RECEB-İ SİVÂSÎ VE RİSÂLELERİ
Değerlendirme - Tahkik - Tercüme
Dr. Fatih ÇINAR
İslam dünyasını derinden etkileyen
tarikatlardan biri Halvetiyye tarîkatıdır. Dört şubesi olduğu kabul edilen Hal-
vetiyye tarîkatının Şemseddîn-i Sivâsî’ye nispet edilen Şem- siyye diğer adıyla
Sivâsiyye şubesi Sivas merkezli bir tarîkat olmasına rağmen başta İstanbul
olmak üzere Anadolu’nun birçok noktasında, Kıbrıs, Trakya ve Balkanlar gibi
geniş bir coğrafyada etkili olmuş bir şubedir. Şemsiyye’nin müessisi
Şemseddîn-i Sivâsî, ilmî, irfânî, askerî, sosyal ve kültürel alanlarda
bıraktığı derin izlerle inşa ettiği bu şubenin geniş bir alanda neşvünema
bulmasının en temel dayanağı olmuştur. Elbette, Şemseddîn-i Sivâsî’nin düşünce
dünyasının ve gönlü ıslaha dair kabullerinin bu denli geniş bir coğrafyada
etkili olmasında onun yolunu takip eden, Şemsiyye şubesini İstanbul ve diğer
merkezlerde temsil eden halifelerinin payı da çok büyüktür. Bu anlamda
Muhyi’l-kemâlât, Abdülme- cîd-i Sivâsî, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, Mehmed Nazmî
Efendi ve Abdülbâkî Sivâsî gibi isimleri Şemsiyye şubesine hizmetleri
dolayısıyla özellikle zikretmek yerinde olacaktır. İlim dünyasının da dikkatini
çeken bu isimlerin yanı sıra Şem- seddîn-i Sivâsî’ye yakınlığı ve Şemsiyye
şubesine hizmetleri ile kilit konumda olan ve son dönemde dikkat çekmeye başlayan
Şemsiyye/Sivâsiyye şeyhleri de vardır. Şemseddîn-i Sivâsî’nin ağabeyleri
Muharrem Efendi ve İbrâhîm-i Sivâsî, kardeşi İsmâil-i Sivâsî, halîfelerinden
İsmâil b. Sinân, Kayserili Abdülhay Efendi ve Muhyiddîn-i Darendevî gibi
isimler bu başlık altında zikredilebilir. Burada, Şemseddîn-i Sivâ-
sî’ye yaklaşık elli yıl hizmet eden, Safiye
adlı kızıyla evlenip ona damat olan, ağabeyinin oğlu (yeğeni), vasiyeti üzere
Şemseddîn-i Sivâsî vefat ettiğinde onun teçhiz ve tekfin hizmetleri ile meşgul
olan, evine sorgusuz sualsiz girip çıkabilen, Şemseddîn-i Sivâsî’nin birçok
sırrına vâkıf olan, onun vefatından sona Sivas’taki âsitânede postnişin olarak
görev yapan, Şemseddîn-i Sivâsî’nin hayatı, eserleri, düşünceleri ve Şemsiyye
şubesi ile ilgili en temel eser konumunda olan Necmü’l-hüdâ fî
menâkibi’ş-Şeyh Şemseddîn Ebi’s-Senâ adlı eseri kaleme alan Receb-i
Sivâsî’ye ayrıca dikkat çekmek isabetli olacaktır. Receb-i Sivâsî, Şemsiyye
şubesinin zihinlerde ve gönüllerde iz bırakması sürecinde amcası ve şeyhi
Şemsed- dîn-i Sivâsî ile ilgili kaleme aldığı bahsi geçen eseri, tekkedeki
irşâd faaliyetleri ve seyrüsülûk sürecine dair Şemsiyye şubesinin kabullerini
aktarmadaki konumu ile Şemseddîn-i Sivâsî’den sonra Şemsiyye şubesinin sonraki
kuşaklara aktarımında inkâr edilemez etkiye sahip bir sûfîdir. Son dönemlerde
Receb-i Sivâsî ve eserleri üzerinde yoğunlaşan akademik çalışmalar bizleri,
onun eserlerinin gün yüzüne çıkarılmasının ilmî çalışmalara yol göstermesi
bakımından elzem olduğu sonucuna götürmüştür. Daha önce Receb-i Sivâsî’nin Necmü’l-hüdâ
ve Risâle fî usûli’l-Halvetiyye adlı eserleri üzerinde yaptığımız
çalışmalarda, onun Nûru’l-Hüdâ, İlâhiyât Mecmûası ve Hatm-i Sağîr
adlı eserlerinin de olduğu bilgisine ulaşmıştık. Bahsi geçen eserlere dair
arayışlarımız neticesinde Hatm-i Sağîr adlı eserine ulaştık. Fakat
henüz Nûru’l-Hüdâ ve İlâhiyât Mecmûası adlı çalışmalarına
ulaşamadık. Receb-i Sivâsî’nin Necmü’l-hüdâ adlı eseriyle ilgili çalışma
yaptığımız süreçte eserin sadece bir nüshasına ulaşmış ve bu tek nüsha
üzerinden bir makale ve kitap çalışması neşretmiştik. Sivâsî ailesinin son
kuşak torunlarından merhum Fatih Güneren Beyefendi’nin vefatından önce Süleymaniye
Kütüphanesi’ne
bağışladıkları eserler arasında Necmü’l-hüdâ’nın
iki nüshasını daha tespit ettik. Bu gelişme üzerine Necmü’ l-hüdâ’nın
tah- kikli neşrine karar verdik ve Şemsiyye şubesi açısından son derece büyük
bir kıymete haiz olan bu çalışmayla Necmü’l- hüdâ’nın tahkikli neşri ve
tercümesini bir arada sunma imkânını elde etmiş olduk. Receb-i Sivâsî’nin Risâle
fî usûli’l-Hal- vetiyye adlı eseri ile ilgili daha önce yayınlanan bir
makalede eseri tanıtmış ve Recep Efendi’nin nefsin her bir mertebesinde sâlik
ve seyrüsülûke dair görüşlerini ifade etmiştik. Bu çalışma da ise bahsi geçen
risalenin mevcut olan tek nüshasından hareketle tahkikli neşrini, tercümesini
ve bahsi geçen konulara dair Recep Efendi’nin görüşlerini bir bütünlük içerisinde
takdim etmiş olduk. Son olarak yine bu çalışmayla, Receb-i Sivâsî’nin
kaynaklarda zikredilmesine rağmen ulaşılamamış bir eseri olan ve tek nüshasına
ulaştığımız Hatm-i Sağîr adlı eserini tahkik ve tercümesi ile yayına
hazır hale getirmiş olduk.
Daha önce dile getirildiği gibi Receb-i Sivâsî,
ilmî ve irfâ- nî görüşleri, kültürel ve sosyal alanlara dair aktarımları,
Şemsiyye’nin şubeleşmesi ve neşri sürecindeki etkisi ile dikkat çeken bir
isimdir. Son dönemde Receb-i Sivâsî üzerinde yoğunlaşan çalışmaların tez,
makale, tebliğ ve kitap çalışmaları ile taçlanması Receb-i Sivâsî, Sivas şehri
ve Şemsiyye şubesinin bütüncül bir gözle anlaşılması gibi birçok açıdan önem
arz eden bir beklentidir. Receb-i Sivâsî ile ilgili bu çalışmanın hayat
bulmasında ismini sayamayacağımız kadar çok hocalarımızın ve dostlarımızın
emekleri ve katkısı söz konusudur. Hepsine çok teşekkür ediyor, katkılarından
dolayı kendilerine duyduğumuz minnettarlığımı ifade etmek istiyoruz. Burada
akademik hayatta Şemseddîn-i Sivâsî başta olmak üzere Sivâsîler ailesi ile
ilgili çalışmalar sürecinde yol göstericiliği ve değerli fikirleri ile
desteklerini her zaman gördüğümüz Prof. Dr. Yüksel Göztepe hocamıza, risalelerdeki
bazı ifadelerin okunması konusundaki destekleri dolayısıyla Öğretim
Görevlisi Cafer Kelkit hocamıza ve eserin okuyucu ile buluşması noktasında
yakın desteklerini gördüğüm “karaşems” derneği yetkililerine cân-ı gönülden
teşekkürlerimizi sunmayı bir vefa borcu olarak görmekteyiz.
Receb-i Sivâsî’nin vefatının 425. senesine
tevafuk eden bu eserin hayırlara vesile olmasını, Receb-i Sivâsî’ye dair yapılacak
çalışmalarda mihmandar olmasını ve Şemseddîn-i Sivâsî başta olmak üzere Sivâsî
ailesinin tarihte ve günümüzdeki tesirlerine ışık tutmaya vesile olmasını
diliyorum.
Gayret bizden başarı Allah’tandır.
Fatih Çınar
11.09.2025
Receb-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri,
Tarikatı ve Üstadı
Receb-i Sivâsî’nin
Hayatı ve Eserleri
Recep Efendi, 949/1540 yılında Zile’de dünyaya
gelmiştir. Recep Efendi’nin annesi ve kardeşleri hakkında bilgi bulunmamaktadır.
Recep Efendi’nin babası, Sivas-Meydan Camii İmam-Hatipliği görevini sürdürürken
1591 yılında vefat eden İbrahim-i Sivâsî’dir. İbrahim Efendi, kardeşi Şem-
seddîn-i Sivâsî ile birlikte Zile’den Sivas’a hicret etmiş ve vefatına kadar
burada yaşamıştır.[235]
İbrâhîm-i Sivâsî, iyi eğitim görmüş velûd bir yazardır. Kütüphane taramaları
neticesinde aşağıdaki eserlerin ona ait olduğunu tespit ettik: Şerhu risâle
fî ilmi âdâbi’l-bahs,[236]
Hâşiye ale’l-âdâb,[237]
Hâşiye alâ şerhi’l- vad’iyye li’l-İslâm,[238]
Mecmûatü kasâid fî medhi şeyhu’l-İslâm Fey- zullah Efendi,[239]
Şerhu adâbi’l-Birgivî,[240]
Hâşiye alâ şerhi Taşköprü- zâde alâ âdâbi’l-münâzara,[241]
Risâle fî mebâhisu’t-ta’rîf.[242]
İbrâhîm-i Sivâsî’nin muttakî, mütevazı, hâfız-ı
Kur’ân, ilmi ile âmil, gece-gündüz kıraatle meşgul olan güzide birisi olduğu
nakledilmiştir.[243]
Recep Efendi’nin büyük amcası Muharrem
Efendi’dir. Muharrem Efendi, Abdurrahman Câmî’nin Kâfiye’sini Hâşiye
ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye ismi ile şerh etmiş ve bu eseri uzun
yıllar Osmanlı medreselerinde başucu kitabı olarak okutulmuştur.[244]
Onun diğer eserleri ise şunlardır: Molla Câmî’nin Nefahatü’l-üns isimli
eserini Kunûzü’l-evliya başlığı ile Arapçaya nakletmiştir.[245]
Menâkıbu’l-eimmeti’s-selâseti alâ mezhebi ehl-i sünneti ve’l-cemâati,[246]
Telhîsü’l-miftâh mine’l-meânî ve’l-beyân,[247]
Mecmâü’l-mehâsin,[248]
Zübdetü’l-âsâr fî şerh-i muhta- saru’l-menâr ve Hediyyetü’s-sulûk fî
şerhi tuhfetü’l-mulûk.[249]
Zi- le’de vefat eden Muharrem Efendi’nin kabri, Zile Devlet Hastanesi’nin
önündedir.[250]
Recep Efendi’nin küçük amcası İsmâîl-i
Sivâsî’nin takva sahibi ve faziletli bir kişi olduğu bilgisinin dışında
elimizde bir bilgi bulunmamaktadır.[251]
Recep Efendi’nin bir diğer amcası Şemseddîn-i
Sivâsî’dir. Onunla ilgili bilgi üstadı bölümünde verilecektir.
Recep Efendi’nin, yaptığımız kütüphane
taramaları sonucunda, şu eserlerine ulaştık:
Nûru’l-Hüdâ ve İlâhiyât Mecmûası
Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müellifleri[252]
adlı kitabında zikrettiği bu eserlere ulaşamadık.
Risâle fî usûli’l-Halvetiyye veya Esmâu’l-vusûl
Kaynaklarda Esmâu’l-vusûl olarak
zikredilen eserin Risâle fî usûli’l-Halvetiyye isimli eserle aynı olduğu
ve bazı kaynaklarda farklı bir isimle Esmâu’l-vusûl şeklinde
kaydedildiğini tespit ettik.[253]
İnsanları ıslah için öncelikle kendi nefsini
ıslah etmenin gerekliliği fikrinden hareketle kaleme alındığı anlaşılan eserde
Recep Efendi, Halvetiyye şeyhlerinin nefsin ıslahı konusundaki kaide ve
usûllerini dile getirmiştir. Eser 9 varaktan oluşmaktadır. Recep Efendi,
dostlarından bazılarının bu konuda kendisinden bir eser yazmalarını istemeleri
üzerine, gördüğü ve tecrübe ettiği bilgileri dostlarıyla paylaşmak için
çalışmayı kaleme aldığını belirtmiştir.[254]
Recep Efendi, eserde Şiblî (ö. 334/945),
Fahreddîn-i Râzî (ö. 606/1209), İbn Arabî (ö.638/1240), Hacı Bayrâm-ı Veli (ö.
833/1430), Yahyâ-yı Şirvânî (ö. 890/1485),
Dede Ömer
Rûşenî (ö. 892/1487), Habîb-i Karamânî (ö.
902/1496) ve Abdülmecîd-i Şirvânî (ö. 972/1564) gibi birçok isimden çeşitli
nakillerde bulunmuştur. Recep Efendi, eseri Arapça kale-
me almıştır. Eserin dilindeki akıcılık ve
sadelik onun dile olan hâkimiyetine işaret etmesi bakımından önemli bir hu-
sustur.[255]
5-56314 202 901115001010٤ 5-901/71 007121620/ 106617111-142202
Bu eserle ilgili detaylı bilgi ilerleyen
bölümde verilecektir.
Receb-i
Sivâsî’nin Tarikatı ve Üstadı
Birçoğu ilmiye sınıfına mensup olan bir ailede
yetişen Recep Efendi, öncelikle amcası Şemseddîn-i Sivâsî’den ders alarak ilim
hayatına başlamıştır. O, amcasının gözetiminde belirli bir ilmî seviyeye
ulaştıktan sonra Sahn-ı Seman Med- resesi’nde[256]
dersiam[257]
olarak ilim yolculuğunu devam ettirmiştir. Buradaki görevini sürdürürken
manevî bir işaret üzerine Sivas’a dönmüş ve tekrar Şemseddîn-i Sivâsî’nin ilim
ve zikir halkasına dâhil olmuştur.[258]
Recep Efendi’nin müntesibi olduğu Şemsiyye yolu
Hal- vetiyye tarikatının dört ana şubesinden birisidir. Daha çok Sivas, Tokat
ve Zile çevresinde yayılan bu şubenin iki silsilesi vardır. [259]
İlk silsile şöyledir: Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî > Yusuf Mahdum Şirvânî (ö.
894/1489) > Mevlânâ Muhammed Rukiyye (ö. ?) > Şahkubad Şirvânî (ö.
950/1543) > Abdül- mecîd-i Şirvânî > Şemseddîn-i Sivâsî (ö. 1006/1597).
Diğer
silsile ise şu şekildedir: Seyyid Yahya Şirvânî
> Habîb-i Ka- ramânî > Amasyalı Şeyh Hacı Hızır Efendi (ö. ?) > Şeyh
Muslihiddîn Efendi (ö. ?) > Şemseddîn-i Sivâsî.[260]
Recep Efendi’nin şeyhi, aynı zamanda
kayınpederi ve amcası olan Şemseddîn Ahmed Sivâsî’dir.[261]
1520 yılında Zi- le’de doğan Ahmed, Kara Şems lakabı ile şöhret
bulmuştur. Babasından aldığı ilk eğitimin ardından medreseye başlamış ve eğitim
sürecinin sonunda İstanbul’da Sahn-ı Seman medreselerinden birinde müderris
olmuştur. İçerisindeki aşk ateşini sükûnete erdirmek için bir mürşid-i kâmil
arayışına giren Şemseddîn-i Sivâsî, Mustafa Kirbâsî ve Abdülmecîd-i Şirvânî’ye
hizmetlerinin ardından tarikatı yaymak üzere Tokat’ta görevlendirilmiştir.
Sivas’ta Vali Koca Hasan Paşa tarafından yaptırılan Meydan Camii’ne davet
edilince ailesi ile birlikte Sivas’a hicret etmiş ve vefatına kadar burada
irşad ile meşgul olmuştur. Velûd bir müellif olan Şemseddîn-i Sivâsî, yirmiden
fazla eser telif etmiş, birçok halife yetiştirip hayatının son döneminde III.
Mehmet Han ile Eğri seferine[262]
katılmış ve bu seferden kısa bir süre sonra Sivas’ta vefat etmiştir.
Şemseddîn-i Sivâsî, Sivas-Meydan Camii avlusuna defnedilmiştir.[263]
Şemseddîn-i Sivâsî’nin vefatından sonra oğlu
Pir Meh- med Efendi (ö. 1007/1598) Sivas’taki tekkede şeyh olmuş,
onun vefatı üzerine ise Recep Efendi bu tekkede
postnişin olarak göreve başlamıştır.[264]
Şemseddîn-i Sivâsî’nin Recep Efendi’ye verdiği
icazetin tercümesi şu şekildedir: “Hamd, hidayet suyu ile inayet toprağında
velayet ağacını yetiştiren ve onu kıyamete kadar keramet nuru ile
çiçeklendirip, dirayet meyvesiyle meyvelen- diren Allah’a mahsustur. Bizim ve
Âdemoğlunun efendisi, Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem), ‘Ümmetimden
bir zümre kıyamete kadar Hak üzere bulunacaktır.’ buyurmuştur. Kardeşimin oğlu
Mevlânâ Recep, çocukluktan bu tarafa bana hizmet etti. Ve ona diraset ilminden
kolayına geleni öğrettim. Sonra, Tevhid ilminde bana hizmet etti ve uzun müddet
halvetlerde ve erbainlerde mücahede etti. Bunun neticesinde, bu Aciz’de, O’nun
velilerinden meşrebinden tat aldığı ve nefsini körlüğün umumi mahzurlarından
temizlediği kanaati hâsıl oldu. İşte bundan dolayı, tıpkı şeyhim, senedim,
kâmil ve mükemmil, Şeyh Abdülmecîd-i Şirvânî’nin, -mezarında rabbanî lütufla
muamele edilsin, sırları mukaddes olsun ve eserleri bâkî olsun- bana icazet
verdiği gibi ben de ona halifeliğin umumî ve hususî her türlü işleri hakkında
icazet verdim. O halde sen de önceki şeyhlerin mücahede ettiği şeylerle
mücahede et ve onların katlandıkları şeylere sen de katlan. Nefislerimizin
şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Bu icazetten
ancak hayır talep ediyorum. Güç ve kuvvet ancak yüce Allah’a aittir. Bu
icazeti, hakir, Allah’ın yüce lütfunu talep eden ve Sivas’ta fukaranın ve dervişlerin
hizmetçisi olan Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî yazmış- tır.”[265]
Recep Efendi, Şemseddîn-i Sivâsî’nin de şeyhi
olan Ab- dülmecîd-i Şirvânî[266]
ile görüştüğünü ve onun gözetiminde bulunduğunu eserinde zikretmektedir.[267]
Recep Efendi, Sivas’taki Şemsiyye tekkesindeki görevini sürdürürken 1600
yılında vefat etmiş ve Sivas Meydan Camii haziresine def- nedilmiştir.[268]
11 0 6111-102 11 menâkıbı’ş-Şeyh 9011500011 01
5-5012
(Hidayet Yıldızı 507 901150001 001 5-50102111 Menâkıbı)
Necmü'l-Hüdâ f 27109710/6101 5-50507915000101 712ر
810 5-5026 Adlı Eserin Özellikleri, Risaleyi Yeniden
Tercüme
Gerekçeleri ve Tahkike Dair Birkaç Söz
Daha önce Receb-i Sivâsî’nin bu eseri üzerinde
bir makale bir de kitap çalışması yayınlamıştık. Bu çalışmalarda Recep 010011
11 100677717
1-711204 2011
eserinin o güne kadar ulaşılan tek nüshası olan Süleymaniye Kütüphanesi, Lala
İsmail Kitaplığı No: 694/2 bulunan ve İstanbul’da 1089/1678’de kaleme alınana
Arapça nüshası esas alınmıştı. Daha sonraki süreçte Sivâsî ailesinin ellerinde
bulunan yazma eserleri Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlamaları neticesinde Nec-
77117 1-/11204 111 iki nüshası daha tespit edilmiştir. Tahkikte ا (Elif)
nüshası olarak belirtilen nüsha Süleymaniye Kütüphanesi Hüseyin-Şemsî Güneren
248240 numarada kayıtlı olan (1-52 vr.) nüsha ile tahkikte ب (Be) nüshası olarak yer alan Süleymaniye
Kütüphanesi Hüseyin-Şemsî Güneren 248240 numarada kayıtlı olan 248234 numarada
bulunan (1-37vr.) nüsha da bu tercüme ve tahkike dâhil edilmiştir.
adlı
eser, daha önce Şemseddîn-i torunlarından H. Şemsi Güneren[269]
tarafından tercüme edil-
miş ve oğlu M. Fatih Güneren36
tarafından gözden geçirilerek yayımlanmıştır.37 Risalenin ilk ve
tek tercümesini yapan H. Şemsi Bey, metne çok bağlı kalmadan öngördüğü manayı ren’in elimizdeki tercüme eserinin dışında Fütüvvetname adlı bir
eseri daha tercüme ettiği bilgisi yer almaktadır. Yine Güneren’in, vefatından
sonra Sivâsî İlahileri başlığıyla yayınlanan Sivas’taki tekkede okunan
ilahileri notalarıyla derlediği kıymetli bir eseri daha vardır. Arapça ve
Farsçaya son derece hâkim olan Güneren, Sivas’ta Hoca Mustafa Efendi ve Siyah
Şeyhim şeklinde kendisine hitap ettiği kimselerden dersler almış, İstanbul’a
gelişlerinin ardından Maraşlı Ahmet Tahir Memiş Efendi ve onun vefatından
sonra Mustafa Özeren Beyefendi’nin manevî tesir halkasına dâhil olmuştur.
M. Fatih Güneren, Necmü’l-Hüda Tercümesi, 4-5; Cengiz Gün- doğdu,
“Halvetiyye Tarikatı Şemsiyye Kolu Meşâyîhi ve Şemsî Dergâhı Son Post-nişîni:
Hüseyin Şemsi Güneren”, EKEV Akademi Dergisi (Kış 2002), 53-70.
36
M. Fatih Güneren, 13 Temmuz 1929’da Hüseyin
Şemsi Bey ve Ayşe Sıdıka Hanımın, Nuriye Betül ve Hatice Nihan Hanımlar ile Mehmet
Behlül Bey adlı üç evlâdından sonra dünyaya gelmiştir. Babası, Şemseddîn-i
Sivâsî’nin onuncu göbekten torunudur. Annesi Merzi- fonlu Gurapzâdeler’den
öğretmen Mehmed Hilmi Efendi’nin kızıdır. Kendileri, İstanbul’da ilkokulda,
Kumkapı ve Nişantaşı Orta Okullarında okuyup, 1946’da Vefâ Lisesi’nden mezun
olmuştur. 1946 Yılında İstanbul Tıp Fakültesine girip 1952 yılında Hekimlik
diploması almıştır. 1953 baharında Wilmington, North Caroli- na’daki James
Walker Memorial Hastahanesine intern olarak girmiştir. 1954’te babasının
üstadının, 1956’da da babasının vefatının ardından 1958 sonbaharında
Amerika’dan kesin dönüş yapmıştır. Askerlik hizmetini yedek subay olarak
Erzurum’daki Mareşal Çakmak Hastanesi’nde yapmıştır. 1961 ihtilâlinden kısa
süre sonra terhis olup İstanbul’a dönmüştür.1995’te yaş haddinden emekli
olmuştur. Müjgân Üçer, “Şemseddin Sivâsî Hazretleri (1520-1597) ve Son
Sivâsîlerden Hatıralar”, İlim ve Kültür Tarihinde Sivâsîler, Ulusal
Sempozyum Tebliğleri, Tarihsiz, Sivas: Yayınevi Yok, s. 56-63. (Burada
verilen bilgilerden özetlenerek alınmıştır.)
37
Tercüme, İstanbul (Tarihsiz) Seçil Ofset
matbaasında basılmıştır. Eserin adı Necm-ül Hüdâ Fî Menâkıb-iş-Şeyh
Şems-id-dîn Eb-is-senâ şeklinde verilmiştir. Hâlbuki çalışmanın adı yazım
itibariyle Nec- mü’l-Hüdâ fî menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddîn Ebi’s-Senâ
şeklinde olmalıydı. Eserin yazarı ise, ‘Şeyh Receb-üs Sıvâsi’ şeklinde ifade
edilmiştir. Doğru yazım şekli ‘Şeyh Receb-i Sivâsî’ olmalıydı.
ifade eden geniş bir tercüme anlayışıyla
tercüme işlemini gerçekleştirmiştir. H. Şemsi Bey’in tercümesi ve bu tercümeyi
yayına hazırlayan oğlu Fatih Güneren Bey’in emeği olan çalışmadan da istifade
yaptığımız tercümede biz mümkün olduğu kadar metne bağlı kalmaya ve bunu
yaparken de anlatılmak istenen ana fikri kaybetmemeye azami derecede dikkat
ettik. Önceki tercümede, risalede nakledilen âyetlerin hangi sûrede oldukları,
örneğin, ‘Fatiha, 4’ şeklinde verilmişti. Biz tercümede, risalede nakledilen
âyetleri “Fatiha 1/4” şeklinde sûre numaralarını da ekleyerek takdim ettik.
Önceki tercümede risalede nakledilen âyetlerin bir bölümüne yer verilmiştir.[270]
Biz tercümede âyetlerin tamamını naklettik. Yine tercümemizde, H. Şemsi Bey’in
tercümesinde sûre adı yanlış verilen bazı âyetlerin hangi sûrede olduğu doğru
şekliyle takdim edilmiştir.[271]
İlk tercümede bazı âyetlerin metnin bir parçası gibi takdim edildiğine de şahit
olduk. Biz tercümede âyetlerden alıntı olan bu kısımları âyet metni olarak
tercümeye dâhil ettik.[272]
H. Şemsi Bey’in tercümesinde, risalede
nakledilen hadislerin kaynakları verilmemiştir. Biz tercümede, risalede nakledilen
hadislerin kaynaklarına da yer verdik.[273]
Ayrıca önceki tercümede bazı hadislere verilen eksik manalar da düzeltilerek
tekrar tercüme edilmiştir.[274]
İlk tercümede bazı hadislerin Arapça ifadelerinde ve tercümelerinde hatalar da
göz- lemlenmiştir.[275]
İlk yapılan tercümede görülen en büyük
eksikliklerden biri de risalelerin kenarlarında verilen bilgilerin tercümeye
dâhil edilmemesidir.[276]
Risalelerin kenarlarında yer alan ifadeler bazen bir başlık, bazen bir dua
cümlesi bazen de metinde ismi geçen bir zatla ilgili bilgiler olarak karşımıza
çıkmaktadır.[277]
İlk tercümede metne yansıtılmayan bu ifadeler tarafımızdan tercüme edilerek
metin içerisinde başlık olarak veya dipnotta takdim edilmiştir. İlk tercümede
görülen bir diğer aksaklık da risalelerin ana metninde olmasına rağmen, bazı
ifadelerin tercümeye yansıtılmamasıdır. Bu tür eksiklikler de giderilerek bu
ifadeler tercüme ve tahkike yansıtılmıştır.
H. Şemsi
Bey’in tercümesinde yanlış takdim edilen bazı isimleri doğru şekilleriyle
tercümemizde ifade ettik.[278]
H.
Şemsi Bey, tercümede gerek gördüğü bazı
yerlerde konuyu açıklamak için “Tavzih” ve “Hikâye” şeklinde ara başlıklar
eklemiştir.[279]
Eserin aslında bu başlıklar bulunmamaktadır. Biz, metne daha sadık bir tercüme
yapabilmek adına H. Şemsi Bey’in eklediği bu başlıklara tercümede yer vermedik.
Bu gerekçelerle tekrar tercüme etme ihtiyacı
hissettiğimiz bu risalenin tasavvuf tarihi, Sivâsîler ailesi, Sivas ve diğer
bazı yerleşim merkezleri ve Receb-i Sivâsî’nin bazı tasavvufî görüşlerini dile
getirmesi gibi açılardan değerine, çalışmanın bu noktasında değinmek isabetli
olacaktır.
Necmü’l-Hüdâ’nın
Çeşitli Yönleriyle Önem ve
Değeri
Şemseddîn-i Sivâsî, Halvetiyye’nin ana
kollarından biri olan Şemsiyye yolunun müessisidir. O, dönemindeki devlet
erkânı ile özellikle padişahlarla olan münasebetleri sebebiyle siyasî;
döneminde yavaş yavaş hararetlenmeye başlayan ve sonraları Sivâsîler ve
Kadızâdeliler mücadelesi olarak anılacak süreçte fikrî ve dinî; yetiştiği
çevre ve yetiştirdiği talebeleri ile ilmî ve manevî; tesir ettiği geniş halk
kitlesi ile de sosyal alanda etkili olmuş birisidir. Necmü’l-hüdâ adlı
çalışma, geniş bir tesir halkasına sahip olan Şemseddîn-i Sivâ- sî’nin hayatı,
eserleri, halifeleri, kerametleri, siyasî ilişkileri, sohbet tarzı, manevî
olgunlaşma süreci ve dönemindeki ilim ve tasavvuf ehline dair içerdiği
bilgilerle Şemsiyye yoluna dair en önemli kaynak olma vasfını elinde
bulundurmaktadır. Necmü’l-hüdâ, Şemseddîn-i Sivâsî’nin yeğeni, damadı,halifesi,
talebesi ve vefatından sonra tekkesinde şeyhlik vazifesini icra eden Receb-i
Sivâsî tarafından yani Şemseddîn-i Sivâsî’yi en yakın tanıyan isimlerden birisi
tarafından kaleme alınmıştır ki, bu eserin kıymetini bir kat daha artırmaktadır.
Ayrıca, Necmü’l-hüdâ, Şemseddîn-i Sivâsî’ye ait olduğu halde başkalarına
mâl edilen bilgilerin ve Şemseddîn-i Sivâsî ve Şemsiyye yoluyla bazı
kaynaklarda yanlış bir şekilde takdim edilen bilgilerin tashih edilmesi gibi
açılardan da önem arz etmektedir. Örneğin birçok kaynakta Şemseddîn-i Sivâ-
sî’nin kırkın üzerine eseri olduğundan bahsedilmektedir. Hâlbuki Recep Efendi
eserinde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin yirmi bir eser kaleme aldığını, eserlerin
yazılış gerekçelerini ve zamanlarını ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
Recep Efendi’nin eserini önemli kılan bir başka
başlık da Sivas ve bölge tarihine dair içerdiği kıymetli bilgilerdir. Re- ceb-i
Sivâsî eserde, Sivas’ta o dönemde yaşayan âlim ve veli zatları zikretmiş, yine
Sivas’ta medfun olan âlim ve veli zatların kabirlerine değinmiş ve Sivas’ta
meydana gelen ve kendisinin bizzat şahit olduğu bazı önemli olayları gündeme
taşımıştır. Ayrıca müellif, örneğin Yozgat ve Çorum merkezli başlayan Sivas,
Kayseri, Elbistan ve Canik gibi birçok beldeyi etkileyen Karayazıcı isyanına
detaylı bir şekilde eserinde yer vermiştir ki onun verdiği bu bilgiler, başta
Sivas olmak üzere o dönemde birçok merkezde meydana gelen olayların birinci
ağızdan nakledilmiş şekli olması hasebiyle tarihi değer taşıyan ve çalışmayı
kıymetlendiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Necmü’l-hüdâ’nın değerini gösteren bir husus da Halvetî-
Şemsî şeyhi olan Receb Efendi’nin çeşitli vesilelerle dile getirdiği tasavvufî
görüşlerini içermesidir. Recep Efendi, Şem- seddîn-i Sivâsî’nin akrabası
olmasının ötesinde yaklaşık elli yıl onun ilim ve irfan pınarından faydalanan
birisidir. Ab-
dülmecîd-i Şirvânî başta olmak üzere birçok
şeyh ile yakın ilişkileri olan Recep Efendi’nin ilmî ve manevî birikimini dile getirmesi eserin kıymetini artırmaktadır.
Eser, Recep Efendi’nin sadece fikirlerini yansıtması yönüyle değil aynı
zamanda Recep Efendi’nin hayatına dair içerdiği bilgilerle de önemli bir
çalışmadır.
Bismillahirrahmanirrahim
Hidayet
Yıldızı Şeyh Şemseddîn Ebu’s-Senâ’nın
Menkabeleri
Şemseddîn es-Sivâsî’nin Menkıbeleri
Bir araya getiren, 29-52711 Receb Efendi
(Allah Teâlâ ruhlarını takdis eylesin ve onlara
lütfettiği
bereketle bizleri de rızıklandırsın)
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Başlarım
Esma ve sıfat ashabını en yüksek makam ve
derecelere yükselten Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Onlar, türlü ilimler ve çeşitli
tecellilere nail olmuşlardır. Sonra onlar, Melekût[280]
ve Ceberût[281]
âlemlerini dolaştılar, tecelliyât[282]
ehlinden oldular da şükrettiler. Sekr halini yaşadılar sonra sahv haline ulaştılar,
temkin ve tasarrufat ehlinden oldular. Salat, kat’î âyetler ve açık mucizeler
sahibi Efendimiz Muhammed’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem), O’nun velayet ve
keramet sahibi ashabının üzerine olsun.
Aciz kul, İbn Şeyh İbrahim Cemâleddîn Receb-i
Sivâsî der ki: “Küçüklüğümden itibaren yaklaşık elli yıl şeyhime hizmet ettim.
Şeyhim, afakta güneş gibi, zevk ehlinin delili, amcam, üstadım, şeyhim, veli
nimetim, kayınpederim ve Şem- seddîn es-Sivâsî olarak tanınan kişidir. Rahman’a
göç etti-
ğinde, bu fesat zamanında beni garip bıraktı.
Ben de umumî ve ebedî bir hizmet olması için şeyhimin menkıbelerini içeren bu
küçük çalışmayı kaleme 21100271 istedim. Adını Necmül Huda olarak kararlaştırdım.
Risaleyi fasıllara ve katkısı açık hikâyelere
ayırdım. Değerli açıklamalar, hoş öğütler, gizli işaretler ve diğer meşâyi-
hin bazı menkıbelerine de yer verdim. Bunu yapmaya güç yetiremeyeceğimi ve
acizliğimi biliyorsam da “Hediyeler onu verenlerin miktarınca olur/Karınca
kararınca” kabilinden buna cesaret ettim. Risalemin alanında aynı amaçla yazılmış
bir başka risaleye benzememesi ve birçok eserin bu konuda kaleme alınmış olması
da beni bu teşebbüsten alıkoymadı. Allah Teâlâ, yolları açan, dilediğini zorla
yaptırmaya güç yetiren, karşılıksız bağışlayan, sığınma ve dönüş kendisine
olan ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. Allah’ım! Bizi dosdoğru yola,
kadim dine ulaştır. Azîm[283]
ve Alîm[284]
olan Allah’tan başka güç ve kuşatıcı yoktur.
Ey doğru ve en güvenilir olanların dostu! Bizi
yolların en sağlamına, gidişlerin en güçlüsüne ve âşıklar ehline ulaştır.
Haklarında malûmat verdiğimiz büyük dostlarının ve yüce seçkinlerinin
meclislerinde oturanlar şaki[285]
ve günahkâr olmaz ve onlarla bir araya gelenler bereketlerinden mahrum
olmazlar. Rahmet ve yağmur onlar vesilesiyle iner, güneş ve ay onlar hürmetine
doğar, sema bizi onlar hürmetine kuşatır, toprak bizi onlar vesilesiyle ihata
eder; onlar yerde ve
gökte Allah Teâlâ’nın eminleridirler. Onlar,
ulvî ve süflî konularda tasarrufta bulunurlar ve Allah Teâlâ’nın izniyle dilediklerini
yaparlar. Çünkü onlar hakkıyla cihad edip müca- hede yapmışlardır. Onlar,
çeşitli riyazetlerle bâtınlarındaki kirleri ve şüpheleri temizlemişler ve
zahirlerini ilim, salih amel ve güzel ahlâk ile süslemişlerdir. Böylece Allah
Teâlâ onlara tecelli etmiş, sırlarını yüceltmiş, gözlerindeki perdeleri
kaldırmış, onları varidat ve ilhamlar ile mükerrem[286]
kılmıştır. Allah’ım! Onların bereketlerinden, himmetlerinden ve şefaatlerinden
bizleri mahrum etme. O yüksek mertebe sahibi kimseler ki, “Rableri onları
temiz bir içecekle kan- dırdı/suladı.”[287]
Onlar muhabbet havuzundan içtiler. Tertemiz sevgi bahçelerinde aşinalık
kokularını zevk ve sürur ile kokladılar. Böylece manevî sarhoşluğa ulaştılar ve
manevî sarhoşluğunun ardından bekâ diyarlarında dolaştılar.[288]
Onlar, “Her şeye güç yetiren güç sahibinin yanında güzel bir mevkide
kaldılar”[289]
âyetine muhatap oldular. Onlardan bir kısmı (insanları) tekmil için
görevlendirilmiş enbiyanın en üstünleridirler. Onlardan bir kısmı esma ve
sıfatlara mazhar olmuşlardır. Yine onlardan bir kısmı el-İsmü’l-Câmi’ denilen
kelimelerin en büyüğüne ve yücesine mazhar olmuşlardır. Onlar böylece
“Ehlü’z-zât” olmuşlardır. Onlardan hallerine Celâl (hali) galip gelenler
vardır. Onlar, kav- minin azgınlarına “Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde bir
kişi bile bırakma”[290]
diyen Hz. Nuh’a benzerler. Yine onlar, “Onu ve hazinelerini yerin dibine
geçirdik”[291]
ifadesinde kendisini bulan Hz. Musa’ya, Amalika[292]
ile savaşan Hz. Davut’a, onların Celâl şeklinde tecellilerine benzerler. Onlardan
hallerine ‘Cemâl’ (hali) galip gelenler vardır. Onlar, “Bana tabi olan
bendendir. Bana asi olana gelince muhakkak ki sen çok bağışlayan ve merhamet
edensin”[293]
âyetinde ifade edilen Hz. İbrahim ve “Eğer onlara azap edersen onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen aziz ve hakîm olansın”[294]
âyetinde tecellinin cemâl yönünde bulunmasını sağlayan Hz. İsa Rûhullah’a
benzerler. Yine onlar, Efendimiz, Nebilerin Sonuncusu ve Âlemlerin Rabbinin
sevgilisi olana benzerler ki (O), Uhud’da yüzü yarılıp dişi şehit edilip de
kanı aktığında bile kâfirlere beddua etmemiştir. Tam aksine şöyle buyurmuştur:
“Ey Halîm ve Gaffâr olan Allah’ım! Kavmimi hidayete ulaştır. Onlar
bilmiyorlar.”[295]
Ebubekir Sıddık Cemâl tecellisine, Ömerü’l- Faruk Celâl tecellisine mazhar
olmuştur; Osman-ı Zinnureyn Ebubekir Efendimiz gibi, Aliyyü’l-Murteza ise Ömer
Efendimiz gibiydi.”
Şeyhimiz merhum Şemsü’l-milleti ve’d-dîn de
Cemâl tecellisine mazhar olmuş birisiydi. Bu nedenle hal ehli, mezhep sahibi
ve cedel ehli bile onu severdi. Mütevazı, alçak gönüllü, iyi huylu, güleç
yüzlü, cömert tabiatlı, davranışları makbul, gidişat ve yolu seçkindi. Aslen
Zileli olup sonradan Sivas’a yerleşmişti. Zâhir ve bâtın ilimleri kendisinde
toplamış birisiydi. İlahî hakikatleri açıklar, fasih ve beliğ konuşur,
görülmemiş teşbih ve temsillerle meseleleri izah ederdi. Taşa tesir edecek
kadar tatlı ve güzel sözlerinden avam ve toplu-
mun ileri gelenleri istifade ederlerdi.
Kelimeleri sıra sıra dizilmiş cevherler, ibareleri saçılmış inciler gibiydi.
Kelimelerinin kadehlerinden içenler kendilerinden geçer, gaflette olanlar
gaflet uykusundan uyanır ve hayrete düşerlerdi. Özellikle âdeti olduğu üzere
Ramazan aylarında Mevlânâ Celâled- dîn Rûmî’nin Mesnevî-i Manevî adlı
eseri naklederken dinleyenler sanki sura üflenmiş ve öldükten sonra dirilmiş
gibi hayran ve manevî bir sarhoşluk haline bürünürlerdi. O, faziletli bir
âlim, mezhep olarak Hanefî mezhebine mensup, meşrep olarak Muhammedî, tarikat
olarak da Halvetî idi. Geniş kalpli, cömert, ihsanı bol, aç ve zayıfları
doyurmayı çok severdi. Birçok kitap telif etti. Eserlerinin sayısı yirmi bire
ulaştı. Bazısı Arapça, bir kısmı manzum bir kısmı ise mensur olan eserleri
şunlardır:
1.
el-Hallü’l-me’âkıd: el-Muğnî adlı eserin yazarı İbn Hi-
şam’ın el-Kavâid adlı eserinin şerhidir. İbn Hişam’ın bu eseri nahiv
kurallarını dile getiren bir çalışmadır. Şeyhimiz bu eseri şerh ederken birçok
güzel örnek ve akıllara durgunluk veren misaller dile getirmiştir.
2.
Zübdetü’l-esrâr fî şerh-i muhtasaru’l-Menâr: Bu eser usûle dairdir.
3.
İbretnümâ: Yüz hikâyeden oluşmaktadır. Her hikâyenin
sonunda enfüsî[296]
tabir ve tatbikatlar vardır.
4.
Mir’âtü’l-ahlâk min mevâhibü’l-Hallâk: Yüce bir kitaptır. Onu derinlemesine
anlayanların vakıaya uygun bir şekilde tespitlerde bulundukları söylenir.
5.
Bahâru’s-sûfiyye: Bu, benzersiz ve olağanüstü güzelliğe sahip
bir eserdir. Eserde her çiçek bir sûfîye, gül ise zamanının tasarruf sahibi
olan, hal sahibi, cemâl ve celâl tecel-
lilerine mazhar olan şeyhe benzetilmiştir. Âfak
ve enfüste manevî zevkleri arzulayan kimsenin bu eseri okuması ve anlaması
gerekir.
6.
el-Mevlidü’n-Nebiyyü: Bu eser, manzum ve ruhanî zevki yüksek bir
çalışmadır. Kendileri bu eseri hakkında şunları söylemiştir:
Mevlid-i Şerif’ini yazarak Peygamberimize (salla’llâhu aleyhi
ve sellem) bir hizmette bulunmayı öteden beri arzuluyordum. Fakat çevredeki
mevlid kitaplarının çokluğu böyle bir esere başlamama imkân vermiyordu. Bir gün
elime kağıt ve kalemi aldım ve içime doğan şeyleri sıkıntılı bir şekilde
yazmaya başladım. Sırrıma şöyle bir ses geldi: “Ey talip! Sana bu arzuyu yerine
getirebilmek için Hz. Peygamber tarafından izin verildi mi?” Elimden kâğıt ve
kalem düştü. İçimde bir hararet ve ateş meydana geldi. Başımı yakamın içine
çektim. Gözlerimden yaşlar aktığı halde çokça salat ü selam getirerek Yüce
Yaratı- cı’ya ve O’nun sevgilisi olan Resûl-i Kibriyâ’ya teveccüh ettim.
Benden bu âleme dair hisler kayboldu ve benliğim gitti. Her şey açık bir
şekilde müşahede edilen manevî bir âleme daldım. Kendimi bir yerin önünde
ayakta edeple bekler bir halde buldum. O mekânda Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kiram bulunuyorlardı. İçlerinden güler yüzlü bir
zat, müjde verir bir halde bana doğru geldi. Bu zatın Aliyyü’l-Murtaza (r.a.)
olduğunu anladım ve onu görünce hüzün ve keder benden gitti, ferahladım.
Kucağında güzel yüzlü, kendisine yakınlık duyulan ve kudsî kokularla bezenmiş
bir çocuk vardı. Bana şöyle seslendi:
“Bunu Resûl-i Mücteba sana ihsan etti. Bunun
yüzünün sahifesinden yeni manâlar oku ve kıvırcık nurlu saçlarından Kur’ânî
hakikatleri kokla.” Bu istiğrak halinden ayılıp kendime geldiğimde kalbimi,
ilim, hikmet ve marifet nurlarıyla dolmuş bir halde buldum. Allah Teâlâ’nın bu
nimetine
hamd ederek kitaba başladım. Allah Teâlâ, bu
mevlid kitabında benden evvel kimseye açmadığı bir kapıyı bana açtı. İnsanlar
Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) doğumunun sadece zahirde ve
bir defa meydana geldiğini zannediyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimizin (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) doğumu hem zahirî hem manevîdir. Manevî doğumları
başlangıçtan sona kadar daima vardır ve bâkîdir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem): “Kıyamete kadar ümmetinden daima hak üzere olacak bir
grup bulunacaktır”[297]
buyurmuştur. Âlimler, hâkimler ve sultanlar hüküm veren ümmetlerdendir.
Onlardan bir kısmı, din kaidelerini kurar ve ömür boyunca İslâmî meselelere çalışırlar.
Bir kısmı, imanda yakîn derecesini elde edenlerin yollarını güçlendirirler. Bir
kısmı hakikatleri tebliğe, bir kısmı ise talim, tedris ve dini hükümleri
tedrise uğraşırlar. Onlardan bir kısmı İslâm yurdunu korumaya çalışırlar.
Bunlar dinin koruyucuları ve İslâm gazileridirler. Onlardan bir kısmı da
imamet, hüküm ve kaza görevinde bulunurlar. Bunlar şeriatın eminleri,
güvenilirleri ve hâkimleri, nebilerin vârisleri, temkin, velayet ve keramet
sahibi kimselerdir. Meşâ- yihin silsilesi ve tahakkuk ehlinin yolu Hz. Sıddık
ve Hz. Aliyyü’l-Murtaza’ya çıkar. Sonra Nûr-i Muhammedî, zamandan zamana ve
nesilden nesle asırlar boyunca Tayfur, Mansur ve Şiblî’de zuhur ederek zevk ve
sürur ehlinin büyüğü olan Yahya Şirvânî’ye (k.s.)[298]
intikal etmiştir. Bu bü-
yük zatlar veladet ve manevî veraset
sahibidirler. Âlimlerin ilmi, salihlerin amelleri, zahitlerin zühdü ve
gazilerin cihadı hep Hz. Peygamberin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) manevî
doğumu ve güçlü mucizelerinin tesiriyledir. O yüzden Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem); “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur”,[299]
“Ben Allah’tan yaratıldım halk da benden”[300] ve
“Nebiler benim nurumdan yaratıldılar”[301]
buyurmuştur.
Buradan şu anlaşılmaktadır ki, kâinattaki her
şey, nebilerin mucizeleri, geçmiş ve gelecek velilerin kerâmetleri, Nûr-i
Muhammedî’dendir. Nûr-i Muhammedî doğu ve batıda, her yer ve zamanda kıyamete
kadar daima zuhur etmektedir.”
7.
Heşt-Behişt: Mükemmel manzum bir eserdir. Yöneticiler,
fakir ve miskinler arasındaki münasebetlerinde zorunlu olan hususları konu
edinmektedir.
8.
Süleyman-nâme: Türkçe manzum eserlerinin ilki bu çalışmadır.
Hz. Süleyman peygamber ile Belkıs kıssasını konu edinmektedir.
9.
Menâsikü’l-hacc: Manzum ve muhteşem bir eserdir.
10.
Menâkibü’l-imâmi’l-A’zam Ebî Hanîfe: Bu eserini, el- 0011/05 0 7710710/00
1-1771041711 1-777127004ح şeklinde isimlendirmiştir.
11.
es-Safâyih fî tercemeti’l-Levâyih: Nesir şekilde kaleme alınmış bir eserdir.
Her kelimesinde ledünnî ilme dair meselelerden birine işaret vardır.
Maneviyatın özünü açıkla-
yan bu eşsiz çalışma, hazretin hakikat ilmine
dair vukûfiye- tini göstermektedir.
12.
Menâzilü’l-ârifîn: Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve
sellem); “Nefsini tanıyan Rabbini bilir”[302]
hadis-i şerifinin sırlarını anlatmaktadır.
13.
Menâkibü’l-hülefâi’r-râşidîn: Bu çalışmanın sonunda Aliyyü’l-Murtaza’dan
(k.v.) nakille hakikat ilmine dair bazı meseleleri nakletmiştir.
14.
Nakdü’l-hâtır: Hazretin son eseridir. Bu eserde Hz. Musa
Kelimullah (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.) arasındaki olaylar irdelenmiştir. Bu
eserde tasavvuf ilmine dair kulakların duymadığı güzellikler nakledilmiştir.
Bu, hazretin vâkıf ve haberdar olduğu derinliği göstermektedir.
15.
Dîvân: Hoş bir üslup ile çeşitli konulara dair
yazılmış bir çalışmadır.
Hazretin Neş’etleri
Babam Zileli Şeyh Mehmed Ebu’l-Berekât, âlim,
salih ve hangi tarikattan olursa olsun günahtan sakınan meşayihi sever, onları
davet eder, ikramda bulunur ve hediyeler verirdi. Onlar için “Bire iradet, bine
muhabbet” derlerdi. İrade sahibi ve kendisine biat edilmiş şeyh, Habib-i
Karamânî’nin (Allah, ona rahmet etsin) halifesi ve onun yerine irşad
faaliyetlerini devam ettiren güçlü cezbe ve yüce kerametler sahibi el-Hac Hızır
el-Amâsî (Rahime Rabbi’l-Emânî) idi.
Selefin yolu böyleydi. Fakat günümüzde ihvanın
bazısı bazısına haset ediyor. Aynı tarikatta olsalar dahi bazısı bazısını
kıskanıyor. En büyük olan Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşmak isteyenlere bu
caiz değildir. Geçmiş zamandaki büyüklerin yoluna muhalif olan böyle bir şeyle
maksuda ulaşılabilir mi? Onların döneminde kardeşler arasında muhabbet
ve ülfet vardı. Ağaçlar ve meyvelerde bereket,
özellikle ziraatta nimet bolluğu ve hayvanlarda çoğalma vardı. O dönemde
yardımlaşma konusunda cevr[303]
ve zulüm yaygınlaşmamıştı. Bilakis beldelerin imarı en güçlü bir haldeydi. Bu
nedenle kardeşlik ve eman hali söz konusuydu. Âl-i Osman’ın zübdesi olan
Sultan Süleyman Han b. Sultan Selim (Allah’ın rahmeti ve rızası onların üzerine
olsun) döneminde güven, bereket ve asayiş vardı. O dönemde bitkiler bereketli,
hayvanlar bol bir şekilde çoğalıyordu. Çünkü adalet bunları bereketlendirir,
cevr ve zulüm ise bunların eksilmesine ve hüsranına sebep olur.
Hikâye
Üstadımdan
dinledim: Sultan Mahmud Sebüktekîn[304]
bir gün ava çıkar. Üzerinde birçok sazların bittiği büyük bir arazi görür ki,
bölük bölük insanlar gelip bu sazlıktan alıp gidiyor ama bir vergi veya bedel
ödemiyorlardı. Padişah, bu insanlardan hazinenin ihtiyacını karşılamak için
vergi almaya ve şimdiye kadar bu insanlardan vergi almayan vazifelileri
azarlamaya niyet eder. Akşam olunca yanında âlimler olduğu halde yaşlı ve fakir
bir kadının evine giderler. Kadına selam verip “Misafir kabul eder misin?”
derler. Kadın: “Kabul ederim. Fakat ben de sizin giyiminize uygun oturtacak
yer, damağınıza uygun yiyecek ve düşündüğünüz içecekleri koyacak kap yok.”
cevabını verir. Padişah ve yanındakiler: “Anne-babamızın evinde sizin
yedikleriniz şeyleri biz de yiyorduk, sorun yok.” derler. Bunun üzerine kadın:
“Öyleyse sen de yanındakiler de hoş geldiniz.” der. O sırada padişah, ateşin
üzerindeki tencerede kaynamakta olan yemeğe işaret ederek, “Bunda ne pişiyor?”
diye sorar. Kadın: “Çocuklarım için fukara yemeği pişiriyorum.” cevabını verir.
Padişah: “Biz de ondan yemek isteriz.” deyince kadın sofrayı kurar ve onların
bu talebinden dolayı sevinir. Kadın: “Bir ineğim var. Birazdan gelir.
Geldiğinde sağar, içenlere haz veren sütünden size ikram ederim.” der. Biraz
sonra inek gelir ve kadın ineğin sütünü bir kaba sağmaya başlar. Kabın yarısına
gelince süt kesilir. Kadın: Subhanallah!” der. Padişah: “Ne oldu? Neden
şaşırdın?” diye sorar. Kadın: “Bu kap her gün dolardı. Bugün misafirlerim
olduğu için daha da fazla olacağını ümit ediyordum. Fakat yarısına gelince süt
kesildi. Ondan dolayı mahcup oldum.” der. Sultan, bu eksikliğin sebebinin ne
olduğunu kendi kendine sorar ve bu sebebi öğrenmek ister. Kadın,
“Büyüklerimizden ve âlimlerimizden duyduk ki padişah ve idareciler zulüm ve
cevre niyet ettiklerinde hayvanlarda, ürünlerde ve diğer konularda bereketsizlik
olurmuş.” deyince Sultan Mahmud, kadının dirayet ve zekâsına hayran kalır.
Kötü niyetine pişman olur ve hilm sahibi Rabbinden bağışlanma diler. İçinden
şunları geçirir: “Padişahlar adaletle hükmettiler ve kerem sahibi Allah
Teâlâ’dan sevap ve ikram aldılar.” Sonra kendi nefsine hitaben: “Sen neden
omuzunda ağır yükle (Rabbine) gidesin? Ya Rabbi Sen Alîmü’l-a’lemsin.” der.
Kadına döner ve: “Tekrar sağ. Bakarsın Allah Teâlâ, bereket verir.” der. Kadın
parmaklarının yorulduğunu ve artık süt çıkmayacağını söylese de padişahın
ısrarı üzerine tekrar dener. Bu defa çeşmeden akar gibi süt gelmeye başlar,
kovası dolar ve süt hâlâ gelmeye devam eder. Buna şahit olan kadın,
“Elhamdülillah, galiba padişah cevr ve zulüm niyetinden vazgeçti.” der. Padişah,
“Bu kadın bize hikmet yemeği ikram etti ve marifet şarabı içirdi. Bizi ateşe
düşmekten kurtardı.” diyerek Allah Teâlâ’ya hamd eder. Bu hikâyede gönlünü
Hakk’ın rızasına çevirenler için büyük ibretler vardır.
Konumuza dönecek olursak merhum şeyhim şunu
anlatmıştır: “Ben yedi veya sekiz yaşlarındayken babam Şeyh Mehmed Efendi
annem Sultan Hanım’a: ‘Oğlumun elbiselerini yıka, bize yol azığı ve şeyhime
takdim etmek üzere hediye hazırla.’ dedi. Annem: ‘Bu zaman çocuğu neden
götürüyorsun?’ dedi. O zaman havalar soğuktu. Babam: ‘Şeyhim, nazar sahibi ve
duası makbul, mübarek bir şeyhtir. Oğlumun onun nazarına muhatap olması ve
duasını almasını arzuluyorum.’ dedi. Annem; ‘O zaman tamam.’ dedi. Babam beni
merkebe bindirdi. Amasya ile aramızda iki günlük (konaklık) bir mesafe vardı.
Yola çıktığımızda çok şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Bedenim titriyor ve
tüylerim üşüyordu. Babam beni merkebin üzerine bağladı ve üzerime bir kürk
örttü. Babam, şiddetli soğukta Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Kur’ân-ı Kerim’i
sürekli okumak âdetleriydi. Çok önemli bir mazeretleri olmadığı sürece
Kur’ân-ı Kerim okumayı terk etmezlerdi.”
Kalbi uyanık ve derin anlayış sahibi olan
âlimlerin âdetleri budur. Gâfil, ömürlerini boş söz ve eğlenceyle geçiren
âlimler ise Kur’ân-ı Kerim okuma hasletini terk eder ve onu çokça okumazlar.
Hz. Peygamber’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şikâyeti olarak, Allah
Teâlâ’nın şöyle buyurduğu, büyük hatayı görmezden gelirler: “Ya Rabbi!
Kavmim şu Kur'an'ı terkedilmiş bir şey haline getirdi”[305]
Ömürlerini bu şekilde tüketenlere azap indiği zaman onlara çok yazık
olacak.
Kıssaya dönersek. Merhum şunları söylemiştir:
“Nihayet Amasya’ya vardık. Hemen Aziz’in
mekânına vardık. Önce babam elini öptü sonra da ben elini öptüm. Hazret: ‘Bu
çocuk kimdir?’ diye sordu. Beni o beldenin halkından zannetti. Babam, ‘Bu
küçük hizmetçinizdir.’ dedi. Aziz: ‘Onu bu soğukta neden getirdin?’ dedi.
Babam: ‘Ona, himmet nazarıyla bir bakmanız, ilim ve bereket konusunda ona dua
etmeniz için getirdim.’ dedi. Aziz: “Subhanallah.” dedi. Orada bulunanlara:
‘Himmete bakınız.’ diye seslendi ve ağladı. Sonra bakışlarını semaya çevirdi,
rikkat ve hüzün ile inleyerek ağladı ve ‘Bunu annesine ulaştırın.’ dedi.”
Merhum (Şemseddîn-i Sivâsî-k.s.-); “Din ve
dünya açısında telif ve tasnif neye nail olduysam o duanın bereketiyle
olduğunu düşünüyorum.” derdi.
Şeyhlerin Şeyhi, Zamanın Kutbu ve Gavs
Abdülkâdir el- Geylânî’nin[306]
(Açık kerametler sahibi, şüphesiz tasarruf sahibi, Allah Teâlâ onun açık
ruhaniyetini üzerimize yaysın) menakıbında gördüm: Avârifü’l-maârif[307]
adlı eserin müellifi İmam Sühreverdî[308]
(Allah Teâlâ, kendisine rahmet eylesin) anlatmıştır: Abdülkâdir-i Geylânî’nin
meclisine vardım. Bana zahirî ilimde hangi mertebeye kadar okuduğumu sordular
ve bakışlarını bana çevirdiler. Öyle ki, gözlerini benden hiç ayırmıyordu.
Sonra mübarek ellerini göğsüme koydular. Huzurlarından çıktıktan sonra Allah
Teâlâ’nın sevgisinin dışındaki her şey içimden silindi ve kaybolup gitti. Ben
de bütün gayretimi bu yola hasredip âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın
ilmine yöneldim ve bu bakışların bereketiyle bulacağımı buldum. Avârifü’l-maârif
adlı eseri yazdım ve sûfîler arasında onunla meşhur oldum.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (k.s.),
“Tebriz’den din güneşinin bir bakışına eren kimse, çileyi kınar, desteyi de
alaya alır.” sözleri bu türden sözlerdir.
Bunlarla Allah dostlarının nazarlarının iksir-i
azam ve yakuttan daha kıymetli olduğu anlaşılmış oldu. Bunlardan gafil olmamalı
ve bunlar hakkında şüpheye düşmemelidir. Allah Teâlâ, kerimdir. İtaat ve
bağlılıkla emir ve rızasını umarak kulluk yapan, Allah ile kaim olanları, seyr
ilallah[309]
olanları ve Allah ile söyleyen kullarına ikram eder. Allah korusun,
bunun aksi yani üstad, ulema, abid, zâhid ve sâliklere
büdelâ[310]
ve evtâda[311]
düşmanlık etmek, ölmeden önce affe- dilmişse müstesna, Hakk’ın gazabını
gerektirir. Çünkü as- hâb-ı Cemâl tahammül eder ancak ashâb-ı Celâl ertelemez.
Onların kılıçları çok keskin ve okları son derece isabetlidir. Allah Teâlâ,
bizi ve ihvanımızı bu duruma düşmekten şimdi ve her zaman muhafaza eylesin.
Mevlânâ Hünkâr’m (61816001-1 Rûmî’nin) 20281
Sultânu’l-Ulemânın Menkıbesi
Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî’nin babası Bahâüddin
el- Belhî, kâmil bir şeyhti. O, faziletli ve hakikati haber veren bir âlimdi.
Onun besmele-i şerifi üç ay tefsir ettiği nakledilir. Kendileri güçlü cezbe
sahibi bir yapıya sahiplerdi. Şeyhin etrafında insanlar çoğalınca büyük âlimler
onu çekemediler ve hasetle onu Belh sultanına şikâyet ettiler. “Bu kimsenin
etrafında toplanan ve ona yardım edenler çoğaldı, sana isyan etmesinden
korkulur.” dediler.
Avamın işine hayret edilmelidir. Onların
değişik inançları ve garip kabulleri vardır. Melekût, sonrasında Ceberut
âlemine ve buradan da Allah Teâlâ’nın dilediği daha farklı makamları dolaşan
temiz ruhanilere yakınlık elde eden, sonsuz saadet ve yüksek kerametlere
mazhar olan kimselerin nazarında dünyanın ne kıymeti olur? Bir sivrisineğin
kanadı kadar değeri bile yoktur. Kuş ve kargaların yemlendiği çöplüğe şahinin
tenezzül ettiği görülmüş müdür?
Menkıbeye geri dönecek olursak, sultan,
duyduklarına göre hareket edip hazrete zulmetmeye başlayınca hazret göç etmeye
karar verdi. Şeyhin bu kararını duyan sultan, yaptığına pişman oldu ve yüklü
miktarda para ve üzerine bir kefen koyarak bir kılıcı avenesi ile özür beyan
etmek için şeyhe gönderdi. Fakat şeyh, onlara iltifat etmedi ve “Öfkeli bir şekilde
ok yaydan çıkmıştır.” dedi. Sonra akrabaları ve çocuklarıyla Bağdat’a
doğru yola çıktı. Sonra Konya’ya yöneldi. Şeyhin geldiğini duyan Karam Beyi,
devlet erkânı ve askeriyle birlikte şeyhi karşılamak üzere yola çıktı. Şeyhe
çok hürmet etti ve ona birçok ikramda bulundu. Hatta Karam Beyi atından inip
şeyhin arkasından yürüyerek geldi ve şeyhe güzel yerler tahsis edip ona en
güzel ikramları yaptı. Bu nedenle şeyh, Konya’ya yerleşti. (Allah Teâlâ,
sırrını takdis etsin.) Şeyhin Belh’ten hicretinin ardından Allah’ın düşmanı
Cengiz Han, Horasan üzerine yürüdü ve Belh’e saldırdı. Padişahı, halkın çoğunu
ve âlimleri kılıçtan geçirdi. Malları ve hayvanları aldı, imar edilmiş yerleri,
şehirleri, beldeleri ve köyleri yıktı. Allah Teâlâ, Allah dostlarına ve
Rahman’ın seçkin kullarına düşmanlık etmek hastalığından ve bu büyük hatadan
bizleri ve sizleri korusun. “Şüphesiz Allah ve Re- sûlünü incitenlere, Allah
dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır”[312]
ve “Ey iman edenler! Siz Mûsâ’ya eziyet eden kimseler gibi olmayın.
Nihayet Allah onu onların dediklerinden temize çıkarmıştı. Mûsâ, Allah katında
itibarlı bir kimse idi”[313]
âyet-i kerimelerini unutmamayı bizlere ve sizlere nasip eylesin.
Kıssaya dönecek olursak, merhum Şemseddîn-i
Sivâsî (k.s.) şöyle demiştir:
“Babamın yanında Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip uzun
bir süre onu tekrar edince, babam beni, Tokat’ta okuyan biraderlerim el-Hac
Halife ve Muharrem Efendi’nin yanına gönderdi. Burada Kur’ân-ı Kerim’i tecvit
ile okumaya ve diğer İslâmî ilimleri tedrise başladım. Cuma ve diğer vakit
namazlarını cemaatle kılmaya devam ediyordum. O günlerde garip bir rüya
gördüm. Tokat’ta Köstekçizâde olarak tanınan ve rüya yorumlamada maharetli,
hakikatte Muhammed b. Sîrîn’in[314]
sırrına mazhar olmuş ve tarikat ehli bir zat vardı. Bu kimse çarşıda at çulu
dokurdu. Bu mesleği kendisine süt- re[315]
yapmıştı, bu şekilde kendisini gizlerdi. Sabah erken bu zatın yanına gittim.
Rüya görüp yorumlatmak isteyen benim gibi birçok kimse orada toplanmıştı. Sıra
bana gelince rüyamı anlatmaya başladım: ‘Dün gece rüyamda geniş bir sahrada
parlak bir nur içerisinde oturuyordum. Her taraftan ihtiyar, genç birçok kimse
bana doğru geliyordu. Yanıma gelince de Kâbe’yi tavaf eder gibi beni tavaf
ediyorlardı.’ dedim. Bunları işitince bana döndü, işini bıraktı ve ‘Nereden
geldin? İsmin nedir? Nerede bulunuyorsun? Bir şeyhe intisap ettin mi?’ diye
sorular sordu. Adımı, kim olduğumu söyledim ve halen biraderlerimin yanında
ilim tahsil ettiğimi söyledim. Bana, ‘Allah mübarek etsin! Ben öldükten sonra
kabrimde beni salih amellerle anman şartıyla sana rüyanın tabirini yaparım.’
dedi. Ben de ‘İnşallah.’ dedim. O da ‘Ömrün uzun, ihvan ve dostların çok olur.
Allah Teâlâ, sana büyük hayr,
ilim ve salih amel imkânı verecektir. Telif ve
tasnif erbabından, tefsir, hadis, tabir ilminde emsallerini geride bırakırsın.
Halk, nasihat meclisine koşar ve mescidin etrafında toplanırlar. Duan makbul
ve nefesin mübarek olur.’ dedi ve dua etti. Allah Teâlâ, ona rahmetiyle muamele
etsin. Söyledikleri yirmi yıl sonra aynıyla gerçekleşti. Bu olaydan ilk olarak
şu sonuca varıyoruz: Rüya herkese anlatılmamalıdır. Rüya nasıl yorumlanırsa
öyle gerçekleşir; hayra yorumlanırsa hayr, şerre yorumlanırsa şer olarak
gerçekleşir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Rüya kuşun
gagasındadır, nasıl yorumlanırsa öyle çıkar.”[316]
İkinci olarak; salih rüya, Hz. Yusuf
es-Sıddık’ın (a.s.) rüyasında olduğu gibi, uzun bir zaman geçse de
gerçekleşir. Meşhur olan rivayete göre Hz. Yusuf’un (a.s.) rüyasının tevili
seksen yıl sonra gerçekleşmiştir.
Üçüncüsü; rüya Allah Teâlâ’nın
mübeşşiratındandır.[317]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı
gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için
müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük
başarıdır.”[318]
“Mü’min olan kadın ve erkekten kim salih (nefsini tezkiye ve tasfiye
edici) amel işlerse, o takdirde ona mutlaka tay- yib (temiz, helâl) bir hayat
yaşatırız. Ve onları, mutlaka yapmış oldukları amellerin ecirlerinden
(bedellerinden), daha ahseni (güzeli) ile mükâfatlandıracağız.”[319]
Allah’ım! Hayatımızı İslâm üzere, ölümümüzü
iman ile kıl. Kıyam(et) gününde yüce nebiler arasında bizi mahcup etme. Bizleri
isimlerin ve faziletin vesilesiyle katındaki değerli kimselerle haşret. Ey
Alîm ve Allâm[320]
olan Allah’ım!
Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım şunları
söyledi: “İlimden büyük zevk alınca, ilmî tekâmül için saltanatın başşehri
İstanbul’a gittim. Medreselerde ilim tahsiline başladım. Akranlarım ve beraber
ilim tahsil ettiklerim arasında öne çıktım. Bu durum ve şöhretim yayıldı. Öyle
ki, Sahn-ı Seman medreselerinden birinde hoca oldum. Yaşadığım dönemdeki
kardeşlerimin çoğunu isyan ve tuğyan içerisinde gördüm. Amaçları ilim öğrenmek
değil, dış görünüşlerini süsleyip ilmi bir övünme vesilesi yapmaktı. Onlar, ecir
ve sevap almak şöyle dursun, vakit namazları geciktirmede, cemaat ve Cumayı
terk etmekte bir beis görmezlerdi. Bir gün Kazasker Divan’ına girmiştim. Kadı
görevinde bulunan mü- lazım[321]
ve müderrisleri gördüm. Elbiseleri ipektendi ve sarıkları kocamandı;
hırkalarını çekiştirerek dolaşıyorlardı. Ve onlara kimse iltifat etmiyordu.
Kimse onların selamını almıyordu. Bu manzara üzerine hemen geri döndüm. Abdest
tazeleyip Sultan Mehmed Han (Allah Teâlâ’nın rahmeti ve rızası onun üzerine
olsun) Camii’ne gittim. Boş bir köşede namaz kıldım. Rabbime yöneldim. Bir
ağlama hali beni kapladı. Duaları kabul eden Allah Teâlâ’ya tezellül[322]
ve içten bir yakarışla halimi arz ettim. Muhakkak ki O (c.c), hakkıyla işiten
ve yakın olandır. Şöyle dedim: Allah’ım! Beni kadı, zengin kapısına ve zulüm,
ağyar ve doktorların kapısına muhtaç
etme. Ya Rabbi! Beni rızanı umarak gece gündüz
kulluğa devam eden fukara, ahyar[323]
ile Senin kapına yönlendir. Sana has olan rahmet ve mağfiretini, her işimde
bana doğru ve güzel olanı lütfet.”
Merhum dedi ki: “Allah Teâlâ dualarımı kabul
etti ve işler istediği gibi oldu. Çok geçmeden bir arkadaşımla birlikte Şam
Dımaşk’a gitmek nasip oldu. Orada bir yıl kaldım. Allah Teâlâ, bana orada
ikramda bulundu ve hac vazifesini yaptım. Sonra Zile’ye döndüm. Zile halkı bana
çok ilgi gösterdi ve bana ikramda bulundu. Burada ilim meclisi tesis etmeye
başladım ve derin düşüncelere dalmaya imkân buldum. Sonra Ezine Pazarı denilen
kasabaya gittim. Burada kâmil şeyh Muslihuddîn Halife’ye biat ettim. O, daha
önce geçtiği gibi, babamın şeyhi el-Hac Şeyh Hızır’ın halifesiydi. Beni Allah
Teâlâ’ya yakınlaştırdı ve Esma-i Hüsna’dan dördüncü isme kadar beni irşad
etti. Bir gece çok garip bir rüya gördüm. Bir kılıfın içerisinde elimde bir
Kur’ân-ı Kerim olduğu halde ağaçları bol bir tepenin üzerinde kendimi gördüm.
Ağaç üzerinde yukarıya doğru çıkmaya başladım ve elimdeki Mushaf-ı Şerif’i
ağacın dallarına koymaya çalışıyordum. Dördüncü dala geldiğimde şiddetli bir
rüzgâr esti ve ağaç yere devrildi. ‘Bu ne haldir?’ diye şaşkın bir vaziyetteyken
birisi ‘Zatî Tecellî Gerçekleşti’ şeklinde seslendi. Uykumdan uyanınca
düşündüm, dalları Esmâü’l-Hüsnâ’dan dördüncü isim, Mushaf-ı Şerif’i hakikati
gösteren rehber, ağacın yere devrilmesini ise şeyhimin vefatı olarak yorumladım.
Çok sürmeden Şeyh’in hastalandığını duydum ve Rabbine gideceğini anladım.
Neticede rüyayı yorumladığım şekilde olaylar gerçekleşti. Allah Teâlâ, ona
rahmet eylesin.”
Şeyh Muslihuddîn Halife’nin Menkıbesinden
Bir Bölüm
Anlatılır ki, şeyhin ilçesine yakın Erkilet
adlı yakın bir köyün sakinleri şeyhi köylerine çağırdılar. Şeyh ile beraber
yola çıktık. Şeyh, ormanlık bir yerde büyük bir ağacın arkasına gitti. Ben
abdest ihtiyacı söz konusu oldu düşüncesiyle ibrik ile arkasından gittim.
Ağacın arkasına vardığımda birisiyle konuştuğunu gördüm. Bu konuşma bir süre
devam etti. Sonra ağacın arkasından çıktı. İbriği takdim ettim, gerek
olmadığını söyledi. Renginin kırmızıya değişmiş olduğunu gördüm. “Kiminle
konuştun? Sana ne söyledi?” diye sordum. “Uzak sefere emrolunduk.” dedi.
Davetten döndükten sonra hastalandı ve Kerim olan Rabbine seferde bulundu.
Allah Teâlâ’nın rahmet ve merhameti onun
üzerine olsun.
Burada şu işaret vardır ki, Allah dostlarına
Allah Teâ- lâ’dan bir rahmet olarak salih rüya veya bir melek aracılığıyla
vefatları önceden haber verilir. Bu, onların borçlarını ödemeleri, yanlarında
olan emanetleri vermeleri, kul haklarını iade etmeleri, tövbe ve istiğfarlarını
yenilemeleri içindir ki, bu şekilde Gaffâr olan Rablerine temiz bir halde
dönsünler.
Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım (k.s.)
der ki: “Şeyhim Muslihuddîn Halife (k.s.) vefat edince; eşi ölmüş, kıymeti
kalmamış, koruyucusu olmayan, yüzünden peçesini açmış, çarşafını çıkarmış,
elbisesini sırtından atmış, dilediği yerde sabahlayan, dilediğini kabul eden,
dilediği yerde akşamlayan utanması kalmamış bir kadına döndüm. Bu hal
dolayısıyla günden güne azar azar manevî işaretler kaybolarak marifetim gitti.
İşi olmayan ve tembel kimselerle düşüp kalkmaya başladım. Öyle ki sahra, bahçe
ve dağlarda onlarla dolaşır hale geldim. Tazı ve köpeklerle av faaliyetlerine
başladım.”
Burada bir kimsenin yol gösteren şeyhi vefat
ettiğinde başka bir yol gösterici şeyhe intisap etmesi gerektiğine dair bir
nükte vardır. Yaşayan bir şeyh, vefat etmiş bir şeyh gibi değildir. Ölmüş
şeyhin hayattaki şeyh gibi tesiri olmaz. Me- nakıbında geçtiği gibi Hallâc-ı
Mansûr (k.s.), vefatından yüz elli yıl sonra Ferîdüddîn-i Attâr’ı (k.s.)[324]
irşad etmişse de bu gibi örnekler azın azı durumundadır.[325]
Tembih
Burada bir tembih de vardır. Halktan bazıları,
falanca oğlu filan diyerek sağını solundan, semizi arıktan ayırt edemeyen
kimseleri şeyh olarak kabul etmektedirler. Bunlar, insanları ve sadakaları
toplayan, oruç, namaz, zekât ve hacları olmayan kimselerdir. Onların gayretleri
yiyip içmek; gayeleri güzel elbise ve kadın, nazar, zevk ve istekleri değerli
atlara binip hızlı köpeklerle avlanmak gibi heveslerdir. Bu sıfatlarla şeyh
olmak onların haddine mi? Şaşılacak bir husus da bu bozucu sıfatlara sahip
kimselere cahillerin inanması ve onların gayb ilimlerine nüfuz ettiklerine
itikat etmeleridir.
Burada çok büyük bir fayda vardır. Meşâyihin
nesebî yani maddî ve manevî olmak üzere iki türlü evladı vardır. Ne- sebî olan
evlatları, malına vâris olmak, evlat ve torunlarına bakmak ve nesilden nesle
soyunu sürdürmek içindir. Manevî evlatları ise yüzyıllar boyunca sünnet-i
seniyyeyi ihya ve irşad içindirler. Meşâyihin hilafet makamına geçmeye lâyık ve
daha faziletli olan evlatları zikredilen bu sonunculardır. Çünkü onlar, hikmet
sahibidirler. Âyet-i kerimede Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş
demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”[326]
İsa (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hikmeti lâyık olandan başkasına vermeyin ki
zulüm yapmasın.” Hz. Ebubekir’in (r.a.) vefatı yaklaşınca birçok evladı
özellikle Abdurrahman gibi oğlu olmasına rağmen halifeliğin Hz. Ömer’e (r.a.)
verilmesini vasiyet ettiğini duymadın mı? (Abdurrahman) cesur ve ilim ehli
birisiydi. Fakat mertebesi Hz. Ömer’e (r.a.) ulaşamamıştı. Hz. Ömer (r.a.) de
birçok evladı ve özellikle sahabenin en iyi bilenlerinden olan Abdullah gibi
bir oğlu olmasına rağmen altı kişiden oluşan bir danışma meclisine halife
seçimini havale etmişti. Çünkü Abdullah’ın derecesi Hz. Osman (r.a.) ve Hz.
Ali’nin (r.a.) derecelerine ulaşmamıştı. Allah Teâlâ, hepsinden razı olsun.
Menkıbeye dönecek olursak, merhum Şeyhim dedi
ki: “Bana gelen manevî ilmin kesildiğine şahit olunca bir gece sabaha kadar
halimi düşündüm. Kendimi ışığı sönmüş bir ev, sakini kalmamış bir belde,
ağaçları kurumuş, meyveleri dökülmüş bir bahçe, suyu kesilmiş, işlevi bitmiş,
un öğütmeyen bir değirmen gibi buldum. Bâtınından feyiz nurları kesilmiş sâlik
böyle olur. Kalbinde yakarış, dilinde inilti
kalmaz. Ama sâlikin kalbine bâtından rahmet
nehri çok güçlü bir şekilde dökülür. Varidat-ı ilahî[327]
ve temiz işaretler şiddet ve hararetle onun kalbine yönelir. Sâlik, bu durumda
nefsine sahip çıkamaz. Elinde olmadan kalbi deprenir ve heyecana kapılır.
Bedeni, elinde olmadan, bir sağa bir sola devrilip durur. Eğer, Cemâl
tecellisinin bir eseri olarak bu varidatlar kişiye gelirse kişi sevince erer.
Celâl tecellisinin bir göstergesi olarak bu varidatlar gelirse sâlik ürperir,
korku duyar. Bu hale sahip kimseleri kınamamak gerekir. Bu durumda aşk çok
güçlüdür, karşı konulamaz bir haldedir. Her şeyin üzerinde ve galiptir. Kocaman
değirmen taşının nasıl döndüğünü görmez misin? Onun durumu da aynen böyledir.
Burada bir işaret vardır. Bu işaret, tarikat
mensuplarına seyr-i sülûk makamlarını ve meşreplerini bilmeden onlara tan
edenleredir.[328]
Tarikat ehlinin gayesi, Allah Teâlâ’nın emrine yapışmak ve bidatle hareket
etmeksizin Hz. Pey- gamber’in (sav) sünnetini ihya etmektir. Onların bu hali
saf vecd veya sadık tevacüdden[329]
kaynaklanmaktadır. Bu iki halin dışında olanlar münafıklardır. Onlar, riya ve
desinler düşüncesiyle hareket eden kimselerdir. Onların işi Allah Teâlâ’ya
kalmıştır. Allah Teâlâ, Hz. Nuh’tan (a.s.) hikâye ederek şöyle buyurmuştur: “Onların
hesaplarını görmek ancak Rabbime aittir. Bir anlayabilseniz! Ben inananları
kovacak değilim.”[330]
Bu durumda olan fakirlerin dev(e)ran
yapmalarını birçok şeyhülislâm ve imamların kendilerine tâbi olduğu âlimler
(Allah Teâlâ, onlara mükâfatlarını ihsan etsin)
fetva vermişlerdir. Onların hali saf vecd, sahih bir tevacüd halidir, demişlerdir.
Bu âlimlerin kalbi saf ve itidal sahibidir. Bu konuda fetva verenlerden Ahmed
b. Süleyman b. Kemal Bey,[331]
Müftü Ali Çelebi,[332]
Müftü Mevlânâ Sa’düddîn Efendiler[333]
yer almaktadır. Allah Teâlâ, onların derecelerini yüksek eylesin.
Allah’ım, bizleri yakîn[334]
ehlinden eyle.
Kıssaya dönecek olursak merhum üstadım demiştir
ki; “Halimi düşündüğümde yakîn ve hakikat ehli bir ârif bulmaya karar verdim.”
Bu hal, ezelî hidayet ve ebedî inayete
ulaştırılmış kimselerden başkasına nasip olmaz. Çünkü bir kimse geriye doğru
gittiğini bilmezse buna aldırmaz ve bu durumu düzeltmeye yönelmez. Kalbinde
zulmet meydana gelir. Şeytana yaklaşır, haddi aşmakla isyan ve büyük günaha
gider. Bu kimse, tarikattan çıkmış sayılır. Tarikattan çıkan şeriattan çıkmaya
yakındır. Allah Teâlâ, bizi ve sizleri korusun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu,
içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun;
himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken
bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah,
düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.”[335]
Kadı Beyzâvî,[336]
bu âyet-i kerimenin tefsirinde şunları söylemiştir: “Bu âyet-i kerime, âlem-i
nura yükseldikten sonra âlem-i zûra[337]
düşüşü ifade etmektedir.”
Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım
demiştir ki; “Zile’de sülûk ve esmâ ehli iki zat vardı. İkisi de ümmiydi. Vâkıf
olduğum ilimler ve elime bulaşan kara mürekkep onlara gitmeme engel oldu.
Tokat’ta (Allah Teâlâ, her türlü afetten orayı muhafaza etsin) Mustafa Kirbâsî
adında yaşı yüz civarına ulaşmış, âlim, fâzıl, takva sahibi büyük bir şeyh
vardı. Ona ulaştığımda, huzuruna çıktım ve kalbimin şaşkın halinden dolayı ona
intisap etmek istediğimi söyledim. Bana
şöyle dedi: ‘Evladım! Sen güçlü bir gençsin.
Ben zayıf bir ihtiyarım. İki tarafın birbirine denk olması ülfet ve ünsiyetin
şartıdır. Genç bir gelin, kocasını kendisi gibi güçlü ister. Hâlbuki ben zayıf
ve yaşlıyım. Bu şekilde aramızda netice nasıl hâsıl olabilir?’ Ben, ‘Senin
irşad halkana dâhil olmak ve terbiye dairene girmek için gelmiştim. Benim
halim ne olacak?’ dedim. Bana ‘Niyetinde samimi misin?’ dedi. Ben de ‘Allah
Teâlâ’nın izniyle samimiyim.’ dedim. ‘Sen talip misin?’ dedi. Ben ‘Evet.’
dedim. ‘Sen sadık mısın?’ dedi ben ‘Evet’ dedim. Mübarek başını eğdi. Bir
müddet sonra başını kaldırdı ve şunu söyledi: ‘Allah Teâlâ seni irşad için
kâmil bir zât gönderir.’ veya ‘Allah Teâlâ, altı ay içerisinde senin terbiyen
için bir kâmil şeyh gönderir.’ buyurdu. Bana dua etti.
Sonra vatanım Zile’ye döndüm, evime çekildim.
İlim ve amel ile meşgul oldum. Altı ay sonra bir iş için ve Arakiye- cizâde
olarak tanınan üstadım Şemseddîn en-Nahvî’yi (Allah Teâlâ, ona güzellikler
ihsan etsin ve güzelliklerini artırsın) ziyaret için Tokat’a gittim. Beni
görünce; ‘Ey Şemseddîn! Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Aklının sağlamlığı
ve anlayışının üstünlüğü vardır. Beldemize dışardan, Şirvan’dan seccade sahibi
ve irfan ehli bir zat geldi. Vaaz ve nasihat ediyor ama sözlerinde herkesin
kolayca anlayabileceği meseleleri değil, kudsî cevherler ve ilahî hakikatlerden
bahsediyor. Sözlerini âlimlerimiz ve seçkinlerimiz anlamıyorlar.’ Merhum
Şemseddîn-i Sivâsî (k.s.) derdi ki: ‘Şeyh-i Şirvanî (k.s.), ez-Zâtü’l-Ehadiyye[338]
ehliydi. Lâhût,[339]
Ceberût ve Me-
lekût âlemlerinde dolaşırdı. Bundan dolayı
Nasût[340]
âleminden çok az bahsederdi.’
Arakıyecizâde, ‘Kalk, birlikte ona gidelim.’
dedi. Aradan uzun zaman geçtiği için Mustafa Kirbâsî’nin (k.s.) bana söylediklerini
unutmuştum. Şeyh-i Şirvânî’nin (k.s.) huzuruna vardığımızda ilk olarak bize
ikramda bulundu ve bizi rahatlattı. Sonra mânâ denizinin incilerinden, mânâ
cevherlerinden bahsetmeye başladı. Sanki beni tarif ediyor, işaretlerle bana
tavsiyelerde bulunuyordu. Sözün sonunda, ‘Vatanımı ve malımı terk edip vadi ve
dağlarda bunca sıkıntıya katlanmam senin halin için ve senin terbiyeni gerçekleştirmek
içindir.’ buyurdu. Bu söze şaşırdım. Şeyh Mustafa Kirbâ- sî’nin (k.s.) verdiği
müjdeyi hatırladım ve bir hesap yaptım ki aradan tam altı ay geçmiş. O an
kalbimden ağyar sevgisi gitti ve onun yerine sırlar kalbime doldu. Hemen ona
intisaba yöneldim ve istiğfar ettim. Allah Teâlâ’ya hamd ve şükrettim.
“Kaybettiğimi buldum.” dedim ve geçen ömrüm için pişman oldum. Allah Teâlâ,
‘Alîm’, ‘Gaffâr’,[341]
‘Kerîm’[342]
ve ‘Settâr’dır.”[343]
Burada dikkat çeken iki durum ortaya
çıkmaktadır. İlki, Mustafa Kirbâsî’nin (k.s.) kerametinin ortaya çıkmasıdır.
Çünkü hadise tam altı ay sonra aynı onun dediği şekilde ger-
çekleşmiştir. İkincisi, Abdülmecîd-i
Şirvânî’nin[344]
(k.s.) Allah Teâlâ’nın emriyle Şirvan’dan Rum diyarına gelmesidir.[345]
Allah Teâlâ, dilediğini yapmaya muktedirdir. Bazen hastayı doktorun kapısına
bazen de doktoru hastanın kapısına gönderir. Bu taliplerin ve sadıkların
halleri kendilerini tecellilere hazır hale getiren Allah’ın mükemmelliği
sayesindedir. Kirbâ- sî ve Şirvânî’nin yaşadıkları ancak Allah Teâlâ’nın
ikramıdır.
Şemseddîn-i Tebrîzî (k.s.) ve Mevlânâ (k.s.) da
aynı bu şekilde buluşmuşlardır. Tebrîzî, keşf, kemâlât ve kerâmet sahibi Baba
Kemal[346]
ile karşılaştığında Baba Kemal başını öne eğip bir müddet mânâ âlemine
daldıktan sonra başını kaldırıp şöyle demiştir: “Ey Şemseddîn! Muhakkak ki
Allah Teâlâ, senin terbiyene âlim ve fâzıl bir kimseyi verecek ki bu kişi
ashâb-ı enfâstandır.[347]
İnsanların hepsi onun marifet
nehrinden içecekler. Afakta meşhur olacak,
ledünnî ilimlerde herkesi geride bırakacak ve kapalı ifadeleri açacak.” Şems,
“Bu adam nerededir?” dedi. Baba Kemal, “Ara, bul!” cevabını verdi. Şems, bu
gaye ile yola çıktı ve üç yıl yeryüzünde dolaştı. Aradığını Konya’da buldu:
Celâleddîn-i er- Rûmî (k.s.). İkisi birbirlerini bulmuş ve Şems bir nazar ile
Celâleddîn er-Rûmî’yi (k.s.) tekmil etmiştir.
Burada anlatılmak istenen bir hakikat var:
Evliyanın nefesleri ve sözleri yalancı çıkmaz ve çelişmez. Kudsî hadiste şöyle
buyurulur: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda
sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden
bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır,
korurum.”[348]
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Kıssaya dönecek olursak, merhum demiştir ki;
“Allah Teâlâ, beni Şeyh-i Şirvânî’ye (k.s) kavuşturmakla ‘Anka-yı Mağrib’i[349]
avlamayı nasip etmiştir. Üzerime ay ve güneş doğdu. Muhabbet çoğaldı ve irade
güçlendi. Akrabalarım ve
ailem onun bereket ve cezbesine ulaşsın
düşüncesiyle Şir- vânî’yi (k.s.) beldem Zile’ye davet ettim. Daha önce ben çeşitli
beldelerde vaaz eder, talebe ve çocukları okuturdum. Akranlarım ve benzerlerim
arasında hususi bir yere sahiptim. Meydanda büyüklenerek dolaşırdım. Şeyhim
Zile’de bir müddet bulunduğunda bana vaaz, nasihat ve dersi terk etmemi
emretti. O esnada beldemizden ve dışardan yaklaşık otuz talebem vardı. Bana
inzivaya çekilmemi, susmamı ve sükût üzere bulunmamı, Allah Teâlâ’yı zikir
dışında konuşmamamı ve avamdan uzak durmamı emretti. Bundan sonra sükût ve
konuşmamayı tercih ederek ayak ve ibrik hizmetine başladım. Günlerden bir gün
kasabanın ileri gelenleri toplanmış halde bana geldiler ve şunları söylediler:
‘Senin işine hayret ediyoruz. Sen bize nasihat
ediyor, dinimizi bize öğretiyor ve çocuklarımıza hocalık yapıyordun. Bu ne
haldir? Herkes sana hizmet ederken ve sen başta otururken (şimdi) ne dediğini
anlamadığımız birisinin ayak ve ibrik hizmetlerine bakıyorsun?’ Onlara şöyle
cevap verdim: ‘Allah Teâlâ size rahmet etsin, ey kardeşlerim, ey dostlarım! Siz
benim ilmimi ve kemalimi biliyorsanız, böyle bir zata sebepsiz yere hizmet
etmediğimi de bilirsiniz. Çünkü onda büyük bir lâhûtî cevher, galip olan bir kuvvet
ve ilim var. Onda benzeri görülmemiş öyle hâllere şahit oldum ki, ilmimin onun
ilmine nispetle denizden bir damla şeklinde, cevherimin ise onun cevherine
göre inciye nispetle kum gibi olduğunu anladım. Yemen akiki gibi olan sıradan
taşımla onun paha biçilmez cevherini bir arada dizmek, ilmimi onun ilmine
ulaştırarak iki denizin kavuştuğu gibi yapmak istedim.’ Bu cevap üzerine
şaşırdılar ve ‘Bu şeyh böyle bir mertebede midir?’ dediler. Ben de ‘Evet,
hatta daha da fazladır.’ dedim. Sonra Allah Teâlâ’ya yöneldim ve samimi bir
şekilde niyetimi yeniledim. Kalbimden hevesleri çıkardım. Böylece gayretli ve
iştiyaklı bir sâlik oldum.”
Takrîb
“Ey sıdıkklar! ‘Siz, bizler talipler, rağıplar
ve sâlikleriz.’ diyorsunuz. Talibe talep ettiği, rağıba rağbet ettiği ve sâlike
de sülûk ettiği bir şey gerekir. İstenilen, rağbet edilen ve sü- lûk edilen şey
nedir?” dediler. Gerçeğin ortaya çıkması için Allah Teâlâ’nın yardım ve tetkiki
ile deriz ki, maksadımız Allah Teâlâ’dır. Allah ismi, ilahî isimlerden
birisidir. İsimlerden maksat ise müsemmalarıdır. Müsemmadan kastedilen ise
ikilikten uzak (mücerret,[350]
münferid[351]),
ikilik düşü- nülmeksizin gaybî hakikat olan zâtü’l-ehadiyyedir. O, mekân ve
keyfiyetten yüce, nerede ve nasıl olduğu tasavvur edilemeyen nihayetlerin
nihayeti, gayetlerin gayeti ve cem’in cemidir. İlimler ve akıllar oraya
ulaşmaz. Fehim ve anlayışlar burada hayrette kalmıştır. Ancak “İşte bu, Allah’ın
lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir”[352]
âyet-i kerimesi gereğince dilediğine kudretiyle lütfeder. Bu makama dair
konuşanlar ancak gizli işaretler ve ince remizlerle bu makamdan
bahsedebilirler. “Gözler onu idrak edemez. O, gözleri idrak eder.”[353]
Bu âleme “Lâhût Âlemi”, bu âlemin ehline de “Ehl-i Lâhût” denir. Bu âlemin
aşağısı “Tevhîd-i Sıfat”tır ve âlemi “Ceberût Âlemi”dir. Bu derecede olanlara
“Ehl-i Ceberût” denir. Bunun altında “Tevhîd-i Ef’âl” vardır ki âlemi “Melekût
Âlemi”dir. Bunun altında ise “Mülk Âlemi” vardır. Burası “Cisim” ve “Müşâ-
hedât” âlemidir. Bu âlemin sakinlerinin sıralanan üç âlemden nasipleri yoktur.
Sülûkleri, talepleri ve hazları yoktur. Bu âlemin ehli olanlar, zahirî
ibadetler ve akılla anlaşılabilen
meselelerle yetinirler. Bu kimseler âlim ve
salih kimselerdir. Bunlar, ebrarların[354]
efendileri, ashâb-ı yemin[355]
ve ahyar- dan[356]
sayılırlar. Mülk Âlemi’nin aşağısı “Nâsût Âlemi”dir. Bu âlemin ehli, Allah
Teâlâ’nın kitabında dile getirdiği sahih inanç ilkelerine bağlı müminler de
olsalar, bunlar, emirleri yerine getirmez, yasaklardan alıkoymazlar. Onlar,
şehvetleri ve tabiatlarının/nefislerinin istediği şekilde/dilediği şekilde
inanırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın kitabında bildirdiği sahih itikatla iman eden
müminler olsalar da acizlik, fısk ve günahlardan dolayı zulüm
içerisindedirler. Onlara hakiki inayet yetişirse iman ile hayatlarını sona
erdirebilirler. Onların affedilip edilmeyecekleri, Allah Teâlâ’ya kalmıştır.
Dilerse onları fazlı ve keremiyle affeder, dilerse dilediği şekilde dilediğine
adaleti ve hakkaniyetiyle azap eder. Sonra fazlı ve keremiyle onları ateşlerden
cennetlere çıkarır. Onlardan ma- siyette[357]
inat edenleri, kötü son beklemektedir ve onların hataları onları kuşattığı
halde onlar cehennemde ebedi kalırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sonra
fenalık yapanların akıbetleri, Allah’ın âyetlerini tekzip etmeleri (yalanlamaları)
ve onunla alay etmiş olmaları sebebiyle çok kötü oldu.”[358]
Bir başka âyet-i kerimede de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Hayır
(sandığınız gibi değil), kim, günah ka-
zanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte
onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.”[359] Bu âyet-i kerimelerde dile getirildiği gibi,
Allah korusun, bu kimseler hayatlarını küfür ve şekavetle sona erdirirler.
Onlar “Ashâb-ı şimâl”den[360]
olan kimselerdir. Onlar azapta ebedi kalırlar. Bu, Allah Teâlâ’nın adaletinin
gereğidir. Allah Teâlâ, Kebîr[361]
ve Müteâl’dir.[362]
“Allah’ım! Gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana sığınırım.”[363]
Size, “Diyorsunuz ki, makamların en yücesi,
Tevhidü’z- Zâti’l-İlâhiyye’ye ulaşmak diyorsunuz. Evet, bu çok güzel ve
mutluluk verici bir haberdir. Fakat buna ulaşmak mümkün mü? Kul nerede
Rabbü’l-erbab[364]
nerede?” denilirse ben derim ki: “Siz ahiret yurdunda, bekâ ve safâ yurdunda,
beşer hükmü ve tabiatının yok olması ve fenâ ile Allah Teâlâ’nın görüleceğine
inanıyorsanız, cefâ âleminde neden bu mümkün olmasın? (Sûfîler) cihadın her
türlüsünü yerine getirip hakkını vermek için çeşitli riyazetler ve meşakkati
tercih et-
mekle mücahede yaptılar. (Onlar) yeme-içmeyi
terk etmek, süs, şöhret, güzel görünme ve dünya malı biriktirmeye meyletmemek
suretiyle temiz olana ulaşmak için sabrı kuşandılar. (Yine onlar) zenginliğe
karşı fakirliği, rahatlığa karşı meşakkati seçerek aşk ateşiyle vücudun
çeşitli tasallutların- dan[365]
kurtuldular. Taşlardan kaleler yaparak hayatlarını mekruh görülen hususlardan
dahi temizledir ki, bunu nefs ineğini ve hayvanî sıfatları boğazlayıp onları
öldürerek, şe- riat-i Muhammediyye’ye uygun davranarak himmet bıçağı ve
mücahede kılıcıyla bu kötü sıfatları öldürmek ve şeytanî sıfatları kovmakla
yaptılar. Onlar, Cemâl ve Celâl ashabıdırlar. Onlar, zorunlu ölüm gelmeden
önce ihtiyarî ölümle nefislerini öldürdüler. Muhakkak ki onların kıyameti
dünyada kopmuştur ve onlar ebedî hayatın dirileri olmuşlardır. Onlar, aşkın
şehitleridirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ve Allah yolunda
öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) diridirler Rablerinin
katında rızıklandırılırlar.’[366]
Onlar, övülmeye lâyık ahlâk ile ahlâklandıktan, razı olunan sıfatlarla
donandıktan, Allah Teâlâ’nın zikriyle kalpleri mutmain olduktan, çeşitli
ibadetlerle bâtınları aydınlandıktan ve kötü huyları iyi huylara dönüştükten
sonra onlar, gönüllerindeki rahatlık ve parlaklık ile gayret sahibi olurlar.
Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, renkler ve şüpheler onların kalp aynasından
silinir. Sonra kudsî ruh ile dolaşır ve Ceberût Âlemi’ne yükselirler. Böylece “Kâbe
kavseyni ev ednâ”[367]
makamına ulaşmış olur. Sonra, Allah Teâlâ’nın dilediği yere,
dilediği kadarına… Onlar, Allah Teâlâ’da fânî
olurlar ve Allah Teâlâ’da bâkî olurlar. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu
duymadın mı?: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu
(Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz
Mescid-i Ak- sa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla
işitendir, hakkıyla görendir.”[368]
Ümmetin kendisine uyduğu Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) için
gerçekleşen şey, ümmeti için de gerçekleşmiştir. “Her davet edici, gördüğü ve
ilmiyle ulaştığı şeye davet eder.” gerçeğinden dolayı bu böyledir. Ancak
dünyada bu görme fiili, baş gözü ile değil basiret gözüyle olur. Bunu iyi
anla!”
“Sulûkün fayda ve neticesi ve vusulün alâmeti
nedir?” diye sorulursa biz deriz ki: “Hakiki yakînî marifeti tahsil etmiş
olursun. Burada kul, nefsini acizlik, noksanlık, zafiyet ve hüsran ile bilir.
Buna karşılık Rabbini kudret, kemal, bekâ ve gufran ile bilir. Burada Hak
Teâlâ’nın satveti,[369]
azameti[370]
ve heybeti zâhir olur. Kul, Hakk’ın itaatine, muvafakatına,[371]
emirlerine hürmete, yasaklarından kaçınmaya ve azametine zaruri olarak
bağlanırsa bu halleri tecrübe edebilir. Kul, Rabbinin kapısına yapışarak gece
ve gündüzler boyunca kalbinde bir ıstırap, meşakkat ve yorgunluk duymadan Rab-
binin işaretini beklemeye başlar.”
“Rabbine candan tövbe ile yönelen, kurbiyet
elde eden bu kula bunun ne faydası var?” diye sorulursa şunu söyleriz: “Bu
durumun kula birçok fayda ve yardımı vardır. Çünkü kul, bu yüce makama
ulaştığında Allah dostlarından olur.
İşlerinde Allah Teâlâ ona vekil olur ve
işlerinde Allah Teâlâ ona yeter. Bu kulun, bütün âzâlarında Hakk’ın kudreti
ortaya çıkar. Kul, Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar. Allah Teâlâ ile işitir ve
Allah Teâlâ’dan konuşur. Allah Teâlâ ile tutar ve Allah Teâlâ ile yürür. Allah
Teâlâ’nın şu sözlerini duymadın mı: ‘(Savaşta) onları siz öldürmediniz,
fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.
Müminleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı.
Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”;[372]
“Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların
ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a
verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.’[373]
Durum böyle olunca onlara düşman olana Allah Teâlâ düşman olur. Onlarla
çekişenlere Allah Teâlâ karşılığını verir. Onlara savaş açanlara Allah Teâlâ
savaş açar. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’dan şunu
naklet- miştir: ‘Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan
ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz
kıldığım (aynî veya kifâye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle
yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun
işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi,
konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma
talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin
kulumun ruhunu kabzetme- deki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: O ölümü
sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.’[374]
Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı: ‘Fakat (kişi Al-
lah’a) yakın olanlardan ise, Ona rahatlık,
güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. Eğer o sağdakilerden ise, “Ey sağdaki!
Sana selam olsun!’[375] Onlar, yüce arşın mahremlerin- dendirler.
Hikmet hazinelerinin ve kadim ilmin sahiplerin- dendirler. Hakîm olan Allah
Teâlâ’nın seyrine vâkıftırlar. Ulvî ve süflî (gök ve yerde, iç ve dışta)
tasarrufta bulunurlar. Her zaman Allah Teâlâ’nın yardımı onlara bahşedilir.
Onlar için isim ve resim kalmaz. Allah Teâlâ’nın hikmeti altında tam bir
mahviyyet içerisindedirler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’da Allah Teâlâ ile bâkî
olmuşlardır. Bu devletten daha büyük devlet ve izzet, bu nimetten, bu ikramdan
daha büyük nimet ve ikram olur mu? Bu makama ulaşan kişi sultanların sultanı,
Allah Teâlâ’nın yerlerdeki halifesidir.
“Ashâb-ı Yemin ile sülûk görmeyen
es-Su’adâu’s-Sâlihîn arasında kaç derece vardır?” denilirse şöyle cevap
veririm: “Bunu şu iki kişinin hâline benzetebiliriz. Birisi garip, fakir,
yatacak yeri ve ona bakacak kimsesi olmayan bir kişidir. Yüzü toprak, elbisesi
kir içerisindedir. Bu kimse ölse, kimse onunla ilgilenmez. Diğeri öteden beri
nesilden nesle kavmi- nin önde gelenidir. Sultanlar ve devlet erkânı ona ilgi
gösterir. Başında devlet tacı bulunur. Sağlıklı, güzel yüzlüdür ve konuşması
düzgündür. Üstünde asaletin izi, belinde şöhret kılıcı, parmağında kuvvet
yüzüğü vardır. Çeşitli nimetlerle dolu sofrası herkese açıktır ve cennetten
çıkmış gibi hizmetçilere sahiptir. Herkes ona güvenir ve iltifat eder. Her
yerde sözü geçer ve hatırı sayılır. İşte bu iki şahıs arasındaki fark bize
sorulan iki sınıf arasındaki fark gibidir. ‘Bu ikisinin örneği bir olur
mu?’;[376]
‘Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.’[377]
Ebrarın derecelerini nispetle tecelli-
yat ashâbının mertebelerinin hakikati yazı ile
anlatılamaz ve bunun derinliklerine inilemez.”
Fasıl
Vuslata ermenin birçok yolu vardır ve bu
yolların fürula- rı[378]
sonsuzdur. Böyle olsa da bu yolların en sağlamı, ilme en uygun ve gerekli olanı
şunlardır: Öncelikle Allah Teâlâ’nın kitabı, Hz. Peygamber’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) sünneti ve şimdiye kadar geçen ehl-i sünnet ve’l-cemaatin
üzerinde ittifak ettiği inanca sahip olmak. Sonra irşad ehli bir mürşidin
elinde tövbe etmek. Sonra kişinin geçmişine pişman olması. Sonra Allah
Teâlâ’ya beklentisiz bağışlanma talebiyle yönelme ve O’nun (c.c.) rahmetini
umma. Daha sonra geçen ömründe eksik bıraktığı hususları tamamlama. Gösteriş
ve desinler beklentisi olmadan samimi bir niyet. Sonra şeyhinin izniyle, Allah
Teâlâ’nın zikri ve zaruret halinin dışında kişinin susmayı tercih etmesi. Sonra
doğru söylemek ve sözü ölçülü kullanmak. Edep, hayâ, vakar, devamlı abdestli
olmak ve az yemekle istikâmet sahibi olmak. Haram yememek, içmeyi ve uykuyu
azaltmak. Tam bir teveccüh ile Allah Teâlâ’ya yönelmek. Gizli bir şekilde
zikri çoğaltmak. Kalbi, Allah Teâ- lâ’ya sağlam bir şekilde bağlamak. Özellikle
seherlerde uyanık olmayı çoğaltmak. Çünkü seher vakti, çok tövbe eden ve ebrar
sınıfında olanlar için bir istiğfar ve bağışlanma dileği ve bir münacat,
yalvarma ve dua vaktidir. Kişi, iki dizi üzerine kıbleye karşı dönerek
gözlerini kapatmalı, Allah Teâlâ’yı dost edinip halktan hatta aile fertlerinden
dahi uzaklaşıp sürekli kalbini yoklamalıdır. Nefs ve şeytan düşmanlarını
gözetim altında tutarak, kalbini vesvese ve şüphelerden uzaklaştırarak, tevazu
ile bazen ağlayıp bazen dua ederek vaktini geçirmelidir. Abâ[379]
elbise giyerek, daima ab-
destli olup namazları cemaatle kılmaya özen
göstermelidir. İşlerini ciddiyetle görmeli ve ne yaptığının farkında olarak
davranmalıdır. Çünkü samimi sâlik azimet[380]
ehlinden olmalıdır. Azimet ehli için müstehap[381]
sünnet, sünnet vacip, vacip ise farz olur. Farzın değeri ona göre kıyaslansın.
Çünkü bunlar fetva ile değil takva ile hareket ederler. Bu kimselerde ruhsatla
amel etme durumu olursa bu kimseler havada uçarken kanadına ok değip yere düşen
kuş gibi olurlar.
Tembih
Bazı kimseler sadece şekil itibariyle, bir
elinde tespih, diğer elinde asaya dayanmış halde abâ elbiseler giyerek kendilerini
olgun, kurtuluşa ermiş, keşif ehli şeyhlerden sayarlar. Hâlbuki onlar, dış
görünüşlerinin aksine iç âlemlerinde herhangi bir olgunluğa sahip değillerdir.
Bunlar, gündüzleri oruç tutmaz, geceleri teheccüde kalkmaz, namaz kılmazlar.
Bütün gece uyurlar. Onlar, hayvanların yediği gibi yerler. Bilmeyenler, onları
hürmetkâr kimseler sanır. Bil ki, onlar avamdan kimselerdir. Allah Teâlâ’dan
tam bir feyz alamazlar ve O’nun nimetlerine nail olamazlar. Onlar, kendisine
ve bir başkasına faydası olmayan kimselerdir (ehl-i liâm). Allah Teâlâ,
muhterem evi Kâbe’nin hürmetine bu günahtan ve kendini beğenmek hastalığından
bizleri korusun.
“Bu uzun yolda sıddıkların azığı, merkepleri,
kamçıları, binitleri[382]
ve silahları nedir?” denilirse şöyle deriz: Onların
azığı takvadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Azık
alın. Azıkların en hayırlısı takvadır.”[383]
Onların merkepleri himmettir. Kamçıları aşk, şevk ve safâdır. Yoldaşları Allah
Teâlâ’nın tevfikidir.[384]
Silahları zühd ve hidayettir. Elbiseleri, ilim ve ameldir. Kandil ve ışıkları
Esmâü’l-Hüsnâ’dır. Sözleri, Allah Teâlâ’ya yalvarmalarıdır. Bu manevî yükseliş
yolculuğuna “es-Seyr ilallâh” denir. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bizi,
bu mukaddes yolculuğun kıyısına varmakla rızıklandırsın.
Kıssaya geri dönecek olursak, merhum üstadım
derdi ki; “Üstadımın emriyle ihlas ve gayretle mücahedeye[385]
uzun bir süre devam ettim. Bir müddet sonra kötü sıfatların kökü benden gitti
ve onun yerine övülmeye lâyık sıfatların kökü geldi.”
Takrîb
Kötü sıfatların kökleri, en büyük kötü sıfat
olan küfürden sonra kibir, ucb, haset, şehvet, heva, hırs, tûl-i emel, öfke,
cimrilik ve şekâdır. Övülmeye lâyık sıfatları kökleri ise şunlardır: Tevazu,
ihlas, şehveti terk etmek, cömertlik, kasr-ı emel, kanaat, hilm, rıza ve
benzeri.
Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım derdi
ki: “Kalbim Allah Teâlâ’nın nuruyla nurlandı ve Allah Teâ- lâ’nın zikriyle
mutmain hale geldi. Öldükten sonra hayat bulmuş, körlükten sonra gören,
sağırlıktan sonra işiten, ah- raz[386]
olduktan sonra konuşan, cehaletten sonra âlim olan, küçük olduktan sonra
büyüyen, deli olduktan sonra akılla-
nan kimse gibi oldum. Böyle olunca kalp hayatım
değişti. Kalbimden hikmet pınarları fışkırdı. Kalbim tertemiz bir hayat buldu.
Kalbim, büyük lezzetten, hazdan sonra vecd buldu. Vatanımdan uzaklaştım,
akranlarımdan kaçar oldum. (Yaptığımı) Allah Teâlâ için yaptım, Allah Teâlâ ile
seyr ettim, Allah Teâlâ ile hareket ettim. Eşyaların aslî suretleri kalp
aynama hakiki halleriyle yansıdı. Kalbim türlü türlü nimetlerle süslenmiş bir
mescide döndü. O mescitte bulunan mihrap ve minberden gaibin sesleri vaaz eder
ve kötülüklerden alıkoyar hale geldi. Kalbim misk kokulu çeşitli çiçekler ve
ağaçlarla bezenmiş, seherde bülbülleri nağme eden bir bahçe haline geldi. Bu
makama ‘Kalp Makamı’ denir. Bu makam, ilham ve Allah Teâlâ ile iş yapma
makamıdır. Burada ruhun nuru kalbe, kalpten nefse, nefsten vücudun diğer
azalarına yansır. Bundan dolayı beden ibadetler, cömertlik, iyilik, ihsan ve
hayırlar yapma ile huzur bulur. Sâlik, bu hale ulaştığında ‘et-Tevhîdü’l-Ef’âl’
ehlinden olur.”
Merhum demiştir ki: “Bundan sonra ilerledim ve
ulaştığıma ulaştım. Nail olduğuma nail oldum.” (Merhum bu ifadesiyle)
“Tevhîdü’s-Sıfât” sonra “Tevhîdu’z-Zât”a ulaştığını söylemek istemiştir.
Tevhîdü’l-Ef’âl ve Tevhîdü’s-Sıfât makamında sâlik, amel ve fiillerden meydana
gelen her şey, insan ve hayvandan ortaya çıkan süflî ve ulvî sıfatlardan olan
her şeyin Allah Teâlâ’dan olduğunu idrak eder. Çünkü Mülk O’nundur, O’nun
ortağı yoktur. O, “el-Vâhid” ve “el-Kah- hâr”dır.[387]
Sâlikin sülûku bu makama gelince sâlik, hizmet ve ibadetlerin edepleriyle
hemhal olur ve bu vazifeleri huşu, hudu, vakar ve tazim ile yapar.
Hz. Ömer’den (r.a.) rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygam- ber’e (salla’llâhu aleyhi ve sellem) imandan sorulduğunda O (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberleri-
ne, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere,
hayrına ve şerrine iman etmendir.” “Bana İslâmdan haber ver”, denilince Hz.
Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem): “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına
ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâ- det etmen, namazı dosdoğru
kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç
yetirebilirsen Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir.” buyurmuştur. Sonra “Bana
ihsandan haber ver.” denilince “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk
etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” cevabını
vermiştir.
Sâlik, bu makama ulaştığında eşya ona ayna
olur, Allah Teâlâ’yı görmesinin dışında bir şey görmez. (Sadece Allah Teâlâ’yı
görür.)
Tembih
Zamanımızda haller böyle değildir. Çokları,
Allah Teâ- lâ’yı muhalefet ve cefa ile bilirler. Muvafakat[388]
ve safâyı terk ederler. Onlar, horozun yem yemesi gibi namaz kılarlar. Sanki
onlar, namaz kılmayı bir suç gibi görürler. Hızlı namaz kılarlar, rükûu tam
yapmazlar ve secdeyi çok hafif tutarlar. Onların, böyle çirkin bir şekilde
namaz kıldıklarını görürsün ve onlara, “Kalk, namazını yeniden kıl. Sen namaz
kılmadın.” dersin.
Mevzumuza dönecek olursak, kişi bundan sonra
‘Tevhî- dû’z-Zât’ makamı olan ‘Hakkü’l-Yakîn’e yükselir. Sâlik bu makama
ulaştığında, Allah Teâlâ’da fânî olur ve Allah Teâlâ ile bâkî olur. Bu makama
“el-Lâhût” denir. Biraz önce geçtiği gibi burası beşinci makamdır.
Fasıl
Sâlikin sülûkü, Tevhîd-i Sıfat’a ulaştığında
yol gösterici şeyhinin ona hırka giydirmesi, seccade, ibrik ve asa vermesi
caiz olur. Çünkü sâlik bu makamda
“rûhu’l-eclâ”dan[389]
gay- bî manâları ve rabbanî feyzleri almaya hazır hale gelmiştir. Ve o, irtidâ’[390]
ve irtidattan[391]
korunmuş bir halde daha yüce mertebelere yol alır. Sâlik, bu makama ulaşmaz ve
er-Rû- hu’l-Kuds’e nüfuz edemezse ki bu durumda Nefs-i Levvâme âlemindedir, o
sâlike hilafet (duası yapılmaz) verilmez. Bu haldeki sâlik, yakınlık elde
etmesi ve alışkanlık haline getirmesi gereken şeylere uzak olduğundan
irtidattan emin olmaz. Mevzunun haricinden bu hali anlatacak bir örnek vermek
gerekirse bir kimse vahşi bir kuş tutup ona avlanmayı öğretir. Fakat sahibi onu
avlanırken tamamen bırakmaz. Tamamen bırakırsa sahibine dönmeme ihtimali
vardır. Ava bırakılacağı zaman kaçmasın diye kuşun ayağını bağlar, ipin diğer
ucunu da kendi koluna bağlar. Buna dikkat et. Biz, asa ve seccadeye sarılıp,
zikir ve ibadeti terk eden, avam ve âdetlerle yaşayan, alelâde insan mevkiine
düşen birçok örnek gördük.
Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım derdi
ki, “Safâ ve lezzet üzere bu hallere sarılıp mücahedeye devam ettiğimde
yaklaşık altı ay içerisinde kalbim nurlandı. Marifet gözleri akmaya başladı.
Allah Teâlâ’dan misafirler kalbime indi. Bir gün şeyhimle birlikte Cami-i
Kebir’e gitmiştik. Bana emrettikleri için susuyordum. Tahiyyetü’l-mescid namazı
kıldım ve kalbimden ‘Şeyhim bana vaaz etmemi teklif edecek.’ düşüncesini
geçirdim. Sonra kendi kendime, ‘Bu nasıl olur? Altı aydır ders ve ilimle meşgul
olmayı terk ettim. Kalbimde bilinen ve meşhur olan hiçbir şey kalmadı. Şeyhim
bu durumu biliyor. Bu imkânsız durumu bana teklif etmez.’
dedim. Sonra ‘Elbette bana bu teklifi bana
şeyhim yapacak.’ şeklinde kalbime düşünceler doğdu. Ben kalbimle bu şekilde
mücadele ederken şeyhim, ‘Ey Şems! Minbere çık.’ buyurdular. Ben dizlerine
kapandım ve ‘Efendim! Kalbimde bir şey yok ki’ dedim. Gerçekten de durum
böyleydi. Aslında nerede olursa olsun ilimde derin ve faziletli nice kişiler
şeyhimin yanında, onun deryalar genişliğindeki lâhûtî derinliği karşısında
mağlup olurlardı. Sonra ‘Elbette çıkacaksın.’ buyurunca sanki tepemden kaynar
su döküldü, başım döndü, gözlerim karardı. Zorunlu olarak, emre muhalefet
etmemek için yıkıla devrile kalktım ve bin türlü zorlukla minbere çıktım.
Fatiha’yı okudum. Sonra gözlerimi açtım ki, hemen önümde daha önceden tanıdığım
bir kimseyi gördüm. Hemen bir ha- dis-i şerif hatırıma geldi. Kalbim harekete
geçti, açılmaya başladı ve inşirah buldu. Bu hadis-i şerif şu âyet-i kerimede
dile getirilen hakikatin ortaya çıkmasına sebep oldu: “Görmedin mi, Allah
güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe
yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini
verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”[392]
Sonra dua ettim ve minberden indim. Şeyhim bana
bereket ve hayır için dua etti ve şöyle dedi: ‘Amacım, bu zamana kadar seni
ders ve nasihatten alıkoymaktı. Bununla amacım sana hayır kapılarının açılması
ve bu şekilde Fatiha Sure- si’nin sırlarına mazhar olmandı. İlm-i lâhûtî ile
şeksiz ve şüphesiz bir şekilde sözünün ve fiillerinin dosdoğru olması, kîl u
kâle ve kitaba ihtiyaç duymadan açık bir hikmet ve ilimle hareket etmen
içindi.’ Bu olay, Şeyh-i Şirvânî Hazret- leri’nin kerametlerindendi. Tam da
dediği gibi oldu. Allah
Teâlâ, ‘Kebîr’ ve ‘Müteâl’dir.[393]
Celâl ve Cemâl sahibi Allah Teâlâ, O’na (k.s.) rahmet eylesin.”
Faydalar
Birincisi, burada ehl-i temkine işaret vardır.
Onların işleri, yakîn (ayn-ı yakîn) gözüyledir. Onlar, işlerin sonunu baştan
görürler. Merhum amcam şöyle demişti: “Daha önce anlatıldığı gibi, kasaba
halkı beni kınamıştı. ‘Efendi olduktan sonra köle oldun’ demişlerdi. Onların bu
sözleri Şeyh-i Şirvânî’ye ulaşınca, bana şunları söylemişti: ‘Kasaba halkının
sana şöyle şöyle dediğini duydum. Onların sözlerine aldırma. Onlar sağlarını
sollarını ayırt edemeyen cahillerdir. Ben sende bir istidat, kabiliyet, zekâ ve
ince bir anlayış görüyorum. Fakat ilim ve vaaz seni tabiatından
uzaklaştırmıştı. Senin bu halin bize göre, elinde levhası renkli, çeşitli
mürekkeplerle ve türlü yazılarla dolmuş, temiz ve beyaz yeri kalmamış bir karalama
tutan mektep çocuğuna benziyordu. Böyle bir kağıda Allah Teâlâ’nın kötülükleri
yok eden Esmâü’l-Hüsnâ’sından bir isim yazman mümkün müdür? Bu halinin ve
sıfatının ilahî nurlar ile mücahededen sonra değişmesini ve o temiz sayfaya
Allah Teâlâ’nın İsm-i Azam’ını yazmayı istedim. Bundan dolayı ders ve vaaz,
ibadetlerin en üstünleri oldukları halde ders ve vaazı terk etmeni istedim.
Çünkü Yüce Rabbin yanında ebrarın hasenatı mukarrabinlerin seyyiesi- dir. İş,
halin faydasında istediği gibi meydana gelmiştir.”
İkincisi, merhum üstadımın sözlerinde
talebelerin üstatlarına hangi hususta olursa olsun karşı gelmelerinin asla
caiz olmadığı hususu anlaşılır. Özellikle kâmil bir şeyhe karşı gelmenin caiz
olmadığına işaret vardır. Çünkü şeyhler, müritleri üzerinde anne babadan daha
sağlam, daha güçlü ve daha büyük hakka sahiptir. Hatta bazı kimseler, “Bir
kimse
kâmil bir şeyhe görüntüde tabi olur da bâtınen
ona muhalefet ederse dervişlerin bulduğu manevî zevk ve onların meşreplerinden
hiçbir şeye asla ulaşamaz.” demişlerdir.
Üçüncüsü, Allah dostlarının Allah Teâlâ’nın
nuruyla baktıklarına işaret vardır. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: “Müminin firasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın
nuruyla bakar.”[394]
Buradaki müminden maksat, ‘el-vâsıl, el- kâmil’[395]
olan mümindir.
Dördüncüsü, Şeyh-i Şirvânî Hazretleri’nin
(k.s.), Şem- seddîn-i Sivâsî (k.s.) için susması ve sükût etmesi için belli bir
zaman ve belli bir süre belirlememesidir. Bilakis Şeyh-i Şir- vânî (k.s.),
Şemseddîn-i Sivâsî’ye (k.s.) mücahede ve riyâzâtı emretmiştir ki, bununla onun
içini boşaltıp sonra altı ay içerisinde tecellilerle doldurmuştur. Bundan
anlaşılmaktadır ki, belli bir zaman belirlemek şart değildir. Çünkü talip ve
sadıklardan bazısına bu sırlar bazen bir yılda bazen iki yılda bazen de Allah
Teâlâ’nın dilediği bir vakitte açılır. Sırlar, onlardan bazılarına istidat ve
kabiliyetleri ölçüsünde daha önce aşikâr olur. Bu hal, bazıları için ise bir
bakışla bir mübarek vakitte gerçekleşiverir. Çünkü kabiliyet için belli bir
zaman belirle- nemez. Bazı kimselerin cevherleri/asılları temiz ve saf olur.
Cevheri saf ve temiz olduğu için mazhariyeti çabuk olur. Mazhariyetin geç
olmasından dolayı eş-şeyhü’l-kâmil kınanmaz. Nitekim sanat şubelerinde
ustaların yanındaki talebelerden bazıları sanatı kısa sürede öğrenir ve usta
olur, bazıları ise ancak uzun bir süre sonra mesleği öğrenir.
Anlatılır ki bir adam ticaret maksadıyla Şeyh
Necmüd- din-i Kübra’nın[396]
memleketine gelmiş. Bu kimse şeyhin gü-
zel ahlâkını işitmiş ve samimi bir niyetle onun
meclisine gitmeyi arzulamış. Şeyhin meclisine varmış ve can kulağıyla şeyhin
sözlerini dinlemiş. Şeyh, onun hasletlerini duymuş ve bir nazarla onu irşad
etmiş. Ona icazet yazıp vererek şöyle demiş; “Memleketine dön! Kavmini ‘Şekûr’[397]
olan Rabbine davet et!”
Tâcir, bunun üzerine şeyhin elini öpmüş ve
ticareti terk etmiştir. Böylece o kimse nur ehlinden olmuştur. Onun ticareti “Asla
zarar etmeyecek bir ticarete.”[398]
dönüşmüştür. “Kitaptan malûmatı olan biri, ‘Ben onu, gözünü kapayıp açmadan
önce sana getiririm’ dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce
şöyle dedi: Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için,
Rab- bimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur.
Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir,
cömerttir.”[399]
Anla ve gafillerden olma! Ya Rabbi! Bizleri salihlerin nazarlarıyla
halis olanlardan eyle.
Kıssaya dönecek olursak, merhum şöyle dedi:
“Sonra uzun bir zaman geçti. Bir gün şeyhimin bir elçisi geldi ve ‘Aziz, seni
huzuruna çağırıyor.’ dedi. ‘Nerde?’ dedim. ‘Beldenin kıble tarafında,
sahrada.’ dedi. Bunun üzerine süratli bir şekilde oraya gittim. Onu tek başına
gördüm. Terennüm
ediyor ve dönerek zikrediyordu. Oraya
vardığımda selam verdim ve mübarek elini öptüm. Beni, saadet, hilafet, asa ve
seccade ile müjdeledi. Mübarek ayaklarına kapandım. “Eğer sana bir hayır
dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur.”[400] “O’nun
hükmünü bozacak hiçbir kimse yok- tur.”[401]
O, ‘Fettah’[402]
ve ‘Vehhâb’tır.[403]
Allah Teâlâ, sana hayır ve doğruyu öğretir. Müstetab[404]
hitabı sana duyurur’ dedi, hayır ve bereket için bana dua etti. Allah Teâlâ’ya
hamd olsun, rahmet ve birçok hayır indirdi. Sonra, Allah Teâlâ’nın kullarını
Allah Teâlâ’ya davet ettim. Allah Teâlâ, gönüllerdeki boyunduruk ve kadın
hastalığından gönülleri temizledi. Köy ve şehirlerde, Allah Teâlâ’ya teveccüd
ile irşadı gerçekleştiren O’dur. Şüphesiz Allah Teâlâ gözetlemektedir, dedim.
Bu şekilde bir zaman geçti. Bundan sonra Sivas
valisi, Allah Teâlâ onu şer ve vesveselerden korusun, Sivas’ta bilinen camiini[405]
yaptırınca oraya uygun ve yakışan âlim ve faziletli bir vaiz istemiş. Ona,
‘Şeyh Şemseddîn ez-Zilî, telif ve tahrir ehlinden Rabbânî bir şeyh ve nuranî
bir mürşiddir. Tefsir ve hadis naklinde, şiir ve tabir ilminde mahir
birisidir.’ denilmiş. Günlerden bir gün Sivas’a gitmiştim. Sivas valisi yanı-
ma geldi, bana ikramda bulundu, beni taltif
etti ve Sivas’a gelmem konusunda ısrar etti. Ben, ‘Kasabamla çok bağım var.
Değerli arazilerim, latif bahçelerim, akraba ve seçkin sevenlerim var.’ dedim.
Sonra paşa çok ısrar etti. Ben, ‘Benim çok büyük bir şeyhim ve yaşlı bir babam
var. Bu iş, onların olur demelerine bağlıdır.’ dedim. Şeyhime ve babama elçiler
gönderdi. ‘Kasabaya döndüğünüzde istihare edin.’ dediler ben de istihare yaptım.
Sonra tefekkür ettim ve şöyle dedim: ‘Hicret, peygamberler ve Allah dostlarının
sünnetidir. Sivas, benim beldemden mukaddes beldelere daha yakındır. Ha- san
Paşa’ya haber gönderdim. Bizi ve eşyalarımızı almak üzere deve ve katırlar
gönderdi. Kardeşim İbrahim Efendi ile birlikte Sivas’a doğru yola çıktık. Yolda
Hasan Paşa’nın görevlendirdiği kişiye ‘Sivas’ta nereye yerleşeceğiz?’ diye
sordum. ‘Hasan Paşa, size çok değerli ve mübarek, şehrin yeşillikler
içerisindeki bir Güdük Minare denilen bir mekânı tahsis etti.’ dedi. Mübarek
belde Sivas’a girip de bize tahsis edilen bu mekânı görünce çok eski bir
hatıram aklıma geldi. Çok zaman önce Sivas’a gelmiştim. O zaman Sivas’ın âlimleri
ve ileri gelenleri bu yeşil tepenin orada bulunan bir bahçede ikramda
bulunmuşlardı ki, bu bahçenin yanında Âl-i Selçuk’tan Sultan Eretna’nın[406]
oğlu Hasan Bey’in[407]
kabri[408]
bulunuyordu. Orada tatlı sular akan kaynaklar,
uzun ağaçlar vardı. Kalbim oraya kaydı. Kendi kendime şöyle dedim: ‘Bu beldede
olsaydım bu mübarek mahalleye yerleşirdim. Çünkü buranın havası mutedil, sabah
ve akşam esen rüzgâr, saba rüzgârına benziyordu.’ Yıllar sonra paşanın burayı
bize tahsis ettiğini görünce, el-Kavî[409]
ve el-Alîm olan Allah Teâlâ’yı tespih ederim, dedim. O, Semî[410]
ve Basîr’dir.[411]
Habîr[412]
olan Rabbim bana mülkü verdi. Geçen bunca zamandan sonra fazilet ve keremiyle
bu nimeti bana lütfetmesi kalbimi etkiledi. O, el-Kebîr’dir. Yerleşince burası
bizim için mübarek bir mekân oldu. Bütün irşad faaliyetleri burada gerçekleşti.
Hayırlı işlerimizin çoğu burada nihayete erdi; ilim bu mekânda yayıldı. Allah
Teâlâ, bereket lütfetti, birçok evlat nasip etti. Bu, Allah Teâlâ’nın hadsiz
ikramıdır. Her halde hamdin her türlüsü Allah Teâlâ’yadır. Lütuf ve nimete
şükrün karşılığı Allah Teâlâ’dandır. Şu anda, bu mübarek mekânda, muhterem,
kerem ve ikram sahibi, hareketleri İslâma uygun olan oğulları Hasan Çelebi
oturmaktadır. Ha-
san Çelebi, buraları tamir ettirdi ve yeni
yerler de ilave etti. Allah Teâlâ, onu doğru yolda salah ve sebat ile yaşatsın.
Fasıl:
Sivas’a Hicretten Sonra Yaşadıkları
Şunu bil ki, hazret Sivas’a hicret ettiğinde
Meydan Ca- mii’nde ilimleri yaydı ve insanlar onun meclisine çok ilgi
gösterdiler. Günden günde şöhreti yayıldı. İnsanlar Cuma günleri kalabalıktan
birbirlerinin sırtlarına secde ederlerdi. Halk ona büyük bir saygı ve hürmet
gösterdi. Kadınlardan olsun erkeklerden olsun halk onu çok büyük bir sevgiyle
el üstünde tuttular. Hazret, mübarek Ramazan ayında ve diğer zamanlarda 0/10571022:
0/1071071 okuturdu. Mübarek geceleri ihya ederdi. Her gün sabah namazından
sonra bir topluluk bir araya gelir Esmâü’l-Hüsnâ, Yâsîn-i Şerif ve diğer âyet-i
kerimeler okunurdu. Sonra halka dönülür, duhatü’l-kübra[413]
vaktine kadar zikir yapılırdı. Zikir esnasında kimisi aşk şarabına
dalar, kimisi neşe bulur kimisi de zikrin tesiriyle titrerdi. Sonra işrak
namazı kılınır, insanlar sanki sarhoş olmuş gibi dağılırlardı. Hasan Paşa,
Meydan Camii’nde her gün yapılan vaaz ve nasihat için rayiç bedeli olarak yirmi
dirhem ikram ederdi. Haftanın Cuma ve Pazartesi günleri özel vaaz ve sohbet
yapılırdı. Meydan Cami’nde ilk defa minbere çıkıp hutbe okuyan ve kürsüye çıkıp
vaaz eden Şemseddîn-i Sivâ- sî (k.s) Hazretleriydi. Caminin yapılış tarihini “Binâühû
le- mescidün üssise ale’t-takva” ifadesiyle büyük biraderi merhum Şeyh
Muharrem ez-Zilî (k.s)- onun menkıbesi ilerde gelecek- tespit etmiştir.[414]
Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri’nin bu camideki
vaaz süresi otuz dört yıldır. Bu camiye gelmeden önce ise on altı sene vaaz ve
irşadda bulunmuştur ki toplam elli yıl hizmet etmiştir. Hazret, yaklaşık
seksen yıl ömür sürmüştür. Hazret, Sivas’a geldiğinde nesir ve manzum
eserlerinin telif ve tasnifi ile meşgul olmuştur. Hazretin Sivas’ta on sekiz
telifi ve Zi- le’de de üç telifi vardır. Toplam yirmi bir eseri bulunur.
Eserlerinin sonunda devletine, idarecilerine, İslâm’a, kıyamete kadar gelecek
bütün Müslümanlara dua ederdi. Aynı şekilde, Sivas âlimlerine, fakihlerine,
ilmiyle amel eden din anlatıcılarına, takva ve amel ile istikâmeti düzgün olan
herkese dua ederdi. Salihlere, kullara, müritlere, tövbe edenlere, muhibblere,
verâ ve ihlas ile havastan[415]
olmaları için dua ederdi. Âşıklara ve çocuklara ilim, edep, yücelik, övgü ile
dua ederdi. Şehrin ileri gelenlerine havas hürmetine adalet, kerem ve barış ile
hükmetmeleri için dua ederdi. Şehirdeki fısk ve zulmetin gitmesi ve şehrin
bunlardan kurtulması için dua ederdi. Onun yanında olanlar edeple
davranırlardı. O, yaşayan ve vefat etmişler için bağışlanma diler ve onlar adına
hayır yapardı. Biz de şeyhimizden öğrendiğimiz gibi dua ederiz:
“Allah’ım! Onlar ve bütün mümin ve mümineler
için ister ölmüş olsun ister yaşayan olsun ister doğuda ister batıda ister
kuzeyde isterse güneyde olsunlar, dünyanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar,
yaptığımız dualarımızı kabul ey-
le. Şimdi duamız, bizden önce gelip geçmiş
nebiler ve salih- ler ve bizden sonra gelecekler içindir. Ey merhamet edenlerin
en merhametlisi, rahmetinle hepsini bağışla.”
Fasıl:
Bazı Kerametleri Hakkında
Hazretin bir kerameti şöyledir: Günlerden bir
gün beni davet eden bir köye gitmiştim. Döndüğümde ihvanlardan birisi bana şunu
söyledi:
“Şeyh, Pazartesi günü kürsüye çıktığında bir
hadis-i şerif nakletti. Tefsire geçtiğinde bir anda hali değişti; elleri
titredi, vücudu sarsıldı, gözlerini yumdu ve derin bir nefes aldıktan sonra
duvara yaslandı. Yüzü ve burnunun ucu bembeyaz oldu. Biz, ‘Rûh-ı şerîfi latif
bedenini kolaylıkla terk etti.’ dedik. Kimimiz ağlıyor, kimimiz “Muhakkak
ki biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz”[416]
diyorduk. Cemaat şaşırdı. ‘Bulunduğu yerden onu indirin’ dediler. Bizden
birisi, ‘Onu biraz orada bırakın’ dedi. Bir müddet bekledikten sonra nefes
aldı ve yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Mübarek gözlerini açtı. Sarhoş
gibiydi. Allah Teâlâ’ya şükrettik ve onu bulunduğu yerden tazim ve hürmetle
indirdik. Fakat hiçbirimiz ona bu halden sormaya cesaret edemedik.”
Bu anlatılanları duyunca hemen şeyhime koştum
ve dizlerini öptüm. Ona, “Ey efendim, üstadım ve velinimetim! Bana bu halden
haber ver.” dedim. “Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Kâmillerin hallerinden olan bu
yüce hali ben de yaşadım. Buna ‘insilâh’[417]
denir.” dedi.[418]
“Hadis-i şerifi bitirip şerhe başlayacağım zaman kendimi yüce bir topluluğun
içe-
risinde kerim bir makamda gördüm. Onlara
‘Ruhaniler’ denir. Benzeri olmayan, şanı yüce bir kitap gördüm ve Alîm ve
Hakîm olandan ders aldım.” dedi ve devamını gizledi. Daha sonra devam ederek,
Allah Teâlâ şöyle buyurdu dedi: “Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.
Allah’ın sana lütfu çok bü- yüktür.”[419]
Ben, “İnsilâh nedir? Bana tarif eder misiniz?” dedim. Şöyle cevap verdi:
“İnsanın bedenindeki ruh hakkında birçok söz vardır. En doğru, sağlam ve sahih
olanı şudur: Has mükellef ruh, ateşin korda, gül suyunun yapraklarında seyri
gibi insan vücudunda seyr eden cism-i latiftir. Nefs-i hayvânî, mürekkeptir.[420]
Beden dört unsurdan meydana gelir. O da nefs-i hayvânî gibi mürekkeptir. Ruh
çıkıp nefs bedenle birlikte kalırsa ölüm gerçekleşmez. Çünkü nefs-i hayvânî
beden ile kalmıştır. Ancak his ve hareketi sağlayan ruh olduğu için beden
hareketsiz kalır. Çünkü bedeni hareket ettiren ruhtur. Ruh nefisle beraber
çıkarsa bedende ölüm vuku bulmuş olur ve bundan dönüş mümkün değildir. Bu
durumun harici âlemdeki örneği kovandaki arıdır. Arı, kovandan çıkar ve
yeryüzündeki türlü çiçeklerin özlerinden karnına ve ayaklarına doldurur.
Kovana, leziz ve yeni bir bereketle döner. Kovan toprak ve ağaçtan yapılmıştır
yani mürekkeptir. Toprakta da birçok madde bulunur; kovanın ve peteğin kendisi
bu birçok maddeden meydana gelir. Arının kovandan çıkması bu kovana ve peteğe
zarar vermez.”
Sonra şunları söyledi:
“er-Ruhu’l-Kuds iki sebepten dolayı çıkar.
Kuşun havada süzüldüğü gibi âlemlerde süzülmek için çıkar. Mülk Âle- mi’nden[421]
Melekût Âlemi’ne yükselir. Sonra kudsî bir kuv-
vetle Ceberût Âlemi’ne, sonra ilahî kanatla
kişinin istidat ve kabiliyetine göre Lâhutî âleme yükselir. Burada Allah
Teâlâ’nın fazlıyla, dilediği kadar ona lütfettiği bazı mukaddes şeyler alır.
Büyük bereket, sonsuz mutluluk, kuvvetli bir yardım ve tarifsiz lezzetle bedene
döner. Cömertliği gereği bu bereketten istekli taliplere verir. Kendini bu
hallerden ve lezzetlerden müstağni görenlere bir şey vermez. Tıpkı Efen-
dimiz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) refîki Ebubekir-i Sıddık (r.a.) ve Ali
b. Ebi Talib’e (r.a.) yüksek halleri yaşayıp döndükten sonra ikramda bulunup
onlara keramet ve hikmet sunması gibi. Bal üreticisi de balı istekle bekleyen
ve arzulayan kimselere aynı şekilde ikram eder. Temiz ruh, (bazen de) Allah
Teâlâ’nın izniyle bir zararı def etmek veya bir kötülüğü yok etmek için
cismanî âlemde ortaya çıkar. Allah dostlarından bazılarının gazada, savaşta,
Arafat’ta ve denizlerde boğulma hadiselerinde ortaya çıkmaları gibi.”
Fayda
Hazretin bu ifadesinden Allah dostlarının
aralarında mesafe bulunan farklı iki mekânda aynı anda bulunmasının caiz ve
mümkün olduğunu anlıyoruz. Bazı Allah dostlarının Arefe gününde Arafat’ta
görüldükleri nakledilmiştir. Vakfelerde bu zatları görenler “Onlar vakfede
bizimleydi.” derler. O zatların beldelerinde olanlar ise “Aynı gün onlar bizimleydi”
derler. Fakat “insilâh” hali yanında meydana gelen kimse bu hali yaşayan
kimsenin bedenini hareketsiz, hissiz ve durgun bir halde görür. İnsilâh halini
yaşayan kimsenin gözleri kapalı olduğu için onu uyuyor zanneder. Çünkü ruh
bedenle birlikte değildir.
Aynı hal içerisinde sadece ruh görülse, bedenin
durgunluğunun aksine, o hareketlidir, yaşananların farkındadır ve etrafını
görür. Sadece ruhu gören bu kimse ‘Filan sanki bedeniyle birlikte’
zanneder. Ancak kişi bedeniyle birlikte de-
ğildir. Tam aksine yaşadığı insilâh hali
dolayısıyla ruhu bedenini terk etmiştir ve bedenî özellikler kalmamıştır.
Bundan dolayı bedenle ilgili olan yemek ve içmek gibi durumlar o kişide
görülmez.
Bundan başka bir insilâh türü daha vardır ki,
kişi bedenî vasıflarını terk etmeden bu hali yaşar. Örneğin Rûhu’l-Kuds
sahibinin farklı ve diğer bir şeklinden başka bir şekle dönüşmüş halinin
görülmesi mümkündür. Kadban el- Mevsılî’nin (ö.?) yaşadığı hal gibi. O, ilhad[422]
ile suçlanmıştı. Onu kadıya şikâyet ettiler ve kadı onun öldürülmesine
hükmetti. Kadı, onu önce aslî suretiyle gördü. Yaklaşınca onu bir Arabî
suretinde, daha da yaklaşınca bir Kürd şeklinde gördü. Bu zat, “Ey beldenin
kadısı! Hangisini öldürtecek- sin? Birini öldürtsen bile diğer ikisi sağ
kalacaktır.” dedi. Bu hali gören kadı, inadından vazgeçip böyle bir duruma
sebep olduğu için ondan özür dilemiştir.
Ecsâm-ı latîfe sahibi olanlar da böyledir.
Örneğin melekler; onlar diledikleri suretlere girebilirler. Güvercin, şahin ve
serçe şekline girerler. Bazen de Hz. İbrahim’e (a.s.) gelen mükerrem misafirler
gibi görünürler ki, Lût Peygamber[423]
(a.s.) onları eşsiz bir güzellikte görmüştür. Bundan dolayı
Peygamberimize (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Cebrail (a.s.), Dıhyetü’l-Kelbî
(r.a.)[424]
suretinde gelmiştir. Çünkü onlar, sırf nurdan yara-
tılmışlardır. Onların ruhlarında küdûret[425]
yoktur. Cinler de diledikleri ve arzuladıkları her şekle bu şekilde
girebilirler. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın izni ve dilemesiyle olur. Cinler,
kötü tabiatı sevdikleri için çoğunlukla köpek veya yılan suretlerinde
görünürler. Çünkü onlar ateşten yaratılmışlardır ve onlarda küdûret vardır.
Bundan dolayı Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) üç gün müsaade
etmeden yılanı öldürmeyi yasaklamıştır.
Ehl-i hadis arasında meşhur bir kıssa vardır.
Bu kıssayı anla! Bu kıssa son derece önemlidir. Bu kıssayı, bazı Allah
dostlarının ve Melamîlerin menkıbelerinde gördüm. Bir beldenin sakinleri bir
zatı zındıklıkla suçlayıp o beldenin hâkimlerine şikâyet ederler. Hâkimler o
kimsenin asılarak idam edilmesine karar verirler. İpi boynuna geçirdiğinde o
zatın hususi bir talebesi varmış, o ağlar. Asılacağı zaman o zat elini çözer ve
boynuna takılmış ipi çıkarır. Kesif cismiyle birlikte yükselmeye başlar.
Talebesi “Üstadım! Bu ne haldir?” der. Zat, “Sana daha önce söylediğim
haldir.” diye cevap verir. İnsanlar ona bakarken bu zat gözlerinden kaybolur
gider. Sonra ona dair bir malûmat, eser, iz ve isim kalmaz. Allah Teâlâ’nın
kudreti karşısında bu hal şaşılacak bir hal değildir. Ancak bu
er-Rûhu’l-Mücerred ile olan insilâh halinin en faziletlisidir. Çünkü o ten
kafesiyle birlikte uçmuştur. Bu kimse “el-İsmü’l-Vâsi”e[426]
mazhar olmuştur. Bu
halin dış âlemdeki misali, kendisinden daha
hafif bir kafese konulmuş bir kuştur. Bu kafesin genişliği kuşun kanatları
hareket ettirebilecek şekildedir. Kuş, asıl vatanına gitmek ister. Kanatlarını
hareket ettirir. Sonra kafesiyle birlikte uçar. İşte aynı bu şekilde bu ârif de
ten kafesiyle birlikte uçmuştur. Beşerî hüküm izale olmuş, tabii zulmet
kaldırılmıştır. Bunu iyi anla! Bunun gibi vefatından sonra tasarrufa devam eden
tasarruf ehli de böyledir. Abdülkâdir-i Geylanî (k.s.) gibi.[427]
Risâlesi’nde bunu şöyle açıklamıştır: “Şiddetli korku ve zor durumda
kalan bir kimse vefatımdan sonra bana ses- lense, ona ulaşırım.” O, sûfîler
arasında tasarrufuyla meşhur birisidir.
Hikâye
Zamanımızda
kendisine Üveysi denilen bir adam vardı. Kızılırmak denilen nehrin arkasında
Sivas’a yakın bir köydendi. Gecelerden bir gece amcam Mevlânâ İsmâîl’in evine
misafir olmuş. Amcam ona Abdülkâdir-i Gîlânî’nin (k.s.) velayet, tasarruf,
ihtiyaç anında kendisine seslenenlere ulaşması konularını anlatmış. Bu adam
başından geçen şu olayı anlattı:
“Günlerin
en kısa olduğu ve havaların çok soğuk olduğu günlerden bir gün ikindiden sonra
Sivas’tan köyüme gittim. Kızılırmak’a geldiğimde soğuğun tesiriyle suda
buzların aktığını gördüm. Çamaşırlarımı çıkardım. Suya girdim, yüzerek
karşıya geçtim. Gece olduğunda soğuk ve karanlıktan dolayı köyümün yolunu
şaşırdım. Ölüm belirtileri başladı ve hayatımdan ümit kestim. Açıkça ölümün
yaklaştığını görüyordum. O esnada İsmail Hoca’nın bana söylediği şeyler aklıma
geldi. İdraki zayıf bir kimse olduğum için söylediği kimsenin ismini
hatırlayamadım. ‘Ey İsmail Hoca’nın söylediği kişi! İmdat et!’ dedim. Bu sözü
söyler söylemez, üzerimde kuşkanadı gibi bir şey belirdi. Kuşların yavrularını
örttüğü gibi beni örtüp koruyordu. Bu halde, üzerimde bir kürk veya pamuklu bir
şey yokken karın üzerinde uyudum. Allah Teâlâ’nın izniyle salim bir şekilde
sabahladım. Allah Teâlâ’ya hamd ettim.” Bu adam, bu olaydan sonra yaklaşık on
sene yaşadı.
Hazretin kerametlerine dönecek olursak, o şöyle
demiştir: “Karahisar-ı Şarkî denilen belde sakinleri beni davet ettiklerinde
onlara olumlu cevap verdim ve birkaç gün orada kaldım. Belde halkı bana çok
ikramda bulundu. Halk ve ileri gelenler, konuşmayı dinlediler. Halk, oradan
ayrılacağımız zaman büyük bir tazimle bizi yolcu etmeye geldi. Büyük bir
kalabalık toplanmıştı. Haklarında ölüm kararı alınmış, bü- yük-küçük birçok köpeğin
dışardan, tepelerden ve vadilerden koşarak geldiklerini gördük. Kendi kendime
şöyle dedim: ‘Ne garip bir şey! Bu köpekler, tilki ve kurtlarla dost
olmuşlar’. Köpekler topluca, gideceğimiz yol üzerine yöneldiler. İki ayakları
üzere durup dertli bir şekilde şikâyette bulunur gibi bir hale büründüler.
Yolcu etmeye gelenlere: ‘Bu köpeklerin hali nedir böyle?’ dedim. ‘Beldemizde
taun[428]
hastalığı yayıldı ve zor bir duruma düştük. Kadı, bu köpekler
öldürülürse bu hastalıktan kesin olarak kurtuluruz düşüncesiyle onların
öldürülmesine hükmetti. Onları öldürmeye başlayınca köpekler de beldeden ve
insanların arasından uzaklaşıp dağlara kaçtılar.’ dediler. Hazret dedi ki:
‘Köpeklerin yanlarına yaklaşınca şikâyette bulunur gibi ulumaya başladılar.’
Lisân-ı halleri ile şikâyette bulunuyor gibiydiler.
Ve sanki şöyle diyorlardı: ‘Ey kavmin büyüğü!
Bunlar büyüklerimizi öldürüyor, küçüklerimizi zayi ediyorlar. Meskenlerimizden
ve sahiplerimizin kapılarından bizleri çıkarıyorlar. Bize şefaat et!’ Yolcu
etmek üzere gelenlere şunları söyledim: ‘Seçilmiş kutlu Nebi’nin, “Eğer
köpek, ümmetlerden bir ümmet olmasaydı hepsinin öldürülmesini emrederdim.
Öyleyse onların siyah olanlarını öldürün”[429]
sözünü duymadınız mı?’
Anladım ki beldenin kadısı câhildi, ne sözü
sağlam ve ne yaptıkları isabetliydi. “Ey seçkin kimseler! Bu çaresizlere
merhamet edin! Allah Teâlâ, veba ve taunu sizden kaldırır.” Onlar: “Ey ahyarın[430]
efendisi, işittik ve itaat ettik” dediler. Ayrıldığımızda topluluk geri döndü.
Köpeklerin beldelerine geri döndüklerini, belde halkının köpeklere
ilişmediklerini ve Allah Teâlâ’nın onlardan taun ve vebayı kaldırdığını
duyduk.”
Fayda
Burada yılan ve köpeklerin akıl sahipleri gibi
Allah dostlarını tanıyıp onlara hürmet ettiklerine işaret vardır. Anlatılır
ki, sahâbe-i kiramdan birisi işlerini halletmek için sahraya çıkmış ve ıssız
bir yere ulaşmış. Orada çok güçlü bir aslana rastlamış ve ondan korkmuş. Aslan:
“Benden korkma! Ebu- bekir ve Ömer (r. anhüma) nasıllar? Selam söyle onlara!
Unutma!” demiş.
Hazretin kerametlerinden biri de şudur:
“Hazretin Veli Dede denilen, annelerin işleriyle meşgul olan eski bir müridi
vardı. Onun âdeti, hazret sefere çıktığında, kapının içerisinde hazretin
evinde kalırdı. Bir defasında şeyh, yine bir sefere çıkmış ve aradan birkaç gün
geçmişti. Hazretin bu müridi heyecan içinde bana geldi: ‘Bana garip bir hal
oldu.’ dedi.
Ben de ‘Bana anlat.’ dedim. Dedi ki: ‘Evimden,
vazifemi yerine getirmek için saatinde çıktım. Hızlı bir şekilde yürüdüm.
Kapıya geldim. Bir de baktım ki kapı kilitli. Kapıyı zorladım. Sesimi
duymadılar. Vazifemi yapmadan dönmek istemedim. Azaba uğramaktan korktum.
Kendi kendime düşündüm ve şöyle dedim: ‘Bu halimin kötülüğünden ve işime itina
göstermediğimdendir.’ Evden çıkmakta geciktiğime çok üzüldüm ve bu durumdan
dolayı tövbe ettim. Bu esnada kapının arkasında bir ayak tıkırtısı duydum.
‘Kapıdaki kimdir?’ dedi. Sesin Şeyh-i Azîz’e ait olduğunu anladım. Kendi
kendime, ‘Şeyh ben gelmeden dönmüş ve beni bulamamış.’ dedim. Utandım ve
“Kapılarının kölesi” dedim. “Kapıcılara kapı kapatılmaz” dedi ve kapıyı açtı.
İçeri girdim, kapıyla uğraştım ve kapıyı kilitledikten sonra baktım ki hazret
kaybolmuş, ondan bir eser bile yok. Sonra annelerin yanına gittim. “Şeyh ne
zaman geldi?” dedim. Onlar: “Biz onu görmedik ve duymadık” dediler. Dede’nin
bana anlattığı bu kıssayı annelere gidip söyledim. Bana şunları söylediler:
“Onların mübarek elleri uzundur ve uzak yerlere ulaşır. Onların binekleri
hızlı, himmetleri âli ve işitmeleri hassastır. Hz. Ömer’in (r.a.) Sâriye’ye
‘el-Cebel, el-Cebel’ (Sâriye, dağa çekil dağa) dediğini duymadın mı?”[431]
Anlatılır ki Abdülkâdir-i Gîlânî’nin (k.s.)
talebelerinden birisini Bağdat’ta bir suçla itham edip halifeye götürmüşler.
Halife, ona sopa vurulmasını emretmiş. Sopayı
vurmakla görevli cellat asayı kaldırdığında talebesi şeyhine seslenmiş. Sopa
celladın elinde kalmış. Cellat, sopayı vurmayı başaramamış. Bir saat böyle
kalmış. O topluluk bu duruma şaşırmış ve şeyhin talebesini salıvermişler.”
Hazretin bir kerametini de amcamın oğlu
Müderris Av- nullah Efendi nakletmiştir ki, onun hayatına ilerde yer vereceğim,
o şöyle demiştir: “Merhum şeyh ile İstanbul’dan Sivas istikâmetine yola
çıkmıştık. Ben ona arkadaş oluyor, hizmet ediyordum. Bir gün bir konakta mola
verdik. Oranın halkı kaba ve nezaketten uzak, misafire ikramdan hoşlanmayan
kimselerdi. Bir adam bir elinde ördek diğer elinde tavuk olduğu halde bize
geldi. Merhuma onları hediye etti, hazret de memnuniyetle hediyeleri kabul
etti. O bizi tanımıyor, biz de onu tanımıyorduk. Şeyh, ‘Allah Teâlâ ne büyük!’
buyurdu. Hediyeyi veren kimse gittikten sonra, Şeyh’e hediye kabul etmesinin
sebebini sordum. Şunları söyledi: “Yolculuk yorucu, sıkıntılı ve meşakkatli
olduğu için dönüşte parasını verip bir tavuk almaya niyet etmiştim. Allah
Teâlâ, bu ikisini birlikte herhangi bir sıkıntı ve zorluk olmadan üstelik
ücretsiz bir şekilde bana ikram etti.”
Bu makam, çok yüce ve büyük bir makamdır.
Sâlik, bu makama ulaştığında Rabbinin yanında “Marzıyye” halinde olur. Bu
makama, “Makâmü’l-Murâd”, “Makâmü’l-Mah- bûb” ve “Makâmu’l-Matlûb” da denir.
Sâlik bu makamdan önce, şiddetli bir istek ve arzuyla “Mürid” ve “Muhibb” olur.
Aşama aşama kötülükleri iyiliklere dönüştürür. Allah Teâlâ’nın ona ezelde
takdir ettiğine razı ve kâni olur. Bu takdirden ona ne isabet ederse kalbinde
en ufak bir sıkıntı duymadan sabreder ve O’nun (c.c.) hükmüne boyun eğer. Böyle
olunca Allah Teâlâ, onun hal ve şanına lâyık olmak üzere ve istediğini ona
lütfetmek suretiyle ondan razı olur.
Ona gönlünden geçenleri dile getirmeksizin
ihsanda bulunur. Bu makamda nefs “Marzıyye” makamındadır. Burası velayet ve
keramet makamıdır. Bundan sonra “Nefs-i Kâmile” makamı vardır. Tâlib, marzıyye
makamında Allah Teâ- lâ’nın şu âyet-i kerimesine mazhar olur: “Ey mutmain
olmuş nefs! Sen Rabbinden razı Rabbin de senden razı olarak dön! Kullarımın
arasına ve cennetime gir!”[432]
Akşemseddîn’in (k.s.) oğlundan nakledilir ki,
İstanbul’un fethinden sonra babasıyla memleketine dönerken iki dağ arasından
çıkıp gelen katı kalpli, asık suratlı ve sıkıntı veren bir adamla rastlarlar.
Hazretin oğlu devamla olayı şöyle anlatmıştır: “Adam muhteşem bir atın
üzerinde geldi. At, onu gören herkesin ona meyledeceği ve onu beğeneceği bir
hayvandı. Adam, bize selam vermedi, dönüp bakmadı da. Çünkü o katı kalpliydi;
dost canlısı ve nazik biri değildi. Bizle ilgilenmeden geçip gitti. Kısa bir
süre sonra döndü ve bize yetişti. “es-Selâmü aleyküm, ey mübarek şeyh! Bu atı
sana bağışladım” dedi. “O, dilediğini (zorla) yapandır.”[433]
Adam attan indi ve atı şeyhe verdi. Şeyh ona, “Allah Teâlâ, sana hoş karşılama,
Burak, yüce bir makamda hoş yiyecek ve içecek ile ikram etsin” diye dua etti.
Bana, “Sen atından in ve atını Allah Teâlâ’nın nimet ve ikram ile
rızıklandırdığı bu gence/yiğide ver. Sen de bu ata aşk ve safâ ile bin. “İşte
bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir”[434]
dedi. Attan indim ve atı ona verdim. O kimse ata bindi ve gitti. “Adamın önce
sıkıntı verip sonra gösterdiği bu güzel davranışın hikmeti nedir?” dedim.
Babam şöyle cevap verdi: “Beni iyi dinle oğlum! Kul itaatkâr, samimi, doğru,
şükreden, hamd eden, efendi, cömert, büyük mal sa-
hibi; yakın, uzak, fakir, zengin ve doğru
sözlü, hesapsız ve kitapsız ikramda bulunan birisinden bir fakir bir şey istese
bu kimse o fakiri geri çevirir mi?” “Hayır” dedim. O, “Allah Teâlâ, o zenginden
daha ecell ve yücedir. Ben, O’na (c.c.) otuz yıldır itaat ederim; isyan etmem.
Bu atı gördüğümde kalbim ona meyletti. Allah Teâlâ da bu adamın kalbini yumuşattı.
Kalbindeki katılığı giderdi. Ona hibe ve atayı ilham etti. O, “Ne güzel dost
ne güzel yardımcıdır.”[435]
Bunu düşün ve doğruyu bul” dedi.”
Şemseddîn-i Sivâsî’nin menkabelerinden biri de
-hayatıyla ilgili malûmatı şeyhin halifelerinin anlatıldığı kısmında
vereceğimiz- şeyhin talebelerinden el-Hac Sinan Efendi’nin oğlu Mevlâ İsmâîl
Efendi’den nakledilmiştir. O, şöyle demiştir: “Şeyhin sohbet meclislerine
devam ederdim. O sohbetlere iştiyak duyar, şeyhin sohbetlerini çok severdim.
Vaaz hizmeti bitinceye kadar Allah Teâlâ’nın lütfundan kendisine verilen
cevherleri hayranlıkla dinlerdim. Bu hal üzere Şuara sûresinin sonuna kadar
geldim. Şeyhten “Tâ-Sîn” âyet-i kerimesinin tefsirini dinlemeyi çok
arzuluyordum. Dünya meşguliyetlerimin çokluğu nedeniyle onun bu şerefli meclisine
o gün gidemedim. Bir sonraki sohbetine, önceki sohbetini kaçırmış olmanın
hüznü ile katıldım. Vaaz ve nasihat kürsüsüne çıktığında hadis-i şerif naklini
bitirip tefsir dersine geçince halime vâkıf olarak “İhvanımızdan bazılarında
önceki derste yaptığımız tefsiri tekrar dinleme arzusu var” dedi. Önceki
sohbette naklettiği hususları tekrar etti ve “Tâ- Sîn” tefsirini çok güzel
misaller, haberler ve nasihatlerle yeniden işledi. Bu “keşf” cümlesindendir.
Kalp aynasını temizleyen ve onu parlak bir hale getiren kimse karşısına gelen
kimsenin kalbindekileri başka bir aynadan kendisine yansı-
yan görüntü ve temsiller şeklinde görür ve bu
şekilde gaybî işler o kimsenin kalbinde ortaya çıkar.”
Hazretin bir kerameti de Sivas’ın meşhur
yazıcılarından el-Hac Hüseyin b. Muhammed es-Sivâsî’den rivâyet edilmiştir. O,
şunları nakletmiştir: “Bir gece rüyamda yaralandığımı ve vücudumdan çok kan
aktığını gördüm. Uykudan uyanınca rüyanın tabiri dolayısıyla dehşete kapıldım.
Rüya tabiri yapan kitaplarda, kendisinden kan aktığını gören kimsenin rüyası
ölümle tabir edilir, yazıyordu. Bunu okuyunca endişem daha da arttı. Hazretin
şerefli meclisine vardım, vaaz esnasında şunları söyledi: “Uykuda vücudundan kan
aktığını gören kimsenin rüyası, kötü ahlâkın akıp gitmesi gibi o kişiden kötü
ahlâkın akıp gitmesi anlamına gelir. Bu rüyayı gören kimsenin ölümle bunu tabir
edip korkmasına gerek yok.” Ondan bu sözleri işitince Allah Teâlâ’ya hamd ettim
ve lütfettiği nimetler dolayısıyla O’na (c.c.) şükrettim.”
Bir kerameti de halifelerinden el-Hac Mustafa
Efendi’den nakledilmiştir. O, şunları söylemiştir:
“999 (1590/1591) yılında Mısır’daydım. Hazretin
o yıl hacca geleceğini işittim. Hazreti ziyaret kastıyla Mısırlı hacılarla
birlikte Mekke-i Mükerreme’ye hareket ettim. Oraya şeyhim gelmeden önce girdim.
Elbiselerimi çıkarmış, ihramlı bir haldeydim. Hazretin Şam’dan gelen hacılarla
birlikte geldiğini işittim ve hemen bir arkadaşla birlikte karanlık bir gecede
Harem-i Şerif’te hazret ile karşılaşmak ve O’nu ziyaret etmek düşüncesiyle
harekete geçtim. Oraya giderken yol üzerinde üzüm satan bir yer gördük ve biraz
üzüm satın aldık. Karanlık bir yerin altında oturduk ve üzümü yedik. Bir de
baktım ki şeyhin kardeşi İsmâîl Efendi, elinde bir kandil ile yolu aydınlatıyor
ve büyük bir topluluk da arkasından geliyor. Anladım ki Şeyh-i Aziz, o
topluluğun içerisinde. Bir iki kişi geçince Şeyh-i Aziz’i gördüm. Bize
yaklaşınca cemaat
yürümeye devam etti. Şeyh-i Aziz, onlardan
uzaklaşıp bize doğru yöneldi, o karanlık gecede mübarek elini başıma koydu ve
‘Muhakkak sen el- Hac Mustafa’sın’ dedi. ‘Evet.’ dedim ve mübarek ayaklarına
kapandım. Hazretin mübarek ayaklarını öptüm. Onunla birlikte Harem-i Şerif’e
gittik. Onun bu kerametinden sonra anladım ki, kendileri açık keramet sahibi
birisidir. Bu olaydan sonra ona olan inancım daha da arttı.”
Hazretin bir kerameti de kendisinin hususi
müritlerinden olup ona hizmet eden, mutfak işlerine bakan ve çoğu yolculukta
yanında götürdüğü, kendisine Hamza Dede denilen zattan nakledilmiştir. O,
şunları söylemiştir:
“Bedri’l-Meymun denilen yerden Beyt-i Şerif’e
hazret ile birlikte yolculuk yaptım. Bana ‘Hamza Dede, eşeğini al ve beni takip
et.’ dedi. ‘Eşeği almama gerek yok. Ben ayaklarımla yürüyerek gelirim.’ dedim.
Bana tekrar ‘Eşeğini al ve beni takip et.’ buyurdular. Ben yularından tuttum ve
geldim. Hazret, dişi bir eşeğe binmişti. Ay ışığı olmayan karanlık bir gecede
kafileden bilmediğimiz çöle doğru ayrıldık ve uzağa gittik. Bir yere
geldiğimizde yan üzeri yatan bir adamla karşılaştık. Hazret, bineğinden indi ve
ikisi bilmediğim bir dille konuştular. Sonra benim eşeğime bindi ve bir müddet
sonra kafileye yetiştik. Bana ‘Hamza Dede! Deveye bin yola koyul; varınca
yiyecek içecek bir şeyler ve abdest suyu hazırla.’ dedi. Konaklayacağımız yere
varınca yemek hazırlamaya başladım ancak o kişiyi göremedim. Şeyhe, ‘Adamı
göremedim, onu kaybettiniz?’ dedim. Hazret, ‘Bizim hizmetimiz onu kafileye
ulaştırmaktı. Bundan başka bir hizmetimiz yok.’ dedi. Anladım ki hazret ilham
alıyor, bilmediğimiz âlemlerle konuşuyor ve Allah Teâlâ’nın yardımı ve lütfu
onunla beraber. Allah Teâlâ’nın rahmeti onun üzerine olsun.”
Müezzin Mevlânâ Yakup anlatmıştır:
“Bir köy halkının davetinden dönüyorduk.
Köylüler, merhuma kurbanlıklar vermişlerdi. Onları sulayan ve arkamızdan gelen
iki kişi vardı. Yolda deveci göçebelerine rastladık. Onlar, Allah Teâlâ’nın
yarattıkları içerisinde en zalim olan kimselerdendiler. Onlardan korktuk, sonra
yürüdük. Onların bizi görmedikleri bir yere geldik, gizlendik. Arkadaşlar tam
uykuya daldıkları bir sırada hazretin sesini duydum: “Ey molla Yakup! Deve
göçebeleri kurbanlıklardan birini aldı. Onları takip et ve kurbanlığı
ellerinden al.’ Biraz gitmiştim ki arkamdan bana şöyle seslendi: ‘Dön! Gitmene
gerek kalmadı. Allah Teâlâ, onu kurtardı.” Arkadaşlar biraz sonra geldiler. Olayın
nasıl olduğunu sordum. Onlar, ‘Önce deve göçebeleri kurbanlığı aldılar, sonra
geri verdiler.’ dedi. Bu, Allah Teâlâ’dan bir ilham veya keşiftir. Bu iki hal,
Allah dostlarının övülmeye lâyık hallerindendir.”
Bir de hazretin vefatından sonra, onun kalbi
güçlü, dili veciz, kalp gözü açık, sadık bir müridi olan Âmâ Mehmed Dede’den
nakledilen kerameti vardır. Mehmed Dede, vecd hallerine sahip, firasete
ulaşmış, gayb manalarına dalmış bir kimseydi. Merhum, ona hilafet vermiş,
türbesine hizmet vazifesini vasiyet etmişti. Bana şunu anlattı: “Bir gün
‘Acaba hazret, türbesine yaptığım hizmeti ve buraya girip çıkanları biliyor
mu?’ diye gönlüme bir düşünce geldi. Birden uykuya daldım. Merhumu kabrinin
üzerinde oturuyorken ve üzerinde bembeyaz bir elbise varken gördüm. Yüzü
parlak ay gibi parlıyordu. Gülerek bana, “Gel” dedi ve avucumun içerisine avuç
içimi kaplayacak kadar büyük bir altın verdi. “Dışarıya çık, anneleriniz ve
bacılarınız ziyaret ve dua için gelecekler” buyurdu. Uyandım ve dışarıya
çıktım. Yaşlı bir kadın geldi ve “Şeyhin kızları ve eşleri mübarek yemekler ve
birçok latif nimetlerle şeyhin kabrini ziyarete gelecekler” dedi. Rüyamın salih
bir rüya olduğunu müşahede ettim.
Çünkü gönlüme gelen düşünce ile gerçekleşen
hadise tam da birbiriyle örtüşüyordu. Düşündüm ve anladım ki hazret, avuç içi
büyüklüğünde dinarı vererek beni ihlas ile irşad etmiş. Ve o, Allah Teâlâ’nın
dilemesiyle uzakta olanları bildiği halde yakınında olanı fazla fazla bilir,
düşüncesi gönlüme geldi. Bu, Allah Teâlâ’nın dostları için şaşılacak bir şey değildir.
Vela havle vela kuvvete illa billahi’l-Aliyyi’l-Azîm.”[436]
Mezhep kurucusu el-İmamü’l-A’zamü’l-Kebir,[437]
ilim ve amel çiçeklerini deren ve Numan b. Sabit diye bilinen büyük âlimin
Hammad isimli oğlundan şunu dediği nakledilir:
“Bir meselede sorun yaşarsak, İmam’ın mübarek
kabrine gider ve orada bir müddet beklerdik. Allah Teâlâ, İmam hürmetine bize
meseleyi öğretir ve bizi irşad ederdi. Mesele Allah Teâlâ ve Tekaddes
Hazretleri’nin izniyle bize açılırdı.”
Yine anlatılır ki bir adam şöyle demiştir:
“Eşim sara hastalığına yakalandı, Allah Teâlâ hepimizi korusun, doktorlar
hastalığı tedavisi ve ilaçlar konusunda çaresiz kaldılar. Eşim, bir gece İmam’ı
rüyasında görmüş. İmam, eşime “İki bal mumu al ve kabrime gel. Bütün geceyi
kabrimde geçir. Allah
Teâlâ, izniyle hastalığına şifa verecek
inşallah” demiş. Eşim uyanınca gördüğü rüyayı bana anlattı. Ona iki bal mumu aldım
ve eşimle ertesi gün İmam’ın mübarek kabrine gittik. Sabaha kadar kabrinde
kaldık. Allah Teâlâ, bundan sonra hastalığı giderdi.”
Hazretin talebelerinden olan Müderris Ahmed
Efendi’den nakledilmiştir: “Üzerime iftira atılmıştı ve haksız yere töhmet
altında bırakılmıştım. Bundan dolayı çok üzüldüm ve hazre- tin ruhaniyetinden
yardım istedim. Rüyamda hazreti gördüm. Merhum, dişi bir eşeğin üzerinde
geldi. Ben de mübarek ayaklarını öptüm. ‘Efendim, suçsuz olduğum halde bir
zalim beni yakaladı. Sizden medet ve yardım bekliyorum.’ dedim. ‘Yardım Allah ٥81301101٤. Sen üzülme. Ya ٨٢٦1٢٧0101111- 62211011 alâ emrihî 6012 9٥٧٥ yu’âdiluhu [Ey ٥1-٨212 (kudretli), el-Mâni' (olmasını istemediği
şeyleri engelleyen) ve emrini yerine getirmeye kâdir olan (Allah) ki ona muâdil
bir varlık yoktur.] zikrine devam et.’ buyurdu. Uyandım, bu kelimeler
zihnimdeydi. Günde bin defa bu zikre devam ettim. Allah Teâlâ, kolay bir
şekilde bu sıkıntıdan beni kurtardı.”
Bir başka kerametini, el-Hac Murad Efendi’nin
oğlu ve Cemelzâde ismiyle şöhret bulan, küçük yaşlardan itibaren hazretin
hizmetinde bulunan Ahmed Efendi naklederdi ki, şöyle: “Merhumu vefatından iki
sene sonra rüyamda gördüm. O, kollarını sıvamış, eteklerini beline bağlamış
hızlı bir şekilde geliyordu. Bana yaklaşınca selam verdi. Ben “Efendim, neden
böyle hızlı hızlı geldiniz?” dedim. “Ey Ahmed! Duymadın mı, üstadın Şeyh Pir
Mehmed Efendi öldü” dedi ve gözlerinden yaşlar boşandı. “Beni takip et, teçhiz
ve tek- fin[438]
işlerine bakalım” buyurdular. Onu takip ettim, Hasan
Paşa’nın yaptırmış olduğu caminin avlusuna
varınca uyandım. Tüylerim diken diken olmuştu, bedenim titriyordu. Sabah
olunca hemen Pir Mehmed Efendi’nin huzuruna koştum. Onu hayatta ve sağlıklı
gördüm. Mevlâ’ya hamd ettim. O gün öğle olduğunda Pir Mehmed Efendi’ye bir
hastalık isabet etti ve yedi gün sonra Allâm olan Rabbine gitti. Allah Teâlâ,
ona rahmet eylesin ve rızasını lütfeylesin.”
Hazretin buna benzer birçok kerameti vardır.
Fakat biz, hazretin kıymetini bilmek isteyenler için bu kadarını zikretmekle
yetindik. Az, çoğa delildir ve anlatılanlar hazretle ün- siyet kurmak için
kafidir.
Merhumun Latif Sıfatları ve Ahlâkî Güzellikleri
Merhum, cömert tabiatlı, yumuşak huylu, siması
ve geçirdiği hayatı güzel birisiydi. Kalbi güçlü, cesur, fakirlerin
yardımcısı, düşkünlerin dostu, yetim ve dulların sığınağı idi. Affedici, edep
ve hayâ sahibi, cömert, açları doyuran, eli açık, ikramı ve nimet sunması çok,
zayıflara ihsanı seven, temiz kalpli, iyi niyetli, hayrı çok, kızmayan sakin
tabiatlı, kıymeti çok yüksek birisiydi. O, vücut itibariyle sağlıklıydı; bedeni
temiz, himmeti yüceydi, cesurdu. O, karşılıksız verir ve ikram ederdi. İlim,
salih amel, takva ve vefa ile tanınırdı. Dili fasihti ki, dil üstatlarını
söylediklerini dile getirmekten aciz bırakırdı. Söyleyişinde telmih,[439]
işaret ve telvih[440]
olan beyan sahibi birisiydi.
Merhum, birçok nahiye ve beldede kürsü ve
minbere çıkmıştı. Rum, Şam, Hicaz… Akranları arasında mümtaz bir konuma
sahipti. İstanbul’a gittiğinde özellikle âlimler, irfan ehli, fakihler,
salihler, vezirler ve sultanlar ona saygı göstermiş ve ikramda bulunmuşlardır.
Hazret, çocukları, sevenleri ve ihvanıyla
birlikte üç defa hac yaptı. Gazaya çıkmış, müslüman ve muvahhid askerlerle
birlikte cihad etmiştir. Sultan Mehmed Han ile birlikte Eğri Kalesi’nin
fethinde bulunmuştur. Rahman olan Allah Teâlâ izin verirse, bu konuyla ilgili
malumat ilerde gelecek.
Merhum, Semerkand, Buhara ve Gucdevan’a kadar
diğer memleketlerde ve şehirlerde de şöhret bulmuştu. Bir defasında Kâbe’de,
hacda Buharalı varlıklı birisine rastlamıştım. Bana “Sen nerelisin?” diye
sordu. Bana, “Hacılarımız, Sivas meşâyihinden kendisine Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî
denilen birisini çok övüyorlar. Gidip geldiklerinde kendilerine çok ikramda
bulunduğunu, hürmet gösterdiğini, misafir edip onlara yardımda bulunduğunu
söyleyip ona dua ediyorlar. Bu zat, hayatta mı?” dedi. Ben de “Evet, o zat
benim amcamdır.” dedim. Adam yerinden kalktı ve bana sarıldı.
Merhum mütevazı idi. Büyüklere hürmet eder,
küçüklere merhamet gösterirdi. Özür kabul eder, verilen nasihatleri dinlerdi.
Kimseye burun bükmez ve asla kibirlenmezdi. Şunu söylerdi: “Hikmet müminin
yitiğidir. Onu nerede bulursa alır.”[441]
Hz. Ali’nin (k.v.) “Söyleyene bakma, söylenene bak.” ve “Nice
ormanlar vardır ki içerisinde birçok av ve hazine vardır, nice köy vardır ki
içerisinde birçok güzel barındırır.” sözlerini söyler ve bu nedenle
fakirlere güler yüzlü davranırdı.
Bu övülmeye lâyık ve yüce ahlâkın kaynağı ve
esası Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hazretleridir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Muhakkak ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.”[442]
Bütün peygamberler de güzel ahlâk sahibi olmakla birlikte mütevazı
idiler.
Rivayet edilir ki, Allah Teâlâ’nın halifesi iki
şeref sahibi (dünya ve ahirette değerli) ve iki devleti birleştiren (peygamberlik
ve saltanat mesuliyetini taşıyan) Süleyman Emi- nullah b. Davud (a.s.), mübarek
ordusu ve yakın dostlarıyla vakar içerisinde ve kalabalık bir şekilde karınca
vadisine uğrarlar. O vakit bir karınca “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin,
Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler.” dedi. Süleyman, onun bu
sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama
verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et
ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!”[443]
Ardından kendisi vadinin kuzeyine gitti ve ordusuna da bunu emretti.
Süleyman Peygamber iki cine “Bu karıncayı bana
getirin.” dedi ve onlar o karıncayı derin bir yuvanın içerisinde ancak
bulabildiler. Cinlerden birisi “Ey kavmin efendisi! İki şeref sahibi seni davet
ediyor.” dedi. Karınca, “Allah Teâ- lâ’nın bana emrini yerine getirenlerden
olacağım.” dedi. Karınca bir müddet bekledi. Elçiler, “Beklemenin sebebi
nedir, ey karıncaların ulusu?” dediler. Karınca, “Asılların aslı, esasların
esası bir hediyeyi Allah Teâlâ’nın nebisine taşıyorum” dedi ve yuvasına girerek
belini iki yerden bağlamış, eteklerini beline sokmuş ve ağzına bir çekirge
budu almış olduğu halde çıktı. Emre itaatini ifade etmek için hızlı bir şekilde
yol almaya başladı. Davet edilen yere geldi ve Süleyman’ın ordusunun ve
cinlerin çokluğunu; Allah Teâlâ’nın azameti ve Süleyman’a (a.s.) yardımını
görünce “Subhanallah.” dedi. Hediyesini bir toprak keseğinin başına veya bir
ağacın dibine çabalayarak koydu. “Hediyeler, hediye edenlerin mikta-
rıncadır.” dedi. İki şeref sahibi ve iki cihanda kendisini Allah
Teâlâ’nın büyük genişlikler lütfederek dost
edindiği Süleyman (a.s.), “Bu nedir?” diye sordu. Karınca, “Bu, zatınıza
hediyedir. Küçüklerin büyüklerine yanına hediyesiz gitmeleri caiz değildir.”
dedi. Süleyman (a.s.), “Biz buna muhtaç değiliz.” dedi. Karınca, “Hizmetinde
birçok kuş vardır, onlar yerler. Mülk sahibine getirilen her hediye şanına
lâyık olursa ne âlâ, değilse ordular arasında paylaştırılır.” dedi. “Sana bir
şey soracağım ve senden bu soruyu cevaplamanı istiyorum.” dedi Hz. Süleyman
(a.s.). Karınca, “Dilediğini sor” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), “Sen neden ‘Ey
karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi
ezmesinler.’ dedin? Sen beni ve babamı tanıyor musun?” şeklinde bir soru
sordu. Karınca, “Evet, biliyorum ki sen Allah Teâlâ’nın “el-Emîn” kıldığı
nebisi, “el-Metin” olan Allah Teâlâ’nın halifesi Hz. Davud’un oğlusun. Sizin
içinizde haksızlık ve zulüm yoktur ey ehl-i yakîn!’ dedi. Hz. Süleyman (a.s.),
“O zaman kavmini neden bizden sakındırdın?” dedi. Karınca, “Bunun iki cevabı
var. Birincisi, ‘Onlar, sizi fark etmeden ezmesinler.’ dedim.” Hz. Süleyman,
“İkinci cevap nedir?” dedi. Karınca şöyle verdi: “İkinci cevabı söylemekten
çekiniyorum.” Hz. Süleyman, “Doğru acı da olsa doğruyu söyle. Böylece biz o
doğru olanla irşad olur ve gerçekleri anlarız.” dedi. Karınca, “Karıncalar, bu
boş vadide otların kökleri ve kırıntılar ile şükür ve hamd içerisinde
yaşıyorlar. Yani hayatlarını şükre ve hamde lâyık görüyorlar. Sizin uzun
boylarınızı, güzel yüzlerinizi, konuşmalarınızdaki fesahati, değerli elbiseler
giydiğinizi, kıymetli bineklere bindiğinizi, göz alıcı eyerlere sahip
olduğunuzu, keskin kılıçlarınızı ve nefis yiyeceklerinizi görürlerse gözleri
onlarda kalır diye korktum. Onların, ‘Bizim hayatımız da bir şey mi, keşke biz
olmasaydık’ demelerine endişe ettim.” dedi. Bu sözlere çok şaşıran hal sahibi
nebi, -niyaz edercesine- karıncadan bu sözlerini
devam ettirmesini rica etti. Karınca, “Ey
Allah’ın nebisi! Bu insan ve cinleri sen nasıl zapt altına alıyorsun?” dedi.
Hz. Süleyman (a.s.), değerli taşlardan yapılmış yüzüğüne işaret etti. Karınca,
“Onun değeri ne kadardır?” diye sordu. Süleyman (a.s.), ‘Bir veya iki
dirhemdir.” diyerek cevapladı. Karınca, “Bundaki işareti biliyor musun?” dedi.
Süleyman (a.s.), “Sen söyle!” dedi. Karınca, “Bu, dünyanın kıymeti kendisiyle
dünyayı tahakküm altına aldığın bu taş kadardır. Onun, Allah Teâlâ katında bir
sivrisineğin kanadı kadar değeri yoktur. Onunla mağrur olma, anlamına gelir.”
dedi. Hz. Süleyman (a.s.), “Bana nasihatini artır.” dedi. Karınca, “Tahtını
kim taşır?” diye sordu. Süleyman (a.s.) dedi ki: “Rüzgâr taşır. Sabah esişi
bir ay, akşam esişi de bir ay(lık) yol[444]
alır.” Karınca, “İşte böyledir. Seni meydana getiren latif şeyler ve
mübarek bedenin tahtından daha kıymetli ve yücedir. Temiz başında ruh vardır. Kendisinde
yüce galibin Allah Teâlâ olduğu günde onu ruh taşır. Ruh, ‘Rahîm’[445]
olan Rabbine döner. Cisim toprak üzerinde kalır. Ruh, ‘Vehhâb’ olan Rabbine
döner.” dedi. Hz. Süleyman (a.s.), bunları duyunca toprağın üzerine bayıldı.
Kendine gelince “Ya Rabbi! Senin yetiştirmende ve yaratmanda asla bâtıl
yoktur.” dedi. Karıncaya hitaben sözlerine şunu ekledi: “Sana misafir olacağız.”
Karınca, “Hoş geldin.” dedi ve kavmine döndü, hazırlık yapmalarını onlara
emretti. Karıncalar hemen tepe gibi arpa yığdılar. Süleyman (a.s.), “Bu nerden
geldi?” diye sordu. Karınca cevaben, “Bu, geçmiş hükümdarların hayvan
yemlerinden arta kalanlardır.” dedi. Süleyman (a.s.) karıncanın bu
söylediklerine şaşırdı ve “Ey karınca! Senin ordun mu yoksa benim ordum mu
çoktur?” diye sordu. Karınca,
“Senin ordunla benim ordumun misali siyah bir
ineğin alnındaki beyazlık gibidir. Benim ordum seninkinden bu kadar çoktur.”
dedi ve karıncalardan bir sınıfın dışarı çıkmalarını emretti ki onların çıkışı
yetmiş gün sürdü. Karıncalar çıkınca vadi, taşlar ve ağaçların üstleri
karıncalarla doldu. Karıncaların çokluğundan hiçbir şey görünmez oldu.
Süleyman (a.s.), “Bundan başka ordun var mı?” diye sordu. Karınca, “Bu
karıncalar yetmiş sınıftan sadece bir tanesidir. Geride altmış dokuz sınıf daha
var.” dedi. Süleyman (a.s.), “Subha- nallah! “Senin Rabbinin ordularını
O’ndan başka bilen yoktur”[446]
dedi.”
Bu kıssadan ilk olarak bir kavmin büyüğünün,
idarecisinin kavmi için hayrı celp edecek, şerden onları koruyacak şekilde
kavmini idare etmesi gerektiğini anlıyoruz. Karınca, bilmediği ve zararından
korktuğu Süleyman (a.s.) ve ordularının kavmini çiğnememesi için onları
sakındırmıştır.
İkinci önemli husus karıncanın hediye
götürmesidir. He- diyeleşmek sünnettir. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve
sellem), “Hediyeleşiniz, sevginiz artsın”[447]
buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerimesini duymadın mı: “Ey iman
edenler! Peygamber ile baş başa konuşacağınız zaman, baş başa konuşmanızdan
önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet
(sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.”[448]
Üçüncüsü, büyüklerle görüşürken edebe riayet
etmenin, onlara ihtiram göstermenin, yine kusuru sebebiyle özür dilemenin
gerektiğine; verilen cevap üzerine ihsanda bulunmanın kıymetine işaret vardır.
Dördüncüsü, Allah Teâlâ’nın emini olan Süleyman
(a.s.), yüce ve üst bir makamda olmasına karşın kendisinden daha düşük bir
makamda olan karıncayla konuşmaktan çekinmemiştir.
Beşincisi, Süleyman’ın (a.s.) kendisi, babası
ve dedesi ilim, hikmet ve sağlam bir zekâ sahibi oldukları, Allah Teâlâ
tarafından vahiy ve kitap ile desteklendikleri halde karıncaya bazı sorular
sormuş, karınca bunlara cevap vermiş, sonra Süleyman (a.s.) karıncadan
nasihatlerini artırmasını istemiştir. Kendisinde ilim ve hikmet olmayanların
böyle bir durumda nasıl davranacakları düşünülsün.
Altıncı husus, bir kimse için Allah Teâlâ’nın
yarattıklarına –ne kadar küçük ne kadar yüzleri kara olursa olsun- hakir
görerek bakmanın caiz olmadığıdır. Bunları düşün ve doğruyu bul.
Hazretin Halifelerinden Bazıları
Hazretin halifelerinden birisi Şeyh
Velîyüddin b. eş- Şeyh Abdülmecîd-i Şirvânî’dir. O, Abdülmecîd-i Şirvâ-
nî’nin çocuklarındandır. Abdülmecîd-i Şirvânî (k.s.), Şir- vân’dan Rûm diyarına
hicret edince ehlini ve malını Allah yolunda terk etti. Allah Teâlâ, ona bu
konuda ecrini verecektir. Şeyh, Velîyüddin Efendi ve Mehmed Efendi adlarındaki
iki oğluyla birlikte Rûm diyarına hicret etti. Şeyhin vefatından sonra büyük
oğlu Velîyüddin Efendi’ye, şeyhimiz Şem- seddîn-i Sivâsî (k.s.) hilafetle
birlikte icazet verdi ve onu Zile ve çevresinde vazifelendirdi. Velîyüddin
Efendi, Zile ve çevresindekileri Allah Teâlâ’nın yoluna davet etti. Verâ ehli,
âlim ve faziletli bir kimseydi. İstikâmet sahibiydi ve Allah Teâlâ’dan başka
kimseden korkmayan bir tabiatı vardı. Kınayanın kınamasından çekinmezdi.
Himmeti güçlüydü. Şeyhin tabiatı şöyleydi: Zalimler ve münafıklar ondan çok
korkarlardı. Sonra Velîyüddin Efendi, Merhum Şeyh Şem-
seddîn-i Sivâsî (k.s) ile birlikte gazaya
çıktı, cihad etti. Döndükten sonra Allah yolunda garip ve şehit olarak vefat
etti. Allah Teâlâ, onu babası merhum Abdülmecîd-i Şirvânî’ye (k.s.)
kavuştursun. Allah Teâlâ, her ikisine de engin rahmetiyle muamele eylesin.
Hazretin büyük halifelerinden birisi de eş-Şeyh
Abdül- mecîd-i Sivâsî’dir. Lakabı Şeyhî Sivâsî’dir. Abdülmecîd Efendi,
Abdülmecîd-i Şirvânî’nin vefat ettiği sene, büyük amcamız Muharrem Efendi’nin
mübarek oğlu olarak dünyaya geldi. Merhum amcamız, bu mübarek, alnında hayır
alâmeti görülen oğluna, Şeyh-i Şirvânî’nin hayır ve bereketine mazhar olması
düşüncesiyle ‘Abdülmecîd’ ismini verdi. O, merhum üstadımızın büyük
halifelerindendir. İlim ve şeref sahibiydi. O, mevâcîde[449]
vasıl oldu. Mertebesi, keşif idi. Akranlarını geride bırakmış bir kemale
sahiptir. Tasnif ve telif ehlidir. Şiiri ölçülü ve âhenklidir. Kelamı beliğdir.
İlim meclisinde bulunanların kalpleri yumuşar ve manevî kapıları açılır.
İnsanları hikmet şarabıyla sular ve onlara manevî sarhoşluk halini (sekr)
yaşatır. Bu nedenle köyde, şehirde, dağlarda çadırda yaşayanlar ve zenginler
onu severler. O, her yönden en üstünümüzdür. Onun sohbetini dinleyen herkes,
“Merhum şeyhin sırrı bunda var” der. Allah Teâlâ, onu ömrü bereketli olacak
şekilde yaşatsın ve onu sağlam bir hal üzere var etsin. O, merhum şeyhimizin
kardeşinin oğlu ve bizim de amcamızın oğludur. Kendisi, seyr ü sülûkünün
başlangıcıyla ilgili şunu anlattı: “Zâhir ilimleri tahsilden bâtınî ilimleri
tahsile döndüğümde amcam Şeyh Şemseddîn- i Sivâsî ve müritlerinin hizmetine
girdim. Fakat ilmin gururu ve mürekkebin aldatıcı hususiyeti beni dervişlerle
olmaktan ve onların arasına karışmaktan alıkoyuyordu. Çünkü onlar
bazen sağa sola sallanarak zikrediyorlar, bazen
naralar atıyorlardı. Onlardan bazıları elbiselerini yırtıyor, bazısı ise yıkılıp
düşüyordu. Onların bu davranışlarını inkâr etmeyi kalbimde yenemiyordum. Bir
gece Efendimiz’i (salla’llâhu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. Hususi
hücresinden çıktı. Üzerinde yük bulunan ve ayakta bekleyen bir devenin yularını
tutuyordu. Yuları Efendimiz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) elinde olduğu
halde deve, hareket ve deveran ediyordu. Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) sevinç ve muhabbetinden dolayı onu bırakmıyordu. Uyandığımda deveyi
tarikat ehli, üzerindeki ağır yükü şeriat, Efendimiz’i (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) de onların rehberi olmak üzere bu rüyayı tabir ettim. Bu rüya dervişlerle
ilgili yanlış zannımı ve onları inkârımı kalbimden yok etti. Dervişlerin yanına
girdim. Dervişler, zikir halkası kurmuş, kimisi vâcid[450]
kimisi mütevâcid[451]
oldukları halde üryan olarak dolaşıyorlardı. Onların bu halinden dolayı kalbim
daraldı. Çünkü onlar bu halleriyle bidat ehli, sapık ve yoldan çıkmış kimselere
benziyorlardı. Hemen, şeyhin hücresinin kapısının önüne geldim. İzin alıp
içeri girdim ve “Ey Üstadım! Bu sûfîlerin hali nedir böyle? İbadeti bidatle
değiştiriyorlar. Şöyle şöyle yapıyorlar” dedim. Kızgın bir şekilde yüzüme
baktı ve “Rüyanda açıkça gördüğün, şüpheni gidermeye yetmedi mi?” dedi.
Rüyamda gördüğümü ve dervişlerin hallerini inkâr ettiğimi Allah Teâlâ’nın
izniyle bildi. Beni tövbe etmeye ve bu yanlış düşünceden dönmeye davet etti. O
an Allah Teâlâ birçok hayırla benden şüpheleri giderdi. Âlemlerin Rabbi olan
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.”
Bu anlatılan hadise de merhumun kerametleri
cümlesin- dendir. Merhum şeyhimiz, Abdülmecîd Efendi’yi, Şeyh Velîyüddin
Efendi’nin vefatından sonra Zile’ye gönderdiler.
Halen orada talipleri irşad ve terbiyeye devam
etmektedir. Allah Teâlâ, onun kuvvetini artırsın.[452]
Hazretin âlim, fâzıl, Muhyi’l-Kemâlât adlı
ve Hamidiyeli olan, oradan gelip merhumun hizmetinde bulunan bir halifesi daha
vardır. Uzun zaman merhumun hizmetinde bulundu. Âlim, fâzıl, fasih ve beliğ
bir kimsedir. Tarikattan feyz ve nasip aldı. O, mecmaü’l-bahreyn[453]
bir kimsedir. Merhum, onu halifelik göreviyle İstanbul’a gönderdi. Şu an,
İstanbul’da sünnet ve tarikatı ihya ediyor. Bu nedenle ona, Muhyi’l-Kemâlât[454]
deniyor.
el-Mevlâ, fâzıl ve âlim Abdülhay el-Kayserî de
merhumun halifelerindendir. O fâzıl, müsbet ilimlere vâkıf ve derin ilim
sahibi birisidir. Uzun bir süre kadılık görevini ifa ettikten sonra döndü ve
tasavvufa yöneldi. Merhumun hizmetine girdi. İlerlemiş yaşına rağmen
mücahedede bulundu. Sıddıkların hırkasını giydi ve onların kisvesine büründü.
Merhum, ona hilafetle kulları Allah Teâlâ’ya davet ve irşad salâhiyetiyle
birlikte icazet verdi. Merhum, onu memleketi Kayseri’ye gönderdi. Şu an orada
talipleri irşada devam ediyor. Allah Teâlâ, onun güç ve kuvvetini artırsın.
Hazretin halifelerinden bir diğeri Mevlânâ
Alâüddin Efendi’dir. Fâzıl, âlim ve salih amel sahibi birisidir. O, merhumun
ilk halifelerindendir. Merhum, onun zühd ve takvasından memnundu. Merhumun
emriyle zaman zaman onun kürsüsünde vaaz eder ve merhum bir yere gittiğinde onu
yerine vekil olarak görevlendirirdi. İlahî ve manevî menzillere varmış
olanların zevkinden içmiş ve onların manevî zevklerinden tatmış bir kimseydi.
Merhumdan önce Hayy[455]
ve Kayyûm[456]
olan Allah Teâlâ’nın rahmetine ulaştı.
eş-Şeyhü’l-Kâmil Şeyh Hamidüddîn’in (k.s.)
torunlarından eş-Şeyh Muhyiddîn ed-Darendevî de merhumun hali-
felerindendir. Verâ sahibi, salih ameller işleyen ve temiz fıt- ratlı bir
kimsedir. Merhumun hizmetine girdi ve bir süre merhuma hizmet etti. Merhum, ona
hilafetle birlikte icazet verdi. O, atasının sünnetini ihya ediyor ve şu an
Darende’de talipleri irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü artırsın.
Mevlânâ Sinan Halife de merhumun halifelerindendir. Âlim, fakih,
temiz fıtratlı, doğru sözlü, geçmişteki büyüklerinden intikal eden güzel
surete sahip ve daima hak üzere olan birisidir. Merhuma on sekiz sene hizmet
etti. Hazret, ona hilafet için dua etti ve hilafet vesikasını yazarak ona
teslim etti. O, Ehbiyye taifesindendir. Allah Teâlâ, ona ismi İsmâîl
olan, salih ve zeki bir evlat nasip etti. Bu zatın ismi hazretin
kerametlerini anlatırken geçmişti. O, ömrünün başlarında
Arabî ilimleri öğrenmeye başladı ve birçok ilmi
tahsil etti. Sonra merhumdan tefsir ilmini okudu. Ve yine onun eserlerinden
olan Zübdetü’l-Esrâr şerhu Muhtasaru’l-Menâr’ı okudu. Her ilimde
akranlarını geçti. 999 (1590/1591) yılında merhum ile birlikte hacca gitti.
Sonra merhum ile birlikte saltanatın başşehri İstanbul’a 1004 (1595/1596
yılında gitti. Orada el- Mevlâ, el-Fâdıl, allâme, et-tahrîrü’l-kâmil,
Sultânü’l-A’zam Murad Hân’ın hocası el-Mevlâ Sadüddin Efendi’nin hizmetine
girdi. Sonra orada mülazım oldu ve birçok medresede müderris olarak görev
yaptı. Şu an Sivas’ta talebe yetiştiriyor. Allah Teâlâ onu, insan ve cinlerin
arasında güçlü kılsın.[457]
Mevlânâ Muslihuddîn es-Sivâsî de merhumun halifesidir. O, fâzıl, âlim ve
tasnif[458]
ehlidir. Tefsiri, merhumdan okuyanlardandır. Sonra tasavvuf yoluna sülûk etti
ve merhuma bir müddet hizmet etti. Mevâcîd derecesine ulaştı. Merhum, ona
hilafetle birlikte icazet verdi ve onu Ankara’ya gönderdi. Orada, talipleri
yaklaşık dokuz yıl irşad ettikten sonra vefat etti. Allah Teâlâ ona rahmet
eylesin.
Merhumun halifelerinden birisi de Mahmud
Dede’dir. İlerlemiş yaşına rağmen merhumun hizmetinde bulundu ve bu uğurda
sakalı beyazladı. Merhumun vaaz günlerinde camiye tefsir ve hadis kitaplarını
taşırdı. Bilâl-i Habeşî (r.a.)[459]
gibi, merhumun önünden yürürdü. Azgınların çıkardığı fitneden öldü.
Allah Teâlâ onu, haksızlıklardan korusun.
Halifelerinden bir diğeri Merzifonlu Şuayip
Dede’dir. Merhum, ona hilafetle icazet vererek Merzifon’a gönderdi. Sonra
orada vefat etti. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
Divriğili Mahmud Dede de merhumun halifelerinden- dir. Merhum, ona
hilafetle icazet vererek Divriği’ye gönderdi. Halen oradadır. Allah Teâlâ, onu
güçlendirsin.
Merhumun bir diğer halifesi Canikli Hüseyin
Dede’dir. Merhum, ona hilafetle icazet verdi ve Canik’e gönderdi. Sonra
orada vefat etti. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.
Turhallı Mevlânâ Âbidî Dede de merhumun halifelerin- dendir. Âlim, verâ
sahibi, fâzıl ve hakîm birisidir. Bir müddet merhuma hizmet etti. Sonra merhum
ona hilafetle icazet verdi ve Turhal’a görevlendirdi. Hâlen orada talipleri
irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü artırsın.
Canikli Mustafa Dede de merhumun halifelerindendir. Merhuma uzun
zaman hizmet etti. Kendisi, meşrep olarak merhumdan bir miktar manevî zevk alan
birisidir. Merhum, onu hilafetle icazet verip Canik’e gönderdi. Şu an oradadır.
Allah Teâlâ, onun kuvvetini artırsın.
Velayet sahibi Mehmet Dede de merhumun
halifelerin- dendir. Kalp gözü açık olan Mehmed Dede zâhirde âmâdır. Merhum,
ona hilafetle icazet verdi. O, merhumun türbedarlığını yapmaktadır. Merhum, bu
vazifeyi ona vasiyet etmişti.
Kırşehirli İdris Dede, merhumun bir diğer halifesidir. Bir müddet
merhuma hizmet etti ve bu sürede zaviyede kaldı. Sonra merhum icazet verdi ve
onu Kırşehir’e görevlendirdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak eylesin.
Merhumun halifelerinden birisi de Emlak
nahiyesinden[460]
Mevlânâ Muyhiddîn’dir. Âlim ve fakih bir kimsedir. Hızlı
yazı yazan birisiydi. Merhum, ona hilafetle
icazet verdi ve onu beldesine görevlendirdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak eylesin.
Cekil’den (?) Ahmed Dede de merhumun halifelerin- dendi. Merhum, ona
hilafetle icazet verdi. Allah Teâlâ, onu muvaffak eylesin.
Karadeniz sahilindeki Ereğli’den Kemal Dede de
merhumun halifelerindendir. Merhumun hizmetine girdi ve uzun zaman zaviyesinde
kaldı. Meşreplerinden ötürü manevî zevklere nail olan birisidir ve mevâcîde
ulaşmıştır. Merhum, ona hilafetle icazet verdi ve memleketine görevlendirdi.
Şu anda orada talipleri irşad ediyor.
el-Hac Mustafa el-Kıbrîsî de merhumun halifelerinden- dir. Sivas’taki
meşhur camiyi yaptıran ve daha önce ismi geçen Hasan Paşa’nın kölelerindendi.
Hasan Paşa’nın yanında ilimleri tahsil etti. Onun vefatından sonra merhumun
hizmetine girdi, zaviyesinde kaldı. Uzun zaman ona hizmet etti. Sonra merhum
ona hilafetle icazet verdi. Allah Teâlâ onu, muvaffak eylesin.
Merhumun oğlu eş-Şeyh Pîr Mehmed Efendi de
onun halifelerindendir.[461]
Âlim, fâzıl, selîm tabiatlı, istihracı[462]
kuvvetli, Arabî ilimlerde[463]
eli güçlü idi. Uzun zaman hüküm vermede (kaza)[464]
çokça tecrübe kazandı. Sonunda Si-
vas’ta kadı oldu. Sonra Allah Teâlâ’nın fazl ve
lütfuna maz- har oldu. Hüküm vermeyi (kaza) terk etti ve babası merhumun
yoluna sülûk etti. Kadı kisvesini çıkarıp sıddıkların kisvesine büründü.
Merhum, ona hilafetle icazet verdi. Sonra yüce makamına onu vasiyet etti.
Şeyhimiz vefat etti ve oğlu iki sene kadar pederlerinin makamında irşadda
bulundu. Sonra Rahman’ın rahmetine kavuştu. Muhterem pederlerinin türbesinde,
kubbenin altında merhumun kabrinin arka tarafına defnedildi. İkisine de ikramı
bol Allah Teâlâ, rahmet eylesin.
Diğer meşâyih-i kiramda olduğu gibi merhumun da
halifelerini imtihan etmek âdetiydi. Anlatılır ki Habîb-i Ka- ramânî’nin
(k.s.)[465]
hilafet almak isteyen üç talebesi varmış. Şeyh, onlardan birer kuş
getirmelerini istemiş. Ellerine de bir bıçak vermiş. Onlara, “Bu kuşları,
kimsenin görmediği boş bir alanda kesip getirin.” demiş. Birisi bir duvarın
arkasında, bir diğeri bir ağacın arkasında kuşu kesmiş ve şeyhe getirmişler.
Üçüncüsü ise şeyhin yüzüne bakıyor olduğu halde kuşu kesmeden getirmiş.
Şeyh, onlara sormuş: “Ey filan, filan. Nasıl?
Onları kestiniz mi?” İkisi, “Evet, istediğiniz gibi kestik.” demişler. Şeyh,
üçüncüsüne, “Ey filan, sen neden kuşu kesmedin?” demiş.
Üçüncüsü şöyle cevap vermiş: “Efendim! Siz,
kimsenin görmeyeceği bir yerde kesin, dediniz. Böyle bir yeri aradım ama
Ölümsüz ve Diri Olan’ın olmadığı bir yer bulamadım.” Şeyh, “Allah seni mübarek
kılsın. Sen, huzur[466]
ve şühûd[467]
makamına ulaştın. Senin Rabbin Vedûd[468]
ve Şehîd’dir.[469]
Sen hilafet ve seccade almayı hak ettin. Sana onları verdim.” buyurdular.
Orada bulunanlara, “Sizler de şahit olunuz.” demişler. Kuşları kesip getiren
iki talebesine ise şunları söylemişler: “Sizler gaybetten[470]
sonraki yerdesiniz. Sizin için masiyetten[471]
emin olamam. Çünkü Hakk’ın huzurunda olduğunu hissedemeyen kimse masiyetin
ortasından uzak kalamaz.” Onlar da hallerini anlamışlar ve Rabblerinden bağışlanma
dilemişler. Sonra üçüncüsü, o iki kişiye şefaatçi olmuş ve onlara da himmet,
asa ve seccade verilmesini istemiş. Şeyh efendi, onlara da hilafet vermiş.
Merhum Şeyh ile Aramızdaki Münasebet
İlimleri tahsil için saltanatın başşehri
İstanbul’a gittiğimde, medresede ilim yolculuğuna dair adımları atmaya başladım.
Birçok büyük mevalinin[472]
hizmetinde bulundum. Sonra merhumun hizmetine döndüm. Merhum, muhterem amcamdır.
Allah Teâlâ, bana merhumun mübarek evinin ve latif makamının yanında bir bahçe
ve evi, kolaylıkla nasip etti. Onun eviyle evim arasında bir başka ev veya bir
engel yoktu. Sonra samimiyetle tarikat yoluna girdim. Tövbe ettim ve tövbe
halini yaşadım. Merhum, beni en büyük kızı, müminlerin annelerinden birinin
ismini taşıyan Safiye Hanım ile evlendirerek ikramda bulundu. Halime ve
hayatıma onun hali ve hayatı uygundu. O, Allah Teâlâ’ya itaatkâr, tövbe eden,
ibadet ehli, kanaatkâr, sabırlı, günün ve gecenin her anında Allah Teâlâ’nın
kelamını okuyan, çocuklarımın annesidir. Allah Teâlâ, onu annelerin en
hayırlısı olan Efendi- miz’in (salla’llâhu aleyhi ve sellem) eşleri arasına
dâhil etsin. Önceleri Zile’deyken merhumun mübarek evlerine hizmette bulundum.
Onu sevenlere ve gariplerine bu hizmet yirmi yıl sürdü. Allah Teâlâ, ilmin
bereketi ve salihlerin süsüyle beni rızıklandırdı. Bundan dolayı, bu yirmi yılı
ihlas ve samimiyetle geçirmeye çalıştım. Bu arzu üzere imamet ve dini
meselelerde de onun ehline ve mülküne hizmete devam ettim. Mübarek evlatlarını
okuttum. Gece ve gündüzün çoğu zamanında onunla olurdum. Yakın veya uzak bir
yere gideceği zaman makamını bana emanet ederdi. Yokluğunda, ev işlerinde,
kürsüde vaaz etmede ve müritlere namaz kıldırmada beni vekil bırakırdı ki otuz
yıl böyle devam etti. Tarikat yoluna girdiğimde dervişlere olan muhabbetim
arttı. Şeyhimin yokluğunda
dervişlerin arasına karışmam muhabbetin
artmasında çok tesirli oldu. Benimle müşavere eder ve sırrını benimle paylaşırdı.
Gördüğüm rüyalarımda muamelelerim hep onunla olurdu. Rüyaların tabirlerini
kendisine ne zaman sorsam, “Evladım, bunda birçok hayra alamet vardır.” derdi.
Rüyalarım çoktur. Sayılamaz ve sınırlandırılamaz. Onlardan birisi şudur: Bir
gece rüyamda hazret parlak bir kutu içerisinde, ördek yumurtasına benzeyen bir
cevher verdi. Bir başka rüyamda hazret ağzında nefis bir lokma çiğniyordu.
Ona yaklaşınca ağzından o lokmayı çıkarıp bana verdi. Çiğnemeye başladım. Bana
“Yut” diye emrettiler. Ben de yuttum. Bu lokmanın bereketiyle Allah Teâlâ,
göğsümün manevî âlemlere açılmasını, kalp ve göğsümün genişlemesini ve itminan
haline ulaşmamı bana kolaylaştırdı. Benden kalp ve göğüs daralması
kayboldu. Mana damlacıkları, bakir duygular, ilim kuvveti ve olağanüstü
temsiller kalbime doğdu. Öyle ki büyük âlimlerin yanında bir hüküm verdiğimde
veya bir vaaz yaptığımda Allah Teâlâ bana hiç duyulmamış manalar lütfediyordu.
Sağlam bir bina yapan mimara bunun için gerekli olan taş ve diğer malzemeleri
çırakların ve amelelerin -yerine göre şekillendirip- artık yeterli deyinceye
kadar getirdikleri gibi lazım olandan fazla kalbime varidat[473]
hâsıl oluyordu. Bu, Allah Teâlâ’nın beni “Şükredecek mi yoksa nankörlük
mü yapacak” diye geçirdiği bir imtihanıdır. Allah’ım! Beni şükür ve hamd
edenlerden eyle.
Sonra bir başka gece Resûlullah’ın (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) neslinden yaşlı bir şeyh gördüm. Sırtında tabaklanmış bir
koyun derisi vardı. Fukaranın bulunduğu yere geldi. O sırada merhum şeyh,
makamında oturuyordu. Biraz konuştuktan sonra merhum şeyh yerinden kalktı ve
ondan biat istedi. O, “Sen kâmil bir şeyh ve faziletli bir âlimsin. Senin için
biate gerek yoktur.” dedi. Ben de ikisinin yanında bulunuyordum. Kendi kendime,
“O, kutup olmasa şeyh ondan biat istemezdi.” dedim. Kesin olarak anladım ki bu
zat Kutbü’l-Aktâb’tır.[474]
Merhum, elimi aldı ve “Sen biat et.” dedi. Ben de biat ettim. Âlemlerin Rabbi
olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Yine bir gece kendimi yüksek, etrafı uzun
ağaçlarla çevrili, yüksek ve alçakta odaları olan bir medresede gördüm.
Yukarıya çıkmak istedim fakat kapıyı bulamadım. Medresede dolaşıyordum ki
duvarın ortasında bir pencere gördüm. Demirden bir kapısı vardı. Zorlukla oraya
çıktım ve kapı açıldı. İçerde kutbun kapıcısı olan bir adam gördüm. Girmem
için bana izin verdi, ben de girdim. İçerde, yüzü Yusuf (a.s.) gibi güzel,
ipekten elbise giymiş, başında sultan ve emirlerin tacı gibi bir tac bulunan
genç bir kimse gördüm. Mübarek elini sert bir şekilde ona biat etmek için
tuttum ve ona biat ettim. Sonra medresenin kenarına baktım ki bazı ihvanlar
aşağıda sağa sola gidiyorlar ve kapıyı bulamıyorlardı. Sonra bana şunu söyledi:
“Seni aşağıda gördüğümde istek ve arzunun çok olduğunu anladım. Bundan dolayı
sana izin verdim.” Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Bundan sonra yine bir gece peygamberlerin
efendisi Peygamberimizi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. O’na (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) biat etmek istedim. Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet bu
biati tasdik ediyordu. Böylece O’na (salla’llâhu aleyhi ve sellem) biat etmiş
oldum. Sonra O’ndan (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hal sahibi sûfîlerin meşgul
oldukları gibi meşgul olabileceğim Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisini
bana tavsiye etmesini istedim. Bana “es-Saîd, es-Saîd, es- Saîd” buyurdular.
“Ya Resûlullah! Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden bir isim talep ediyorum”
dedim. “eş-Şehîd, eş- Şehîd, eş-Şehîd” buyurdular. Sonra “Ya Resûlullah! Zikretmek
için talep ediyorum.” dedim. “es-Sıddîk, es-Sıddîk, es- Sıddîk” buyurdular.
Hepsini de üç defa tekrar ettiler. Bunun hikmeti, Allah Teâlâ’nın “Kim
Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet
verdiği peygamberler , şehidler ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne
güzel arkadaştır”[475]
âyet-i kerimesinin hakiki manâsını idrak edenlere açıktır. Kerîm olan Allah
Teâlâ’dan “Alîm” ve “Hakîm”[476]
isimleri hürmetine ölümümüz ve yaşamamızı onlarla birlikte kılmasını dileriz.
Bu söylediklerim ve anlattıklarımı Allah
Teâlâ’nın nimetlerini tahdis[477]
olarak naklettim. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin nimetini
hatırla ve anlat.”[478]
Merhum, bana son haccını yaptığı hicri 999
(1590-1591) yılında Allah Teâlâ’nın bir lütfu olarak mübarek elleriyle yazdıkları
bir icazet verdiler. Bu halifelik icazeti şu şekildedir:
“Hamd, hidayet suyu ile inayet toprağında
velayet ağacını yetiştiren ve onu kıyamete kadar keramet nuru ile çiçeklendi-
rip, dirayet meyvesiyle meyvelendiren Allah’a
mahsustur. Bizim ve Âdemoğlunun efendisi, Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem): “Ümmetimden bir zümre kıyamete kadar Hak üzere bulunacaktır” buyurmuştur.
Kardeşimin oğlu Mevlânâ Recep, çocukluktan bu tarafa bana hizmet etti ve ona
diraset ilminden kolayına geleni öğrettim. Sonra, tevhid ilminde bana hizmet
etti ve uzun müddet halvetlerde ve erbainlerde mücahedede bulundu. Bunun
neticesinde, bu acizde, onun velilerinden, meşrebinden tat aldığı ve nefsini
körlüğün umumi mahzurlarından temizlediği kanaati hâsıl oldu. İşte bundan
dolayı, tıpkı şeyhim, senedim, kâmil ve mükemmil, Şeyh Abdülme- cid-i
Şirvânî’nin, mezarında Rabbanî lütufla muamele edilsin, sırları mukaddes olsun
ve eserleri bâkî olsun, bana icazet verdiği gibi ben de ona halifeliğin umumî
ve hususî her türlü işleri hakkında icazet verdim. O halde sen de önceki
şeyhlerin mücahede ettiği şeylerle mücahede et ve onların katlandıkları şeylere
sen de katlan. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden
Allah’a sığınırız. Bu icazetten ancak hayır talep ediyorum. Güç ve kuvvet ancak
yüce Allah’a aittir. Bu icazeti, hakir, Allah’ın yüce lütfunu talep eden ve
Sivas’ta fukarânın ve dervişlerin hizmetçisi olan Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî
yazmıştır.”
Merhumun oğlu Pîr Mehmed Efendi[479]
vefat ettiğinde merhumun makamına en lâyık namzet olarak ihvanlar beni tavsiye
ederek şöyle dediler: “Sen bizim otuz yıllık, en eski halifemizsin.” Ben de
onlara “La havle velâ kuvvete illâ bil- lahi’l-Aliyyi’l-Azîm” diyerek cevap
verdim. Böylece merhumun seccadesine oturdum. Allah Teâlâ, beni vazifelerimi
yerine getirmeye muvaffak eylesin ve rızasına ulaştırsın.
Merhumun nazarlarına muhatap olduğum gibi aynı
şekilde Abdülmecîd-i Şirvânî’nin (k.s.) de nazarlarına muhatap oldum.
Abdülmecîd-i Şirvânî (k.s.), Zile’ye geldiğinde ben yeni yetişen bir
delikanlıydım. Merhumun kapısında hizmet ediyordum. Hücrem de merhumun evine
bitişikti. Şeyh-i Şirvânî (k.s.) buraya gelince benim hücremde kalmasını uygun
gördüler. Ben de hücremden çıktım, yakınlardaki bir mescide yerleştim ve orada
kalmaya başladım. Şeyh-i Şirvânî (k.s), gece yarısından sonra teheccüd namazını
kılmak için bu mescide geliyordu. Bir gece Şirvânî Hazretleri (k.s.) gelmeden
kalkmıştım ve lambayı yakıp kitapları mütalaa ile meşgul oluyordum. O günlerde
yaşım on yedi veya on sekizdi. Şeyh-i Şirvânî (k.s.), mescide gelip teheccüdü
kıldı ve ders mütalaasından aldığım büyük haz ve derse olan ilgimi gördü.
Sabah olduğunda merhumu şehrin önde gelenleriyle birlikte bir bahçeye davet
etti. Ben de onların arasında hizmet etmek kastıyla bulunuyordum. Şeyh-i
Şirvânî (k.s.) orada şunları söyledi: “Ey burada hazır bulunanlar! Ben bu
küçüğün kitaplarla meşguliyetten büyük bir zevk aldığını ve bu hususta tam bir
gayret içerisinde olduğunu gördüm. Çalışma ve gayretiyle bu halinin onu pek
çok nasiplere nail edeceğini anladım.” Sonra merhuma, “Ey Şemseddin! Bu delikanlıyı
gözet. Muhakkak ki o, sana lazım olacak.” buyurdular. Âlemlerin Rabbi olan
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
O bakış ve sözlerin bereketiyle; yaşımın
altmışa ulaşmış olmasına, yaklaşık altı yıldır görmemi zayıflatan bir hastalığın
bana gelmesine, elime bir kitap, kalem veya yazacak bir şey almamama rağmen
öğüt ve nasihat günlerinden hiç taviz vermedim. Gönlümün genişlediği ve
ferahladığı bu hal üzere Mevlâmın emirlerine itaate tam bir teslimiyetle devam
ediyorum. Kalbimin sahih kaynaklığı ve şahitliğiyle meydana gelen bu risaleyi
de bir kâtibe yazdırıyorum. Bu, değerli
bir nakildir. İnsanlar kitaplara baktığımı
zannediyorlar. Bu, her şeye güç yetiren Rabbimin ikramıdır.
Tarikattaki Silsilemiz
Hikmet ve dini ilimleri şeyhimiz merhum eş-Şeyh
Şem- seddin es-Sivâsî’den, o şeyhlerin şeyhi Abdülmecîd-i Şir- vânî’den, o
Kubad eş-Şirvânî’den, o Muhammed Rukay- ye’den, o Şeyh Mevlânâ Mahdum
Yusuf’tan, o kutbu’l-aktâb, seyyidü’l-evtâd, vâris-i Resûlillah ve
hayru’l-evlad eş-Şeyh Seyyid Yahya el-Baküvî’den aldı ki bu mübarek, Halvetî tarikatını
güzel halleri ve insanları hayra davet eden latif davranışlarıyla ile büyük ve
kalabalık insan topluluklarına yaydı. Âlemin farklı yerlerinde çok meşhurdur
ve onun halifeleri Rum, Şam ve Irak gibi birçok yerde mevcuttur. O, eş-Şeyh
Sadruddin’den, o eş-Şeyh İzzüddîn’den, o Ahi Mirem’den, o Zâhid el-Cîlâni’den,
o eş-Şeyh Cemâlüddin’den, o eş-Şeyh Şihâbüddîn es-Sühreverdî’den, o eş-Şeyh
Necâşî’den, o eş- Şeyh Kutbüddin’den, o eş-Şeyh Necîbüddin’den, o eş-Şeyh
Hammâd ed-Dîneverî’den, o eş-Şeyh Cüneyd el-Bağdâ- dî’den, o eş-Şeyh
Seriyyü’s-Sakatî’den, o eş-Şeyhü’r-Rabbanî el-Ma’rûfü’l-Kerhî’den, o eş-Şeyh
Dâvûd et-Tâî’den, o eş- Şeyhü’n-Nûrânî Habîbü’l-Acemî’den, o eş-Şeyh
kutbu’l-ak- tâb gavsü’l-evtâd Hasanü’l-Basrî’den, o Esedullahü’l-Gâlib ve
Seyfüllâhü’l-Muğâlib Ali b. Ebi Tâlib’den, o Seyyidü’l-en- biyâ ve
senedü’l-asfiyâ Muhammed el-Mustafa’dan (Allah Teâlâ, O’na ve O’na tabi
olanlara rahmet eylesin) bu görevi almıştır. Allah Teâlâ, onların sırlarını
takdis eylesin ve izlerini kıyamet gününe kadar bâkî kılsın.[480]
Merhumun Nesebi: Evlatları, Torunları,
Akrabaları ve
Bazı Hallerine Dair
Merhumun nesebi şu şekildedir: eş-Şeyh Ahmed
Şem- seddîn Ebu’s-Senâ İbn eş-Şeyh Mehmed Ebi’l-Berekât İbnü’l- Ârif
İbnü’l-Hasan. Allah Teâlâ, hepsine rahmet eylesin.
Merhum, Sultan Süleyman Han İbnü’s-Sultan
Selîm Han (Allah Teâlâ ikisine de rahmet eylesin) devrinin başlarında
dünyaya gelmiştir. Merhum, Süleyman b. Davud (Allah Teâlâ ikisine de rahmet
eylesin) ve Belkıs’ın kıssasını bu padişah döneminde kaleme 2101. Aynı şekilde 1401117
1-10/16041610 90711111-12011 0010ك
eseri de bu dönemde kaleme 101. İbnü’s- Sultan Selim Han döneminde Zübdetü'l-Esrâr
967/11 Muhta- sarü'l-Meâ 111 fıkıh usûlüne dair olan eseri kaleme aldı.
Sonra İbnü’s-Sultan Murad Han devrine ulaştı ve bu dönemde birçok
risale kaleme 2101. Mir'âtü'l-Ahlâk adlı eserini bu padişaha ithaf etti.
Bunun üzerine padişah, Sivas’ın bilinen tuzlalarını[481]
ki burası Sivas’a yakın bir köydedir merhuma verdi. Sonra Sultan Mehmed Han dönemine
ulaştı. Bu dönemde 1/0/601 17-71/117.551 adlı mühim kitabını kaleme
aldı. Merhum, bu kitabı Sultan Mehmed Han’a ithaf ve merhum sultan ile
birlikte Eğri seferinde gaza etti. Tafsilatı aşağıda anlatılacak. Bu kitabının
başında, yukarıda zikredilen diğer sultanlara Sultan Mehmed Han’a,
saltanatının bekasına, başarısına ve onun düşmanlarına galip gelmesine dua
etti.
Merhum, nahiyede iki cami, bir mescid ve
Sivas’ta bir medrese ile iki köprü yaptırmıştır. Tuzlanın gelirinden medrese
ve diğer yerlerdeki görevlilere günlüğü yirmi dört dirhem olmak üzere
vakfetmiştir. Allah Teâlâ, kıyamete kadar bu mekânları ve hizmetleri devamlı
kılsın.
Dedemiz eş-Şeyh Mehmed Ebü’l-Berekât,
merhumun babasıdır. Rüyasında Hızır Nebi ve Ali b. Ebi Tâlib’i (r.a.) görmüş,
onlar dedemize ilim, salih amel, bereket, kurtuluş ve doğru yolda olan, hikmet
ve marifet sahibi evlat ve nesiller için dua etmişler. Bundan dolayı nesilden
nesle salih amel, ilim ve takva intikal etmiştir.
Dedemizin dört oğlu vardır. Hepsi de ilim ve
salih amel sahipleridirler. Onların en büyüğü eş-Şeyh Muharrem ez- Zîlî’dir.
O, âlim, fâzıl, fakih, müstakim, kanaatkâr, hile ve aldatmaca bilmeyen
birisiydi. Vefat ettiğinde kitaptan başka bir tereke bırakmamıştır. İçerisinde
birçok meseleyi ihtiva eden ve oldukça faydalı birçok eser kaleme aldı. Onların
okuyanlara faydası açıktır. O eserlerinden biri 107 1-
-11/1/1/2 507/11 0)5-5171141 11000111/1/017
11910025111 2 011 1 5٥٢ .011
1710901
ti'l-Mülûk şeklinde de adlandırdı. Bunun 0191102 birçok
risalesi daha vardır. Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.
Kendisi Câmî’nin en-Nefehât adlı eserini
Arapçaya 0111- me etmiş ve adını 1127114217 1-6/11/4 koymuştur. Muharrem
Efendi’nin en büyük oğlu müderris Feyzullah Efendi’dir. Ondan sonra,
daha önce hakkında malumat verdiğimiz eş- Şeyh Abdülmecîd Efendi gelmektedir.
O, marifet sahibi, fâzıl, istikâmet üzere olan hayatıyla büyük ve dünyaya dair
bağı olmayan bir kimsedir. O, daha önce de zikrettiğimiz gibi, merhum
şeyhimizin büyük halifelerindendir. Muharrem Efendi’nin diğer oğlu Abdülkerim
Efendi’dir ki o, Zile’deki caminin hatibidir. Bir diğer oğlu ise Abdurrauf
Efendi’dir. O, halen ilim tahsil etmektedir.
Dedemizin eş-Şeyh Muharrem Efendi’den sonraki
oğlu eş-Şeyh İbrahim Efendi’dir ki, bu fakirin babasıdır. O, salih, takva
sahibi, temiz, istikâmeti düzgün, kalbi kuvvetli, her işini Allah Teâlâ’nın
rızası için yapan, Allah Teâlâ’dan başka hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmayan, geceler boyu ve gündüzün her saatinde Allah Teâlâ’nın kitabını
okuyan, büyüklere mütevazı ve küçüklere merhametli birisiydi. Kardeşi merhum
eş-Şeyh Şemseddîn es-Sivâsî ile birlikte Sivas’a hicret etti. Sivas’taki Hasan
Paşa Camii’nde Müslümanlara imamlık yapardı. Sonra vefat etti ve Sivas’ın arka
tarafındaki bir mezarlığa defnedildi. Cinlerin ve insanların sahibi olan Allah
Teâlâ, ona rahmet eylesin.
Dedemizin babamdan sonraki oğlu merhum
şeyhimizdir. O, hayatının başlangıcından sonuna kadar hürmet gören ve vakar
sahibi birisi olarak yaşadı. Merhumun sesi çok güzeldi. Onun sesini duyan
herkes ağlardı. Allah Teâlâ, onu nereye gitse mübarek kılmıştı. Sahrada,
vadilerde, dağ başlarında olsa birçok nimet dört bir taraftan onu bulurdu.
Merhum, kendisine gelenlerden az bir şey yer, geriye kalanı fakirlere dağıtırdı.
“Mennân”[482]
olan Allah Teâlâ, ona her türlü nimetlerini lütfederek, onu hoş karşılayarak ve
cennetlerinde misafir ederek ona rahmet eylesin. Muhterem ve mübarek
evlatlarının sayısı elli altıya ulaşmıştır. Evlatlarından birçoğu merhuma bir
ecir ve mükâfat olmak üzere merhumdan önce vefat ettiler. Merhumdan geriye
yedi kız, üç erkek çocuğu kalmıştır. Yaş ve ilim olarak onların en büyüğü Pîr
Mehmed Efendi’dir ki, onunla ilgili malumat daha önce geçti. Babasından sonra
iki yıl yaşadı. Merhumdan geriye şu anda iki muhterem oğlu kaldı. Allah Teâlâ,
onları güzelliklerle kuşatsın.
Büyük oğlu Hasan Efendi, âlim, cömert, zeki,
mütalaası doğru, yumuşak huylu, kalbi geniş, eli açık, sofrasından iyi- kötü
herkesin yediği, emeğini esirgemeyen birisidir. Merhum babasıyla birlikte
hicri 999 (1590-1591) senesinde hacca gitti. Sonra saltanatın başşehri
İstanbul’a yolculuk etti. Burada Ayasofya Medresesi’nde müderris olan el-Mevlâ
el-Fâzıl Seyfullah Efendi’nin hizmetine girdi. Derste muîd[483]
idi, sonra mülazım[484]
oldu. Sonra Sivas’taki Sahibiyye Medrese- si’nde müderris oldu. Sonra Arapkir
kasabasına kadı oldu. Sonra kadılığı bıraktı, kanaati ve babasının yolunu
seçti. Babasının vakfiyesi ona tevdi edildi.
Yaş olarak küçük olan oğlu Müeyyed Çelebi’dir.
O, şu anda ilim tahsiliyle meşguldür. Allah Teâlâ’dan her ikisine de
babalarının yollarına girerek feyz kâsesinden dolu dolu içmelerini, hayr üzere
sabit-kadem[485]
olmalarını, kötü ve şerli kimselerinin şerlerinden korunmalarını dilerim.
Dedemizin merhum şeyhten sonraki oğlu İsmâîl
Efen- di’dir. O, salih, Cenâb-ı Hakk’a yakın ve daima hak üzere olan birisidir.
Merhum ile birlikte hac yaptı. Tahdis-i nimet olarak “Benden hiçbir büyük günah
sadır olmadı.” derdi. Onun üç oğlu vardır. En büyükleri Fazlullah Çelebi’dir.
Merhumun Sivas’taki Hasan Paşa Camisi’nde hatiptir. Âlim, salih, verâ sahibi ve
halim bir kimseydi. Azgınların çıkardığı isyan ve kargaşada vefat etti. Diğeri
Avnullah Efendi’dir. Daha önce zikredildiği üzere müderristir. Âlim, temiz,
halim ve selim bir kimsedir. Merhum ile birlikte saltanatın başşehrine gitti.
İstanbul’da Sultanü’l-Muallim el-Mevlâ el-Fâzıl
Sadüddîn Efendi’nin hizmetine girdi. Önce
mülazım sonra müderris oldu ve bazı medreselerde çalıştı. Allah Teâlâ, ömrünü
salah eylesin. Onların yaş olarak en küçüğü Ataullah Çelebi’dir. Sivas’ta
eşkıyaların çıkardığı fitnede öldü.
Merhumun Zamanında Sivas’ta Bulunan
Diğer Şeyhler
eş-Şeyh Mehmed 1-10121 İbnü’l-Hatîb, Câmi-i Ke- bîr’dedir. Âlim, fâzıl, fakih,
kıraat sahibi, kavmin şereflisi, cömert, sofrası herkese açık ve ikramı bol
birisidir. Muhterem hanım efendi kızını merhumun oğlu Hasan Çelebi ile
evlendirdiler. Allah Teâlâ, yüce fazlı, lütfu ve keremi ile onların arasına
ülfet etsin. Sonra fukaranın yoluna girdi. Onların giydiklerini giydi, onların
içtiklerini içti. Makamları bir bir kat etti, ‘mevâcîd’ ve türlü lezzetlere
ulaştı. Merhumun vefatından sonra dört sene yaşadı. Sonra vefat etti ve Cami-i
Kebîr’in haremine defnedildi. Allah Teâlâ, onu en yüksek derecelere ulaştırsın.
Ondan sonra yerine damadı Yakubu’s- Sânî geçti. Halen, seccadesinde talipleri
irşad ediyor. Allah Teâlâ, onun gücünü arttırsın.
Merhumun zamanında, onun eliyle tövbe etmiş
kâmil, fudala, ilmiyle amil Amasyalı Mevlânâ Bünyad Efendi de merhumun
sevenlerindendi. Medreselerde eğitime başlamış ve yüksek derecelere ulaşmıştı.
Tarikata yöneldiği dönemlerde çok yüksek makamlar elde etmek üzereydi. O, amel
ve takvaya yöneldi. Şifâiyye Medresesi’nde müderris oldu ve hayatta olduğu
sürece fetva verme salâhiyeti verildi. İlimleri yaydı ve orada dersler verdi.
Genç yaşta İslâm’ı yaşamaya başladı, hususî ve umumî (hâs ve âmm) fetva verdi.
İnsanların Efendisi’nin (a.s.) dinini güçlendirdi ve büyüklerin ulaştığı
değere ulaştı. Haşmet ve vakar sahibiydi. Geceleri seherde namaz kılar, Allah
Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmede sabırlı ve şükreden birisiydi. Sivas
ehlinden birçoğu-
nun sevgisini kazanmıştı. Salih ve fakirlerin
ahlâkıyla ahlâk- lanmış, her iki taifenin ahlâkını mezcetmişti. O, eski dostumuz
ve zor günlerin arkadaşıydı. Merhumun vefatından sonra büyük bir topluluğun
huzurunda, yaşı da bir hayli ilerlemiş olduğu halde bize biatini yeniledi.
Allah Teâlâ onu güçlü olan bu yolda sabitkadem kılsın ve sırat-ı müstakim üzere
eylesin. Kalemini doğru ve hak olandan ayırma Ya Kerîm!
Sivas’ın âlimlerinden Mevlânâ Musa Efendi vardır.
Hayırların sahibi, tuzlaları vakfeden ve imaretleri ihya eden Abdullâh-ı
Rahatî’nin torunlarındandır. Allah Teâlâ’nın “Kullarımın arasına gir. Ve
cennetime gir!”[486]
müjdesine nail olacağı umulan birisiydi. O, ilmiyle amel edenlerdendi.
Medreselerde ilim tahsil etti ve büyük bir aşkla çalıştı. Sonra birçok beldede
kadılık görevinde bulundu. Selim bir kalbe ve müstakim bir tabiata sahipti. Dul
ve yetimlere ikram etmeyi severdi. Sözü doğru ve fiilleri dosdoğruydu. Beş
vakit namazı her defasında abdest tazeleyerek kılardı. “el- Hamîd,[487]
el-Mecîd”[488]
virdi ile meşgul olurdu. Halen, zikredilen vakıfların mütevellisidir. Onların
tamiri ve yenilenme-
si ile ilgilenmektedir. Cömert, ikramı bol, iyi
ve suçlu herkesin sofrasında yediği, nimetlere çok şükreden, yetim ve fakirlerin
işlerini gören bir kimsedir. Allah’ım! Ona salah ve felah ile hayırlı uzun bir
ömür lütfet. Onu evlatlarıyla birlikte mutlu, cenah ve kurtuluşa ulaştır. O,
merhumun eliyle tövbe etmişti. Merhumun ardından bize biatini yeniledi.
el-Hac 00110011 Efendi. 1211511 bir âlim ve
Allah’tan korkan, mütevazı, gönlü tok, şükreden, hamd eden, kalplerde sevgisi
olan, haline rağbet edilen, özellikleri talep edilen, ibadet ehli bir âmildi.
Merhumdan önce Rahman’ın rahmetine kavuştu. Allah Teâlâ’nın rahmeti ve rızası
onun üzerine olsun.
Mevlânâ 40025 el-Muîd. Sahibiyye Medresesi’nin müderrisiydi. Fakih,
âlim ve âmil bir kimseydi. Külfetten uzak bir şekilde zamanının tamamını hizmet
ve ibadetle geçirirdi. Füru[489]
meselelerde fetva verir, şeriata dair ders okuturdu. Geceleri çok az uyur, uzun
günler boyunca ilim tekrarı ve mütalaası ile meşgul olurdu. İnsanlar onu
müttakiler ve ah- yardan [biri] kabul ederlerdi. Sen onu görsen, “O, seleften
kalma ve selefin arkasından giden kimsedir” derdin. Allah Teâlâ ona rahmet
eylesin. Merhumdan öne Rahman’ın rahmetine kavuştu.
Mevlânâ el-Hac Yadigar 01-11211. Zikri geçen şeyhin 2- basıdır.
Kendisi, usûlünce kıraat bilen bir kimseydi. Tecvid ilminin inceliklerini bilirdi.
Çok güzel bir sesi vardı. Cami-i Kebîr’de altmış yıl hatiplik görevini icra
etti. Daima hak üzere olan birisiydi. Allah Teâlâ’nın dışında hiçbir
kınayıcının kınamasından korkmazdı. İkramı bol, sofrası herkese açık bir
kimseydi. Merhumdan önce Rahman’ın rahmetine kavuştu. Allah Teâlâ’nın rahmeti
ve rızası onun üzerine olsun.
Süleyman Hoca el-Muîd. Şifâiyye Medresesi müderrisle- rindendi.
Âlim, fakih, salih, takva sahibi ve temiz bir kimseydi. O da merhumdan önce
Rabbinin rahmetine kavuştu.
Mevlânâ Emir Mehmed. Kerametler sahibi Şeyh Mer- zübân-ı Velî’nin
torunlarındandır. Fakih, âlim, salih amel sahibi birisidir. Duha vakinde,
sünnet veya revatib[490]
olmamak üzere, nafile olarak kırk rekât namaz kılardı. Tarih ilminin
inceliklerini, özellikle muhterem sahabe-i kiram dönemini şaşılacak derecede
iyi bilirdi. Gözlerinde cezbe alametleri vardı. Sıkıntıda olan her kim onu
rüyasında görse Allah Teâlâ o kimsenin sıkıntısını kaldırırdı. Bu hal, birkaç
defa bana da oldu. Allah Teâlâ, ona rahmetiyle muamele eylesin. Merhumdan önce
vefat etti. “Melik”[491]
ve “Kerîm” olan Allah Teâlâ, ona rahmet eylesin.
Mevlânâ Hasan Çelebi. O da aynı şekilde Şeyh Mer- zübân-ı Velî’nin
(k.s.) torunlarındandır. Âlim ve salih bir kimsedir. Hiçbir anını boş geçirmez,
ilimlerin hepsinde üstündü. Dindar, takva sahibi, gönlü tertemiz, samimi ve
selim bir kimseydi. Takva ile amel ederdi. Verâ ve zühd sahibi, hayâ ehlinden
izler taşırdı. Hal ve fakrını insanlardan gizler, halini insanların Rabbine arz
ederdi. Sözü hikmet, fikr ve nazarı ibretti. Yüce dedelerinin hal ve izlerini
taşımaktaydı. “Şahinler, yuvalarını boş bırakmazlar.” denir. Allah Teâlâ, onu
dost edinmekle ona rahmet eylesin. Merhumdan sonra fitnecilerin çıkardığı
fitnede öldü.
Mevlânâ Sûfî Himmet. Sahibiyye Medresesi’nde muîd- di.[492]
Âlim ve salih bir zattı. Merhumdan önce “el-Hayy” ve “el-Kayyûm” olan Allah
Teâlâ’nın rahmetine kavuştu.
el-Hac Bayram. Salih, fakih ve zâhid bir kimsedir. Hizmet
ehli yaşlı bir kimseydi. Yaşının yüze ulaştığını söylerler. Keşf ehlindendi.
Aramızdaki sevgiden dolayı halini bizden gizlemezdi. “Hızır Nebi ile
karşılaştım.” der ve kabir ehlinin hallerini naklederdi. Bir gün bana, tahdis-i
nimet[493]
olarak şunu anlattı:
“Sultan Bâyezid’in oğlu Selim Han döneminde
çıkan ayaklanmada gürbüz bir delikanlıydım. İnsanların korkudan dağ başlarına
gittiği ve param parça olduğu bir zaman ben de binitimle bir yere giderken
benzeri bulunmaz güzellikte bir cariyeye rastladım. Onu bulduğumda yalnızdı.
‘Burada ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Erkek ve kız kardeşlerimi kaybettim. Ve yolumu
şaşırdım.’ dedi. Ona benimle gelmesini söyledim. Bir ormana gittik.
Vardığımızda baktım ki bedeni sarsılmış, elleri titriyordu. ‘Bu ne hal?’
dedim. ‘Beni bir korku sardı ki, her taraftan düşmanın gelmesi, senin gençliğin
ve Allah Teâlâ’dan korkum bu hale sebeptir.’ dedi. ‘Sen benim kız kardeşim
gibisin. Sana hiçbir meylim ve isteğim yok. Aklına hiçbir şey gelmesin. Allah
Teâlâ’nın korumasıyla benim yanımda güvendesin.’ dedim. Güven içinde yanımda
geceledi. Sabah olunca onu kavmine selamet içerisinde teslim ettim. Allah
Teâlâ, bu sakınmamın bereketiyle keşfi lütfetti ve gözlerimdeki perdeleri
kaldırdı”. Merhumdan önce vefat etti. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
Merhumun Sultan Mehmed Han ile Sefere Çıkması
Sultanın müşriklere yöneldiği duyulunca merhum,
benimle istişare bağlamında “Zihnimde gaza yapma arzusu
var. Bu yaşıma ulaştım, âcizane İslâm’ın
emirlerini yaşamaya çalıştım. Bu zamana kadar helal ve haramı öğrendim. Bu
hal, küfür ve tuğyan ehli ile mücahede etmeme engel oldu” dediler. Ben de
“Efendim, takdir sizin. Lakin yaşınız çok ilerledi ve nefs mücahedesi ile
meşgulsünüz. Bedeniniz nahif bir halde” dedim. “Ben hanif olarak, yüzümü
yeri ve gökleri eşsiz bir şekilde yaratana döndüm”[494]
buyurdular. “İşittik ve itaat ettik” dedim. Sefer hazırlıklarına başladı.
Kendi paralarıyla altı deve satın aldılar. Meşhur kişi Abdülvehhâb- ı Gazî’nin
(r.a.) sancağını almaya beraber gitmek istediler. Abdülvehhâb-ı Gazi (r.a.)
Resûlullah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) zamanında san- caktarlık görevinde
bulunmuştur. Bu dönemden sonra Rum diyarında savaştı ve Sivas’ın arka tarafında
şehit oldu. Beldenin yakınında bir yere defnedildi. Burası, duaların kabul
olduğu bir yerdir. Kâfir ve günahkârlar da dâhil olmak üzere insanların tamamı
burayı ziyaret eder, toprağından alır, mum yakar ve adaklarda bulunurlar.
Kabrinin üzerine her taraftan görülen kargir bir kubbe ve yanına da bir mescid
inşa edildi. Bazı zamanlar burada çok cemaat olur. İnsanlar kıtlık
zamanlarında yağmur istemek ve yağmur duası için buraya çıkarlar. Kabrinin
üstünde ‘Hamd’ ve ‘Mahmud’ sancağı vardır. Kabrinin etrafında ise şehitlerin,
birçok salih ve salihanın kabirleri bulunmaktadır. Kasabaya döndük ve merhum
kasabanın şeyhinden Abdülvehhâb-ı Gazî’nin (r.a.) sancağını istedi. Şeyh de
merhuma sancağı verdi. Oradan sevinç ve heyecanla yola çıktı. Bu sevinç ve
heyecan saltanatın başşehri İstanbul’a varıncaya kadar sürdü. Bu sancak
Şam’dan Şamlıların getirdiği Resûlullah’ın (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
sancağı ve Bursalı Emir Sultan’ın sancağı ile bir araya getirildi. Sultan
Mehmed Han, merhuma eksiksiz ikramda bulundu. Yolcu-
luk seferi için gerekli olan her şeyi tahsis
ettiler ve nihayet birlikte Eğri Kalesi’ne ulaştılar. Allah Teâlâ, bu büyük ve
muhterem zat hürmetine ve onun yüksek himmetleri vesilesiyle bu sağlam kaleyi
fethetmeyi nasip etti. Sonra onlar bu kaleyi fethettiklerinde fitne ve isyandan
güvende oldular.
Kâfirlerin tamamı kalenin fethedildiğini,
halklarının öldürüldüğünü, evlatlarının esir alındığını ve mallarının Müslümanların
eline geçtiğini duyunca büyük bir hüzne boğuldular ve bundan dolayı büyük bir
ıstıraba gark oldular. Sonra İncil’e muhalif bir şekilde haç çıkardılar,
kiliselerde mumlar yaktılar ve kurbanlar kestiler. Böylece bir araya geldiler.
Otuz ayrı fırka oldukları ve birbirlerinin dillerini bilmedikleri nakledilir.
Onlar birlikte savaşmak için anlaştılar ve “Ya zafer ya ölüm!” dediler. Bu
vakıaya şahit olanlar anlatmıştır ki onlar büyük bir topluluk halinde savaş
alanına geldiler. Çok kalabalık ve kuvvetli bir ordu toplanmıştı. Gözleri kararmış,
başları dönmüş, dağlar gibi yerlerinden oynatılmaz saflar önünde bayraklarını
diktiler. Bu şekilde çok güçlü ve çok büyük bir ordu olduklarını gösterdiler.
İslâm askerleri, onların bu halinde haberdar değillerdi. Onların bu güçlerini
görünce iman gücü olmayanlar topluluktan ayrıldılar. “Onlar sanki ürküp
kaçan yaban eşekleri gibidirler! Aslandan ürküp kaçarcasına!”[495]
âyetindeki gibi oldular. Bu, ikindiden sonra dar bir zamandaydı. Merhum şunu
söylemiştir:
“Kâfirler, müminlerin bu halini görünce
saldırılarını artırdılar. Öyle ki Müslüman askerlerin çadırlarına girdiler ve
orada bulduklarını yağmaladılar. Ya Subhanallah! Yardımın nereden gelecek?
Yardımın ne zaman gelecek? Kelamında uyumsuzluk yoktur, hepsi doğrudur. ‘Sen
vaadinden dön- mezsin.’[496]
Sen, ‘And olsun, peygamber olarak gönderilen
kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Onlara
mutlaka yardım edilecektir. Şüphesiz ordularımız galip gelecek- tir.’[497] Bundan sonra kalpler zafere inandı. ‘Siz de
Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü’min- ler
denendiler ve şiddetli bir şekilde sarsıldılar.’[498]
Merhum devamla şunları söyledi:
“İslâm
askerlerine baktım gökteki Süreyya yıldızı gibiydiler. Onlarla aramda yüzü çok
güzel ve vücudu görenleri hayran bırakan ve salihlerden olduğu anlaşılan
birisini gördüm. Onu önceden kesinlikle görmemiştim. Bana “Ey Şey- hü’l-İslâm
sana müjdeler olsun. Sultanın yanına gir. Sultana “Hazinenin olduğu yerdeki
muhafızlar kaçmıştır. Oraya asker gönder” de” dedi. Ben, “Neden sen sultanın
yanına girmiyorsun?” dedim. “Sultan, bundan sonra beni görmeyecek. Onunla
aramızda bir ülfet de yok. Sen git söyle’ dedi.” “İşittim ve itaat ettim”
dedim. İkindi namazının vakti daralmıştı. Abdest tazeledim, şehadeti arzuladım
ve aceleyle namazı kıldım. Sonra sultanın yanına girdim. Yüzü kıpkırmızı olmuştu.
“Bir haber var mı ey Şeyhü’l-İslâm!” dedi. “Hayr, sabırla “el-Melik” ve
“el-Allâm” olan Allah Teâlâ’dan yardım istemektedir” dedim. Sonra ona
“Salihlerden bir zat geldi. Bana şöyle şöyle dedi: Onun Hızır (a.s.) olduğunu
düşünüyorum. Onun müjdesi müjdedir. İşin sonu hayr ve hamd edilecek bir
sondur” diye olanları anlattım. Sultan’ın kalbi bu sözlerimle güç buldu ve hali
değişti. Korku ve endişe sultandan gitti. Bana “Bu mekân için sen reis ol!”
dedi. “Ben şu ana kadar savaş tecrübesi yaşamadım” deyince yanındaki birisine
“Bu mekân için sen reis ol. Şeyh de senin müşir ve destekçin olsun” dedi.
Onunla birlikte çıktım. O kişi, “Ey müminler! İslâm gayreti nerede? İnsanların
en hayırlısının gayreti nerede? Yüce Sultan’ın gayreti nerede?” dedi. Eline bir
kâğıt aldı ve “Ben bu mekânın reisiyim. İsteyene istediğini vermeye salahiyet
sahibiyim” dedi. Kardeşlerimizden birçoğu etrafında toplandılar. Biz de onlar
arasındaydık. Şöyle bir ses işittik: “Ey seslenenler! Biliniz ki, ey Allah’ın
muvahhid olan ordusu! Ey Müslüman gaziler! Düşman dağıldı! Onlar, şeytanın
yandaşlarıdır! Onlar arkalarını döndüler ve kaçıyorlar! Onların hepsini
öldürün!’ Bu sesi işittiğimizde kalbimiz güçlendi ve tüylerimiz diken diken
oldu. Hepimiz leopar ve aslan gibi cesaretli kesildik. Hiddetle saldırdık ve
onlar darmadağın oldular. Zavallı çekirgeler gibi dağıldılar, öldürüldüler ve
yakıldılar. “İnsanları köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp
atıyordu.”[499]
“Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[500]
“Allah, sabredenlerle beraberdir.”[501]
Orada bulununlar on binlerce veya daha fazla kâfirin öldürüldüğünü rivayet
etmişlerdir. Allah Teâlâ, Alîm ve Habîr’dir.[502]
Merhum
şöyle derdi: “Allah Teâlâ, sıkıntı ve kederden sonra fetih, korkudan sonra
emniyet ve meşakkatten sonra nimet lütfetti. Allah Teâlâ’ya hamd ve şükrederiz.
‘Bizden hüznü gideren Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Muhakkak ki Rabbimiz
el-Gafûr ve eş-Şekûr’dur’[503]
deriz. Sonra sultanın yanına girdim. “Ey Şeyhü’l-İslâm! Vaziyet nasıl? Halim
çok sıkıntılı” dedi. “Vaadini yerine getiren ve kuluna yardım eden Allah
Teâlâ’ya hamd olsun. Allah Teâlâ, düşmanın birliğini bozdu ve onları yenilgiye
uğrattı” dedim. Sultan’a şunları da söyledim: “Ey Sultanım! Askerlerinin ve
emirlerinin zulümlerine ve sıkıntılarına zaruret vaktidir diyerek müsamaha
gösterdin. Şunu kesin olarak bil ki kuvvet, “Yardım, izzet ve zafer ancak
mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındadır.”[504]
Bundan sonra Allah Teâlâ’dan başka kimseye güvenme ve onların zulüm ve
sıkıntılarına asla müsamaha gösterme.” Sözlerime şöyle devam ettim: “Ey
Padişahım! Müsaade edersen sana bundan daha fazlasını söylemek istiyorum”
dedim. “Buyur, baş göz üstüne” dediler. Ben de şunları söyledim: “Sizin büyük
dedeniz İstanbul’un fatihi ismi Sultan Mehmed Han’dır. Onun yanında eş-Şeyh
Akşemseddin vardır. Onlara fetih beraber nasip oldu. Şeyh, ‘Sultanların
Sultanı fetihten sonra yapman gereken nedir? Allah Teâlâ, benzeri duyulmamış ve
benzersiz iklimi olan bir şehri fethetmeyi sana nasip eyledi. Bu büyük nimetin
şükrü nedir bilir misin?” dedi. Sultan, “Onun şükrün nasıl eda edeyim?” diye
cevap verdi. Şeyh, “Hayra vesile olacak binalar inşa etmendir. Cemaat için
camiler medreseler, müderris ve telif ehli için hücreler, aç erkek ve kadınlar
için imaretler, hasta, yaralı ve müptelalar için hastaneler, ihtiyaç sahipleri
ve fakirler arasında adaleti tesis etmen gerekir” dedi. Sultan, “İşittik ve
itaat ettik” karşılığında bulundu. Ben de şunu diyorum: “Ey Sultanım! Senin
ismin Mehmed Han, benim ismim de Şemseddîn’dir. Her iki isim de birbirine
muvafıktır. Bu fetih için adalet ve ihsan ile şükret.” Sultan, “İtaat ettim”
dedi.”
Bu anlatılan olaydaki ilk fayda şudur:
Büyüklerin ve âmirlerin yanında olan kimselerin kalbi heyecanlı, sabırlı, saf
ve inanmış bir halde olmalı. Duyduğu ve
işittiği her şeyi onlara götürmemeli. Onların yanında sıkıntı zamanında korku,
zaaf ve kesin olmayan malûmatları nakletmemeli. Tam aksine kalplerini
güçlendirmeli ve imkân nispetinde onların korkularını gidermeli. Belkıs’ın şu
sözünü görmedin mi: “Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler! Bana,
Bismillahirrah- manirrahim diye başlayan ve ‘Sakın bana karşı başkaldır- mayın
ve teslim olarak gelin, diyen Süleyman’dan gönderilen önemli bir mektup
bırakıldı.’ dedi. Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin.
Sizler yanımda bulunmadıkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem.”[505]
Etrafındakiler, “Biz güçlüyüz, şiddetli mücadeleye de hazırız. Karar
senindir” dediler. Belkıs’a baktıklarında ellerinin titrediğini, bedeninin
sarsıldığını ve yüzünün renginin değiştiğini gördüler. Onda korkunun izleri
vardı. Başlangıçta acizliklerinden haber verselerdi ve “Bizim Süleyman ve ordusuyla
savaşmaya gücümüz yok” diyerek acizliklerini dile getirselerdi Belkıs’ın korku
ve zaafı bundan daha fazla artardı. Suçsuz olduğu halde ölmesinden korkulurdu.
Etrafındakiler, onun kalbini güçlendirdiler ve “Biz güç sahibiyiz ve şiddetli
mücadeleye hazırız.” dediler.
İkinci fayda şudur: Din hâkimleri (kadılar,
fakihler) ve âlimleri sözün söyleneceği zaman ve mekânı iyi takip etmeli, uygun
zaman ve zemini bulunca uyarılarını yapmalılar. Böyle olursa onların sözleri
tesirli olur ve karşısındakine nüfuz eder. Bu onların gayretlerinin boşa
gitmemesi ve sözlerinin zayi olmaması için gereklidir.
Üçüncü fayda şudur: Büyükler ve yöneticiler
âlimlerin sözlerini işitmeli ve onların nasihatlerini kabul etmelidirler.
İslâm askeri fetih ve ganimet ile dönünce
merhum da zayıf bir halde Sivas’a döndü. Üzerinde seferin yorgunluğu-
nun izi vardı. Günden güne zayıfladığı görüldü.
Zaten bedeni naifti. Bana vasiyette bulundu ve cenaze işleri (teçhiz, tekfin,
iskat vb.) için gerekli her şeyi yapmam için beni görevlendirdi ve bana para
verdi. Sonra, “Saîd, Hamîd, Râzî ve Merzî olarak Rabbinin rahmetine kavuştu.[506]
Son sözü, “Muhakkak ki ben, hanif olarak yüzümü, yeri ve semaları yaratan
Allah’ın Zât’ına döndürdüm”[507]
âyet-i kerimesi oldu. İnsanlar onun vefatını işitince bölük bölük geldi ve ona
rahmet dilediler. Topluca cenazeyi başlarının üzerlerine tazim, tehlil,[508]
hüzün, gözyaşı ve tebcil[509]
ile aldılar. Öyle ki ona kolaylıkla dokunan bir kimse olmadı. Onu musallaya
tekvîr[510]
ve tebtîl[511]
ile koydular. Burada daha önce kimsenin benzerini görmediği ve duymadığı
kalabalıkta bir cemaat toplandı. Namaz kılınan yer dolmuş, halkın bir kısmı
damların üzerine çıkmıştı. Âlimler, salihler, fakihler, kanaat önderleri,
hâkimler, devlet erkânı… Beldede, münafık ve mülhid- lerin dışında cenazeye
katılmayan kimse kalmadı. Allah Teâlâ’nın fazlıyla cenazenin imamlığını yapmak
bana nasip oldu. Sonra cenazeyi kaldırıp kabr-i şerifine getirdiler. Onu bahsi
geçen caminin mahremine defnettiler. O hayattayken, âdeti üzere yolda
yürüdüğünde buraya uğrar, biraz duraklar ve dua ederdi. Ona bir gün şöyle
dedim: “Ne zaman buraya uğrasanız durup dua ediyorsunuz? Kim için dua ediyorsunuz?”
dedim. “Bu yeri bana bağışlamasını caminin sahibinden istemiştim o da bana
bağışladı. Burası benim kabrim olacak.” dedi. Vaziyet aynen dedikleri gibi
oldu. Mer-
humun vefatından üç sene sonra kabrinin üstüne
bakanlara huzur veren sağlam kârgir bir kubbe yapıldı. Burası mübarek bir
kabirdir ve rahmetin indiği bir yerdir. İhtiyaç söz konusu olduğunda ve
özellikle sıkıntı zamanlarında duaların kabul edilmesi umulur. Allah’ım! Bu
makamı kerim bir makam kıl. Burayı hayırların indirildiği mübarek bir yer yap.
Muhakkak ki sen (hayr) indirenlerin en hayırlısısın.[512]
Orada dua yapanları, hayr ve salah üzere kabul eyle. Onların sıkıntı ve
dertlerini kurtuluşa çevir. Ya Rabbi, buranın feyzini artır. Buranın
bereketiyle bizi rızıklandır. Sevenlerimizden ve ihvanımızdan ölümümüzün
ardından bizi de bu kubbenin altına koymalarını umarız. Merhumun vefat tarihi
hicri 1006’dır. (1597/1598) Merhum, Mehmed Dede’ye türbedarlık görevini
vasiyet etmişti. Mehmed Dede, merhumun vasiyetine gözü gibi bakıyor ve her an
türbede vazifesinin başındadır. Ona İşhanı Tuzla’sının gelirinden her gün için
bir dirhem tahsis edilmiştir. Mehmed Dede, şu anda bu hizmetle meşguldür.
Merhumun vefatından sonra azgınlık, zulüm ve
haksızlık aldı başını gitti.eğişti. Özellikle Rûm Zamanın halleri d[513]
vilayeti nde özellikle hicri 1009 (1600-1601) senesine ulaşıldığında
uğursuzluk baykuşunun sesi yükseldi. Karayazıcı
diye bilinen azgının liderliğinde, Allah
Teâlâ’nın laneti zalimlerin üzerine olsun,[514]
eşkıyalardan bir topluluk meydana geldi. Onların sayısının yirmi bine ulaştığı
söylenir. Ço- rum’u yakıp yıktılar ve Sivas’a yöneldiler. Sivaslılar ayrılığa
düştüler. Bir kısmı mallarını ve ailelerini bırakıp kaçtı, bir kısmı ise kale
ve sığınaklara girip silahlı mücadelede bulundular. Ben, o zaman Allah
Teâlâ’ya sığınarak sabrettim ve onları gördüm. Büyük bir toplulukla Sivas’a
girdiler. Hepsi gençti. Kalplerinde zerre kadar merhamet yoktu. Şefkat ve
merhamet onları terk etmişti. Kötü niyetli, silahları demirden, okları
zehirli, süngüleri uzun, şiddetleri pervasız, hamleleri ani ve niyetleri
bozuktu. Birçok kişiyi öldürdüler; onların mallarını ve çocuklarını aldılar.
Evleri ve dükkânları yaktılar. Ağaçları kestiler ve ekinleri bozdular.
Hayvanları boğazladılar. Şehrimizin etrafında kaz, ördek, tavuk ve güvercin
bırakmadılar. Emn ve eman olmadan üç ay burada kaldılar. Onların gidişlerinin
ardından insan ve hayvanlarda ölüm yayıldı. Sonra Kayseri’ye yöneldiler. Orada
Sultan ve Resim el-Hac İbrahim Paşa’nın askerleri vardı. Onları, Rah- man’ın
askerleri karşıladı. Çok şiddetli bir şekilde çarpıştılar. “İşte (iyi veya
kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz.”[515]
“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar
vardır.”[516]
“Ve Allah dilediğini yapar.”[517] “Şüphesiz
Allah istediği hükmü ve- rir.”[518]
el-Hac İbrahim Paşa ve sultanın askerleri onlara yenildiler. Lanet olası
eşkıyalar Elbistan’a yöneldiler. Orada Mehmed Paşa’nın oğlu Hasan Paşa ve
askerleri vardı.
Amansız bir şekilde çarpıştılar. Lanetli
eşkıyalar, onların karşısına tutunamadılar ve kısa sürede yenildiler.
Arkalarını dönüp kaçtılar, vatanlarına döndüler. Onların başı, Karadeniz
sahilindeki Samsun ilinin Canikli kasabasındandı. Etrafındaki hususî maiyet
ile reisleri Canik’e kadar kaçtılar. O, burada öldü. Allah Teâlâ’nın laneti
onun, ona tâbi olanların ve onu sevenlerin üzerine olsun.
Bu fitneyi çıkaranlardan sonra Rum diyarında
cevir ve zulüm ehli görüldü. “Onlar, yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin
ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez”[519]
şeklinde tavsif edilen Ye’cûc ve Me’cûc gibiydiler. Özellikle Sivas, onların
saldırılarından etkilendi. Sivas halkı bölük bölük oldu. Halk, yayılmış
çekirgelere[520]
döndü. Köylere kurtlar ve diğer yırtıcı hayvanlar yerleşti. İnsanları
misafir edecek mamur bir ev kalmadı. İnsanlar, tilki ve köpeklerden korkar
hale geldiler. Köy arazileri, baştanbaşa sahipsiz, bomboş kaldı. Fakirler,
karınlarını doyurmak için yeşil bitkileri ve ağaç köklerini yediler. İnsanlar,
günler ve geceler boyunca, kuvvet bulmak için ağaç kabuklarını yediler,
yollarda ve patikalarda cife arar hale geldi- ler.[521]
İnsanlar, kedileri ve kurtları avlayan köpekleri bile avladı ve yedi. Hicri
1012 (1603/1604) geldiğinde kedi ve köpekler bir hayli azalmıştı. Bu vakitten
sonra hayvan kanlarını, leşlerini yediler. Bunlar da tükenince çoluk çocuğu
kesip onların etlerini tencerelerinde kaynattılar. Bunu yapanın ateşe atılıp
yakılmasına hükmedildi. Fakirler, bu yanan kişinin etrafında toplandılar ve
onun bünyan gibi yanan etini yemek için de yarıştılar. Bu olaydan sonra
kötülüklerin önü alınamaz oldu. Fakirlik insanı işte böyle kötü neticelere gö-
türür. Bu, büyük bir musibettir. “Hüküm
Allah’ındır.”[522]
“Biz, Allah’tan geldik. O’na döneceğiz.”[523]
Allah Teâlâ’dan bağışlanma dilerim ve Allah Teâlâ’ya tövbe ederim. Allah’ım!
Zalimlere insaf ver ve onlara, özellikle bize, bütün mümine erkek ve kadınlara
tövbe nasip et.
Sülûke Dair Bazı Meseleler
Bil ki; samimi, tâlib ve sadık olan bir sâlike
hedefine ulaşıncaya kadar tembellik ve gevşeklik göstermemeli, durmaksızın,
eksiksiz bir şekilde Hakk’a yönelmelidir. Bunun aşağısında bir yönelişi
olursa, isterse keşf ve keramet sahibi olsun noksan olanlardan sayılır,
kâmillerden sayılmaz. Onun terbiye ve tezkiyesi ile ilgilenen kimsenin de
sâliki mevâcîde ulaştırması gerekir. Eğer vusulden önce üstadı kişiyi terbiye
ve tezkiye işini terk ederse bu kişinin hali, nemli bir toprağa ekilen yeşil
bir ağaca suyu verilmez, gerekli bakım yapılmaz ve ihmal edilirse o yeşil ağaç
nasıl kurur, meyve vermez ve ateşte yanan kuru oduna dönerse o odunun hali
gibidir.
Mevâcîd, ruhanî ve manevî lezzetin kişinin
bütün âzâla- rına sirayet etmesi; bütün âzâlarında bu lezzetin duyulmasıdır.
Bu, dördüncü ismin doğuşunda gerçekleşir. O, nefs-i mutmainne makamıdır. Onun
âlemi, “Melekût Âlemi”dir. Bu makama kadar şeyh, geceleri nefsiyle; bu makamdan
sonra ise geceleri himmet ve Allah Teâlâ’nın yardımları ile sâlike destek olur.
İnşallah sâlik, bu makamda irtidattan güvende olur. Sâlik, bu makama
ulaştığında ibadet etmek ona zor gelmez. İbadetten lezzet alır ve külfetsiz
olarak ibadetlerini yerine getirir. Sâlik, büyük bir lezzet bulur. Sâlikin
gecesi gündüze, gündüzü geceye döner. Çünkü bu makamda sâlik, Allah Teâlâ’nın
hazinelerden birçok şey bulmuştur. Bu makamdaki sâlikin hariçteki örneği şuna
benzer: Yaşlı, dün-
ya malı toplamaya hırslı ve elinde kazı aleti
olan bir adam düşünün. Bu adam geçmişte gömülen bir hazineyi bulmak istiyor.
Ona, salih ve dindar bir kimse yol göstererek, “Ey filan! Muhakkak ki ben,
şurada büyük bir hazinenin işaretlerini gördüm.” der. O kişiye orayı gösterir.
Ve ona, “Burayı kaz! Allah Teâlâ’nın izniyle hazineyi bulacaksın.” der. Bunun
üzerine adam tam bir ihtimam ve hususi bir gayretle gece yarısına kadar orayı
kazar. Hiçbir işaret bulamaz. Kendisine delil olana, “Beni kendine tâbi kıldın.
Ama bir şey bulamadım” der. Ona yol gösteren, “Dön ve orayı kaz! Ümit
kesenlerden olma!” diye cevap verir. Kişi, oraya döner ve tekrar büyük bir
ihtimamla kazar. Yine hiçbir işaret bulamaz. Kendisine yol gösteren kişinin
sözlerine artık inanmaz. Kendisini boşa oyaladığı düşüncesiyle öfkelenir ve der
ki: “Benim sana güvenim kalmadı. Beni boşa yordun. Belaya düşürdün. Bu işi
bıraktım.” der. Ona yol gösteren kişi, “Kesinlikle hazine vardır. Ona
tembellik ve ihmal gösterilerek, gevşeklik ve ağır çalışmayla ulaşılamaz.
Hazine ya çok derindedir ya da sen yerini doğru tayin edememişsindir” der. Yol
gösteren kimse onunla birlikte define yerine gider ve belli bir yeri ona
gösterir. Adam gösterilen yeri kazar, ona yol gösteren kişi de asasına dayanmış
şekilde başında bekler. Kişi, kazmayı vurmaktan vazgeçmek ister ve “Takatim ve
gücüm tükendi” der. Ona yol gösteren, tam bir gayretle çalışmasını emreder. “İnsan
için ancak çalıştığının karşılığı vardır. İnsan yakında kazandığının
karşılığını görecek- tir”[524]
der. Kişi, kazma işine devam eder. Gece ve karanlık çöker. Sıkıntı, zahmet ve
cefa son noktaya ulaşır. Kişi, yol göstericinin irşadını inkâr eder ve dönmeye
karar verir. Yol gösteren kişi, “Senin için dönüş asla söz konusu olamaz” der.
Adam kazmasını tekrar eline alır ve bir darbe daha indi-
rir gösterilen yere. Ansızın bir dinarın
sesiyle irkilir. Çok sevinir. Kazmasını tekrar sallar. Bu darbeyle üç dinar
daha çıkar. Bunun ardından güçlü ve hararetli bir darbe daha gelir. Nihayetinde
hazinenin kapağı açılır ve kişi, yeni dinarlardan oluşan hazinenin üzerinde “La
ilahe illallah Muhammedü’r- Resûlullah.” nakşedilmiş olduğunu görür. Bu kimse
oradan ayrılır mı? Yoksa orada geceler mi? O kimsenin, kendisine yol gösterene
tam bir bağlılık ile bağlanması ve ona büyük bir hürmet göstermesi gerekir. Kişi,
böyle bir rehberi anne babasından, arkadaş ve oğlundan daha çok sevmelidir. Bu
anlatılan, mevâcîdi ifade etmek için dile getirilen yeni ve çok yerinde bir
örnektir. Bu örneği düşün ve bu örnekle doğruyu bul!
Müride düşen görev tefrikadan uzak durarak
ibadetlerle zamanını değerlendirmek, kalbini karışık duygulardan, düşüncelerden
ve Allah Teâlâ’nın sevgisinin dışındaki her şeyden uzak tutmaktır. Gece ve
gündüz kalbini parlatmaya devam etmelidir. Mürid, zulme meydan verdiği için
nefs-i em- mâre sahiplerinden, fitne çıkaran, kibirli ve şerli kimselerden uzak
durmalıdır. Zenginlerle ve devlet adamlarıyla oturmamalıdır. Bilakis ebrar ve
ahyar ile oturmalıdır. Çünkü onların sohbetleri kişiye müsbet yönde çarçabuk
tesir eder. Aynı şekilde mürid, kadın, çocuk ve gençlerle sohbetten de kaçınmalıdır.
İmam Kuşeyrî, “Sen gençlerle sohbetten sakınmalısın. Çünkü onlar, hile ve
aldatma ashabıdırlar” demiştir.
Rivayet edilir ki, Ebû Amr el-Basrî,[525]
kurrâların üstadı idi. Büyük-küçük, zengin-fakir herkese Kur’ân-ı Kerim okumayı
öğretirdi. Kur’ân-ı Azîm hafızasında eksiksiz bulunurdu. Bir gün güzel yüzlü,
hoş giyimli ve alımlı bir genç
yalnız olarak ona geldi. Onu görünce kalbi ona
meyletti, onu göğsüne bastırdı ve öptü. Çocuk ona, “Ey üstadım! İnsanlar seni
şeyhülislâm addederken sen bu haram fiili nasıl yaptın?” dedi. Ebû Amr,
kendisini büyük bir mahcubiyet içerisinde buldu. O, bu utancını şu ifadelerle
anlatmıştır: “Pişman oldum ve kalbime baktım ki kalbim ilim, hikmet ve
furkandan boşalmış. Onların yerine, cehalet, zulmet, hayret ve unutma gelmiş.
Kalbimde Kur’ân-ı Kerim’den hiçbir şey bulamadım. Talebe ve çocuklar benden
uzaklaştılar. Hayret ve istiğraka düştüm. Birisi beni ehl-i irfan bir kâmil
şeyhe yönlendirdi.[526]
Ona gittim. Elini ve ayağını öptüm. “Bana olan bu hal nedir?” dedim ve halimi
ona anlattım. Beni kovdu. Ben ısrar ve samimiyetle ona tekrar gittim. Bana,
“Bu iş, büyük zorluklar çekmeden olmaz.” dediler ve bana Hicaz’a gitmem için
emir buyurdular. “Aişe Camii”nde duası kabul bir kâmil şeyh vardır. Benden ona
selam götür” dedi. Hemen yola koyuldum ve büyük zorluklarla o kişiye ulaştım.
Onun selamını o kişiye iletince bana, kalbim nur, ilim ve Kur’ân-ı Kerim ile
dolsun diye dua etti. “el-Melik”, “el- Azîz”, “el-Allâm”, “el-Hannân” ve
“el-Mennân” olan Rab- bimin ikramıyla yapılan dua kabul oldu ve kalbim ilim,
hikmet ve Kur’ân-ı Kerim ile doldu.
Zikir Halkası
Tarikat ehli bu konuda iki kısma ayrılmıştır.
Bir kısım hafî ve kalbî zikri tercih etmişlerdir ki, bu usûl Ebûbekir-i
Sıddîk’ın (r.a.) yoludur. Bunlar, elbiselerini değiştirmezler. Bu usûlü tercih
edenler halka kurmaz, hareket etmez, sağa sola eğilmez ve ses çıkarmadan zikir
yaparlar. Böyle oldukları için onları inkâr etmeye çalışan kimseler bulunmaz.
On-
larda gösteriş ve desinler diye yapılan bir
davranış yoktur. Fakat onların menzilleri uzaktır ve onlardan maksutlarına
ulaşanlar binde bir çıkar. Bu usûlü kabul edenler daha çok Buhara ve Semerkand
civarındadırlar ve diğer beldelerde buralara göre daha az bulunurlar.
Bir başka kısım tarikat ehli ise hafî ve kalbî
zikre karşılık cehrî zikri benimseyenlerdir. Onlar, sünnet-i seniyyede geldiği
gibi halka kurarlar. “Hz. Enes’ten (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman
ondan istifade ediniz.” Biz, “Cennet bahçeleri nedir?” deyince, Resûlullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), “Zikir halkaları ve ilim meclisleridir.” buyurdu.”[527]
Zikir, Zikirde Halka Olmanın Adabı, Zikre Nasıl
Başlanacağı ve Şartlara Riayet
Cehrî zikir için toplandıklarında (sûfîler)
sağlam ve temiz bir mekânda ibadet kastıyla fasid ve fani meşguliyetlerden uzak
bir zamanda zikir yaparlar. Onlar, halkalarının aralarında hiçbir boşluk
bırakmaz, dizlerini birbirlerine yapıştırır, gözlerini yumar, Allah Teâlâ’ya
yönelir, kalpleriyle Allah Teâlâ’nın rızasını kasteder ve dini sadece Allah’a
tahsis ederek, Allah’ı birleyerek[528]
zikrederler. Onların temiz dilleri, boyun eğmiş bir beden ve huşu dolu bir
kalp, güzel bir ses ve hoş bir makamla zikre başlar. Sonra onlar yaydan atılan
bir ok gibi topluca dönerler. Hareketlerinde asla birbirlerine muhalefet etmez
ve zıt davranmazlar. Bu edeplerle zikre başladıklarında halkanın nuru aşk
ateşiyle tutuşur. Kalplerinde zikrin yüce tesiri söz konusu olur, ciltleri
etkilenir, benlikleri titrer, kalpleri döner, cisim ve bedenleri hareket eder.
Onlar, değirmen taşının hızlı dönüşü gibidirler. Beden-
leri etkilenir ve kanları hızlı akmaya başlar.
Böylece hayvani rutubet ve kötü buhar (vücuttan) çıkar. Sonra cildin içerisine
hararet girer, fazla olan et ve yağı yakar, kanı keser. Sonra hararet ciğer,
dalağa taşar. Sonra çam kozalağı şeklindeki kalbin bâtınına sirayet eder.
Burada bulunan eti eritince o kişiden beden ağırlığı kalkar. Balgam ve kan
karışımları yok olur. Ciğer temizlenir, vücud aydınlanır, beşer tabiatının karanlıkları
gider, böylece kişiden uyku ve uyuklama hali kalkar. Zâhir ve bâtını tabaklanmış
deri gibi tertemiz olur. Kalpler, cehrî zikrin nuru ile aydınlanır. Onlardan
kötü ahlâkın tesirleri uzaklaşır, şeytan ve yırtıcı hayvanların huyları gider.
Çünkü aşkın cemresi hicap ağaçlarını yakmış, ruhun nuru doğmuş ve böylece
perdeler kaybolmuştur. Bu kişiler bu şekilde, samimiyet ve ciddiyetle devam
ettiklerinde, Allah Teâlâ’nın izniyle, bunların “Ehassü’l-Hâs” olmaları umulur.
Onların durumunu hariçte şu şekilde teşbih ve temsil edebiliriz: Geniş bir
sahrada büyük bir göl düşünelim. Bu gölde uzun ve çok kamışlar bitmiş olsun.
Sonra bu gölün suyu çekilse, buraya yırtıcı hayvanlar, domuzlar, yılanlar,
akrepler ve diğer haşeratlar girer. Burada kamışlar kuruduğunda içerisine bir
ateş düşse ve bir rüzgâr da esse, o zaman kamışlar içerisindeki haşerelerle
birlikte yanar ve bir saat içerisinde orası yok olur. Ateş zâhirde olanı,
görüneni, her şeyi temelinden yakmıştır. Ancak böyle olursa orada ziraat
yapılır, hububat ekilir, oranın zemininde güzel meyveli ağaçlar büyür, güzel
kokulu çiçekler ve güller biter. Bunu iyi ölç ve düşün!
Halvetî Silsilesi ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)
Hz. Ali’ye (K.v.) Biati Tarif Etmesi
Cehrî zikri tercih edenler, bu yolun kişiyi
vuslata erdirici en hızlı yol olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu yolu
tercih edenlerin yolları Ali b. Ebu Talib’de (k.v.) sona erer. O,
Nebî’nin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) cehrî
zikri kendisine telkin ettiği ilk kişidir. Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: “Ya Ali! Lâ ilahe illallah, de!”[529]
Halka kurarak zikir yapanlar arasında ihtilaf
vardır. “Re- havî” denilen bir şekle göre sema esnasında sağ tarafları üzere
zikir yapanlar vardır ki, bunlar “Rûşenîler”dir. Bunlar, Beyt-i Haram’ı tavaf
edenlerin yaptıklarına sarılmak ve sağ tarafın soldan daha hayırlı olduğu
kabulünden dolayı böyle zikrederler. Çoğunluğu oluşturan diğer kısıma göre ise
zikri sol taraf üzere yapanlardır. Onlara göre nefs-i emmârenin yeri ve ona
kuvvet veren kalp, ciğer ve dalak sol taraftadır, bu nedenle zikir bu tarafa doğru
olmalıdır. Bu görüşü benimseyenlere göre nefs-i emmâre düşmanların en yamanıdır.
Bu nedenle zâkir ve sâlike nefs-i emmâreye onu yenip yok edinceye kadar hücum
etmesi gerekir. Altında tatlı bir su bulunan büyük bir kayayı kırmak isteyen
kimse görülmez mi? O su, hayat suyu olabilir. Onu elde etmek için suyun
olduğu tarafı soluna alır, külüngü sağ tarafına alır ve o kayaya suya
ulaşıncaya kadar güçlü bir şekilde vurur ve böylece kayayı kırıp o suya
ulaşıncaya kadar bu hareket devam eder. Ayrıca düşman solda bulunduğu halde
sağ tarafa doğru zikretmek hikmete de aykırıdır. Çünkü zikri bu şekilde yapmak
düşmanı ezmek değil, ondan yüz çevirmek anlamına gelir. Ayrıca duymadın mı ki,
“kutbu’l-aktâb” ve “imameyn”den[530]
oluşan üç kişi vardır ki, kutbu’l-aktâb ayakta, imamlardan birisi onun solunda
diğeri ise sağ tara-
fındadır. Ve kutbu’l-aktâb’ın sol tarafında
olan sağ tarafında olandan daha hayırlıdır. Çünkü sol tarafta olan Kutbu’l-
Aktâb’ın kalbine bakmakta, onun kalbi tarafında beklemektedir. Bu imam, kîl ü
kâlsiz bir şekilde kutbu’l-aktâbın kalbinde ortaya çıkan şeyi yapar.
Kutbu’l-aktâb vefat ettiğinde sol tarafında olan kutbu’l-aktâbın yerine geçer.
Sağ tarafta olan imam ise sol tarafa geçer. Evtâddan birisi sağ taraftaki
boşalan yere gelir. Yine büdelâdan birisi evtâddan boşalan yere gelir.
Nücebâdan[531]
büdelânın yerine, nükebâdan[532]
birisi de nücebânın yerine geçer. Bunlar, Tabakâtü’l-Evliyâ’da
açıklanmıştır.
Evliyanın Yolları
Şunu bil ki, evliyanın yolları çoktur. Bu
yolların kısımları kaydedilmez ve sınıfları sayılamaz. Çünkü Allah Teâlâ’ya
giden yolların sayısı, yaratılmışların nefeslerinin sayısı kadardır. Fakat
evliyanın yollarını asıl itibariyle üç kısma ayırmak mümkündür. Sülûkten önce,
mücahedelerden önce ve riyazetlerden önce cezbeye tutulanlar. Bunlar, Allah
Teâlâ’nın hazinelerinden bir hazineye ulaşmışlardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın
sırlarına vâkıf olan velilerdir. Bu veliler, Allah Teâlâ’nın muradı ve
mahbubudurlar. Çünkü davet ve ikaz öncelikli olarak Hak tarafından gelmiştir.
Bu, büyük bir nimettir. Bundan sonra mücahede etmeyen kimsenin hazi- neyi
kaybetmesinden ve hallerinin kaybolmasından, böyle-
ce, maneviyat fakiri olup [yerilmeye lâyık]
asıl haline dönmesinden korkulur. Bu, üç kısımdan ilkidir. Bir kimse
hamd edilmeye lâyık bir nimet olan cezbeden sonra bu yüce nimete şükreder ve
yolun hakkını ifa için mücahedeye devam eder, şeriatın edepleriyle edeplenir,
kulluk makamında Allah Teâlâ’nın rızası için bekler, padişah ve sultanların
hususi adamları gibi, Mevlâsının emirlerine riayet ederse bu kimsenin hazinesi
bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine olur. Allah Teâlâ’nın inayetinin
mücahededen önce gelmesi sebebiyle ne kadar sarf edilirse edilsin bu hazine
bitmez. Bu, ikinci kısımdır. Bu kısım, diğerlerinin içerisinde en
mükemmel ve en güzel olanıdır. Öncelikle bu sınıftaki kimse, Allah Teâ- lâ’nın dilemesi
ve mahbubudur. Sonra bu kişi mücahede yapmış ve tembellik etmeden bu
mücadeleye devam etmiş- tir.[533]
Üçüncü kısımda kişi öncelikle ahiretteki azaptan kâmil bir şeyhin
nefesi, amel eden Rabbani bir âlimin sözü ile cez- besiz olarak tarikata girer.
Sonra hakkı murad eder, Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşmak için mücahedeler
yapar; kötü ahlâkı terk edinceye ve güzel ahlâkın esaslarıyla mücehhez oluncaya
kadar şeriatın edepleriyle mücehhez olur. Sonra Mevlâsının cezbesini kazanmaya
lâyık olur. Bu kimse için cezbeye ulaşmak söz konusu olunca ona hazinelerin
kapıları açılır. Bu üçüncü kısımdır. Bu güzel ve tam bir nimettir. Fakat
ikinci kısmın mertebesinde değildir. Çünkü o, öncelikle Hakk’ı istemiş, cezbe
ise ondan sonra o kimseye verilmiştir. Aralarında büyük fark vardır.
Hak Yolların Neler Olduğu Hakkında
Allah Teâlâ’ya ulaşanlar (vâsilûn),
istidatlarına göre mertebeleri farklı da olsa, iki kısımdır. Vâsıl, maksuda
ulaştığın-
da, Allah Teâlâ, onu yanında tutar ve halkı
irşad için ona izin vermez. O, kendi nefsinde mükemmildir. Bu kimseye makbul,
kâmil ve vâsıl denir. Vâsıl, maksuda ulaştığında, cezbe mücahededen
önce veya sonra olsun fark etmez, halka davet ve irşad için kendisine izin
verilirse bu kimseye de vâsıl-ı merdûd ve sâir minallâh bi-iznillah[534]
denir. Bu kimse, makbul ve vâsıl olandan daha yüce, kâmil ve tamdır. Çünkü bu
kimse hem kendi nefsinde hem de başkasında mükemmildir. Burası nebilerin
makamıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Nebi! Muhakkak ki, biz seni
bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah’a davet edici ve
aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.”[535]
Bil ki, geçmiş şeyhlerin ve selef-i salihînin
bir âdeti de sülûk ve tavırları farklı da olsa bir beldede dine bağlı bir halife
varsa oraya başka bir halife göndermemeleridir. Çünkü halife göndermekten
maksat kötü ahlâkın giderilmesi, müminlerden ve toplumdan bu kötü ahlâkın
uzaklaştırılmasıdır. İş, bunu gerektirir. Bunun aksi ise sözlerde, kelimelerde
ihtilaf meydana getireceği için bir beldeye, bir yere halife göndermenin hikmet
ve sebebine aykırı olacaktır. Bir şeyhin iki halifesinin bir beldede olması ise
asla caiz değildir. Bundan dolayı bir asırda yeni şeriat iki kişi bir arada
bulunmamıştır. Bunu iyi düşün, anla. Zamanımızda, beldelerde bu hali görüyor
ve dediğimiz gibi onları buluyoruz.
Sûfîlerin bir başka âdeti de tâbi oldukları
şeyhleri yaşadığı sürece bir başka şeyhe gitmemeleridir. Bunun hariçteki
örneği, kocasından başka bir dost tutan, bazen kocasının evinde bazen de
dostunun evinde bulunan bir kadının durumuna benzer. Bir başka şeyhten manevî
feyz alan bu kimsenin durumu, dostunun evinde zina yapan kadının fayda-
lanması gibidir. Bu hale, tarikata giren fakat
bozuk niyetli, hasetçi, gösteriş ehli, desinler için iş yapan, sülûkünde kesinti
olup sülûkten yüz çeviren veya kendisine bir fitne uğrayan kimse sebep olur. Bu
kötü sıfatlara sahip olanların şerlerinden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Onlar,
sokaklarda cife arayan ve çöplüklerde pislik yiyen köpeğe benzerler. Zulüm ve
fısk düşüncesinin etrafında dönen ehl-i rüsum[536]
olanlar bunu yaparlar. Onlar, boğazlarından haram geçiren, yemekleri zehirli
ve öldürücü olan kimselerdir. Dışardan onları gören ve içlerini bilmeyen halk
onları hal ve sırlar ehli zannederler. Haşa, haşa. Onlar en şerli, yol kesici
ve dini satan kimselerdendirler. Onlar ebrardan değillerdir.
Hâtime:
Sivas’ta Bulunan Keramet ve Velayet Ehli
Kimselerden
Bazılarının Kabirleri
İnsanlar arasında bilinen bir yer olan Abdülvehhâb-ı
Gâzî’nin (r.a.) kabri onlardan birisidir. Daha önce değindiğimiz gibi,
kendisi Hz. Peygambere (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ulaşmıştır. Onun
menkıbesi daha önce geçmiştir. Kabri, Sivas’ın doğusunda, altından Safâ Nehri
akan yüksek bir tepenin üzerindedir.
Onlardan bir diğeri Şeyh Erzurûmî’nin
(k.s.) kabridir. Kabri, şehrin kıble tarafında Sultan Çayırı denilen
yerin yakınındadır. Anlatılır ki, bu zat Sivas’a geldiğinde zaviyesinin olduğu
yerde kıbleye dönük beyaz bir elbise ile başını cübbesinin içerisinde tutarak
murakabe halinde dururmuş. Av ve gezi için oralara giden ve onu bu halde gören
bazı kimseler onu beyaz bir cisim zannederek ona ok atarlar. Atılan oklar,
hazretin sağına soluna, önüne ve arkasına düşer ve hiçbiri ona isabet etmez.
Onlardan biri oraya koşar ve bakar ki, ok attıkları bu şey hürmete değer,
velayet ehli bir şeyhtir.
Ona büyük ikramlarda bulunurlar. Vefatına kadar
ona büyük bir saygı duydular. Türbesinin ihyası için vakıf tayin ettiler.
Allah Teâlâ ona, etrafındaki âlim ve şehitlere, onun yolunu takip edenlere
rahmet eylesin.
Bir başka kabir de Şeyh 02111 (k.s.)
kabridir. 500111 batı tarafındadır. Kabri teberrüken[537]
çok ziyaret edilir. Köy ve beldelerde birçok seveni vardır. Rivayet edilir ki,
kendisi zaman zaman Emir Han denilen bir köyde ikamet eder, orada ekin ve
ziraat işleriyle uğraşırmış. Bir yaban ineği gelir, ona ziraat ve hasat
işlerinde insanların Melik’inin izniyle yardım edermiş. Bu köyü, mübarek ve
latif bir mekân olarak dağın eteğinde, altından uzunlamasına nehrin aktığı bir
şekilde gördüm. Sâlik burada, tam bir yöneliş ile Allah Teâ- lâ’ya manevî
yolculuğunu yapabilir. Anlatılır ki, Şeyhü’ş- Şüyûh,[538]
yüce himmetler ve açık kerametler sahibi Ebu’l- Vefâ[539]
(Tâcü’l-Ârifîn el-Bağdadî) ki bu zat Abdülkâdir-i Geylanî’nin (k.s.) şeyhidir,
Rum diyarına üç halife göndermiş. “Binek hayvanlarınız nerede durursa, oraya
yerleşin. Orası sizin konaklama ve irşad yerinizdir. Oraya yerleşin ve size
ettiğim tavsiyelerin gereğince çalışın.” buyurmuş. O üç halifeden birisi, bahsi
geçen Şeyh Çoban’dır (k.s.). İkincisi, eş-Şeyh Merzûbân-ı ٧611011 (k.s.) ki, kabri, mübarek mezarı
Sivas’ın en uzak arazisindeki zaviyesinin yanındadır. Ve-
fatından sonra da tasarrufunun devam ettiği
söylenir. Birçok menkıbesi vardır. Evlatları âlim ve salih kimselerdir. Evlatları
içerisinde heva ehli kimse yoktur. Üçüncüsü ise eş-Şeyh Mehmed Perhevendî’dir
(k.s.). Kabri, Tokat civarında meşhur Çöreği Büyük zaviyesinin yanındadır.
Allah Teâlâ, ona büyük bir rahmet ile rahmet eylesin.
Şeyh Âdil’in kabri. Bulunduğu mekânda kırık yıl ibadet
üzere yaşadığı rivayet edilir. Yaşadığı o mekândan bir zaruret olmaksızın
dışarı çıkmamıştır. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
Kadı Burhan’ın kabri. Âlim, fâzıl ve tasnif ehli birisi olduğu
nakledilir. Kabri, teberrüken ziyaret edilen bir yerdir. Allah Teâlâ ona rahmet
eylesin.
eş-Şeyh Şihâbüddîn’in kabri. Şehrin kuzey tarafında Kale Kapısı
civarındadır. Onun Ferâiz’i şerh edenlerden olduğu söylenir.
eş-Şeyh Ali Uryan’ın kabri. Eş-Şeyh Şihâbüddîn’in (k.s.) kabrine
yakındır. Keşf ve kerametler ehli olduğu söylenir.
el-Kâdî Seyyidî’nin kabri. Bu zat, yukarıda hakkında malûmat
verilen eş-Şeyh Merzûbân-ı Velî’nin (k.s.) torunla- rındandır. Kabri, Kale
Kapısı yönündedir. Bu zatın, atası gibi tasarruf ehlinden olduğu söylenir.
Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
el-Hac Şahin’in kabri. Keramet ehlindendir. Anlatılır ki
Hacı Şahin, zengin bir adamın kölesiymiş. Bu zengin adam, hacca gitmiş. Hanımı
da üzerinde dumanı tüten bir helva pişirmiş. “Ey Şahin! efendin burada olsaydı
da sıcakça bu helvayı yeseydi keşke!” demiş. Hacı Şahin, “Ey Hanımefendi! O
helvayı bir kaba koy ve bana ver. Ben onu Allah Teâlâ’nın izniyle efendime
ulaştırayım.” der. Kabı alır ve kıble tarafına doğru gider. Bir müddet sonra
kendisini Arafat’ta bulur ki, o
esnada insanlar vakfe yapıyorlardır. Helvayı
kabıyla birlikte efendisinin ellerinin arasına bırakır ki helvanın sıcaklığı henüz
gitmemiştir. Geri döndüğünde evin hanımı, “Helvayı ne yaptın?” diye sorar. Hacı
Şahin, “Helvayı eşine verdim.” der. Evin hanımı, “Onu sen yemiş olmayasın?”
diyerek, helvanın kabı kocasının eşyaları arasında çıkıncaya kadar Hacı
Şahin’in sözüne inanmaz ve ona itimat etmez. Kavmi Hacı Şahin’in efendisini
karşılamaya gelince, “Beni bırakın! Şa- hin’in elini öpün.” der. Hacı Şahin’in
bu durumu anlatılır ve insanlar arasında yayılır. Bu olay üzerine ona akarı
devam eden bir vakfiye tahsis edilir. Kabri, Ali Uryan’ın (k.s.) kabrine
yakındır.
Merhum 69-90711 Şemseddîn’in (k.s.),
şeyhimizin kabri. Daha önce bahsettiğimiz gibi kabri, Hasan Paşa’nın yaptırdığı
caminin haremindedir. Kabrinin üzerinde beyaz bir kubbe vardır. Mezarı, ruhî
rahatsızlıkları, şiddetli hastalıkları ve özellikle kendilerine cin musallat
olanlar için ziyaret edilen mübarek bir yerdir. Sivaslıların çoğunluğu hac ve
gaza gibi seferlere çıkacakları zaman hazretin mübarek kabrini ziyaret
ettikten sonra yola koyulurlar. Bu âdet halen devam etmektedir.
eş-Şeyh Çevkânî’nin kabri. Meşhur kimselerden birisidir.
Zamanımızda kabrinin üzerine yeni bir kubbe yapılmıştır. Gelirleri oraya tahsis
edilmiş bir köyden vakfiyesi vardır.
Hoca İmam’ın kabri. Mescidinin yanındadır. Anlatılır ki,
mescid inşa edildiğinde mihrabın yeri konusunda mimar ile ihtilaf olur. Hoca
İmam (k.s.), keşf ehlindendir. Mimara, “Ey mimar! Başını kaldır bak! Görmeye
mâni olan perdeler kaldırılır!” der ve elini mimarın gözlerinin üstüne koyarak
gözlerini mesheder. Mimar, Beytullahu’l-Haram’ı görünce “Allah Teâlâ’dan
bağışlanma diliyorum” der, Müslüman olur ve
ahyardan bir kimse olur. Kabri, aynı şekilde
mescidin yanındaki duvarın dibindedir.
Akbaş Dede’nin kabri. Mezarı ziyaret yerlerindendir. Allah
Teâlâ ona rahmet eylesin.
Yusuf Halife’nin kabri. “Zayıf Yusuf” diye meşhurdur.
Kabri, ziyaretgâhtır. Kıble tarafındaki su yolu üzerindeki kabirlerden bir
kabir olup Eğri Köprü olarak bilinen kemerli köprünün civarındaki kubbenin
yanındadır. Oraya “Halife Kümbeti” denilir. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
Ali Baba’nın kabri. Abdülvehhâb el-Gâzî (k.s.) kabrinin
yakınlarındadır. Aralarında akan bir nehir vardır. Yüzü güzel, insana huzur
veren birisiydi. Sözü tatlı, yumuşak tabiatlı, cömert, yetim ve dulları
gözeten, sofrası hususi ve umumi herkese açık birisiydi. Kabri, mescidinin
yanındadır. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin.
Şeref Saray’ın kabri. Ârif, âlim, fâzıl ve kâmil bir kimsedir.
Şeyh Şihâbüddîn es-Sühreverdî’nin halifelerindendir. Allah Teâlâ her ikisinin
de sırrını takdis etsin.
Mecdüddîn Havârizmî’nin kabri. Âlim ve ârif, büyük bir şeyhtir.
Sa’düddîn el-Hamevî’nin (k.s.) halifelerindendir.
Şemseddîn-i Tiflîsî’nin kabri. Ârif, âlim, kâmil bir şeyhtir.
Şeyh Evhadüddîn’in (k.s.) halifelerindendir.
Bu son üç kişi tasarruf ehlinden, Allah
dostlarının büyük- lerindendirler. Allah Teâlâ sırlarını mukaddes eylesin ve
eserlerini bâkî kılsın.
Hâtimetü’l-Hâtime:
Hakirin Bazı Halleri
Allah Teâlâ’nın bize ikram ve nimetlerindendir
ki 980 (1572/1573) yılında merhum pederim eş-Şeyh İbrahim Efendi ile hacca
gideceğimiz zaman merhum Şeyh bize, “Evladım, yakınlık olarak Hz. Muhammed’e (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) Hz. Ali (r.a.)
nasıl yakınsa sen de bana öylesin. Gittiğin
yerdeki ziyaret mekânlarında ve şerefli mezarlarda özellikle Efendimiz ve
Nebilerin Efendisi, Asfiyanın Senedinin mezarında bize hayır duanı bekleriz.”
dedi.
Yine Allah Teâlâ’nın bize inam ve lütuflarından
birisidir ki merhumun vefatından bugüne kadar onu günde bir veya iki defa
görmeyeyim. Onu görmediğim günler çok nadirdir. Bu, Allah Teâlâ’nın kullarından
dilediğine verdiği lütuftur. (Cuma 62/4) Merhumun mübarek menakıbını toplamaya
karar verdiğimde bir gece bir tepenin alt tarafında bulunan bir mescit gördüm.
Merhum ve babam eş-Şeyh İbrahim Efendi bir cemaatle birlikte bulunuyorlardı.
Merhumun çevkân[540]
bir asası vardı. Benimle arasında bir adam vardı. Bulunduğu yerden yerden
kalktı ve bana “Yanıma gel!” dedi. Ona doğru yürüdüm. “Beytullahu’l-Haram’ın
idarecisi bizi ziyarete gelmeyi istiyor. Ne dersin?” dedi. Ben de “Nimet ve
ikramdır.” dedim. Sonra, “Hangi vakitte, ne zaman gelir, tahkik et?” dedi. Ben
de tepeye doğru çıkmayı istedim. O tepenin başında bir adam şöyle diyerek
sesleniyordu: “Yanındaki kimseyi bize gönderin. Yemeğinizi size getirsin.”
Uykudan uyandım ve yanımdakilere bu rüyayı anlattım. Onlar, “Bu, salih bir
rüyadır. Bu rüya, mübarek kitabına, Beyt’in sahibinin fazlı, rahmeti ve
mağfireti olarak yemek göndermesine işarettir.” dediler.
Allah Teâlâ’nın bana bahşettiği nimetlerden
birisi de Allah Teâlâ’nın kitabından “el-Mecîd” olan Allah Teâlâ’yı dost
edinmek üzere O’na (c.c.) yönelenler için bir “Vird-i Şerîf”i bir araya
getirmemdir. “Seyyidü’l-İstiğfâr” ile başladım sonra “Fâtihatü’l-Kitâb” ile
devam ettim ki o her söz ve hitabın başıdır. Her sûre için, sûrelerin tertibine
göre uzun veya kısa
âyet-i kerimeleri seçtim ve bu âyet-i
kerimelerin faziletine dair hadis-i şerif veya sûreye dair sahabe-i kiramın
sözlerine yer verdim. “Velleyli izâ yağşâ”[541]
sonra kalan sûreler sonuna kadar okunur. Sonra “el-Esmâü’l-Hüsnâ” okunur. Ve
bu vird risalesinin adını Hatm-i Sağîr koydum. Çünkü Allah Teâlâ’nın
yardımıyla kısa bir sürede kolayca okunabilmek- tedir. “el-Alîm” ve “el-Habîr”
olan Allah Teâlâ’dan onu okuyanları “Hatm-i Kebir” okuyanların sevabına nail
kılmasını ümit ederim. Bu virdin vakti: Gece gündüz, bozucu işlerden ve
yıkıcı meşguliyetlerden ne zaman boş kalınırsa okunabilir.
ولا حول ولا قوة الا بالله
العلى العظيم
Bu risale, Sultan Ahmed Han b. Sultan Mehmed
Han’ın (Âl-i Osman’ın gözbebeği olan) saltanatı döneminde tamamlandı. Allah
Teâlâ ona adalet ve ihsan ile ömür lütfeylesin. Onun adalet kılıcıyla
yeryüzünde zulüm karanlığı dağıldığı için bize, ona hayır dua etmek farz gibi
gerekli oldu. Ey Allah’ım! Onun devletini dünyanın sonuna kadar daim eyle.
Ordularına, “el-Kavî” ve “el-Metîn” isimlerinle yardım et. Ona, Rûhu’l-Emîn,
melâike-i kiram, yüce nebilerinin ruhları ve mümtaz kimselerin himmeti ile
kuvvet ver. Allah’ım! İslâm sancağını daima yardımınla dalgalandır ve onun altında
olanları galip ve muzaffer eyle. Ya Rabbi! Vezirlerini kâfirlere çok şiddetli,
fakirlere ise çok merhametli kıl. Yakınındakileri en doğrulardan eyle. Pişman
olanlara karşı onları lütufkâr yap. Allah’ım! Zamanında Fil Ordusu’nu nasıl
perişan ettiysen onun düşmanlarını da öylece perişan et. İslâm askerlerini,
Ebabil kuşları gibi tesirli kıl. Onları, okuyanlar için apaçık olan Kitap’ın
hürmetine hak üzere yardım edilenlerden eyle.
“Allahım, İbrahim ve âline, âlemler içerisinde
rahmet ettiğin gibi, Muhammed’e, âline, ashâbına ve özellikle hulefâ- yı
râşidîn, ümmete yol gösteren, hak ile hüküm veren ve âdil olanlara rahmetinle
muâmele eyle. Muhakkak ki sen kendisine çokça hamd edilen ve çokça övülensin.
Dünyadan ayrılırken sözümün sonu, Melik ve Mubîn olan Allah’ın yardımıyla
“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muham- meden abdühu ve Rasûlüh”
olsun. Bu risâle, Allah’ın lütuf ve keremine muhtaç Şeyh Muhammed oğlu Muhammed
ve Ubeydullah tarafından kaleme alındı. Allah, onu, evlatlarını ve sevenlerini
dünya ve ahirette güvende olanlardan eylesin. Bu risâle, mübarek Şaban ayının
ilk günü, İstanbul’da 1089’da tamamlandı.
" 1114/1-1 7710170021/04 04140 01/10 661
801 61111 40,
Bir gün ola, olasın sen de duaya muhtaç.”
Allah, Nebilerin Efendisi ve seçkinler
hürmetine bu risâ- leyi yazan Muhammed’i Cehennem ateşinden korusun.
Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî
usûli’l-Halvetiyye
Adlı Risâlesi
Receb-i Sivâsî’nin Risâle fî
usûli’l-Halvetiyye Adlı Eseri Bağlamında Nefsin Islahına Dair Görüşleri
Receb-i Sivasî’nin yazma halde bulunan bu
eseri, Beyazıt Kütüphanesi Veliyüddin Efendi Bölümü, 1836’ya kayıtlı- dır.[542]
9 varak olan eser, isminden de anlaşılacağı gibi, Hal- vetiyye şeyhlerinin
seyrüsülûk metotlarını anlatmak üzere kaleme alınmıştır. Eserin girişinde Recep
Efendi, dostlarından bazılarının bu konuda kendisinden bir eser yazmalarını
istemeleri üzerine gördüğü ve tecrübe ettiği bilgileri dostlarıyla paylaşmak
için eseri yazdığını belirtmiştir.[543]
Recep Efendi, eserini meydana getirirken nefsin
aşamalarını; emmâre, levvâme, mülheme, mutmaine, râzıyye, mar- zıyye ve kâmile
şeklindeki sıralaması ile şekillendirmiş, sırası ile nefsin bu makamları ve
sâlikin halleri hakkında bilgiler sunmuştur.
Sivasî, eserinde mümkün olan her fırsatta
görüşlerini ve üstatlarının anlayışlarını Kur’ân ayetlerine ve Hz. Peygam-
ber’in hadislerine dayandırmaya özen göstermiştir. Bu anlamda Recep Efendi’nin
birçok âyeti işârî bir anlayışla tefsir etmesi ve bu meyanda bazı çıkarımlarda
bulunması da gözden kaçırılmamalıdır.
Recep Efendi, tasavvufî sistemin inceliklerine
vâkıf biri olarak kaleme aldığı bu eserinde Şiblî (ö. 334/945), Abdül- mecîd-i
Şirvânî (ö. 972/1564), İbn Arabî (ö. 638/1240), Habîb-i Karamânî (ö.
942/1496–97), Ömer Rûşenî (ö. 892/1487), Yahya-yı Şirvânî (ö. 869/1464), Hacı
Bayram-ı Velî (ö. 833/1430) ve Fahreddîn-i Râzî (ö. 606/1209) gibi ilmî ve
tasavvufî yönü ile şöhret bulmuş birçok isimden çeşitli nakillerde bulunmuştur.
Bu isimleri zikrederken kullandığı
saygı ifadeleri, onun, bu isimlere ve
anlayışlarına olan hayranlığını göstermesi açısından önemlidir.
Recep Efendi, bu eserini Arapça kaleme almıştır
ve son derece akıcı bir üslup kullanmıştır. Eserin dilindeki akıcılık ve
sadelik onun dile olan hâkimiyetine işaret etmesi yönüyle önemlidir. Ayrıca bu
durum Recep Efendi’nin eserini muhataplarının seviyesini göz önünde
bulundurarak kaleme aldığının da bir göstergesi niteliğindedir.
Recep Efendi, eserinde nefs-i emmâreden nefs-i
kâmileye kadar sırası ile bilgi sunmuştur. Onun bu tavrına uygun olarak
görüşleri bu minval üzere dile getirilecektir.
1.
Nefs-i Emmâre ve Sâlik
Kur’ân’da “Muhakkak ki nefs daima kötülüğü
emreder”[544]
denilerek işaret edilen nefs-i emmâre hakkında, Recep Efendi, bu nefsin
ne denli sakınılması gereken bir nefs olduğunu söyleyerek sözlerine
başlamıştır. Recep Efendi, kelime-i tevhidin en büyük zikir olduğundan
bahsettikten sonra kelime- i tevhidi diliyle söylemesine rağmen Allah’ın emir
ve yasaklarına uymayan, nereden gelirse gelsin yemeyi-içmeyi kendisine
alışkanlık haline getiren bir kişinin, Allah’ın: “Her kim Rahman olan
Allah'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o
şeytan onun yakın dostudur”[545]
ayeti gereğince nefs-i emmârenin kölesi olduğundan bahsetmiştir. Bu nefsin
etkisi altında olan kimseleri, nefse köle olmuş, ta- biatının/bedeninin
istekleri doğrultusunda hareket eden şahsiyetler olarak tanımlamıştır. Recep
Efendi, bu nefis sahiplerinden zararlarını görerek kurtulmak için bir mürşide
teslim olanlarını sâlik olarak isimlendirmiş ve onları şu şekilde
tanımlamıştır: “Sâlik; ne yaptığının farkında, amacı Allah’ın emir ve
yasaklarına riayet etmek olan bilinçli kimseye
denir.” Recep Efendi, Halvetî şeyhlerinin de
ancak bu özelliklere sahip kimseleri “sâlik” olarak isimlendirdiklerini de
sözlerine eklemiştir.[546]
Recep Efendi, nefs-i emmâre makamında sâlikin
“Nâsût Âlemi”nde bulunduğunu söylemiş ve bu konumdaki sâlikin bu âlemin
aldatmacalarına kapılarak haddi aşan Ebu Cehil, Firavun, Câlût ve her türlü
kötülüğe sahip Tâlût gibi isimlerin sıfatlarına sahip bir şahsiyet olduğunu
belirtmiştir.[547]
Si- vasî, böyle bir şahsın bu kötü halinden kurtulması için birtakım şartlar
sıralamıştır. Recep Efendi, sâlikin bu halden kurtulması için önce bir
mürşid-i kâmilin elinde Nasûh tevbe- si[548]
ile tevbe etmesini, akabinde bâtınını tamamen kötülüklerden arındırması
gerektiğini ve bu kişinin gafletten uyanarak haddi aşmaktan ve istiğrak
hallerinden uzak durmak suretiyle Allah’ın zikrine yönelmesini tavsiye
etmiştir.[549]
2.
Nefs-i Levvâme ve Sâlik
Nefs-i emmâreden sonra sâlikin ulaşacağı derece
olan nefs-i levvâme haline geçişten bahseden Recep Efendi, em- mâre makamından
kurtulmak için sâlike tavsiye ettiği ilkelere uyulduğu takdirde bu yönelişin” السير إلي الله” olarak isimlendirildiğini ve sâlikin artık bu
şekilde nefs-i mülheme makamına yükselme temayülünde olacağını belirtmiştir.[550]
Nefs-i levvâme makamında bulunan sâlikin
hallerinden de bahseden Recep Efendi, bu derecenin özelliklerini şu şekilde
dile getirmiştir: “Bu makamda bulunan sâlik için şeyh teberrüken dua etse, bu
kişi, birinci ismi ile anılır. Çünkü burada renkler daha güçlü, daha sağlam ve
çoktur. Bu makamda sâlik (Allah lafzı ile) meşgul olarak istiğrak haline
büründüğünde Allah Teâlâ’nın şu ayetinde bildirilen boyası ile boyanmış olur: “Allah'ın
boyasına bak, kim, Allah'tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet
edenleriz.”[551]
Bu makamda sâlik kırmızı rengi ağır basan, kırmızı bir ata binmek, kırmızı
giysisi olmadan güzel kokularla ve kırmızı güllerle donatılmış bahçelere girmek
gibi, rüyaları çokça görür. Genellikle bu bahçenin meyveleri sarkmış üzümler
ve hurmalardır.”
Recep Efendi, nefs-i levvâme derecesinde
bulunan kimsenin içerisinde bulunduğu psikolojik duruma da değinmiştir. Buna
göre, nefs-i levvâme makamında olan birisi, Allah ismi ile olan meşguliyetinin
çokluğundan ve uykusunun azlığından dolayı tam bir teveccüh ile O’na yönelir
ki, bütün azalarının zikrini işitir ve anlar bir hale gelir. Bu, o kişinin,
Allah’ın boyası ile tam bir şekilde boyanmasından kaynak- lanmaktadır.[552]
3.
Nefs-i Mülheme ve Sâlik
Nefs-i levvâmeden kurtulan sâlikin bu noktadan
sonra nefs-i mülheme olarak isimlendirilen makama ulaşacağını belirterek bu
makamdan bahsetmeye başlayan Sivasî, bu makamda sâlikin meşgul olması gereken
ismin “Hû” olduğunu söylemiştir. Bu ismin mutlak ğayba işaret ettiğini ve
gecelerin karanlıkları içerisinde bu ismin kırmızı olan nuru ve ışığı ile
sâlikin önünü aydınlattığından bahsetmiştir. Re-
cep Efendi, bu durumdaki bir sâliki ateşte
yanan bir oduna ve rengini de “Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur
veren, sapsarı bir sığırdır, dedi”[553]
ayetinde işaret edilen renge ben- zetmiştir.[554]
O, “Hani o bir ateş görmüştü de, ailesine: Yerinizde durun, benim gözüme bir
ateş ilişti, belki size bir kor getiririm yahut ateşin yanında bir yol
gösterici bulurum, demişti”[555]
ayetinde nakledildiği şekilde sâlikin bir hararet halini yaşadığını belirtmiş
devamında sâlikin yaşayacağı halleri şu şekilde sıralamıştır: “Sâlik, bu
makamda, kemiklerine, etlerine hatta ciğerlerine kadar etkileyen ateşin
harareti ile rüyasında ateş ve ırmakları görür. Özellikle ciğerlerini etkileyen
ateş sebebiyle, sâlik, ağır balgam çıkarır ve içerisi eğer ağır ve siyahlaşmış
bir halde ise hararetin etkisi ile temizlenir ve beyaz bir hale gelir.”[556]
Recep Efendi’nin bu makamdaki bir sâlikin
hallerinden bahsederken yine onun psikolojik haline de değindiği gözlemlenmektedir.
O, sâlikin yaşadığı fiziksel değişimden de bahsetmiş ama ağırlıklı olarak
içerisinde bulunduğu hâl dolayısıyla gördüğü rüyalarından bahsederek daha çok
içerisinde bulunduğu psikolojik hali tasvir etmeye çalışmıştır.
Recep Erendi, nefs-i mülheme makamın
özelliklerini ise şu şekilde dile getirmiştir: “Bu makama nefs-i levvâme denir
üçüncü isme denk gelen bu halde kişi, birtakım ilhamlar almaya başlar ve
birçok hayr işlerinde, ibadetlerinde çoğalmalar söz konusu olur. Bu kişinin
fiili, amelî ve kavlî lezzetlere karşı duyduğu hazlarda bir azalma hali olur.
Bu hale السير في الجلالة veya السير لله üçüncü olarak da السير علي الله ismi verilir. Allah
Teâlâ şu ayetinde buna işaret etmiştir: “Doğru
yolu göstermek Allah'a aittir. Onun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, sizin
hepinizi hidayete erdirirdi”[557]
Bu üçüncü isim içerisinde bulunan sâlikin âlemi mülk âlemidir ki buna şehadet,
cisim ve his âlemi de denir. Bu makamda olan sâlik, sadece dış dünyaya ait
uygulamaları ile değil, iç âleminde de değişiklikler yaşar ve namaz, oruç,
evrat ve ezkar gibi ibadetlerle gecesini ve gündüzünü ihya etmeye başlar. Salih
kimselerin zahirini süsleyen bütün güzellikleri yaşar ve bu güzelliklere
uymayan çirkin şeyleri asla yapmaz, isyan söz konusu değildir. Bu halde sâlik,
ulvî ve süflî bütün her şeye ibret nazarı ile bakar. Yıldızlara, denizlere,
nehirlere, ağaçlara, meyvelere, cansızlara, dağlara, taşlara ve diğer
varlıklara bakar Allah’ın kudretini anlar, O’nu sever ve O’nun büyüklüğünden
korkar.”[558]
4.
Nefs-i Mutmainne ve Sâlik
Receb-i Sivasî, nefs-i mülhemeden sonra, kendi
ifadesi ile yüce isimlerden olan, dördüncü ismi ve bu makamda bulunan sâlikin
hallerini anlatmaya koyulmuştur. Recep Efendi, dördüncü ismin “el-Hak” olduğundan
bahsetmiş ve bu makamdaki sâlikin halini şu şekilde dile getirmiştir: “Sâlik
tarikatta bu mertebeye ulaşıp da şeyhi onun için hayr dua ettiğinde bu ismin
nurunun ışığı beyaz olur. Çünkü beyaz renk renklerin temeli, saf, temiz, asıl
fıtratın bir işaretidir. Allah Teâlâ şu ayetinde sâlikin bu durumuna işaret
etmiştir: “O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları
üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik
bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez- ler.”[559]
Bu makamda sâlik, hallerinin çoğunda beyaz görmez,
üzerine ay, güneş ve diğer aydınlatıcıların
doğduğu beyaz ata binen kimseleri görür. Bu durumda kişi eli kesik, dişlerin
sökülmesi ve diğer haller gibi ilk görünüşü ile yorumlanmaması gereken
görüntüler görür. Bazıları, kendilerine arız olan hâlin şiddetinden dolayı
nefsine sahip çıkamayıp şata- hatta bulunurlar. Bu durumda hüküm zahire
göredir. Hallac b. Mansûr’un “Ene’l-hak” sözü ile başına gelen haller gibi.
Sâlik, kendisine “mümkün mümkündür, vacip vaciptir” diyerek bu halden
kurutuluş yolunu gösterecek doğruya sevk edici bir mürşide ihtiyaç duyar. “(Acı
ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir
engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”[560]
Sâlik, hararetini, firkat suyu ile soğutur. Sekr halinden dolayı sayha
atabilir. Şatahat halinin farkına varınca bu haline Nasuh tövbesi ile tevbe
eder. Bu durumda sâlikin hali şu duruma benzer: “Siyah bir demir, ateşe atılır
ve rengi kıpkırmızı oluncaya kadar kalfaların başlarındaki ustaları körüğe
üflemelerini emreder. Daha sonra sıcaklığın düşürülmesi için ateşin etrafının
soğutulmasını ister. Bu durumda demir, lisan-ı hâl ile ateşin hali kendisine
geçtiği için sanki “ben ateşim” der gibi bir kıvama gelir. Ustaları hemen,
“Hayır, hayır” der ve durumun öyle olmadığını belirtir. Bu haldeki birine
içinde bulunduğu durumdan dolayı bir günah ve bir vebal yoktur. Çünkü ateşte
bu kıvama gelen bir demir içerisi su dolu bir kaba atıldığında nasıl ses
çıkarır daha sonra sükûnete ve hareketsizliğe ulaşırsa sâlikte onun gibi bir
hali yaşamaktadır. Sâlik, kendisine gelip de nefsinden kaynaklanan bir hale
vâkıf olursa bu du-
-diye ”جاء الحق وزهق الباطل“[561]
ve“لا حول ولا قوة إلا بالله العلي العظيم“ rumda
rek Nasuh tövbesi ile tevbe eder. Sâlik bu hale
Allah’ın yardımı, Hz. Peygamber’in feyzinin nuru ve evliyanın himmeti olmadan
ulaşamaz. Bu derecede bazı sâliklerin hayret, devamlı sekr ve mümeyyiz
akılların gitmesi gibi haller olabilir. Böylece sâlik, bazı hayvan ve cansız
eşyalara hulûl ettiği zannına düşebilir. Allah, bizleri bu halden korusun. Bu
makam kalbin melekût ve zikirle mutmain bir hale geldiği yerdir. Şu ayet buna
işaret etmektedir: “Onlar, iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış
olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile yatışır”[562]
“De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur”
ayeti gereğince sâlikin kalbi Beytullah olur ve Allah’ın dışındaki her şeyden
yüz çevirir. Kalbi açık bir fetihle açılır. Sâlik, hâl ehli olur havf, rıza,
kabz, bast vecd ve fakd gibi halleri yaşar. Tevekkül, teslim ve vera gibi
menzil ehli olur. Burası, اليقين ı^aynü’l-yakîn yeridir ve ihsan makamıdır.
Nefsin derecesi mutmainnedir. Âlemi, melekûttur ki bu âleme ğayb âlemi de
denir. Burası, meleklerin makamıdır. Çünkü melekût âlemi bir şeyin iç yüzü
demektir. Kalp, nefs ve ruhun bâtınıdır. Kalp ve sırrın bâtını ise ruhtur. Sır
en güçlü feyzi Hak’tan alır. Burası “سرالسر /511111
5-511 01٣ ve 212/أخفي" makamıdır. Ruhun mübarek feyzi ruhtan, kalbinki
nefs, ruh ve kalptendir. Feyz buradan da bütün organlara iletilir. “Biz
onlara rahmetimizden lütuflar- da bulunduk. Hepsine de dillerde güzel ve yüksek
bir övgü ver- dik”[563]
“Allah görünmeyeni de bilir, görüneni de. Büyüktür ve yücelerden yücedir.”[564]
Bu ism-i şerifin hürmetine kişi bâtınî ayıplarını görür ve gizli kusurlarının
farkına varır. Yine bu ismin hürmetine kişiye bu kötü yönlerinin giderileceği
ve bu
kötü yönlerinin törpüleneceği müjdelenir.
Sâlik, zahirini şeriat ilmi ile temizlediği gibi batınını da tarikat ilmi ile
temizler. Kalbinin vadilerinden hikmet ve marifet pınarları fışkırır ve bunlar
diline dökülür. İlahî hikmetler ve kudsî sözler zuhur eder. Dili sanki Hakk’ın
kalemi olmuş gibidir.”[565]
Sivasî, bu özellikleri sıraladıktan sonra
tevhidin derecelerinden bahsetmiştir. Buna göre, ef’al, sıfat ve zat olmak üzere
tevhidin üç mertebesi vardır. Bütün bu derecelerin yeri kalptir. Tevhîd-i ef’al
konumunda kişinin kalp gözü ile yakîn derecesinde bir bilgiye ulaşacağından
bahseden Recep Efendi, bu kişinin her işte ve her hükümde Allah’ı göreceğini
söylemiştir. Ona göre, “Dilediğini yapandır”[566]
âyeti buna işaret etmektedir. Sivasî, burasının muhadara makamı olduğunu
söyleyerek, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i zât hallerini anlatmaya geçmiştir. O,
bu makamları şu şekilde tarif etmiştir: “Tevhîd-i sıfat mükâşefe makamıdır.
Tevhîd-i zât ise müşâhede makamıdır. Tevhîd-i zattan tevfîk, hidayet, feth ve
kifâye ortaya çıkar. Bu makam, “السير مع الله” derecesidir. “Nerede olsanız O sizinle
beraberdir”[567]
ayetinin zuhuru söz konusudur.”[568]
5.
Nefs-i Razıyye, Merzıyye ve Sâlik
Recep Efendi, beşinci isim olarak “الحي/Hayy”
ve “القيوم/Kayyum” isimlerini zikrederek bu iki ismin
lafız ve mana yönünden farklı olmalarına rağmen Halvetî şeyhlerinin birçoğunun
bu iki ismin Kur’ân’da genellikle birlikte zikredilmelerinden dolayı birlikte
zikredilmesini uygun
gördüklerini 20 112-00019 011.639 "Bütün
1/122167, diri ve bütün yarat-
1121٧٥11 2002001 08771:9017640 005 4110110 021147011 62001 011610471711
şeyhlerinin anlayışına bir örnek olarak takdim
etmiştir. Recep Efendi, şeyhlerden bazılarının bu iki ismi bir isim olarak,
bir kısmının ise bu isimleri ism-i azam olarak kabul ettiklerini nakletmiştir.
Bu iki ismi, ism-i azam olarak görenlerden bazılarının “Hay” ismini bazılarının
ise “Kayyum” ismini isimlerin imamı olarak gördüklerini belirtmiştir. Yine bu
anlayışa sahip üstatların “Kayyum” ismini ulvî, süflî ve nefsî alanlarda
terbiye, tedbir ve vaat edilenleri yerine getirme konusunda mükemmelliğe işaret
eden isim olarak kabul ettiklerini de sözlerine eklemiştir. Recep Efendi,
diğer nefs mertebelerinde yaptığı gibi râzıyye ve marzıyye makamlarının
Kur’ân’daki dayanağına işaret eden ayetin “Ey, Rabbine, itaat 004:2 /711/2
1474 67671 11065! 116771 /109721٤ 0010: /10771 0٥ /109711/٤ edilmiş olarak 110601710 dön"641 ayeti olduğunu 102 100019011.642 10 ك
Sivasî, râzıyye ve marzıyye dereceleri arasında
bir kıyaslama yapmış ve marzıyye halinin razıyyeden üstte olduğunu
söylemiştir. Bunun sebebini ise şu şekilde dile getirmiştir: “Sâlik, kadere tam
bir teslimiyet ile teslim olduğu/safa hali, kazaya her hali ile rıza gösterdiği
için marzıyye razıyyeden üstündür. Kul, rabbinden razı olduğunda efendisi de
ondan razı olur ve ihlâslı olarak tam bir yönelme ila rabbine yöne- lir.”[569]
Recep Efendi, bu makamın rengini yeşil olarak
takdim eder. Sivasî, kalbin hayatına işaret etiği için bu makamda yeşilin
sâlike göründüğünü nakleder. " 667 77100111 mi Allah'ın
gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl)
yem-yeşil oluyor?”[570]
Ve “Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek
bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi
olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir”[571]
âyetlerinin bu makama işaret ettiğini de söyler.[572]
Sivasî, diğer makamlarda olduğu gibi, nefs-i
râzıyye ve merzıyyede bulunan sâlikin hallerini de dile getirmiş ve şunları
söylemiştir: 9111251 1101-101111 /روح الروح" makamıdır. Burada, manaların çocuklarına ve
kudsî bir lisana kişi sahip olur. Buraya روح الإضافي /ruhu’l-izâfî” de denir. Bu makamda sûfî,
“ibnü’l-vakt” olur ve kul bu makamda rabbinden razı olduğu için burası keramet
ve velayet makamıdır. “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi
emrederdi ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti”[573]
ayeti buna işaret etmektedir. Rabbi, kulunun işlerini ve durumlarını şu ayeti
gereği yerine getirir: “Zira benim velim, o kitabı indiren Allah'tır. Ve O,
salih kullarına sahip çıkar.”[574]
Bu iki ismin âlemi, ceberûttur, ervâh veya mücerredât olarak da isimlendirilmiştir.
Bu makamın işaretleri, sâlikin, huşu, hudu, sükûn, sükût, susmak ve Hakk’ın
dışında her şeyden yüz çevirmektir. “O gün, hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye
(Sûr'a üfleyenin çağrısına) uyarlar. Öyle ki, Rahman’ın heybetinden sesler
kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin”[575]
Bu hali yaşayanların durumu cennettekilerin hali gibidir ve şu ayet buna
delalet etmektedir: “Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın
ipekten bir elbise vardır. Gümüş bileziklerle
süslenmişlerdir. Rab- leri onlara temiz bir içecek içirmiştir.”[576]
Bu makamın ismi “ السير
651.dir”فناء في الله“ veya ”في الله
Recep Efendi, bu noktadan sonra altıncı isme
geçer ve altıncı ismin “القهار/el-Kahhâr”
ismi olduğunu, bu ismin celal isimlerinden birisi olduğunu ve âleminin yine
ceberût âlemi olduğunu belirtir. Bu ismin de râzıyye ve marzıyye makamları ile
alakalı olduğunu belirten Recep Efendi, bütün güzel ahlâk ilkelerinin râzıyye,
marzıyye ve mutmainne durumunda kişiden zuhur ettiğini söyleyerek bu nedenle
“Kahhâr” isminin bu üç makamla alakalı olduğunu belirtir. Recep Efendi,
tevhidin sıfatı olarak gördüğü bu makama şu ayetin işaret ettiğine değinir: [577]“Bugün
mülk kimindir?” (diye sorulur. Cevaben): “Tek ve kahhar olan Allah'ındır.”
(denir)”[578]
Sivasî’nin burada verdiği bilgilere göre
Halvetî şeyhleri ile bazı ihvanlar siyah renk ile Allah’ın “Kahhâr” ismi ile
müyesser olan Mekke’nin fethinden sonra Beytullah’ın inşası ve Hz. Peygamber’in
siyah sarığı ile taş taşıyarak burayı tamir etmesi arasında bir bağ
kurmuşlardır. Buna göre, siyah sarıkla Beytullah’ın inşası arasındaki
münasebetin bir benzeri kalbin ıslah edilmesi ve yeniden inşa edilmesinde de
söz konusudur. Bu yeniden inşayı sağlamak için de sâlik, samimiyetle, korku ve
çekince ile bu isimle çokça meşgul olmalıdır. Ancak bu şekilde Allah, cin ve
insan şeytanlarından sâliki korur ve ancak bu şekilde düşmanlara karşı “Kahhâr”
ismi ile galip gelinebilir.[579]
Sivasî, bu ismin makamını “Kemâlü’l-ma’rife”
olarak tanımlamış ve şu sıfatları da eklemiştir: “Tamâmül’l-fakr”,
“Devâmü’l-mehabbe” ve “Heybet ve Celalin Galebe Çalma- sı.”[580]
6.
Nefs-i Kâmile ve Sâlik
Sivasî, Halvetî şeyhlerinin yedinci isim olarak
“Allah” ismini kabul ettiklerini açıklamıştır. İsm-i azam olarak kabul edilen
bu ismin sâlike nefs-i kâmilede tecellî etmesi sonucu ışığın ve rengin olmadığı
bir makama sâliki yükselttiğini çünkü bu makamda O’nun mutlak nur olduğunu ve
nurların nuru olmasından dolayı renk ve ışığın kaybolduğunu ifade etmiştir. Bu
durumdaki sâliki, “Lâhût” ehli olarak tanıtan Recep Efendi, bu makamda
taayyünün olmadığını sâli- kin ancak remizle konuşabileceğini nakletmiştir. Recep
Efendi, bu makamın nebilerin ve raşit halifelerin makamı olduğunu söylemiş ve
burada işitilen, görülen ve hissedilen hiçbir şeyin kelimelerle veya hislerle
ifade edilmesinin mümkün olmadığının altını çizmiştir. O, kadîm ve mutlak olan
Allah’ın hiçbir canlının aklı, havsalası ve idraki ile anlatılamaz oluşunu
bunun sebebi olarak takdim etmiştir.[581]
Bu noktadan sonra Recep Efendi’nin İbn
Arabî’den bir nakille olayı izah etmeye çalıştığını görürüz. O, “Fütuhat
Sahibi” olarak tanıttığı İbn Arabî’nin bu makama “Seçkinler, Temkin ve Müşahede
Makamı” dediğini ve bu makamın “Hâl, Telvin ve Mükâşefe” makamlarından önce
geldiğini belirttiğini nakletmiştir. Sivasî, İbn Arabî’nin bu makamdaki sâlikin
şu özellikler ile diğer makamlardan ayrıldığına işaret ettiğini vurgulamıştır:
“Bu makamda sâlik; haya, edep, va-
kar, sekîne, gece-gündüz devamlı hidâyet
hallerine sahip- tir”[582]
Recep Efendi, sâlikin kâmil bir bilme ile O’nu
bildiğinden bahseder ve ısrarla Allah’ın kemiyet, keyfiyet, renk, şekil, taayyün
ve miktardan uzak olduğunu belirtir.[583]
Sivasî, bu makama, aynı zamanda “teveccüdü’z-zât” da denildiğini ve bu makamda
bulunan sâlike “ehlü’z-zât” isminin verildiğini de söyler. Recep Efendi, bu
makamdaki sâlikin, ezelî ve ebedî zâtı temaşa edip mümkün ve geçici varlıkların
farkına vardıktan sonra mümkün varlıkların vacip olan zatın gölgesi mesabesinde
olduğunu idrak edeceğinden de söz eder. “O'nun zatından başka her şey helak
olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz”[584]
âyetinin buna işaret ettiğini ifade eder.[585]
Recep Efendi, nefs-i kâmile olarak ifade ettiği bu makama ulaşan sâlikte
peygamberlerde mucize evliyada kerametin zuhuruna sebep olan lâhûtî kudsî bir
güçle yeme, içme ve yürüme gibi beşerî yönleri devam ettirten iki gücün bir
arada bulunacağını kaydetmiştir. Yine Sivasî, bu makamdaki sâlikin heybet ve
cemal sıfatlarına maruz kalacağını ve hicapları aşarak mutlak varlığın zatını
temaşa eden sâlikin ancak çok ince rumuzlarla ve gizli işaretle yaşadığı
halleri izah edebileceğini belirtmiştir. Sivâsî’ye göre, bu noktada da “Gözler
onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden
haberlidir”[586]
ayeti tecelli etmiştir.[587]
Sivasî, nefsin derecelerini ve sâliklerin bu
makamlarda yaşadıkları halleri zikrettiği “Risâle fî usûli’l-Halvetiyye”
isimli eserinin sonunda esma zikrinin nasıl
yapılması konusunda Halvetî şeyhleri ve diğer bazı şeyhler arasındaki farklılıklara
değinmiş, Halvetî şeyhlerinin nefs-i kâmileden sonra sâlikin istediği isimle
Allah’a yönelebileceği, ismin başında nida harfi olmadan ve lâm-ı tarifi
düşürmeden zikre devam edebileceğini benimsediklerini nakletmiştir. Sivasî,
Halvetî şeyhlerinin “Hani bir zamanlar Musa, kavmi için su istemişti, biz
de asanla taşa vur, demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı”[588]
âyetinden hareketle on iki isimle sâliki terbiye etme yoluna gittiklerini de
sözlerine eklemiştir.[589]
Recep Efendi, zikrin sesli veya gizli yapılması
konusunda Halvetîlerin, sâliklerin haline göre hafî veya cehrî zikri tercih ettiklerini
ama ağırlıklı olarak cehrî zikirden yana tavır koyduklarını anlatmış ve
Fahreddin-i Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr isimli eserinden yaptığı bir alıntı
ile mürşitlerin sâlikin hallerine göre hafî veya cehrî zikri telkin
etmelerinin sebeplerini açıklamaya çalışmış- tır.[590]
Buna göre, sâlik, saf, katışıksız veya samimiyetle vecd halini bulmaya
başlamışsa bu sâlike cehrî zikir telkin edilmiş, yok eğer sâlik, vecd
bulabilmek için veya gösteriş amaçlı hareket ederse ona da hafî zikir telkin
edilmiştir.[591]
Sivasî, Abdülmecîd-i Şirvânî ile arasında geçen bir olaydan bahsederek, mensubu
olduğu yolun cehrî zikri tercih ettiğini ve kendisinin de bu usule göre
hareket ettiğini anlatmıştır.[592]
Recep Efendi’nin, “ism-i azam”ın hangi isim
olduğu konusundaki tartışmalara da değindiği gözlemlenmektedir. O,
hemen her şeyhin ism-i azam olarak farklı
isimleri zikrettiğini ifade etmiş bunun sebebini ise şöyle açıklamıştır: “Bir
doktorun farklı hastalara farklı ilaç vermesi gibi meşâyih de ism-i azam
konusunda farklı görüşler beyan etmişlerdir.”[593]
Sivasî Efendi, ilimlerin temelde dört başlık
altında incelenmesinin mümkün olduğu yönünde açıklama yapmış ve bunları şu
şekilde izah etmiştir: “İlimler dörde ayrılır ve her biri birbiri ile bir tür
ilişki içerisindedir. Bunlardan ilki, şeriat ilmidir. Bu ilmin temeli
Kitap/Kur’ân ve sünnettir. Bu ilmin usul ve füru dalları ile kişinin zâhirini
ıslah etme amaçlanmaktadır. Bu da amel ve takva ile mümkündür. İkincisi tarikat
ilmidir. Bu ilim, kişinin bâtınını temizler ve hale göre amel etmek bu ilimde
çok önemlidir. Takvaya ulaşmak temel hedeftir. Bu ilme hizmet edebi de denir.
Kul burada ubudiyet makamındadır. Üçüncüsü marifet ilmidir. Bu ilim, şeriat ve
tarikat ilmini içine alır ve nebilerin ilminde olduğu gibi buna veraset ilmi de
denir. Allah Teâlâ şu ayette bu ilme işaret etmiştir: “Sana bilmediğin
şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.”[594]
Ayrıca şeriata diraset ilmi de denir. Dördüncüsü hakikat ilmidir ki buna
“ilmullah” denir. İlmi bir ağacın gövdesine benzetecek olursak, kökü şeriat,
dalları tarikat, yaprakları marifet, meyveleri ise hakikattir. Kişinin zâhiri
şeriata uymadığı halde böyle bir kimseden olağan üstü haller zuhur etse ona
itibar edilmez. Musa’nın karşısındaki Firavun’un fitnesi ve zamanımızdaki
geçmişten ve gelecekten haber veren kâhinler gibi. Melamiler ise bu sınıfa
girmezler. Zahiren şeriata ters gibi görünen bazı halleri olmakla birlikte
onlar hallerini gizlemek için böyle davranırlar. Aslında Melamiler, dinin
özüne sıkı sıkıya bağlıdırlar.
Onlar, bağırırlar ama içki içmez, kiliselerde
putlara tapmazlar. Siyah elbise giyer, sakallarını kısaltır saçlarını
uzatırlar. Bunlar hakkında yanlış düşünceler akla gelebilir. Ama onlar asla
öyle değillerdir. Onların samimi niyetlerine mukabil birtakım olağanüstü
haller kendilerinde görülebilir.”[595]
Sivasî, eserini, sûfîlerin nefsi ayırdıkları
mertebelere uygun bir şekilde kaleme almıştır. En düşük nefis derecesi olan
emmâreden en yüksek derecesi olan kâmileye kadar sırayla her makamı ve bu
makamlardaki sâliklerin hallerini detaylı bir şekilde anlatmıştır.
Sivasî’nin eserinin neredeyse her satırında bir
âyete ve hadise rastlamak mümkündür. Bu, onun dinin özüne/aslına bağlılığını
göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu anlamda dikkat çeken bir diğer
hususta, onun, ayetlere ve hadislere getirdiği işârî yorumlardır. Diğer
sûfîler gibi Recep Efendi de ayetlerin ve hadislerin işârî yorumlarından hareketle
sistemini geliştirmiş ve özellikle Halvetî şeyhlerinin sâlikleri terbiye etmede
kullandıkları yöntemlerin ayet ve hadislerdeki dayanaklarını izah etmeye
çalışmıştır.
Recep Efendi, sâliklerin fiziksel ve psikolojik
hallerine dair önemli tespitlerde de bulunmuştur. Zâhirini temizleyerek
bâtınını da temizlemek amacıyla tarikata yönelen ve seyr u sülûk sürecini
yaşayan bir sâlikin ilk zamanlar içerisinden sökülen ağır balgam gibi fiziki
değişimler yaşamasından bahsettiği gibi her makamda sâlikin içerisinde
bulunduğu hale uygun rüyalar gördüğüne değinerek psikolojik halini de gündeme
taşımıştır.
Recep Efendi’nin eserinde dikkatimizi çeken
önemli noktalardan bir tanesi de “sûfî” ve “sâlik” kavramlarını eş anlamlı
kelimeler olarak birbirlerinin yerine kullanmasıdır. Bu,
Recep Efendi’nin, sûfîye bakışını tespit
açısından son derece önemlidir. Ona göre sûfî, kuru bir iddianın ötesinde her
şeyi ile Allah’a yönelmiş ve nefsinin kötü yanlarını törpülemeyi temel amaç
olarak belirlemiş kimsedir. Halvetiyye yolunun önde gelen isimlerini bizzat
tanıma fırsatını bulan Recep Efendi, sâlikleri terbiye metodunu açıkladığı bu
eserinde üstatlarının usullerini ve dayanaklarını ifade etme imkânı bulmuştur.
Halvetilerin bu konudaki görüş ve dayanaklarının kendisi de bir Halvetî şeyhi
olan Recep Efendi tarafından aktarılması onun çalışmasını daha da önemli bir
hale getirmiştir.
er-Risâle
fî Usûli’l-Halvetiyye (Esmâ Risâlesi)
Tercemesi
Halvetiyye Usulü Hakkında
Şemseddîn-i Sivasî’nin Halifelerinden Şeyh
Receb-i Sivasî’nin
Esma Risalesi
بسم الله الرحمن الرحيم
Ey Muîn olan (Rabbim), yardım sendendir.
(1a) İnsanı manevî yükselişin en üst noktasına
çıkabilecek ve derecelerin en yücesine ulaşabilecek kabiliyette yaratan Allah’a
hamd olsun. Yolun en sağlamı ve menheçlerin en açığına sahip olan sâliklerin
üzerine de rahmet olsun. Ve ba’d, ihvanlardan bazıları Halvetiyye
şeyhlerimizden gördüğüm ve duyduğum şeyleri tafsilatlı ve açıklamalı bir şekilde
yazmamı,
لا حول و لا قوة إلا بالله
العلى العظيم و هو الفتاح الرحيم
diyerek benden istediler. Biz deriz ki
Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar
yahut daha az kaldı” 671 makamından en büyük saadet, en büyük keramet
ve en yüce hikmetle dönünce sahâbe içerisinde güç ve liderliği ile bilinen Hz.
Ali’yi çağırdı ve ona “Bana yaklaş” buyurdu. Ona “Lâ ilâhe illallâh”
de, dedi. Cehrî olarak bu zikri yapmasını üç defa telkin etti. Lâ ilâhe
illallâh, isimlerin anasıdır. Bu isimle çok iştigal etmekten diğer isimler
doğar. Bu cümle iki şeyden meydana gelmektedir: Sonradan olanın nefyedilmesi,
kadîm ve vâcib olanın isbâtı. Bundan dolayı nurunun rengi siyah duman, saf mavi
ve diğer renklerde görülebilir. O, ism-i âmmdır ki sülûkten önce olsun veya
sonra olsun bütün insanlar için bu isimde ortaklık söz konusudur.
Meşâyih, bu ismi zikre devam edeni “müsemmâ”dan
saymazlar. Çünkü bu kişi işitme ve diğer şekillerde, mevhibî olarak Allah’ın
lütfunun doğması için dilden (telkin) almıştır. Bu kişi bu ismi söylemeye
devam eder fakat ibadetlerle kayıtlanmaz, (nefse) muhalefet ve günah işlememeye
güç ye- tiremez. Bu kimseye Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek
yasaklarından kaçmak konusunda itimat edilmez. Bu kişi dilediğini yapar,
istediği şekilde hüküm verir, bulduğu her şeyi yer, tabiatı gereğince,
beşeriyetinin mucibince diline gelen her şeyi söyler. Allah Teâlâ, şöyle
buyurmuştur: (1b) “Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz
ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur.” [596]
Bu kişinin nefsi, kötülüğü emreden (nefs-i emmâre) aşa- ma(sın)dadır.
Tabiatının gereği üzere kaldığı için âlemi, nâ- sût âlemidir. Bu kimse
hayvanlardan hatta onlardan daha aşağı kabul edilir. Bu kişi, sakınılan yırtıcı
ve zararlı hayvanlar gibidir. Şer işleri yapmada Ebû Cehîl, Firavun ve Câlût
karakterli bir kişidir. Her türlü şer ve tağuttan Allah Teâ- lâ’ya sığınırız.
Bu kişi mürşid-i kâmilin vâsıtasıyla tevbe-i nasûh ile tevbe edip iç dünyasıyla
Allah Teâlâ’ya yönelip aşırılıklarından uyanıp Allah Teâlâ’nın zikriyle
zamanını istiğrak (halinde) geçirince (onun bu haline) yedi seyr türünden
olan “Seyr ilallâh” ismi verilir. Böyle bir durumda o kişinin nefsi,
nefs-i levvâme olarak isimlendirilir. Gizli ve diğer şekillerde sâlikin kalbine
doğan mevhibî yedi isimden ikincisi ki onun hali ve nuru telkin edilmeksizin
ortaya çıkar, ism-i Celâl olan “Allah”tır. Şeyh, sâlike teberrüken dua
ederse bu sâlike birinci isim ve nuruyla müsemma olmuş kimse denir. Çünkü bu
durumda sâlik, renkler daha güçlü, sebat açısından daha sağlam, şöhret ve zînet
açısından daha çok-
tur. Sâlik vaktini bu isimle iştigal ederek
geçirip istiğrak haline ulaştığında Allah Teâlâ’nın boyası ile boyanır. Allah
Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Allah’ın boyasına bak, (vaftiz ne olacak?) Kim,
Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O’na ibadet edenleriz.”[597]
Sâlikin rüyaları çoğunlukla kırmızı ata binmek, kırmızı gömlek giymek, güzel
kokulu mamur bahçelere girmek, uzun kesif ağaçlar, dalbastı kiraz ve muz yüklü
ağaçlar gibi hararetle ilgili olur. Sâlikin hali telezzüz, (zikirle) çok
meşgul olmak, az uyku ve tam bir teveccühtür ki sâlik sükûta ulaştığında her
azasının, saç tellerinin ve damarlarının arı uğultusu gibi olan zikrini
işitiyordur. Ona ve- leh[598]
ve hayret[599]
hali galip gelir ki bu iki alamet (Allah’ın) boyası ile tam olarak boyanmanın
alametidirler. Üçüncü mevhibî isim mutlak ğayba işaret eden “Hû” kelimesidir.
(2a) daha önce izah ettiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın fazlıyla bu ismin nuru
doğduğunda, şeyhi sâlike dua ettiğinde ve sâlik öncesinde aralıksız “Allah”
ve gizli bir şekilde ““Hû” dediğinde, özellikle gecelerin
karanlıklarında, (ismin) nuru bakanlara mutluluk veren “Kırmızı” olur.[600]
Sanki bu nur alevli bir ateş gibidir. Allah Teâlâ, Kelîm’inden hikâye ederek
şöyle buyurmuştur: “Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr
tarafından bir ateş gördü. Ailesine: “Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş
gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için o ateşten bir parça
getiririm” dedi.”[601]
Sâlik, nuru, ateş şeklinde görür ve onun hali bedeninde hararetin galebe
çalması şeklindedir. Bundan dolayı rüyalarının çoğunluğu
ateş ve susuzluğunu gidermek için nehirlerle
ilgili olur. Çünkü ismin harareti cildini, et, yağ, ciğer, kozalak şeklindeki
kalp ve dalağa ulaşmıştır. Kişinin bâtınında bunların hepsi bir tencerede
kaynar. Çeşitli/Karışık balgam ondan çözülür. Karaciğer kurur, ağır siyah bir
hâl aldıktan sonra beyazlaşır. Nefs-i levvâme, ümmü’l-esmâdan Celâle’nin ortasına
kadardır. Bundan sonra bu üçüncü ismin kemâline doğru nefs-i mülheme gelir.
Çünkü bu ismin tecellisi ile kişiye hayırların kapısı açılır ve ondan çokça ibadet
zuhur eder. Aynı zamanda söz, davranış ve amel bakımından bu kimseden hatalar
azalır. Seyr, celâlette olur ve bu “Seyr lillâh” durumudur. Üçüncü
isimde seyr, “Seyr alellâh” hâli ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Onun eğrisi de vardır.”
[602]
Sâlikin bu üçüncü isimdeki âlemi, “Mülk Âlemi”dir. Buna “Şehâdet”,
Cisim” ve “His” âlemi de denir. Çünkü sâlik, bu derecede kalbin
bâtınına henüz nüfuz etmemiştir. Bilakis zâhirini ilim ve amelle hâl olmaksızın
süslemiştir. Kişi burada gece ve gündüz, oruç, namaz, evrâd, ezkâr gibi
ibadetler, salihlerin süsleri olan aba giymek ve asa kullanmak gibi hususlarla
kayıtlıdır. Aynı zamanda (2b) sâlik, ulvî ve süflî her şeye ibret nazarıyla
bakar ki yoktan var edenden sakınmak ve O’nun kudretinin şaşkınlığına bürünmek,
yıldızların akıp gitmesi ve sürekli dönüşleri gibi ulvî hâdiselere baktığı gibi
denizler, nehirler, ağaçlar, meyveler, hayvanlar, cansızlar, dağlar ve taşlar
gibi süflî şeylere de bakar ve Allah’ın kudretinin kemâli doğar. Kişi, Allah
Teâlâ’yı sever ve O’ndan korkar. 061021 mevhibî yüce isim “الحق/el-Hakk”
ismidir. Bu isimde hâl, nur ve mahall söz konusudur. Sâlik bu noktaya
geldiğinde ve şeyhi ona hayırları kendisinde toplaması için
dua ettiğinde bu ismin nuru beyaz olur. Çünkü
beyaz, renklerin aslıdır. Bu durum, maddî ve manevî temizliğe sahip aslî
fıtrata işaret eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O halde yüzünü, Allah’ı
bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına
doğrult.”[603]
Bu isme devam eden sâlik hâlinin genelinde beyaz elbise giymek, beyaz ata binmek,
güneş ve ayın doğması gibi şeyleri müşahede eder. Sâlikin hâli, asılmak, el ve
ayak kesilmesi ve dişlerin sökülmesi gibi şeylerle ilgili olur. Sâliklerin
bazıları ismin onlarla galebe çalmasının şiddetinden dolayı bu durumda temek-
kün olmaksızın şatahatta bulunurlar. Bu ismin tesirindeki sâlikin hükmü Mansûr
b. Hallâc’ın “Enel-Hakk” sözünü sarf ettiği hâli gibi değerlendirilir. Bu halde
sâlike, “Mümkün, mümkündür. Vâcib, vâcibtir” diyecek tecrübeli bir
mürşid-i kâmil elzemdir ki sâliki halâs yoluna iletsin. “(Acı ve tatlı) iki
denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.”[604]
Sâlikin burada firkat suyu ile harareti soğur da sarhoşluğundan uyanır, sekr halinden
sahv haline döner ve hâlini bilir. Bu durumda gerçekleşen şatahat halinden
dolayı tevbe eder. Sâlikin bu durumu demirin kor haline benzemektedir. Demirci
kor ve soğuk bir demiri ateşe atıp talebelerine körüğü şiddetli bir şekilde onlardan
harlamalarını istemesi durumunda demir kıpkırmızı olur ki siyah rengin yerine
kırmızı renk, soğuğun yerini ise ateşin etrafında olması sebebiyle hararet
alır. Demirde ağır basan şeye göre hüküm verilir. Demir böyle bir durumda “Ben
ateşim” demiş gibidir. (3a) “Ben ateşim, rengim ve sıcaklığıma bakın.”
Üstadı/Şeyhi ona, “Hayır, hayır” der. Sâlik, iddiasından vazgeçmezse
böyle bir durumda sâlike günah yok-
tur. Çünkü (o sesler) bir kap dolusu su
içerisine atılan ateşten kaynaklanmaktadır. Bu hâl, demire/sâlike sıkıntı
verir ve demir/sâlik ondan kurtulmak için gayret gösterir. De- mirden/Sâlikten
ses çıkar ve bir müddet sonra sükûnete erer, sessiz kalır ve bu durumun
nefsinden değil, Hakk’a yakınlıktan kaynaklandığını bilir. Nasûh tövbesi ile
tevbe eder ve “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla
elde edilir.” [605]
“(Ey Muhammed!) De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya
mahkûmdur”[606]
der. Bundan dolayı bu makama “Büyük sarp yokuş” denilmiştir. Bireyin,
bu hale Allah’ın (c.c) yardımı, Hz. Peygamber’in (sav) mededi- nin feyzi ve
Allah dostlarının himmeti olmaksızın ulaşması mümkün değildir. Bu nedenle
bazılarında hayret, sürekli sekr ve seçici aklın gitmesi durumları söz konusu
olabilir. Böyle bir durumda sâlik, mecnun ve sorumluluğu olmayan kimseye
hamledilir. Bu makamdaki sözlerden her türlü noksanlıktan münezzeh olan
Allah’a sığınırız. Bu ismin makamı melekûtî kalp ve zikrin itmi’nane ermesidir.
Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah’ın zikri
ile yatışır.” [607]
Bu durumda kalp, Allah’ın (c.c) muhterem evi olur ve “(Ey Muhammed!) De ki:
“Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur”[608]
âyeti gereğince kalpten Hakk’ın dışındaki her şey yok olur. Kalp
genişler/inşirah ve kalbe açık fetihlerle fetihler müyesser olur. Bu durumda
sâlik, havf, recâ, kabz, bast, vecd, fakd haline sahip kimselerden olur. Yine
sâlik durumda tevekkül, teslim, vera makamındaki kimselerden olur. Sâlikin
mahalli ayne’l-yakîndir ki bu makama “Makâmü’l-hisân” ve “Umdetü’s-sâlikîn”
deni-
lir. Nefis burada mutmainnededir ve âlemi
melekûttur. Ona gayb âlemi denir ki burası mülk âlemine mukâbil olan meleklerin
makamıdır. Çünkü melekût bir şeyin bâtını demektir. Kalp, nefsin bâtını, ruh
kalbin bâtını ve sırr ruhun bâtınıdır. Sırr, feyz-i akdesi feyz-i Hakk’tan
alır. Buna “Sırru’s-sırr” denir. Ahfa makamıdır ve ruh (3b) feyz-i
mukaddesi sırrdan alır. Kalp ruhtan, mukaddes feyzi alır buradan/kalpten bütün
organlara bu feyz yayılır. Sâlik, burada kalp makamında kalbin gerektirdiği
ani, farkında olmadan ve şöyle ya da böyle demeden büyük bir haz ile konuşur.
Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Onu tertemiz bir (makama) yükselttik.”[609]
“O, büyüktür, yücedir.”[610]
Bu ism-i şerîf hürmetine sâlik gizli ayıplarını ve gerçek kusurlarını öğrenir.
Bu ismin nurunun tecellisi ile bu kötü yönlerinin tasfiye edileceği ve
temizleneceği (sâlike) bildirilir. (Sâlik) Zâhirini şeriat ilmi ile temizlediği
gibi bâtınını da tarikat ilmi ile temizler. Daha sonra kalbinin vadilerinde
marifet ve hikmet pınarları çağlamaya başlar ve (bunlar) diline dökülür.
(Sâlikten) ilahî hikmetler ve kudsî sözler dökülmeye başlar. (Sâlikin) dili
Hakk’ın kalemi gibi olur. Bil ki tevhidin üç mertebesi vardır: Tevhid-i ef’âl,
tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât. Kalp makamında tevhîd-i ef’âl zuhur eder,
(sâlik) kalp gözü ile görür. Âlemde meydana gelen hüküm ve fiillerin hepsinin
Allah katından olduğunu il- me’l-yakîn ile bilir. O, “Dilediğini yapandır.”
[611]
“O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” [612]
Bu makamın alameti fayda ve zarar her şeyin Allah’tan geldiğini (sâlikin)
bilme-
sidir. (Sâlik), vesile yönü dışında kimseyi
övmez ve yermez. Burası, muhâdara makâmıdır. Ayrıca tevhîdü’s-sıfat mükâ- şefe,
tevhîdü’z-zât ise müşâhede makâmıdır. Tevhîdü’z- 220211 ٤٥٧0كل, hidâyet, 011 ve kifayet halleri çıkar. Burası مع الله السير makamıdır. Çünkü sâlikte zikir söz sahibi
olmuş, kötülüklerden kalbi boşalmış, Allah’ın hükmü galip gelmiş ve sâlik,
Allah’ın, “Nerede olsanız O sizinle beraberdir” [613]
âyetinin tecellisine mazhar olmuştur. Beşinci isim “الحي القيوم/el-Hayy
el-Kayyum” isimleridir. Bu iki isim lafız ve mana olarak farlı isimlerdir.
Fakat üstatlarımız Allah’ın kitabında/Kur’ân-ı Kerim’de bu iki ismin genellikle
beraber zikredilmesinden dolayı bu isimlerle, birlikte meşgul olmayı tercih
etmişlerdir. (4a) Âyete’l-kürsî, Âl-i İmrân ve Tâ-Hâ surelerinde olduğu gibi.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bütün yüzler, diri ve bütün yarattıklarını
gözetip duran Allah’a baş eğmiştir.”[614]
Es- mâü’l-hüsnâ’nın sayıldığı hadiste de bu iki isim tek isim gibi
zikredilmiştir. Bundan dolayı bazıları bunların “İsm-i ‘azam” olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü "1221121122 "//1101/1-01 /الحي göre isimlerin kaynağı, 101/1/14711-01 /القيوم/"
ise ulvî ve süflî her şeyde Hakk’ın terbiye ve tedbiri adına vadedilen
hususları muhafaza konusundaki kemaline işaret olarak görülmüştür. Nefs, bu iki
isimle meşgulken “Râzıyye” ve “Merzıyye” mertebesindedir.
Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Rabbine, itaat edip huzura eren nefis!
Hem hoşnut edici hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına
gir. Cennetime gir.”[615]
Nefs-i merzıyye, râzıyyeden üstündür. Çünkü mer- zıyyede sâlik, takdir edilen
aleyhine de olsa kazaya safa, in- şirâh ve inkiyâd ile mukabelede bulunur.
Kul/Sâlik, Rab-
binden razı olduğunda efendisi de ondan razı
olur ve onu katında samimi kullarından kılar. Kulun efendisinden razı olması ve
samed sıfatına sahip efendisinin kulundan razı olması durumunda rablerin rabbi
ile kulu arasında nice mertebeler kaybolur gider. Bu iki ismin rengi, kalbî
hayata işaret olması bakımından yeşildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Görmedin
mi Allah’ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor?”[616]
“Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir
nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur
mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir.”[617]
Seyrüsülûkten maksat, bu amaca ulaştıktan sonra kemale doğru yol almaktır. O da
en yüce ruh ile kalbin hayat bulmasıdır. O, “Rûhu’r-rûh”tur. Manaların
çocuklarının ve kudsî lisanın birlikteliğinden doğar. Ona “İzâfî rûh”
denir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben, onun yaratılışını tamamladığım
ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.”[618]
Cismî ve bedenî hayat hayvânî rûh iledir ve emr-i meâş ile tasarrufta bulunur.
Kudsî rûh ise hâl, meâd ve meâlde cereyan eder. Sûfî burada “İbnü’l-vakt”
olur. Bu iki isim, kerâmet ve velâyet mahallidir. Çünkü kul Rabbinden sevinçle
razı olduğunda Rabbi ona (4b) mübarek ikramıyla muamele eder. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın ipekten bir elbise vardır.”[619]
Sâlik, Rabbi katında kendisinden razı olunan bir duruma geldiğinde Rabbi onu,
işlerinde velâyeti ve işleyişinde kifâyeti ile ona muamelede bulunur. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, iman edenlerin velisidir.”[620]
“Ve O, salih kullarına sahip çıkar.”[621]
Bu iki ismin âlemi “Ce- berût Âlemi”, “Âlemü’l-ervâh ve’l-mücerredât”
ve sıfat tevhidinin ve mükaşefelerin kaynağı olan “Âlem-i mebâdî”dir.
Çünkü burada sâlik, âlemde meydana gelen her şeyin Hakk’ın sıfatından ve
Hakk’ın sıfatının bir yansımasından meydana geldiğini “Ayne’l-yakîn”
görür. Buranın alameti, huşu, hudu, sükûn, sükût, dilin durması, Hak Sübhane ve
Teâlâ’ya itirazın sona ermesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Öyle ki,
Rahman’ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey
işitemezsin.”[622]
Bu halin sahibi safa cennetindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gümüş
bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara temiz bir içecek içirmiştir.”[623]
Kalpte, fiiller bahçeleri vardır ki bu durumun sahiplerine hal ve meâlde
nimetler söz konusudur. Bu makamda sâlik, “Seyr fillah” ve “Fenâu
fillah”tadır. Çünkü kadîm sıfatların nurları parladığında ve her yönden
sâliki kuşattığında, muhdes ve gölge olan yaratılmışların sıfatları yok olur.
Sâlik, Hakk’ın sıfatında sıfatının yok olduğunu ruh gözüyle görür. Bunu iyi
anla. Mevhibî isimlerden altıncı isim, “القهار / el-Kahhâr/” ismidir. Bu isim, Celâl
isimlerindendir ve âlemi önceki isimlerle aynı şekilde “Ceberût Âlemi”dir.
Çünkü sâlik, burada tevhid-i sıfatı tamamlar. Nefs, burada râzıyye, merzıyye
ve mutmainne ile yakın ilişki içerisindedir. Çünkü güzel ahlak, burada bir
araya gelmiştir ve güzel ahlak ortaya çıktığında yaratılmışlık ve meydana
getirilmişlik ahlakını yok eder ve onlara dur der. Sâlik, ulvî ve süflî, âlemde
meydana gelen her şeyi lütuf ve kahır bakımlarından, ister zatıyla isterse
vasıtayla olsun, başkası değil, Hakk’ın sıfatı olarak ayne’l-yakîn bir şekilde
görür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Size
ulaşan her nimet Allah’tandır.”[624]
Ve (5a) o makâm, sıfatın tecellileri baskın olduğu için tevhîdü’s-sıfâtın
nihayetidir. Şu âyet-i kerime buna işarettir: “Bugün hükümranlık kimindir?
Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah’ındır!”[625]
Burası da aynı şekilde “Ayne’l- yakîn” ve “Vâhidiyyet” makamıdır.
Bundan sonra “Ehadiyyet” makamı vardır. Nuru, Halvetî şeyhlerimize göre,
nurlar üzerinde olan berrak siyahtır. Çünkü bu renk heybet ve celâlin
alametidir. Bu nedenle Beytullah’ın örtüsü de siyah örtü olmuştur.
Peygamberimiz (sav), Allah’ın şerefli kıldığı Mekke’yi fethettiğinde kahır ve
baskı işareti olarak siyah sarık takmıştır. Bundan dolayı bazı
kardeşlerimiz/ihvanımız kalplerinin fethine, kalplerinin Beytullahu’l-Haram
olmasına veya bu ismin nuruna hakiki ve mecazî anlamda bir işaret olması için
siyah sarık takarlar. Bu ismin özelliklerinden biri de yüz veya iki yüzden
fazla bu isimle meşgul olunmamasıdır. Çünkü özellikle intibah esnasında sâlik
feza’ ve havfa ulaşır. Bu durumda sâlikin nefs-i emmâreyi ezmek/yok etmek,
siyahı bastırmak, insan ve cin şeytanlarını kovabilmek için samimiyet
içerisinde bu isimle meşgul olması gerekmektedir. Sâlik, zâhir düşmanları yok
etmek veya başka amaçlar için bu isimle meşgul olursa tuzak ve gurura düşmesi
muhtemeldir. Sâlik, Allah Teâlâ’nın kendilerine lanet ettiği en yüksek
mertebede olan tâliplerin zararının kendisine dönmesinden korkar. Allah
Teâlâ’nın bu gibilerinin arkasını kesmesinden dolayı zâtını sena ettiğini
görmüyor musun? Ayrıca Hz. Peygamber (sav) kendisine zulmettiğinde şöyle dua
etmişti: “Ey Allahım! Bizi Kureyş’e, Ebû Cehil b. Hişam ve benzerlerine
mirasçı kıl.” Bu makâm marifetin kemâli, fakrın ta-
mama ermesi, mehabbetin devamlı olması, celâl
ve heybetin galebe çalması makamıdır. Fakr tamam olduğunda sâlik Hak iklimine
ulaşır. Ondan sonra sâlik, katre olarak denize, eksik ve kirliden tertemize
ulaşır. (5b) böylece sâlik cem makamına ulaşır. “Bilesiniz ki, yaratma da
buyurma da yalnız ona aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir.”[626]
Sâlik sülûkûn zirvesi olan “Kahhâr” ismine ulaştığı zaman seyr ü sülûk
ve nurlarını tamamlamış olur. Bundan sonra ilahî lü- tufla Celâl ve Cebbâr
iklimine ulaşan şuttâr ve tayyâr olur. Melik ve Kahhâr olan Allah izin verirse
onu açıklayacağız. Sâlik, insanın yedi tavır üzere olduğunu bilmelidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden
(süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık.” [627]
Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Allah, Kur’ân’ı yedi batın
üzere indirmiştir.”[628]
Her bir batında on bin perde vardır. Toplamda yetmiş bin perde vardır.
Muttakilerin önderi ve yakîn ehlinin biriciği Zeynüddîn-i Hâfî şunları
söylemiştir: “Yetmiş bin perdenin on bini galibiyye latifesinde, on bini
nefsiyye latifesinde, on bini ruhiyye latifesinde, on bini hafiyye latifesinde
ve on bini hakikat latifesinde yer almaktadır.” Bitti. Sonra Allah Teâlâ
yardımıyla her bir yüce isminde zikredilen perdeleri kaldırmaya has bir özellik
kılmıştır. (Meşayihten bazıları) her bir latife için bir renk belirlemiş ve
yeşil rengi bu renklerin en üstünü olarak görmüşlerdir. Onlardan Şiblî (k.s)
gibi bazıları ise renklere itibar etmemişlerdir. Şiblî (k.s), “Renkleri
bırak. Onlar perdelerdendir” buyurmuştur. Ancak Halvetî
şeyhlerimiz siyah rengi nurların en üstünde
görmüşlerdir. Özellikle şeyhimizin şeyhi, tevhîd ve irfân denizinin kumandanı,
manevî âlemlerin eşsiz tecrübeli şahsı Abdülmecîd-i Şirvânî siyah rengi altıncı
ismin rengi olarak belirlemiş ve renklerin sonuncusu olduğunu söylemiştir.
Bundan sonra “Lâhûtî Âlem” vardır ve bu âlemde nurların nuru vardır. (6a) Her
birinin sülûk mertebelerine göre uygun görüş ve değerlendirmeleri vardır.
Onların görüş ve değerlendirmelerine, renk ve isimlerle ilgili aralarındaki
ihtilaflara dair söz söyleyecek durumda değiliz. “Allah her şeyi bilmektedir.”[629]
Allah Teâlâ’nın fazlı ve ikramı olarak sâlike doğan ve meşa- yihimizin
usulüne göre yedinci isim lafza-i celal olan “Al- lah/ الله”
ismidir. Bir başka seferinde kalbin alt kısmında güçlü bir şekilde ve
rükünlerini gereği olarak sözde değil hâl ile bu isim tecelli ettiğinde, sâlik
bu hâlin şahitleriyle beraber olduğunu söyler. Çünkü Hakk, “Evvel ve âhir,
zâhir ve bâtındır. O her şeyi bilir.”[630]
Başlangıçtan sona kadar nihayete erer, bu makamda ikisi bir araya gelir ve
ikisi vuslata erer. Buna “İsm-i a’zam” diyen kimseye göre bu ismin nur ve rengi
yoktur. Tam aksine buna “Mutlak nûr” ve “Nûru’l-envâr” denir. Bu
makamdaki sâlik, “Lâhût ehli” olur. Yani onda hüviy- yet ve taayyün
olmaz. Aksine o, “Mutlak gayb”, “Gaybu’l- guyûb” ve “Hakîkatü’l-hakâyik”a
işaret eder. Ondan her âlemde, ilâhî terennümler, samedânî hikmetler ve
Rabbânî feyizler neşet eder ki hiss ve şehâdet âlemine sâlikin istidadı öl-
çüsünce güç ve muhatap olması nispetince bu durum yansır. O, “Aslü’l-usûl”dür
ki ondan furû’ meydana gelir. Bu makam “Hakku’l-yakîn”, “Tevhîdu
ehadiyyeti’z-Zât” ve “Makâmu sırrı’s-sırr ve’l-kemâl” makamıdır.
Aynı zamanda bu makam
“es-Seyr anillâh” makamıdır. Allah
Teâlâ, noksan nefisleri tekmîl etmeyi murâd ettiğinde, onların ıstılahında,
böyle sâlike, makbul olduğu bir konumda “Merdûd sâlik” denir. Çünkü bu durumda
sâlik, mübarek enbiyanın menheci üzeredir ve hürmet sahibi bu kimselerin
halifesi konumundadır. Tevhid-i Zât’tan daha yüce ve öte bir yükseliş ve kademe
yoktur. Akıllar onu idrak edemez ve zihinler onu anlayamaz. İtibar ve
izafetlerden mücerred olan Zât-ı Mutlak, “el- Kadîm” ve “el-Vâcib”
olanı mümkün ve mukayyed olan nasıl idrak edebilir ki? (6b) Bu makam husûs,
temekkün ve müşahede makamıdır. Ondan önce (salik) hâl, telvin ve mükâşefe
ehlidir. Bu halin sahibi “Ehlü’l-haram”dan sayılır. Onun hali ve vasfı
hayâ, edep, vakar, sekine, gece ve gündüzler boyunca devam eden heybettir.
Anlatılır ki Hz. Habîb-i Kara- mânî’yi, ölünceye kadar, müşahedesinin galebe
çalmasından dolayı ne halvette ne de celvette hiç kimse bağdaş kurarak
otururken görmemiş ve onu iki dizinin üstüne otururken görmüşlerdir. Allah
Teâlâ onu derecelerin en yücesine ulaştırsın. Bu makamda kâmil, Hakk’ın
Subbûh, Kuddûs olduğunu şekil, temsil, renk, kemiyet, keyfiyet, taayyün,
miktar ve nurlardan münezzeh olduğunu bilir. Kâmil kimse burada Hakk’ın hudûs
ve mümkün olanın özelliklerinden münezzeh olduğunu, kâmil kudrete sahip,
ilminin her şeyi kuşattığını, bütün yaratılmışlara galip ve onlara
hükmettiğini de bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O’na benzer hiçbir
şey yoktur.”[631]
“O ne güzel Mevla ne güzel yardımcıdır.”[632]
O’nadır dönüş ve O’nadır varış. Aynı şekilde bu makam “Tevhîdü’z- Zât”
ve bu makama ulaşan kişi de “Ehlü’z-Zât” olarak isimlendirilmiştir.
Çünkü bu makamda Zât’ın güneşi ortaya çı-
kıp doğduğunda, nurları her şeyi kapladığında
ve mümkün varlıklar bu tecellilerle yok olup Hakk onlara galebe çaldığında
sâlik ezel ve ebed Hakk’ın varlığının sabit, yaratılmışların varlığının arizî
ve Hakk’ın varlığının gölgesi olduğunu hakke’l-yakîn olarak bilir. Sâlikte “Allah
ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilah yoktur. O’nun
zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na
döndürüleceksiniz”[633]
âyeti tecelli etmiştir. (7a) Sâlik bu makama ulaştığında iki kuvvetin burada
bir araya geldiğini bilmesi için bu gerçekleştirmiştir ki bu kuvvetler lâhûtî
kudsî kuvvetlerdir. Buradan peygamberlerde mucizeler, velilerde ise kerametler
zuhur eder. Sâlikte nâsûtî hükümler söz konusu olur. Cismânî yönünü hisseder ve
yemek, içmek, çarşılarda dolaşmak gibi beşerî özelliklere sâlik tâbî olur. İki
yönden birisi sâlikte yok olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “(Acı ve
tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel
vardır, birbirlerine geçip karışmıyor- lar.”[634]
Bu makamda nefs, “Nefs-i kâmile” durumundadır. Sâlike, kemâl, cemâl,
heybet ve celâl tahsis edilir. Bu makam, perdelenmiş aklın ve sınırlı
ifadelerin idrakinin dışındadır. Ancak sünnet-i Seniyye ve Kur’ân-ı Kerîm’de
peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri ile Rahmân’ın hâs kullarına
dair anlatılan imanlarına benzer. Burası ibareye sığmaz ve ancak işaretle
burası anlatılır. Sâlik burada inci remizler ve gizli işaretlerle konuşan kimse
gibi konuşabilir. “Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf
sahibidir, her şeyden haberlidir.” [635]
Meşâyihimize göre sâlik, burada Hz. Peygamber’in (sav) esmâü’l-hüsnâyı saydığı
hadis-i şerifin-
de geçtiği şekliyle “الله/Allah”,
""الحى“ ,"كلكل112-61/الحق/el-Hayy”, “القيوم/el-Kayyûm”
gibi 1102 harfi olmaksızın ve 01112101 dü- şürmeksizin Esmâü’l-hüsnâ ile meşgul
olması gerektiğini bilmelidir. Meşâyihimzden 221121112 göre ise ""٧2/ياحى Hayy”, "27770 ٧2/قيوم يا" gibi 50021 1-11115102 10111 başına nida harfi
ilave ederek doksan dokuz ismi zikretmelidir. Kanaatimize göre ٧8/يا" ile nida, münâdînin uzak olmasını gerektirir.
Allah Teâlâ ise kuluna şah damarından yakındır. “Ve biz ona şah damarından
daha yakınız.”[636]
Bazılarının tercihi ise (7) 611-12101 düşürüp "112777/حى" ve “f^/Kayyûm” şeklinde zikredilmesinden
yanadır. Şu bilinmelidir ki Halvetî meşâyihi, “Hani bir zamanlar Musa, kavmi
için su istemişti, biz de “asanla taşa vur!” demiştik, bunun üzerine o taştan
on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi”[637]
âyet-i kerimesine işaret olması bakımından bütün temel isimlerden on iki
isimle sâliki terbiye ederler. Onlar, şeyhlerin şeyhi, evtâdların efendisi ve
evlâtların en hayırlısı es- Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî’nin (Halvetî yolundan giden
herkesin üstadı ki Allah Teâlâ onun bereketini üzerimize yağdrı- sın)
halîfelerinden Ömer Rûşenî’ye müntesip kimselerdir. Onların usulü şu
şekildedir:
الله الا
اله لاKelime-i Tevhîd-
الله- Lafza-i Celâl
O -هو
الحق- el-Hakk
الحى- el-Hayy
1 61-2777 -القيوم
الصمد-
es-Samed
البصير-
el-Basîr
الغفور-
el-Ğafûr
القهار-
el-Kahhâr
الودود-
el-Vedûd
الوهاب-
el-Vehhâb
Bazılarının usulüne göre لا اله الا الله-
Kelime-i Tevhîd “Üm- mü’l-esmâ”dır. Bu görüşü benimseyenler, es-Sultân
el-Hâc Bayrâm el-Ankaravî’nin halîfelerinden olan Şeyhü’ş-Şâmî’ye müntesip
olanlardır. Silsilesi Hz. Ebûbekir’e (r.a) dayanan gizli zikri tercih edenlere
göre isimlerin kökü lafza-i celâl yani “الله/Allah”
lafzıdır. Onlar, her gün ve gece bu ismi tekrar ederler. Râzî, Kebîr’inde
şunları söylemiştir: “Bazı büyükler, sâdık mürîdi erbaine girdirirler. Erbaîn
sona erip hali ona gale çalarak kalbi hassaslaştığında, ruhu yücelip, uzuvları
ilâhî nurun tecellileriyle dolduğunda ve gaybî hitaplara hazır hale geldiğinde
ona Esmâü’l-hüsnâ’yı güzel bir şekilde, güzel ve hoş bir sesle ve makam
usullerine uygun çekici bir tarzla okumasına sâlike emreder. Yine mürşid,
müride bilinçli bir şekilde zikri dinlemesini emreder. Onlardan biri ile
riyasız bir vecde, yüce bir hale ve saf bir lezzete ulaşıp kalbi vecd ile
çarptığında (8a), sürekli kendinden geçme hali zuhur ettiğinde ve bu hâl
kendisini kapladığında ona şunları söyler: “Evladım! Bu senin ism-i
azamındır. Onunla meşgul ol. Onda senin mutluluğun vardır.” “Ümmetlerden
her birinin bir yönü vardır, o ona yönelir, haydin, hep hayırlara koşun, yarı-
şın.”[638]
Sâlik, her bir isimle ibretler deryasına dalar. Böylece tâate koşar. Şüphesiz “الرزاق/er-Rezzâk”
ve “المقيت/el-Mukît”
gibi ef‘âl isimlerinden her birisi eşittir.
Aynı şekilde “العليم/el-
4114" ve " 2110ك1-61/القريب gibi esmâ-i sıfât isimleri ve “1ج/اخق-
Hakk/” ve “القدوس/el-Kuddûs”
gibi zât isimleri de birbirlerine denktir. Sâlik, tevhîd denizine ulaşmıştır.
Sâlik ilk olarak gizli bir şekilde zikre devam ettiği süreçte cedel ve nizaın
olmaması gerektiğini bilmelidir. Bizim yolumuz ise cehrî zikri esas almıştır ki
bu yol riyadan en uzak icabete en yakın olan yoldur. Özellikle Allah Teâlâ’nın
fazlı ve lütfu ile açılan mevhibî isimlerde durum böyledir. Ancak mürşid-i
kâmil başlangıç durumunda olan müridi ciddi bir şekilde kelime-i tevhîd veya “Hû”
zikrine tek başına veya toplum içerisinde temiz olan her yerde kardeşleriyle
birlikte zamanı el verdiği ölçüde bedeni parçalanıp elbiseleri yırtılıncaya
kadar devam etmesi konusunda talimat vermelidir. Soğuk su içmekten kendisini
korumalıdır. Çünkü soğuk su feyzin kesilmesine sebep olur. Vücudu kuruduktan
sonra vecd hâli kendisinde söz konusu olursa şerbet içer. Böylece zikir temekkün
haline bürünmesine vesile olur. Bu şekilde vuslat meydana gelir ve zikir kalbe
girer. Sâlik, ahfâ makamına ulaşır. Sâlikin bu makama ulaştığında alameti,
genel olarak gizli bir şekilde (Hakk’ın) ismiyle meşgul olmasıdır. Böyle bir
durumda cehrî zikir sâlike perde ve engel olur. Bu kimsenin durumu, evinde
dostlarıyla sohbet halinde bulunan kimsenin evin dışında bulunan kimseye
dostlarıyla sohbet esnasındaki ortamda olanları tekrar etmesine benzemektedir.
(8b) mübtedî olan sâlike kimselerin olmadığı yerlerde ve gaflet ehli uykusunda
yatarken gecenin karanlıklarında (Hakk’ın) ismini zikretmesi gerekir. Hakk’ın
isimlerini zikirle meşgul olmak için gündüz veya gece olması, yine bu isimleri
belirli bir sayıda zikre devam etmek veya belirli bir zaman tayin etmek gibi
şeyler zorunlu değildir. Ancak zikirle meşgul olmak için
evla olan vakit, sâlike engel olan
meşguliyetlerden sıyrıldığı zaman zikirle meşgul olmasıdır. Kardeşlerimizden
Nûredd- din er-Rûmî’nin sûfî sâlik talebelerine hücrelerinde her gün ve gece on
bin defa Hakk’ın ismini zikretmelerini emrettiği nakledilmiştir. Zikredilen
usule göre Hakk’ın isminin nurları sâlikte hâl ve rengi olmaksızın doğduğu
zaman, rüsûh ve temekkün hâli onda belirecek kadar zaman geçmeden üstadının
ona dua etmesi uygun değildir. Çünkü o hikmeti kaybetmiş bir durumdadır.
Sâlikte rüsûh ve temekkün hâli meydana geldiğinde veya üstâdı sâlikte bir
maslahat gördüğünde şeyhinin ona dua etmesi doğru olur. Çünkü karanlıkta
kalması sâlik için söz konusu olduğu halde böyle bir durumda üstâdı ona dua
eder ve ona hikmetin gelişini engellemiş olur. Aynı şekilde mürîdde birinci
doğuş olmadan kinci veya üçüncü doğuşlar ortaya çıkacak olsa üstâdı mürîde “Gayret
gösterilmesi gerektiği şekilde gayret et! Sana verilen vazife ile samimiyetle
manevî açılımlar oluncaya ve gönül gözü ile görünceye kadar görevini yerine
getir!” der. Ona “Evlere kapılarından gelin”[639]
âyetini hatırlatır. “Buranın en aşağısından yukarısına doğru yüksel”
der. Ancak zamanından önce en yüksek nûr sâlikte zuhur ederse bu sâlikin
istidadının kemâline bir işaret görülür. Esmâü’l-hüsnâ’dan herhangi bir ismin
nûru sâlikte belirtilen usullere riayet etmeksizin zuhur ettiğinde “Bu
uygun değildir veya hoşa gitmemiştir. Bu, usûle uygun değildir” diyerek
mürşid-i kâmil mürîdden ümîd kesmez. Çünkü yüce/azametli isimlerden her birisi
tesirli ve özeldir. Hiçbirinin birbirine üstünlüğü yoktur. Bundan dolayı her
bir şahıs istidâd, kapasite ve kabiliyetine göre bu isimlerden faydalanır,
onlardan herhangi bir zarar görmez. (9a) bundan dolayı mürşid-i kâmil, sâlikin
istidadına uygun
toplayıcı özelliği olan ismi sâlike telkin eder
ki bu isim sâlike tesiri yönüyle onun için ism-i ‘azamdır. İsm-i ‘azam konusunda
meşâyih-i kirâm farklı görüşler serdetmişlerdir. Onunla sâlike dua etmişler ve
sâlike “Usûle uygun olarak o isimle meşgul ol” şeklinde telkinde
bulunmuşlardır. Bu kişinin durumu, dışardan bakıldığında illeti tek olan, iki
şahısta görülen ateşli hastalığa benzemektedir. Tecrübeli doktor bu iki şahsın
yapısına bakar kan ve balgam gibi farklı sebeplerden ateşlerinin yükseldiğini
anlar ve görünen hastalık tek bir hastalıkmış gibi de olsa her ikisine farklı
ilaçlarla tedavi uygular. Sâdık mürîd belirtilen usulle hâl ve renkleri
tamamlayıp sona gelse ve seyr ü sülûkünü gereklerini yerine getirmiş olsa dahi
isimlerin kaynağı olanla meşguliyetini sona erdirmez. Çünkü meded, bu isimle
meşgul olmasından dolayı ona sirayet etmektedir. Şeyhimizin şeyhi Abdülmecîd-i
Şir- vânî’yi, Allah Teâlâ ona rahmet eylesin, bir dönem mahallenin mescidinde
kalıyordum, onun evi de buraya yakındı, bazen gece vakitlerinde evinden çıkar,
mescide gelir ve te- heccüd namazı kılardı. Sonra oturur, لا اله الا الله zikri ile açık- tan/cehrî olarak lezzet, zevk
ve safa ile duvarlara ve her türlü ağaca tesir edinceye kadar meşgul olurdu.
Sâlik, ilimlerin dört türlü olduğunu ve her birinin arasında birtakım münasebetler
söz konusu olduğunu bilmelidir. Birincisi şeriat ilmidir. Kitap ve Sünnet’ten
inanç ilkeleri ve ibadetlere dair usul ve furû kısımları vardır. Sâlik, bu
kaynaklarda emredilenleri yerine getirmediği yasaklananlardan uzak durmadığı
sürece zâhirini ıslah edemez. Bu, fetva ile amel etmeyi gerektiren noktadır.
Bu nokta asılların aslıdır ve diğer ilimler bunun üzerine inşa edilmişlerdir.
İkincisi bâtını arındırmak için olan tarikat ilmidir. O, hâlin ve takvanın
gereğince amel etmeyi gerekli kılar. (9b) Ona kulluk makamında “Hizmetin
edebi” de denir. Üçüncüsü marifet ilmidir. O, şeriat yoluyla
tarikata sarılmaktan doğar, müstakil bir ilim
değildir. Ona nebilerin ilimlerinde söz konusu olduğu üzere “Verâset ilmi”
denir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah, sana bilmediğin şeyleri
öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.”716 Ayrıca
şeriat, diraset ilmidir. Dördüncüsü hakikat ilmidir. O, “İl- mullâh” ve
“İlmu halifetillah”tır. Bu ilim, yeryüzü yok oluncaya kadar her zaman
ve mekânda var olacaktır. İlimler birbirleri içerisine geçmiş sarmallar, bir
ağacın dalında görülen meyve gibidir. Kim şeriat ilminde mâhir olursa o
tarikatta daha muhkem, sabit ve başarılı olur. Tarikatta dikkatli olan daha
anlaşılır ve temiz olur. Marifette kapasitesi olan daha çok ve daha kaliteli
olur. Aynı şekilde marifette hassas olanın firaseti en üst seviyede olur ve
nurları artar. Firaseti ek- mel olanın hakikati daha tam ve mükemmel olur.
Şeriat ağacın kökleri, tarikat dal ve uzantıları, marifet yaprak ve çiçekleri,
hakikat ise ağacın meyvelerine benzetilmiştir. Biz şeriatı vücudun dışını
kaplayan deriye benzetiyoruz. Tarikatı derinin altındaki iç kısma, marifeti iç
merkeze ve hakikati özün özüne benzetiyoruz. Hakikat, zihnî latif bir cevherdir
ki onunla kemiklerle birlikte olan öz ortaya çıkar. Vücûd için esas fayda
sağlayan odur, bunu iyi düşün. Şeriata riayet etmeyen, hakikat iddiasında olan
ve kendisinden olağanüstü haller zuhur eden kimsenin bu haline itibar edilmez.
Bu hal, geçmişte Musa’ya karşı Firavun’da görülen, günümüzde yozlaşmış
kesimlerde ortaya çıkan ve gelecekte Deccâl örneğinde görülecek durum gibi,
onun için bir aldatmaca ve imtihan vesilesidir. (10a) Bu durumdan ancak
melâmetîler müstesnadır, bunu iyi düşün. Çünkü onlar, görünen, görünmeyen
hallerinden ve kalplerinin kendilerini yanlışa sürüklemesinden korkan
kimselerdir. Onlar, şeriatı yücelten
kimselerdir ama onlarda Allah Teâlâ’dan bir
işaret sonucunda, sırlarına uygun olmayan bazı haller ortaya çıkabilmektedir.
Bazen meyhaneye girip içki içmeksizin orada bağırmak, putlara secde etmeksizin
kiliseye girmek, zulmet elbisesi giymek, sakalları kısaltıp bıyıkları uzatmak
gibi durumlar söz konusu olabilmektedir. Gaflet içerisinde olanlar onların,
haşa sümme haşa, bâtıl olduklarını zannetmektedirler. Onlardan iç
dünyalarındaki durumlarına göre bazen kerametler de zuhûr edebilmektedir.
Allah, her şeye güç yetirendir. Yüce, azametli
ve büyük olan Allah’tan başka güç sahibi ve kuşatıcı yoktur. Ey Rab- bimiz!
Katından bize bir rahmet ver ve işlerimizi dosdoğru kıl. Risale tamamlandı.
Receb-i Sivâsî’nin Hatm-i Sağîr
Adlı Risâlesi
Receb-i
Sivâsî’nin Hatm-i Sağîr Adlı Risâlesi ve
Değerlendirilmesi
Recep Efendi’nin üçüncü eseri bir dua mecmûası
olan Hatm-i Sağîr adlı çalışmasıdır. Recep Efendi, Necmü’l-hüdâ eserinin
son kısmında bu eserin kısaca bahsetmiştir. Bu risalesini Allah’ın bir lütfu
olarak gördüğünü belirten Recep Efendi, risaleye Seyyidü’l-istiğfâr ile
başladığını, Fatiha Suresi ile devam ettiğini, her sure için, sûrelerin
tertibine göre uzun veya kısa âyet-i kerimeleri seçtiğini belirtmiştir. O, seçtiği
âyetlerin faziletlerine dair hadis veya sahabe kavillerini de naklettiğini
söylemiştir. Fakat yapılan tetkiklerde bu adımın metnin içerisinde hayat
bulmadığı görülmüştür. Leyl suresinden Nas suresine kadar sureleri bütün olarak
naklettiğini ve risâlenin sonunda Esmâü’l-hüsnâ’ye yer verdiğini ifade eden
Recep Efendi, Allah’ın yardımıyla kısa bir sürede kolayca okunabilecek tarzda
dizayn edildiği için bu risâleye Hatm-i Sağîr adını verdiğini de
sözlerine eklemiştir. Recep Efendi, bu küçük risâleyi okuyanlara Hakk’ın büyük
mükâfat vermesini dileyerek ve risâlenin gece gündüz, meşgalelerden uzak
kaldığında ve boş vakitlerde okunabileceğini naklederek risâleyle ilgili bilgi
aktarımını nihayete erdir- miştir.[640]
Recep Efendi, bu döneme kadar kaynaklarda adı
zikredilen ancak kendisine ulaşılmayan bu eseri, ailenin torunlarından Fatih
Güneren Bey Efendi’nin vefatından önce Süley- maniye Kütüphanesi’ne bağışladığı
yazma eserler arasında tespit edilmiştir. Tek nüshası olan risâle, Süleymaniye
Kütüphanesi, Hüseyin Şemsi- Fatih Güneren, 248255’te bulunmaktadır. İstinsah
yılı olarak 10 Rebîülâhir 1339 yani miladi
1920 yılı gösterilen risâlenin bu veriyle Recep
Efendi’nin kaleminden çıkan orijinal risâle olmadığı anlaşılmaktadır.
Müstensih olarak es-Seyyid Abdülkâdir es-Sivâsî (ö. ?) ismi kaydedilmiştir.
Recep Efendi, ağırlıklı olarak çeşitli
sûrelerden seçtiği uzun veya kısa âyetlerden bir dua mecmuası oluşturmuştur.
Bu, onun Kur’ân-ı Kerîm’i bir hayat kitabı olarak görmesinin yanında dua için
de Allah’ın kelamını en temel kaynak gördüğüne işaret olması bakımından
önemlidir. Bazı hadislerden, sahabeden ve farklı din büyüklerinden aktarılan
dua cümlelerine yer vermesi ise Recep Efendi’nin kendisine ulaşan bilgiye bir
başka ifadeyle geleneğe değer vermesinin bir işareti olarak kabul edilebilir.
Recep Efendi, diğer eserlerinde takip ettiği
anlaşılır ve açık bir metin kaleme alma işlevini bu eserde de sürdürmüştür. Bu
çalışmada, metnin aslı aktarılırken okuyucunun zorlanmaması için âyet ve diğer
dua metinlerine dair dipnot gerektiren hususlar tercümede sunulmuştur.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ
الشَّيْطَانِ الرَّجيِمِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيِمِ
Ey Allahım mânevî yolculuğun başında ve vuslat
deminde Muhammed’e (sav) vesileyi vermeni ve O’nu (sav), kendisine vadettiğin
Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırmanı istiyoruz.
Bize Hakk’ı Hak olarak göster. Bizi Hakk’a
uymakla rı- zıklandır. Bize bâtılı göster, bizi bâtıldan sakınmakla rızık-
landır ve bizi bâtıldan uzak eyle. Kirli elbiseleri su ile temizlediğin gibi
bizi de su, kar ve dolu ile temizle.[641]
Rab olarak Allah Teâlâ’dan, din olarak
İslam’dan nebî ve resûl olarak Muhammed’den (sav), imâm (önder/rehber) olarak
Kur’ân’dan, kıble olarak Kâbe’den, kardeş olarak mü’minlerden razı oldum.
Şeytanı düşman edindik/bildik. Sıddîk’ı, Fârûk’u, Zinnûreyn’i ve Murtezâ’yı
halîfe ve imâm edindik. Yeni zamanı ve saadet vaktini, kirâmen kâtibîni ve
hafeza meleklerini dost bildik ki Allah onlara lütufta bulunsun ve bu günümüz
onlarla aydınlansın. Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve ben
yine şahitlik ederim ki Muhammed (sav) O’nun kulu ve resulüdür. Allah Teâlâ,
ulu göklerdeki mukarreb melekler ve yerlerdeki nebîler, ârifler ve rüsûh sahibi
âlimlerin imanı gibi bir imandan razı olur.
Allahım, bizi bağışla. Bize merhamet et. Bizi
rızıklandır! Sen rızık verenlerin en hayırlısısın. Allahım, bu gecemizi en
hayırlı gece kılarak bizi rızıklandır ve bizi bu gecenin ve içinde bulunanların
şerrinden muhafaza eyle.
Allahım, kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır,
gözümü nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üstümü nur-
landır, altımı nurlandır, beni nurlandır.
Gözlerimizi ve kulaklarımızı bu nurlarla faydalandır. Hayat verdiğin şeylerle
bizi güçlendir ve bizi ona vâris kıl.[642]
Allahım, yasak ve günah olanlardan, borcun
sıkıntısından, kabir ve ateşin fitnesinden, yaşam ve ölümün fitnesinden,
Mesîh Deccâl’in fitnesinden, âile ve evladın fitnesinden Sana, Senin korumana
sığınıyorum, Ya Allah. Bizi hidayete ulaştırdığın kimsenin yolun ilet. Afiyet
verdiğin kimsenin afiyetini bize lütfet. Dost edindiğin kimseye bizi dost et.
Hakkında hüküm verdiğin kimsenin şerrinden bizi koru ki hükmü Sen verirsin
Senin hakkında kimse hüküm veremez. Sen murâd edersin Sana murâd edilmez. Sen
zenginsin (el- Ğaniyy) biz fakiriz. Senin dost edindiğini kimse zelil edemez.
Sana düşman olan kimseyi kimse aziz edemez. Lütfedeceğin şeylerde bizlere
bereket kıl.
Allahım, şiddetli azabından rızana, gazabından
affına, cezalandırmandan afiyetine sığınırım.[643]
(Yine) nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüklerinden hallerimizin
çirkinliklerinden Sana sığınırım. Halimizi en güzel hale çevir, Allahım.
Allahım, bizleri zikredenlerden, şükredenlerden
ve her durumda hamd edenlerden eyle. Bizleri, gafillerden, hainlerden ve
zarara uğrayanlardan eyleme. Ey Allah, fazlın ve kereminle bizleri kabul
olunmuş amel, şükredilecek gayret, bağışlanmış günah, dönülmemek üzere yapılmış
tevbe ve sonsuz kazançlı ticaretle rızıklandır. Allahım, mülk, azamet ve
büyüklüğün Allah’ın olduğunu bilerek bizleri akşama kavuştur, bizleri İslam
fıtratı üzere nihayete erdir ve tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, O’nun
ortağı yoktur, O evvel, O
Âhir, O Zâhir, O Bâtın ve O her şeyi bilendir
samimi sözcükleri ile bizleri sona ulaştır.
Allahım, Sana şahitlik ederiz, arşı taşıyan
meleklerine ve yaratıklarının tümüne şahitlik ederiz. Muhakkak ki ben gerçekten
iman eden bir kimseyim. Bizler indirdiğin Kitâb’a gönderdiğin Nebi’ye de iman
ettik. Senden başka ilâh yoktur. Seniz noksan sıfatlardan tenzih ederiz.
Muhakkak ki ben (nefsine zulmeden) zalimlerden oldum. Sen merhametlilerin en
merhametlisisin. Ve ben gamdan, hüzünden, acizlikten, tembellikten,
ilerleyememekten Sana sığınırım. (Yine) Ben cimrilikten, korkaklıktan, borun
galebe çalmasından ve insanların zulmünden de Sana sığınırım.
Allahım, harama düşmez helal ile yetiniriz.
Bizi Senden başkasına muhtaç etme. Bizim lehimizde ol (bizi bağışla) bizim
aleyhimizde olma (bizi cezlandırma). Bize çıkış yolları göster, bizi cehenneme
düşürecek imtihanlara tâbi tutma.
Allahım, (bizi) Seni zikreden Sana şükreden,
Sana boyun eğen, teslim olan, rızana istekli olan kimselerden eyle.[644]
Tövbelerimizi kabul eyle. Günahlarımızı bağışla, ayıplarımız ört,
kötülüklerimiz affet, soğukluğumuzu yakınlığa dönüştür, ihtiyaçlarımız gider
ey isteyenlere lütfeden ey Rahmân ey Rahîm!
Allahım, artır eksiltme, ikram et mahrum
bırakma, lütfet uzak kılma,[645]
Rızana ulaştıracak izler bırak bizde Senden uzaklaştıracak izlerden bizleri
beri eyle. Âlemlerin Rabbinin sevgilisi ve Mü’minun Suresi hürmetine bizi razı
et bizden razı ol Allahım.
Allahım, muhakkak ki ben zayıfım beni
güçlendir, aczimle benden razı ol. Beni perçeminden tutup hayra yönlendir.
Hoşnutluğumu son raddede İslam’dan kıl. Nifaktan ve ayrı-
lıktan Sana sığınırım. Zulme maruz kalırsam
zulme uğramış olurum, saptırsam şaşkın bir halde kalırım, zillete duçar olursam
zillette boğulurum. Tuzaklara düşmekten, küçük düşmekten, utanç verici duruma
düşmekten, rezil olmaktan, başarısızlıktan zorbalıktan, pişmanlık gerektiren
durumlardan dünyada ve ahirette Sana sığınırım. Ve helak olmaktan,
yıkılmaktan, yanmaktan, boğulmaktan, aslanların ve karabatakların şerrinden.
Ve âlemler içinde Nuh’a selam olsun. Şüphesiz biz, iyilik yapanları böyle
mükafatlandırırız.
Yerde ve gökte O’nun ismi ile hiçbir şeyin
zarar veremeyeceği kimsenin ismi ile başlarım ki O hakkıyla işiten (es- Semî’)
ve her şeyi bilen (el-Alîm)dir.[646]
Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve
bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.[647]
Yarattıklarının şerrinden Sana sığınırım.
Allah’tan başka ilah yoktur. O, hemen cezalandırmayan, mühlet ve imkân veren
(el-Halîm), çok cömert (el-Kerîm)tir. Yüce arşın Rabbi olan Allah’ı
noksanlıklardan tenzih ederim.[648]
Allahım onların (iç ve dış düşmanların) helak
edici hilelerini boşa çıkar, onların şerrinden bizleri muhafaza eyle. Sen
lütfedersen onların şerrinden bizi korursun. Muhakkak ki Sen her şeyi gücü
yeten (el-Kadîr)sin.
Allahım, Hamd Sana mahsustur, göklerin, yerin
ve onlarda bulunanların idarecisi Sensin. Hamd Sana mahsustur, göklerin, yerin
ve onlarda bulunanların sahibi Sensin. Hamd Sana mahsustur ki muhakkak ki Sen
Haksın, mükâfatın ve cezalandırman da Hak’tır. Cennet ve Cehennem de Hak’tır.
Nebilerin (Allah’ın rahmet ve selamı onların üzerine olsun)
ve Muhammed Mustafa (Allah’ın rahmet ve selamı
onun üzerine olsun) da Hak’tır. Hiç şüphesiz gelecek olan kıyamette Hak’tır.[649]
Allahım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim,
Sana tevekkül ettim, Seninle düşmanlarımı yendim. Hükmümde Sana dayanıyorum,
geçmiş ve gelecek (günahlarımı) bağış- la.[650]
Allahım, faydasız ilimden, kabul olmayan
amelden, huşu duymayan kalpten, işitilmeyen duadan, doymayan nefisten ve
yaşarmayan gözden Sana sığınırım.[651]
Allahım, belanın zorluğundan, bedbahtlıktan,
kötü kazadan, düşmanların sevinmesinden Sana sığınırım.[652]
Allah’ım, Sen benim Rabbimsin. Senden başka
hiçbir ilâh yoktur. Günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü Senden
başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz Ey çok bağışlayan (el-Gafûr) ve ey çok
merhamet eden (Er-Rahîm).[653]
Allahım, kendimi Sana teslim ettim, yönümü Sana
döndüm, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım ki Senden başka
dayanılacak yoktur. İndirdiğin Kitâb’a ve gönderdiğin Nebi’ye iman ettik.[654]
Allah, O’ndan başka ilah yoktur; O, diridir,
her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir
kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun
ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz.
O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır.
Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.[655]
Yarattıklarının sayısı, arşının ağırlığı ve
kelimelerinin mürekkebi kadar Allah’ı hamd ile tesbih ederim. Allah’a hamd
olsun, Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah’ın adedini en iyi bildiği kadar,
Allah’ın örneğini en iyi bildikleri kadar, Allah’ın en iyi bildiklerinin
ağırlıkları kadar Allah en büyüktür (yücedir).[656]
Ebedin ebedi olan Allah noksan sıfatlardan
münezzehtir.
Ebedin ezeli olan Allah noksan sıfatlardan
münezzehtir.
Tek (Ehad) ve bir (Vâhid) olan Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir.
Her şeyin kendisine muhtaç olduğu (Samed) tek
(ferd) olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.
Gökleri direksiz olarak yükselten Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir.
Dost ve evlat edinmeyen Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir.
Doğurmayan, doğmayan ve hiçbir kimsenin O’na
denk olmadığı Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.
Rahman ve Rahîm Olan Adıyla Başlarım
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve
ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. (Allahım) Yalnız sana
ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine
nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine
değil.[657]
Rahman ve Rahîm Olan Adıyla Başlarım
Elif Lâm Mîm. Bu, kendisinde şüphe olmayan
kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. On-
lar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar,
kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana
indirilene de senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak
inanırlar. İşte onlar Rablerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve
kurtuluşa erenler de işte on- lardır.[658]
Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar;
ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun.[659]
Allahım, kulun, sevgilin, emin ve ümmî nebi
Resûlü’ne, âl ve ashâbının tamamına rahmet eyle. (Yine) adaletle hükmeden,
hükümleriyle hidayete ulaştıran râşid halifelere de rahmet eyle. (Yine) diğer
nebilere, velilere, salih kullara, mukarreb meleklere de rahmet eyle ey
merhamet edenlerin en merhametlisi.
Allahım, bize dünyada ve ahirette güzellik
(hasene) ver ve bizi ateşin azabından koru.[660]
Ne kadar kaldın?, diye sordu. Bir gün veya
günün bir kısmı kadar kaldım, dedi. Allah, Hayır, yüzyıl kaldın. Anlamak için
yiyeceğine içeceğine bak, henüz değişmemiş.[661]
Allah’ın elçisi ve müminler, rabbinden ona
indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine
inandılar. “O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız” ve “İşittik, itaat ettik,
bağışlamanı dileriz rabbi- miz, gidiş sanadır” dediler. Allah hiçbir kimseyi,
gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi
kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbi- miz! Unutur veya
yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır
yük yükleme! Üstesin-
den gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç
kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen
bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı ve zâlim topluluğa karşı bize
yardım et![662]
Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra
kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu
bol olan yalnız sensin.
Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde
asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden dönmez.[663]
Ey rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik,
günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru” diyenler, sabredenler, doğruluktan
şaşmayanlar, huzurda boyun bükenler, hayır yolunda harcama yapanlar ve seher
vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (içindir).
Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden
başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar
ettiler. (Evet) O’ndan başka ilah yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir.
Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.[664]
De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım!
Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin,
dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen
her şeye kadirsin.
Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye
katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine
sayısız rızık verirsin.[665]
Allah, Adem’i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran
ailesini alemlere üstün kıldı.[666]
Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere
tâbi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz.[667]
Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki
aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, nebilerle birlikte cihad
eden Rabbânîler hürmetin kâfir topluluğa karşı bize yardım et![668]
Rabbimiz! Doğrusu biz, Rabbinize inanın!,
diyerek, imana çağıran bir davetçiyi işitip iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı
bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü nasip et.
Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad
ettiklerini ver bize; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sözünden
caymazsın. [669]
Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte
onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıd- dıklar,
şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!
Bu lütuf Allah’tandır; bilen olarak Allah
yeter.[670]
Allahım! Ey rabbimiz! Bize gökten öyle bir
sofra indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir şölen ve
senden bir işaret olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en
hayırlısısın.[671]
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve
ışığı var eden Allah’a mahsustur. Ama yine de kâfir olanlar (putları) rablerine
eş tutuyorlar.
Sizi (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm
zamanını (ecel) takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır.
Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.
O, göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi
açığınızı bilir, neyi yapıp ettiğinizi de bilir.[672]
Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları
O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi
dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile
bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.[673]
Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan
yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.[674]
İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz
delille- rimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz.
Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilmektedir.
Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik.
Hepsini hidayete erdirdik. Daha önce Nûh’u da hidayete erdirmiştik.
Zürriyetinden Dâvud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yûsuf’u, Mû- sâ’yı ve Hârûn’u da.
İyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru
yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerden idi.
İsmail’i, Elyasa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da doğru
yola erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün kılmıştık.
Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden
bir kısmını da. Bütün bunları seçtik ve bunları dosdoğru bir yola ilettik.[675]
De ki: Şüphesiz benim namazım da diğer
ibadetlerim de yaşamam da ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.
O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla
emrolun- dum. Ben Müslümanların ilkiyim.[676]
Her ikisi, Rabbimiz! Kendimize yazık ettik;
bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz, dediler.[677]
Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle
hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.[678]
Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz!
Şüphesiz biz sana yöneldik.[679]
Yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin
Mevlânızdır, O ne güzel Mevlâdır ne eşi bulunmaz yardımcıdır![680]
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten
sakının ve doğrularla beraber olun.[681]
Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter.
O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın
sahibidir.[682]
Allah, cennete çağırır ve dilediğini doğru yola
eriştirir.
Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de
fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de
bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler.
Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.[683]
Sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah hükmünü
verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.[684]
Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden
tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.[685]
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik.
Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O
sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hale getirme görevi verdi. O halde
O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır,
duaları kabul eder.[686]
Size yasakladığımı kendim yapmak niyetinde
değilim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam
Allah’ın yardımına bağlıdır. Yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.[687]
Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte,
sana buyu- rulduğu gibi dosdoğru ol! Siz de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı
çok iyi görmektedir.
Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de
yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da
göremezsiniz!
Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze
yakın saatlerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder.
İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır.
Sabret! Allah güzel davrananların mükâfatını
zayi et- mez.[688]
En iyi koruyucu Allah’tır. O, acıyanların en
merhametli- sidir.[689]
Dünyada da âhirette de beni yönetip himaye eden
sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni iyi kulların arasına kat![690]
Bunlar, iman edenler ve Allah’ı zikrederek
gönülleri huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek
huzura kavuşur.
İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler
yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt onlar içindir.[691]
Rabbimiz! Şüphesiz ki sen gizlediğimizi de
açıkladığımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Yaşlılığıma rağmen bana İsmâil’i ve İshak’ı
armağan eden
Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları
kabul edendir.[692]
Kuşkusuz sana tekrar tekrar okunandan
(âyetlerden) yedisini ve yüce Kur’ân’ı verdik.
Sakın ola ki, onlardan bazı gruplara verdiğimiz
geçici dünya nimetine göz dikmeyesin! Onlardan yana üzülme, müminlere karşı da
alçakgönüllü ol!
Kuşkusuz ben apaçık bir uyarıcıyım, de.
Nitekim biz, bölüp parçalayanları
cezalandırdık.
Kur’ân’ı parçalara ayıranlar yok mu?!
Rabbine and olsun ki yaptıklarından dolayı
muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!
Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere
aldırış etme!
Allah’ın yanında başka bir tanrı daha edinen o
alaycılara karşı biz senin yanındayız. Onlar ileride anlayacaklar!
Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını
muhakkak ki biliyoruz.
Ama sen rabbini hamd ile tesbih et, secde
edenlerden ol!
Kesin olan şey (ölüm) gelinceye kadar rabbine
kulluk et.[693]
Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan
olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat
yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının
daha güzeliyle vereceğiz.[694]
Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı
sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı
duyma.
Çünkü Allah takvâ ile hareket edip iyiliği
seçenlerin ya- nındadır.[695]
De ki: İster Allah diyerek ister Rahmân diyerek
yakarın; hangisiyle yakarsanız olur, çünkü bütün güzel isimler O’na mahsustur.
Namazında niyazında sesini fazla yükseltme, fazla da kısma, ikisinin arasında
bir yol tut.
Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan,
âciz- likten münezzeh olduğu için bir dayanağa da ihtiyacı olmayan Allah’a
hamd ederim” de ve tekbir getirerek O’nun şanını yücelt![696]
Sabah ve akşam Allah’ı noksan sıfatlardan
tenzih ede- rim.[697]
Rabbimiz! Bize katından rahmet gönder ve bize
içinde bulunduğumuz durumdan bir çıkış yolu göster.[698]
Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona
katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiş- tik.[699]
De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım.
Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim
rabbine kavuşmayı bekliyorsa dünya ve âhirete yararlı iş yapsın ve rabbine
ibadette hiçbir şeyi ortak koşma- sın.[700]
Bu, rabbinin Zekeriyyâ kuluna lutfettiği
rahmetin anlatımıdır. Hani o, alçak sesle rabbine yalvarmıştı. Rabbim, demişti,
Benim kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Ben sana ettiğim dualarda
hiç eli boş dönmedim.
Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan
yakınlarımdan endişe ediyorum; karım da kısırdır. Tarafından bana yerimi
alacak bir halef ver; o, Yakub hanedanına da vâris olsun; rabbim, onu rızana
erdir![701]
Doğduğu gün, öleceği gün ve yeniden hayata
döndürüleceği gün ona selâm olsun.
Doğduğum gün, öleceğim gün ve yeniden hayata
döndürüleceğim gün esenlik benimle olacaktır. [702]
Kitapta İdrîs’i de okuyarak an. Hakikaten o,
pek doğru bir insandı ve bir peygamberdi.
Onu üstün bir konuma getirdik.[703]
Diri ve her şeyin varlığı kendine bağlı olan
Allah’ın huzurunda yüzler (başlar) hicapla eğilmiştir; zulmü yüklenmiş olan
ise hüsrana uğramıştır.
Mümin olarak dünya ve âhiret için yararlı iyi
işler yapan kimseye gelince, o ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlığa
uğramaktan korkar.[704]
Rabbim! Geride kalanların en hayırlısı sensin,
yine de sen beni yalnız (çocuksuz) bırakma.[705]
Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlânız O’dur.
O ne güzel Mevlâdır ve ne iyi yardımcıdır.[706]
Ve de ki: Rabbim! Şeytanların gizli
kışkırtmalarından sana sığınırım.
Onların yanımda bulunmalarından da sana
sığınırım rabbim.[707]
(Resulüm!) De ki: Bağışla ve acı rabbim! Sen
merhametlilerin üstünüsün.
Allah’a ve resulüne itaat eden, Allah’a
itaatsizlikten korkan, O’na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl
kazananlar bunlardır![708]
Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a)
dayanıp güven ve O’na hamd ederek yüceliğini dile getir. Kullarının
günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir.[709]
Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına
kat.
Arkadan gelecekler içinde iyilikle anılmayı
bana nasip eyle!
Beni, naîm cennetine girenlerden eyle![710]
İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz
bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni
mahcup etme.[711]
Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan
Allah’a hamd olsun.[712]
O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatından başka
her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve siz ancak O’na
döndürüleceksiniz.[713]
Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarf
edenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz
Allah iyilik yapanların yanındadır.[714]
Bu sebeple akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah
kalktığınızda Allah’ı tesbih edin.
Göklerde ve yerde her türlü övgü O’na
mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O’nu tesbih edin.
O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve
yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle (diriltilip)
çıkarılacaksınız.[715]
Şimdi sen, Allah katından, önlenemez bir gün
gelmeden önce bütün varlığınla o sağlam dine yönel. O gün onlar birbirlerinden
ayırt edileceklerdir.[716]
Her kim kendini iyiliğe adamış olarak özünü
Allah’a teslim ederse sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a
varır.[717]
İman etmiş kimse günaha batmış kimse gibi olur
mu? Bunlar elbette eşit değildirler
İman edip dünya ve âhirete yararlı işler
yapanlara, yapmış olduklarına karşılık, hazır olarak onları bekleyen, huzur
içinde kalacakları cennetler vardır.
Günaha batanların varacakları yer ise ateştir.
Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine şöyle
denir: “Asılsız saydığınız cehennem azabını tadın!”[718]
Ey iman edenler! Allah’ı çok çok anın.
Sabah akşam O’nun yücelik ve eşsizliğini dile
getirin.[719]
De ki: Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol
verir, dilediğine de kısar. Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine
yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.[720]
Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun.
Doğrusu rabbi- miz çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını eksiksiz vermektedir.
O ki bizi lütfuyla sonsuza kadar kalınacak
yurda yerleştirdi. Orada artık biz ne bir yorgunluk duyarız ne de bize bir
bıkkınlık gelir.[721]
Yâ Sîn.
(Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur'ân'a and olsun
ki sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.
Kur'ân, ataları uyarılmamış, bu yüzden de
gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli
Allah tarafından indirilmiştir.
And olsun, onların çoğu üzerine o söz (azap)
hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o
halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık
durumdadır.
Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir
set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.[722]
Her borçluya borcunu hafifleten Allah’ın şanı
yücedir.
Her kederlinin derdini gideren Allah’ın şanı
yücedir.
Her esiri kurtaran Allah’ın şanı yücedir.
Her gizli olanı hakkıyla bilenin şanı yücedir.
Her denizi durultanın şanı yücedir.
Bütün nehirleri ve pınarları fışkırtan Allah'ın
şanı yücedir.
Hazineleri Kaf ile Nûn arasında olan Allah'ın
şanı yücedir.
Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah
bütün eksikliklerden uzaktır ve hepiniz sonunda O’na döndürülecek- siniz.[723]
Mutlak izzet sahibi olan rabbin, onların
yakıştırdığı nitelemelerden münezzehtir.
Bütün peygamberlere selâm olsun!
Ve âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun.[724]
Biz Dâvûd’a Süleyman’ı armağan ettik. O ne iyi
kuldu! Yönü hep Allah’a dönüktü.
Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu atları
önüne getirildiğinde, “Ben malı (atları), rabbimi hatırlattığı için sevdim”
dedi. Derken (güneş batınca) onlar karanlığın perdesiyle gizlendi.
(Daha sonra) “Onları bana geri getirin” dedi;
bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Kulumuz Eyyûb’u da an. O, rabbine, Şeytan bana
sıkıntı ve acı vermektedir, diye seslenmişti.
Ayağını yere vur (dedik), işte yıkanılacak ve
içilecek serin bir su!
Tarafımızdan bir rahmet ve akıl iz‘an sahipleri
için de anılacak bir örnek olmak üzere ona aile efradını, ayrıca bunlarla
birlikte bir mislini daha bağışladık.
(Bir yemini vardı.) “Eline bir demet bitki sapı
alıp onunla vur ve böylece yeminini yerine getirmiş ol” (dedik). Gerçekten biz
onu sıkıntılara dayanıklı bulduk. O ne güzel bir kuldu! Yönü hep Allah’a
dönüktü.
Güçlü ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve
Ya‘kûb’u da an.
Âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleri
sayesinde onları günahlardan arındırdık.
Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten seçkin
kılınmış, hayırlı kimseler arasındadırlar.
İsmâil’i, Elyesa‘ı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de
iyi kimseler- dir.[725]
Meleklerin de rablerine hamd ile yüceliğini
dile getirerek arşın çevresini kuşattıklarını görürsün. Böylece insanlar arasında
doğruluk ve adalet ölçüsüne göre hüküm verilir ve şöyle denir: Bütün övgüler
âlemlerin rabbi olan Allah için- dir.[726]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Hâ-mîm.
Kitabın indirilişi Azîz ve Alîm olan, günahı
bağışlayan, tövbeyi kabul eden hem cezalandırması şiddetli hem lütfu
bol olan Allah’ın katındandır. O’ndan başka
tanrı yoktur, dönüş yalnız O’nadır.[727]
Size söylediklerimi yakında hatırlayıp
anlayacaksınız. Ben durumumu Allah’a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarını
çok iyi görmektedir.[728]
Rabbimiz Allah’tır, deyip de dosdoğru çizgide
yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: Korkmayın,
kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!
Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin
dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah’tan bir ikram
olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz
her şeyi elde edeceksiniz.
Allah’a çağıran, dine ve dünyaya yararlı iş
yapan ve Ben Müslümanlardanım, diyenden daha güzel sözlü kim var- dır?[729]
Kullarının tövbesini kabul eden, günahları
bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.[730]
Gökteki ilâh da O’dur, yerdeki ilâh da O’dur. O
sınırsız hikmet ve ilim sahibidir.[731]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Hâ-mîm.
Aydınlatan kitaba yemin olsun!
Biz onu mübarek bir gecede indirdik; biz daima
uyarmaktayız.
O gecede bizim katımızdan bir emirle hüküm ve
hikmet konusu olan bütün işler ayrılır.
Rabbinden, eğer doğru biliyorsanız göklerin,
yerin ve bunlar arasında olan her şeyin rabbinden bir rahmet olarak biz devamlı
göndermekteyiz.
O her şeyi işitir ve bilir.[732]
Göklerin rabbi, yerin rabbi, bütün âlemlerin
rabbi olan Allah’a, yalnız O’na hamdolsun!
Göklerde ve yerde ululuk O’na aittir. O sonsuz
güç, sınırsız hikmet sahibidir.[733]
İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını
emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu.
Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır. Nihayet çocuk
olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince şöyle yakarır: Rabbim! Bana ve anne
babama lütfettiğin nimete şükretmeye, razı olacağın işleri yapmaya beni muvaffak
kıl. Benden gelecek nesli hayırlı eyle. Dönüp kapına başvurdum ve ben şüphesiz
sana boyun eğenlerdenim![734]
Bil ki, Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah’tan başka ilah yoktur ben Allah’a iman
ettim.
Allah’a tam bir iman ile iman ettim ki
Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah’tan gelen her şeye iman ettim ki
Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah katından gelen emanete iman ettim ki
Allah’tan başka ilah yoktur.
Gerçekten gerçekten iman ettim ki Allah’tan
başka ilah yoktur.
Sıdk ve adalet bakımından iman ettim ki
Allah’tan başka ilah yoktur.
İbadet etmeye layık olmak ve rızık konusunda
Allah’tan başka ilah yoktur.
Bütün hareket konusunda (işleyişlerde)Allah’tan
başka ilah yoktur.
Hareketsizlikle konusunda Allah’tan başka ilah
yoktur.
Ölümün gelmesi ve ölüm sarhoşlukları esnasında
Allah’tan başka ilah yoktur.
Kabirde ve karanlıklar içerisinde Allah’tan
başka ilah yoktur.
İman, İslam ve sadakat konularında sual
sorulurken Allah’tan başka ilah yoktur.
Ben toprakta kemik yığını haline geldiğimde
Allah’tan başka ilah yoktur.
Mizanda ve tartıda ağırlık geldiğinde Allah’tan
başka ilah yoktur.
Sıratta ve sırattan geçişte Allah’tan başka
ilah yoktur.
Cehennemde ve azabın tabakalarında Allah’tan
başka ilah yoktur.
Allahım, bizi ateşin azabından koru ve ebrarlar
ile bizleri Cennet’e dâhil eyle.
Cennette ve Cennetin derecelerinde Allah’tan
başka ilah yoktur.
Kafir ve müşrikler istemese de her zaman ve
vakitte Allah’tan başka ilah yoktur.
Günahım, mümin erkek ve kadınların Müslüman
erkek ve kadınların, yaşayan ve ölmüş, yakın ve uzak, doğu ve batıda, günlük
yaşatışında olan ve esir olan, karada ve denizde olan, erkek ve kadın, küçük ve
büyük, evlad ve ecdaddan üzerimizde hakkı olan herkes için, bize güzel
davrananlar için Senden bağışlanma diliyorum, ey merhametlilerin en
merhametlisi.
Allah, resulüne gerçeğe uygun rüyasında doğruyu
bildirmiştir. Allah izin verirse hiçbir şeyden korkmaksızın, (umrenizi
yaptıktan sonra) ya saçlarınızı kazıtarak veya kısmen kestirerek, güven duygusu
içinde Mescid-i Harâm’a muhakkak gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi
bilmektedir ve bundan başka hemen gerçekleşecek bir fethi de takdir
buyurmuştur.
Bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye
resulünü doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen O’dur. Buna tanık olarak
da Allah yeter.
O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber
olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları,
Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün.
Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur; Tevrat’ta onlar için yapılan
benzetme budur. İn- cil’deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek
üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde
durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle
olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara
Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaad etmektedir. [735]
Allah katında en değerli olanınız O’na
itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır.[736]
Kendilerinden önce, onlardan daha güçlü olup
yeryüzünde şehirler kurarak aralarında gidip gelen nice toplulukları yok
ettik. Kurtuluş var mı?
Aklı olan veya şuurlu olarak söze kulak veren
kimse için bunda büyük ibret vardır.[737]
Allah’a saygısızlıktan sakınanlar ise
rablerinin kendilerine verdiklerini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.
Çünkü onlar daha önce güzel davranışlar
içindeydiler.
Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.
Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından
belli bir pay ayırırlardı.[738]
Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için
yeryüzünde açık kanıtlar vardır.
Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz?[739]
Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf
bana kulluk etsinler diye yarattım.
Onlardan bir rızık istemiyorum, beni
doyurmalarını da istiyor değilim.
Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi
olan yalnızca Allah’tır.[740]
Sen rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz
sen bizim gözetim ve korumamız altındasın. Her kalktığında rabbini hamd ile
tesbih et.
Gecenin bir kısmında ve yıldızlar çekildiğinde
de O’nu tesbih et.[741]
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet
et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan
sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi
bilir.[742]
Bunun üzerine Nûh, “Artık yenik düştüm;
yardımını esirgeme, diye rabbine yalvardı.[743]
Takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmak
kenarlarındadır.
Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne
sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar.[744]
Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir.
Azamet ve kerem sahibi rabbinin zâtı ise bâki
kalır.[745]
Kuşkusuz o, değeri çok yüce Kur’an’dır.
(Aslı) korunmuş bir kitaptadır.
Ona ancak tertemiz olanlar (melekler)
dokunabilir.
O, âlemlerin rabbinden indirilmiştir.[746]
İman edenlerin, Allah’ı anmak ve vahyedilen
gerçeği düşünmekten dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi?
İşte onlar Allah’tan yanadırlar; iyi bilinmeli
ki kurtuluşa erecek olanlar da Allah’tan yana olanlardır!
Bunların ardından gelenler de Ey rabbimiz,
derler, Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde
iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz
sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.
Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten
sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın! (Evet) Allah’a itaatsizlikten
sakının; şüphesiz Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.
Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara
kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan
çıkmışlardır.
Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.
Muratlarına erecek olanlar ancak cennetliklerdir.
Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine
indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün.
İşte bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.
O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır;
duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilir. O Rahmân’dır,
Rahîm’dir.
O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır;
egemenliğin mutlak sahibidir, her türlü eksiklikten uzaktır, esenlik verendir,
güven sağlayan ve kendisine güvenilendir, görüp gözeten ve yönetendir,
üstündür, iradesine sınır yoktur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah onların
yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir. O, takdir ettiği gibi
yaratan, canlıları örneği olmadan var eden, biçim ve özellik veren Allah’tır.
En güzel isimler O’nundur. Göklerdekiler ve yerdeki- ler hep O’nu tesbih
ederler. O üstündür, hikmet sahibidir. [747]
Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana
yöneldik; dönüş de ancak sanadır.[748]
Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir
duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.[749]
Halbuki asıl güç ve izzet Allah’ındır,
resulünündür, müminlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler![750]
Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir
imtihandır; büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır.[751]
Ve ona hiç beklemediği yerden rızık verir. Kim
Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi sonuca
ulaştırır. Allah her şey için bir ölçü koymuş- tur.[752]
Ey iman edenler! İçtenlikle ve kararlılık
içinde Allah’a tövbe edin. Umulur ki rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi
altından ırmaklar akan cennetlerine koyar. O gün Allah, peygamberi ve onunla
aynı imanı paylaşanları utandırmaz. Onların nuru önlerinde ve sağ yanlarında
ilerleyerek yollarını aydınlatırken şöyle derler: Rabbimiz! Nurumuzu arttır
eksiltme ve bizi bağışla. Şüphesiz senin her şeye gücün ye- ter.[753]
De ki: O, Rahmân’dır, biz O’na iman etmiş ve
O’na güvenip dayanmışızdır. Kimin düpedüz bir sapkınlık içinde olduğunu
yakında anlayacaksınız!
Bir de şunu sor: Suyunuz çekiliverse size
yerden kaynayan suyu kim getirebilir?[754]
Allah, âlemlerin Rabbidir ve O, ne güzel yardım
edicidir.
Sen rabbinin hükmüne sabret; balığın yuttuğu
(Yunus) gibi olma. Hani o, öfkeli bir halde bağırıp çağırmıştı.
Rabbinin lütfu imdadına yetişmeseydi o mutlaka
kınanmayı hak etmiş olarak ıssız bir sahaya atılacaktı.
Fakat rabbi onu seçip sâlihlerden eyledi.
O inkârcılar Kur’an’ı işittikleri zaman, seni
gözleriyle devireceklermiş gibi bakar, Şüphe yok o bir delidir, derler.
Oysa Kur’an, âlemler için öğütten başka bir şey
değil- dir.[755]
O, gerçekten kesin bilginin kendisidir.
Şu hâlde ulu rabbinin adını noksanlıklardan
tenzih et![756]
Üstelik bir de onlardan her biri nimetler
cennetine yerleştirileceğini mi umuyor?
Asla! Biz onları, şu bildikleri şeyden
yaratmışızdır.[757]
Rabbim! Beni, annemi babamı, inanmış olarak
evime girenleri, mümin erkekleri ve mümin kadınları bağışla, zalimleri ise
daima helâk et.[758]
Artık Allah’a ve resulüne isyan edenler
bilsinler ki, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi onları beklemektedir.[759]
Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel.
Doğunun da batının da rabbi O’dur. O’ndan başka
tanrı yoktur. Öyleyse yalnız O’na güvenip sığın.
Onların söylediklerine katlan ve uygun bir
şekilde onlardan uzaklaş.[760]
Ve Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar.
Sakınılmaya lâyık olan da O’dur, mağfiret sahibi de O’dur.[761]
Oysa o gün bir kısım yüzler rablerine bakarak
mutlulukla parıldayacak.[762]
Sabah akşam rabbinin adını an.
Gecenin bir kısmında O’na secde et ve uzun gece
boyunca O’nu tesbih et.
Şu insanlar, geçici dünyayı seviyorlar, ileride
kendilerini bekleyen zor günü ise umursamıyorlar.[763]
Şüphe yok ki takvâ sahipleri gölgeliklerde ve
pınar başlarında canlarının istediği çeşit çeşit meyveler arasında olacaklardır.
Yaptıklarınızın karşılığı olarak şimdi afiyetle
yiyin için.
İşte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.
Hakkı yalanlayanların o gün vay haline![764]
Artık bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze
inanacak- lar?[765]
İşte bu, (geleceği) kesin olan gündür. O halde
artık isteyen kendisini rabbine götürecek bir yol tutsun.
Kuşkusuz biz insanın önceden yapıp ettiklerini
karşısında göreceği ve inkârcının, Keşke toprak olsaydım, diyerek dövüneceği
gün gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı sizi uyardık.[766]
Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve
nefsine kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da şüphe yok ki
cennetin ta kendisidir.[767]
O gün birtakım yüzler parıldar;
Güleçtir, müjde almıştır.
Birtakım yüzler de o gün toza toprağa bürünmüş;
Kapkara kesilmiştir.
İşte bunlar inkârcılardır, günahkârlardır.[768]
Fakat âlemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz
(hiçbir şey) dileyemezsiniz![769]
Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli
yazıcılar var.
Onlar yaptığınız her şeyi biliyorlar.
İyiler elbette nimet içindedirler. [770]
Koltuklar üzerinde oturup seyrederler.
İâhî lütufların sevincini yüzlerinden okursun.
Onlara mühürlenmiş, mührü de misk olan nefis
bir içki sunulur. Yarışanlar, işte bunlar için yarışsınlar.
O içkinin karışımı tesnîmden, yani Allah’a
yakın olanların içecekleri bir kaynaktandır.[771]
Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir
şekilde görülecektir;
Ve sevinç içinde yakınlarına dönecektir.[772]
Çok bağışlayan, sevgisi geniş, arşın sahibi,
şanı yüce ve dilediğini yapan yalnız O’dur.[773]
İnsan neden yaratıldığına bir baksın.
O, atılan bir sudan yaratıldı.
O su, bel ve göğüs kafesi arasından çıkar.[774]
Doğrusu arınan ve rabbinin adını anıp namaz
kılan kurtuluşa ermiştir.
Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.
Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın
kitaplarında da vardır.[775]
O gün kimi yüzler de mutludur.
Yaptıklarından dolayı memnundurlar.
Yüksek bir bahçededirler.
Orada boş söz işitmezler.
Orada akan bir pınar vardır.
Orada yüksek tahtlar, önlerine konmuş kadehler,
sıra sıra dizilmiş yastıklar, serilmiş değerli halılar vardır.[776]
Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan!
Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak
rabbine dön.
Böylece has kullarımın arasına sen de katıl.
Cennetime gir![777]
Hiç kuşkusuz biz insanı zahmetli bir hayat için
yarattık.
O, hiçbir kimsenin kendisine güç
yetiremeyeceğini mi sanıyor?
Pek çok mal harcadım, diyor.[778]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Güneşe ve onun aydınlığına and olsun,
Onu izlediğinde Ay'a and olsun,
Onu ortaya çıkardığında gündüze and olsun,
Onu bürüdüğünde geceye and olsun,
Göğe ve onu bina edene and olsun,
Yere ve onu yayıp döşeyene and olsun,
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip
ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham
edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana
uğramıştır.
Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak
için) ileri atılmıştı.
Allah'ın Resulü de onlara şöyle demişti:
Allah'ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.
Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi
boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve
kendilerini yerle bir etti.
Allah, bunun sonucundan çekinmez de![779]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
(Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye and olsun,
Açılıp aydınlandığı zaman gündüze and olun,
Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki,
Şüphesiz sizin çabalarınız elbette çeşit
çeşittir.
Onun için kim (elinde bulunandan) verir,
Allah'a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik
ederse, biz onu en kolay olana kolayca iletiriz.
Fakat, kim cimrilik eder, kendini Allah'a
muhtaç görmez ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) yalanlarsa biz de onu en zor
olana kolayca iletiriz.
Cehenneme yuvarlandığı zaman, malı ona fayda
vermez.
Şüphesiz bize düşen sadece doğru yolu
göstermektir.
Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.
Sizi alevler saçan ateşe karşı uyardım.
O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren en
bedbaht kimse girer.
Temizlenmek için malını hayra veren en muttaki
(Allah'a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutulacaktır
O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik
yapmaz. (Yaptığı iyiliği) Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar).
Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.[780]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Yemin olsun, kuşluk vaktine,
Kararıp sakinleştiğinde geceye ki;
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
Elbette işin sonu senin için öncesinden daha
hayırlı olacaktır.
Rabbin sana mutlaka lütuflarda bulunacak, sen
de memnun olacaksın.
O seni yetim bulup barındırmadı mı?
Seni yol bilmez halde bulup yol göstermedi mi?
Ve seni yoksul bulup zengin etmedi mi?
O halde sakın yetimi ezme!
El açıp isteyeni de sakın boş çevirme!
Rabbinin lütuflarını şükranla an. [781]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Senin kalbini açıp genişletmedik mi?
Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı
Ve senin şanını yüceltmedik mi?
Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık
var.
O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine
koyul.
Ve yalnız rabbine yönel.[782]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Yemin olsun incire ve zeytine;
Sînâ dağına;
Ve şu güvenli beldeye!
Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde
yaratmışızdır.
Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.[783]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.
Bilir misin nedir Kadir gecesi?
Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.
O gece melekler ve ruh, rablerinin izniyle her
bir iş için iner dururlar.
O gece tan yeri ağarıncaya kadar esenlik
doludur.[784]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Yaratan rabbinin adıyla oku!
O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan)
yaratmıştır.
Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece)
insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.
Hayır! Gerçek şu ki insan, kendini kendine
yeterli gördüğü için çizgiyi aşar.
﴾Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir
(O’na dönecektir).
Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o
adamı?
Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru
yolda ise?
Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa!
Düşündün mü (ey resulüm), ya o adam hakkı inkâr
ediyor, sırt çeviriyorsa!
Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu o?
Hayır hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu
perçeminden yakalayıp sürükleriz!
O yalancı, günahkâr perçeminden!
O hemen kurultayını çağırsın.
Biz de zebânileri çağıracağız!
Sakın onun isteğine uyma! Secdeye kapan ve
Allah’a ya- kınlaş.[785]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr
edenler, kendilerine açık kanıt ve Allah tarafından gönderilen, tertemiz
sayfaları okuyan bir elçi gelinceye kadar (hakkı inkârcılık- tan) ayrılacak
değillerdir.
O sayfalarda dosdoğru hükümler yer almaktadır.
Ehl-i kitap ancak kendilerine o açık kanıt
geldikten sonra ayrılığa düştüler.
Halbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri,
Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât
vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur.
Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr
edenler, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın
en kötüleri onlardır.
iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler
yapanlara gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.
Onların rableri katındaki ödülleri, altından
ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları adn cennetleridir. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu, rabbini sayıp O'ndan
korkanlar içindir.[786]
Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla Başlarım.
Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında;
Ve yer ağırlıklarını dışarı attığında;
Ve insan, "Ne oluyor buna!” dediğinde;
O gün yer, bütün haberlerini 12 11 111 ona
vahyettiği şekilde anlatır.
İşte o gün insanlar yaptıkları kendilerine
gösterilsin diye (bulundukları yerden) farklı gruplar halinde çıkarlar.
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu
(karşılığını) görür.
Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu
(karşılığını) 61111.864
Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla Başlarım.
Yemin olsun nefes nefese koşanlara,
Sonra çakarak kıvılcım saçanlara,
Sabahleyin ansızın baskın yapanlara,
Derken o sırada tozu dumana katanlara,
Peşinden orada bir topluluğun ta ortasına
dalanlara ki! insan, rabbine karşı pek nankördür.
Şüphesiz buna kendisi de şahittir,
O, aşırı derecede mal sevgisine kapılmıştır.
O bilmez mi ki kabirlerde bulunanlar diriltilip
dışarı atıldığı zaman,
Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman,
İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan
tam manasıyla haberdardır![787]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
O dehşetli ses!
O ne dehşetli ses!
Nedir o dehşetli ses, bilir misin?
O gün insanlar sağa sola dağılmış kelebekler
gibi olur.
Dağlar da atılmış renkli yüne dönüşür.
Kimin tartılan amelleri ağır gelirse,
İşte o mutlu bir hayat içinde olur.
Amelleri hafif olana gelince,
Onu kucaklayacak olan hâviyedir.
O nedir, bilir misin?
Yakıp kavuran bir ateş![788]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Çoklukla övünme yarışı sizi kabirlere varıncaya
kadar oyaladı.
Hayır! Yakında anlayacaksınız!
Hayır hayır! Elbette yakında anlayacaksınız.
Hayır! Keşke kesin bir bilgiyle bilmiş
olsaydınız!
Yemin olsun, cehennemi mutlaka göreceksiniz!
Sonra kuşkusuz onu gözünüzle ayan beyan
göreceksiniz.
Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya
çekileceksi- niz.[789]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Asra yemin ederim ki,
İnsan gerçekten ziyandadır.
Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı
işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler
başkadır.[790]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet
toplayan ve onu sayıp duran herkesin vay haline!
O, malının kendisini sonsuza kadar yaşatacağını
zanneder.
Hayır! And olsun ki o, hutameye atılacaktır.
Nedir o hutame bilir misin?
Allah’ın tutuşturulmuş ateşi!
Uzatılmış direklere bağlı olarak içine
hapsedildikleri, yükselip yürekleri saran ateş![791]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Rabbin fil ordusuna ne yaptı, görmedin mi?
Onların planlarını boşa çıkarmadı mı?
Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar
yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı?
Sonuçta Allah onları yenilip ezilmiş ekine
çevirdi.[792]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz
yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lütuflarda bulundu).
Onlar da kendilerini besleyip açlıklarını
gideren ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin rabbine kulluk etsinler.[793]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Gördün mü dini yalan sayanı?
İşte odur yetimi itip kakan;
Ve yoksula yedirmeyi özendirmeyen!
Vay haline o namaz kılanların ki,
Onlar namazlarının özünden uzaktırlar.
Onlar halka gösteriş yaparlar.
Hayra da engel olurlar.[794]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Şüphesiz biz sana bitip tükenmez nimetler
verdik.
Şimdi sen rabbin için namaz kıl ve kurban kes!
Asıl soyu gelmeyecek olan, sana karşı nefret
duyandır.[795]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
De ki: Ey inkârcılar!
Ben sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam.
Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz.
Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz.
Sizin dininiz size, benim dinim banadır.[796]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde;
Ve insanların akın akın Allah’ın dinine
girdiğini gördüğünde;
Rabbine hamd ederek şanının yüceliğini dile
getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.[797]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu zaten.
Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı başka
şeyler.
O, alev alev yanan ateşe atılacak!
Dedikodu yapıp söz taşıyan karısı da.
Boynunda da ipten bükülmüş bir halat bulunacak.[798]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
De ki: O, Allah’tır, tektir.
Allah sameddir.
Doğurmamış ve doğmamıştır.
O’nun hiçbir dengi yoktur.[799]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
De ki: Sabahın rabbine sığınırım;
Yarattığı şeylerden gelebilecek kötülüklerden;
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden;
Düğümlere üfürenlerin şerrinden;
Bir de kıskandığı vakit kıskanç kişinin
şerrinden![800]
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Başlarım.
De ki: Cinlerden olsun insanlardan olsun,
insanların kalplerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların rab-
bine, insanların mâlik ve hâkimine, insanların mâbuduna sı- ğınırım![801]
Harrarahu el-hakîr el-fakîr es-Seyyid
Abdülkâdir es-Sivâsî
bi-zâde-i çavuşu ? min mukayyid mahkem-i şeriyye-i min
telâmizi Eslah-zâde Mahmûd Hilmi gafferallahu ve lena ve
lekum ve li-sâiril mü’minîne ve’l-mü’minâti ve cemîi’l-
mü’minîne kâffeten? ilâ Rabbihi’l-Gafûr
10 Rebîülevvel 1339 (1920)
Şube ve alt kollarının çokluğu dolayısıyla
geniş bir coğrafyada etkin olan Halvetiyye tarîkatının ana şubelerinden biri,
Şemseddîn-i Sivâsî’ye nispet edilen Şemsiyye/Sivâsiyye şubesidir. Şemseddîn-i
Sivâsî, ilmî gelişimi, mânevî seyri, Halvetiyye yolunda yaptığı yenilikler,
tesir halkasının genişliği, devlet erkânı ile münasebeti, itikâdî, amelî ve
ahlâkî sapkınlıklarla mücadelesi, şiirdeki mahareti, yetiştirdiği talebeleri,
telif ettiği eserleri ve III. Mehmed Hân ile birlikte katıldığı Eğri Seferi ile
on altıncı yüzyılda etkin olan önemli sûfî şahsiyetlerden biridir. Şemseddîn-i
Sivâsî’nin bu çok yönlü kişiliğinin ve düşünce dünyasının sonraki kuşaklara
aktarılmasında etkin rol üstelenen isimlerden biri, onun yeğeni, damadı,
halîfesi ve Sivas’taki âsitânede postnişin olarak görev de yapan Receb-i
Sivâsî’dir. Receb-i Sivâsî, elli yıla yakın Şemseddîn-i Sivâsî’nin hizmetinde
bulunmuş, onun birçok sırrına vâkıf olmuş ve kaleme aldığı Necmü’l-hüdâ
adlı eseri ile Şemseddîn-i Sivâsî’nin hayatı, eserleri, halifeleri, dostları,
seyrüsülûke dair düşünceleri ve Eğri Seferi’ne iştiraki gibi konuları ilk
tanık olarak aktararak önemli bir misyon üstlenmiştir. Bu adımıyla Receb-i
Sivâsî, Şemsiyye şubesinin düşünce dünyasını ve şubenin pîrini sonraki
kuşaklara aktaran kilit bir isim olmuştur. Onun bu öneminden dolayı ve Necmü’l-hüdâ
başta olmak üzere eserlerinin ilim dünyasına kazandırılması gerektiği
fikrinden hareketle kisve-i taba bürünen bu çalışma, Receb-i Sivâsî’nin
konumunu teyit eden bir çalışma niteliğindedir.
Bu çalışmayla anlaşılmıştır ki Receb-i Sivâsî,
Zile ve İstanbul’daki tedris süreçleri sayesinde güçlü bir ilmî alt yapı ile
yetişmiş, Abdülmecîd-i Şirvânî ve Şemseddîn-i Sivâsî’nin mânevî tesiri ile
gönül dünyasını aydınlatmış bir sûfî müelliftir. Eserlerinde kullandığı sade
ve akıcı dil Receb-i Sivâ- sî’nin Arapçaya olan hâkimiyetini ve eserlerini
halka ulaştırmadaki samimi gayretini göstermektedir. Ayrıca Receb-i Sivâsî’nin
ehl-i sünnet düşüncesine bağlılığı, dönemindeki sapkın fikirlerle mücadelesi, Sivas’taki
olaylar ve kişiler başta olmak üzere dönemindeki gelişmelere eserlerinde ışık
tutması onun sadece sûfî kişiliği ile değil tarihî ve ilmî kişiliği ile de
önemli bir şahsiyet olduğuna delildir. Receb-i Sivâ- sî, Necmü’l-hüdâ
adlı eserini, gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle bir müstensihe zihninden
yazdırdığını söylemiştir. Bu da onun ilme olan iştiyakını, zihin ve gönül
dünyasının zenginliğini gösteren bir veri niteliğindedir. Receb-i Sivâsî’nin Risâle
fî usûli’l-Halvetiyye adlı eserinde Halvetiyye tarîkatının seyrüsülûk
usûlünü, özellikle de Şemsiyye şubesinin mânevî yolculuğa dair kabullerini
aktarmış olması, bahsi geçen eseri ve müellifini daha da kıymetli hale
getirmektedir.
Eserlerinde nakillerde bulunduğu âlimler ve
sûfî şahsiyetler, Receb-i Sivâsî’nin de Şemsiyye mensuplarının da izlerini
takip ettikleri isimleri göstermesi bakımından son derece mühimdir.
Abdülkâdir-i Geylânî, Fahreddîn-i Râzî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
İbnü’l-Arabî, Necmeddîn-i Kübrâ, Süh- reverdî ve diğer isimler aynı zamanda
Receb-i Sivâsî’nin üstadı Şemseddîn-i Sivâsî’nin ve Receb-i Sivâsî’den sonra
Şem- siyye şubesinin temsilcileri olan birçok ismin eserlerinde yer verdikleri
isimlerdir. Bu, Receb-i Sivâsî’nin Şemseddîn-i Sivâsî ile sonraki kuşaklar
arasında üstlendiği köprü vazifesini resmeden bir dayanak niteliğindedir.
Receb-i 51٧2511 111 kaynaklarda zikredilen 101471
1-111204 ve İlâhiyât Mecmûası adlı çalışmalarıyla ilgili arayışlar
devam etmektedir. Temennimiz bu eserlerin de bulunarak gün yüzüne çıkarılması
yönündedir.
Son olarak ifade etmek gerekirse Receb-i
Sivâsî, düşünce dünyası ve mânevî kişiliği ile çok yönlü araştırmalara konu
olması gereken bir şahsiyettir. Bu çalışma ile, Receb-i Sivâ- sî’nin özellikle
Şemsiyye şubesine olan tesirleri boyutuyla araştırılmaya ihtiyaç duyulan biri
olduğu anlaşılmıştır. Yapılacak araştırma ve incelemelerle Receb-i Sivâsî’nin
tarihî, sosyal, siyâsî, vicdânî, kültürel ve ilmî kişiliği gözler önüne
serilmeli ve Sivâsî ailesinin tarihe ve günümüze tesirleri daha bütüncül bir
bakış açısıyla ortaya konulmalıdır.
KAYNAKLAR
Akkaya, Hüseyin. Şemseddin Sivâsî’nin
Süleymâniyyesi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, 1998.
Ateş, Süleyman. İşârî Tefsir Okulu.
İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1998.
Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yayınları, 2005.
Çınar, Fatih. Sivas’ta Parlayan Bir Güneş:
Şemseddin Ahmed Sivâsî. Sivas: Dilek Ofset Matbaacılık, 2006.
Çınar, Fatih. “İsmâîl es-Sivâsî ve Sûfîlerin
Raks/Deveranı Hakkında Verdiği Bir Fetvası”. CÜİFD 13/1 (2009),
341–358.
Çınar, Fatih. “Receb-i Sivâsî ve Risâle fî
usûli’l-Halvetiyye Adlı Eseri”. Sûfî Araştırmaları 3/6, (Yaz 2012),
81-100.
Çınar, Fatih. “Şemseddîn-i Sivâsî’nin Marifet
ve Aşk Güneşi: Abdülmecid Şirvanî”. Sultan Şehir 6/14 (Ocak-Şubat Mart
2012), 131–135.
Emecen, Feridun. “Mehmed III”. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 28/407-413. İstanbul: TDV Yayınları,
2003.
Gündoğdu, Cengiz. Bir Türk Mutasavvıfı:
Abdülmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri. Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1999.
Gündoğdu, Cengiz. “Halvetiyye Tarikatı Şemsiyye
Kolu Meşâyîhi ve Şemsî Dergâhı Son Post-nişîni: Hüseyin Şemsi Güneren”. EKEV
Akademi Dergisi (Kış 2002), 53-70.
Hilmi, Ahmed. Ziyâret-i Evliya. haz.
Selami Şimşek. İstanbul: Buhara Yayınları, ts.
Özköse, Kadir. Anadolu Tasavvuf Önderleri.
Konya: Ensar Yayınları, 2008.
Sadeddîn, Müstakim-zâde Süleyman. Hülâsatü’l-hediyye.
İstanbul: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şer’iyye, 1082.
Sami, Şemseddin. Kâmûs-ı Türkî.
Dersaadet: İkdam Matbaası, 1317.
Serin, Rahmi. İslam Tasavvufunda Halvetilik
ve Halvetiler. İstanbul: Petek Yayınları, 1984.
Sivâsî, Abdülmecid. Letâifü’l-Ezhâr ve
Lezâizü’l-Esmâr. İstanbul: Süleymani- ye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan, 255.
Kaynakça
Sivâsî, İbrahim. Şerhu risâle fî ilmi âdâbi’l-bahs.
İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, 6175.
Sivâsî, İbrahim. Hâşiye ale’l-âdâb.
İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Tir- novalı, 1252.
Sivâsî, İbrahim. Hâşiye alâ şerhi’l-vad’iyye
li’l-İslâm. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah, 1851.
Sivâsî, İbrahim. Mecmûatü kasâid fî medhi
şeyhu’l-İslâm Feyzullah Efendi. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Esad
Efendi, 2843.
Sivâsî, İbrahim. Şerhu adâbi’l-Birgivî.
İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Servili, 281.
Sivâsî, İbrahim. Hâşiye alâ şerhi
Taşköprü-zâde alâ âdâbi’l-münâzara. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi,
Laleli, 3031.
Sivâsî, İbrahim. Risâle fî
mebâhisu’t-ta’rîf. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa, 658.
Sivâsî, Recep. Risâle fî usûli’l-Halvetiyye.
İstanbul: Beyazıt Kütüphanesi Ve- liyüddin Efendi, 1836.
Sivâsî, Recep. Hidayet Yıldızı Şemseddin
Sivâsî’nin Menkıbeleri. ter. H. Şemsi Güneren. İstanbul: Seçil Ofset, ts.
Tahir, Mehmet. Osmanlı Müellifleri. haz.
A. Fikri Yavuz - İsmail Özen. İstanbul: Meral Yayınevi, ts.
Türer, Osman. Mehmed
Nazmi-Hediyyetü’l-İhvân. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal bilimler
Enstitüsü, Doktora Tezi, 1982.
Türer, Osman. Ana Hatlarıyla Tasavvuf
Tarihi. İstanbul: Seha Neşriyat, 1995.
Üçer, Müjgân. “Şemseddin Sivâsî Hazretleri
(1520-1597) ve Son Sivâsîler- den Hatıralar”. İlim ve Kültür Tarihinde
Sivâsîler, Ulusal Sempozyum Tebliğleri. 56-63. Sivas: yy, ts.
Vassaf, Hüseyin. Sefîne-i Evliya. 5
Cilt. haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz. İstanbul: Kitabevi, 2006.
Vicdani, Sadık. Tarikatlar ve Silsileleri.
haz. İrfan Gündüz. İstanbul: Enderun Kitabevi, 1995.
Yasak, İbrahim. Sivas Yatırları ve
Abdülvehhâb Gâzî Hazretleri. Sivas: Seyran Yayınları, 2004.
Yörükan, Yusuf Ziya. Müslümanlık ve Kur’ân-ı
Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1998.
Zilî, Muharrem. Hâşiye
ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye. İstanbul: Sü- leymaniye Kütüphanesi,
Hacı Mahmûd Efendi, 910.
Dr. Fatih ÇINAR
Sivas’ta doğdu
(1979). İlk, orta ve lise eğitim ve öğretimini Sivas’ta tamamladı (1996).
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakül- tesi’nden mezun oldu (2006). Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı’nda “Hamza
Nigarî’nin, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri” konulu yüksek lisans
tezini (2009) ve Kayseri’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 30 aylık “Hizmet
İçi Eğitim Kursu’nu/Haseki” tamamladı. (2006–2009) Sivas Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Şemseddîn-i Sivâsî ve Tasavvufî
Görüşleri” konulu doktora eğitimini tamamladı. (2022) Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın çeşitli kademelerinde farklı görevler icra eden Çınar
(2001-2024), Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
olarak görev yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır.
[235] Cengiz Gündoğdu, Bir
Türk Mutasavvıfı: Abdülmecid Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri
(Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999), 43.
[236] İbrahim-i Sivâsî,
Şerhu risâle fî ilmi âdâbi’l-bahs (İstanbul: Süleyma- niye Kütüphanesi,
Hacı Mahmud Efendi, 6175).
[237] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye ale’l-âdâb
(İstanbul: Süleymaniye Kütüpha
nesi, Tirnovalı,
1252).
[238] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye alâ
şerhi’l-vad’iyye li’l-İslâm (İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah,
1851).
[239] İbrahim-i Sivâsî, Mecmûatü kasâid fî medhi
şeyhu’l-İslâm Feyzullah
Efendi (İstanbul:
Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 2843).
[240] İbrahim-i Sivâsî, Şerhu adâbi’l-Birgivî
(İstanbul: Süleymaniye Kü
tüphanesi,
Servili, 281).
[241] İbrahim-i Sivâsî, Hâşiye alâ şerhi
Taşköprü-zâde alâ âdâbi’l-münâzara
(İstanbul:
Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli, 3031).
[242] İbrahim-i Sivâsî, Risâle fî
mebâhisu’t-ta’rîf (İstanbul: Süleymaniye
Kütüphanesi, Kılıç
Ali Paşa, 658).
[243] Recep Sivâsî, Hidayet
Yıldızı Şemseddin Sivâsî’nin Menkıbeleri, ter. H. Şemsi Güneren (İstanbul:
Seçil Ofset, ts); 73.
[244] Muharrem ez-Zilî,
Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye (İstanbul: Süleymaniye
Kütüphanesi, Hacı Mahmûd Efendi, 910).
[245] Recep Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ,
73.
[246] Mehmet Tahir, Osmanlı
Müellifleri, haz. A. Fikri Yavuz - İsmail Özen (İstanbul: Meral Yayınevi,
ts), 1/393.
[247] Osman Türer, Mehmed
Nazmi-Hediyyetü’l-İhvân (Ankara: Ankara
Üniversitesi Sosyal bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 1982), 118.
[248] Abdülmecid
Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr ve Lezâizü’l-Esmâr (İstanbul: Sü- leymaniye
Kütüphanesi, Mihrişah Sultan, 255), 140a.
[249] Gündoğdu, Bir
Türk Mutasavvıfı, 42.
[250] Muharrem
Efendi’nin babası Mehmet Efendi’nin kabri de buradadır. Fatih Çınar, Sivas’ta
Parlayan Bir Güneş: Şemseddin Ahmed Sivâsî (Sivas: Dilek Ofset Matbaacılık,
2006), 11.
[251] Daha önce
yaptığımız bir çalışmada (Fatih Çınar, “İsmâîl es-Sivâsî ve Sûfîlerin
Raks/Deveranı Hakkında Verdiği Bir Fetvası”, CÜİFD 13/1 (2009), 341–358)
İsmâîl-i Sivâsî’nin birçok eserinden ve sûfîle- rin deveranlarına dair bir
fetvasından bahsetmiştik. Fakat Recep Efendi’nin “Necmü’l-Hüdâ”
çalışmasını yeniden tercümemiz esnasında eserlerinden ve fetvasından
bahsettiğimiz kişinin Şemseddîn- i Sivâsî’nin küçük kardeşi İsmâîl-i Sivâsî
değil babasının adı Sinan Halife olan ve özellikle usûl-i fıkıh ilminde derinleşen
İsmâîl Efen-
di’ye ait olduğunu
gördük. Bu karışıklık isim benzerliğinden kaynaklanmıştır.
[252] Tahir, Osmanlı
Müellifleri, 1/176.
[253] Receb-i Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye
(İstanbul: Beyazıt Kütüp
hanesi Veliyüddin
Efendi, 1836), 103–111.
[254] Sivâsî, Risâle,
1a.
[255] Fatih Çınar,
“Receb-i Sivâsî ve Risâle fî usûli’l-Halvetiyye Adlı Eseri”, Sûfî
Araştırmaları 3/6, (Yaz 2012), 81-100.
[256] Sahn-ı Seman Medresesi: Fâtih Sultan Mehmed
tarafından İstan
bul’da kurulan
yüksek dereceli medrese.
[257] Dersiam:
Medreselerde talebeleri, camilerde halka açık ders verme yetkisine sahip
müderris için kullanılan unvan.
[258] Hüseyin Vassaf, Sefîne-i
Evliya, haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz (İstanbul: Kitabevi, 2006), 3/479.
[259] Yusuf Ziya
Yörükan, Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları
(Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998), 143; Osman Türer, Ana
Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi (İstanbul: Seha Neşriyat, 1995), 185; Gündoğdu, Bir
Türk Mutasavvıfı, 163.
[260] Sadık Vicdani, Tarikatlar
ve Silsileleri, haz. İrfan Gündüz (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1995),
250–252.
[261] Tahir, Osmanlı
Müellifleri, 1/120.
[262] Feridun Emecen,
“Mehmed III”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (İstanbul: TDV
Yayınları, 2003) 28/407–413.
[263] Ahmed Hilmi, Ziyâret-i
Evliya, haz. Selami Şimşek (İstanbul: Buhara Yayınları, ts), 107–111;
Hüseyin Akkaya, Şemseddin Sivâsî’nin Sü- leymâniyyesi (İstanbul: Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1998), 1-84;
İbrahim Yasak, Sivas Yatırları ve Abdülvehhâb Gâzî Hazretleri (Sivas:
Seyran Yayınları, 2004), 103– 105; Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı,
44–55.
[264] Receb-i Sivâsî, Hidayet Yıldızı, 6;
Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı,
56.
[265] Nazmi, Hediyyetü’l-İhvân,
355–356.
[266] Fatih Çınar,
“Şemseddîn-i Sivâsî’nin Marifet ve Aşk Güneşi: Ab- dülmecid Şirvanî”, Sultan
Şehir 6/14 (Ocak-Şubat Mart 2012), 131– 135.
[267] Receb-i Sivâsî, Risâle fî usûli’l-Halvetiyye,
17a.
[268] Recep Efendi’nin
vefat tarihi bazı kaynaklarda 1604 olarak zikredilmiştir. Tahir, Osmanlı
Müellifleri, 1/176; Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Konya:
Ensar Yayınları, 2008, s. 419. Ancak, tekkede görev yapan isimlerin vefat
tarihleri göz önüne alındığında 1600 yılı vefat tarihi olarak daha isabetli
görünmektedir. Nazmî, Hediyyetü’l-ihvan, 123; Müstakim-zâde Süleyman
Sadeddîn, Hülâsa- tü’l-hediyye (İstanbul: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri,
Şer’iyye, 1082), 23a. Cengiz Gündoğdu da bu kanaattedir. Gündoğdu, Bir Türk
Mutasavvıfı, 56.
[269] H. Şemseddîn-i
Güneren, Şemseddîn-i Sivâsî’nin onuncu göbekten torunudur. 1888 yılında
Sivas’ta dünyaya gelmiştir. Babası Mehmet Efendi, annesi Şerife Hanım’dır.
İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir. Ayşe Sıdıka Hanımla evlenen
Güneren’in Nuriye, Hatice, Mehmet Behlül ve Fatih isimli dört evladı dünyaya
gelmiştir. Babasının vefatından sonra Sivas’taki tekkede postnişin olan
Güneren, tekkelerin kapatılmasının ardından Ankara’da Milli Eğitim Bakan-
lığı’nda Umumi Kütüphane’de memur olarak görev yapmıştır. 1934-1939 yılları
arasında Konya Mevlânâ Müzesi’nde Müdür Muavini olarak çalışan Güneren, son
olarak İstanbul Beyazıt’taki İnkılap Müzesi Kütüphanesi’nde Müdür olarak görev
yapmış ve bu görevini sürdürürken 1952 yılında emekliye ayrılmıştır. Güneren,
19 Mart 1956’da İstanbul’da vefat etmiştir. H. Şemseddîn-i Güne-
[270] Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 24a-24b.
[271] Örneğin 59b’de
olan En’âm suresinin yetmiş dokuzuncu âyeti, Neml suresinin yetmiş dokuzuncu
âyeti gibi gösterilmiştir. Bu ve buna benzer hatalar tarafımızdan
düzeltilmiştir.
[272] Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 28a.
[273] Örneğin, Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ,
vr. 27a.
[274] Risalede 28b’de
yer alan “Allah’ım, gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana
sığınırım.” (Müslim, “Salat” 222.) şeklindeki hadise eksik manâ verilmiştir.
Biz, hadisi olması gereken manası ile takdim ettik ve kaynağı verilmeyen bu ve
bunun gibi diğer hadislerin kaynaklarını da tercümeye ekledik.
[275] Örneğin, 39a’da
yer alan “Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasalardı onları öldürmenizi
emrederdim.” şeklinde tercüme edilmesi gereken hadis ilk tercümede ‘Şayet
köpekler ayrı bir millet olsaydı onları öldürmenizi emrederdim’ (H. Şemsi
Güneren’in çevirisinde s. 46’da) şeklinde hatalı çevrilmiştir. Ayrıca bu
hadisin Arapçası, “Levlâ enne’l-kilâbe ümmetün mine’l-ümemi le-emertü
bi-katlihâ.” şeklinde latinize edilmesi gerekirken “Levlâ enne’l- kilâbe
ümmeten mine’l-ümemi leakrübehüm bi-katlihâ.” şeklinde hatalı bir şekilde yer
almıştır.
[276] Örneğin risalede
24b, 25a, 38a gibi yerlerde olan kenar bilgileri ilk tercümede yer almamıştır.
[277] Risalede (63b’nin
kenarında) “Zikir, Zikirde Halka Olmanın Adabı, Zikre Başlamanın Nasıl Olacağı
ve Şartlara Riayet”, (64a’da olan) “Halvetî Silsilesi ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye (k.v.) Biati Tarif Etmesi” gibi başlıklar,
(65a’daki) “Allah’ım! Bizleri, en mükemmel vuslat şekli olan bu ikinci sınıf
ehlinden eyle.” gibi dua cümlelerini içeren ifadeler ilk tercümede yer
almamaktadır. Biz, risalenin kenarında yer alan bu ifadeleri de tercümeye
dâhil ettik.
[278] Örneğin 67b’de
Mecdüddîn Havârizmî şeklinde hakkında bilgi verilen kişi Mecd-üd-din Harzemi
şeklinde hatalı yazılmıştır. H. Şemsi Bey’in tercümesinde sadece isimlerde
değil bazı ifadelerde de ha-
talar göze çarpmaktadır. Örneğin
65a’da “Sâir minallâh bi-iznillah” şeklinde olması gereken ifade “Sayir anillah
bi-iznillah” şeklinde çevrilmiştir. Tarafımızdan yapılan tercümede bu ve
benzeri ifadeler doğru şekilleriyle çalışmaya dâhil edilmiştir.
[279] Receb-i Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ,
31a, 43a.
[280] Melekût: Melekler
âlemi, zaman ve mekânla sınırlı olmayan, beş duyu ile idrak edilemeyen ruhlar,
ilâhî kuvvetler ve mücerret varlıklar âlemi.
[281] Ceberût:
Mutasavvıflarca, “esmâ ve sıfat âlemi, Allah’ın bütün varlıkların üzerinde
olan kudretinin tecellî ettiği âlem, lâhut âlemiyle melekût âlemi arasındaki
âlem” gibi değişik şekillerde tarif edilen ilâhî âlem; taayyün-i evvel,
tecellî-i evvel, cevher-i evvel, hakikat-i Muhammediyye, rûh-i küllî gibi
isimler de verilir.
[282] Tecelliyât:
Tecelliler; sâlikin kalbinde gayp âlemine ait nûrun belirmesi, ilâhî feyzin
müminin kalbinde zuhuru.
[283] Azîm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Aklın ve hayalin alamayacağı, gözün
göremeyeceği kadar sonsuz büyük ve azametli” anlamına gelir.
[284] Alîm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “İlmi ezelî ve ebedî olan” manâsına gelir.
[285] Şaki: Her türlü
kötülüğü işleyebilecek yaratılışta olan, kötü huylu kimse.
[286] Mükerrem: Saygı
değer, hürmete lâyık, yüce, aziz, muhterem.
[287] el-İnsan, 76/21.
[288] Onların
menhecleri (geniş ve açık yolları) olduğu için onlar velilerdir.
[289] el-Kamer, 54/55.
[290] Nuh, 71/26.
[291] el-Kasas, 28/81.
[292] Amalika: En eski
Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluk.
[293] İbrahim, 14/36.
[294] el-Mâide, 5/118.
[295] Buhârî, “Enbiya”,
37.
[296] Enfüsî:
Türk-İslâm düşünce tarihinde âfâkînin karşıtı olarak sübjektif karakterdeki
bütün sezgi, deney ve deliller için kullanılan kelâm, felsefe ve psikoloji
terimi.
[297] Buhârî,
“İ’tisam”, 10; Müslim, “İman”, 247; Ebû Dâvûd, “Fiten 1”; Tirmîzî, “Fiten”, 27.
[298] Yahyâ-yı Şirvânî
(ö. 870/1466), Halvetiyye tarikatının ikinci kurucusu, sûfî müellif. Yahya-yı
Şirvânî’nin tarikat silsilesi Sadreddîn-i Hiyâvî, Hacı İzzeddin Türkmânî, Ahî
Mîrem Halvetî vasıtasıyla Halvetiyye’nin kurucusu Ömer el-Halvetî’ye ulaşır.
Halvetiyye’de yedi isimle uygulanmakta olan zikre beş isim daha ekleyerek on
iki isimle zikir yaptırması, Virdü’s-settâr diye bilinen evrâdı tertip etmesi,
halvet ve zikir âdâbıyla ilgili yenilikler yapması dolayısıyla tarikatta ikinci
pîr (pîr-i sânî) olarak kabul edilmiştir.
[299] Aclûnî, 1669/22
1-716/2, 1/265-266.
[300] Bu hadis,
kaynaklarda bu lafızlarla yer almamaktadır. Fakat bu manâyı teyit eden, “Allah,
‘Seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım.’ buyurdu.”
şeklinde bir ifadeye rast- lanmaktadır. Ahmed b. Hanbel, 10/11251108,
4/127 Hâkim, Müstedrek, 2/600; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/265.
[301] Bu ifade bu
şekliyle hadis kaynaklarında yer almamaktadır. “Cabir, Peygamber’e: Allah’ın en
evvel yarattığı şey nedir?” diye sorar. O da: “Ey Cabir! Yüce Allah eşyadan
önce kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı” şeklindeki haber,
burada verilen manayı destekler mahiyettedir. Aclûnî, Keşfü'l-hafâ,
1/265-266.
[302] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ,
2/262.
[303] Cevr: Haksızlık
edip incitme, eziyet, cefa, gadr, zulüm.
[304] Sultan Mahmud
Sebüktekîn (971-1030), Gazneli hükümdarı (9981030). Buhara’da doğdu. Gazneli
Hükümdarı Sebük Tegin’in oğludur. Daha gençlik yıllarının başında devlet
idaresinde görev almaya başladı. İdarî kabiliyeti, siyaseti ve fütuhatı ile
Türk-İslâm dünyasının müstesna devlet adamlarından biri olan Mahmud hayatının
büyük kısmını savaş meydanlarında geçirmiştir. Öldüğü zaman Gazneli Devleti
batıda Azerbaycan topraklarından doğuda Hindistan’ın Yukarı Ganj vadisine,
kuzeyde Hârizm’den güneyde Hint Okyanusu sahillerine kadar uzanan çok geniş bir
sahayı içine alıyordu.
[305] el-Furkan 25/30.
[306] Abdülkâdir
el-Geylanî (1077-1165/66), Kādiriyye tarikatının kuru
cusu. Abdülkâdir-i Geylanî’nin
tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına
dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona
göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına
taşmamalıdır. Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp
kullanan Abdülkâdir-i Geylanî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken
bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar.
[307] Avârifü’l-Maârif:
Sünnî sûfîliğin tanınmış temsilcilerinden Şehâ- beddin es-Sühreverdî’nin
tasavvufa dair eseri. Eserinin önsözünde Allah’ın zihnine ihsan ettiği her şeyi
O’nun armağanı olarak gördüğünü söyleyen Sühreverdî, en büyük ilâhî lutfun
“Avârifü’l- maârif” yani marifet lütufları olduğunu ifade eder.
[308] İmam Sühreverdi
(1145-1234), Sühreverdiyye tarikatının kurucusu, müfessir ve muhaddis. Hz. Ebû
Bekir’in soyundan geldiği için
Bekrî, Teymî ve Kureşî nisbeleriyle
anılır. Halife Nâsır-Lidînillâh döneminde fütüvvet teşkilâtının organize
edilmesi çalışmalarında öncülük eden Sühreverdî hilâfet merkeziyle beylikler
arasında bazı elçilik görevlerinde bulundu. Sühreverdî, Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled’in 617 (1220) yılında Bağdat’a gelişinde
kalabalık bir halk kitlesiyle onu karşılamaya çıktı. Sühre- verdî’nin
sohbetlerine katılıp tarikat hırkası giyen ve ondan feyiz alanların sayısı
binlerle ifade edilmektedir.
[309] Seyr ilâllah:
Sûfîler kalp ile gerçekleştirilen dört mânevî seferden bahsetmiştir. “Kalbin
Hakk’a yönelmesi” diye tarif edilen bu seferler Hakk’a sefer (seyr ilâllah),
Hak’ta Hak ile sefer (seyr fillâh), cem‘ makamına yükselme şeklindeki sefer,
Hak’la birlikte Hak’tan sefer (seyr billâh anillâh) diye isimlendirilmitir.
[310] Büdelâ: Bedeller.
Allah tarafından âlemi mânen yönetmekle görevlendirilmiş ve kendilerine
olaylara hükmetme izni verilmiş olan velîlerin belli bir mertebede olanlarıdır.
Yedi kişidirler. Bulundukları toplumdaki mekânlarından uzaklaşarak, yerlerine
tıpkı kendilerine benzeyen birini bırakırlar. Böylece hiç kimse onların gözden
kaybolduğunu fark edemez. Başkasını yerine vekil bırakan bu kimselere büdelâ
denir. Ne artarlar ne eksilirler.
[311] Evtad: Allah’ın
kendileriyle âlemi koruduğu kimseler olup dört tanedirler. Birinin makamı
doğuda, birinin makamı batıda, birinin makamı güneyde, birinin makamı
kuzeydedir.
[312] el-Ahzab, 33/57.
[313] el-Ahzab, 33/69.
[314] Muhammed b. Sîrîn
(654-729), Rüya tabiriyle tanınan hadis ve fıkıh âlimi, tâbiî. “İmam, hâfız”
gibi unvanlarla anılan İbn Sîrîn tefsir, şiir ve hesap bilgisiyle de meşhur
olmakla birlikte ilmî şahsiyetinde hadisçilik ve fıkıh ağır basar. İlk
dönemlerde daha çok muhaddis ve fakih olarak tanınan İbn Sîrîn’in sonraki
yüzyıllarda ilk rüya ta- bircilerinden biri olarak anılır. İbn Haldûn, İbn
Sîrîn’in bu alanda en meşhur âlimlerden biri olduğunu, tabircilikle ilgili
kurallarının nesilden nesile nakledilegeldiğini belirtir.
[315] Sütre: Örtü,
perde, arkasına gizlenilen ağaç ve benzeri şeyler.
[316] İbn Hıbban, Sahih,
13/420. Hadisin farklı versiyonları için bkz., Ebû Dâvûd, “Edeb” 96; Tirmizî,
“Rüya” 6; İbn Mace, “Rüya” 6; Darimî, “Rüya” 11.
[317] Mübeşşirat:
Müjdeleyici, sevindirici haberler, hayırlı işaret ve alâmetler.
[318] Yunus, 10/63-64.
[319] en-Nahl, 16/97.
[320] Allâm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Her şeyi bilen” anlamına gelir.
[321] Mülazım: Osmanlı
ilmiye teşkilatında müderris olabilmek için belli bir süre staj yapan medrese
mezunu.
[322] Tezellül: Kendini
hor ve hakir gösterme, kendini aşağı kabul etme, alçalma.
[323] Ahyar: Hayırlı,
iyi ve olgun kimseler, fazilet ve kemal sahipleri.
[324] Ferîdüddîn-i
Attâr (ö. 618/1221), Şair ve mutasavvıf. Klasik nazım şekillerinin pek çoğunu
kullanan Attâr, daha çok mesnevi ve gazelde başarı sağlamıştır. Gazelleri
tasavvuf zevkini, özellikle vah- det-i vücûd telakkisini, ilâhî yolculuk için
gerekli kabul ettiği aşkı ve âşıklığı dile getirir. Şiirlerinin çoğunluğunu
oluşturan mesnevilerin hepsi tasavvufla ilgilidir. Attâr’a göre görünen bu
“çokluk” (kesret), ezelî âlemde Hakk’ın zâtı ile “bir”di, ayrılık ve çokluk yoktu.
Çokluk bu âlemdedir ve tamamen zâhirîdir. Varlıktan bir zerreye sahip olan
herkes, bütün zerrelerin bir varlıktan geldiğini anlar. İlâhî cevheri içinde
taşıyan insan, ancak üzerindeki varlık perdelerini kaldırdıktan sonra Allah’ı
bulabilir ve O’nu görebilir. Çünkü Attâr’a göre Allah, muhtelif şeylerde
muhtelif kisvelerle tecelli eder.
[325] Bu süre belki
daha fazladır. Çünkü Hallâc-ı Mansûr (k.s.), 309 senesinde şehit edilmiş,
Ferîdüddîn-i Attâr (k.s.) ise altı yüzlü yıllarda yaşamıştır.
[326] el-Bakara, 2/269.
[327] Varidat-ı ilahî:
Kulun kastı ve dahli olmaksızın kalbe gelen ilahî manalar, feyizler, ilhamlar.
[328] Tan etmek:
Kınamak, yermek, ayıplamak.
[329] Tevacüd: Vecde
gelmek, vecd haline erişmek için gayret gösterme veya vecde gelmiş gibi
davranma.
[330] Şuara,
26/113-114.
[331] Ahmed b. Süleyman
b. Kemal Bey (1468- 1534), Lakabı Şemsed- din’dir. Dedesi Kemal Paşa’ya
izafeten “Kemal Paşa-zâde” ve “İbn- i Kemal” isimleriyle tanınmıştır. İbn-i
Kemâl Paşa, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin vefatından sonra, 932 (m. 1527)
senesinde şeyhülislâmlığa getirildi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı. Anadolu
Kadıaskeri sıfatıyla, Mısır seferinde Yavuz Sultan Selim Hân’ın yanında
bulunmuş olan İbn-i Kemal Paşa, pâdişahtan büyük itibar görmüştür.
[332] Müftü Ali Çelebi
(ö. 992/1584), Osmanlı âlimi ve biyografi yazarı. İlmiye mesleğinde yetişti ve
bazı medreselerde müderrislik yaptı. Bir ara Manisa müftüsü olan Ali Çelebi
1583 yılında Maraş kadılığına tayin edildi; ertesi yıl orada öldü. Mezarı
Alâüddevle Camii avlusundadır.
[333] Hoca Sadeddin
Efendi (ö. 1008/1599), Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi. Babası Yavuz Sultan
Selim’in çok sevdiği nedimi Hasan Can Çelebi’dir. Sadeddin Efendi, babasının
saray çevresindeki etkisi sebebiyle daha küçük yaşta iken iyi bir tahsil
gördü; sahn müderrisi Karamânî Mehmed Efendi’den ve devrin ileri gelen
âlimlerinden ders aldı. Hoca Sadeddin, III. Murad’ın saltanatı döneminde sarayda
çok seçkin bir mevki kazandı. Sâdeddin Efendi’nin sarayda ve yönetimdeki yeri
III. Murad’ın ölümünden sonra da sarsılmadı. III. Mehmed’in tahta çıkışında ilk
biat eden o olmuştu. Hoca Sâdeddin Efendi, çeyrek yüzyıla yakın ilmiye mesleği
yanında idarî ve siyasî işlerde de söz sahibi olmuştur. Zamanın birçok edip ve
şairi eserlerini ona ithaf etmişlerdir. Kendisini acı bir dille tenkit eden
Gelibolulu Mustafa Âlî bile Menâkıb-ı Hünerverân’ını onun arzusu üzerine
yazmış ve rasathâne kurması için büyük destek verdiği Takıy- yüddin
astronomiyle ilgili yazdığı eserleri ona ithaf etmiştir.
[334] Yakîn:
Doğruluğunda şüphe bulunmayan, vâkıaya uygun bilgi, sabit ve kesin inanış,
kanaat (itikad), şüphe ve tereddütten sonra ulaşılan kesinlik.
[335] el-Bakara, 2/266.
[336] Kadı Beydâvî (ö.
685/1286), Müfessir, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî faki- hi.
[337] Âlem-i zûr:
Yalan, asılsız âlem.
[338] ez-Zâtü’l-Ehadiyye:
Bize ve isimlere muhtaç olmaması bakımından Zât-ı Hakk’ın mertebesi.
[339] Lâhût: Cenab-ı
Hakk’ın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âlem, Allah’ın bütün sıfat ve
isimlerinin zâtında mevcut olduğu, fakat sadece zâtî sıfatlarının zuhura
geldiği, fiilî sıfatlarının ise henüz zuhur bulmadığı âlem, ulûhiyet âlemi.
[340] Nasût: Görünen
âlem, kesret âlemi olan dünya.
[341] Gaffâr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Kullarının günahlarını affeden, bağışlaması
çok olan” anlamına gelir.
[342] Kerîm: el-Kerîm:
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “cömert olmak, iyi,
ahlâklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem (kerâmet) kökünden sıfat olan
kerîm “yaratılıştan cömert olan, insanın şerefiyle bağdaşmayan her türlü şeyden
arınmış bulunan” demektir. Kerem kavramı Allah’a nisbet edildiğinde “lutuf ve
ihsanda bulunma” manâsı ağır basar.
[343] Settâr:
"Kulların günahını örten" manâsında Allah Teâlâ’nın sıfatlarından
biri.
[344] Abdülmecîd-i
Şirvânî, İsmi, Abdülmecîd bin Veliyyüddîn İbni Alâüddîn Şirvânî’dir. Künyesi
Ebü’l-Mehâmid olup, lakabı Nûrul- lah’dır. Şirvan’da doğdu. Doğum tarihi belli
değildir. Şirvan bölgesinin en büyük velîsi idi. İlim, fazilet, zühd ve
takvada çok yüksek idi. İnsanlara vaaz ve nasihat etmeyi ve ders verme yolunu
seçmişti. Abdülmecîd Şirvânî gece-gündüz hiç durmadan çalışırdı. Sâdece günde
iki saat istirahat ederdi. Diğer yirmi iki saati talebelere ders vermek ve
kitapları mütalaa etmekle geçirirdi.
[345] Abdülmecîd-i
Şirvânî (k.s.), Tokat’ın doğu tarafındaki kabristanda medfundur. Şu an kabri,
ziyaret edilen ve dua edilen meşhur bir yerdir.
[346] Baba Kemal-i
Hucendî (ö. 803/1401), Mutasavvıf-şair. Tanınmış bir şeyh olmasına rağmen hangi
tarikata mensup olduğu dahi bilinmemektedir. Genç yaşta hacca gitti. Hac
dönüşü uğradığı Tebriz’de yerleşmeye karar verdi. Zamanla etrafında birçok
mürid ve talebe toplandı. Genellikle aşk ve tasavvufa dair gazellerinde “Kemâl”
mahlasını kullanan Hucendî bu nazım şeklinde üstün başarı sağlamıştır. Bununla
birlikte şiirlerinde tekellüfe yer verdiği de olmuştur. Gazelde emsalsiz
olduğunu söylemesine rağmen Hâfız, Sa‘dî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
seviyesine çıkamamıştır.
[347] Ashâb-ı enfas:
Nefes sahipleri. Nefes gaipten gelen latifeler ile kalbi ferahlandırmaktır.
[348] Buhari, Rikak 38.
[349] Anka-yı Mağrib:
Anka, Zümrüdüanka. İslâm tasavvuf ve sanatında anka veya sîmurg, halk arasında
zümrüdüanka adlarıyla anılan efsanevî kuş. Efsanelere göre Kafdağı’nın
tepesinde direkleri abanoz, sandal ve öd ağacından yapılmış köşk benzeri bir
yuvada yaşayan ankanın başı, yassıca burunlu bir köpek (yırtıcı hayvan) başı
gibidir. Cüssesi ise çok iri olup “uçtuğu zaman hava kararır” ve “yağmuru
mercan olan bir buluta benzer”. Uçarken sel sesine veya gök gürültüsüne benzer
sesler çıkarır. Tasavvufta anka değişik mânalarda kullanılmış, efsanevî
özelliklerinden istifade edilerek bazı ta- savvufî görüşler temsilî olarak
onunla anlatılmıştır. Attâr’a göre anka birlik-çokluk (vahdet-kesret) gibi iki
zıt kavramı ifade etmektedir. Sîmurg otuz kuş olarak ele alınınca çokluğu
ifade eder, oysa varlığın birden çok olması vehmî ve hayalîdir. Anka gibi
çokluğun da gerçekte adı var kendisi yoktur.
[350] Mücerret: Yalnız,
tek, tek başına, yalın.
[351] Münferid: Başka
kimse veya şeylerden ayrı olan, tek, yalnız.
[352] Cuma, 62/4.
[353] En’âm, 6/103.
[354] Ebrar: Hakk’a
ermek için riyâzet ve çile çekmeyi esas olarak kabul eden evliyâ zümresi.
[355] Ashâb-ı yemin:
Amel defteri sağ taraflarından verilenler, cennetlikler anlamında bir Kur’an
terimi.
[356] Ahyar:
Tasavvufta, dünyanın düzenini sağladıklarına inanılan ricâlü’l-gayb
zümrelerinden birine verilen ad. İbnü’l-Arabî ricâlü’l- gaybı sınıflandırırken
ahyarın sayısının tespit edilemeyeceğini söyler. Ona göre ahyarın sayısı
değişse de yeryüzünde daima varlığı devam eder.
[357] Masiyet: Günah,
asilik, itaatsizlik.
[358] er-Rûm, 30/10.
[359] el-Bakara, 2/81.
[360] Ashâb-ı şimâl:
Amel defterleri sol taraflarından verilenler, cehennemlikler anlamında bir
Kur’an terimi.
[361] Kebîr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “büyük ve cüsseli, ulu ve yüce
olmak” manâsındaki kiber masdarından türemiş bir sıfat olup “büyük ve gövdeli,
ulu ve yüce” demektir. Kebîr, esmâ-i hüsnâdan biri olarak “zâtının ve
sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar ulu” şeklinde tanımlanır.
[362] Müteâl: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “şan, şeref, kuvvet ve kudret sahibi
olmak” manâsındaki alâ’ veya ulüv kökünden “türeyen müteâl kelimesi “izzet,
şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan” demektir. Kavram zât-ı ilâhiyyeye
nisbet edildiğinde, “kimsenin O’nun mahiyetini anlatamayacağı, ârifler de dahil
olmak üzere hiç kimsenin ilim ve irfanının künhünün bilgisine ulaşamayacağı”
manâsına gelir.
[363] Müslim, Salat
222.
[364] Rabbü’l-erbab:
Bütün esmânın menşei, ilk zuhûrun mazharı olan ve rubûbiyet kendisine mahsus
bulunan Allah.
[365] Tasallut: Rahat
vermeyecek, bıktıracak, sıkıntı verecek şekilde sataşma, musallat olma.
[366] Âl-i İmran,
3/169.
[367] Necm, 53/9; “İki
yay ucu aralığı kadar.” Kur’an’da Hz. Peygam- ber’in mi’racda Cebrâil’e veya
Allah’a çok yaklaştığını anlatan ifade; tasavvufta Hak ile bir olma makamı.
[368] el-İsra, 17/1.
[369] Satvet: Karşı
konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet, sindirici, boyun eğdirici güç.
[370] Azamet: Büyüklük,
ululuk, yücelik, celâl.
[371] Muvafakat: Razı
olma, kabul etme.
[372] el-Enfal, 7/17.
[373] el-Fetih, 48/10.
[374] Buhari, “Rikak”
38.
[375] el-Vâkıa,
56/88-91.
[376] ez-Zümer, 39/9.
[377] el-Fatiha, 1/1.
[378] Füru: Dallar,
asıldan ayrılan kollar.
[379] Abâ: Yünden
dokunmuş, çok sağlam, eskiden daha ziyâde küçük esnafın ve fakir kimselerin
giydikleri potur, hırka, cepken, palto,
terlik vb. şeyler yapılan, çoğunlukla
deve tüyü renginde bir çeşit kaba kumaş.
[380] Azimet: Kulun,
Allah tarafından kendisine yüklenen görevleri tam bir sebat ve azimle yerine
getirmesi; insanların karşılaştığı güçlük ve zaruret hali gibi ârızî durumlara
bağlı olmaksızın konmuş şer‘î hükümler.
[381] Müstehap:
Hakkında kesin bir emir bulunmadığı halde dînin temel prensiplerine uygun
olduğu için beğenilen, tavsiye edilen, sevap kazandıran, dince makbul iş ve
davranış.
[382] Binit: Binek
hayvanı.
[383] el-Bakara, 2/197.
[384] Tevfik: Allah’ın
yardımı, Allah’ın, kulunun fiilini rızâsına ve muhabbetine uygun kılması,
kulunu irade ve rızasına uygun işler yapmaya muvaffak kılması.
[385] Mücahede:
Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma, uğraşma, mücadele etme.
[386] Ahraz: Dilsiz,
sağır ve dilsiz kimse.
[387] er-Ra’d 13/16.
[388] Muvafakat: Razı
olma, kabul etme.
[389] Rûhu’l-eclâ:
Ruhun ehadiyyet mertebesinden tecellilere mazhar olabilme kabiliyetini elde
etmesi hali.
[390] İrtidâ’:
Saklanma, gizlenme, örtünme.
[391] İrtidat: Bir
müslümanın İslâm dininden çıkması.
[392] İbrahim,
14/24-25.
[393] er-Ra’d, 13/9.
[394] Tirmizi,
10051111-51171011 ;16 1121كا, el-Câmiu's-Sağir, 1/24.
[395] el-vâsıl
el-kâmil: Hakk’a ulaşan ve kemâle eren.
[396] Şeyh Necmüddin-i
Kübra (ö. 618/1221), Kübreviyye tarikatının kurucusu.
[397] Şekûr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “yapılan bir iyiliğin sahibini övgü
ile anmak” manâsındaki şükr (şükrân) kökünden türeyen şekûr “çokça teşekkür
eden” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “az da olsa kulun iyi bir ameline
fazlasıyla karşılık veren” anlamına gelir.
[398] Burada şu âyet-i
kerimeye işaret vardır: “Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı
kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan
Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” el-Fâtır,
35/29.
[399] en-Neml, 27/40.
[400] Yunus, 10/107.
[401] er-Ra’d 13/41.
[402] Fettah: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Kullarının kapalı işlerini açan; kapalı
şeyleri, lütuf ve rahmet kapılarını açan” anlamına gelir.
[403] Vehhâb: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “karşılıksız vermek, bağışlamak,
daha çok vermek” anlamındaki vehb (hibe) kökünden türemiş mübalağalı bir
sıfattır. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “karşılık beklemeden bol bol veren”
demektir.
[404] Müstetab: Hoşa
giden, beğenilen, iyi, güzel.
[405] Meydan Camii:
Dikilitaş semtinde 972 (1564) yılında Kanûnî Sultan Süleyman’ın vezirlerinden
Koca Hasan Paşa tarafından yaptırılmıştır.
[406] Alâeddin Eretna
(ö. 753/1352), Eretnaoğulları Beyliği’nin kurucusu ve ilk hükümdarı.
[407] Şeyh Hasan,
Alâeddin Eretna’nın üç oğlundan en büyüğü olan Şeyh Hasan Sivas valisi iken
Ramazan 748’de (Aralık 1347) çok genç yaşta vefat etmiş ve Güdük Minare adıyla
anılan kümbete gömülmüştür.
[408] Güdük Minare:
Eretnaoğulları’nın kurucusu Alâeddin Eretna tarafından 1347’de ölen büyük oğlu
Şeyh Hasan için yaptırılmıştır. Şehrin hemen hemen tam ortasında yer almakta
olup bugün iyi durumdadır. Dikilitaş mahallesi Atatürk caddesi üzerinde
bulunan ve üstü yıkılmış bir minareye benzetilen şeklinden ötürü bu adla anılan
türbe Dabas Tekkesi olarak da bilinmektedir.
[409] Kavî: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “güçlü olmak, gücü yetmek, bir işi
gerçekleştirmek için aklen ve bedenen yeterli olmak” anlamındaki kuvvet
kökünden sıfat olup Allah’a nisbet edildiğinde “her şeye gücü yeten, kudret
sahibi manâsına gelir.
[410] Semî: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “işitmek, duymak, bir dileği kabul
etmek, anlamak; duyurmak” manâlarındaki sem‘ kökünden türeyen semî‘ “işiten”
demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “işitilmeye konu teşkil eden her şeyi
işiten” diye açıklanır. Allah’ın işitmesi kulak gibi bir organa veya araca
bağlı değildir.
[411] Basîr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Görmek, bilmek ve sezmek” anlamındaki basar
kökünden türetilmiş bir sıfattır. Basîr kavramı esmâ-i hüsnâdan biri olarak
“görmeye konu olan şeyleri bütün özellikleriyle idrak edip gören” anlamına
gelir.
[412] Habîr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Her şeyden haberdar olan” anlamına gelir.
[413] Duhatü’l-kübra:
Güneşin iyice yükseldiği Duha namazının kılınacağı vaktin girdiği zaman
dilimi.
[414] Muharrem Efendi
(h.953), Darü’l-Hilafe İstanbul’da Şeyh-i Sivâsî olarak tanınan Abdülmecîd-i
Sivâsî’nin babasıdır. Abdülmecîd-i Sivâsî (k.s.), İstanbul’da Ebû Eyyûb
el-Ensarî Hazretleri’nin yakın-
larında kendisine tahsis edilmiş bir
bahçede medfundur. Vefat tarihi, hicri 1049’dur. (1639/1640)
[415] Havas: Sözlükte
“bir nesneyi diğerlerinden farklı ve üstün kılan nitelik” anlamına gelen hâssa
kelimesinin çoğulu olup genellikle avam karşıtı olarak “seçkin kişiler”
manâsında kullanılır. Tasavvufta, herkeste bulunmayan birtakım bilgilere ve
hallere, yetenek ve ruh temizliğine sahip velilere havâs veya ehl-i husûs,
bunların en üstün olanlarına hâssü’l-havâs veya hâssatü’l-hâssa adı verilir.
[416] el-Bakara, 2/156.
[417] İnsilâh: Mutlak
olarak bütün oluşlardan sıyrılmak, beşeriyet halinin yok olması. Nefislerin
beşeriyetten kurtularak ruhaniyet veya hayal âlemine yönelmesi.
[418] Bu kısımda
sâliklerin yaşadığı insilâh hallerinden bazıları dile getirilmiştir.
[419] en-Nisa, 4/113.
[420] Mürekkep: Birden
fazla şeyin bir araya gelmesinden meydana gelmiş, birleşik.
[421] Mülk Âlemi: Beş
duyu ile bilinen, hissedilen âlem, şahâdet âlemi.
[422] İlhad: Allah’ın
varlığına inanmama, inançsızlık.
[423] Hazret-i Lût,
Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Kur’an-ı Ke- rim’de yirmi yedi yerde ismen
zikredilen Lût’un İbrâhim’in tebliğini kabul ettiği, onunla bereketli ülkeye
ulaştırıldığı, peygamberlerden olduğu, diğer peygamberler gibi âlemlere üstün
kılındığı, ona hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve ilâhî rahmete
kabul edildiği bildirilmektedir.
[424] Dihyetü’l-Kelbî
(ö. 50/670), Hz. Peygamber’in Herakleios’a elçi olarak gönderdiği sahâbî.
Cebrâil’in Dihye sûretine girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği ve ashâbdan
birçoğunun onu Dihye zannettiği hususu, kaynakların ittifakla vermiş olduğu
bilgiler ara-
sındadır. Enes b. Mâlik’in ifadesine
göre Dihye ashâbın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli idi.
[425] Küdûret:
Bulanıklık, tasa, gam, kaygı.
[426] el-İsmü’l-Vâsi:
Vâsi Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biridir. Sözlükte “bir nesne bir şeye
geniş gelmek, onu içine alıp kapsamak; güç yetirmek” anlamlarındaki se‘a
kökünden türeyen vâsi‘ “bir şeyi içine alacak şekilde geniş olan; güç yetiren”
demektir. Terim olarak “ilmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan” anlamına
gelir. Lu- gat âlimleri kelimenin kökünden hareketle vâsi‘ ismine “her türlü
isteğe karşı ihsan ve lutufkârlığı
yeterli olan, ilmi her şeyi kuşatan, rızkı bütün yaratılmışlara yayılan ve
rahmeti her şeyi kapsayan” manâsı vermişlerdir.
[427] Maruf el-Kerhî
(k.s.) de böyledir.
[428] Taun: Veba; hasta
farelerden insana geçen bir mikrobun oluşturduğu bulaşıcı, öldürücü bir
hastalık.
[429] Ebu Davud, “Sayd”
21; İbn Mace, “Sayd” 1.
[430] Ahyar: Hayırlı,
iyi ve olgun kimseler, fazilet ve kemal sahipleri.
[431] Sâriye b. Züneym
(ö. 30/650-51), Hz. Ömer’in kumandanlarından. Hz. Ömer, Sâriye’ye Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî, Süheyl b. Adî, Ahnef b. Kays, Mücâşî b. Mes‘ûd ve Osman b. Ebü’l-Âs
ile birlikte sancak vererek İran cephesine gönderdi. Nihâvend zaferinden sonra
Fesâ ve Darabcird’in fethiyle görevlendirilen Sâriye 23 (643-44) yılında büyük
bir düşman ordusuyla karşılaştı. Çarpışmalar esnasında yenilgiye uğramak üzere
iken, “Yâ Sâriye, el-cebel, el-cebel!” (Sâriye, dağa çekil dağa) diye bir ses
duyunca askerlerini vadiden dağa çekti. Bu olayın Nihâvend’de meydana geldiğine
dair rivayetler de vardır.
[432] el-Fecr,
89/27-30.
[433] el-Burûc, 85/16.
[434] el-Cuma, 62/4.
[435] el-Enfal, 8/40.
[436] “Güç ve kuvvet,
sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”
[437]
el-İmamü’l-A’zamü’l-Kebir (ö. 150/767), Hanefî mezhebinin imamı, büyük
müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde
önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur.
Kaynaklar Ebû Hanîfe’nin kanaatkâr, cömert, güvenilir, âbid ve zâhid bir kişi
olduğunda, bütün ticarî işlem ve beşerî ilişkilerinde bu özelliklerinin açıkça
görüldüğünde görüş birliği içindedir. Kazancına haram ve şüpheli gelir
karıştırmamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağı Hafs b. Abdurrahman’ın
defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata satması üzerine o parti maldan
alınan bütün parayı dağıttığı söylenir. Ebû Hanîfe derin fıkıh bilgisinin yanı
sıra, inandığını ve doğru bildiğini söylemekten ve onun mücadelesini vermekten
çekinmeyen güçlü cesarete de sahipti. Hayatı bu yönüyle de mücadele içinde
geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmıştır.
[439] Telmih: Şiir veya
nesirde söz arasında herkes tarafından bilinen bir olaya, kıssa, fıkra vb.ne
işaret etme şeklindeki edebî sanat.
[440] Telvih: Gerekli
şeylerden bahsedip maksadı dolambaçlı olarak anlatmak sûretiyle yapılan ve bir
kinâye türü olan söz sanatı.
[441] Tirmizi, “İlim”
19; İbn Mace, “Zühd” 15.
[442] el-Kalem, 68/4.
[443] en-Neml,
27/18-19.
[444] es-Sebe, 34/12.
[445] Rahîm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Âhirette mümin kullarına acıyan, merhamet
eden” anlamına gelir.
[446] el-Müddessir,
74/31.
[447] İmam Mâlik,
“Hüsnü’l-Huluk” 16; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 14/667.
[448] el-Mücadele,
58/12.
[449] Mevâcîd: Vecd
hâlleri, kalbî zevk veren istiğrak halleri.
[450] Vâcid: Vech
sahibi, Allah’tan bir lutuf şeklinde kalbe gelen coşkunluk ve istiğrak hâlini
yaşayan kimse.
[451] Mütevâcid: Sahte
ve yapma olarak vecde gelen.
[452] İstanbul Şehzâde
Sultan Mustafa Cami vaizi, Sultan Sarayı muallimiydi. H.1020’nin Muharrem
ayında (Mart/Nisan 1611) vefat etti. Evi, Divan Yolu üzerinde Ayasofya’nın
kapısının karşı tarafınday- dı. Vefatından sonra evinde kızı eşiyle birlikte
orada kaldı. Onun da H.1068’de (1657/1658)
vefatından sonra bu fakir, Allah
Teâlâ’nın lütfuyla o evde kaldı. Şu
anda [H.1089 (1678/1679) itibariyle] orada kendisine hayr dua edilen
Şemseddîn-i Mehmed Emîn İbnü’ş-Şeyh Mehmed b. Müyesserü’l-Ümmî Gâzî İbrahim
kalmaktadır. Allah Teâlâ onun kusurlarını bağışlasın.
[453] Mecmaü’l-Bahreyn:
Hz. Muhammed’in miraçta Allah’a olan yakınlığını bildiren ve Necm sûresinin 9.
âyetinde “iki yay mesafesi kadar, hatta daha da yakın” şeklinde ifâde edilen
“kâbe kavseyn” makamı veya yaratılmışlarla yaratanın bir görüldüğü cem’-i vücud
mertebesi, iki denizin birleştiği yer.
[454] Muhyi’l-Kemâlât:
Manevi hasletleri, olgunlukları ihya eden.
[455] Hayy: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “yaşamak, diri ve canlı olmak”
anlamına gelen hayât (hayevân) kökünden sıfat olup “diri olan, yaşayan”
demektir. Esmâ-i hüsnâ olarak “Bütün varlıkların hayat kaynağı, ebedî ve hakikî
hayat sahibi” anlamına gelir.
[456] Kayyûm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Kendi zâtı ile kaim olan, varlığında ve
varlığının devamında her şey kendisine muhtaç olduğu halde kendisinin hiçbir
şeye ihtiyacı olmayan, bütün mahlûkatı var kılıp varlığını devam ettiren”
anlamına gelmektedir.
[457] Sivas’ta belli
bir süre kaldıktan sonra Mültekâ el-Ebhur’u şerh etti. Usûl konusunda
icazetliydi. Elinin uzanmadığı bir ilim yoktu. Özellikle Fıkıh Usûlü’nde
uzmanlaşmıştı. Şeyhü’l-İslâm Yahya b. Zekeriyya onu takdir eder, Sivas’ta ona
birçok ikramda bulunulurdu. Sultan Murad Han, “Bu dönemde İslâm beldelerinde
bu değerli müftünün akranı bulunmaz.” derdi.
[458] Tasnif: Kitap
tertip etme, kitap yazma.
[459] Bilâl-i Habeşî
(ö. 20/641), Hz. Peygamber’in ilk müezzini olan sahâbî.
[460] Emlak nahiyesi:
Akdağ ve Aliki nahiyelerinin doğusunda Kızılırmak sağ kıyısında bulunan 62
köyden müteşekkildir. Ağcaşehir,
Alınpınarı, Bağcecik, Çepni,
Pınarbaşı, Saruabdal, Tekmen, Viranşehir ve Yenice belli başlı köyleridir.
[461] Şeyh Ömer
Efendi’nin babasıdır. Şeyh Ömer Efendi, Mısır’da Sü- leymaniye Camii vaizi
olarak bilinmektedir. Hicri 1070’te (1659/1660) vefat etti ve Sofular Camii
haziresine defnedildi. Allah Teâlâ onun sırrını mukaddes kılsın.
[462] İstihrac: Sonuç
ve anlam çıkarmak.
[463] Arabî ilimler:
Fıkıh, kelam, nahiv, kitabet, şiir ve tarih vb. ilimler.
[464] Kaza: Davaları
görme ve hükme bağlama işi, kadının ve hâkimin görevi, yargı.
[465] Habîb-i Karamânî
(ö. 902/1496), Anadolu’da faaliyet gösteren ilk Halvetî şeyhlerinden. Niğde
yakınlarındaki Ortaköy kasabasında doğdu. Anne tarafından Hz. Ebû Bekir, baba
tarafından Hz. Ömer soyundan geldiği rivayet edilir. Habib Karamânî’nin,
Halvetiyye tarikatının pîr-i sânîsi Yahyâ-yı Şirvânî’ye intisap etmek için memleketinden
ayrılmıştır. Lâmiî’nin verdiği bilgiye göre Şirvan’a vardığında Seyyid
Yahyâ’nın dervişleriyle karşılaşmış, onlara, “Şeyhiniz bana bir günde mevlâmı
gösterebilir mi?” diye sorunca şeyhin kıdemli müridlerinden Hacı Hamza
Efendi’den şiddetli bir tokat yiyerek yere düşmüştür. Durumu öğrenen Yahyâ-yı
Şirvânî onu huzuruna çağırıp, “Dervişler gayretli olur, aldırma” diyerek gönlünü
almış ve kendisini dervişliğe kabul etmiştir.
[466] Huzur: Cenab-ı
Hakk’ın varlığının her şeyi kaplayıp başka şeye yer bırakmayacak şekilde
hissedildiği makam.
[467] Şühûd: İlahî
tecellilere şahit olma, mana âlemini seyretme.
[468] Vedûd: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “sevmek, muhabbet etmek”
anlamındaki vüdd kökünden türemiş mübalağa bildiren bir sıfat olan vedûd “çok
seven, çok sevilen” demektir. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “sâlih kullarını çok
seven ve onlar tarafından çok sevilen” manasına gelir.
[469] Şehîd: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “bir şeyin mahiyetine vâkıf olmak,
onu bilmek, sözle ifade etmek” anlamındaki şehâdet kökünden türeyen şehîd
“kesin olarak bilen, bildiğini haber verme konusunda güvenilen kimse” demektir.
Bu kelime Allah’a nisbet edildiğinde “her şeyi gözetlemiş gibi bilen, hiçbir
şey ilminden gizli kalmayan” manasına gelir.
[470] Gaybet: Kalbe
gelen feyiz ve tecellinin çokluğu sebebiyle maddiyat âlemine ait hallere karşı
duyarlığı kaybetme durumu, çevresinin ve kendisinin ne yaptığını fark edemez
hâle gelme, halkın hâlinden ve eşyadan haberi olmama.
[471] Masiyet: İtaatten
çıkma, günah işleme, bir davranıştan imtina etme.
[472] Mevali: Osmanlı
devlet teşkilatında yüksek dereceli kadılıklar için kullanılan mevleviyet
pâyesine erişmiş üst seviyedeki ilim adamları, mollalar, büyük kadılar.
[473] Varidat: Sâlikin
kalbine ansızın gelen haller, ilhamlar.
[474] Kutbu’l-Aktâb:
Sözlükte kutb kelimesi (çoğulu aktâb) “değirmenin mili, eksen demiri, eksen;
gökyüzünün kuzey yarım küresinde bulunan yıldız, bir topluluğun yöneticisi”
gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise “veliler zümresinin başkanı, dünyanın ve
âlemin mânevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî” mânasında kullanılmış,
onun işgal ettiği makama da kutbiyyet denilmiştir. Ayrıca kutbun yönetimi
altında bulunduğuna inanılan çeşitli makamlardaki veliler her birinin
başkanına da kutub adı verilir. Bu durumda birinci anlamdaki kutbu öbürlerinden
ayırmak için ona kutbü’l- aktâb denilir.
[475] en-Nisa, 4/69.
[476] Hakîm: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “iyileştirmek amacıyla menetmek,
düzeltmek, hükmetmek” anlamına gelen hükm masdarından sıfat olup “hüküm ve
hikmet sahibi” demektir. Kelime Allah’a nisbet edilince “bütün sözleri ve
fiilleri adalete, ilme ve teenniye (hilm) uygun olan” manâsını kazanır.
[477] Tahdis:
Memnuniyetini sözle ifade edip teşekkürünü bildirme, şükretme, söyleme.
[478] ed-Duha, 93/11.
[479] Mısrî Ömer
Efendi’nin (k.s.) babasıdır.
[480] Resûlullah (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), Hz. Ali (k.v.), Hasanü’l-Basrî (r.a.), Habibü’l- Acemî
(r.a.), Dâvûd et-Tâî (r.a.), Ma’rûf el-Kerhî (r.a.), el-Cüneyd el-Bağdâdî
(r.a.), Hammad ed-Dineverî (r.a.), Necibüddin es- Sühreverdî (r.a.), Kutbuddîn
(r.h.), Rüknüddîn en-Necâşî (r.a.), Şihâbüddin es-Sühreverdî (r.a.), Cemalüddîn
(r.a.), Zâhid el-Kîlânî
(r.a.), Ahî Meram el-Halvetî (r.a.),
İzzzüddîn el-Halvetî (r.a.), Sad- ruddîn el-Cibâmî (r.a.), Seyyid Yahya
eş-Şirvânî (r.a.), Yusuf el- Mahdûm (r.a.), Şeyh Rukayye (r.a.), Şeyh Kubâd
(r.a.), Şeyh Ab- dülmecîd eş-Şirvânî (r.a.), Abdülehad en-Nûrî (r.a.), Mehmed
Emîn (r.a.).
[481] Tuzla: Kıyılarda,
tava denilen havuzlara deniz veya göl suyu akıtıldıktan sonra kurutularak tuz
çıkarılan yer.
[482] Mennân: Allah’ın
sıfatı olarak, kullarına hadsiz hesapsız nimetler veren, sınırsız iyilik ve
ihsanda bulunan anlamına gelir.
[483] Muîd:
Medreselerde müderris yardımcısına verilen ad.
[484] Mülazım: Osmanlı
ilmiye teşkilatında müderris olabilmek için belli bir süre çalışan medrese
mezunu.
[485] Sabit-kadem:
Verdiği karardan ve sözden dönmeyen, kararında sebat eden.
[486] el-Fecr,
89/29-30.
[487] el-Hamîd:
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Hamîd kelimesi “iyilik, güzellik ve
erdemlilikle niteleyip övmek” anlamındaki hamd masdarından sıfat olup “övülen,
övgüye lâyık bulunan”, ayrıca “öven” manâlarına gelir. Âlimlerin çoğu, esmâ-i
hüsnâdan biri olarak hamîdin ilk anlamına öncelik vermiştir. Ebû Mansûr el-
Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’ının bir
yerinde hamîdi “kendisine hiçbir yerginin yönelmediği varlık” (vr. 374b), bir
başka yerinde de “dıştan bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık bulunan”
diye tanımlamıştır.
[488] el-Mecîd:
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “asil, şerefli ve seçkin
olmak” anlamındaki mecd (mecâde) kökünden türeyen mecîd “asil, şerefli, cömert
olan” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “yetkinliğin karşıtı olan her türlü
nitelikten münezzeh, lutuf ve ikramı bol” anlamına gelir.
[489] Füru: Asıldan
ayrılan kollar; ikinci derecede olan önemsiz meseleler.
[490] Sünen-i revâtib:
Belli düzen ve devamlılık içinde kılınan sünnet.
[491] Melik: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “mâlik ve sahip olmak, elinin
altında bulundurup tek başına tasarruf etmek” manâsındaki mülk (melk, milk)
kökünden türemiş bir sıfat olan melik “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi”
demektir.
[492] Muîd:
Medreselerde müderris yardımcısına verilen ad.
[493] Tahdis-i nimet:
Nimete şükretme, memnuniyetini dile getirme.
[494] el-En’am, 6/79.
[495] el-Müddessir,
74/50-51.
[496] Âl-i İmran,
3/194.
[497] es-Saffat,
37/170-173.
[498] el-Ahzab,
33/10-11.
[499] el-Kamer, 54/20.
[500] el-Kasas, 28/83.
[501] el-Bakara, 2/249;
el-Enfal, 8/66.
[502] Habîr: Allah’ın
isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “bir nesneyi gereğince bilmek için
yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” anlamına gelen hubr
(hibre) masdarından sıfat olup “bilen, bir nesnenin mahiyetine ve iç yüzüne
vâkıf olan” demektir. Allah’a nisbet edilen “hubr” kavramında, duyularla algılanmış
gibi her şeyin gerçekliğinden ve genellikle insanlara gizli kalan iç yüzünden
haberdar olma manası mevcuttur.
[503] el-Fâtır 35/34.
[504] Âl-i İmran,
3/126.
[505] en-Neml,
27/30-32.
[506] Vefatından önce
şunu söyledi: “Şems tûlandı deyû unutmasun ih- vân-ı dîn/ Kabrimi gelüp ziyaret
edene çok çok selâm.”
[507] el-En’am 6/79.
[508] Tehlil: Kelime-i
tevhîdi, “Lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme.
[509] Tebcil: Ululama,
saygı gösterme.
[510] Tekvîr: Toplamak,
cem olmak.
[511] Tebtîl: Tamamen
Hakk’a yönelmek.
[512] Burada şu âyet-i
kerimeye gönderme vardır: “Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere kondur. Sen,
konuk edenlerin en hayırlısısın, de.” el-Mü’minun, 23/29.
[513] Allah Teâlâ’nın
sonsuz nimetleri dolayısıyla Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Hicri 1002 (1593/1594)
senesinde kitabın yazarının zaviye ve kabrini ziyaret ettim. Neden Allah
Teâlâ’ya hamd etmeyeyim, bu menakıbın yazarının kabri, mübarek ayakların olduğu
taraftadır ki, burada duasının kabul olduğu söylenir. Allah Teâlâ’dan orada yaptığım
duanın kabul olmasını ümit ediyorum. Orada hangi dua edilirse edilsin, orada
samimiyetle dua edenlerin duası geri çevrilmemiştir. “Rabbimiz! Bize
dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” el-Bakara,
2/201.
[514] el-Araf, 7/4.
[515] Âl-i İmran,
3/140.
[516] el-Bakara, 2/249.
[517] İbrahim, 14/27.
[518] el-Mâide, 5/1.
[519] el-Bakara, 2/205.
[520] el-Kamer, 54/7.
[521] Cife: Kokmuş
ceset, leş.
[522] el-En’am, 6/57;
Yusuf, 12/40; Yusuf, 12/67.
[523] el-Bakara, 2/156.
[524] en-Necm,
53/39-40.
[525] Ebû Amr el-Basrî
(ö. 689-771), Yedi kıraat imamından biri, Arap dili ve edebiyatı âlimi. İbn
Mücâhid’in değerlendirmesine göre Ebû Amr kıraatini icra ederken tekellüften
sakınmış, cevaz ölçülerini aşmamak şartıyla olabildiğince mübalağasız ve sade
(tahfîf ile) okumuştur.
Burada kastedilen kişi Hasan
el-Basrî’dir. Kendisi, tâbiûn döneminin en büyük âlimidir. 728’te (ö.
1327/1328) vefat etmiştir.
[527] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
3/150; Tirmizi, “Daavât” 82.
[528] el-Beyyine, 98/5.
[529] Sahih hadis
kaynaklarında bu ifade bulunamamıştır. Şu kaynakta zikredilmiştir: ٨00 1111 202122
01-(000111, Târîhu 000101 1-250ا fit-
.346 ,(1297
٤/71410)
مأج0710-1
6 101011711
[530] İmameyn: İki
imam. Biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velidir. Sağdaki melekût
âlemine, soldaki ise mülk âlemine bakar.
[531] Nücebâ: Necipler,
soylular. Kırk kişidirler. Halkın işlerini yürütmekle meşguldürler. Sadece
başkaları hakkında tasarrufta bulunurlar. Hakk’tan başkasına nazar etmezler.
[532] Nükebâ: Nakibler,
denetçiler. Nefsin gizliliklerini açığa çıkaranlardır. Allah’ın Bâtın ismine
mazhar olduklarından halkın iç hallerine vakıf olurlar. On iki kişidirler,
sayıları azalmaz ve artmaz. On iki burç feleğin sayısı kadardırlar. Onlar öyle
bir malûmata sahiptirler ki bir adamın yerdeki ayak izini gördükleri zaman onun
kötü yara- tılışlı mı yoksa güzel ahlâklı mı olduğunu anlarlar.
[533] “Allah’ım!
Bizleri, en mükemmel vuslat şekli olan bu ikinci sınıf ehlinden eyle.”
[534] “Allah’ın izniyle
Allah’tan halka irşad ve davet için dönen” demektir.
[535] el-Ahzab,
33/45-46.
[536] Ehl-i rüsum:
Sadece suretleri olan, bâtınları kötü olan kimseler.
[537] Teberrüken: Uğur
sayarak, itibar ederek, edebe uyarak.
[538] Şeyhü’ş-Şüyuh:
Şeyhlerin şeyhi.
[539] Ebü’l-Vefâ
el-Bağdâdî (1026-1107), Anadolu’daki bazı sosyal-dinî hareketlerde önemli rol
oynayan Vefâiyye tarikatının kurucusu. Tahsilinin önemli bir kısmını Bağdat’ta
yaptıktan sonra Buhara’ya gitmiş, dinî ilimleri öğrenerek tekrar Bağdat’a
dönmüş, burada Ebû Muhammed eş-Şünbükî’ye intisap etmiştir. Uzun süre
hizmetinde bulunduğu şeyhi, kendisine karşı gösterdiği vefa ve sadakatinden
dolayı ona “Ebü’l-Vefâ” künyesini vermiştir. Ebü’l-Vefâ, Ebû Mu- hammed
eş-Şünbükî’nin vefatından sonra onun yerine geçti ve hemen her tabakadan pek
çok sayıda mürid edindi.
[541] Leyl sûresi 1.
âyet: “(Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye and olsun.”
[542] Eser, 103–113
varaklar arasında yer almaktadır.
[543] Sivasî, Risâle
fî usûli’l-Halvetiyye, 1a.
[544] Yusuf 12/53.
[545] Zuhruf 43/36.
[546] Sivasî, Risâle,
1.
[547] Sivasî, Risâle,
1–2.
[548] Burada Tahrim
66/8 ayetinde belirtilen tövbeye işaret edilmiştir. Ayetin meali şöyledir: “Ey
iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin
kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri
utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.
Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da ey Rabbimiz! Nurumuzu
tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kadirsin, derler.”
[549] Sivasî, Risâle,
2.
[550] Sivasî, Risâle,
2.
[551] el-Bakara 2/138.
[552] Sivasî, Risâle,
2.
[553] el-Bakara 2/69.
[554] Âyette kastedilen
sarı renk kelimenin yapısı gereği kırmızı çalan bir renk anlamındadır. Zaten
sarı ve kırmızı renk arasındaki ton açısından çok yakın bir durum vardır.
[555] Taha 20/10.
[556] Sivasî, Risâle,
2.
[557] en-Nahl 16/9.
[558] Sivasî, Risâle,
2–3.
[559] er-Rum 30/30.
[560] er-Rahman 55/19.
[561] “De ki: Hak
geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur.” el-İsra 17/81.
[562] er-Ra’d 13/28.
[563] Meryem 19/50.
[564] er-Ra’d 13/9.
[565] Sivasî, Risâle,
5–6.
[566] el-Burûc 85/16.
[567] el-Hadîd 57/4. Bu
ayetin işârî yorumu için bk; Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu
(İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1998), 268.
[568] Sivasî, Risâle,
6.
[569] Sivasî, 1215010,
7.
[570] el-Hac 22/63.
[571] Enam 6/122.
[572] Sivasî, Risâle,
s.7.
[573] Meryem 19/55.
[574] el-Araf 7/196.
[575] Taha 20/108.
[576] el-İnsan 76/21.
[577] Sivasî, Risâle,
8–9.
[578] el-Mü’min 40/16.
[579] Sivasî, Risâle,
9.
[580] Sivasî, Risâle,
9–10.
[581] Sivasî, Risâle,
11.
[582] Sivasî, Risâle,
11.
[583] “O'nun benzeri
olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür” (Şura 42/11) âyetini
sıklıkla tekrar eder. Sivasî, Risâle, 12.
[584] el-Kasas 28/88.
[585] Sivasî, Risâle,
12-13.
[586] Enam 6/103.
[587] Sivasî, Risâle,
13.
[588] el-Bakara 2/60.
[589] Sivasî, Risâle,
13–14. Recep Efendi’nin üstadı Şemseddin Sivasî de on iki isimle müritlerini
terbiye ile meşgul olmuştur. Rahmi Serin, İslam Tasavvufunda Halvetilik ve
Halvetiler (İstanbul: Petek Yayınları, 1984), 126–127.
[590] Sivasî, Risâle,
14-15.
[591] Sivasî, Risâle,
16.
[592] Sivasî, Risâle,
17.
[593] Sivasî, Risâle,
17.
[594] Nisa 4/113.
[595] Sivasî, Risâle,
7-19.
[596] ez-Zuhruf 43/36.
[597] el-Bakara 2/138.
[598] Aşkın tesiri ile
şaşkınlık içinde kalmak.
[599] Derin düşünce ve
Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalbine gelen bir hâldir. Ethem
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü (İstanbul: Anka
Yayınları, 2005), 259–260.
[600] el-Bakara 2/69.
[601] el-Kasas 28/29.
[602] en-Nahl 16/9.
[603] Âyetin devamı şu
şekildedir: “Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur.
Fakat insanların çoğu bilmezler.” Rum 30/30.
[604] er-Rahman 55/19.
[605] Buharî, “Ezan” 7;
Müslim, “Salât” 12.
[606] el-İsra 17/81.
[607] er-Rad 13/28.
[608] el-İsra 17/81.
[609] Bu ifadeyi
ayetlerde bulamadık. Bu ifadeye yakın olarak Meryem Suresi’nin elli ikinci
âyetinde şu ifade geçmektedir: نََِيًّا وَقَـرَّبْـنَاهُ
“Onu, özel konuşmak için yaklaştırdık.” Meryem 19/52.
[610] er-Rad 13/9.
[611] el-Burûc 85/16.
[612] el-Kehf 18/26.
[613] el-Hadid 57/4.
[614] Taha 20/111.
[615] el-Fecr 89/27–30.
[616] el-Hac 22/63.
[617] el-Enam 6/122.
[618] el-Hicr 15/29.
[619] el-İnsan 76/21.
[620] el-Bakara 2/257.
[621] el-Araf 7/196.
[622] Tâ-Hâ 20/108.
[623] el-İnsan 76/21.
[624] en-Nahl 16/53.
[625] el-Mü’min 40/16.
[626] el-Araf 7/54.
[627] el-Mü’minûn
23/12.
[628] Bu ifadeye en
yakın rivayet “Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir” şeklinde Ebû
Hureyre’den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, tah. Muhammed Cemil
el-Utar (Beyrut: Daru’l-fikr, 1994), 3/Hadis Nu: 7995.
[629] el-Hucurat 49/16.
[630] Hadid 57/3.
[631] eş-Şura 42/11.
[632] el-Enfal 8/40.
[633] el-Kasas 28/88.
[634] er-Rahman
55/19–20.
[635] el-En’âm 6/103.
[636] el-Kâf 50/16.
[637] el-Bakara 2/60.
[638] el-Bakara 2/148.
[639] el-Bakara 2/189.
[640] Sivâsî, Necmü’l-hüdâ,
51b.
[641] Buhârî, “Ezan”,
89; Müslim, “Mesâcid”, 147.
[642] Buhari, “Deavat”,
9; Müslim, “Müsafirin”, 181.
[643] Müslim, “Salât”,
222.
[644] Buhârî, ,
6-206012 1-77113/0764, 665.
[645] Buhari, “İmân”,
34; Müslim, “İmân”, 8.
[646] Ebû Davud,
“Edeb”, 110; İbn Mâce, “Duâ”, 14; Tirmizî, “De’avât”, 13.
[647] Buhârî, “Enbiyâ”,
13; İbn Mâce, “Tıbb”, 36.
[648] Müslim, “Zikir”,
55.
[649] Buhârî,
“Teheccüd”, 1.
[650] Buhârî, “Tevhîd”
8; Müslim, “Müsâfirîn”, 199.
[651] Müslim, “Zikir”,
73.
[652] Buhârî, “Kader”,
13; Müslim, “Zikir”, 53.
[653] Buhârî, “Deavât”,
2, 16; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 100-101.
[654] Buhârî, “Vudû”
75; “Daavât”, 6; Müslim, “Zikr”, 56-58.
[655] el-Bakara 2/255.
[656] Müslim, “Zikir”,
79; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 24.
[657] Fatiha 1/1-5.
[658] el-Bakara 1-5.
[659] el-Ahzâb 52/56.
[660] el-Bakara 2/201.
[661] el-Bakara 2/259.
[662] el-Bakara
2/285-286.
[663] Âl-i İmran 3/8-9.
[664] Âl-i İmran
3/16-18.
[665] Âl-i İmran
3/26-27.
[666] Âl-i İmran 3/33.
[667] Âl-i İmran 3/53.
[668] Âl-i İmran 3/147.
[669] Âl-i İmran
3/193-194.
[670] en-Nisa 3/69-70.
[671] el-Mâide 5/114.
[672] el-Enâm 6/1-3.
[673] el-Enâm 6/59.
[674] el-Enâm 6/79.
[675] el-Enâm 6/83-87.
[676] el-Enâm
6/162-163.
[677] el-Arâf 7/23.
[678] el-Arâf 7/89.
[679] el-Arâf 7/156.
[680] el-Enfâl 8/40.
[681] et-Tevbe 9/119.
[682] et-Tevbe 9/129.
[683] Yunus 10/25-26.
[684] Yûnus 10/109.
[685] Hûd 11/56.
[686] Hûd 11/61.
[687] Hûd 11/88.
[688] Hûd 11/112-115
[689] Yusuf 12/64.
[690] Yusuf 12/101.
[691] er-Ra’d 13/28-29.
[692] İbrahim 14/38-39.
[693] el-Hicr 15/87-98.
[694] en-Nahl 16/97.
[695] en-Nahl
16/127-128.
[696] el-İsra
17/110-111.
[697] Benzer ayet,
el-Ahzab 33/42.
[698] el-Kehf 18/10.
[699] el-Kehf 18/65.
[700] el-Kehf 18/110.
[701] Meryem 19/2-6.
[702] Meryem 19/33-34.
[703] Meryem 19/56-57.
[704] Ta-Ha 20/111-113.
[705] el-Enbiya 21/89.
[706] el-Hac 22/ 78.
[707] el-Mü’minûn
23/97-98.
[708] en-Nûr 24/52.
[709] el-Furkân 25/58.
[710] eş-Şuara
26/83-86.
[711] eş-Şuara
26/86-89.
[712] en-Neml 27/15.
[713] el-Kasas 28/88.
[714] el-Ankebût 29/69.
[715] er-Rûm 30/17-19.
[716] er-Rûm 30/43.
[717] Lokman 31/22.
[718] es-Secde
32/18-19.
[719] el-Ahzâb
33/41-42.
[720] Sebe 34/39.
[721] el-Fâtır
35/34-35.
[722] Yâsîn 36/1-9.
[723] Yâsîn 36/83.
[724] es-Saffât
37/180-182.
[725] es-Sâd 38/30-48.
[726] ez-Zümer 39/75.
[727] el-Mü’min 40/1-3.
[728] el-Mü’min 40/44.
[729] el-Fussilet
41/30-33.
[730] eş-Şûrâ 42/25.
[731] ez-Zuhrûf 43/84.
[732] ed-Duhân 44/1-7.
[733] el-Câsiye
45/36-37.
[734] el-Ahkâf 46/15.
[735] el-Fetih
48/27-29.
[736] el-Hucurâr 49/13.
[737] el-Kâf 50/36-37.
[738] ez-Zâriyât
51/15-19.
[739] ez-Zâriyât
51/15-21.
[740] ez-Zâriyât
51/56-59.
[741] et-Tûr 52/48-49.
[742] en-Nahl 16/125.
[743] el-Kamer 54/10.
[744] el-Kamer
54/54-55.
[745] er-Rahmân
55/26-27.
[746] el-Vâkıa
56/76-80.
[747] el-Haşr 22-25.
[748] el-Mümtehine
60/4.
[749] el-Saff 61/4.
[750] el-Münâfikûn
63/8.
[751] et-Teğâbün 64/14.
[752] et-Talak 65/3.
[753] et-Tahrim 66/8.
[754] el-Mülk 67/28-30.
[755] el-Kalem
68/48-52.
[756] el-Hâkka 69/52.
[757] el-Meâric
70/38-39.
[758] Nûh 71/28.
[759] Cin 72/23.
[760] el-Müzzemlik
73/8-10.
[761] el-Müddessir
74/56.
[762] Kıyâmet 75/23-24.
[763] el-İnsan
76/25-27.
[764] el-Mürselât
77/42-45.
[765] el-Mürselât
77/50.
[766] en-Nebe 78/39-40.
[767] en-Nâziât
79/40-41.
[768] Abese 80/38-42.
[769] et-Tekvir 81/29.
[770] el-İnfitar
82/10-13.
[771] el-Mutaffifîn
83/22-28.
[772] el-İnşikâk
84/7-9.
[773] el-Burûc
85/14-16.
[774] et-Târık 86/5-7.
[775] el-A’lâ 87/14-19.
[776] el-Ğâşiye
88/8-16.
[777] el-Fecr 89/27-30.
[778] el-Beled 90/4-7.
[779] eş-Şems 91/1-15.
[780] el-Leyl 92/1-21.
[781] ed-Duha 93/1-11.
[782] el-İnşirâh
94/1-8.
[783] et-Tîn 95/1-8.
[784] el-Kadir 97/1-5.
[785] el-Alak 96/1-19.
[786] el-Beyyine
98/1-8.
[787] el-Âdiyât
100/1-11
[788] el-Kâria
101/1-11.
[789] et-Tekâsür
102/1-8.
[790] el-Asr 103/1-3.
[791] el-Hümeze
104/1-9.
[792] el-Fil 105/1-5.
[793] el-Kureyş
106/1-4.
[794] el-Mâûn 107/1-7.
[795] el-Kevser
108/1-3.
[796] el-Kâfirûn
109/1-6.
[797] en-Nasr 110/1-3.
[798] Tebbet 111/1-5.
[799] el-İhlâs 112/1-4.
[800] el-Felak 113/1-5.
[801] en-Nâs 114/1-6.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder