İsmail Hakkı Bursevî 1. Bölüm
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatının
kronolojik bir düzen içerisinde, kapsamlı bir şekilde incelenmesi, onun Osmanlı
dönemi tasavvuf ve ilim hayatındaki müstesna (istisnai) yerini daha net bir
şekilde ortaya koyacaktır. İsmail Hakkı Efendi, çok yönlü bir âlim, mutasavvıf,
müfessir ve şair olarak, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel ortamına dinamik
bir anlayışla hizmet etmiş önemli bir şahsiyettir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı, kendi
eserleri (özellikle Kitâbu'n-Netîce, Divan, Tamâmü'l-Feyz
ve Silsilenâme-i Celvetiyye/Kitâbü’s-Silsile gibi) başta olmak üzere,
sonraki araştırmaların temel kaynağı olmuştur.
I. Doğumu, Ailesi ve İlk Tahsil Yılları (1653-1674)
1. Doğum ve Aile Kökeni: İsmail
Hakkı Efendi, Zilkade 1063 (Eylül 1653) senesinde, Pazartesi günü (Bazı
kaynaklarda 14 Eylül 1653 veya 1652 olarak da zikredilir), günümüzde
Bulgaristan sınırları içinde kalan eski Edirne vilayetine bağlı Aydos
kasabasında dünyaya gelmiştir. Kendisine ailesi tarafından "İsmail" ismi verilmiş olup,
şiirlerinde kullandığı "Hakkı" mahlası (edebî takma isim) zamanla
ismiyle bütünleşmiştir. Uzun süre Bursa'da ikamet etmesi ve orada vefat
etmesi sebebiyle "Bursevî" nisbesi (lakabı) ile meşhur olmuştur.
Ayrıca Aydos'ta doğduğu için "Aydosî", Üsküdar'da bir müddet kaldığı
için "Üsküdârî" ve Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de
"Celvetî" nisbeleriyle anılmıştır. Babası Mustafa Efendi aslen
İstanbullu olup, H. 1062 senesinde (1652) İstanbul Aksaray’daki evinin Esir
Hanı'nda çıkan büyük bir yangında yanması üzerine ailesiyle birlikte zorunlu
olarak Aydos'a göç etmiştir. Annesi Kerîme Hanım'dır. İsmail Hakkı, gerek baba gerekse anne tarafından
soyunun Peygamber sülalesine (Şeceresinin Hazreti Muhammed'e kadar uzandığını)
dayandığını ifade etmiştir.
2. Yetişmesi ve Eğitimi: İsmail
Hakkı henüz üç yaşındayken, babası tarafından Celvetiyye tarikatı şeyhi Osman
Fazlı İlâhî Hazretleri'nin (vefatı: 1102/1691) huzuruna getirilmiş ve şeyhin
dua ve iltifatına mazhar olmuştur. On yaşında, Osman Fazlı Efendi'nin Edirne'de
bulunan talebesi Abdülbaki Efendi'nin terbiyesi altına girmiş ve yedi sene
boyunca kendisinden dinî ve fennî (bilimsel) bilgiler almıştır. Tahsili
sırasında okuduğu kitapları bizzat kendi el yazısıyla istinsah (kopya)
etmiştir. Edirne'de icâzetini (diplomasını) aldıktan sonra, ilmini ilerletmek
ve tasavvufa intisap etmek (girmek) amacıyla İstanbul'a gitmiş ve Osman Fazlı
Efendi'ye mürid olmuştur.
II. İlk Görev Yerleri ve Toplumsal Mücadele Dönemi (1675-1685)
1. Üsküp Halifeliği ve Çatışmalar
(1675-1685): İsmail Hakkı, yirmi yaşında Bursa'da ilk hocalık görevine
başlamış (1675) ve 1086 (1675-76) yılında şeyhi tarafından Celvetî halifesi
olarak tayin edilerek Üsküp'e gönderilmiştir. 1676'da, Üsküp'te yerleşik
İstanbullu bir şahıs olan Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hatun ile evlenmiştir.
(Kaynaklarda Afife Hanım'ın ilk eşi olabileceğine de değinilir). İsmail
Hakkı'nın en az beş kez evlendiği aktarılmaktadır. Vefatından yirmi üç yıl
sonra ölen eşi ise Âişe Hanım'dır. Üsküp'te bulunduğu dönemde gayr-i meşrû
(İslâm hukukuna aykırı) davranışlarda bulunan Üsküp halkını irşad (doğru yolu
gösterme) etmek maksadıyla vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur. Dinamik bir
tasavvuf anlayışıyla halkın hizmetine koşmuş, memleketin derdiyle hemdert olmuş
ve haksızlıklara karşı mücadele etmiştir (1682-1688 yılları arasında). Ancak bu
eleştiriler ve tenkitler, Üsküp'ün ileri gelenleriyle (kadı ve müftü dahil)
arasında soğukluğa ve husumete yol açmıştır. Hatta müftü ve yandaşları
tarafından ölümle bile tehdit edilmiştir. Şikayetler üzerine şeyhi Osman
Fazlı'dan gelen tavsiye doğrultusunda bir süre susmuş, ancak daha sonra şeyhi,
Köprülü'ye tayin edilmesiyle bu çatışmalar son bulmuştur.
2. Köprülü ve Ustrumca Dönemleri:
Köprülü'ye tayin edilen İsmail Hakkı, burada on dört ay kalmıştır. Ardından
Ustrumca halkının daveti üzerine şeyhinden izin alarak oraya gitmiştir.
III. Bursa'daki Uzun ve Verimli Dönem (1685-1722)
1. Bursa'ya İntikali ve İlk Sıkıntılar
(1685): 1096 H./1685 M. yılında, Osman Fazlı'nın Bursa'daki halifesi
Sunullah Efendi'nin vefatı üzerine, İsmail Hakkı, hayatının en uzun ve en
verimli dönemini geçireceği Bursa'ya halife (temsilci) olarak tayin edilmiştir.
Bu tayin esnasında eşi Ayşe Hanım, Rumeli'yi bırakıp Bursa'ya gitmeyi kabul
etmekte zorlanmış. İsmail Hakkı, şeyhinin emrine muhalefet edemeyeceğini
belirterek eşini ikna etmiş ve 1096 Cumâde'l-âhir (Mayıs ortaları 1685) bir
Cumartesi günü Bursa'ya varmışlardır. Bursa'daki ilk günleri zahmet ve mahrumiyetle
geçmiştir. Oturacak ev ve çocukların geçimi konusunda sıkıntılar yaşamış, hatta
geçimlerini sağlamak için bazı kitaplarını ve teşbihini (tespihini) satmak
zorunda kalmıştır. Bu dönemde, M. Ali Aynî’nin aktardığına göre, 9 yaşındaki
kızı taun (salgın hastalık) sebebiyle vefat etmiştir.
2. İrşad Faaliyetleri ve Eser Telifi
(1685-1714): Bursa'ya yerleştikten sonra şeyhinin tavsiyesi üzerine Ulu
Cami ve diğer camilerde vaaz ve nasihat etmeye başlamıştır. Kaynaklar, irşad
faaliyetinin zirvesine Bursa'da ulaştığını belirtir. Vaazlarına Kur'an-ı
Kerim'in son cüzünden başlayarak devam etmesi kendisine işaret edilmiştir. Bu
dönem, İsmail Hakkı'nın en üretken olduğu yıllardır.
- Şiir ve Edebiyat (1686-87): 1098/1686-87 yılı, onun
için bereketli sayılmış; gönlünü eğlendirmek, gam ve kederini gidermek
için şiir yazmaya başlamıştır. Bu şiirlerin boş sözler olmadığını,
hakikatten haberli kişilerden işitilmiş ve rûhu’l-kudüsün (Kutsal Ruh'un)
himmet kadehinden içilmiş sözler olduğunu ifade etmiştir. Şairin amacının
hakikati aramak ve dillendirmek olduğu görüşündedir; mecazî aşkı anlatan
ve hakikatten uzaklaştıran şiirin yasaklandığını düşünür.
- Seyahatler ve Şeyh Ziyaretleri: Bursa'ya yerleştikten
sonra (1096/1685–1101/1690) arasında, üstadı Osman Fazlı'yı ziyaret etmek
üzere İstanbul'a beş defa gitmiştir.
- Askeri Görevler (1695-1696): Sultan II. Mustafa'nın
daveti üzerine 1107/1695 – 1108/1696 yıllarında Avusturya Seferlerine
katılmış, orduda cihat (büyük savaş) sevabını ve sebatın ecrini anlatmakla
görevlendirilmiştir. Seferler sırasında birkaç yerinden yara almıştır.
3. Hac Yolculukları ve Büyük Eserlerin
Telifi (1700-1714): 1111/1700 senesinde Karlofça Antlaşması'ndan sonra
Bursa’ya döndükten sonra ilk haccını yapmak üzere yedi ay süren kara yoluyla
Mekke'ye gitmiştir. Dönüş yolunda eşkıyaların saldırısına uğramış, eşyası ve
kitapları yağmalanmıştır. 1112/1701 senesinden itibaren yaklaşık on yıl boyunca
Bursa’dan ayrılmamış ve bu süreyi meşhur tefsiri olan Rûhu’l-Beyân’ın
tamamlanmasına adamıştır.
1126/1714 (21 Cemâziyelâhir Perşembe):
Bursa’dan ayrılıp Tekirdağ’a hicret etmiştir. Kendisi bu gidişin İşâret-i
İlâhiyye (İlâhî İşaret) ile olduğunu ifade etmiştir.
4. Son Seyahatleri (1717-1722):
Yaklaşık 1717 senesinde gördüğü rüyaların etkisiyle Şam'a gitmiştir. Şam'da
yaklaşık on eser kaleme almış, bu dönemde kaleme aldığı eserler arasında Tuhfe-i
İsmailîyye ve Tuhfe-i Ömeriyye de bulunmaktadır. Şam halkı kendisine
müftülük (dinî konularda fetva verme yetkisi) teklif etmiştir, ancak o, daha
Üsküp'e giderken şeyhinin kendisine verdiği "kadılık ve müftülük gibi
resmî memuriyetleri kabul etmeme" yönündeki sıkı tenbihine uyarak bu
teklifi reddetmiştir.
1719 (Miladi) civarında Ferâhu'r-Rûh
adlı eserini Üsküdar'da bitirmiştir. 1720 yılında İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar
Ahmediye Camiinde dersler vermeye başlamıştır. 1722 yılında ise, görüşleri
sebebiyle Tekirdağ’a gönderilmiş. Bu durum, daha önceki (önceki yazılarımızda
bahsi geçen) Tekirdağ seyahatinden farklı bir mahiyet taşımaktadır.
IV. Son Dönem Bursa Hayatı ve Vefatı (1722-1725)
1722 yılında Tekirdağ’dan Bursa’ya geri
dönen İsmail Hakkı, bu şehri son durağı olarak kabul etmiş ve vefatına kadar
burada kalmıştır. 1135 (M. 1723) senesinde, Tuzpazarı semtinde inşâ ettirdiği Cami-i
Muhammedî’yi (camii, medresesi ve çilehanesiyle beraber İsmail Hakkı
Tekkesi) tamamlamıştır. Bu külliye, aynı zamanda Hikmetizâde Dergâhı ve Sırrî
Zâviyesi olarak da bilinir. Son eseri olarak Kitâbu’n-Netîce’yi kaleme
almıştır. Vefatına yaklaştığı zamanlarda dahi kendi nefsiyle hesaplaştığını
gösteren manzumeler yazmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, 9 Zilkade
1137 (20 Temmuz 1725) Perşembe günü akşamüstü Bursa'da vefat etmiştir. Hicrî
takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Kendi yaptırdığı Cami-i Muhammedî'nin kıble
tarafına defnedilmiştir.
Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:
Zât-ı âlinizin İsmail Hakkı Bursevî'nin
hayatını kapsamlı bir şekilde talep ettiğini göz önünde bulundurarak, hayatının
büyük bir kısmını eser telif ederek geçiren bir âlimin, kronolojik hayat
akışıyla bütünleşen eserlerinin (Mesnevî şerhi olan Ruhu'l-Mesnevî,
tefsiri Rûhu'l-Beyân, Kitâbu'n-Netice ve Divan gibi)
detaylı bir külliyat (toplu eserler listesi) analizi ve şiir görüşü hususları
da konunun bütünlüğü açısından (önceki yazılarımızda bahsedilen veya bu
kaynaklarda detaylıca yer alan kısımlar) eksik kalmıştır. Özellikle onun
şairlik yönü, şiir yazma amacı ve hadis yorumlama metodolojisi derinlemesine
incelenmeyi hak etmektedir. Zira kendisi yaklaşık 130 eser sığdırdığı velûd
(çok eser veren) bir müelliftir.
İlginç Bir Bilgi:
İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin eşi Âişe Hanım’ın kendisinden bir
eser yazmasını istediğinde, Bursevî'nin "birkaç gün çilehanemize girme de
yazayım" dediği, Âişe Hanım'ın merakla kapıyı açtığında ise yaklaşık kırk
kadar İsmail Hakkı'nın yazı yazdığını gördüğü aktarılmaktadır. Bunun
üzerine Bursevî eşine hayatta oldukça bu sırrı kimseye söylememesini
tembihlemiştir. Âişe Hanım bu olaya dayanarak Bursevî'den sonra vefat edeceğini
anlamıştır. Bu menkıbe (yaşanmış olay), onun manevî hallerinin ve yazma
disiplininin harikulade (olağanüstü) boyutunu göstermesi açısından dikkat
çekicidir.
Kronolojik
Özet Tablo: İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı
|
Tarih
(Hicrî/Miladi) |
Olay |
Yer |
Kaynaklar |
|
Zilkade
1063 / Eylül 1653 |
Doğum
(İsmail, lakabı Hakkı) |
Aydos |
|
|
c.
1663 (10 Yaş) |
Abdülbaki
Efendi'den tahsilin başlaması |
Edirne |
|
|
c.
1674-1675 |
Abdülbaki
Efendi'den icâzet (diploma) alması; Osman Fazlı Efendi'ye intisap |
Edirne
/ İstanbul |
|
|
1086
/ 1675-76 |
Celvetiyye
Halifesi tayin edilmesi |
Üsküp |
|
|
1676
/ 1086 |
Ayşe
Hatun ile evlenmesi |
Üsküp |
|
|
1682-1688 |
Haksızlıklara
karşı dinamik mücadele dönemi |
Üsküp |
|
|
c.
1685 |
Üsküp'teki
çatışmalar ve şeyhinin emriyle göç |
Köprülü/Ustrumca |
|
|
1096
/ 1685 (Mayıs) |
Bursa
Halifesi olarak tayin edilmesi; Bursa'ya hicret |
Bursa |
|
|
1098
/ 1686-87 |
Şiir
yazmaya başlaması (Feyizli aylar) |
Bursa |
|
|
1096-1101
/ 1685-1690 |
Üstadı
Osman Fazlı'yı 5 kez ziyaret etmesi |
İstanbul |
|
|
1107-1108
/ 1695-1696 |
II.
Mustafa'nın Avusturya Seferlerine katılması |
Avusturya
Seferleri |
|
|
1111
/ 1700 |
İlk
Hac (kara yoluyla); dönüşte eşkıya saldırısı |
Mekke
/ Bursa yolu |
|
|
1112-1117
/ 1701-1706 |
Rûhu’l-Beyân
Tefsirinin tamamlanması |
Bursa |
|
|
1126
/ 1714 (Ocak) |
İşaret-i
İlâhiyye ile Tekirdağ'a hareket |
Tekirdağ |
|
|
c.
1717 |
Gördüğü
rüyalar üzerine Şam’a intikal; Müftülük teklifini reddetmesi |
Şam |
|
|
1719 |
Ferâhu'r-Rûh
eserinin bitirilmesi |
Üsküdar |
|
|
1720 |
İstanbul'da
Üsküdar Ahmediye Camii'nde dersler vermesi |
İstanbul |
|
|
1722-1723 |
Bursa'ya
son dönüşü; Cami-i Muhammedî'yi tamamlaması |
Bursa |
|
|
1137
/ 20 Temmuz 1725 |
Vefat
(Perşembe) |
Bursa
(Tuzpazarı) |
Kaynaklar (APA Stili Dipnot Gösterimi
İçin Kullanılan Bilgiler):
Excerpts from
"1280-Ozun_Ozu-Lubbul_Lubb-Muhitdin_Ibn_Erebi-Chev-Ismayil_Haqqi_Bursevi-2000-125s.pdf"
Excerpts from "BURSALI İSMAİL HAKKI HAZRETLERİ’NİN ESERLERİNDEN HAREKETLE
ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme
Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts
from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve
Vakıfları .pdf" Excerpts from
"Bursevi_ve_Ruhue_l-Mesnevi-Kueltuer.pdf" Excerpts from "Ismail
Hakki Bursevi - Iman Esaslarina Tasavvufi Bir Bakis_text.pdf" Excerpts
from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf" Excerpts from
"Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf" Excerpts from
"Serh-ı ebyat-ı haci bayram-ı velı hz.- ı.hakkı bursevı hz..pdf"
Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts
from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from
"VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM
189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi
018901.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni
.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi
basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi envar.pdf"
Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from
"ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı
bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf"
Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from
"ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail
hakkı bursevi varidat .pdf" Excerpts from "ismail hakkı dürretül
irfani.pdf" Excerpts from "ismail hakkı fatiha.pdf" Excerpts
from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı
muhammediye.pdf" Excerpts from "kitabunnetice tüm.pdf" Excerpts
from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar
bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts
from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKIYYESİ.pdf"
Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN
İŞARÎ YORUMU.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE
GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU2.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HZ.'NİN ESERLERİNDE HAYATINA AİT ANEKDOTLAR.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from
"İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN KENZ-İ MAHFÎ RİSÂLESİ MUHTEVÂ VE
TAHLÎLİ.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ-ŞİİR
GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı
Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı
eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile
karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin
'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine
bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf"
Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın
Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın
Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail
Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması)
adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf"
Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts
from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from
"ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf"
İsmâil Hakkı Bursevînin Hazreti Peygamber'e Olan Aşkı
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö.
1137/1725), Celvetiyye tarikatının seçkin bir temsilcisi olarak ilim, tasavvuf
ve edebiyat alanındaki merkezi konumunun temelinde, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'e duyduğu derin aşk ve manevi bağlılık yer
almaktadır. Bursevî'nin hayatı ve külliyatı, bu Peygamber sevgisinin hem nesebî
(soy) hem de manevî (feyiz ve vâridât) boyutunu yoğun bir şekilde barındırır.
Bu çalışmamızda, Bursevî'nin eserlerinden hareketle Hazreti Peygamber'e olan
aşkının tezahürleri ve ondan aldığı manevî müjdeler (vâridât) kronolojik
olmaktan ziyade tematik bir düzlemde incelenmiştir.
1. Hazreti Peygamber'e Olan Aşkın Nesebî ve İlmî Temelleri
İsmâil Hakkı Bursevî, Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e olan derin
bağlılığını, kendisinin ailevi ve manevî kökenlerine dayandırmıştır.
1.1. Şerefli Nesep (Teşrîf-i Neseb-i Nebevî)
Bursevî, Kitâbu’s-silsile adlı
eserinde, hem baba tarafından (Şah Hudâbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman
Efendi) hem de anne tarafından (Kadı Ahmet Efendi'nin kızı Kerîme Hanım)
soyunun Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e dayandığını vurgulamıştır. İslâm geleneğinde
bu silsile (soy/zincir) meselesinin hem ilmî hem de nesebî açıdan taşıdığı
büyük önem dikkate alındığında, Bursevî’nin bu konuya değinmesi, manevi
üstünlüğün bir nişanesi olarak kabul edilir.
Hazreti Hüseyin (r.a.) hakkındaki
risalesinde Bursevî, Hazreti Peygamber'in soyunu anlatmasının sebebini
"Teşrîf-i neseb-i nebevî" (Peygamber nesebini şereflendirme) olarak
ifade eder. Ona göre, gerçek şeref ve yücelik, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'e ve onunla kurulan
yakınlığa bağlıdır. Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i
"âlemlerin kalbi" olarak nitelemekte ve O'nun ortaya çıktığı gibi
kimsenin ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Peygamberliğin, urûc (yükselme) ve
alçalmanın en kâmil tarzda gerçekleştiği mertebe olduğu görüşündedir.
1.2. Edeb ve Ahlak Vurgusu
Bursevî'nin Hazreti Peygamber'e olan aşkı,
edebî metinlerde dahi mutlak bir saygı (tevkîr) ve edebî üslup hassasiyeti
gerektirmiştir. Kendisi, Hazreti Peygamber 'i konu alan şiirlerin sonunda, bazı
şairlerin edebe aykırı teşbihlerde bulunduklarını eleştirmiştir.
Bu eleştirilere örnek olarak:
- Hazreti
Süleyman (Aleyhisselâm)'ın, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'in
kapısında "asâ ve zenbil (sepet) ile bir gedâ (dilenci)" olduğu,
- Ya da Hazreti Mustafa 'nın dergâhının önünde bir
"yetîm-i garîb (kimsesiz yetim)" iken şeref tacını bulduğu, gibi
ifadelerin Hakk'a nispetle sahih olsa dahi edepten hâriç (dışarı) olduğunu
savunur. Bu, Bursevî’nin aşkının, manevi hakikatler ile resmî şeriat
sınırlarının (edeb) iç içe geçmesini gerektiren, hassas bir denge üzerine
kurulduğunu göstermektedir.
Ayrıca, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi
ve Sellem'e muhalefette bulunmanın (şikak ve musakka – ayrılıp muhalefete
geçmek) ve O'nu hafife almanın küfür sayıldığı (icmâ ile) konularında ümmetin
ittifakını aktarır. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in ahlakının
ise, Hazreti Âişe (r.a.) tarafından belirtildiği üzere "Kur'ân-ı
Kerim" olduğu bilgisini paylaşır.
2. Manevî Müjdeler ve Vâridât Kültürü
Bursevî'nin Hazreti Peygamber'den aldığı veya O'nun manevî himmetiyle ulaştığı
müjdeler, esasen tasavvufta "vâridât" (ilâhî geli/esinlenme) olarak
adlandırılan keşfî (sezgisel) tecrübelerle ilgilidir.
2.1. Vâridâtın Kaynağı ve Niteliği
Bursevî, eserlerinin önemli bir bölümünü,
Allah'tan kendisine gelen bu vâridât (ilahi geli/esinlenme) ve bunların
şerhleri üzerine kurmuştur (Örneğin Kitâb-ı Kebîr gibi). O’nun bu manevi
ilim ve keşifleri, derslerini görerek edindiği bilgilerle, ilham ve keşif
sonucu edindiği kazanımları birleştirir.
Bursevî’ye göre, Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in hali (durumu) diğerlerinden daha hassas ve
salimdir. Hazreti Peygamber , "Benim gözlerim uyur ama kalb gözlerim
uyumaz" hadisini dile getirmiştir. Bu, onun zâhiren mülk (madde) âleminde
olsa da bâtınen melekût (soyut) âlemine açık olduğunun bir göstergesidir. Bu
manevi açıklık ve hassasiyet, mürşid-i kâmillerin de Hazreti Peygamber'in
varisleri olarak feyiz ve vâridât almasının temelini oluşturur.
Bu manevi feyz (imdâd/yardım), feyz-i
mukaddes (kutsal feyiz) olarak adlandırılır ve Bursevî bunu feyz-i akdes
(en kutsal feyzin) neticesi olarak görmüştür. Bu feyiz bir an kesilse, cin ve
insanlardan hiçbir şey görünmez. Bursevî, bu manevi gıdaları (vâridâtı),
keşifler ve müşâhedât (gözlemler) ile marifet denizinde avlanan bir tür
"deniz avı"na benzetir.
2.2. Hakkı Mahlası ve Mükâfat
Hazreti Peygamber'e olan bu bağlılık ve muhabbet, Bursevî'nin
kendisine verilmiş olan Hakkı mahlasında da yansıma bulur. Bursevî
şiirlerinde bu mahlası kullanmıştır. Bu mahlas, hocası Osman Fazlı Efendi
tarafından, Bursevî'nin 1085/1674'te doğan oğlu Mehmet Cudi için yazdığı
tarihte kullanılmış ve şeyhi tarafından beğenilerek kendisine bir mükâfat
olarak verilmiştir.
2.3. Peygamberlik Vârisliği ve Mücadele Müjdesi
Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem 'e taalluk eden ikrar ve inkarın, O'na vâris olan kimselere de
taalluk ettiğini savunur. Bu nedenle velilerin de, mertebelerini tamamlamaları
için her asırda celâl (ululuk) ve cemâl (güzellik) tecellilerine
(yansımalarına) maruz kalması gerektiğini ifade eder. Vârisin kemali, mirasçısı
olduğu şerefli vücudun kemaliyle orantılıdır.
Bu vârislik durumu, Hazreti Peygamber 'in
yaşadığı zorlukların vârisler için de bir mukadderat olduğunu işaret eder.
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Hiçbir nebiye (peygambere) bana yapılan kadar
eziyet edilmemiştir" buyurmasını, Bursevî bu manevi vârislik
bağlamında ele alır. Bursevî'nin kendisinin de yaşadığı toplumun sorunlarından
uzak durmayıp, görev aldığı her yerde zalimlerin yanlış davranışlarını tenkit
etmesi ve bu uğurda birçok kovuşturma geçirmesi, onun bu mücadeleci vârislik
anlayışının bir göstergesidir.
İsmâil Hakkı, eserlerinde Hazreti
Peygamber 'in son dönemi ve ashabıyla helalleşmesi gibi konuları, "halkın
hoşuna gidecek bir duygusallık içerisinde" anlatmıştır. Bu, onun manevi
irşad metodunda Hazreti Peygamber 'in hayatının duygusal ve manevi boyutunu öne
çıkarma arzusunu gösteren bir yaklaşımdır.
Sonuç ve Kaynakça
İsmail Hakkı Bursevî'nin yaşamı, Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e olan aşk, manevî rütbeler ve elde edilen
sırlar (vâridât/müjdeler) etrafında şekillenmiştir. Bu aşk, ona hem soy (neseb)
yoluyla bir şeref atfetmiş hem de "Hakkı" mahlasını getiren manevi
bir mükâfat olarak tecelli etmiştir. Zât-ı âliniz, (önceki yazılarımızda bahsi
geçen) Bursevî'nin kronolojik yaşamının bu temeller üzerine kurulu olduğunu ve
onun çok yönlü (velûd) müellifliğinin asıl amacının bu manevi bağlılığı ilim ve
irfanla yaymak olduğunu hatırda tutmalıdır.
İsmâil Hakkı Bursevînin Namaz Hususunda Dikkat Ettiği Hususlar
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin,
eserlerinin ana gövdesini oluşturan Rûhu’l-Beyân tefsiri ve diğer
külliyatı, namaz ibadetine (salât) sadece fıkhî (zahiri) bir vecibe olarak
değil, aynı zamanda manevî seyr ü sülûkun (ruhani yolculuğun) zirvesi (mi’râcı)
olarak büyük bir ehemmiyet (önem) atfetmektedir. Bursevî'nin namaz
hususunda dikkat ettiği ve müntesiplerine (bağlılarına) telkin ettiği hususlar,
zahirî ve bâtınî (dışsal ve içsel) gerekliliklerin tam bir entegrasyonunu
(bütünleşmesini) esas alır.
Bu bağlamda Bursevî’nin namaz
kılarken bilhassa üzerinde durduğu ana noktalar aşağıda tematik bir düzen
içinde incelenmektedir:
I. Namazın Manevî Temeli: Huzur ve İhlâs (Bâtınî Şartlar)
Bursevî’ye göre namazın şekil (sûret) ve
ruh (hakikat) olmak üzere iki yönü vardır ve gerçek kurtuluş, bu ikisini
birleştirmekle mümkündür.
1. Huzûr-u Kalb (Kalp Huzuru) ve Huşû (Saygı)
Bursevî, namazdan maksadın yüce âleme
yönelmek, Cenâb-ı Hakk'a (Aziz ve Celil olan Allah’a) yalvarmak ve O'nunla
konuşmak olduğunu belirtir. Namazın hakikati, teveccüh (yönelme), huzur
ve Allah ile beraber olma (ittisâl) hâlidir. Kendisine atfedilen tefsirlerde,
gönül ve kalbin huzurunun, manevî hallerin ve sırların açığa çıkması için şart
olduğu vurgulanır. Namazın farz olduğu gibi, Allah’ın huzurunda olduğunun
bilincinde olmak da (yani huşû) farzdır. Bu manevi duruma ulaşmak, İhsan
mertebesinde namaz kılmakla açıklanır: Zahid Hatem (k.s.) örneğinde olduğu
gibi, namaz kılan kişinin Kâbe’yi iki kaşının arasında görmesi, kabrini önünde,
Cenâb-ı Hakk'ı ise üzerinde ve kalbinde bilen bir zan (kabul) ile tekbir alması
gerekir.
2. Niyet ve Riya’dan (Gösterişten) Kaçınmak
Namazın sıhhati için niyet, zorunlu bir
şarttır. Ancak Bursevî, niyetin halis (saf) ve ihlâslı olmasını, yalnızca Allah
rızasını (talebi) gözetmesini önemser. Kalpte riya (gösteriş) olması durumunda,
kişinin namazın asıl sevabını alacağını, ancak ilâhî ihsanı (lütfu)
alamayacağını belirtir. Münafıkların namazı, tembellik, ağırlık ve isteksizlik
içinde kıldıklarını ve bunu halka gösteriş yapmak için yaptıklarını ifade eder
ki, bu, namazın ruhuna tamamen aykırıdır. Namazda gösteriş, büyük bir günah
olan küçük şirke (şirk-i asğar) benzetilir.
II. Namazın Fıkhî ve Şer’î Gerekleri (Zahirî Şartlar)
Bursevî, namazın bâtınî yönüne
odaklanırken, zâhirî (dışsal) şartların da eksiksiz yerine getirilmesi
gerektiğini kesin bir dille ifade eder.
1. Tadîl-i Erkân (Düzgün ve Tam Yapmak)
Namazı ikâme etmek, farzlarını,
sünnetlerini ve edeblerini muhafaza etmek, eksiksiz olarak yerine getirmektir.
Tadîl-i erkâna riâyet etmemek, yani rükû ve secdeleri hafif tutmak, Bursevî'ye
göre kişinin geçim sıkıntısı çekmesine neden olabilir. Bu durumdaki kişiler
için Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) "Dön namazını kıl, sen namaz
kılmadın," uyarısında bulunması, bu tür ibadetlerin kabul edilmediği
endişesini gösterir.
2. Taharet (Temizlik) ve Hazırlık
Abdest ve guslün (boy abdesti) şartı,
organlar üzerine suyun dökülmesidir. Abdest, Allah'a yakınlaşmanın bir
sebebidir ve abdest almak, mâsivâdan (Allah'tan gayri her şeyden) ayrılmanın,
namaz ise Allah’a ulaşmanın (ittisâl) işaretidir. Abdestin her farz, sünnet ve
edebinde bir sır bulunduğunu ve maddi-manevi temizliğe (taharete) işaret
ettiğini belirtir. İlginç bir husus olarak, sürekli abdestli (taharet
üzere) kalmaya devam eden kişilere rızkın genişlemesi ve ölüm meleği geldiğinde
şehadet yazılması gibi manevî mükâfatlar vaat edildiğini aktarır.
3. Namaz Elbisesi ve Edeb
İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin (k.s.) gece namazları için özel ve pahalı
(1500 dirhem değerinde) elbise edindiğini aktararak, Allahü Teâlâ için (güzel
elbiseler giyerek) süslenmenin, insanlar için süslenmekten daha evlâ olduğunu
vurgular.
III. Namazın Toplumsal ve İbadetler Arası Konumu
Bursevî, namazı diğer farz
ibadetlerle olan yakın ilişkisi ve cemaatle kılınmasının toplumsal önemi
açısından da değerlendirir.
1. Namaz ve Zekâtın Birlikteliği
Namaz ve Zekât, bedenî ve
malî ibadetlerin reisleridir (başları). Bursevî, Kur’an’da bu ikisinin sıklıkla
birlikte anılmasını, birinin ancak diğeriyle kabul olmasıyla açıklar. Hatta
Bursevî, zekâtını hakkıyla vermeyen kişinin namazının dahi kabul olunmayacağına
dair hadis rivayetlerini (Yani "Zekat vermeyenin namazı yoktur")
aktarmaktadır.
2. Cemaatle Namazın Fazileti
Cemaatle namaz kılmak, fıkıh mezheplerine
göre farz-ı kifâye, vâcip veya kuvvetli sünnet-i müekkede olmakla birlikte,
Bursevî bunun çok faziletli olduğunu ve tek başına kılınan namazdan yirmi yedi
derece daha üstün olduğunu vurgular. Cemaatle namazın camide kılınması,
İslâm’ın şiarını (sembolünü) izhâr (açığa vurmak) ettiği için daha
faziletlidir. Cemaat, kuvvetin kaynağıdır; tıpkı savaşta saf tutmak gibi.
3. Nafile İbadetler ve Kaza Namazı
Nafile namazlar da kurtuluşun sebebidir. Özellikle İşrâk namazı (güneş
doğduktan sonra kılınan) için, sabah namazını cemaatle kılıp güneş doğuncaya
kadar zikirle meşgul olan ve sonra iki rek'at kılan kişinin, tam bir hac ve
umre sevabı kazanacağı müjdesini aktarır.
Ancak (önceki yazılarımızda bahsedilen)
kaza namazları konusunda dikkatli olunması gereken bir hususa parmak basar:
Cuma günleri kılınan faziletli nafile namazların (kaza namazlarını sildiği
iddiası olan) rivayetlerini ele alırken, bu namazların geçmiş namazların kazası
yerine geçmeyeceğini, zira tevbenin şartının terk edilen farzları kaza etmek
olduğunu vurgular. Bu tür namazlar ancak te’hîr (geciktirme) günahından dolayı
sorguya çekilmeyi hafifletebilir.
IV. Namazın Sırrı ve Maksadı: Vuslat ve Münâcât
Bursevî için namazın hakikat ve maneviyat
açısından en yüce mertebesi, Mi'râc (göğe yükselme) ve Münâcât
(yalvarma/konuşma) makamıdır.
1. Mi'râc ve Vuslat
Namaz, mü'minin mi'râcıdır. Hazreti
Peygamber'in (s.a.v.) Mi'râc'a çıktığında göklerdeki meleklerin ibadetlerini
görüp, onların ümmetine farz olmasını istemesi üzerine, Cenâb-ı Allah'ın bütün
bu ibadetleri beş vakit namazın içinde topladığına inanılır. Namaz, kulun
Allah'a yakınlaşmasıdır. Hatta Allah'ın kuluna yakınlaşması (Hadis-i Kudsî’de
geçtiği gibi: "Kul bana bir karış yaklaşırsa...") bu ibadetler
vasıtasıyla gerçekleşir.
2. Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek
Musibet ve sıkıntı anlarında, namaz ve
sabır (oruç olarak da tefsir edilir) ile yardım dilemek (tevessül edip Allah'a
iltica etmek) gerektiği temel bir dikkat noktasıdır. Hazreti Peygamber (s.a.v.)
bir iş konusunda sıkıntıya düştüklerinde hemen namaz kılarak Allah’a sığınırdı.
3. Peygamberin Namaza Olan Aşkı (İlginç Husus)
Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'in (s.a.v.) "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: 1- Kadın, 2- Güzel
koku, 3- Namaz gözümün nuru kılındı," buyurmasını aktaran Bursevî, namazın Allah'a
münâcât (yalvarış/gizli konuşma) olduğunu belirtir. Namaz kılan kişinin Rabbine
münâcât ettiğini ve bu nedenle namazda etrafa bakmaktan kaçınması gerektiğini
vurgular.
V. Namazı Terk Etme ve Geciktirme Konusundaki İhtiyat
Bursevî’nin üzerinde en çok durduğu dikkat
çekici hususlardan biri de namazı terk etmenin veya geciktirmenin (te’hir)
ciddi sonuçlarıdır.
- Terk Etmenin Hükmü: Namazı terk edenin serbest
bırakılmayacağı görüşünü aktarır. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'den (k.s.) rivayetle, kimin
üç gün namazı terk ederse öldürülmeyi hak ettiğini, dolayısıyla namazın
dinin direği ve en önemli taati olduğunu belirtir.
- Ateş Benzetmesi: Salihlerin namazı, vücudu arındıran
bir ateş iken, namazı terk eden kişi ise cehennem ateşinde yanar. Namaz
kılmayan, oruç tutan ve gece ibadet eden nice kavmin sırf dünyalık
hırsından dolayı cehenneme atılacağı uyarısını yapar.
- Vakit Hassasiyeti: Namaz, mü'minler üzerine muayyen
vakitlerle farz kılındığı için, vakti geçesiye kadar terk edenin ahirette
büyük bir cezaya (Hukub azabına) maruz kalacağı rivayetlerini nakleder.
Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı
İsmâil Hakkı Bursevî’nin namaz
konusundaki genel yaklaşımı, kişinin dünyevî kaygılardan ayrılıp (infisâl)
abdest ile hazırlanması, manevî rütbesi ne olursa olsun (sekir hali dahi olsa)
farzları terk etmemesi, ve kıldığı ibadeti tam bir huşu, ihlâs ve idrak ile
(ta’dîl-i erkân) yerine getirerek Allah’a vuslatı (ulaşmayı) amaçlaması
gerekliliği üzerine inşa edilmiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ibadetler (taat) hususundaki genel yaklaşımı (önceki yazılarımızda genişçe ele
alındığı üzere), şeriatın zahirî (dışsal) hükümleri ile tasavvufun bâtınî
(içsel) hakikatlerini mezceden (birleştiren) bir yöntem izlemektedir. Bu
çerçevede, namaz ibadetinin temel direklerinden olan kaza namazları
(vaktinde eda edilemeyip sonradan yerine getirilen farzlar) hususunda getirdiği
izahlar, hem fıkhî (İslâm hukuku) kesinliği hem de halk arasında yaygın olan
bazı yanlış inanışları düzeltme amacını taşımaktadır.
Bursevî, özellikle Rûhu’l-Beyân
tefsirinde ve diğer eserlerinde, farz olan namazların yerinin hiçbir nafile
(süpererogatory) ibadetle doldurulamayacağı ilkesini ısrarla vurgulamıştır.
I. Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin
(Te'hir) Azabı
Farz namazları vaktinde kılmanın farz
olduğu gibi, vaktinde eda edilemeyen namazların sonradan kaza edilmesi de
farzdır. Bursevî, namazın dinin direği olduğunu ve en önemli taat (ibadet)
olduğunu vurgular. Bu bağlamda, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya
bırakmanın (te'hir) ciddi manevi sonuçları vardır.
Hukub Azabı: Bursevî, bir hadis-i şerifi
naklederek, kim bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza
ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunacağını belirtir. Burada
dikkat edilmesi gereken husus, cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini
geçirdiği için (yani te’hir günahından dolayı) verilecek olmasıdır.
Bursevî, Hukub’un süresini açıklarken, bunun yetmiş beş (bazı kaynaklarda
seksen) yıl olduğunu, her senenin üç yüz altmış gün olduğunu ve ahiretin her
gününün dünya günleriyle bin sene kadar olduğunu ifade eder.
Dolayısıyla, kaza edilse dahi te’hir günahı baki kalmaktadır;
ancak kaza etmek, kulun bu farz borcunu yerine getirme çabasıdır ve tevbenin
şartıdır.
II. Nafile İbadetlerin Kaza Namazının Yerini Tutamayacağı İlkesi
Bursevî, halk arasında (avâm) yaygın olan ve fıkhen (hukuken) mesnetsiz
(dayanaksız) olan bir inanışı kesin bir dille reddeder. Bu inanışa göre,
çok sevap verilen bazı nafile namazların kılınması, geçmiş farz namaz
borçlarının yerine geçebilir (yani borcu düşürebilir).
1. Farzın Nafile İle Sakıt Olması Mümkün Değildir:
İlim ehli, hiçbir vacibin, ne mürettep
(farzlara bağlı kılınan) sünnetlerin ne de mürettep olmayan (Duha veya Evvâbîn
gibi) nafilelerin, ecir ve sevap bakımından farzlara ulaşamayacağı
konusunda ittifak etmiştir. Avâmın,
farz namazları terk edip nafilelere rağbet etmelerinin, nafilelerin kaza
namazları yerine geçeceğine inanmaları sebebiyle olduğunu belirten Bursevî, "Bu
asla meşru değildir" hükmünü vermektedir.
2. Ramazan'ın Son Cuma Namazı Yanılgısı:
İnsanlardan bazılarının, Ramazan-ı şerifin
son Cuması'nda (Cuma-i Şerif), öğlen ile ikindi arasında bir günlük veya bir
gecelik namazlarını kaza etmelerini (halk arasında yaygın olan bir rivayete
dayanarak bunun tüm borçları sildiğine inanmaları), Bursevî, bunun geçmiş bütün
namazların kazası olarak kişiye fayda vermeyeceğini açıklar. Bu tür namazlar,
ancak te'hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi
hafifletebilir, yoksa kılınmayan farzın yerine geçmez.
III. Kaza Namazlarının Tevbenin Şartı Olması
Bursevî, namazı terk etme veya geciktirme
günahından kurtuluşun ancak tevbe ile mümkün olduğunu ve tevbenin de
belirli şartları gerektirdiğini vurgular.
- Tevbenin Şartı: Tevbenin şartlarından biri, geçmiş
olan namazlarını (ve zekat gibi diğer ibadetlerini) kaza etmektir.
- Sorgulama: Namazı kaza eden kişi, kazaya bırakıp sonradan kıldığı
namazlarından dolayı (namazı kıldığı için) hesaba çekilmez; ancak, namazı
vaktinden te'hir etmesinden dolayı hesaba çekilecektir. Bu da te'hirin
ne denli büyük bir kusur olduğunu gösterir.
IV. Kaza Borcu Olanların Nafile İbadetlere Devam Etme Zorunluluğu
Kaza borcu olan kişilerin, farzları ikmal
etme mecburiyeti, onları sünnet ve nafile ibadetleri terk etmeye itmemelidir.
Bursevî'nin aktardığı fıkhî görüşlere göre:
Farz namazların sünnetlerini (mürettep sünnetler) kılmak, farzların
noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı. Mürettep olmayan nafileler
ise, sünnetlerin noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı.
Hanefî mezhebine göre, kaza borcu olan
kişilerin, beş vakit namazın sünnetlerini (teheccüd, Duhâ, Evvvâbin, tesbih
namazı ve mübarek gecelerde kılınan hacet namazları gibi) kılmasında sakınca
yoktur. Yani nafile ibadetler, farzları telafi edemese de, ruhani kemalat
(olgunluk) ve noksanlıkları giderme açısından terk edilmemelidir.
Özetle, Bursevî'ye göre kaza namazları
mutlak bir farzdır ve te'hir (geciktirme) büyük bir günahtır (Hukub azabına
neden olabilir). Hiçbir nafile namaz, kılınmayan farzın yerine geçemez. Ancak
kaza borcu olan bir kişi, farz borcunu ödemeye çalışırken, aynı zamanda sünnet
ve nafileleri de terk etmemelidir.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Zekat Görüşleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında ve bilhassa tefsiri Rûhu’l-Beyân’da ele alınan ibadetler
(taat), zahirî (fıkhî) ve bâtınî (tasavvufî) boyutlarıyla birlikte, birbirini
tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, Zekât
ibadetinin, dinen zenginlik sınırına (nisâb miktarına) ulaşanlar tarafından
yerine getirilmemesi hususu, sadece malî bir borçluluk olarak değil, aynı
zamanda manevî kabul ve kurtuluş (felâh) noktasında büyük bir tehlike olarak
ele alınmıştır.
Yapılan detaylı tetkiklerde, Bursevî'nin
eserlerinde, zekât yükümlülüğünün doğması için gerekli olan fıkhî (İslâm
hukuku) alt sınır olan nisâb (İslâm terminolojisinde nisâb miktarı, dinen
zengin sayılmanın ölçütü) sahibinin (nisâb ashabının) sorumluluğu şiddetle
vurgulanmakla birlikte [önceki yazılarımızda namazın kabulü ile zekâtın
ilişkisinin bu bağlamda ne denli kritik olduğundan bahsetmiştik], bu nisâb
miktarının modern fıkıh kitaplarında yer alan gram cinsinden altın veya gümüş
karşılığının ayrıntılı hesaplama metodu veya miktarı açık ve doğrudan
bir şekilde zikredilmemiştir.
Ancak, kaynaklarımızda, nisâbın ve malî
kıymetlerin tespiti için kullanılan ölçütlere dair dolaylı veya başka hükümlere
ait bazı bilgiler mevcuttur.
I. Nisâb Sınırının Belirlenmesine Dair İlmî Yaklaşımlar
Bursevî, nisâb miktarına sahip olan kişilerin bu ibadeti yerine getirme
zorunluluğundan bahsederken, nisâbın tam miktarını değil, bu miktara sahip
olanın manevî ve ahlâkî sorumluluğunu merkeze almıştır. Nisâb sahibi olmanın
temelinde, kişinin malî yeterliliğe ulaşması ve bu malı temizleme yükümlülüğü
yatar.
1. Nisâb Miktarı Yerine Nisâb Sahibinin Sorumluluğu
Zekât yükümlülüğünü doğuran zenginlik
sınırı olan nisâb'a sahip olan kişi, bu farzı yerine getirmezse, Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'den aktarılan "Zekât vermeyenin namazı
yoktur" rivayeti gereği, en temel ibadetlerinin kabulünü dahi tehlikeye
atmaktadır [önceki cevaplarımızda bu durum detaylıca ele alınmıştır]. Bursevî,
bu kişilerin "serbest bırakılmayacağını" (yollarının tahliye
edilmeyeceğini) ifade ederek, fıkhî hükümden ziyade manevî yaptırıma odaklanır.
2. Kaza ve Diyet Hükümlerinde Kullanılan Malî Ölçütler
Bursevî'nin eserlerinde, nisâb miktarına
dair doğrudan bir zekât tanımı bulunmamakla birlikte, o dönemde kullanılan malî
kıymet ölçütleri dolaylı olarak şu hadiselerden anlaşılmaktadır:
- Hırsızlık Nisâbı: El kesme cezasının (had)
uygulanmasını gerektiren hırsızlık nisâbının (en az miktarı) Hanefi
mezhebine göre on dirhem (gümüş para birimi) olduğu belirtilmiştir.
Bu bilgi, "dirhem"in hukuki bir alt sınır belirlemede kullanılan
temel ölçü birimi olduğunu gösterir.
- Diyet Hesaplaması: Hataen (yanlışlıkla) meydana gelen
katillerde (homicide) ödenmesi gereken diyetin hesaplanması bağlamında bin altın (bin adet altın) veya
bunun karşılığı olan on bin dirhem gümüş kıymetinden
bahsedilmektedir. Bu, zekât nisâbı olmamakla birlikte, o dönemdeki
altın ve gümüşün birbiriyle olan takas (exchange) değerleri ve
dirhem/altın gibi birimlerin ne denli büyük malî kıymetleri temsil
ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca bu kaynakta, her altının on
dirhem gümüş kıymetinde olduğu bilgisi de dolaylı olarak yer almaktadır.
II. Bursevî’nin Nisâbı Belirlemedeki Vurgusu
Bursevî, nisâbın belirlenmesinden çok,
zekât mükellefiyetinden kaçınan nisâb sahiplerinin mal varlıklarını koruma
şekline dikkat çeker. Zekât, kişinin malını mânevi pislikten ve cimrilikten
temizleyen bir taharet (temizlik) aracıdır.
- Sadakaların Bölüştürülmesi: Zekât malından nisâb miktarını borçlu
olmayan bir fakire tek seferde (bir defada) vermek mekruh
sayılmıştır. Bu ifade, nisâb miktarının tek bir kişiye
verilebilecek maksimum zekât miktarının üst sınırı olarak kabul
edilebileceğine dair fıkhî bir hassasiyete işaret eder.
Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:
Nisâb miktarının kesin tespiti için
gerekli olan (örneğin 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş gibi) fıkhî
ölçüler, eldeki metinlerde açıkça yer almadığından (önceki yazılarımızda da
görüldüğü üzere), Bursevî'nin zekât hakkındaki diğer eserlerinin derinlemesine
incelenmesi, onun bu fıkhî detaylara nasıl yaklaştığını ortaya çıkarabilir.
Zira Bursevî, klasik şerh metotlarını kullanırken, bir yandan da dönemin
itibarlı kitaplarını (devrinde itibar edilen kitapların listesi) kaynak
göstermiştir.
I. Zekâtın Nisâb Sahibi Üzerindeki Hükmü ve Konumu
Zekât, şeriatın farz kıldığı ve
Bursevî'nin ifadesiyle mal nimetine karşı yapılması gereken bir şükürdür.
Zekâtın farz olması, malî ibadetlerin reisi (başlangıcı) olarak kabul edilir.
Nisâb Kavramı: Bursevî, zekât
yükümlülüğünün nisâb ashabına, yani dinen zengin sayılan kişilere farz
olduğunu açıkça belirtir. Zekâtın farz kılınmasının amacı, malı manevi
pislikten (necâsetten) ve kişiyi cimrilik (buhldan) hastalığından
temizlemesidir (taharet).
II. Zekât Vermeyenin Durumu: Namazın Kabul Şartı
Bursevî’nin kaza namazları hususunda
(önceki yazılarımızda bahsi geçtiği üzere) gösterdiği hassasiyet, zekâtın terk
edilmesi durumunda daha da katılaşır; zira Bursevî'ye göre zekât ve namaz (salât), kabul
edilmeleri için birbirlerine bağlıdır.
1. Namaz ve Zekâtın Bedenî ve Malî İbadetlerdeki Birlikteliği
Kur'ân-ı Kerim'de namaz ve zekâtın
sıklıkla birlikte zikredilmesi, Bursevî'ye göre tesadüfî değildir. Bu
birlikteliğin sırrı şudur:
"Her ikisinden biri ancak diğeriyle kabul olunduğu, içindir.
Üzerine Zekât farz olan kişi, namaz kılmadığı zaman Zekâtı kabul olmaz, namaz
kılan kişi de Zekât vermediği zaman namazı kabul olmaz".
Bu ifade, nisâb miktarı mala sahip
olmasına rağmen zekât vermeyen kişinin, yerine getirdiği en temel bedenî
ibadeti olan namazın (salâtın) dahi makbuliyetini (kabulünü) tehlikeye attığını
gösterir.
2. Namazın Yokluğu Hükmü (Hadis-i Şerifler Işığında)
Bursevî, zekâtını vermeyenlerin namazının
dahi kabul olmayacağına dair hadis rivayetlerini aktarır. Efendimiz Hazreti
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet
edilir:
"Zekat vermeyenin namazı yoktur.".
Bu durum, zengin olan ancak zekâtını
ödemeyen kişinin, İslâm’ın iki ana direğini ihlâl etmesi sebebiyle büyük bir
manevi kayba uğradığını gösterir.
3. Amellerin Feyizden Mahrum Kalması (Hazreti Musa Aleyhisselâm Örneği)
Bursevî, bu durumu Hazreti Musa
Aleyhisselâm ile Allah Teâlâ arasındaki bir konuşma/munâcât hikayesiyle
pekiştirir. Musa Aleyhisselâm'ın huşû (saygı) ile namaz kılan bir adama
rastladığında, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Mûsâ! Eğer o, her gün ve gece de; Bin rekat namaz kılsa. Bin
köle âzât etse, Bin cenaze üzerine namaz kılsa, Bin hac yapsa ve bin savaşa
katılıp savaşsa bile; zekâtını hakkıyla vermediği müddetçe, bunların
hiçbiri, ona [fayda vermez]".
Bu anekdot, zekâtı terk eden nisâb
sahibinin diğer tüm amellerinin (hac, oruç, sadaka, cihad) manevî feyz ve
karşılığının (sevabının) zekât borcu sebebiyle ne denli zayıfladığını açıkça
ortaya koyar.
III. Dünya ve Ahiret Akıbeti
Nisâb sahibi olup zekâtını vermeyenler,
sadece amellerinin kabulü açısından değil, aynı zamanda dünya ve ahiret ahkâmı
(hükümleri) açısından da ciddi tehdit altındadırlar.
1. Serbest Bırakılmama İlkesi
Kâdî Beyzâvî tefsirinden naklen Bursevî,
namazı terk eden ve Zekâtı vermeyen kişinin serbest bırakılmayacağını
(yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade eder. Bu, hem hukuken hem de
maneviyaten bu kişilerin sorgulanmaya ve takibata alınmaya müstahak (layık)
oldukları anlamına gelir.
2. Savaş Gerekçesi (Fıkhî Vurgu)
Bursevî'nin aktardığı gibi, Hazreti Ebû
Bekir Sıddîk (r.a.), namaz ile zekâtın birbirinden ayrılamayacağını vurgulamış
ve zekât vermeyenlere karşı savaş açma (cihad) kararını savunmuştur. Bu,
zekâtın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda İslâm toplumunun temel direği ve
dinin bir alâmeti (şiarı) olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
3. Kıyamet Gününde Sorgulanma
Kur'ân-ı Kerim'de cehenneme (Sekar) giren
suçlulara sorulduğunda verdikleri cevaplardan biri "Biz namaz kılanlardan
değildik" iken, diğeri "Yoksula da yedirmezdik" cümlesidir.
Yoksulu yedirmemek (zekâtı ve sadakayı terk etmek), namazı terk etmekle aynı
derecede cehennem sebebi olarak zikredilmiştir.
Sonuç
İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, nisâb
miktarı mala sahip olmasına rağmen zekâtını (farz sadakasını) vermeyen kişi,
yalnızca malî bir günah işlememektedir; aynı zamanda:
- Bedenî ibadeti olan namazının manevî kabulünü tehlikeye
atmakta.
- Diğer tüm manevî çabalarının feyz ve sevabından mahrum
kalmakta.
- Toplumsal ve manevî düzenin temel şartını ihlâl ettiği için
serbest bırakılmayacak bir günahta bulunmakta.
Bursevî, bu durumu telafi etmenin yolunun
nafile (süpererogatory) ibadetlerde aşırıya kaçmakla değil, farz olan zekâtı
hemen eda etmekle (yerine getirmekle) mümkün olduğunu işaret etmektedir.
Bu, onun şeriat ve hakikati birleştirme (cem' etme) metodu dahilinde, fıkhî
yükümlülüklerin (farzların) yerine getirilmesinin manevî ilerlemenin (sülûk)
temel şartı olduğu yönündeki değişmez tavrını yansıtmaktadır.
Fıtır Sadakası (Fitre)
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim
ve tasavvuf külliyatında, farz ve vacip olan ibadetler (taat) hususunda fıkhî
hükümleri manevî hakikatlerle (bâtınî yönler) birleştirme metodu (önceki
yazılarımızda detaylıca ele alındığı üzere) temel bir yer tutmaktadır. Fıtır
Sadakası (Fitre), malî ibadetlerin bir parçası olarak, Ramazan ayının
sonuna doğru zengin olan (nisâb sahibi) her Müslüman'a vacip olan bir
ibadettir. Bursevî'nin eserlerinde bu ibadet, hukuki tazminatlar için bir
referans ölçü olarak zikredilmektedir.
I. Fıtır Sadakası'nın Fıkhî Yükümlülüklerdeki Referans Değeri
Bursevî, Fıtır Sadakasını (Fitre)
doğrudan malî bir yükümlülük olarak ele alırken, onun miktarının diğer dinî
tazminatların (keffâret) ödenmesinde bir ölçüt (miyar) olarak
kullanılabileceğini belirtir.
Yemin Keffâreti (Keffâret-i Yemin)
Bağlamı: Yeminini bozan (hânis olan) bir kişinin yükümlü olduğu keffâretin
(tazminatın) üç seçeneği bulunmaktadır. Bu seçeneklerden biri şudur:
- Kişi, on miskini (on fakiri):
- Setr-i avret edecek kadar (avret yerini örtecek
miktarda) giydirebilir, veya
- Köle azad edebilir, veya
- On miskinin her birine sadaka-i fıtr (fıtır
sadakası) kadar nesne verebilir (bir şey verebilir).
Bu ifade, sadaka-i fıtr miktarının,
dinen belirli ve kabul edilmiş bir asgarî malî yardım birimi olduğunu ortaya
koyar. Yemin keffâretinin yerine getirilmesinde, bu miktarın on fakire
verilmesi, Bursevî’nin aktardığı fıkhî hükümlere uygun düşmektedir.
II. Fıtır Sadakası’nın Te’hir Edilmemesi ve Manevî Temizlik Vurgusu
Bursevî, zekâtı terk eden nisâb sahibinin namazının dahi kabulünün
tehlikeye girdiğini [önceki yazılarımızda bu konu işlenmiştir],
dolayısıyla malî yükümlülüklerin titizlikle yerine getirilmesi gerektiğini
vurgular. Zekât gibi fıtır sadakası da malı manevi kirlerden temizleme
amacını taşır.
Fıtır Sadakası’nın temel olarak hedef
kitlesi, ihtiyaç sahipleri, yani fakirler ve miskinlerdir (çaresiz ve
hareketsiz kalmış yoksullar). Miskin (bîçâre), fakirliğin kişiyi
hareketten alıkoyup ticari bir işe el atamaz hâle getirdiği kişi demektir.
Bursevî, halka lütuf ve ihsanla muamele kılmanın, miskinlere güzel söz söylemek
ve sadakalar vermekle olacağını belirtir. Bu durum, Fıtır Sadakası gibi zorunlu
malî ibadetlerin de bu ihtiyaç sahiplerini gözetme yükümlülüğünü kapsadığını
işaret eder.
III. Namaz ve Fıtır Sadakası Arasındaki İlişki
Fıtır Sadakası'nın Ramazan orucunun kabulü ve tamamlanması için bir
temizlik unsuru olması gibi, Bursevî genel olarak namaz ve zekâtın (ve malî
ibadetlerin) birbiriyle olan kabul ilişkisini çok kuvvetli bir şekilde
vurgular. Namaz ve zekâtın (malî ibadetlerin reisi) [önceki
yazılarımızda bahsedilen] sıklıkla birlikte anılması, ikisinden birinin diğeri
olmadan kabul olmayacağı anlamına gelir [önceki yazılarımızda namaz ve zekât
ilişkisi]. Nisâb sahibi olmanın getirdiği bu yükümlülük, Fıtır Sadakası ile
daha alt bir sınırda genişletilmiş olur; zira Müslümanlar üzerindeki malî
sorumluluk, kişinin manevi kurtuluşu (fevz-i azîm) için zorunludur.
Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:
Bursevî'nin tasavvufî eğitim (sülûk) ve
mürşidlik (pîr) anlayışının, şeriat (fıkhî kurallar) temeline ne denli sıkı
bağlı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Ancak (daha önceki taleplerinizde
olduğu gibi), bu ibadetlerin kabulünün ve manevî ilerlemenin (terakkî)
temel şartı olan halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye)
disiplinlerinin, yani nefsin şehvanî pisliklerden arındırılmasının, Fıtır Sadakası'nın getirdiği
temizlik misyonuyla nasıl bütünleştiği detaylıca incelenmemiştir. Zira namazın
abdestle başlaması gibi, Ramazan'ın temizliği Fıtır Sadakası ile tamamlanır ve
bu temizlik, ruhani yükselişin kapısını açar.
Namaz Vakitleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim
ve tasavvuf geleneğindeki müstesna (istisnai) konumu, şeriatın (hukuki ve
zahiri kurallar) ve tarikatın (manevi ve bâtınî yol) hükümlerini titizlikle
birleştiren metodundan ileri gelmektedir. Namaz (Salât) ibadeti, dinin direği
ve müminin mi'râcı (yükselişi) olarak kabul edildiği için, bu ibadetin
vakitlerine (evkât) riayet edilmesi, tekâlif-i şer'îyye (şeriatın
getirdiği yükümlülükler) çerçevesinde mutlak adaletle hükmedilen temel bir
farzdır.
Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden
sonraya bırakmanın (te'hir) ve özellikle İmsak (Sabah namazı) ile Yatsı
vakitlerinin titizlikle değerlendirilmemesinin doğuracağı manevî tehlikeler
konusunda şiddetli uyarılarda bulunmuştur.
I. Namaz Vakitlerini Geciktirmeye Dair Genel ve
Şiddetli Uyarılar
Namaz, müminler üzerine muayyen
vakitlerle yazılı bir farzdır. Bu vakitlerin tayin edilmesi, kulun
müsamahasını (geciktirmesini) ve gevşekliğini önlemek içindir. Namazı vaktinde
eda etmek (ikâme), ona devam etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini
eksiksiz olarak yerine getirmek (ta’dîl-i erkân) demektir.
Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden
sonraya bırakmanın manevî sonucunu şu sert hükümle ifade etmektedir:
Hukub Azabı Uyarısı: Bir kişi, bir vakit
namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub
azap olunur. Bu ceza,
namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir
etmesinden) dolayıdır. Bir Hukub, seksen yıldır; her sene üç yüz altmış gündür ve ahiretin her
günü dünya günleriyle bin sene kadardır.
Bu, farz namazın vaktinin muayyen ve kesin
olduğu ve vaktin geniş olması durumunun dahi (kullara seçim özgürlüğü
bırakması) bu günahı hafifletmeyeceği uyarısıdır.
II. İmsak ve Sabah Namazı (Salâtü'l-Fecr) Vakti Hakkındaki Uyarılar
İmsak vaktiyle başlayan Sabah namazı
(Salâtü'l-Fecr), dinî mükellefiyetin ilk ve en önemli vakitlerinden biridir.
1. Vaktin Tespiti ve Fıkhî Yaklaşımlar:
Cibril Aleyhisselâm'ın Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e imamet (önderlik) yapması, namazların
keyfiyetini ve vakitlerinin tayinini öğretmek maksadını taşımaktadır. Cibril,
bir gün sabah namazına subh-ı sâdık (gerçek şafak/ilk vakit) zuhurunda,
diğer gün ise tulû-ı şemse karîb (güneşin doğuşuna yakın/son vakit)
imamet eylemiş ve bu iki vaktin arasının sabah namazının vakti olduğunu
bildirmiştir.
Bursevî, Hanefî mezhebindeki yaklaşıma
atıfla, İmam Ebû Hanife'nin vaktin âhirini (son vakit) tercih ettiğini (îsâr
eylediğini) kaydeder. Zira vaktin âhirinde namazın vücûbu (zorunluluğu)
müte’ekkid (pekişmiş) olur.
2. Manevî Te’hir ve Uyku Uyarısı:
Bursevî, Kitâbü’n-Netîce’de, seher
vaktinde müezzinin “Namaz uykudan hayırlıdır” sözünün kendisine manevî bir vâridât
(ilahi geli/esinlenme) olarak geldiğini belirtir. O'na göre namaz Allah’a
münâcâttır (yalvarma ve yükseliş/urûc), uyku ise Hakk’tan halka iniştir.
Bu, sabah vaktini uykuda
geçirmenin, manevî yükseliş yerine alçalmayı tercih etmek anlamına geleceği
yönünde bir ikazdır.
Ayrıca, sabah namazının cemaatle
kılınmasının fazileti özel olarak vurgulanır: Kim sabah namazını cemaat ile
kılar ve güneş doğuncaya kadar zikir (Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmek) ile
meşgul olur, sonra kalkıp iki rek'at nafile (İşrâk) namazı kılarsa, kendisine
tam bir hac ve umre sevabı verilir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaat ile kılan
kişi, bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirmiş gibi olur.
3. Mekruh Vakit Uyarısı:
Sabah namazı kılındıktan sonra dahi,
güneşin tam doğuşuna kadar namaz kılmak mekruh (işlenmesi hoş görülmeyen)
sayılır. Bursevî, hadis-i şerifleri aktararak, Sabah namazından sonra tam güneş doğuncaya kadar hiçbir
namazın caiz olmadığını, ancak Mekke-i Mükerreme'nin bu hükümden istisna
olduğunu vurgular.
III. Yatsı Namazı (Salâtü'l-İşâ) Vakti Hakkındaki Uyarılar
Yatsı namazı, Bursevî'ye göre Musa
Aleyhisselâm tarafından ilk kılınan namazdır. Bu namaz ve sonrasındaki vakit,
özellikle gece ibadetleri (Teheccüd ve Evvâbîn) için bir başlangıç teşkil
ettiğinden, büyük manevî öneme sahiptir.
1. Gece İbadetine Teşvik:
Gece ibadetinin zirvesi olan Teheccüd
namazı, yatsıdan sonra uyuduktan sonra gecenin son üçte birinde kılınır ve
Bursevî'ye göre bu en faziletli nafile ibadettir. Bu nafile ibadetin fazileti,
kişinin yataktan kalkıp, rahatı terk ederek, uyanıkken (uyanıkken namaz
kılınır) mücahede ve müşahede (gözlem) hâline geçmesiyle elde edilir. Bu durum,
yatsı namazının vaktinde eda edilmesinin, gece manevî hazırlıklarına kapı
açtığı uyarısını içerir.
2. Cemaatle Kılınmasının Fazileti:
Yukarıda (önceki yazılarımızda bahsedilen)
Sabah namazı ile birlikte, Yatsı namazını cemaat ile kılmak, müminin
bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirme sevabına nail olmasına vesile olur. Bu,
müminlerin bu iki vakit namazına olan dikkatlerinin ne denli önemli olduğunu
gösterir.
IV. Namazı Terk Edenlerin Hali ve Dini Hükümler
Bursevî, namaz vakitlerine uymamanın genel
dini zayıflıkla bağlantısını kurar. Namazı terk eden kişinin, dinin direğini
yıktığına dair kesin hükümler vardır:
- Dinin Direği: Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'in "Namaz dinin direğidir" buyurduğunu aktarır. Kim
namazı terk ederse, onun dini yoktur.
- Küfür İhtarı: Kim bilerek namazı terkederse, o kişi
aşikâr kâfir olmuş olur. (Ancak Bursevî, büyük günah işlemekle kişinin
kâfir olmayacağını belirterek, bu hadis-i şerifin tehdid, teşbih ve
sakındırmada mübalağa etmek için söylendiğini ifade eder.)
- Malî İbadetle İlişkisi: (Önceki yazılarımızda
bahsedildiği üzere) nisâb sahibi olup zekât vermeyenin namazının dahi
kabul olmayacağı uyarısı, Bursevî’nin namaz ve zekâtın vakit hassasiyeti
de dahil olmak üzere bir bütün olarak ele alınması gerektiği konusundaki
en önemli fıkhî-tasavvufî ikazlarından biridir.
Bu kapsamlı inceleme, İsmâil Hakkı
Bursevî'nin İmsak ve Yatsı namazı vakitleri başta olmak üzere,
namaz ibadetinin yalnızca fıkhî şartlara uygunlukla sınırlı kalmayıp, aynı
zamanda manevî yükselişin (urûc) anahtarı olduğu ve vaktini kaçırmanın kulun
ahiretteki akıbetini ciddi tehlikeye atacağı yönündeki şiddetli uyarılarını
açıkça ortaya koymaktadır.
(Peygamberimize Salât Ve Selâm) Getirilmeyen Namazın Durumu
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında, namaz (salât) ibadetinin fıkhî (hukuki) geçerliliği ile manevî
mükemmelliği (kemâlâtı) arasındaki denge büyük bir titizlikle ele alınmaktadır.
Salavât-ı şerîfe (Peygamberimize salât ve selâm)
getirilmeyen namazın durumu, fıkıh mezhepleri arasındaki temel bir
ihtilafın (anlaşmazlığın) merkezi olup, Bursevî bu ihtilafı zikretmekle beraber
kendi tasavvufî yaklaşımını da ortaya koyar.
I. Namazda Salavâtın Hükmü: Farziyet ve Sünnet Arasındaki İhtilaf
İslâm âlimleri arasında namazın
tahiyyâtından (son oturuş) sonra Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e
salât ve selâm getirmenin hükmü konusunda iki
temel yaklaşım mevcuttur:
1. Şâfiî Mezhebi Görüşü: Farziyet (Zorunluluk)
Bursevî, namazda salavât getirmenin farz
olduğu görüşünü benimseyen İmam-ı Şâfiî’nin (r.h.) içtihadını (hukuki hükmünü)
zikreder. Bu görüşün dayanağı, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen şu
hadis-i şeriftir:
"Kim namazında bana salât etmezse onun namazı
yoktur.".
Şâfiî mezhebine göre, bu hadis, salavâtın
namazın sıhhati için farz (zorunlu) olduğuna delalet etmektedir. Buna
göre, namazın içinde salavâtı terk eden kişinin namazı sahih (geçerli) olmaz.
2. Hanefî Mezhebi Görüşü: Nefy-i Kemâl (Mükemmelliğin Eksikliği)
Hanefî uleması ve Bursevî'nin bağlı olduğu
ekolde ise (İmâm-ı Âzam nezdinde), namazda salavât getirmek mesnûn
(sünnet) kabul edilmektedir. Bu hadis-i şerifin taşıdığı hüküm, namazın mutlak
surette yokluğuna değil, nefy-i kemâle (mükemmelliğin nefyine)
yorulmuştur.
Nefy-i Kemâl ne demektir? Bu, namazın zahirî şartlara ve
rükünlere uygun olarak kılındığı zaman fıkhî açıdan geçerli (sahih) olduğu,
ancak manevî olarak mükemmeliyet mertebesine ulaşamadığı anlamına gelir. Yani
farz olmak gerekmez; ancak salavâtın terk edilmesi durumunda, kişi namazın tam
sevabından ve faziletinden mahrum kalır.
II. Salavâtın Manası ve Önemi
Bursevî, salavâtın namaz içerisindeki
konumunu sadece fıkhî bir unsur olarak değil, aynı zamanda manevî bir bereket
ve dua olarak da ele alır:
1. Şart ve Rüknün Tamamlayıcısı
Namazın hakikatindeki gayenin, kalb huzuru
(huzûr-u kalb) ve tam bir yöneliş (teveccüh) olduğu; zahirde ta'dîl-i erkân
(düzgünlük) şart olduğu gibi, bâtında da huzur ve teveccüh gerektiği (önceki
yazılarımızda namazın kabul şartları bağlamında bu hususlara değinmiştik),
Bursevî'nin namaz anlayışının merkezindedir. Salavât, bu huzur ve edep
şartlarını tamamlayan bir ibadettir.
Namazda ve namazın dışında Hazreti
Peygamber'e (s.a.v.) salavât okumak, kulun Hazreti Peygamber’in (s.a.v.)
arkasından ona dua etmesi anlamına gelir. Bu, aynı zamanda Allah'ın emrine
(Ahzab, 33/56) icabettir.
2. Genelleştirme (Ta‘mîm) İradesi
Salavâtın söylenme şekli de manevi bir
incelik taşır. Bursevî, Hazreti Peygamber'e salât ederken, Âl-i Muhammed’in
(Muhammed’in ailesinin) de zikredilerek genelleştirilmesini (ta‘mîm)
gerektiğini, zira tüm peygamberlerin (enbiyâ) de O'nun gibi Hak'tan mebus
(elçi) olduğunu belirten hadisler bulunduğunu aktarır. Bu, namazda okunan
Salât-ı İbrâhîmiyye'ye uygun bir yaklaşımdır.
III. Sonuç: Salavâtsız Namazın Kabulü
İsmâil Hakkı Bursevî'nin genel öğretileri
göz önüne alındığında, salavât getirilmeyen bir namazın durumu şöyledir:
- Fıkhî Sıhhat (Geçerlilik): Hanefî mezhebine göre namaz
geçerlidir (sahihdir). Ancak
Şâfiî mezhebine göre salavât getirmemek namazı bozar.
- Manevî Kabul ve Kemâlât: Namazın asıl sevabını almak
mümkündür, lakin ilâhî ihsana ve tam mükemmeliyete (kemâlâta) nail
olunamaz. Bursevî, ibadetlerin zahiri şartlarına riayet eden kişinin
övgüye layık olduğunu (medhe tazammun) belirtirken, huşu ve bütün kalple
yönelme gibi bâtınî şartlara riayet edenin daha üstün olduğunu vurgular.
Salavât, bu bâtınî yönelişin önemli bir edebi ve rüknü olarak kabul
edilir.
Dolayısıyla, Bursevî’ye göre müminin
salavâtı terk etmemesi, bu sayede hem dinî yükümlülüğünü eksiksiz yerine
getirmesi hem de namazın münâcât (Allah ile gizli konuşma) ve mi'râc
sırrına tam olarak vâsıl olması (ulaşması) için elzemdir.
Ehl-i Kitap’ın işlediği sâlih
ameller
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Ehl-i Kitap (Kitap Ehli)
mensuplarının işlediği sâlih amellerin (iyi işler) âhiretteki akıbeti,
kesin bir şekilde iman (İslâm dinini kabul) şartına bağlanmıştır. Bursevî, bütün ibadetlerin ve
iyi amellerin kabulünün, öncelikle tevhid (Allah'ı birleme) ve Hazreti Muhammed
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik eden sahih
iman üzerine kurulu olması gerektiği ilkesinden hareket eder.
Bu kapsamda, nisâb (dinî zenginlik sınırı)
sahibi olup hacca gitmeyen kişinin Yahudilik, Hıristiyanlık veya Mecûsîlik
üzere öleceğini ifade etmesi, bu dinlerin İslâm nezdindeki kurtuluşa mani
(engel) konumunu işaret etmektedir.
Aşağıda, Bursevî’nin eserlerinden
hareketle, Yahudi ve Hıristiyanlardan sâlih amel işleyenlerin cennete girip
giremeyeceği konusundaki görüşleri detaylı olarak sunulmuştur:
I. Sâlih Amelin Temeli: İhlâs ve Tevhid Şartı
Bursevî’nin tasavvufî ve tefsirî
yaklaşımına göre, Cenâb-ı Hakk’a vuslatın (ulaşmanın) anahtarı olan amelin
(ibadet), her türlü şaibeden (kirden) temizlenmiş olması gerekir.
1. Şirk ve Zulüm
İhlâsın (samimiyetin) özü, amelin sadece
Allah rızası için olmasıdır; dünyevî veya uhrevî (âhirete dair) başka bir sebep
ile amel etmek şirktir (ortak koşma). Şirk ise Bursevî’ye göre büyük bir
zulümdür.
Yahudi ve Hıristiyanların temel inançları,
Kur'ân-ı Kerim'de ve Bursevî'nin tefsirlerinde, tesniye (iki ilaha
inanma) veya teslis (üç ilaha inanma) gibi unsurlarla şirk olarak
nitelendirilmiştir.
- Hıristiyanlar, Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu
kabul ederler. Melkâniyyeler, "Allah üçün üçüncüsüdür"
demişlerdir. Nastûriler, "Mesîh Allah’ın oğludur" derler;
Yakûbiyyeler ise "Allah Mesîh’tir" derler. Bu inançlar,
ulûhiyyette (ilahlıkta) aşırılık (gulüvv) ve şirktir.
- Yahudiler, bazı rivayetlere göre "Üzeyir Allah'ın
oğlu" dediler ve tesniyeye (iki ma'bûda) inandılar.
Allah, kendisine şirk koşulmasını asla
bağışlamayacağını (mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan
etmiştir. Dolayısıyla,
şirk üzere işlenen ameller, ne kadar zahiren salih olursa olsun, bu fundamental
engel sebebiyle ebedî kurtuluşa vesile olamaz.
2. Amellerin Heder Olması (Boşa Gitmesi)
Eğer bir kişi, ölüm zamanına kadar irtidat
ve küfürde ısrar ederse, İslâm hâlinde iken işlemiş olduğu bütün amelleri
kesinlikle telafi edilmeyecek şekilde yanar (heder olur, bâtıl olur ve
boşa gider). Bu ilke, imanı olmayanların amellerinin âhirette bir karşılık
görmeyeceği hükmünü pekiştirmektedir.
II. Cennete Girme Şartı: İman ve İttifak
Bursevî, Yahudi ve Hıristiyanların cennete
girme ihtimalini, ancak ve ancak İslâm dinini kabul etmeleri şartına bağlar.
1. İmana Girmedikçe Kurtuluş Yoktur
Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin ve
Hıristiyanların, "ancak Yahudi veya Hıristiyan olanlar cennete
girecek" şeklindeki kuruntularını (emânî) reddeder.
Bursevî’nin eserlerinde net bir şekilde
belirtilmiştir ki:
"Muhakkak ki bu iki kitap ehli Müslüman olmadıkça
asla cennete giremezler.".
Bu, Yahudilik veya Hıristiyanlık inancı
üzere kalan kişilerin, inançlarının ve amellerinin kendilerini cennete
götüreceği kuruntusunun (bâtıl arzu) hakikat ve doğruluk payı olmadığını
gösterir.
2. İman Edenlerin Durumu
Allah, Ehl-i Kitap'ın (Yahudi,
Hıristiyan ve Sabiîler) iman etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini
müjdelemiştir. Ancak bu iman, onların kendi inançlarına değil, Müslümanların
iman ettiği şeye iman etmelerini gerektirir.
- Şartlar: Eğer onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar):
- Allah'a
ve Âhiret gününe iman ederlerse (bu, İslâm dininin hak olduğuna ve
Hazreti Muhammed'in peygamberliğine inanmaktır).
- Ve sâlih olarak çalışırlarsa (iyi amel
işlerlerse).
Ancak bu durumda, korku ve hüzünden
kesin olarak azâde olacakları (kurtulacakları) müjdelenmiştir. Bu vaad ve
müjde, bu dört sınıftan (Münafıklar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler)
ancak müminlere mahsustur. Yani bu grupların cennete girmesi için,
öncelikle müminler sınıfına dahil olmaları (İslâm'a girmeleri) gerekmektedir.
3. Tevbenin Şartı
Yahudi ve Hıristiyanların Müslüman olmalarının şartı, sadece kelime-i
şehadet getirmelerinden sonra değil, aynı zamanda Yahudilik ve
Hıristiyanlıktan beri olmaları (uzaklaşma şartına bağlıdır). Eğer bu
uzaklaşma gerçekleşmezse, defalarca şehadet getirseler bile asla Müslüman
olamazlar.
III. Hıristiyanların İyilikleri ve Geçici Affedişler
Bursevî, bazı istisnai durumlarda, iman
dışı iyi amellerin dünyevî faydasına veya ahirette azabın hafiflemesine
dair bilgiler aktarır, ancak bu eylemlerin cennete girmeye yetmeyeceğini
vurgular:
- Cömertlik (Saha): Hatemü't-Tayy örneğinde olduğu gibi,
şirki sebebiyle cehennem ateşine giren bir kişinin, cömertliği
sebebiyle Allah'ın cehennem ateşini ondan çevirip savdığı rivayet
edilir. Cömertlik, kişiden dünya ve ukbâ (âhiret) azabını savabilir. Ancak
bu, cennete giriş garantisi anlamına gelmez, sadece azabın hafiflemesi
veya kalkmasıdır.
- Küfür ve Tuğyanın Devamı: Allah, Yahudi ve
Hıristiyanların iman etmemekte ısrar etmelerinden (yüz çevirmelerinden)
dolayı, onların eski tuğyanları (azgınlıkları) üzerine tuğyanlarını ve
küfürleri üzerine küfürlerini arttırdığını belirtir.
Sonuç
İsmâil Hakkı Bursevî'nin teolojik çerçevesinde, Yahudi ve
Hıristiyanların işlediği zahiren sâlih ameller, imanda tevhid ve nübüvveti
tasdik şartını yerine getirmedikleri sürece onları cennete götürmeye yetmez.
Kur'ân-ı Kerim'in hükmü uyarınca, bu kişilerin kurtuluşu, ancak İslâm dinine
iman edip (tevbe ve eski inançlarından beri olarak) Müminler sınıfına dahil
olmalarıyla ve amellerini bu iman üzere gerçekleştirmeleriyle mümkündür.
Zira Allah, şirk koşulmasını asla mağfiret etmemektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder