemde Hakk’ın zâtı ile “bir”di, ayrılık ve çokluk yok­tu. Çokluk bu âlemdedir ve tamamen zâhirîdir. Varlıktan bir zerre­ye sahip olan herkes, bütün zerrelerin bir varlıktan geldiğini anlar. İlâhî cevheri içinde taşıyan insan, ancak üzerindeki varlık perdele­rini kaldırdıktan sonra Allah’ı bulabilir ve O’nu görebilir. Çünkü Attâr’a göre Allah, muhtelif şeylerde muhtelif kisvelerle tecelli eder.

[325] Bu süre belki daha fazladır. Çünkü Hallâc-ı Mansûr (k.s.), 309 sene­sinde şehit edilmiş, Ferîdüddîn-i Attâr (k.s.) ise altı yüzlü yıllarda yaşamıştır.

[326] el-Bakara, 2/269.

[327] Varidat-ı ilahî: Kulun kastı ve dahli olmaksızın kalbe gelen ilahî manalar, feyizler, ilhamlar.

[328] Tan etmek: Kınamak, yermek, ayıplamak.

[329] Tevacüd: Vecde gelmek, vecd haline erişmek için gayret gösterme veya vecde gelmiş gibi davranma.

[330] Şuara, 26/113-114.

[331] Ahmed b. Süleyman b. Kemal Bey (1468- 1534), Lakabı Şemsed- din’dir. Dedesi Kemal Paşa’ya izafeten “Kemal Paşa-zâde” ve “İbn- i Kemal” isimleriyle tanınmıştır. İbn-i Kemâl Paşa, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin vefatından sonra, 932 (m. 1527) senesinde şeyhülislâmlığa getirildi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı. Anadolu Kadıaskeri sıfatıyla, Mısır seferinde Yavuz Sultan Selim Hân’ın ya­nında bulunmuş olan İbn-i Kemal Paşa, pâdişahtan büyük itibar görmüştür.

[332] Müftü Ali Çelebi (ö. 992/1584), Osmanlı âlimi ve biyografi yazarı. İlmiye mesleğinde yetişti ve bazı medreselerde müderrislik yaptı. Bir ara Manisa müftüsü olan Ali Çelebi 1583 yılında Maraş kadılı­ğına tayin edildi; ertesi yıl orada öldü. Mezarı Alâüddevle Camii avlusundadır.

[333] Hoca Sadeddin Efendi (ö. 1008/1599), Osmanlı şeyhülislâmı ve ta­rihçisi. Babası Yavuz Sultan Selim’in çok sevdiği nedimi Hasan Can Çelebi’dir. Sadeddin Efendi, babasının saray çevresindeki etkisi se­bebiyle daha küçük yaşta iken iyi bir tahsil gördü; sahn müderrisi Karamânî Mehmed Efendi’den ve devrin ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Hoca Sadeddin, III. Murad’ın saltanatı döneminde saray­da çok seçkin bir mevki kazandı. Sâdeddin Efendi’nin sarayda ve yönetimdeki yeri III. Murad’ın ölümünden sonra da sarsılmadı. III. Mehmed’in tahta çıkışında ilk biat eden o olmuştu. Hoca Sâdeddin Efendi, çeyrek yüzyıla yakın ilmiye mesleği yanında idarî ve siyasî işlerde de söz sahibi olmuştur. Zamanın birçok edip ve şairi eserle­rini ona ithaf etmişlerdir. Kendisini acı bir dille tenkit eden Gelibo­lulu Mustafa Âlî bile Menâkıb-ı Hünerverân’ını onun arzusu üze­rine yazmış ve rasathâne kurması için büyük destek verdiği Takıy- yüddin astronomiyle ilgili yazdığı eserleri ona ithaf etmiştir.

[334] Yakîn: Doğruluğunda şüphe bulunmayan, vâkıaya uygun bilgi, sabit ve kesin inanış, kanaat (itikad), şüphe ve tereddütten sonra ulaşılan kesinlik.

[335] el-Bakara, 2/266.

[336] Kadı Beydâvî (ö. 685/1286), Müfessir, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî faki- hi.

[337] Âlem-i zûr: Yalan, asılsız âlem.

[338] ez-Zâtü’l-Ehadiyye: Bize ve isimlere muhtaç olmaması bakımından Zât-ı Hakk’ın mertebesi.

[339] Lâhût: Cenab-ı Hakk’ın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âlem, Allah’ın bütün sıfat ve isimlerinin zâtında mevcut olduğu, fakat sadece zâtî sıfatlarının zuhura geldiği, fiilî sıfatlarının ise henüz zuhur bulmadığı âlem, ulûhiyet âlemi.

[340] Nasût: Görünen âlem, kesret âlemi olan dünya.

[341] Gaffâr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Kullarının günah­larını affeden, bağışlaması çok olan” anlamına gelir.

[342] Kerîm: el-Kerîm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlük­te “cömert olmak, iyi, ahlâklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem (kerâmet) kökünden sıfat olan kerîm “yaratılıştan cömert olan, insanın şerefiyle bağdaşmayan her türlü şeyden arınmış bu­lunan” demektir. Kerem kavramı Allah’a nisbet edildiğinde “lutuf ve ihsanda bulunma” manâsı ağır basar.

[343] Settâr: "Kulların günahını örten" manâsında Allah Teâlâ’nın sıfatla­rından biri.

[344] Abdülmecîd-i Şirvânî, İsmi, Abdülmecîd bin Veliyyüddîn İbni Alâüddîn Şirvânî’dir. Künyesi Ebü’l-Mehâmid olup, lakabı Nûrul- lah’dır. Şirvan’da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Şirvan bölge­sinin en büyük velîsi idi. İlim, fazilet, zühd ve takvada çok yüksek idi. İnsanlara vaaz ve nasihat etmeyi ve ders verme yolunu seçmiş­ti. Abdülmecîd Şirvânî gece-gündüz hiç durmadan çalışırdı. Sâdece günde iki saat istirahat ederdi. Diğer yirmi iki saati talebelere ders vermek ve kitapları mütalaa etmekle geçirirdi.

[345] Abdülmecîd-i Şirvânî (k.s.), Tokat’ın doğu tarafındaki kabristanda medfundur. Şu an kabri, ziyaret edilen ve dua edilen meşhur bir yerdir.

[346] Baba Kemal-i Hucendî (ö. 803/1401), Mutasavvıf-şair. Tanınmış bir şeyh olmasına rağmen hangi tarikata mensup olduğu dahi bilin­memektedir. Genç yaşta hacca gitti. Hac dönüşü uğradığı Tebriz’de yerleşmeye karar verdi. Zamanla etrafında birçok mürid ve talebe toplandı. Genellikle aşk ve tasavvufa dair gazellerinde “Kemâl” mahlasını kullanan Hucendî bu nazım şeklinde üstün başarı sağ­lamıştır. Bununla birlikte şiirlerinde tekellüfe yer verdiği de olmuş­tur. Gazelde emsalsiz olduğunu söylemesine rağmen Hâfız, Sa‘dî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî seviyesine çıkamamıştır.

[347] Ashâb-ı enfas: Nefes sahipleri. Nefes gaipten gelen latifeler ile kalbi ferahlandırmaktır.

[348] Buhari, Rikak 38.

[349] Anka-yı Mağrib: Anka, Zümrüdüanka. İslâm tasavvuf ve sanatında anka veya sîmurg, halk arasında zümrüdüanka adlarıyla anılan ef­sanevî kuş. Efsanelere göre Kafdağı’nın tepesinde direkleri abanoz, sandal ve öd ağacından yapılmış köşk benzeri bir yuvada yaşayan ankanın başı, yassıca burunlu bir köpek (yırtıcı hayvan) başı gibi­dir. Cüssesi ise çok iri olup “uçtuğu zaman hava kararır” ve “yağ­muru mercan olan bir buluta benzer”. Uçarken sel sesine veya gök gürültüsüne benzer sesler çıkarır. Tasavvufta anka değişik mâna­larda kullanılmış, efsanevî özelliklerinden istifade edilerek bazı ta- savvufî görüşler temsilî olarak onunla anlatılmıştır. Attâr’a göre anka birlik-çokluk (vahdet-kesret) gibi iki zıt kavramı ifade etmek­tedir. Sîmurg otuz kuş olarak ele alınınca çokluğu ifade eder, oysa varlığın birden çok olması vehmî ve hayalîdir. Anka gibi çokluğun da gerçekte adı var kendisi yoktur.

[350] Mücerret: Yalnız, tek, tek başına, yalın.

[351] Münferid: Başka kimse veya şeylerden ayrı olan, tek, yalnız.

[352] Cuma, 62/4.

[353] En’âm, 6/103.

[354] Ebrar: Hakk’a ermek için riyâzet ve çile çekmeyi esas olarak kabul eden evliyâ zümresi.

[355] Ashâb-ı yemin: Amel defteri sağ taraflarından verilenler, cennetlik­ler anlamında bir Kur’an terimi.

[356] Ahyar: Tasavvufta, dünyanın düzenini sağladıklarına inanılan ricâlü’l-gayb zümrelerinden birine verilen ad. İbnü’l-Arabî ricâlü’l- gaybı sınıflandırırken ahyarın sayısının tespit edilemeyeceğini söy­ler. Ona göre ahyarın sayısı değişse de yeryüzünde daima varlığı devam eder.

[357] Masiyet: Günah, asilik, itaatsizlik.

[358] er-Rûm, 30/10.

[359] el-Bakara, 2/81.

[360] Ashâb-ı şimâl: Amel defterleri sol taraflarından verilenler, cehen­nemlikler anlamında bir Kur’an terimi.

[361] Kebîr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “büyük ve cüsseli, ulu ve yüce olmak” manâsındaki kiber masdarından tü­remiş bir sıfat olup “büyük ve gövdeli, ulu ve yüce” demektir. Kebîr, esmâ-i hüsnâdan biri olarak “zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar ulu” şeklinde tanımlanır.

[362] Müteâl: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “şan, şeref, kuvvet ve kudret sahibi olmak” manâsındaki alâ’ veya ulüv kökünden “türeyen müteâl kelimesi “izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan” demektir. Kavram zât-ı ilâhiyyeye nisbet edildiğinde, “kimsenin O’nun mahiyetini anlatamayacağı, ârifler de dahil olmak üzere hiç kimsenin ilim ve irfanının künhünün bil­gisine ulaşamayacağı” manâsına gelir.

[363] Müslim, Salat 222.

[364] Rabbü’l-erbab: Bütün esmânın menşei, ilk zuhûrun mazharı olan ve rubûbiyet kendisine mahsus bulunan Allah.

[365] Tasallut: Rahat vermeyecek, bıktıracak, sıkıntı verecek şekilde sa­taşma, musallat olma.

[366] Âl-i İmran, 3/169.

[367] Necm, 53/9; “İki yay ucu aralığı kadar.” Kur’an’da Hz. Peygam- ber’in mi’racda Cebrâil’e veya Allah’a çok yaklaştığını anlatan ifa­de; tasavvufta Hak ile bir olma makamı.

[368] el-İsra, 17/1.

[369] Satvet: Karşı konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet, sindirici, boyun eğdirici güç.

[370] Azamet: Büyüklük, ululuk, yücelik, celâl.

[371] Muvafakat: Razı olma, kabul etme.

[372] el-Enfal, 7/17.

[373] el-Fetih, 48/10.

[374] Buhari, “Rikak” 38.

[375] el-Vâkıa, 56/88-91.

[376] ez-Zümer, 39/9.

[377] el-Fatiha, 1/1.

[378] Füru: Dallar, asıldan ayrılan kollar.

[379] Abâ: Yünden dokunmuş, çok sağlam, eskiden daha ziyâde küçük esnafın ve fakir kimselerin giydikleri potur, hırka, cepken, palto,

terlik vb. şeyler yapılan, çoğunlukla deve tüyü renginde bir çeşit kaba kumaş.

[380] Azimet: Kulun, Allah tarafından kendisine yüklenen görevleri tam bir sebat ve azimle yerine getirmesi; insanların karşılaştığı güçlük ve zaruret hali gibi ârızî durumlara bağlı olmaksızın konmuş şer‘î hükümler.

[381] Müstehap: Hakkında kesin bir emir bulunmadığı halde dînin temel prensiplerine uygun olduğu için beğenilen, tavsiye edilen, sevap kazandıran, dince makbul iş ve davranış.

[382] Binit: Binek hayvanı.

[383] el-Bakara, 2/197.

[384] Tevfik: Allah’ın yardımı, Allah’ın, kulunun fiilini rızâsına ve mu­habbetine uygun kılması, kulunu irade ve rızasına uygun işler yapmaya muvaffak kılması.

[385] Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma, uğ­raşma, mücadele etme.

[386] Ahraz: Dilsiz, sağır ve dilsiz kimse.

[387] er-Ra’d 13/16.

[388] Muvafakat: Razı olma, kabul etme.

[389] Rûhu’l-eclâ: Ruhun ehadiyyet mertebesinden tecellilere mazhar olabilme kabiliyetini elde etmesi hali.

[390] İrtidâ’: Saklanma, gizlenme, örtünme.

[391] İrtidat: Bir müslümanın İslâm dininden çıkması.

[392] İbrahim, 14/24-25.

[393] er-Ra’d, 13/9.

[394] Tirmizi, 10051111-51171011 ;16 1121كا, el-Câmiu's-Sağir, 1/24.

[395] el-vâsıl el-kâmil: Hakk’a ulaşan ve kemâle eren.

[396] Şeyh Necmüddin-i Kübra (ö. 618/1221), Kübreviyye tarikatının ku­rucusu.

[397] Şekûr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “yapılan bir iyiliğin sahibini övgü ile anmak” manâsındaki şükr (şükrân) kökünden türeyen şekûr “çokça teşekkür eden” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “az da olsa kulun iyi bir ameline fazlasıyla karşı­lık veren” anlamına gelir.

[398] Burada şu âyet-i kerimeye işaret vardır: “Şüphesiz, Allah’ın kita­bını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak ver­diğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” el-Fâtır, 35/29.

[399] en-Neml, 27/40.

[400] Yunus, 10/107.

[401] er-Ra’d 13/41.

[402] Fettah: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Kullarının kapalı işlerini açan; kapalı şeyleri, lütuf ve rahmet kapılarını açan” anla­mına gelir.

[403] Vehhâb: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “karşı­lıksız vermek, bağışlamak, daha çok vermek” anlamındaki vehb (hibe) kökünden türemiş mübalağalı bir sıfattır. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “karşılık beklemeden bol bol veren” demektir.

[404] Müstetab: Hoşa giden, beğenilen, iyi, güzel.

[405] Meydan Camii: Dikilitaş semtinde 972 (1564) yılında Kanûnî Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Koca Hasan Paşa tarafından yaptırılmış­tır.

[406] Alâeddin Eretna (ö. 753/1352), Eretnaoğulları Beyliği’nin kurucusu ve ilk hükümdarı.

[407] Şeyh Hasan, Alâeddin Eretna’nın üç oğlundan en büyüğü olan Şeyh Hasan Sivas valisi iken Ramazan 748’de (Aralık 1347) çok genç yaşta vefat etmiş ve Güdük Minare adıyla anılan kümbete gömülmüştür.

[408] Güdük Minare: Eretnaoğulları’nın kurucusu Alâeddin Eretna tara­fından 1347’de ölen büyük oğlu Şeyh Hasan için yaptırılmıştır. Şehrin hemen hemen tam ortasında yer almakta olup bugün iyi du­rumdadır. Dikilitaş mahallesi Atatürk caddesi üzerinde bulunan ve üstü yıkılmış bir minareye benzetilen şeklinden ötürü bu adla anı­lan türbe Dabas Tekkesi olarak da bilinmektedir.

[409] Kavî: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “güçlü olmak, gücü yetmek, bir işi gerçekleştirmek için aklen ve bedenen yeterli olmak” anlamındaki kuvvet kökünden sıfat olup Allah’a nisbet edildiğinde “her şeye gücü yeten, kudret sahibi manâsına gelir.

[410] Semî: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “işitmek, duymak, bir dileği kabul etmek, anlamak; duyurmak” manâların­daki sem‘ kökünden türeyen semî‘ “işiten” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “işitilmeye konu teşkil eden her şeyi işiten” diye açık­lanır. Allah’ın işitmesi kulak gibi bir organa veya araca bağlı değil­dir.

[411] Basîr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Görmek, bilmek ve sezmek” anlamındaki basar kökünden türetilmiş bir sıfattır. Basîr kavramı esmâ-i hüsnâdan biri olarak “görmeye konu olan şeyleri bütün özellikleriyle idrak edip gören” anlamına gelir.

[412] Habîr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Her şeyden ha­berdar olan” anlamına gelir.

[413] Duhatü’l-kübra: Güneşin iyice yükseldiği Duha namazının kılına­cağı vaktin girdiği zaman dilimi.

[414] Muharrem Efendi (h.953), Darü’l-Hilafe İstanbul’da Şeyh-i Sivâsî olarak tanınan Abdülmecîd-i Sivâsî’nin babasıdır. Abdülmecîd-i Sivâsî (k.s.), İstanbul’da Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin yakın-

larında kendisine tahsis edilmiş bir bahçede medfundur. Vefat ta­rihi, hicri 1049’dur. (1639/1640)

[415] Havas: Sözlükte “bir nesneyi diğerlerinden farklı ve üstün kılan nitelik” anlamına gelen hâssa kelimesinin çoğulu olup genellikle avam karşıtı olarak “seçkin kişiler” manâsında kullanılır. Tasavvuf­ta, herkeste bulunmayan birtakım bilgilere ve hallere, yetenek ve ruh temizliğine sahip velilere havâs veya ehl-i husûs, bunların en üstün olanlarına hâssü’l-havâs veya hâssatü’l-hâssa adı verilir.

[416] el-Bakara, 2/156.

[417] İnsilâh: Mutlak olarak bütün oluşlardan sıyrılmak, beşeriyet hali­nin yok olması. Nefislerin beşeriyetten kurtularak ruhaniyet veya hayal âlemine yönelmesi.

[418] Bu kısımda sâliklerin yaşadığı insilâh hallerinden bazıları dile geti­rilmiştir.

[419] en-Nisa, 4/113.

[420] Mürekkep: Birden fazla şeyin bir araya gelmesinden meydana gelmiş, birleşik.

[421] Mülk Âlemi: Beş duyu ile bilinen, hissedilen âlem, şahâdet âlemi.

[422] İlhad: Allah’ın varlığına inanmama, inançsızlık.

[423] Hazret-i Lût, Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Kur’an-ı Ke- rim’de yirmi yedi yerde ismen zikredilen Lût’un İbrâhim’in tebli­ğini kabul ettiği, onunla bereketli ülkeye ulaştırıldığı, peygamber­lerden olduğu, diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı, ona hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve ilâhî rahmete kabul edildiği bildirilmektedir.

[424] Dihyetü’l-Kelbî (ö. 50/670), Hz. Peygamber’in Herakleios’a elçi olarak gönderdiği sahâbî. Cebrâil’in Dihye sûretine girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği ve ashâbdan birçoğunun onu Dihye zannettiği hususu, kaynakların ittifakla vermiş olduğu bilgiler ara-

sındadır. Enes b. Mâlik’in ifadesine göre Dihye ashâbın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli idi.

[425] Küdûret: Bulanıklık, tasa, gam, kaygı.

[426] el-İsmü’l-Vâsi: Vâsi Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biridir. Sözlükte “bir nesne bir şeye geniş gelmek, onu içine alıp kapsamak; güç yetirmek” anlamlarındaki se‘a kökünden türeyen vâsi‘ “bir şe­yi içine alacak şekilde geniş olan; güç yetiren” demektir. Terim ola­rak “ilmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan” anlamına gelir. Lu- gat âlimleri kelimenin kökünden hareketle vâsi‘ ismine “her türlü

isteğe karşı ihsan ve lutufkârlığı yeterli olan, ilmi her şeyi kuşatan, rızkı bütün yaratılmışlara yayılan ve rahmeti her şeyi kapsayan” manâsı vermişlerdir.

[427] Maruf el-Kerhî (k.s.) de böyledir.

[428] Taun: Veba; hasta farelerden insana geçen bir mikrobun oluştur­duğu bulaşıcı, öldürücü bir hastalık.

[429] Ebu Davud, “Sayd” 21; İbn Mace, “Sayd” 1.

[430] Ahyar: Hayırlı, iyi ve olgun kimseler, fazilet ve kemal sahipleri.

[431] Sâriye b. Züneym (ö. 30/650-51), Hz. Ömer’in kumandanlarından. Hz. Ömer, Sâriye’ye Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Süheyl b. Adî, Ahnef b. Kays, Mücâşî b. Mes‘ûd ve Osman b. Ebü’l-Âs ile birlikte sancak vererek İran cephesine gönderdi. Nihâvend zaferinden sonra Fesâ ve Darabcird’in fethiyle görevlendirilen Sâriye 23 (643-44) yılında büyük bir düşman ordusuyla karşılaştı. Çarpışmalar esnasında ye­nilgiye uğramak üzere iken, “Yâ Sâriye, el-cebel, el-cebel!” (Sâriye, dağa çekil dağa) diye bir ses duyunca askerlerini vadiden dağa çekti. Bu olayın Nihâvend’de meydana geldiğine dair rivayetler de vardır.

[432] el-Fecr, 89/27-30.

[433] el-Burûc, 85/16.

[434] el-Cuma, 62/4.

[435] el-Enfal, 8/40.

[436] “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”

[437] el-İmamü’l-A’zamü’l-Kebir (ö. 150/767), Hanefî mezhebinin ima­mı, büyük müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anla­yışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur. Kaynaklar Ebû Hanîfe’nin kanaatkâr, cömert, güvenilir, âbid ve zâhid bir kişi olduğunda, bü­tün ticarî işlem ve beşerî ilişkilerinde bu özelliklerinin açıkça gö­rüldüğünde görüş birliği içindedir. Kazancına haram ve şüpheli gelir karıştırmamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağı Hafs b. Abdurrahman’ın defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata sat­ması üzerine o parti maldan alınan bütün parayı dağıttığı söylenir. Ebû Hanîfe derin fıkıh bilgisinin yanı sıra, inandığını ve doğru bil­diğini söylemekten ve onun mücadelesini vermekten çekinmeyen güçlü cesarete de sahipti. Hayatı bu yönüyle de mücadele içinde geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmıştır.

Teçhiz ve tekfin: Ölüyü gömülmek üzere hazırlama, yıkayıp kefen­leme.

[439] Telmih: Şiir veya nesirde söz arasında herkes tarafından bilinen bir olaya, kıssa, fıkra vb.ne işaret etme şeklindeki edebî sanat.

[440] Telvih: Gerekli şeylerden bahsedip maksadı dolambaçlı olarak an­latmak sûretiyle yapılan ve bir kinâye türü olan söz sanatı.

[441] Tirmizi, “İlim” 19; İbn Mace, “Zühd” 15.

[442] el-Kalem, 68/4.

[443] en-Neml, 27/18-19.

[444] es-Sebe, 34/12.

[445] Rahîm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Âhirette mümin kullarına acıyan, merhamet eden” anlamına gelir.

[446] el-Müddessir, 74/31.

[447] İmam Mâlik, “Hüsnü’l-Huluk” 16; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 14/667.

[448] el-Mücadele, 58/12.

[449] Mevâcîd: Vecd hâlleri, kalbî zevk veren istiğrak halleri.

[450] Vâcid: Vech sahibi, Allah’tan bir lutuf şeklinde kalbe gelen coşkun­luk ve istiğrak hâlini yaşayan kimse.

[451] Mütevâcid: Sahte ve yapma olarak vecde gelen.

[452] İstanbul Şehzâde Sultan Mustafa Cami vaizi, Sultan Sarayı mualli­miydi. H.1020’nin Muharrem ayında (Mart/Nisan 1611) vefat etti. Evi, Divan Yolu üzerinde Ayasofya’nın kapısının karşı tarafınday- dı. Vefatından sonra evinde kızı eşiyle birlikte orada kaldı. Onun da H.1068’de  (1657/1658) vefatından sonra bu fakir, Allah

Teâlâ’nın lütfuyla o evde kaldı. Şu anda [H.1089 (1678/1679) itiba­riyle] orada kendisine hayr dua edilen Şemseddîn-i Mehmed Emîn İbnü’ş-Şeyh Mehmed b. Müyesserü’l-Ümmî Gâzî İbrahim kalmak­tadır. Allah Teâlâ onun kusurlarını bağışlasın.

[453] Mecmaü’l-Bahreyn: Hz. Muhammed’in miraçta Allah’a olan yakın­lığını bildiren ve Necm sûresinin 9. âyetinde “iki yay mesafesi ka­dar, hatta daha da yakın” şeklinde ifâde edilen “kâbe kavseyn” makamı veya yaratılmışlarla yaratanın bir görüldüğü cem’-i vücud mertebesi, iki denizin birleştiği yer.

[454] Muhyi’l-Kemâlât: Manevi hasletleri, olgunlukları ihya eden.

[455] Hayy: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “yaşa­mak, diri ve canlı olmak” anlamına gelen hayât (hayevân) kökün­den sıfat olup “diri olan, yaşayan” demektir. Esmâ-i hüsnâ olarak “Bütün varlıkların hayat kaynağı, ebedî ve hakikî hayat sahibi” an­lamına gelir.

[456] Kayyûm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Kendi zâtı ile kaim olan, varlığında ve varlığının devamında her şey kendisine muhtaç olduğu halde kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, bütün mahlûkatı var kılıp varlığını devam ettiren” anlamına gelmektedir.

[457] Sivas’ta belli bir süre kaldıktan sonra Mültekâ el-Ebhur’u şerh etti. Usûl konusunda icazetliydi. Elinin uzanmadığı bir ilim yoktu. Özellikle Fıkıh Usûlü’nde uzmanlaşmıştı. Şeyhü’l-İslâm Yahya b. Zekeriyya onu takdir eder, Sivas’ta ona birçok ikramda bulunulur­du. Sultan Murad Han, “Bu dönemde İslâm beldelerinde bu değerli müftünün akranı bulunmaz.” derdi.

[458] Tasnif: Kitap tertip etme, kitap yazma.

[459] Bilâl-i Habeşî (ö. 20/641), Hz. Peygamber’in ilk müezzini olan sahâbî.

[460] Emlak nahiyesi: Akdağ ve Aliki nahiyelerinin doğusunda Kızılır­mak sağ kıyısında bulunan 62 köyden müteşekkildir. Ağcaşehir,

Alınpınarı, Bağcecik, Çepni, Pınarbaşı, Saruabdal, Tekmen, Viran­şehir ve Yenice belli başlı köyleridir.

[461] Şeyh Ömer Efendi’nin babasıdır. Şeyh Ömer Efendi, Mısır’da Sü- leymaniye Camii vaizi olarak bilinmektedir. Hicri 1070’te (1659/1660) vefat etti ve Sofular Camii haziresine defnedildi. Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes kılsın.

[462] İstihrac: Sonuç ve anlam çıkarmak.

[463] Arabî ilimler: Fıkıh, kelam, nahiv, kitabet, şiir ve tarih vb. ilimler.

[464] Kaza: Davaları görme ve hükme bağlama işi, kadının ve hâkimin görevi, yargı.

[465] Habîb-i Karamânî (ö. 902/1496), Anadolu’da faaliyet gösteren ilk Halvetî şeyhlerinden. Niğde yakınlarındaki Ortaköy kasabasında doğdu. Anne tarafından Hz. Ebû Bekir, baba tarafından Hz. Ömer soyundan geldiği rivayet edilir. Habib Karamânî’nin, Halvetiyye tarikatının pîr-i sânîsi Yahyâ-yı Şirvânî’ye intisap etmek için mem­leketinden ayrılmıştır. Lâmiî’nin verdiği bilgiye göre Şirvan’a var­dığında Seyyid Yahyâ’nın dervişleriyle karşılaşmış, onlara, “Şeyhi­niz bana bir günde mevlâmı gösterebilir mi?” diye sorunca şeyhin kıdemli müridlerinden Hacı Hamza Efendi’den şiddetli bir tokat yiyerek yere düşmüştür. Durumu öğrenen Yahyâ-yı Şirvânî onu huzuruna çağırıp, “Dervişler gayretli olur, aldırma” diyerek gön­lünü almış ve kendisini dervişliğe kabul etmiştir.

[466] Huzur: Cenab-ı Hakk’ın varlığının her şeyi kaplayıp başka şeye yer bırakmayacak şekilde hissedildiği makam.

[467] Şühûd: İlahî tecellilere şahit olma, mana âlemini seyretme.

[468] Vedûd: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “sev­mek, muhabbet etmek” anlamındaki vüdd kökünden türemiş mü­balağa bildiren bir sıfat olan vedûd “çok seven, çok sevilen” de­mektir. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “sâlih kullarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen” manasına gelir.

[469] Şehîd: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “bir şeyin mahiyetine vâkıf olmak, onu bilmek, sözle ifade etmek” anlamın­daki şehâdet kökünden türeyen şehîd “kesin olarak bilen, bildiğini haber verme konusunda güvenilen kimse” demektir. Bu kelime Al­lah’a nisbet edildiğinde “her şeyi gözetlemiş gibi bilen, hiçbir şey ilminden gizli kalmayan” manasına gelir.

[470] Gaybet: Kalbe gelen feyiz ve tecellinin çokluğu sebebiyle maddiyat âlemine ait hallere karşı duyarlığı kaybetme durumu, çevresinin ve kendisinin ne yaptığını fark edemez hâle gelme, halkın hâlinden ve eşyadan haberi olmama.

[471] Masiyet: İtaatten çıkma, günah işleme, bir davranıştan imtina etme.

[472] Mevali: Osmanlı devlet teşkilatında yüksek dereceli kadılıklar için kullanılan mevleviyet pâyesine erişmiş üst seviyedeki ilim adamla­rı, mollalar, büyük kadılar.

[473] Varidat: Sâlikin kalbine ansızın gelen haller, ilhamlar.

[474] Kutbu’l-Aktâb: Sözlükte kutb kelimesi (çoğulu aktâb) “değirmenin mili, eksen demiri, eksen; gökyüzünün kuzey yarım küresinde bu­lunan yıldız, bir topluluğun yöneticisi” gibi anlamlara gelir. Tasav­vufta ise “veliler zümresinin başkanı, dünyanın ve âlemin mânevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî” mânasında kullanıl­mış, onun işgal ettiği makama da kutbiyyet denilmiştir. Ayrıca kutbun yönetimi altında bulunduğuna inanılan çeşitli makamlar­daki veliler her birinin başkanına da kutub adı verilir. Bu durumda birinci anlamdaki kutbu öbürlerinden ayırmak için ona kutbü’l- aktâb denilir.

[475] en-Nisa, 4/69.

[476] Hakîm: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “iyileş­tirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek” anlamına ge­len hükm masdarından sıfat olup “hüküm ve hikmet sahibi” de­mektir. Kelime Allah’a nisbet edilince “bütün sözleri ve fiilleri ada­lete, ilme ve teenniye (hilm) uygun olan” manâsını kazanır.

[477] Tahdis: Memnuniyetini sözle ifade edip teşekkürünü bildirme, şükretme, söyleme.

[478] ed-Duha, 93/11.

[479] Mısrî Ömer Efendi’nin (k.s.) babasıdır.

[480] Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ali (k.v.), Hasanü’l-Basrî (r.a.), Habibü’l- Acemî (r.a.), Dâvûd et-Tâî (r.a.), Ma’rûf el-Kerhî (r.a.), el-Cüneyd el-Bağdâdî (r.a.), Hammad ed-Dineverî (r.a.), Necibüddin es- Sühreverdî (r.a.), Kutbuddîn (r.h.), Rüknüddîn en-Necâşî (r.a.), Şihâbüddin es-Sühreverdî (r.a.), Cemalüddîn (r.a.), Zâhid el-Kîlânî

(r.a.), Ahî Meram el-Halvetî (r.a.), İzzzüddîn el-Halvetî (r.a.), Sad- ruddîn el-Cibâmî (r.a.), Seyyid Yahya eş-Şirvânî (r.a.), Yusuf el- Mahdûm (r.a.), Şeyh Rukayye (r.a.), Şeyh Kubâd (r.a.), Şeyh Ab- dülmecîd eş-Şirvânî (r.a.), Abdülehad en-Nûrî (r.a.), Mehmed Emîn (r.a.).

[481] Tuzla: Kıyılarda, tava denilen havuzlara deniz veya göl suyu akı­tıldıktan sonra kurutularak tuz çıkarılan yer.

[482] Mennân: Allah’ın sıfatı olarak, kullarına hadsiz hesapsız nimetler veren, sınırsız iyilik ve ihsanda bulunan anlamına gelir.

[483] Muîd: Medreselerde müderris yardımcısına verilen ad.

[484] Mülazım: Osmanlı ilmiye teşkilatında müderris olabilmek için belli bir süre çalışan medrese mezunu.

[485] Sabit-kadem: Verdiği karardan ve sözden dönmeyen, kararında sebat eden.

[486] el-Fecr, 89/29-30.

[487] el-Hamîd: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Hamîd keli­mesi “iyilik, güzellik ve erdemlilikle niteleyip övmek” anlamındaki hamd masdarından sıfat olup “övülen, övgüye lâyık bulunan”, ay­rıca “öven” manâlarına gelir. Âlimlerin çoğu, esmâ-i hüsnâdan biri olarak hamîdin ilk anlamına öncelik vermiştir. Ebû Mansûr el- Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-urʾân’ının bir yerinde hamîdi “kendisine hiçbir yerginin yönelmediği varlık” (vr. 374b), bir başka yerinde de “dıştan bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık bulunan” diye tanımlamıştır.

[488] el-Mecîd: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “asil, şerefli ve seçkin olmak” anlamındaki mecd (mecâde) kökünden tü­reyen mecîd “asil, şerefli, cömert olan” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “yetkinliğin karşıtı olan her türlü nitelikten münezzeh, lutuf ve ikramı bol” anlamına gelir.

[489] Füru: Asıldan ayrılan kollar; ikinci derecede olan önemsiz meseleler.

[490] Sünen-i revâtib: Belli düzen ve devamlılık içinde kılınan sünnet.

[491] Melik: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “mâlik ve sahip olmak, elinin altında bulundurup tek başına tasarruf et­mek” manâsındaki mülk (melk, milk) kökünden türemiş bir sıfat olan melik “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” demektir.

[492] Muîd: Medreselerde müderris yardımcısına verilen ad.

[493] Tahdis-i nimet: Nimete şükretme, memnuniyetini dile getirme.

[494] el-En’am, 6/79.

[495] el-Müddessir, 74/50-51.

[496] Âl-i İmran, 3/194.

[497] es-Saffat, 37/170-173.

[498] el-Ahzab, 33/10-11.

[499] el-Kamer, 54/20.

[500] el-Kasas, 28/83.

[501] el-Bakara, 2/249; el-Enfal, 8/66.

[502] Habîr: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “bir nes­neyi gereğince bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” anlamına gelen hubr (hibre) masdarından sıfat olup “bilen, bir nesnenin mahiyetine ve iç yüzüne vâkıf olan” de­mektir. Allah’a nisbet edilen “hubr” kavramında, duyularla algı­lanmış gibi her şeyin gerçekliğinden ve genellikle insanlara gizli kalan iç yüzünden haberdar olma manası mevcuttur.

[503] el-Fâtır 35/34.

[504] Âl-i İmran, 3/126.

[505] en-Neml, 27/30-32.

[506] Vefatından önce şunu söyledi: “Şems tûlandı deyû unutmasun ih- vân-ı dîn/ Kabrimi gelüp ziyaret edene çok çok selâm.”

[507] el-En’am 6/79.

[508] Tehlil: Kelime-i tevhîdi, “Lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme.

[509] Tebcil: Ululama, saygı gösterme.

[510] Tekvîr: Toplamak, cem olmak.

[511] Tebtîl: Tamamen Hakk’a yönelmek.

[512] Burada şu âyet-i kerimeye gönderme vardır: “Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere kondur. Sen, konuk edenlerin en hayırlısısın, de.” el-Mü’minun, 23/29.

[513] Allah Teâlâ’nın sonsuz nimetleri dolayısıyla Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Hicri 1002 (1593/1594) senesinde kitabın yazarının zaviye ve kabrini ziyaret ettim. Neden Allah Teâlâ’ya hamd etmeyeyim, bu menakıbın yazarının kabri, mübarek ayakların olduğu taraftadır ki, burada duasının kabul olduğu söylenir. Allah Teâlâ’dan orada yap­tığım duanın kabul olmasını ümit ediyorum. Orada hangi dua edi­lirse edilsin, orada samimiyetle dua edenlerin duası geri çevrilme­miştir. “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” el-Bakara, 2/201.

[514] el-Araf, 7/4.

[515] Âl-i İmran, 3/140.

[516] el-Bakara, 2/249.

[517] İbrahim, 14/27.

[518] el-Mâide, 5/1.

[519] el-Bakara, 2/205.

[520] el-Kamer, 54/7.

[521] Cife: Kokmuş ceset, leş.

[522] el-En’am, 6/57; Yusuf, 12/40; Yusuf, 12/67.

[523] el-Bakara, 2/156.

[524] en-Necm, 53/39-40.

[525] Ebû Amr el-Basrî (ö. 689-771), Yedi kıraat imamından biri, Arap dili ve edebiyatı âlimi. İbn Mücâhid’in değerlendirmesine göre Ebû Amr kıraatini icra ederken tekellüften sakınmış, cevaz ölçülerini aşmamak şartıyla olabildiğince mübalağasız ve sade (tahfîf ile) okumuştur.

Burada kastedilen kişi Hasan el-Basrî’dir. Kendisi, tâbiûn dönemi­nin en büyük âlimidir. 728’te (ö. 1327/1328) vefat etmiştir.

[527] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/150; Tirmizi, “Daavât” 82.

[528] el-Beyyine, 98/5.

[529] Sahih hadis kaynaklarında bu ifade bulunamamıştır. Şu kaynakta zikredilmiştir: ٨00 1111 202122 01-(000111, Târîhu 000101 1-250ا fit-

.346 ,(1297 ٤/71410) مأج0710-1 6 101011711

[530] İmameyn: İki imam. Biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velidir. Sağdaki melekût âlemine, soldaki ise mülk âlemine ba­kar.

[531] Nücebâ: Necipler, soylular. Kırk kişidirler. Halkın işlerini yürüt­mekle meşguldürler. Sadece başkaları hakkında tasarrufta bulu­nurlar. Hakk’tan başkasına nazar etmezler.

[532] Nükebâ: Nakibler, denetçiler. Nefsin gizliliklerini açığa çıkaranlar­dır. Allah’ın Bâtın ismine mazhar olduklarından halkın iç hallerine vakıf olurlar. On iki kişidirler, sayıları azalmaz ve artmaz. On iki burç feleğin sayısı kadardırlar. Onlar öyle bir malûmata sahiptirler ki bir adamın yerdeki ayak izini gördükleri zaman onun kötü yara- tılışlı mı yoksa güzel ahlâklı mı olduğunu anlarlar.

[533] “Allah’ım! Bizleri, en mükemmel vuslat şekli olan bu ikinci sınıf ehlinden eyle.”

[534] “Allah’ın izniyle Allah’tan halka irşad ve davet için dönen” demektir.

[535] el-Ahzab, 33/45-46.

[536] Ehl-i rüsum: Sadece suretleri olan, bâtınları kötü olan kimseler.

[537] Teberrüken: Uğur sayarak, itibar ederek, edebe uyarak.

[538] Şeyhü’ş-Şüyuh: Şeyhlerin şeyhi.

[539] Ebü’l-Vefâ el-Bağdâdî (1026-1107), Anadolu’daki bazı sosyal-dinî hareketlerde önemli rol oynayan Vefâiyye tarikatının kurucusu. Tahsilinin önemli bir kısmını Bağdat’ta yaptıktan sonra Buhara’ya gitmiş, dinî ilimleri öğrenerek tekrar Bağdat’a dönmüş, burada Ebû Muhammed eş-Şünbükî’ye intisap etmiştir. Uzun süre hizmetinde bulunduğu şeyhi, kendisine karşı gösterdiği vefa ve sadakatinden dolayı ona “Ebü’l-Vefâ” künyesini vermiştir. Ebü’l-Vefâ, Ebû Mu- hammed eş-Şünbükî’nin vefatından sonra onun yerine geçti ve hemen her tabakadan pek çok sayıda mürid edindi.

Çevkân: Ucu eğri değnek. Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî (Dersaa- det: İkdam Matbaası, 1317), 522.

[541] Leyl sûresi 1. âyet: “(Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye and olsun.”

[542] Eser, 103–113 varaklar arasında yer almaktadır.

[543] Sivasî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye, 1a.

[544] Yusuf 12/53.

[545] Zuhruf 43/36.

[546] Sivasî, Risâle, 1.

[547] Sivasî, Risâle, 1–2.

[548] Burada Tahrim 66/8 ayetinde belirtilen tövbeye işaret edilmiştir. Ayetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerin­den ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çün­kü sen her şeye kadirsin, derler.

[549] Sivasî, Risâle, 2.

[550] Sivasî, Risâle, 2.

[551] el-Bakara 2/138.

[552] Sivasî, Risâle, 2.

[553] el-Bakara 2/69.

[554] Âyette kastedilen sarı renk kelimenin yapısı gereği kırmızı çalan bir renk anlamındadır. Zaten sarı ve kırmızı renk arasındaki ton açısından çok yakın bir durum vardır.

[555] Taha 20/10.

[556] Sivasî, Risâle, 2.

[557] en-Nahl 16/9.

[558] Sivasî, Risâle, 2–3.

[559] er-Rum 30/30.

[560] er-Rahman 55/19.

[561] “De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur.” el-İsra 17/81.

[562] er-Ra’d 13/28.

[563] Meryem 19/50.

[564] er-Ra’d 13/9.

[565] Sivasî, Risâle, 5–6.

[566] el-Burûc 85/16.

[567] el-Hadîd 57/4. Bu ayetin işârî yorumu için bk; Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu (İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1998), 268.

[568] Sivasî, Risâle, 6.

[569] Sivasî, 1215010, 7.

[570] el-Hac 22/63.

[571] Enam 6/122.

[572] Sivasî, Risâle, s.7.

[573] Meryem 19/55.

[574] el-Araf 7/196.

[575] Taha 20/108.

[576] el-İnsan 76/21.

[577] Sivasî, Risâle, 8–9.

[578] el-Mü’min 40/16.

[579] Sivasî, Risâle, 9.

[580] Sivasî, Risâle, 9–10.

[581] Sivasî, Risâle, 11.

[582] Sivasî, Risâle, 11.

[583] “O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür” (Şura 42/11) âyetini sıklıkla tekrar eder. Sivasî, Risâle, 12.

[584] el-Kasas 28/88.

[585] Sivasî, Risâle, 12-13.

[586] Enam 6/103.

[587] Sivasî, Risâle, 13.

[588] el-Bakara 2/60.

[589] Sivasî, Risâle, 13–14. Recep Efendi’nin üstadı Şemseddin Sivasî de on iki isimle müritlerini terbiye ile meşgul olmuştur. Rahmi Serin, İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler (İstanbul: Petek Yayınları, 1984), 126–127.

[590] Sivasî, Risâle, 14-15.

[591] Sivasî, Risâle, 16.

[592] Sivasî, Risâle, 17.

[593] Sivasî, Risâle, 17.

[594] Nisa 4/113.

[595] Sivasî, Risâle, 7-19.

[596] ez-Zuhruf 43/36.

[597] el-Bakara 2/138.

[598] Aşkın tesiri ile şaşkınlık içinde kalmak.

[599] Derin düşünce ve Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalbine gelen bir hâldir. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü (İstanbul: Anka Yayınları, 2005), 259–260.

[600] el-Bakara 2/69.

[601] el-Kasas 28/29.

[602] en-Nahl 16/9.

[603] Âyetin devamı şu şekildedir: “Allah’ın yaratışında değişiklik bulun­maz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Rum 30/30.

[604] er-Rahman 55/19.

[605] Buharî, “Ezan” 7; Müslim, “Salât” 12.

[606] el-İsra 17/81.

[607] er-Rad 13/28.

[608] el-İsra 17/81.

[609] Bu ifadeyi ayetlerde bulamadık. Bu ifadeye yakın olarak Meryem Suresi’nin elli ikinci âyetinde şu ifade geçmektedir: نََِيًّا وَقَـرَّبْـنَاهُ Onu, özel konuşmak için yaklaştırdık.” Meryem 19/52.

[610] er-Rad 13/9.

[611] el-Burûc 85/16.

[612] el-Kehf 18/26.

[613] el-Hadid 57/4.

[614] Taha 20/111.

[615] el-Fecr 89/27–30.

[616] el-Hac 22/63.

[617] el-Enam 6/122.

[618] el-Hicr 15/29.

[619] el-İnsan 76/21.

[620] el-Bakara 2/257.

[621] el-Araf 7/196.

[622] Tâ-Hâ 20/108.

[623] el-İnsan 76/21.

[624] en-Nahl 16/53.

[625] el-Mü’min 40/16.

[626] el-Araf 7/54.

[627] el-Mü’minûn 23/12.

[628] Bu ifadeye en yakın rivayet “Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir” şek­linde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, tah. Muhammed Cemil el-Utar (Beyrut: Daru’l-fikr, 1994), 3/Hadis Nu: 7995.

[629] el-Hucurat 49/16.

[630] Hadid 57/3.

[631] eş-Şura 42/11.

[632] el-Enfal 8/40.

[633] el-Kasas 28/88.

[634] er-Rahman 55/19–20.

[635] el-En’âm 6/103.

[636] el-Kâf 50/16.

[637] el-Bakara 2/60.

[638] el-Bakara 2/148.

[639] el-Bakara 2/189.

[640] Sivâsî, Necmü’l-hüdâ, 51b.

[641] Buhârî, “Ezan”, 89; Müslim, “Mesâcid”, 147.

[642] Buhari, “Deavat”, 9; Müslim, “Müsafirin”, 181.

[643] Müslim, “Salât”, 222.

[644] Buhârî, , 6-206012 1-77113/0764, 665.

[645] Buhari, “İmân”, 34; Müslim, “İmân”, 8.

[646] Ebû Davud, “Edeb”, 110; İbn Mâce, “Duâ”, 14; Tirmizî, “De’avât”, 13.

[647] Buhârî, “Enbiyâ”, 13; İbn Mâce, “Tıbb”, 36.

[648] Müslim, “Zikir”, 55.

[649] Buhârî, “Teheccüd”, 1.

[650] Buhârî, “Tevhîd” 8; Müslim, “Müsâfirîn”, 199.

[651] Müslim, “Zikir”, 73.

[652] Buhârî, “Kader”, 13; Müslim, “Zikir”, 53.

[653] Buhârî, “Deavât”, 2, 16; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 100-101.

[654] Buhârî, “Vudû” 75; “Daavât”, 6; Müslim, “Zikr”, 56-58.

[655] el-Bakara 2/255.

[656] Müslim, “Zikir”, 79; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 24.

[657] Fatiha 1/1-5.

[658] el-Bakara 1-5.

[659] el-Ahzâb 52/56.

[660] el-Bakara 2/201.

[661] el-Bakara 2/259.

[662] el-Bakara 2/285-286.

[663] Âl-i İmran 3/8-9.

[664] Âl-i İmran 3/16-18.

[665] Âl-i İmran 3/26-27.

[666] Âl-i İmran 3/33.

[667] Âl-i İmran 3/53.

[668] Âl-i İmran 3/147.

[669] Âl-i İmran 3/193-194.

[670] en-Nisa 3/69-70.

[671] el-Mâide 5/114.

[672] el-Enâm 6/1-3.

[673] el-Enâm 6/59.

[674] el-Enâm 6/79.

[675] el-Enâm 6/83-87.

[676] el-Enâm 6/162-163.

[677] el-Arâf 7/23.

[678] el-Arâf 7/89.

[679] el-Arâf 7/156.

[680] el-Enfâl 8/40.

[681] et-Tevbe 9/119.

[682] et-Tevbe 9/129.

[683] Yunus 10/25-26.

[684] Yûnus 10/109.

[685] Hûd 11/56.

[686] Hûd 11/61.

[687] Hûd 11/88.

[688] Hûd 11/112-115

[689] Yusuf 12/64.

[690] Yusuf 12/101.

[691] er-Ra’d 13/28-29.

[692] İbrahim 14/38-39.

[693] el-Hicr 15/87-98.

[694] en-Nahl 16/97.

[695] en-Nahl 16/127-128.

[696] el-İsra 17/110-111.

[697] Benzer ayet, el-Ahzab 33/42.

[698] el-Kehf 18/10.

[699] el-Kehf 18/65.

[700] el-Kehf 18/110.

[701] Meryem 19/2-6.

[702] Meryem 19/33-34.

[703] Meryem 19/56-57.

[704] Ta-Ha 20/111-113.

[705] el-Enbiya 21/89.

[706] el-Hac 22/ 78.

[707] el-Mü’minûn 23/97-98.

[708] en-Nûr 24/52.

[709] el-Furkân 25/58.

[710] eş-Şuara 26/83-86.

[711] eş-Şuara 26/86-89.

[712] en-Neml 27/15.

[713] el-Kasas 28/88.

[714] el-Ankebût 29/69.

[715] er-Rûm 30/17-19.

[716] er-Rûm 30/43.

[717] Lokman 31/22.

[718] es-Secde 32/18-19.

[719] el-Ahzâb 33/41-42.

[720] Sebe 34/39.

[721] el-Fâtır 35/34-35.

[722] Yâsîn 36/1-9.

[723] Yâsîn 36/83.

[724] es-Saffât 37/180-182.

[725] es-Sâd 38/30-48.

[726] ez-Zümer 39/75.

[727] el-Mü’min 40/1-3.

[728] el-Mü’min 40/44.

[729] el-Fussilet 41/30-33.

[730] eş-Şûrâ 42/25.

[731] ez-Zuhrûf 43/84.

[732] ed-Duhân 44/1-7.

[733] el-Câsiye 45/36-37.

[734] el-Ahkâf 46/15.

[735] el-Fetih 48/27-29.

[736] el-Hucurâr 49/13.

[737] el-Kâf 50/36-37.

[738] ez-Zâriyât 51/15-19.

[739] ez-Zâriyât 51/15-21.

[740] ez-Zâriyât 51/56-59.

[741] et-Tûr 52/48-49.

[742] en-Nahl 16/125.

[743] el-Kamer 54/10.

[744] el-Kamer 54/54-55.

[745] er-Rahmân 55/26-27.

[746] el-Vâkıa 56/76-80.

[747] el-Haşr 22-25.

[748] el-Mümtehine 60/4.

[749] el-Saff 61/4.

[750] el-Münâfikûn 63/8.

[751] et-Teğâbün 64/14.

[752] et-Talak 65/3.

[753] et-Tahrim 66/8.

[754] el-Mülk 67/28-30.

[755] el-Kalem 68/48-52.

[756] el-Hâkka 69/52.

[757] el-Meâric 70/38-39.

[758] Nûh 71/28.

[759] Cin 72/23.

[760] el-Müzzemlik 73/8-10.

[761] el-Müddessir 74/56.

[762] Kıyâmet 75/23-24.

[763] el-İnsan 76/25-27.

[764] el-Mürselât 77/42-45.

[765] el-Mürselât 77/50.

[766] en-Nebe 78/39-40.

[767] en-Nâziât 79/40-41.

[768] Abese 80/38-42.

[769] et-Tekvir 81/29.

[770] el-İnfitar 82/10-13.

[771] el-Mutaffifîn 83/22-28.

[772] el-İnşikâk 84/7-9.

[773] el-Burûc 85/14-16.

[774] et-Târık 86/5-7.

[775] el-A’lâ 87/14-19.

[776] el-Ğâşiye 88/8-16.

[777] el-Fecr 89/27-30.

[778] el-Beled 90/4-7.

[779] eş-Şems 91/1-15.

[780] el-Leyl 92/1-21.

[781] ed-Duha 93/1-11.

[782] el-İnşirâh 94/1-8.

[783] et-Tîn 95/1-8.

[784] el-Kadir 97/1-5.

[785] el-Alak 96/1-19.

[786] el-Beyyine 98/1-8.

[787] el-Âdiyât 100/1-11

[788] el-Kâria 101/1-11.

[789] et-Tekâsür 102/1-8.

[790] el-Asr 103/1-3.

[791] el-Hümeze 104/1-9.

[792] el-Fil 105/1-5.

[793] el-Kureyş 106/1-4.

[794] el-Mâûn 107/1-7.

[795] el-Kevser 108/1-3.

[796] el-Kâfirûn 109/1-6.

[797] en-Nasr 110/1-3.

[798] Tebbet 111/1-5.

[799] el-İhlâs 112/1-4.

[800] el-Felak 113/1-5.

[801] en-Nâs 114/1-6.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar