Print Friendly and PDF

Yayınlar


İsmail Hakkı Bursevî 1. Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatının kronolojik bir düzen içerisinde, kapsamlı bir şekilde incelenmesi, onun Osmanlı dönemi tasavvuf ve ilim hayatındaki müstesna (istisnai) yerini daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. İsmail Hakkı Efendi, çok yönlü bir âlim, mutasavvıf, müfessir ve şair olarak, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel ortamına dinamik bir anlayışla hizmet etmiş önemli bir şahsiyettir.

İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı, kendi eserleri (özellikle Kitâbu'n-Netîce, Divan, Tamâmü'l-Feyz ve Silsilenâme-i Celvetiyye/Kitâbü’s-Silsile gibi) başta olmak üzere, sonraki araştırmaların temel kaynağı olmuştur.

I. Doğumu, Ailesi ve İlk Tahsil Yılları (1653-1674)

1. Doğum ve Aile Kökeni: İsmail Hakkı Efendi, Zilkade 1063 (Eylül 1653) senesinde, Pazartesi günü (Bazı kaynaklarda 14 Eylül 1653 veya 1652 olarak da zikredilir), günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan eski Edirne vilayetine bağlı Aydos kasabasında dünyaya gelmiştir. Kendisine ailesi tarafından "İsmail" ismi verilmiş olup, şiirlerinde kullandığı "Hakkı" mahlası (edebî takma isim) zamanla ismiyle bütünleşmiştir. Uzun süre Bursa'da ikamet etmesi ve orada vefat etmesi sebebiyle "Bursevî" nisbesi (lakabı) ile meşhur olmuştur. Ayrıca Aydos'ta doğduğu için "Aydosî", Üsküdar'da bir müddet kaldığı için "Üsküdârî" ve Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de "Celvetî" nisbeleriyle anılmıştır. Babası Mustafa Efendi aslen İstanbullu olup, H. 1062 senesinde (1652) İstanbul Aksaray’daki evinin Esir Hanı'nda çıkan büyük bir yangında yanması üzerine ailesiyle birlikte zorunlu olarak Aydos'a göç etmiştir. Annesi Kerîme Hanım'dır. İsmail Hakkı, gerek baba gerekse anne tarafından soyunun Peygamber sülalesine (Şeceresinin Hazreti Muhammed'e kadar uzandığını) dayandığını ifade etmiştir.

2. Yetişmesi ve Eğitimi: İsmail Hakkı henüz üç yaşındayken, babası tarafından Celvetiyye tarikatı şeyhi Osman Fazlı İlâhî Hazretleri'nin (vefatı: 1102/1691) huzuruna getirilmiş ve şeyhin dua ve iltifatına mazhar olmuştur. On yaşında, Osman Fazlı Efendi'nin Edirne'de bulunan talebesi Abdülbaki Efendi'nin terbiyesi altına girmiş ve yedi sene boyunca kendisinden dinî ve fennî (bilimsel) bilgiler almıştır. Tahsili sırasında okuduğu kitapları bizzat kendi el yazısıyla istinsah (kopya) etmiştir. Edirne'de icâzetini (diplomasını) aldıktan sonra, ilmini ilerletmek ve tasavvufa intisap etmek (girmek) amacıyla İstanbul'a gitmiş ve Osman Fazlı Efendi'ye mürid olmuştur.

II. İlk Görev Yerleri ve Toplumsal Mücadele Dönemi (1675-1685)

1. Üsküp Halifeliği ve Çatışmalar (1675-1685): İsmail Hakkı, yirmi yaşında Bursa'da ilk hocalık görevine başlamış (1675) ve 1086 (1675-76) yılında şeyhi tarafından Celvetî halifesi olarak tayin edilerek Üsküp'e gönderilmiştir. 1676'da, Üsküp'te yerleşik İstanbullu bir şahıs olan Mustafa Uşşâkî'nin kızı Ayşe Hatun ile evlenmiştir. (Kaynaklarda Afife Hanım'ın ilk eşi olabileceğine de değinilir). İsmail Hakkı'nın en az beş kez evlendiği aktarılmaktadır. Vefatından yirmi üç yıl sonra ölen eşi ise Âişe Hanım'dır. Üsküp'te bulunduğu dönemde gayr-i meşrû (İslâm hukukuna aykırı) davranışlarda bulunan Üsküp halkını irşad (doğru yolu gösterme) etmek maksadıyla vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur. Dinamik bir tasavvuf anlayışıyla halkın hizmetine koşmuş, memleketin derdiyle hemdert olmuş ve haksızlıklara karşı mücadele etmiştir (1682-1688 yılları arasında). Ancak bu eleştiriler ve tenkitler, Üsküp'ün ileri gelenleriyle (kadı ve müftü dahil) arasında soğukluğa ve husumete yol açmıştır. Hatta müftü ve yandaşları tarafından ölümle bile tehdit edilmiştir. Şikayetler üzerine şeyhi Osman Fazlı'dan gelen tavsiye doğrultusunda bir süre susmuş, ancak daha sonra şeyhi, Köprülü'ye tayin edilmesiyle bu çatışmalar son bulmuştur.

2. Köprülü ve Ustrumca Dönemleri: Köprülü'ye tayin edilen İsmail Hakkı, burada on dört ay kalmıştır. Ardından Ustrumca halkının daveti üzerine şeyhinden izin alarak oraya gitmiştir.

III. Bursa'daki Uzun ve Verimli Dönem (1685-1722)

1. Bursa'ya İntikali ve İlk Sıkıntılar (1685): 1096 H./1685 M. yılında, Osman Fazlı'nın Bursa'daki halifesi Sunullah Efendi'nin vefatı üzerine, İsmail Hakkı, hayatının en uzun ve en verimli dönemini geçireceği Bursa'ya halife (temsilci) olarak tayin edilmiştir. Bu tayin esnasında eşi Ayşe Hanım, Rumeli'yi bırakıp Bursa'ya gitmeyi kabul etmekte zorlanmış. İsmail Hakkı, şeyhinin emrine muhalefet edemeyeceğini belirterek eşini ikna etmiş ve 1096 Cumâde'l-âhir (Mayıs ortaları 1685) bir Cumartesi günü Bursa'ya varmışlardır. Bursa'daki ilk günleri zahmet ve mahrumiyetle geçmiştir. Oturacak ev ve çocukların geçimi konusunda sıkıntılar yaşamış, hatta geçimlerini sağlamak için bazı kitaplarını ve teşbihini (tespihini) satmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde, M. Ali Aynî’nin aktardığına göre, 9 yaşındaki kızı taun (salgın hastalık) sebebiyle vefat etmiştir.

2. İrşad Faaliyetleri ve Eser Telifi (1685-1714): Bursa'ya yerleştikten sonra şeyhinin tavsiyesi üzerine Ulu Cami ve diğer camilerde vaaz ve nasihat etmeye başlamıştır. Kaynaklar, irşad faaliyetinin zirvesine Bursa'da ulaştığını belirtir. Vaazlarına Kur'an-ı Kerim'in son cüzünden başlayarak devam etmesi kendisine işaret edilmiştir. Bu dönem, İsmail Hakkı'nın en üretken olduğu yıllardır.

  • Şiir ve Edebiyat (1686-87): 1098/1686-87 yılı, onun için bereketli sayılmış; gönlünü eğlendirmek, gam ve kederini gidermek için şiir yazmaya başlamıştır. Bu şiirlerin boş sözler olmadığını, hakikatten haberli kişilerden işitilmiş ve rûhu’l-kudüsün (Kutsal Ruh'un) himmet kadehinden içilmiş sözler olduğunu ifade etmiştir. Şairin amacının hakikati aramak ve dillendirmek olduğu görüşündedir; mecazî aşkı anlatan ve hakikatten uzaklaştıran şiirin yasaklandığını düşünür.
  • Seyahatler ve Şeyh Ziyaretleri: Bursa'ya yerleştikten sonra (1096/1685–1101/1690) arasında, üstadı Osman Fazlı'yı ziyaret etmek üzere İstanbul'a beş defa gitmiştir.
  • Askeri Görevler (1695-1696): Sultan II. Mustafa'nın daveti üzerine 1107/1695 – 1108/1696 yıllarında Avusturya Seferlerine katılmış, orduda cihat (büyük savaş) sevabını ve sebatın ecrini anlatmakla görevlendirilmiştir. Seferler sırasında birkaç yerinden yara almıştır.

3. Hac Yolculukları ve Büyük Eserlerin Telifi (1700-1714): 1111/1700 senesinde Karlofça Antlaşması'ndan sonra Bursa’ya döndükten sonra ilk haccını yapmak üzere yedi ay süren kara yoluyla Mekke'ye gitmiştir. Dönüş yolunda eşkıyaların saldırısına uğramış, eşyası ve kitapları yağmalanmıştır. 1112/1701 senesinden itibaren yaklaşık on yıl boyunca Bursa’dan ayrılmamış ve bu süreyi meşhur tefsiri olan Rûhu’l-Beyân’ın tamamlanmasına adamıştır.

1126/1714 (21 Cemâziyelâhir Perşembe): Bursa’dan ayrılıp Tekirdağ’a hicret etmiştir. Kendisi bu gidişin İşâret-i İlâhiyye (İlâhî İşaret) ile olduğunu ifade etmiştir.

4. Son Seyahatleri (1717-1722): Yaklaşık 1717 senesinde gördüğü rüyaların etkisiyle Şam'a gitmiştir. Şam'da yaklaşık on eser kaleme almış, bu dönemde kaleme aldığı eserler arasında Tuhfe-i İsmailîyye ve Tuhfe-i Ömeriyye de bulunmaktadır. Şam halkı kendisine müftülük (dinî konularda fetva verme yetkisi) teklif etmiştir, ancak o, daha Üsküp'e giderken şeyhinin kendisine verdiği "kadılık ve müftülük gibi resmî memuriyetleri kabul etmeme" yönündeki sıkı tenbihine uyarak bu teklifi reddetmiştir.

1719 (Miladi) civarında Ferâhu'r-Rûh adlı eserini Üsküdar'da bitirmiştir. 1720 yılında İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar Ahmediye Camiinde dersler vermeye başlamıştır. 1722 yılında ise, görüşleri sebebiyle Tekirdağ’a gönderilmiş. Bu durum, daha önceki (önceki yazılarımızda bahsi geçen) Tekirdağ seyahatinden farklı bir mahiyet taşımaktadır.

IV. Son Dönem Bursa Hayatı ve Vefatı (1722-1725)

1722 yılında Tekirdağ’dan Bursa’ya geri dönen İsmail Hakkı, bu şehri son durağı olarak kabul etmiş ve vefatına kadar burada kalmıştır. 1135 (M. 1723) senesinde, Tuzpazarı semtinde inşâ ettirdiği Cami-i Muhammedî’yi (camii, medresesi ve çilehanesiyle beraber İsmail Hakkı Tekkesi) tamamlamıştır. Bu külliye, aynı zamanda Hikmetizâde Dergâhı ve Sırrî Zâviyesi olarak da bilinir. Son eseri olarak Kitâbu’n-Netîce’yi kaleme almıştır. Vefatına yaklaştığı zamanlarda dahi kendi nefsiyle hesaplaştığını gösteren manzumeler yazmıştır.

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, 9 Zilkade 1137 (20 Temmuz 1725) Perşembe günü akşamüstü Bursa'da vefat etmiştir. Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Kendi yaptırdığı Cami-i Muhammedî'nin kıble tarafına defnedilmiştir.


Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

Zât-ı âlinizin İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatını kapsamlı bir şekilde talep ettiğini göz önünde bulundurarak, hayatının büyük bir kısmını eser telif ederek geçiren bir âlimin, kronolojik hayat akışıyla bütünleşen eserlerinin (Mesnevî şerhi olan Ruhu'l-Mesnevî, tefsiri Rûhu'l-Beyân, Kitâbu'n-Netice ve Divan gibi) detaylı bir külliyat (toplu eserler listesi) analizi ve şiir görüşü hususları da konunun bütünlüğü açısından (önceki yazılarımızda bahsedilen veya bu kaynaklarda detaylıca yer alan kısımlar) eksik kalmıştır. Özellikle onun şairlik yönü, şiir yazma amacı ve hadis yorumlama metodolojisi derinlemesine incelenmeyi hak etmektedir. Zira kendisi yaklaşık 130 eser sığdırdığı velûd (çok eser veren) bir müelliftir.

İlginç Bir Bilgi:

İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin eşi Âişe Hanım’ın kendisinden bir eser yazmasını istediğinde, Bursevî'nin "birkaç gün çilehanemize girme de yazayım" dediği, Âişe Hanım'ın merakla kapıyı açtığında ise yaklaşık kırk kadar İsmail Hakkı'nın yazı yazdığını gördüğü aktarılmaktadır. Bunun üzerine Bursevî eşine hayatta oldukça bu sırrı kimseye söylememesini tembihlemiştir. Âişe Hanım bu olaya dayanarak Bursevî'den sonra vefat edeceğini anlamıştır. Bu menkıbe (yaşanmış olay), onun manevî hallerinin ve yazma disiplininin harikulade (olağanüstü) boyutunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.


Kronolojik Özet Tablo: İsmail Hakkı Bursevî'nin Hayatı

Tarih (Hicrî/Miladi)

Olay

Yer

Kaynaklar

Zilkade 1063 / Eylül 1653

Doğum (İsmail, lakabı Hakkı)

Aydos

c. 1663 (10 Yaş)

Abdülbaki Efendi'den tahsilin başlaması

Edirne

c. 1674-1675

Abdülbaki Efendi'den icâzet (diploma) alması; Osman Fazlı Efendi'ye intisap

Edirne / İstanbul

1086 / 1675-76

Celvetiyye Halifesi tayin edilmesi

Üsküp

1676 / 1086

Ayşe Hatun ile evlenmesi

Üsküp

1682-1688

Haksızlıklara karşı dinamik mücadele dönemi

Üsküp

c. 1685

Üsküp'teki çatışmalar ve şeyhinin emriyle göç

Köprülü/Ustrumca

1096 / 1685 (Mayıs)

Bursa Halifesi olarak tayin edilmesi; Bursa'ya hicret

Bursa

1098 / 1686-87

Şiir yazmaya başlaması (Feyizli aylar)

Bursa

1096-1101 / 1685-1690

Üstadı Osman Fazlı'yı 5 kez ziyaret etmesi

İstanbul

1107-1108 / 1695-1696

II. Mustafa'nın Avusturya Seferlerine katılması

Avusturya Seferleri

1111 / 1700

İlk Hac (kara yoluyla); dönüşte eşkıya saldırısı

Mekke / Bursa yolu

1112-1117 / 1701-1706

Rûhu’l-Beyân Tefsirinin tamamlanması

Bursa

1126 / 1714 (Ocak)

İşaret-i İlâhiyye ile Tekirdağ'a hareket

Tekirdağ

c. 1717

Gördüğü rüyalar üzerine Şam’a intikal; Müftülük teklifini reddetmesi

Şam

1719

Ferâhu'r-Rûh eserinin bitirilmesi

Üsküdar

1720

İstanbul'da Üsküdar Ahmediye Camii'nde dersler vermesi

İstanbul

1722-1723

Bursa'ya son dönüşü; Cami-i Muhammedî'yi tamamlaması

Bursa

1137 / 20 Temmuz 1725

Vefat (Perşembe)

Bursa (Tuzpazarı)

Kaynaklar (APA Stili Dipnot Gösterimi İçin Kullanılan Bilgiler):

Excerpts from "1280-Ozun_Ozu-Lubbul_Lubb-Muhitdin_Ibn_Erebi-Chev-Ismayil_Haqqi_Bursevi-2000-125s.pdf" Excerpts from "BURSALI İSMAİL HAKKI HAZRETLERİ’NİN ESERLERİNDEN HAREKETLE ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts from "Bursa Mahkeme Sicillerine Göre Bursevî’ninAilesi, Tekkesi ve Vakıfları .pdf" Excerpts from "Bursevi_ve_Ruhue_l-Mesnevi-Kueltuer.pdf" Excerpts from "Ismail Hakki Bursevi - Iman Esaslarina Tasavvufi Bir Bakis_text.pdf" Excerpts from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf" Excerpts from "Ruhul beyan tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf" Excerpts from "Serh-ı ebyat-ı haci bayram-ı velı hz.- ı.hakkı bursevı hz..pdf" Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from "TUHFE-İ HASEKİYE 1-İ.HAKKI BURSEVÎ HZ22..pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "VESİLETÜL MERAM 189773.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi -atai.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi 018901.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi basiret.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi envar.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi suluk.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi tuhfe ömeriyye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı bursevi varidat .pdf" Excerpts from "ismail hakkı dürretül irfani.pdf" Excerpts from "ismail hakkı fatiha.pdf" Excerpts from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "ismail hakkı muhammediye.pdf" Excerpts from "kitabunnetice tüm.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "pendi attar bursevi.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKIYYESİ.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİNE GÖRE İNFİTÂR SÛRESİNİN İŞARÎ YORUMU2.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HZ.'NİN ESERLERİNDE HAYATINA AİT ANEKDOTLAR.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMAİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN KENZ-İ MAHFÎ RİSÂLESİ MUHTEVÂ VE TAHLÎLİ.pdf" Excerpts from "İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ-ŞİİR GÖRÜŞÜ VE ŞİİR YAZMA ŞEKLİ.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "İsmail Hakkı Bursevi'nin 'Şerh-i Pend-i Attar' (Attar'ın Pendnamesi'nin Açıklaması) adlı eseri üzerine bir inceleme ve Attar'ın Pendname'si ile karşılaştırılmas314921.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf" Excerpts from "ŞERH GELENEGİ VE İSMAİL HAKKI BURSEVİ.pdf"

İsmâil Hakkı Bursevînin Hazreti Peygamber'e Olan Aşkı

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Celvetiyye tarikatının seçkin bir temsilcisi olarak ilim, tasavvuf ve edebiyat alanındaki merkezi konumunun temelinde, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e   duyduğu derin aşk ve manevi bağlılık yer almaktadır. Bursevî'nin hayatı ve külliyatı, bu Peygamber sevgisinin hem nesebî (soy) hem de manevî (feyiz ve vâridât) boyutunu yoğun bir şekilde barındırır. Bu çalışmamızda, Bursevî'nin eserlerinden hareketle Hazreti Peygamber'e olan aşkının tezahürleri ve ondan aldığı manevî müjdeler (vâridât) kronolojik olmaktan ziyade tematik bir düzlemde incelenmiştir.

1. Hazreti Peygamber'e Olan Aşkın Nesebî ve İlmî Temelleri

İsmâil Hakkı Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  olan derin bağlılığını, kendisinin ailevi ve manevî kökenlerine dayandırmıştır.

1.1. Şerefli Nesep (Teşrîf-i Neseb-i Nebevî)

Bursevî, Kitâbu’s-silsile adlı eserinde, hem baba tarafından (Şah Hudâbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman Efendi) hem de anne tarafından (Kadı Ahmet Efendi'nin kızı Kerîme Hanım) soyunun Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  dayandığını vurgulamıştır. İslâm geleneğinde bu silsile (soy/zincir) meselesinin hem ilmî hem de nesebî açıdan taşıdığı büyük önem dikkate alındığında, Bursevî’nin bu konuya değinmesi, manevi üstünlüğün bir nişanesi olarak kabul edilir.

Hazreti Hüseyin (r.a.) hakkındaki risalesinde Bursevî, Hazreti Peygamber'in soyunu anlatmasının sebebini "Teşrîf-i neseb-i nebevî" (Peygamber nesebini şereflendirme) olarak ifade eder. Ona göre, gerçek şeref ve yücelik, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  ve onunla kurulan yakınlığa bağlıdır. Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i "âlemlerin kalbi" olarak nitelemekte ve O'nun ortaya çıktığı gibi kimsenin ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Peygamberliğin, urûc (yükselme) ve alçalmanın en kâmil tarzda gerçekleştiği mertebe olduğu görüşündedir.

1.2. Edeb ve Ahlak Vurgusu

Bursevî'nin Hazreti Peygamber'e olan aşkı, edebî metinlerde dahi mutlak bir saygı (tevkîr) ve edebî üslup hassasiyeti gerektirmiştir. Kendisi, Hazreti Peygamber 'i konu alan şiirlerin sonunda, bazı şairlerin edebe aykırı teşbihlerde bulunduklarını eleştirmiştir.

Bu eleştirilere örnek olarak:

  1. Hazreti Süleyman (Aleyhisselâm)'ın, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'in kapısında "asâ ve zenbil (sepet) ile bir gedâ (dilenci)" olduğu,
  2. Ya da Hazreti Mustafa 'nın dergâhının önünde bir "yetîm-i garîb (kimsesiz yetim)" iken şeref tacını bulduğu, gibi ifadelerin Hakk'a nispetle sahih olsa dahi edepten hâriç (dışarı) olduğunu savunur. Bu, Bursevî’nin aşkının, manevi hakikatler ile resmî şeriat sınırlarının (edeb) iç içe geçmesini gerektiren, hassas bir denge üzerine kurulduğunu göstermektedir.

Ayrıca, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e muhalefette bulunmanın (şikak ve musakka – ayrılıp muhalefete geçmek) ve O'nu hafife almanın küfür sayıldığı (icmâ ile) konularında ümmetin ittifakını aktarır. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in ahlakının ise, Hazreti Âişe (r.a.) tarafından belirtildiği üzere "Kur'ân-ı Kerim" olduğu bilgisini paylaşır.

2. Manevî Müjdeler ve Vâridât Kültürü

Bursevî'nin Hazreti Peygamber'den  aldığı veya O'nun manevî himmetiyle ulaştığı müjdeler, esasen tasavvufta "vâridât" (ilâhî geli/esinlenme) olarak adlandırılan keşfî (sezgisel) tecrübelerle ilgilidir.

2.1. Vâridâtın Kaynağı ve Niteliği

Bursevî, eserlerinin önemli bir bölümünü, Allah'tan kendisine gelen bu vâridât (ilahi geli/esinlenme) ve bunların şerhleri üzerine kurmuştur (Örneğin Kitâb-ı Kebîr gibi). O’nun bu manevi ilim ve keşifleri, derslerini görerek edindiği bilgilerle, ilham ve keşif sonucu edindiği kazanımları birleştirir.

Bursevî’ye göre, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in hali (durumu) diğerlerinden daha hassas ve salimdir. Hazreti Peygamber , "Benim gözlerim uyur ama kalb gözlerim uyumaz" hadisini dile getirmiştir. Bu, onun zâhiren mülk (madde) âleminde olsa da bâtınen melekût (soyut) âlemine açık olduğunun bir göstergesidir. Bu manevi açıklık ve hassasiyet, mürşid-i kâmillerin de Hazreti Peygamber'in varisleri olarak feyiz ve vâridât almasının temelini oluşturur.

Bu manevi feyz (imdâd/yardım), feyz-i mukaddes (kutsal feyiz) olarak adlandırılır ve Bursevî bunu feyz-i akdes (en kutsal feyzin) neticesi olarak görmüştür. Bu feyiz bir an kesilse, cin ve insanlardan hiçbir şey görünmez. Bursevî, bu manevi gıdaları (vâridâtı), keşifler ve müşâhedât (gözlemler) ile marifet denizinde avlanan bir tür "deniz avı"na benzetir.

2.2. Hakkı Mahlası ve Mükâfat

Hazreti Peygamber'e  olan bu bağlılık ve muhabbet, Bursevî'nin kendisine verilmiş olan Hakkı mahlasında da yansıma bulur. Bursevî şiirlerinde bu mahlası kullanmıştır. Bu mahlas, hocası Osman Fazlı Efendi tarafından, Bursevî'nin 1085/1674'te doğan oğlu Mehmet Cudi için yazdığı tarihte kullanılmış ve şeyhi tarafından beğenilerek kendisine bir mükâfat olarak verilmiştir.

2.3. Peygamberlik Vârisliği ve Mücadele Müjdesi

Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem 'e taalluk eden ikrar ve inkarın, O'na vâris olan kimselere de taalluk ettiğini savunur. Bu nedenle velilerin de, mertebelerini tamamlamaları için her asırda celâl (ululuk) ve cemâl (güzellik) tecellilerine (yansımalarına) maruz kalması gerektiğini ifade eder. Vârisin kemali, mirasçısı olduğu şerefli vücudun kemaliyle orantılıdır.

Bu vârislik durumu, Hazreti Peygamber 'in yaşadığı zorlukların vârisler için de bir mukadderat olduğunu işaret eder. Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Hiçbir nebiye (peygambere) bana yapılan kadar eziyet edilmemiştir" buyurmasını, Bursevî bu manevi vârislik bağlamında ele alır. Bursevî'nin kendisinin de yaşadığı toplumun sorunlarından uzak durmayıp, görev aldığı her yerde zalimlerin yanlış davranışlarını tenkit etmesi ve bu uğurda birçok kovuşturma geçirmesi, onun bu mücadeleci vârislik anlayışının bir göstergesidir.

İsmâil Hakkı, eserlerinde Hazreti Peygamber 'in son dönemi ve ashabıyla helalleşmesi gibi konuları, "halkın hoşuna gidecek bir duygusallık içerisinde" anlatmıştır. Bu, onun manevi irşad metodunda Hazreti Peygamber 'in hayatının duygusal ve manevi boyutunu öne çıkarma arzusunu gösteren bir yaklaşımdır.

Sonuç ve Kaynakça

İsmail Hakkı Bursevî'nin yaşamı, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e  olan aşk, manevî rütbeler ve elde edilen sırlar (vâridât/müjdeler) etrafında şekillenmiştir. Bu aşk, ona hem soy (neseb) yoluyla bir şeref atfetmiş hem de "Hakkı" mahlasını getiren manevi bir mükâfat olarak tecelli etmiştir. Zât-ı âliniz, (önceki yazılarımızda bahsi geçen) Bursevî'nin kronolojik yaşamının bu temeller üzerine kurulu olduğunu ve onun çok yönlü (velûd) müellifliğinin asıl amacının bu manevi bağlılığı ilim ve irfanla yaymak olduğunu hatırda tutmalıdır.

İsmâil Hakkı Bursevînin Namaz Hususunda Dikkat Ettiği   Hususlar

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin, eserlerinin ana gövdesini oluşturan Rûhu’l-Beyân tefsiri ve diğer külliyatı, namaz ibadetine (salât) sadece fıkhî (zahiri) bir vecibe olarak değil, aynı zamanda manevî seyr ü sülûkun (ruhani yolculuğun) zirvesi (mi’râcı) olarak büyük bir ehemmiyet (önem) atfetmektedir. Bursevî'nin namaz hususunda dikkat ettiği ve müntesiplerine (bağlılarına) telkin ettiği hususlar, zahirî ve bâtınî (dışsal ve içsel) gerekliliklerin tam bir entegrasyonunu (bütünleşmesini) esas alır.

Bu bağlamda Bursevî’nin namaz kılarken bilhassa üzerinde durduğu ana noktalar aşağıda tematik bir düzen içinde incelenmektedir:

I. Namazın Manevî Temeli: Huzur ve İhlâs (Bâtınî Şartlar)

Bursevî’ye göre namazın şekil (sûret) ve ruh (hakikat) olmak üzere iki yönü vardır ve gerçek kurtuluş, bu ikisini birleştirmekle mümkündür.

1. Huzûr-u Kalb (Kalp Huzuru) ve Huşû (Saygı)

Bursevî, namazdan maksadın yüce âleme yönelmek, Cenâb-ı Hakk'a (Aziz ve Celil olan Allah’a) yalvarmak ve O'nunla konuşmak olduğunu belirtir. Namazın hakikati, teveccüh (yönelme), huzur ve Allah ile beraber olma (ittisâl) hâlidir. Kendisine atfedilen tefsirlerde, gönül ve kalbin huzurunun, manevî hallerin ve sırların açığa çıkması için şart olduğu vurgulanır. Namazın farz olduğu gibi, Allah’ın huzurunda olduğunun bilincinde olmak da (yani huşû) farzdır. Bu manevi duruma ulaşmak, İhsan mertebesinde namaz kılmakla açıklanır: Zahid Hatem (k.s.) örneğinde olduğu gibi, namaz kılan kişinin Kâbe’yi iki kaşının arasında görmesi, kabrini önünde, Cenâb-ı Hakk'ı ise üzerinde ve kalbinde bilen bir zan (kabul) ile tekbir alması gerekir.

2. Niyet ve Riya’dan (Gösterişten) Kaçınmak

Namazın sıhhati için niyet, zorunlu bir şarttır. Ancak Bursevî, niyetin halis (saf) ve ihlâslı olmasını, yalnızca Allah rızasını (talebi) gözetmesini önemser. Kalpte riya (gösteriş) olması durumunda, kişinin namazın asıl sevabını alacağını, ancak ilâhî ihsanı (lütfu) alamayacağını belirtir. Münafıkların namazı, tembellik, ağırlık ve isteksizlik içinde kıldıklarını ve bunu halka gösteriş yapmak için yaptıklarını ifade eder ki, bu, namazın ruhuna tamamen aykırıdır. Namazda gösteriş, büyük bir günah olan küçük şirke (şirk-i asğar) benzetilir.

II. Namazın Fıkhî ve Şer’î Gerekleri (Zahirî Şartlar)

Bursevî, namazın bâtınî yönüne odaklanırken, zâhirî (dışsal) şartların da eksiksiz yerine getirilmesi gerektiğini kesin bir dille ifade eder.

1. Tadîl-i Erkân (Düzgün ve Tam Yapmak)

Namazı ikâme etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini muhafaza etmek, eksiksiz olarak yerine getirmektir. Tadîl-i erkâna riâyet etmemek, yani rükû ve secdeleri hafif tutmak, Bursevî'ye göre kişinin geçim sıkıntısı çekmesine neden olabilir. Bu durumdaki kişiler için Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) "Dön namazını kıl, sen namaz kılmadın," uyarısında bulunması, bu tür ibadetlerin kabul edilmediği endişesini gösterir.

2. Taharet (Temizlik) ve Hazırlık

Abdest ve guslün (boy abdesti) şartı, organlar üzerine suyun dökülmesidir. Abdest, Allah'a yakınlaşmanın bir sebebidir ve abdest almak, mâsivâdan (Allah'tan gayri her şeyden) ayrılmanın, namaz ise Allah’a ulaşmanın (ittisâl) işaretidir. Abdestin her farz, sünnet ve edebinde bir sır bulunduğunu ve maddi-manevi temizliğe (taharete) işaret ettiğini belirtir. İlginç bir husus olarak, sürekli abdestli (taharet üzere) kalmaya devam eden kişilere rızkın genişlemesi ve ölüm meleği geldiğinde şehadet yazılması gibi manevî mükâfatlar vaat edildiğini aktarır.

3. Namaz Elbisesi ve Edeb

İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin (k.s.) gece namazları için özel ve pahalı (1500 dirhem değerinde) elbise edindiğini aktararak, Allahü Teâlâ için (güzel elbiseler giyerek) süslenmenin, insanlar için süslenmekten daha evlâ olduğunu vurgular.

III. Namazın Toplumsal ve İbadetler Arası Konumu

Bursevî, namazı diğer farz ibadetlerle olan yakın ilişkisi ve cemaatle kılınmasının toplumsal önemi açısından da değerlendirir.

1. Namaz ve Zekâtın Birlikteliği

Namaz ve Zekât, bedenî ve malî ibadetlerin reisleridir (başları). Bursevî, Kur’an’da bu ikisinin sıklıkla birlikte anılmasını, birinin ancak diğeriyle kabul olmasıyla açıklar. Hatta Bursevî, zekâtını hakkıyla vermeyen kişinin namazının dahi kabul olunmayacağına dair hadis rivayetlerini (Yani "Zekat vermeyenin namazı yoktur") aktarmaktadır.

2. Cemaatle Namazın Fazileti

Cemaatle namaz kılmak, fıkıh mezheplerine göre farz-ı kifâye, vâcip veya kuvvetli sünnet-i müekkede olmakla birlikte, Bursevî bunun çok faziletli olduğunu ve tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstün olduğunu vurgular. Cemaatle namazın camide kılınması, İslâm’ın şiarını (sembolünü) izhâr (açığa vurmak) ettiği için daha faziletlidir. Cemaat, kuvvetin kaynağıdır; tıpkı savaşta saf tutmak gibi.

3. Nafile İbadetler ve Kaza Namazı

Nafile namazlar da kurtuluşun sebebidir. Özellikle İşrâk namazı (güneş doğduktan sonra kılınan) için, sabah namazını cemaatle kılıp güneş doğuncaya kadar zikirle meşgul olan ve sonra iki rek'at kılan kişinin, tam bir hac ve umre sevabı kazanacağı müjdesini aktarır.

Ancak (önceki yazılarımızda bahsedilen) kaza namazları konusunda dikkatli olunması gereken bir hususa parmak basar: Cuma günleri kılınan faziletli nafile namazların (kaza namazlarını sildiği iddiası olan) rivayetlerini ele alırken, bu namazların geçmiş namazların kazası yerine geçmeyeceğini, zira tevbenin şartının terk edilen farzları kaza etmek olduğunu vurgular. Bu tür namazlar ancak te’hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi hafifletebilir.

IV. Namazın Sırrı ve Maksadı: Vuslat ve Münâcât

Bursevî için namazın hakikat ve maneviyat açısından en yüce mertebesi, Mi'râc (göğe yükselme) ve Münâcât (yalvarma/konuşma) makamıdır.

1. Mi'râc ve Vuslat

Namaz, mü'minin mi'râcıdır. Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) Mi'râc'a çıktığında göklerdeki meleklerin ibadetlerini görüp, onların ümmetine farz olmasını istemesi üzerine, Cenâb-ı Allah'ın bütün bu ibadetleri beş vakit namazın içinde topladığına inanılır. Namaz, kulun Allah'a yakınlaşmasıdır. Hatta Allah'ın kuluna yakınlaşması (Hadis-i Kudsî’de geçtiği gibi: "Kul bana bir karış yaklaşırsa...") bu ibadetler vasıtasıyla gerçekleşir.

2. Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek

Musibet ve sıkıntı anlarında, namaz ve sabır (oruç olarak da tefsir edilir) ile yardım dilemek (tevessül edip Allah'a iltica etmek) gerektiği temel bir dikkat noktasıdır. Hazreti Peygamber (s.a.v.) bir iş konusunda sıkıntıya düştüklerinde hemen namaz kılarak Allah’a sığınırdı.

3. Peygamberin Namaza Olan Aşkı (İlginç Husus)

Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: 1- Kadın, 2- Güzel koku, 3- Namaz gözümün nuru kılındı," buyurmasını aktaran Bursevî, namazın Allah'a münâcât (yalvarış/gizli konuşma) olduğunu belirtir. Namaz kılan kişinin Rabbine münâcât ettiğini ve bu nedenle namazda etrafa bakmaktan kaçınması gerektiğini vurgular.

V. Namazı Terk Etme ve Geciktirme Konusundaki İhtiyat

Bursevî’nin üzerinde en çok durduğu dikkat çekici hususlardan biri de namazı terk etmenin veya geciktirmenin (te’hir) ciddi sonuçlarıdır.

  • Terk Etmenin Hükmü: Namazı terk edenin serbest bırakılmayacağı görüşünü aktarır. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'den (k.s.) rivayetle, kimin üç gün namazı terk ederse öldürülmeyi hak ettiğini, dolayısıyla namazın dinin direği ve en önemli taati olduğunu belirtir.
  • Ateş Benzetmesi: Salihlerin namazı, vücudu arındıran bir ateş iken, namazı terk eden kişi ise cehennem ateşinde yanar. Namaz kılmayan, oruç tutan ve gece ibadet eden nice kavmin sırf dünyalık hırsından dolayı cehenneme atılacağı uyarısını yapar.
  • Vakit Hassasiyeti: Namaz, mü'minler üzerine muayyen vakitlerle farz kılındığı için, vakti geçesiye kadar terk edenin ahirette büyük bir cezaya (Hukub azabına) maruz kalacağı rivayetlerini nakleder.

Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı

İsmâil Hakkı Bursevî’nin namaz konusundaki genel yaklaşımı, kişinin dünyevî kaygılardan ayrılıp (infisâl) abdest ile hazırlanması, manevî rütbesi ne olursa olsun (sekir hali dahi olsa) farzları terk etmemesi, ve kıldığı ibadeti tam bir huşu, ihlâs ve idrak ile (ta’dîl-i erkân) yerine getirerek Allah’a vuslatı (ulaşmayı) amaçlaması gerekliliği üzerine inşa edilmiştir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ibadetler (taat) hususundaki genel yaklaşımı (önceki yazılarımızda genişçe ele alındığı üzere), şeriatın zahirî (dışsal) hükümleri ile tasavvufun bâtınî (içsel) hakikatlerini mezceden (birleştiren) bir yöntem izlemektedir. Bu çerçevede, namaz ibadetinin temel direklerinden olan kaza namazları (vaktinde eda edilemeyip sonradan yerine getirilen farzlar) hususunda getirdiği izahlar, hem fıkhî (İslâm hukuku) kesinliği hem de halk arasında yaygın olan bazı yanlış inanışları düzeltme amacını taşımaktadır.

Bursevî, özellikle Rûhu’l-Beyân tefsirinde ve diğer eserlerinde, farz olan namazların yerinin hiçbir nafile (süpererogatory) ibadetle doldurulamayacağı ilkesini ısrarla vurgulamıştır.

I. Kaza Namazının Hükmü ve Namazı Geciktirmenin (Te'hir) Azabı

Farz namazları vaktinde kılmanın farz olduğu gibi, vaktinde eda edilemeyen namazların sonradan kaza edilmesi de farzdır. Bursevî, namazın dinin direği olduğunu ve en önemli taat (ibadet) olduğunu vurgular. Bu bağlamda, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın (te'hir) ciddi manevi sonuçları vardır.

Hukub Azabı: Bursevî, bir hadis-i şerifi naklederek, kim bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunacağını belirtir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, cezanın namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geçirdiği için (yani te’hir günahından dolayı) verilecek olmasıdır. Bursevî, Hukub’un süresini açıklarken, bunun yetmiş beş (bazı kaynaklarda seksen) yıl olduğunu, her senenin üç yüz altmış gün olduğunu ve ahiretin her gününün dünya günleriyle bin sene kadar olduğunu ifade eder.

Dolayısıyla, kaza edilse dahi te’hir günahı baki kalmaktadır; ancak kaza etmek, kulun bu farz borcunu yerine getirme çabasıdır ve tevbenin şartıdır.

II. Nafile İbadetlerin Kaza Namazının Yerini Tutamayacağı İlkesi

Bursevî, halk arasında (avâm) yaygın olan ve fıkhen (hukuken) mesnetsiz (dayanaksız) olan bir inanışı kesin bir dille reddeder. Bu inanışa göre, çok sevap verilen bazı nafile namazların kılınması, geçmiş farz namaz borçlarının yerine geçebilir (yani borcu düşürebilir).

1. Farzın Nafile İle Sakıt Olması Mümkün Değildir:

İlim ehli, hiçbir vacibin, ne mürettep (farzlara bağlı kılınan) sünnetlerin ne de mürettep olmayan (Duha veya Evvâbîn gibi) nafilelerin, ecir ve sevap bakımından farzlara ulaşamayacağı konusunda ittifak etmiştir. Avâmın, farz namazları terk edip nafilelere rağbet etmelerinin, nafilelerin kaza namazları yerine geçeceğine inanmaları sebebiyle olduğunu belirten Bursevî, "Bu asla meşru değildir" hükmünü vermektedir.

2. Ramazan'ın Son Cuma Namazı Yanılgısı:

İnsanlardan bazılarının, Ramazan-ı şerifin son Cuması'nda (Cuma-i Şerif), öğlen ile ikindi arasında bir günlük veya bir gecelik namazlarını kaza etmelerini (halk arasında yaygın olan bir rivayete dayanarak bunun tüm borçları sildiğine inanmaları), Bursevî, bunun geçmiş bütün namazların kazası olarak kişiye fayda vermeyeceğini açıklar. Bu tür namazlar, ancak te'hîr (geciktirme) günahından dolayı sorguya çekilmeyi hafifletebilir, yoksa kılınmayan farzın yerine geçmez.

III. Kaza Namazlarının Tevbenin Şartı Olması

Bursevî, namazı terk etme veya geciktirme günahından kurtuluşun ancak tevbe ile mümkün olduğunu ve tevbenin de belirli şartları gerektirdiğini vurgular.

  • Tevbenin Şartı: Tevbenin şartlarından biri, geçmiş olan namazlarını (ve zekat gibi diğer ibadetlerini) kaza etmektir.
  • Sorgulama: Namazı kaza eden kişi, kazaya bırakıp sonradan kıldığı namazlarından dolayı (namazı kıldığı için) hesaba çekilmez; ancak, namazı vaktinden te'hir etmesinden dolayı hesaba çekilecektir. Bu da te'hirin ne denli büyük bir kusur olduğunu gösterir.

IV. Kaza Borcu Olanların Nafile İbadetlere Devam Etme Zorunluluğu

Kaza borcu olan kişilerin, farzları ikmal etme mecburiyeti, onları sünnet ve nafile ibadetleri terk etmeye itmemelidir. Bursevî'nin aktardığı fıkhî görüşlere göre:

Farz namazların sünnetlerini (mürettep sünnetler) kılmak, farzların noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı. Mürettep olmayan nafileler ise, sünnetlerin noksanlıklarını tamamlamak için meşru kılındı.

Hanefî mezhebine göre, kaza borcu olan kişilerin, beş vakit namazın sünnetlerini (teheccüd, Duhâ, Evvvâbin, tesbih namazı ve mübarek gecelerde kılınan hacet namazları gibi) kılmasında sakınca yoktur. Yani nafile ibadetler, farzları telafi edemese de, ruhani kemalat (olgunluk) ve noksanlıkları giderme açısından terk edilmemelidir.

Özetle, Bursevî'ye göre kaza namazları mutlak bir farzdır ve te'hir (geciktirme) büyük bir günahtır (Hukub azabına neden olabilir). Hiçbir nafile namaz, kılınmayan farzın yerine geçemez. Ancak kaza borcu olan bir kişi, farz borcunu ödemeye çalışırken, aynı zamanda sünnet ve nafileleri de terk etmemelidir.

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Zekat Görüşleri

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin külliyatında ve bilhassa tefsiri Rûhu’l-Beyân’da ele alınan ibadetler (taat), zahirî (fıkhî) ve bâtınî (tasavvufî) boyutlarıyla birlikte, birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, Zekât ibadetinin, dinen zenginlik sınırına (nisâb miktarına) ulaşanlar tarafından yerine getirilmemesi hususu, sadece malî bir borçluluk olarak değil, aynı zamanda manevî kabul ve kurtuluş (felâh) noktasında büyük bir tehlike olarak ele alınmıştır.

Yapılan detaylı tetkiklerde, Bursevî'nin eserlerinde, zekât yükümlülüğünün doğması için gerekli olan fıkhî (İslâm hukuku) alt sınır olan nisâb (İslâm terminolojisinde nisâb miktarı, dinen zengin sayılmanın ölçütü) sahibinin (nisâb ashabının) sorumluluğu şiddetle vurgulanmakla birlikte [önceki yazılarımızda namazın kabulü ile zekâtın ilişkisinin bu bağlamda ne denli kritik olduğundan bahsetmiştik], bu nisâb miktarının modern fıkıh kitaplarında yer alan gram cinsinden altın veya gümüş karşılığının ayrıntılı hesaplama metodu veya miktarı açık ve doğrudan bir şekilde zikredilmemiştir.

Ancak, kaynaklarımızda, nisâbın ve malî kıymetlerin tespiti için kullanılan ölçütlere dair dolaylı veya başka hükümlere ait bazı bilgiler mevcuttur.

I. Nisâb Sınırının Belirlenmesine Dair İlmî Yaklaşımlar

Bursevî, nisâb miktarına sahip olan kişilerin bu ibadeti yerine getirme zorunluluğundan bahsederken, nisâbın tam miktarını değil, bu miktara sahip olanın manevî ve ahlâkî sorumluluğunu merkeze almıştır. Nisâb sahibi olmanın temelinde, kişinin malî yeterliliğe ulaşması ve bu malı temizleme yükümlülüğü yatar.

1. Nisâb Miktarı Yerine Nisâb Sahibinin Sorumluluğu

Zekât yükümlülüğünü doğuran zenginlik sınırı olan nisâb'a sahip olan kişi, bu farzı yerine getirmezse, Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'den   aktarılan "Zekât vermeyenin namazı yoktur" rivayeti gereği, en temel ibadetlerinin kabulünü dahi tehlikeye atmaktadır [önceki cevaplarımızda bu durum detaylıca ele alınmıştır]. Bursevî, bu kişilerin "serbest bırakılmayacağını" (yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade ederek, fıkhî hükümden ziyade manevî yaptırıma odaklanır.

2. Kaza ve Diyet Hükümlerinde Kullanılan Malî Ölçütler

Bursevî'nin eserlerinde, nisâb miktarına dair doğrudan bir zekât tanımı bulunmamakla birlikte, o dönemde kullanılan malî kıymet ölçütleri dolaylı olarak şu hadiselerden anlaşılmaktadır:

  • Hırsızlık Nisâbı: El kesme cezasının (had) uygulanmasını gerektiren hırsızlık nisâbının (en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhem (gümüş para birimi) olduğu belirtilmiştir. Bu bilgi, "dirhem"in hukuki bir alt sınır belirlemede kullanılan temel ölçü birimi olduğunu gösterir.
  • Diyet Hesaplaması: Hataen (yanlışlıkla) meydana gelen katillerde (homicide) ödenmesi gereken diyetin hesaplanması bağlamında bin altın (bin adet altın) veya bunun karşılığı olan on bin dirhem gümüş kıymetinden bahsedilmektedir. Bu, zekât nisâbı olmamakla birlikte, o dönemdeki altın ve gümüşün birbiriyle olan takas (exchange) değerleri ve dirhem/altın gibi birimlerin ne denli büyük malî kıymetleri temsil ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca bu kaynakta, her altının on dirhem gümüş kıymetinde olduğu bilgisi de dolaylı olarak yer almaktadır.

II. Bursevî’nin Nisâbı Belirlemedeki Vurgusu

Bursevî, nisâbın belirlenmesinden çok, zekât mükellefiyetinden kaçınan nisâb sahiplerinin mal varlıklarını koruma şekline dikkat çeker. Zekât, kişinin malını mânevi pislikten ve cimrilikten temizleyen bir taharet (temizlik) aracıdır.

  • Sadakaların Bölüştürülmesi: Zekât malından nisâb miktarını borçlu olmayan bir fakire tek seferde (bir defada) vermek mekruh sayılmıştır. Bu ifade, nisâb miktarının tek bir kişiye verilebilecek maksimum zekât miktarının üst sınırı olarak kabul edilebileceğine dair fıkhî bir hassasiyete işaret eder.

Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

Nisâb miktarının kesin tespiti için gerekli olan (örneğin 20 miskal altın veya 200 dirhem gümüş gibi) fıkhî ölçüler, eldeki metinlerde açıkça yer almadığından (önceki yazılarımızda da görüldüğü üzere), Bursevî'nin zekât hakkındaki diğer eserlerinin derinlemesine incelenmesi, onun bu fıkhî detaylara nasıl yaklaştığını ortaya çıkarabilir. Zira Bursevî, klasik şerh metotlarını kullanırken, bir yandan da dönemin itibarlı kitaplarını (devrinde itibar edilen kitapların listesi) kaynak göstermiştir.

 

I. Zekâtın Nisâb Sahibi Üzerindeki Hükmü ve Konumu

Zekât, şeriatın farz kıldığı ve Bursevî'nin ifadesiyle mal nimetine karşı yapılması gereken bir şükürdür. Zekâtın farz olması, malî ibadetlerin reisi (başlangıcı) olarak kabul edilir.

Nisâb Kavramı: Bursevî, zekât yükümlülüğünün nisâb ashabına, yani dinen zengin sayılan kişilere farz olduğunu açıkça belirtir. Zekâtın farz kılınmasının amacı, malı manevi pislikten (necâsetten) ve kişiyi cimrilik (buhldan) hastalığından temizlemesidir (taharet).

II. Zekât Vermeyenin Durumu: Namazın Kabul Şartı

Bursevî’nin kaza namazları hususunda (önceki yazılarımızda bahsi geçtiği üzere) gösterdiği hassasiyet, zekâtın terk edilmesi durumunda daha da katılaşır; zira Bursevî'ye göre zekât ve namaz (salât), kabul edilmeleri için birbirlerine bağlıdır.

1. Namaz ve Zekâtın Bedenî ve Malî İbadetlerdeki Birlikteliği

Kur'ân-ı Kerim'de namaz ve zekâtın sıklıkla birlikte zikredilmesi, Bursevî'ye göre tesadüfî değildir. Bu birlikteliğin sırrı şudur:

"Her ikisinden biri ancak diğeriyle kabul olunduğu, içindir. Üzerine Zekât farz olan kişi, namaz kılmadığı zaman Zekâtı kabul olmaz, namaz kılan kişi de Zekât vermediği zaman namazı kabul olmaz".

Bu ifade, nisâb miktarı mala sahip olmasına rağmen zekât vermeyen kişinin, yerine getirdiği en temel bedenî ibadeti olan namazın (salâtın) dahi makbuliyetini (kabulünü) tehlikeye attığını gösterir.

2. Namazın Yokluğu Hükmü (Hadis-i Şerifler Işığında)

Bursevî, zekâtını vermeyenlerin namazının dahi kabul olmayacağına dair hadis rivayetlerini aktarır. Efendimiz Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"Zekat vermeyenin namazı yoktur.".

Bu durum, zengin olan ancak zekâtını ödemeyen kişinin, İslâm’ın iki ana direğini ihlâl etmesi sebebiyle büyük bir manevi kayba uğradığını gösterir.

3. Amellerin Feyizden Mahrum Kalması (Hazreti Musa Aleyhisselâm Örneği)

Bursevî, bu durumu Hazreti Musa Aleyhisselâm ile Allah Teâlâ arasındaki bir konuşma/munâcât hikayesiyle pekiştirir. Musa Aleyhisselâm'ın huşû (saygı) ile namaz kılan bir adama rastladığında, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey Mûsâ! Eğer o, her gün ve gece de; Bin rekat namaz kılsa. Bin köle âzât etse, Bin cenaze üzerine namaz kılsa, Bin hac yapsa ve bin savaşa katılıp savaşsa bile; zekâtını hakkıyla vermediği müddetçe, bunların hiçbiri, ona [fayda vermez]".

Bu anekdot, zekâtı terk eden nisâb sahibinin diğer tüm amellerinin (hac, oruç, sadaka, cihad) manevî feyz ve karşılığının (sevabının) zekât borcu sebebiyle ne denli zayıfladığını açıkça ortaya koyar.

III. Dünya ve Ahiret Akıbeti

Nisâb sahibi olup zekâtını vermeyenler, sadece amellerinin kabulü açısından değil, aynı zamanda dünya ve ahiret ahkâmı (hükümleri) açısından da ciddi tehdit altındadırlar.

1. Serbest Bırakılmama İlkesi

Kâdî Beyzâvî tefsirinden naklen Bursevî, namazı terk eden ve Zekâtı vermeyen kişinin serbest bırakılmayacağını (yollarının tahliye edilmeyeceğini) ifade eder. Bu, hem hukuken hem de maneviyaten bu kişilerin sorgulanmaya ve takibata alınmaya müstahak (layık) oldukları anlamına gelir.

2. Savaş Gerekçesi (Fıkhî Vurgu)

Bursevî'nin aktardığı gibi, Hazreti Ebû Bekir Sıddîk (r.a.), namaz ile zekâtın birbirinden ayrılamayacağını vurgulamış ve zekât vermeyenlere karşı savaş açma (cihad) kararını savunmuştur. Bu, zekâtın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda İslâm toplumunun temel direği ve dinin bir alâmeti (şiarı) olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

3. Kıyamet Gününde Sorgulanma

Kur'ân-ı Kerim'de cehenneme (Sekar) giren suçlulara sorulduğunda verdikleri cevaplardan biri "Biz namaz kılanlardan değildik" iken, diğeri "Yoksula da yedirmezdik" cümlesidir. Yoksulu yedirmemek (zekâtı ve sadakayı terk etmek), namazı terk etmekle aynı derecede cehennem sebebi olarak zikredilmiştir.

Sonuç

İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, nisâb miktarı mala sahip olmasına rağmen zekâtını (farz sadakasını) vermeyen kişi, yalnızca malî bir günah işlememektedir; aynı zamanda:

  1. Bedenî ibadeti olan namazının manevî kabulünü tehlikeye atmakta.
  2. Diğer tüm manevî çabalarının feyz ve sevabından mahrum kalmakta.
  3. Toplumsal ve manevî düzenin temel şartını ihlâl ettiği için serbest bırakılmayacak bir günahta bulunmakta.

Bursevî, bu durumu telafi etmenin yolunun nafile (süpererogatory) ibadetlerde aşırıya kaçmakla değil, farz olan zekâtı hemen eda etmekle (yerine getirmekle) mümkün olduğunu işaret etmektedir. Bu, onun şeriat ve hakikati birleştirme (cem' etme) metodu dahilinde, fıkhî yükümlülüklerin (farzların) yerine getirilmesinin manevî ilerlemenin (sülûk) temel şartı olduğu yönündeki değişmez tavrını yansıtmaktadır.

Fıtır Sadakası (Fitre)

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf külliyatında, farz ve vacip olan ibadetler (taat) hususunda fıkhî hükümleri manevî hakikatlerle (bâtınî yönler) birleştirme metodu (önceki yazılarımızda detaylıca ele alındığı üzere) temel bir yer tutmaktadır. Fıtır Sadakası (Fitre), malî ibadetlerin bir parçası olarak, Ramazan ayının sonuna doğru zengin olan (nisâb sahibi) her Müslüman'a vacip olan bir ibadettir. Bursevî'nin eserlerinde bu ibadet, hukuki tazminatlar için bir referans ölçü olarak zikredilmektedir.

I. Fıtır Sadakası'nın Fıkhî Yükümlülüklerdeki Referans Değeri

Bursevî, Fıtır Sadakasını (Fitre) doğrudan malî bir yükümlülük olarak ele alırken, onun miktarının diğer dinî tazminatların (keffâret) ödenmesinde bir ölçüt (miyar) olarak kullanılabileceğini belirtir.

Yemin Keffâreti (Keffâret-i Yemin) Bağlamı: Yeminini bozan (hânis olan) bir kişinin yükümlü olduğu keffâretin (tazminatın) üç seçeneği bulunmaktadır. Bu seçeneklerden biri şudur:

  • Kişi, on miskini (on fakiri):
    • Setr-i avret edecek kadar (avret yerini örtecek miktarda) giydirebilir, veya
    • Köle azad edebilir, veya
    • On miskinin her birine sadaka-i fıtr (fıtır sadakası) kadar nesne verebilir (bir şey verebilir).

Bu ifade, sadaka-i fıtr miktarının, dinen belirli ve kabul edilmiş bir asgarî malî yardım birimi olduğunu ortaya koyar. Yemin keffâretinin yerine getirilmesinde, bu miktarın on fakire verilmesi, Bursevî’nin aktardığı fıkhî hükümlere uygun düşmektedir.

II. Fıtır Sadakası’nın Te’hir Edilmemesi ve Manevî Temizlik Vurgusu

Bursevî, zekâtı terk eden nisâb sahibinin namazının dahi kabulünün tehlikeye girdiğini [önceki yazılarımızda bu konu işlenmiştir], dolayısıyla malî yükümlülüklerin titizlikle yerine getirilmesi gerektiğini vurgular. Zekât gibi fıtır sadakası da malı manevi kirlerden temizleme amacını taşır.

Fıtır Sadakası’nın temel olarak hedef kitlesi, ihtiyaç sahipleri, yani fakirler ve miskinlerdir (çaresiz ve hareketsiz kalmış yoksullar). Miskin (bîçâre), fakirliğin kişiyi hareketten alıkoyup ticari bir işe el atamaz hâle getirdiği kişi demektir. Bursevî, halka lütuf ve ihsanla muamele kılmanın, miskinlere güzel söz söylemek ve sadakalar vermekle olacağını belirtir. Bu durum, Fıtır Sadakası gibi zorunlu malî ibadetlerin de bu ihtiyaç sahiplerini gözetme yükümlülüğünü kapsadığını işaret eder.

III. Namaz ve Fıtır Sadakası Arasındaki İlişki

Fıtır Sadakası'nın Ramazan orucunun kabulü ve tamamlanması için bir temizlik unsuru olması gibi, Bursevî genel olarak namaz ve zekâtın (ve malî ibadetlerin) birbiriyle olan kabul ilişkisini çok kuvvetli bir şekilde vurgular. Namaz ve zekâtın (malî ibadetlerin reisi) [önceki yazılarımızda bahsedilen] sıklıkla birlikte anılması, ikisinden birinin diğeri olmadan kabul olmayacağı anlamına gelir [önceki yazılarımızda namaz ve zekât ilişkisi]. Nisâb sahibi olmanın getirdiği bu yükümlülük, Fıtır Sadakası ile daha alt bir sınırda genişletilmiş olur; zira Müslümanlar üzerindeki malî sorumluluk, kişinin manevi kurtuluşu (fevz-i azîm) için zorunludur.


Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma:

Bursevî'nin tasavvufî eğitim (sülûk) ve mürşidlik (pîr) anlayışının, şeriat (fıkhî kurallar) temeline ne denli sıkı bağlı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Ancak (daha önceki taleplerinizde olduğu gibi), bu ibadetlerin kabulünün ve manevî ilerlemenin (terakkî) temel şartı olan halvet (inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin, yani nefsin şehvanî pisliklerden arındırılmasının, Fıtır Sadakası'nın getirdiği temizlik misyonuyla nasıl bütünleştiği detaylıca incelenmemiştir. Zira namazın abdestle başlaması gibi, Ramazan'ın temizliği Fıtır Sadakası ile tamamlanır ve bu temizlik, ruhani yükselişin kapısını açar.

Namaz Vakitleri

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf geleneğindeki müstesna (istisnai) konumu, şeriatın (hukuki ve zahiri kurallar) ve tarikatın (manevi ve bâtınî yol) hükümlerini titizlikle birleştiren metodundan ileri gelmektedir. Namaz (Salât) ibadeti, dinin direği ve müminin mi'râcı (yükselişi) olarak kabul edildiği için, bu ibadetin vakitlerine (evkât) riayet edilmesi, tekâlif-i şer'îyye (şeriatın getirdiği yükümlülükler) çerçevesinde mutlak adaletle hükmedilen temel bir farzdır.

Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın (te'hir) ve özellikle İmsak (Sabah namazı) ile Yatsı vakitlerinin titizlikle değerlendirilmemesinin doğuracağı manevî tehlikeler konusunda şiddetli uyarılarda bulunmuştur.

I. Namaz Vakitlerini Geciktirmeye Dair Genel ve Şiddetli Uyarılar

Namaz, müminler üzerine muayyen vakitlerle yazılı bir farzdır. Bu vakitlerin tayin edilmesi, kulun müsamahasını (geciktirmesini) ve gevşekliğini önlemek içindir. Namazı vaktinde eda etmek (ikâme), ona devam etmek, farzlarını, sünnetlerini ve edeblerini eksiksiz olarak yerine getirmek (ta’dîl-i erkân) demektir.

Bursevî, namazı kasıtlı olarak vaktinden sonraya bırakmanın manevî sonucunu şu sert hükümle ifade etmektedir:

Hukub Azabı Uyarısı: Bir kişi, bir vakit namazı vakti çıkasıya kadar terk eder ve sonra kaza ederse, Cehennemde bir Hukub azap olunur. Bu ceza, namazı kaza etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir etmesinden) dolayıdır. Bir Hukub, seksen yıldır; her sene üç yüz altmış gündür ve ahiretin her günü dünya günleriyle bin sene kadardır.

Bu, farz namazın vaktinin muayyen ve kesin olduğu ve vaktin geniş olması durumunun dahi (kullara seçim özgürlüğü bırakması) bu günahı hafifletmeyeceği uyarısıdır.

II. İmsak ve Sabah Namazı (Salâtü'l-Fecr) Vakti Hakkındaki Uyarılar

İmsak vaktiyle başlayan Sabah namazı (Salâtü'l-Fecr), dinî mükellefiyetin ilk ve en önemli vakitlerinden biridir.

1. Vaktin Tespiti ve Fıkhî Yaklaşımlar:

Cibril Aleyhisselâm'ın Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e   imamet (önderlik) yapması, namazların keyfiyetini ve vakitlerinin tayinini öğretmek maksadını taşımaktadır. Cibril, bir gün sabah namazına subh-ı sâdık (gerçek şafak/ilk vakit) zuhurunda, diğer gün ise tulû-ı şemse karîb (güneşin doğuşuna yakın/son vakit) imamet eylemiş ve bu iki vaktin arasının sabah namazının vakti olduğunu bildirmiştir.

Bursevî, Hanefî mezhebindeki yaklaşıma atıfla, İmam Ebû Hanife'nin vaktin âhirini (son vakit) tercih ettiğini (îsâr eylediğini) kaydeder. Zira vaktin âhirinde namazın vücûbu (zorunluluğu) müte’ekkid (pekişmiş) olur.

2. Manevî Te’hir ve Uyku Uyarısı:

Bursevî, Kitâbü’n-Netîce’de, seher vaktinde müezzinin “Namaz uykudan hayırlıdır” sözünün kendisine manevî bir vâridât (ilahi geli/esinlenme) olarak geldiğini belirtir. O'na göre namaz Allah’a münâcâttır (yalvarma ve yükseliş/urûc), uyku ise Hakk’tan halka iniştir. Bu, sabah vaktini uykuda geçirmenin, manevî yükseliş yerine alçalmayı tercih etmek anlamına geleceği yönünde bir ikazdır.

Ayrıca, sabah namazının cemaatle kılınmasının fazileti özel olarak vurgulanır: Kim sabah namazını cemaat ile kılar ve güneş doğuncaya kadar zikir (Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmek) ile meşgul olur, sonra kalkıp iki rek'at nafile (İşrâk) namazı kılarsa, kendisine tam bir hac ve umre sevabı verilir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaat ile kılan kişi, bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirmiş gibi olur.

3. Mekruh Vakit Uyarısı:

Sabah namazı kılındıktan sonra dahi, güneşin tam doğuşuna kadar namaz kılmak mekruh (işlenmesi hoş görülmeyen) sayılır. Bursevî, hadis-i şerifleri aktararak, Sabah namazından sonra tam güneş doğuncaya kadar hiçbir namazın caiz olmadığını, ancak Mekke-i Mükerreme'nin bu hükümden istisna olduğunu vurgular.

III. Yatsı Namazı (Salâtü'l-İşâ) Vakti Hakkındaki Uyarılar

Yatsı namazı, Bursevî'ye göre Musa Aleyhisselâm tarafından ilk kılınan namazdır. Bu namaz ve sonrasındaki vakit, özellikle gece ibadetleri (Teheccüd ve Evvâbîn) için bir başlangıç teşkil ettiğinden, büyük manevî öneme sahiptir.

1. Gece İbadetine Teşvik:

Gece ibadetinin zirvesi olan Teheccüd namazı, yatsıdan sonra uyuduktan sonra gecenin son üçte birinde kılınır ve Bursevî'ye göre bu en faziletli nafile ibadettir. Bu nafile ibadetin fazileti, kişinin yataktan kalkıp, rahatı terk ederek, uyanıkken (uyanıkken namaz kılınır) mücahede ve müşahede (gözlem) hâline geçmesiyle elde edilir. Bu durum, yatsı namazının vaktinde eda edilmesinin, gece manevî hazırlıklarına kapı açtığı uyarısını içerir.

2. Cemaatle Kılınmasının Fazileti:

Yukarıda (önceki yazılarımızda bahsedilen) Sabah namazı ile birlikte, Yatsı namazını cemaat ile kılmak, müminin bütün geceyi namaz ve ibadetle geçirme sevabına nail olmasına vesile olur. Bu, müminlerin bu iki vakit namazına olan dikkatlerinin ne denli önemli olduğunu gösterir.

IV. Namazı Terk Edenlerin Hali ve Dini Hükümler

Bursevî, namaz vakitlerine uymamanın genel dini zayıflıkla bağlantısını kurar. Namazı terk eden kişinin, dinin direğini yıktığına dair kesin hükümler vardır:

  • Dinin Direği: Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in "Namaz dinin direğidir" buyurduğunu aktarır. Kim namazı terk ederse, onun dini yoktur.
  • Küfür İhtarı: Kim bilerek namazı terkederse, o kişi aşikâr kâfir olmuş olur. (Ancak Bursevî, büyük günah işlemekle kişinin kâfir olmayacağını belirterek, bu hadis-i şerifin tehdid, teşbih ve sakındırmada mübalağa etmek için söylendiğini ifade eder.)
  • Malî İbadetle İlişkisi: (Önceki yazılarımızda bahsedildiği üzere) nisâb sahibi olup zekât vermeyenin namazının dahi kabul olmayacağı uyarısı, Bursevî’nin namaz ve zekâtın vakit hassasiyeti de dahil olmak üzere bir bütün olarak ele alınması gerektiği konusundaki en önemli fıkhî-tasavvufî ikazlarından biridir.

Bu kapsamlı inceleme, İsmâil Hakkı Bursevî'nin İmsak ve Yatsı namazı vakitleri başta olmak üzere, namaz ibadetinin yalnızca fıkhî şartlara uygunlukla sınırlı kalmayıp, aynı zamanda manevî yükselişin (urûc) anahtarı olduğu ve vaktini kaçırmanın kulun ahiretteki akıbetini ciddi tehlikeye atacağı yönündeki şiddetli uyarılarını açıkça ortaya koymaktadır.

(Peygamberimize Salât Ve Selâm) Getirilmeyen Namazın Durumu

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin külliyatında, namaz (salât) ibadetinin fıkhî (hukuki) geçerliliği ile manevî mükemmelliği (kemâlâtı) arasındaki denge büyük bir titizlikle ele alınmaktadır. Salavât-ı şerîfe (Peygamberimize salât ve selâm) getirilmeyen namazın durumu, fıkıh mezhepleri arasındaki temel bir ihtilafın (anlaşmazlığın) merkezi olup, Bursevî bu ihtilafı zikretmekle beraber kendi tasavvufî yaklaşımını da ortaya koyar.

I. Namazda Salavâtın Hükmü: Farziyet ve Sünnet Arasındaki İhtilaf

İslâm âlimleri arasında namazın tahiyyâtından (son oturuş) sonra Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e   salât ve selâm getirmenin hükmü konusunda iki temel yaklaşım mevcuttur:

1. Şâfiî Mezhebi Görüşü: Farziyet (Zorunluluk)

Bursevî, namazda salavât getirmenin farz olduğu görüşünü benimseyen İmam-ı Şâfiî’nin (r.h.) içtihadını (hukuki hükmünü) zikreder. Bu görüşün dayanağı, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:

"Kim namazında bana salât etmezse onun namazı yoktur.".

Şâfiî mezhebine göre, bu hadis, salavâtın namazın sıhhati için farz (zorunlu) olduğuna delalet etmektedir. Buna göre, namazın içinde salavâtı terk eden kişinin namazı sahih (geçerli) olmaz.

2. Hanefî Mezhebi Görüşü: Nefy-i Kemâl (Mükemmelliğin Eksikliği)

Hanefî uleması ve Bursevî'nin bağlı olduğu ekolde ise (İmâm-ı Âzam nezdinde), namazda salavât getirmek mesnûn (sünnet) kabul edilmektedir. Bu hadis-i şerifin taşıdığı hüküm, namazın mutlak surette yokluğuna değil, nefy-i kemâle (mükemmelliğin nefyine) yorulmuştur.

Nefy-i Kemâl ne demektir? Bu, namazın zahirî şartlara ve rükünlere uygun olarak kılındığı zaman fıkhî açıdan geçerli (sahih) olduğu, ancak manevî olarak mükemmeliyet mertebesine ulaşamadığı anlamına gelir. Yani farz olmak gerekmez; ancak salavâtın terk edilmesi durumunda, kişi namazın tam sevabından ve faziletinden mahrum kalır.

II. Salavâtın Manası ve Önemi

Bursevî, salavâtın namaz içerisindeki konumunu sadece fıkhî bir unsur olarak değil, aynı zamanda manevî bir bereket ve dua olarak da ele alır:

1. Şart ve Rüknün Tamamlayıcısı

Namazın hakikatindeki gayenin, kalb huzuru (huzûr-u kalb) ve tam bir yöneliş (teveccüh) olduğu; zahirde ta'dîl-i erkân (düzgünlük) şart olduğu gibi, bâtında da huzur ve teveccüh gerektiği (önceki yazılarımızda namazın kabul şartları bağlamında bu hususlara değinmiştik), Bursevî'nin namaz anlayışının merkezindedir. Salavât, bu huzur ve edep şartlarını tamamlayan bir ibadettir.

Namazda ve namazın dışında Hazreti Peygamber'e (s.a.v.) salavât okumak, kulun Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) arkasından ona dua etmesi anlamına gelir. Bu, aynı zamanda Allah'ın emrine (Ahzab, 33/56) icabettir.

2. Genelleştirme (Ta‘mîm) İradesi

Salavâtın söylenme şekli de manevi bir incelik taşır. Bursevî, Hazreti Peygamber'e salât ederken, Âl-i Muhammed’in (Muhammed’in ailesinin) de zikredilerek genelleştirilmesini (ta‘mîm) gerektiğini, zira tüm peygamberlerin (enbiyâ) de O'nun gibi Hak'tan mebus (elçi) olduğunu belirten hadisler bulunduğunu aktarır. Bu, namazda okunan Salât-ı İbrâhîmiyye'ye uygun bir yaklaşımdır.

III. Sonuç: Salavâtsız Namazın Kabulü

İsmâil Hakkı Bursevî'nin genel öğretileri göz önüne alındığında, salavât getirilmeyen bir namazın durumu şöyledir:

  1. Fıkhî Sıhhat (Geçerlilik): Hanefî mezhebine göre namaz geçerlidir (sahihdir). Ancak Şâfiî mezhebine göre salavât getirmemek namazı bozar.
  2. Manevî Kabul ve Kemâlât: Namazın asıl sevabını almak mümkündür, lakin ilâhî ihsana ve tam mükemmeliyete (kemâlâta) nail olunamaz. Bursevî, ibadetlerin zahiri şartlarına riayet eden kişinin övgüye layık olduğunu (medhe tazammun) belirtirken, huşu ve bütün kalple yönelme gibi bâtınî şartlara riayet edenin daha üstün olduğunu vurgular. Salavât, bu bâtınî yönelişin önemli bir edebi ve rüknü olarak kabul edilir.

Dolayısıyla, Bursevî’ye göre müminin salavâtı terk etmemesi, bu sayede hem dinî yükümlülüğünü eksiksiz yerine getirmesi hem de namazın münâcât (Allah ile gizli konuşma) ve mi'râc sırrına tam olarak vâsıl olması (ulaşması) için elzemdir.

 Ehl-i Kitap’ın işlediği sâlih ameller

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Ehl-i Kitap (Kitap Ehli) mensuplarının işlediği sâlih amellerin (iyi işler) âhiretteki akıbeti, kesin bir şekilde iman (İslâm dinini kabul) şartına bağlanmıştır. Bursevî, bütün ibadetlerin ve iyi amellerin kabulünün, öncelikle tevhid (Allah'ı birleme) ve Hazreti Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik eden sahih iman üzerine kurulu olması gerektiği ilkesinden hareket eder.

Bu kapsamda, nisâb (dinî zenginlik sınırı) sahibi olup hacca gitmeyen kişinin Yahudilik, Hıristiyanlık veya Mecûsîlik üzere öleceğini ifade etmesi, bu dinlerin İslâm nezdindeki kurtuluşa mani (engel) konumunu işaret etmektedir.

Aşağıda, Bursevî’nin eserlerinden hareketle, Yahudi ve Hıristiyanlardan sâlih amel işleyenlerin cennete girip giremeyeceği konusundaki görüşleri detaylı olarak sunulmuştur:

I. Sâlih Amelin Temeli: İhlâs ve Tevhid Şartı

Bursevî’nin tasavvufî ve tefsirî yaklaşımına göre, Cenâb-ı Hakk’a vuslatın (ulaşmanın) anahtarı olan amelin (ibadet), her türlü şaibeden (kirden) temizlenmiş olması gerekir.

1. Şirk ve Zulüm

İhlâsın (samimiyetin) özü, amelin sadece Allah rızası için olmasıdır; dünyevî veya uhrevî (âhirete dair) başka bir sebep ile amel etmek şirktir (ortak koşma). Şirk ise Bursevî’ye göre büyük bir zulümdür.

Yahudi ve Hıristiyanların temel inançları, Kur'ân-ı Kerim'de ve Bursevî'nin tefsirlerinde, tesniye (iki ilaha inanma) veya teslis (üç ilaha inanma) gibi unsurlarla şirk olarak nitelendirilmiştir.

  • Hıristiyanlar, Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul ederler. Melkâniyyeler, "Allah üçün üçüncüsüdür" demişlerdir. Nastûriler, "Mesîh Allah’ın oğludur" derler; Yakûbiyyeler ise "Allah Mesîh’tir" derler. Bu inançlar, ulûhiyyette (ilahlıkta) aşırılık (gulüvv) ve şirktir.
  • Yahudiler, bazı rivayetlere göre "Üzeyir Allah'ın oğlu" dediler ve tesniyeye (iki ma'bûda) inandılar.

Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını (mağfiret buyurmayacağını) kesin olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla, şirk üzere işlenen ameller, ne kadar zahiren salih olursa olsun, bu fundamental engel sebebiyle ebedî kurtuluşa vesile olamaz.

2. Amellerin Heder Olması (Boşa Gitmesi)

Eğer bir kişi, ölüm zamanına kadar irtidat ve küfürde ısrar ederse, İslâm hâlinde iken işlemiş olduğu bütün amelleri kesinlikle telafi edilmeyecek şekilde yanar (heder olur, bâtıl olur ve boşa gider). Bu ilke, imanı olmayanların amellerinin âhirette bir karşılık görmeyeceği hükmünü pekiştirmektedir.

II. Cennete Girme Şartı: İman ve İttifak

Bursevî, Yahudi ve Hıristiyanların cennete girme ihtimalini, ancak ve ancak İslâm dinini kabul etmeleri şartına bağlar.

1. İmana Girmedikçe Kurtuluş Yoktur

Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin ve Hıristiyanların, "ancak Yahudi veya Hıristiyan olanlar cennete girecek" şeklindeki kuruntularını (emânî) reddeder.

Bursevî’nin eserlerinde net bir şekilde belirtilmiştir ki:

"Muhakkak ki bu iki kitap ehli Müslüman olmadıkça asla cennete giremezler.".

Bu, Yahudilik veya Hıristiyanlık inancı üzere kalan kişilerin, inançlarının ve amellerinin kendilerini cennete götüreceği kuruntusunun (bâtıl arzu) hakikat ve doğruluk payı olmadığını gösterir.

2. İman Edenlerin Durumu

Allah, Ehl-i Kitap'ın (Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîler) iman etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini müjdelemiştir. Ancak bu iman, onların kendi inançlarına değil, Müslümanların iman ettiği şeye iman etmelerini gerektirir.

  • Şartlar: Eğer onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar):
    1. Allah'a ve Âhiret gününe iman ederlerse (bu, İslâm dininin hak olduğuna ve Hazreti Muhammed'in peygamberliğine inanmaktır).
    2. Ve sâlih olarak çalışırlarsa (iyi amel işlerlerse).

Ancak bu durumda, korku ve hüzünden kesin olarak azâde olacakları (kurtulacakları) müjdelenmiştir. Bu vaad ve müjde, bu dört sınıftan (Münafıklar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler) ancak müminlere mahsustur. Yani bu grupların cennete girmesi için, öncelikle müminler sınıfına dahil olmaları (İslâm'a girmeleri) gerekmektedir.

3. Tevbenin Şartı

Yahudi ve Hıristiyanların Müslüman olmalarının şartı, sadece kelime-i şehadet getirmelerinden sonra değil, aynı zamanda Yahudilik ve Hıristiyanlıktan beri olmaları (uzaklaşma şartına bağlıdır). Eğer bu uzaklaşma gerçekleşmezse, defalarca şehadet getirseler bile asla Müslüman olamazlar.

III. Hıristiyanların İyilikleri ve Geçici Affedişler

Bursevî, bazı istisnai durumlarda, iman dışı iyi amellerin dünyevî faydasına veya ahirette azabın hafiflemesine dair bilgiler aktarır, ancak bu eylemlerin cennete girmeye yetmeyeceğini vurgular:

  • Cömertlik (Saha): Hatemü't-Tayy örneğinde olduğu gibi, şirki sebebiyle cehennem ateşine giren bir kişinin, cömertliği sebebiyle Allah'ın cehennem ateşini ondan çevirip savdığı rivayet edilir. Cömertlik, kişiden dünya ve ukbâ (âhiret) azabını savabilir. Ancak bu, cennete giriş garantisi anlamına gelmez, sadece azabın hafiflemesi veya kalkmasıdır.
  • Küfür ve Tuğyanın Devamı: Allah, Yahudi ve Hıristiyanların iman etmemekte ısrar etmelerinden (yüz çevirmelerinden) dolayı, onların eski tuğyanları (azgınlıkları) üzerine tuğyanlarını ve küfürleri üzerine küfürlerini arttırdığını belirtir.

Sonuç

İsmâil Hakkı Bursevî'nin teolojik çerçevesinde, Yahudi ve Hıristiyanların işlediği zahiren sâlih ameller, imanda tevhid ve nübüvveti tasdik şartını yerine getirmedikleri sürece onları cennete götürmeye yetmez. Kur'ân-ı Kerim'in hükmü uyarınca, bu kişilerin kurtuluşu, ancak İslâm dinine iman edip (tevbe ve eski inançlarından beri olarak) Müminler sınıfına dahil olmalarıyla ve amellerini bu iman üzere gerçekleştirmeleriyle mümkündür. Zira Allah, şirk koşulmasını asla mağfiret etmemektedir.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar