İsmâil Hakkı Bursevî’nin Görüşleri 2. Bölüm
Cehennem ve Ehli Hakkında
İsmâil
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir ve tasavvuf külliyatında,
Cehennem'in (Nâr/Ateş) niteliği, ebedî ikâmetgâhı (yerleşme yeri) ve oradaki
hayatın ahkâmı (hükümleri), imanın mutlak ve temel şartı çerçevesinde
incelenmektedir. Cehennem sakinlerinin durumu, inançlarının (iman/küfür)
niteliğine bağlı olarak iki ana kategoriye ayrılır: Ebedî kalacak olanlar ve
manevî temizlik için geçici olarak kalanlar.
I.
Cehennem Ehlinin Kimliği ve Ebedî İkamet (Daimiyet)
Bursevî, Cennete girişin yegâne şartının sahih
iman olduğunu kesin bir dille belirtir. İslâm'ın temel inancını (Tevhîd)
kabul etmeyen veya şirk (ortak koşma) üzere ölenler için Cehennem, daimî ve
ebedî bir mekândır.
1.
Kâfirler ve Şirk Sahipleri
Küfür ve şirkte ısrar edenler, Cehennem'e
girip ona bitiştikleri için "Ateş Ashabı" (ateş ehlidirler)
olarak isimlendirilmişlerdir. Onlar, Cehenneme giren, orayı tadan ve daimî
olarak orada kalacak olanlardır. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacağını (mağfiret
buyurmayacağını) kesin olarak beyan etmiştir. Dolayısıyla kâfirler orada ebedî
olarak kalacaklardır.
2.
Münafıkların Durumu
Münafıklar (itikad yönünden kâfir olanlar)
ve mürted (dinden dönen) olanlar, Cehennem ateşinin yedinci ve en şiddetli
tabakası olan Hâviye'ye gireceklerdir. Bu kişilerin Cehennem ateşine
girmesi ve orada ebedî kalması, kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza
addedilmiştir.
3.
Amellerin Hükmü
Kıyamet günü geldiğinde, amelleri mizanda tartılan bir hasenesi
(iyiliği) olmayan kâfir kişi, Cehennem ateşindedir. Kâfir olan kişi,
ahlakî güzelliklerle bezenmiş olsa dahi, bâtını (içi) karanlıktadır. Zira iman
olmadan sâlih ameller (iyi işler) ahirette kurtuluşa vesile olamaz.
II.
Cehennemdekilerin Hayatı ve Azabın Niteliği
Cehennemdeki hayat, bedensel rahatlıktan
ve manevî huzurdan tamamen mahrumiyet üzerine kuruludur.
1.
Cehennem Gıdası
Cehennem'de kalanlara yiyecek olarak
sunulan tek şey, "Ğıslîn" (irin/cerahat) olarak
zikredilmiştir. Hiç kimse bu irinden başka bir yiyecek ve içecek yemez veya
bulamaz. Bunu ancak hatakâr caniler (günahkârlar) yiyecektir.
2.
Azabın Süresi (Hukub Kavramı)
Namaz gibi farz bir ibadeti kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra
kaza eden kişi, Cehennem'de bir Hukub azap olunacaktır. Bursevî, bu cezanın namazı kaza
etmesinden dolayı değil, vaktini geciktirmesinden (te'hir) dolayı
verileceğini vurgular.
Hukub süresi ise korkunç derecede
uzundur: Seksen (veya yetmiş beş) yıl; her yıl 360 gün; ahiretteki her gün de
dünya günleriyle bin sene kadardır. Bu, namazı ihmal eden müminlerin
dahi, tövbe edip kaza etseler bile, bu ihmalin günahından dolayı ne denli ağır
bir süre boyunca azap göreceklerine dair ciddi bir uyarıdır.
3.
Dünyada Kalma Arzusu
Kâfirler, Kıyamet gününde hayatlarına olan
büyük sevgilerini göstermek için, bin sene ömür sürmeyi arzularlar
(temenni ederler). Bu arzu, onların karşılaşacakları ebedî azaptan ne denli
nefret ettiklerini ortaya koyar.
III.
Cehennemden Çıkış ve Kurtuluş (Müminler İçin)
İslâm inancına göre günahkâr müminler,
günahları temizlendikten sonra cennete girecektir. Bursevî'nin aktardığı
menkıbelerde ve işari tefsirlerde, özellikle manevî belirsizlik ve arınma
sürecine girenler için kurtuluş kapısının varlığına işaret edilir:
1.
Ashâb-ı A'râf'ın Akıbeti
Amelleri ne cennete ne de cehenneme
yeterli olmayan, Cennet ile Cehennem arasında kalan Ashâb-ı A'râf (A'râf
Ehli) sınıfı zikredilmiştir. Allah Teâlâ, dilediği zaman, onları bağışlamak ve
affetmek istediğinde:
- Onları "Hayat Nehri" denilen bir nehre
götürür.
- O nehirde yıkandıktan sonra renkleri düzelir, göğüslerinde
beyaz bir ben (leke) kalır.
- Bu ben sebebiyle tanınırlar ve Cennete yürürler.
Bu, iman sahibi olan, ancak günahları
sebebiyle bekletilen veya azap görenlerin, ilahi rahmetle nihayetinde kurtuluşa
ereceklerine dair bir işarettir.
2.
Manevi Temizlik ve Kurtuluş
Mümin olan bir kişi, işlediği günahlardan
dolayı asî (günahkâr) bile olsa, bâtını (ruhu) münevver/aydınlıktadır. Küfrü tercih eden kâfir ise, ne
kadar ahlaklı görünürse görünsün, bâtını karanlıktadır. Bu ayrım, müminlerin,
ne kadar azap görseler de, kurtuluş ümidini kaybetmeyeceklerini gösterir.
Sonuç
Bursevî’nin (önceki yazılarımızda da
görülen) temel duruşu gereği, Cehennemdeki ebedî hayat, tevhid inancını
reddeden kâfirlere mahsustur. Namazı vaktinde kılma sorumluluğunu aksatan müminler dahi, Hukub
gibi uzun ve dehşetli azap sürelerine tabi olsalar da, nihayetinde (Ashâb-ı
A'râf örneğinde olduğu gibi) ilahi mağfiret ile Cehennem'den çıkıp Cennet'e
ulaşacaklardır. Bu ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi, kulun azaptan emin
olmasını sağlayan yegâne yoldur.
Sormayı Unuttuğum Konuyu Hatırlatma:
İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı ve
eserleri hakkında yaptığımız kronolojik incelemelerde ve ibadetler hakkındaki
detaylı suallerinizde, (önceki yazılarımızda bahsedilmediği üzere) Bursevî'nin
tasavvuf yolundaki ilerlemenin ve makamların anahtarı olarak gördüğü halvet
(inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin işleyişi ve mürşid-i
kâmilin bu süreçteki mutlak rolü detaylıca ele alınmamıştır. Zira Cehennemden
kurtuluş ve Cennete vuslat, bu manevi disiplinlerin başarıyla tamamlanmasına
bağlıdır.
15
Bin Sene
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
Cehennem'deki hayat, ömür ve âkıbet (sonuç) hakkındaki görüşleri, onun tasavvuf
ve tefsir ekolünde, dinin temelini oluşturan Tevhid (Allah'ı birleme) ve
İman şartının mutlaklığı üzerine kuruludur. Zât-ı âlinizin özellikle 15
bin sene sonra Cehennem'de ne olacağına dair spesifik sorusu, azap
sürelerinin büyüklüğüne ve imanın nihai kurtuluşa etkisine dair Bursevî'nin
eserlerindeki derinlikli izahları gerektirmektedir.
Bursevî’nin teolojik yaklaşımında,
Cehennem’deki ikamet süresi, kişinin iman sahibi olup olmamasına göre kesin bir
ayrıma tabidir:
I.
Cehennem Ehlinin Akıbeti ve Ebedî Kalış (Daimiyet) Hükmü
Bursevî’ye göre, Cehennem'deki yaşamın
anahtar unsuru, kişinin küfür veya şirk üzere ölüp ölmemesidir.
1.
Kâfir ve Müşriklerin Ebedî Azabı
Kesin iman şartını yerine getirmeyen, yani
Allah'a şirk koşan ve küfürde ısrar edenler için Cehennem, zamanla sınırlı
olmayan, ebedî bir ikâmetgâhtır. Bursevî, kâfirlerin Cehennem'e girip
ona bitiştiklerinden ötürü "Ateş Ashabı" (Cehennemlikler) olarak
isimlendirildiğini belirtir.
Kur'ân-ı Kerim hükümlerine dayanarak, Allah'ın kendisine şirk
koşulmasını asla bağışlamayacağını beyan etmesi, Yahudi ve Hıristiyanlar
gibi Kitap Ehli'nin dahi Müslüman olmadıkça cennete giremeyeceği görüşü [önceki
yazılarımızda bu husus ayrıntılıydı] göz önüne alındığında, sâlih amel
işleseler bile imandan yoksun olanların amelleri heder (boşa) olur ve
Cehennem'de ebedî kalmaları iktizâ eder.
2.
Kâfirlerin Ömür Arzusu
Kıyamet günü geldiğinde, kâfirlerin ebedî
azaptan ne denli nefret ettikleri, onların bin sene (uzun bir ömür)
sürmeyi arzu etmelerinden anlaşılmaktadır. Bu arzu, Cehennem'deki hayatın
kendilerine kâfi (yeterli) bir ceza olduğunu bilmelerinden kaynaklanır.
II.
Cezanın Süresi: 15 Bin Yılın Hukub Kavramı İçindeki Yeri
15 bin sene süresi, Bursevî’nin
eserlerinde tam bir dönüm noktası olarak geçmemekle birlikte, onun bahsettiği
manevî ihmallerden kaynaklanan azap süreleri bu rakamın çok daha ötesindedir.
Bursevî, namaz gibi farz bir ibadeti
kasten vaktinden sonraya bırakan ve sonra kaza eden müminin dahi (yani
iman sahibi olmasına rağmen günahkâr olanın) Cehennem'de bir Hukub azap
olunacağını aktarmıştır. Daha önceki yazılarımızda hesaplandığı üzere, bir
Hukub:
- 80 yıl
(bazı rivayetlerde 75) x 360 gün/yıl x 1000 yıl/gün = 28 milyon 800 bin
dünya yılına tekabül eden dehşetli bir süredir.
Bu bağlamda, 15 bin sene, Hukub
gibi büyük bir azap süresinin başlangıç aşamalarında kalmaktadır. Şayet bir
mümin, kaza namazı borcu gibi ihmallerinden dolayı bu azaba girerse,
Cehennem'deki ilk 15 bin senelik yaşamı, yalnızca vakti geciktirme günahının
(te'hir) karşılığını görme süreci olacaktır.
15.000
Sene Sonra Kâfirlerin Durumu:
Cehennem'de ebedî kalacak olan kâfirler ve
müşrikler için, 15 bin sene sonra dahi hiçbir değişiklik olmaz; onların azabı
devam eder. Onların hayatı, Ğıslîn (irin/cerahat) yemekten ibaret kalacaktır.
III.
Müminler İçin Çıkış ve Nihai Akıbet
Müslüman olarak vefat eden, ancak
günahları sebebiyle azaba uğrayanlar (Tevhid Ehli), Bursevî'nin genel tefsir
metodolojisi uyarınca, günahlarından arındıktan sonra Cehennem'den çıkış
hakkına sahiptirler.
Hayat Nehri ve Cennete Vuslat:
Bursevî, Cennet ile Cehennem arasında kalan ve amelleri dengede gelmeyen Ashâb-ı
A'râf’ın durumunu örnek gösterir. Allah dilediği zaman, onları "Hayat
Nehri" denilen bir nehre götürecektir. Burada yıkandıktan ve
üzerlerindeki manevi izler temizlendikten sonra Cennet'e yürüyeceklerdir.
Bu misal, Tevhid Ehli'nin Cehennem'de
geçirdiği azap süresinin (bu süre, 15 bin seneyi aşsa bile, Hukub'a varan zaman
dilimleri içerebilir), manevî bir temizlik (tathir) ve arınma süreci olduğunu
gösterir. Azap, kulun günahlarını ve nefsanî kirliliklerini yakar. 15 bin
sene sonra, eğer günahkâr müminin azap süresi sona ermişse, o kişi Cennet’e
girmeye hak kazanacaktır.
Azabın Niteliği ve Temizlenme:
Tarikatın kurallarını ihlal edenler de dahil olmak üzere, Cehennem'deki ateş,
nefsin hararet-i aşkla tebridini (soğutulmasını) sağlayarak onu
temizler. Bu temizlik, kişinin nefsine zarar veren kötü alışkanlıkları ve
şehvetleri ortadan kaldırır. Bu arınma süreci tamamlandığında, kişinin Cennete
girmesi için artık bir engel kalmaz.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'ye
göre, 15 bin sene sonra Cehennem'deki durum, oranın sakinlerinin inanç durumuna
bağlıdır: Kâfirler için ebedî ve değişmez bir azap; günahkâr müminler için ise,
ilahi rahmetin tecelli edeceği ve nihayetinde Cennet'e çıkışa yol açacak olan
uzun bir arınma sürecinin devamıdır. Bu süreç, kişinin ihmal ettiği farzların
büyüklüğüne bağlı olarak (Hukub azabında görüldüğü gibi) on binlerce yıl
sürebilir.
İsmâil
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin İlmî Ve Tasavvufî Metodu, Ehl-İ Sünnet Ve Cemaat Akidesi
Üzeredir.
İsmâil Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin ilmî ve tasavvufî metodu, ehl-i sünnet ve cemaat
akîdesi üzerine kuruludur. Bu metod, şeriatın (zahiri kurallar) ve
hakikatin (bâtınî sırlar) birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil ettiğini
savunur. Bu nedenle, hadisleri (sünneti) yalanlayan, Kur'ân-ı Kerim'in
tefsirinde sadece akla güvenen veya ilmî geleneklerden sapma gösteren akımlara
karşı çok net ve eleştirel bir duruş sergilemiştir.
I.
Hadisleri Reddedenler ve "Kur'ân Bize Yeter" Görüşünün Eleştirisi
Bursevî, Hazreti Muhammed Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'in hadislerinin, Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması ve
İslâm'ın uygulanması açısından asla göz ardı edilemeyecek bir konuma
sahip olduğunu vurgular. Hadisler, asırlar boyu tahrif ve unutulmaktan
korunarak asliyetini muhafaza etmiş ve nesilden nesile aktarılmıştır.
1.
Hadisleri Yalanlamanın Hükmü
Bursevî, Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) bildirdiği ve ümmetlere tebliğ
edilen "âyetleri yalanlayanlar"ın (tekzîb edenler) elim (şiddetli)
bir azaba uğrayacaklarını belirtir. Her ne kadar bu ifade Kur'ân âyetlerini
yalanlayanlar için gelmiş olsa da, Bursevî'nin genel tavrında, Peygamber'in
nübüvvetini (peygamberliğini) tasdik etmemek veya O'nun tebliğini (sünnetini)
kabul etmemek, imanın kendisini zedeleyen bir eylem olarak görülür.
2.
Tasavvuf Ehlinin Hadislere Yaklaşımı
Mutasavvıf âlimlerin, hadisleri diğer
ulema gibi araştırdıktan ve hadis usulünce belirlenen ölçütlerde
değerlendirdikten sonra, buna keşfi (sezgisel bilgi) de ilave ederek
amel ettiklerini ifade eder. Ancak burada çok önemli bir şart vardır: Keşfin
mutlaka sahih (doğru) olması gerekir; zira kalbe gelen düşünceler içinde
şeytanî vesveseler de bulunabilir.
Hadisleri veya Kur'ân surelerini öğrenip
sonra unutanlar veya onlarla amel etmeyenler hakkında ise, bunun "Ümmetimin günahları bana
gösterildi... Bir âyet veya sure öğrenip de sonra onu unutmaktan daha büyük bir
günah görmedim" hadisindeki tehdide maruz kalmaya sebep olduğu
uyarısını yapar. Bu, yalnızca Hadis'in inkârının değil, aynı zamanda Hadis'le
amel etmemenin de büyük bir kusur olduğunu gösterir.
II.
Akılcılar, Felsefeciler ve Mutezile Benzeri Ekoller
Bursevî, sadece akla dayanarak hüküm
veren, manevî hakikatleri ve Hadis'in otoritesini göz ardı eden yaklaşımlara
karşı sert bir eleştiri getirir. Bu, modern felsefî akımlara benzemekle
birlikte, özellikle felsefeciler (hükemâ) ve kelâmcıların (Mutezile gibi)
metodolojilerini hedef alır.
1.
Fikir Yolunun (Tarîk-ı Fikr) Yetersizliği
Bursevî, felsefe taifesini (grubunu)
eleştirirken, onların sadece fikir yoluna (tarîk-ı fikre) sâlik olup, zikirden
münharif (uzaklaşmış) olmaları sebebiyle, âhir-i menzile (son hedefe, yani Allah'a vuslata)
eremediklerini ve kınanmış (mezmûm) olduklarını belirtir. Onların
ulaştıkları, ulûm-i resmiyye (resmî/formel bilimler) gibi sadece suretî
(görünüşte) bir kemâl olup, bu bilgi neticesiz kalmıştır.
2.
Akıl ve İlmin Tek Başına İhmali
Felsefeciler, eşyanın hakikatini yalnızca kâl
(sözlü açıklama) ve makûl olan burhanlar (akli deliller) ile
öğrenmek istediler. Bu sadece akla dayalı yöntem, onları doğru yoldan (sırat-ı
müstakîmden) saptırmış, ayaklarını kaydırmış ve şüphelerin vadilerinde helak
olmaya düşürmüştür. Onlar, hakikati anlamak için keşf ve manâ
âlemine intikal etmeyi (geçmeyi) ihmal etmişlerdir.
Bursevî, kalpleri Kur'ân ve zikrin
yumuşaklığından mahrum olan felsefecilerin kalplerini taşa benzetir.
Akla aşırı derecede güvenen ve kendilerini akıllarıyla mağrur eden (aldanmış)
bu kişilerin, amel, ef'al (fiiller) ve sözlerindeki çirkinliğin, ruhlarının
saflığına tesir etmeyeceğini sandıklarını, oysa bunun fasid bir düşünce
olduğunu ifade eder. Bu, ibadetleri ve şeriat hükümlerini akli çıkarımlarla
sınırlayan her türlü akılcı ekole karşı bir uyarıdır.
3.
Nefy-i Kemâl (Mükemmellikten Uzaklaşma)
Akıl, her ne kadar çirkinlikleri meneden
ruhanî bir nur olsa da, tek başına ilim, faydasız kalabilir. Bursevî, "Bilâ ilim amel olmaz, bilâ
hizmet abd olmadığı gibi. Ve ilm erdiği yere amel dahi vâsıl olmalıdır"
diyerek, hem Hadis'e hem de fıkha dayanarak elde edilen zahiri bilginin, manevi
hayatı (sülûk) ve ameli beraberinde getirmesi gerektiğini şart koşar. Aksi
takdirde, bu tür ilim, kişiyi mükemmeliyetten uzaklaştırır.
III.
Tarihselci Yaklaşımlara Dair İhtiyat (İlmî Tenkit Metodu)
Bursevî’nin döneminde modern anlamda
"tarihselcilik" (historicism) kavramı mevcut olmasa da, onun olayları
ve aktarılan bilgiyi ele alma şekli, ilmî bir hassasiyet ve tenkit (eleştiri)
bilinci taşımaktadır.
1.
Nakli Bilginin Tasfiyesi
Tarihî olayları konu edinen eserlerde (Kerbelâ Vakası gibi elim
hadiseler söz konusu olduğunda), yalnızca duygusal/dini/itikadi yaklaşımlarla
yetinilmemesi gerektiği, aksine bilginin bilimsel araştırma yöntemlerine uygun
olarak ve tarihsel tenkit süzgecinden geçirilerek kullanılması gerektiği
vurgulanır.
Bu, nakledilen bilgileri tasfiye (arıtma)
ve evhâm (kuruntular) ile yalanlardan hakikati ayırt etme
zorunluluğunu ortaya koyar. Bursevî, aklı mutlak ölçüt olarak almak suretiyle,
hurafelerden kurtuluşun yolunun eski ve güvenilir kaynakların verdiği bilgilere
dönmek olduğunu belirtir.
2.
Şerh ve Yorumlama Metodu
Bursevî, şerh eserlerinde, malzemenin
(bilginin) luzûmsuz (gereksiz) bilgiler verilerek anlaşılmazlığa sürüklenmemesi
gerektiğini vurgular. O, yorumlamanın, metnin edebî özelliğini
değerlendirmekten çok, manâ yönünü açıklamak ve şerhi tasavvufî
eğitimin bir aracı haline getirmek amacını taşır. Bu da demektir ki, tarihi
veya metinsel yorum, hakikatten uzaklaşmamalı, bilakis kişiyi manevi yolda
ilerlemeye (sülûk) teşvik etmelidir.
İlginç bir husus olarak, Bursevî'nin kendisinin Mesnevî şerhini
yaparken, daha önceki Mesnevî şerhlerinden pek yararlanmayışı, onun
kendi kültürel ve ilmî birikimini (fıkıh, siyer, tarih, hadis vb. temel
eserlerden yararlanarak) yeni ve bağımsız bir yorumlama metodu oluşturma
eğilimini gösterir. Bu, geleneksel malzeme ile yeni, tenkitçi bir bakış
açısını birleştirdiğinin bir işaretidir.
IV.
Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma
Zât-ı âlinizin suallerinde defaatle
(tekrarla) namaz, zekât, kaza ve cennet/cehennem konuları ele alınırken,
Bursevî'nin Hadis'e ve şeriata bağlılığı temel bir ilke olarak öne çıkmıştır.
Ancak (önceki yazılarımızda bahsedildiği üzere), bu farzları ve şeriat
hükümlerini terk edenlerin yaşadığı manevi kayıplardan kaçınmanın ve hakikate
ulaşmanın temelini oluşturan, mürşid-i kâmilin rehberliğinde gerçekleştirilen halvet
(inziva) ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerinin işleyişi hâlâ
yeterince incelenmemiştir. Sırf akla dayananların bu manevi yoldan nasıl
saptığı ve mürşidsiz sülûkün neden tehlikeli olduğu (meczûblar örneği dahil)
konunun bütünlüğü açısından önemlidir.
Bursevî’nin
Gazâlî Hakkındaki Görüşleri
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilmî
külliyatı ve manevî hayatı incelendiğinde, Hüccetü'l-İslâm İmâm Muhammed bin
Muhammed bin Muhammed el-Gazâlî'ye (ö. 505/1111) karşı duyduğu derin saygı ve
hayranlık açıkça görülmektedir. Bursevî, Gazâlî'yi sadece
büyük bir fakîh (İslâm hukukçusu) ve kelâmcı olarak değil, aynı zamanda manevî
sülûkün (ruhani yolculuk) en üst makamlarına ulaşmış, Hakikat (bâtın) ve Şeriat (zâhir) ilimlerini
birleştiren müstesna (istisnai) bir mürşid-i kâmil olarak kabul etmektedir.
Bursevî, eserlerinde Gazâlî'nin eserlerine
ve görüşlerine sık sık başvurmuş, onu otorite kaynağı olarak zikretmiş ve hatta
onun manevî üstünlüğünü kerâmet (evliyalık mucizesi) yoluyla gelen rivayetlerle
teyit etmiştir.
I.
Hüccetü'l-İslâm Unvanı ve Manevî Otoritesi
İsmâil Hakkı Bursevî, İmâm Gazâlî
Hazretleri'ni yüceltirken onun meşhur lakabını zikretmekle kalmaz, bu lakabın
dayanağını da açıklar.
1.
Hüccetü'l-İslâm Lakabının Gerekçesi
Gazâlî'nin "Hüccetü'l-İslâm"
(İslâm'ın delili/kanıtı) olarak isimlendirilmesinin sebebi, onun kesin deliller
(hüccet-i galibesi) ibraz ederek hasımlarını susturma yeteneğinden
kaynaklanmaktadır.
2.
Kâinât Üzerindeki Manevî Nüfuzu (Cinler Hikayesi)
Bursevî, Gazâlî'nin yüksek manevî
mertebesini, cinler âlemine uzanan nüfuzunu anlatan bir hikâye ile
örneklendirir: Gazâlî
Hazretleri'nin, insan ve cinlerin müftüsü olduğu zikredilir. Bir
gün cinlere, dünyada olup biten garip şeyleri sorduğunda, cinler, İmâm
Zemahşerî'nin tefsirle alakalı gizli bir kitap yazdığını haber verirler. Gazâlî, cinlerden bu tefsiri
getirmelerini ister. Cinler, tefsirin aslını yazdılar, kopyasını Gazâlî'ye
getirdiler. Zemahşerî,
bu duruma hayret etmiş ve ancak Gazâlî'nin manevî gücüyle bunun mümkün
olabileceğini ifade etmiştir. Bursevî, Zemahşerî'nin, bu kerâmet (mucize) üzerine Mutezile
mezhebinden tevbe ettiğini (Mutezile görüşlerini ayıklayarak yepyeni bir tefsir
haline getirmek gerektiğini söyleyerek) rivayet eder.
3.
Hz. Peygamber’in Huzurunda Şefaat
Bursevî, kendi manevî tecrübelerinde (vâridât) dahi İmâm-ı Âzam
Hazretleri'ni, Hazreti Peygamber'in huzurunda görür ve İmâm-ı Âzam'ın
"Eğer mezhebim hak üzereyse bana şefaat et" duasını işitir.
Hz. Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ona şefaat eder. Bursevî, bu
manzarayı Gazâlî'nin de aralarında bulunduğu âlimlerin misâl âleminde
bulunduğunu belirterek, Hanefî mezhebinin hak mezhep olduğu görüşünü teyit
eder.
II.
İlmî Metodoloji ve Teolojik Görüşlere Katılımı
Bursevî, Gazâlî'yi zikrederken, onun
fıkıh, hadis ve tasavvuf alanındaki yetkinliğini ve metodolojik titizliğini
ortaya koyar.
1.
Fıkhî ve Hadis Bilgisindeki Üstünlüğü
İmâm Gazâlî'nin mutlak müçtehid derecesine
yükseldiği ve üç yüz binden fazla hadis-i şerifi râvîleriyle birlikte ezbere
bildiği belirtilir. Bu, Bursevî'nin gözünde onun güvenilir bir nakilci ve
yorumlayıcı olduğunun göstergesidir.
2.
Akılcı Ekollerin Reddi (İkfâr-ı Felâsife)
Bursevî'nin Mutezile ve felsefecilere
karşı aldığı tavırda (önceki yazılarımızda bu konu ele alınmıştır), Gazâlî'nin
rolü merkezi bir yer tutar. Bursevî,
İmâm Gazâlî'nin cümle-i felâsifeyi (tüm felsefecileri) ikfâr etmiş /
kâfir ilan etmiş ve reddetme yoluna gitmiş olduğunu kesin bir dille aktarır.
Gazâlî'nin bu tavrı, aklın mutlak otoritesine karşı manevî/keşfî bilginin
üstünlüğünü savunan Bursevî'nin metoduna tam olarak uymaktadır.
3.
Tevhid ve Marifet Görüşleri
Bursevî, Gazâlî'nin tevhid anlayışını dört
mertebede detaylandırır:
- Gâfil Tevhîd: Yalnız diliyle muvahhid olan
münafıkların hâli.
- Dil ve Kalp ile Tasdik: Genel Müslümanların hâli
("Lâ ilâhe illallah").
- Keşif Yoluyla Müşâhede: Mukarreblerin (Allah'a yakın
olanlar) hâli ("Lâ fâile illallah" / Yalnız bir olarak görür).
- Mevcud Olarak Yalnız Biri Görme: Sıddîkların
(doğrular) görüşü ("Lâ mevcûde illallah" / Fenâ fi’t-tevhîd).
Ayrıca Gazâlî, Marifet
(tanıma/sezgi) kavramını dört ana unsuru bilmek olarak tarif eder: Nefis, Rabb,
Dünya ve Âhiret.
4.
İsim ve Müsemmâ Ayrımı
Bursevî, Mu'tezile'nin İsim ve Tesmiye
(Ad ve Adlandırma) hakkındaki görüşlerini zikrettikten sonra, İmâm Gazâlî'nin
bu konudaki değerlendirmesine yer verir. Gazâlî, Hak ve doğru olanın, İsim, Tesmiye ve
Müsemmâ'nın birbirinden ayrı ve müterâdif (eş anlamlı) olmayan isimler
olduğu görüşündedir.
III.
Riyâzet / Sülûk ve Ahlâk Görüşlerinden Nakiller
Bursevî, Gazâlî’nin İhyâ-u Ulûmiddîn
gibi temel eserlerinden sık sık alıntılar yaparak, onun ahlak ve sülûk (manevi
ilerleme) eğitimindeki rolünü benimser.
1.
Nefs Muhasebesi ve Tevbe Makamları
Gazâlî, tevbenin üç makamını tanımlar:
Günahların çirkinliğini düşünmek, Allah’ın şiddetli azap ve gazabını düşünmek,
ve kişinin kendi zayıflığını düşünmek. Ayrıca Gazâlî, Murâkabe (gözetim)
ve Muhâsebe (hesaba çekme) ameliyelerini tanımlar; bu, Hak rızasını
gözeten kişinin ibadetini ihlasla, günahını pişmanlıkla, mübahı (serbest
bırakılanı) ise edeplerin gözetilmesiyle yapması gerektiğini ifade eder.
2.
Cömertlik ve İhsan
Gazâlî'nin İhyâ’sında yer alan bir
hikâyede, cömertlik ve başkasını düşünmenin önemi vurgulanır: Yedi sahabenin,
kendilerinden daha aç olan kardeşlerini düşünerek bir koyun kellesini birbirine
ikram etmesi, kelleyi başlangıçtaki sahibine geri döndürmüştür. Yine Gazâlî'ye göre, iyilerin,
kötülerin kötülüklerine mani olmamaları (emr bi’l-mâruf / iyiliği emredip
kötülükten alıkoyma) sebebiyle helak edilecekleri uyarısı bulunmaktadır.
3.
Riya, Huşu ve Zikir
Gazâlî, huşû (saygı) sahibi olmanın zahirî
(dıştan) gösterilmeye çalışılmasını eleştirir (zoraki ağlama, baş sallama gibi
hareketler) ve bunu şeytanın hilesi olarak görür. Aynı zamanda, İblis'in (şeytanın), fiziksel
şiddetten (değnekle dövülmekten) korkmayıp, kalpteki nurdan korktuğunu
aktarır. Bu, Bursevî'nin bâtınî temizliğe verdiği önemin teorik zeminini
oluşturur.
IV.
İhtilaflı Görüşlere Karşı Tavrı
Bursevî, Gazâlî'nin kendi döneminde
eleştirilere uğramış olsa dahi, onun otoritesine gölge düşürmez.
- Vahiy/İlham Yorumları: Gazâlî'nin İhyâ’da vahiy
ve ilham konusunda geleneksel anlayışla tam bağdaşmayan iddialı görüşler
serdetmesine rağmen, Sünnî İslam dünyasında hiç kimsenin onun hüccetü’l-İslâm
unvanından şüphe etmediği belirtilir. Bursevî, Gazâlî'yi referans alarak,
onun Batıniyye (İsmâilîler) gibi gruplara karşı kesin bir duruş
sergilemesine rağmen, kendisinin de bâtınî te'villere başvurmasının
meşruiyetini dolaylı olarak savunur.
- Ahlâk-ı Hasene ve Âlimlerin Yolu: Bursevî, âhiret
âlimlerinin (peygamberlerin vârislerinin) Gazâlî gibi güzel ahlak sahibi
(ahlâk-ı hasene ile muttasıf) olmaları gerektiğini; ancak zamanındaki âlim
ve şeyhlerden bu vasıfta olanların binde bir kişi kadar az olduğunu
belirterek, Gazâlî'nin idealize edilmiş bir model olduğunu ifade eder.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'nin
gözünde İmâm Gazâlî, hem zahir hem de bâtın ilimlerinde zirveyi temsil eden,
ilahî kerametlerle desteklenmiş, sülûk yolunun esaslarını belirlemiş ve şeriata
aykırı akılcı akımlara karşı İslâm'ı savunmuş yegâne otoritedir. Bursevî'nin
kendisi de Gazâlî'nin ilmî izleğinde, felsefecileri reddetme ve tasavvufî
tefsir metodunu geliştirme yolunu izlemiştir.
Devlete
İtaat Konusu
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin,
eserlerinde devleti (saltanatı), şeriatın (hukuki ve zahiri kurallar) ve
nizam-i âlemin (dünya düzeninin) tesisi için zaruri bir kurum olarak ele aldığı
bilinmektedir. Bu bağlamda, fâsık (günahkâr) yönetimlere karşı isyanın durumu,
etnik gruplara yönelik tasavvufî ve teolojik bakışı, onun ehl-i sünnet
akîdesine olan sıkı bağlılığıyla birlikte incelenmelidir.
I.
Fâsık Yönetime (Âmirler) Karşı İsyanın Durumu
Bursevî’nin görüşleri, genellikle Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in, devlet
otoritesine karşı büyük kaosa yol açacak isyanları yasaklayan klasik duruşunu
yansıtır. Ancak bu itaat, şeriatın mutlak hükümlerine (emir ve nehiylere)
bağlıdır.
1.
İtaatin Sınırları ve Mecburiyet Hâlleri
Kul, akıl baliğ olduğu müddetçe, ilâhî
emir ve nehiylerin kendisinden sâkıt (düştüğü) olduğu bir duruma asla ulaşamaz;
bu ilâhî emirler, yöneticinin hükmüne de sirayet eder. Yöneticiye hitap edildiği zaman hemen
"buradayım, buyurun" demeyi gerektiren itaat, yalnızca belirli
durumlarda durdurulabilir.
Yönetici veya sultânın mübah (şer'an
serbest bırakılan) işlerle ilgili emirleri hakkında düşünmek gerekirken, eğer haram (İslâm hukukuna
aykırı) işlerde onlara itaat etmesi emredilirse, nefis (can) tehlikesi
olmadıkça haram işlerde yöneticilere itaat edilmez. Bu, yönetimin
fâsık (günahkâr) dahi olsa, hayatı koruma önceliği ile meşrû olmayan emrine
karşı duruşun sınırını çizer.
2.
Adalet ve Yönetimin Sorumluluğu
Bursevî, âlemin ayakta durmasının dört
sebebinden birinin âmirlerin adaleti olduğunu vurgular. Yöneticilerin
(ulü'l-emr) işlerinde basîret (sağduyu/gerçeği görme) sahibi olması ve toplumun
üzerine tayin edilen en hayırlı kişilerden seçilmesi gerekir. Hadis-i şerife
atıfla, "Kurdu koyuna
çoban tutan mutlaka zulmetmiştir" diyerek, liyakatsiz ve zalim
yönetici atamanın zulüm olduğunu belirtir.
Ancak Bursevî, zulme maruz kalındığında
bile, isyan yerine sabrı ve adaleti talep etmeyi ön plana çıkarır. Dünya ve
âhiret saadetinin korunması için şeriatın kuvvetli ipine sarılmayı ve sırat-ı
mustakîme (doğru yola) uymayı öğütler. Zalimin zulmünün, hilesinin ve mekrinin
(tuzağının) çok olması durumunda, bu kötülüklerin izhâr edilip (açığa vurulup)
açıklanması caiz olur.
3.
Cihad ve Müşrik Yöneticilerle İlişki
Eğer yöneticiler (imâm), Müslümanların
menfaatlerinin barışta olduğunu görürlerse sulh yapabilirler. Ancak kuvvet ve
galebe (maddi üstünlük) kâfirler tarafından olursa, on sene kadar sulh yapmak
caizdir.
Ancak ahidlerini bozan ve Müslümanlara
zulmeden müşrik (ve kâfir) önderler için hüküm kesindir: Onları her zaman her
vakit ebediyyen öldürün emri vardır. Bu, zımnen (dolaylı olarak) İslâm
nizamı içinde küfrü teşvik eden, zulmeden veya anlaşmayı bozan fâsık
yönetimlere karşı mutlak bir pasifliği benimsememek, ancak bu durumlarda dahi
kararı Müslümanların menfaatini gözeten imâmın (devlet başkanının) vermesi
gerektiği ilkesini öne çıkarır.
II.
Rumlar ve Hıristiyanlar (Ehl-i Kitap) Hakkındaki Görüşler
Bursevî’nin eserlerinde, Rum
kelimesi etnik bir grup olarak açıkça tanımlanmasa da, genellikle Hıristiyanlar
ve Ehl-i Kitap kapsamına giren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi
altında yaşayan gayrimüslim tebaa (vatandaş) hakkındaki teolojik ve fıkhî
hükümleri barındırmaktadır.
1.
Teolojik Konum: Şirk ve Küfür
Bursevî, Hıristiyan inancının temelini,
Hazreti İsa'yı (Aleyhisselâm) Allah'ın oğlu kabul etmeleri gibi (gulüvv
/ aşırılık) inançlar sebebiyle şirk olarak nitelendirir. Bu şirk inancı,
onların amellerinin âhirette kurtuluşa vesile olmasını engelleyen temel
sebeptir.
2.
Hukuki ve Sosyal İlişkiler
- Nikâh (Evlilik): Müslüman bir kadının, putperest, Mecûsî, Yahudi veya
Hıristiyan fark etmeksizin hiçbir kâfirle evlenmesi veya
evlendirilmesi caiz değildir ve haramdır. Zira müşrikler,
kendilerine yaklaşanları Cehennem'e götüren küfür, fısk ve fücûra (günaha)
çağırmaktadırlar.
- Savaş ve Cizye: Kâfirlerle savaş, kâfirler teslim olup
Müslüman oluncaya ya da Müslümanlara cizye (vergi) vermeyi kabul
edinceye kadar devam ettirilir. Cizye, zenginlerden alınır; çalışmaktan ve
kazanmaktan âciz olan fakirlere ise cizye vacip değildir. Cizyenin zorla
ve ikrah yoluyla alınması durumunda zimmet akdi (koruma anlaşması) kalkar
ve öldürme ve savaş hükmü geri döner. Cizye verenin boyun eğerek ve
isteyerek vermesi (zelilce vermesi) esas alınmıştır.
- Cennete Giriş: Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar), Müslüman
olmadıkça asla Cennete giremezler. Çünkü imanda tevhid ve Hazreti
Muhammed'in peygamberliğini tasdik etme şartı mevcuttur.
3.
Türklerin Tarihî Rolü
Bursevî, milletlerin İslâm’a hizmet döngüsüne değinirken, Araplardan
sonra Acemlerin (Farsların) İslâm'a büyük hizmetler ettiğini, ancak onların da
kıymetini bilmeyip kaybetmeleri üzerine Allah'ın Türkleri gönderdiğini
belirtir. Türkler, Arapların ve Farsların kıymetini bilemeyip
kaybettikleri İslâm'a yeniden büyük hizmetler etmişlerdir. Bu görüş,
Bursevî’nin, Osmanlı dönemi mutasavvıfı olarak, kendi çağındaki Müslüman
yönetici ve tebaanın rolünü manevî bir misyon bağlamında yücelttiğini
göstermektedir.
III.
Sonuç
İsmâil Hakkı Bursevî'ye göre, fâsık
yönetime karşı ayaklanma, ancak can tehlikesi veya haramın mutlak emri
durumunda meşru olmayan emre karşı durmak şeklinde sınırlıdır, aksi takdirde
isyan kaosu artırır. Rumlar (Hıristiyanlar) ve Ehl-i Kitap hakkında ise,
onların inançları nedeniyle şirkte olduğunu, ancak cizye ödemek şartıyla zimmî
hukuku altında yaşayabileceğini ve Müslüman bir kadınla evlenmelerinin caiz
olmadığını belirtir.
Kürtler
Hakkında
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin, çok
ciltli tefsiri olan Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân'da (önceki
yazılarımızda eserin genişliğinden ve öneminden bahsetmiştik), Kur'ân-ı
Kerim'in çeşitli âyetlerine dair yaptığı tafsilatlı (ayrıntılı) yorumlar
arasında, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) ve diğer milletler hakkındaki
rivayet ve hükümleri aktarmıştır. Zât-ı âlinizin spesifik olarak talep ettiği Enbiyâ
Sûresi'nin 68. âyeti (kavl-i şerifi: “Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu
yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) hakkındaki Kürtler ile ilgili
yorum, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe atılma hadisesi bağlamında kritik ve
çarpıcı bir rivayeti içermektedir.
Enbiyâ Sûresi 68. Âyet ve Kürtler
Hakkındaki Rivayet
Bursevî, Rûhu’l-Beyân tefsirinde,
Nemrud'un kavmi tarafından Hazreti İbrahim'in (a.s.) ateşe atılması kararının
verildiği bu âyeti yorumlarken, söz konusu fikrin hangi zümreden (milletten)
çıktığına dair bir rivayeti aktarmıştır.
Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyân
tefsirinin 5. cildinde yer alan bu kısımda, şu görüşü ifade etmektedir:
"Zaten Hz. İbrahim'i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da tefsirinde böyle söylüyor".
Bu rivayet, Hazreti İbrahim'e (a.s.) karşı uygulanan bu dehşetli cezayı
(ateşe atılma eylemini) teşvik eden veya bu fikri ortaya atan ilk zümrenin
Kürtler olduğu yönündeki tefsir geleneğinde yer alan bir nakli esas almaktadır.
Bursevî, bu iddianın kuvvetini ve
kaynağını pekiştirmek amacıyla, rivayeti Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah'ın
tefsirine dayandırmaktadır ki, bu durum naklin kendisi için önemli bir otorite
kaynağı teşkil etmektedir.
Rivayetin
Şiddeti ve Bursevî'nin Vurgusu
Bursevî'nin bu rivayeti aktarırken
kullandığı dil, söz konusu milletin Hazreti İbrahim'e karşı gösterdiği
düşmanlığın büyüklüğünü vurgulamaktadır. Aktarılan metin, bu düşmanlığın
ciddiyetini kendi ifadeleriyle destekler:
"Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma
yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."
(Türkçe Kaynaklarda metin burada kesintiye
uğramaktadır, Arapça nüshalarda

ancak cümlenin aslı budur.
"Zaten Hz. İbrahim'i ateşe
atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da tefsirinde böyle
söylüyor" ve devamla;
"Ömrüme, hayatıma,
canıma varlığıma yemin olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar
bozguncu, cefa eziyet veren yoktur. Onlar kadar başka kötüsü olan yoktur.
Ahlaksızlar, davranışları Müslümanların mallarını talan etmektir. Bildikleri
zülümdür, hırsızlıktır, yol kesiciliktir, insan öldürmektir. Muhammed'in
ümmetinde bunlar gibi bir millet yoktur. Allah onları insanlar içinde
çoğaltmasın, onların en Salihlerinden bile kendinizi koruyunuz ve onların
yaşadığı bölgelerden bile geçmeyiniz." Buyuruyor.
Kürtlere
Dair Diğer Bir Bağlam (Maneviyat Alanı)
Bu menfi (olumsuz) rivayetin aksine, Bursevî'nin eserlerinde Kürt
kökenli ulemâ ve evliyâya dair olumlu zikirlere de rastlanmaktadır.
Örneğin, Celvetiyye Tarikatının kurucusu değilse de, büyük evliyalardan biri
olan Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu ve Kübreviyye
Tarikatının kurucusu olduğu belirtilmektedir. Hatta Necmeddin-i Kübrâ'ya bu
künyenin (Ebü'l Cennâb) rüyada Hazreti Peygamber tarafından verildiği
aktarılır.
Bu durum, Bursevî'nin etnik kimlikten ziyade, bireyin manevi hali
(velayet veya küfür) üzerinden hüküm verdiğini, ancak Hz. İbrahim kıssasında
tarihi ve tefsirî nakilleri olduğu gibi aktardığını göstermesi açısından
önemlidir.
Sonuç olarak, İsmâil Hakkı Bursevî'nin Rûhu’l-Beyân
tefsirinde, Enbiyâ Sûresi 68. âyeti ile ilgili olarak, Hazreti İbrahim’i ateşe
atma fikrinin Kürtlerden çıktığına dair, Abdullah bin Ömer gibi sahabelere
dayandırılan bir rivayeti kesin bir dille aktardığı görülmektedir.
***
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
külliyatında ve bilhassa tefsirlerinde, farklı milletler ve topluluklar
hakkında yer alan tefsirî nakiller (rivayetler) ve manevî değerlendirmeler
mevcuttur. Zât-ı âlinizin talebi doğrultusunda, Bursevî’nin Kürtler
hakkındaki, özellikle Rûhu’l-Beyân tefsir-i şerîfinde Enbiyâ Sûresi 68.
âyet bağlamında aktardığı bilgiler, yorum yapılmaksızın (yorumsuz) aşağıda
sunulmuştur.
I.
Hazreti İbrahim Aleyhisselâm Kıssası Bağlamında Kürtler
Bursevî, Rûhu’l-Beyân tefsirinde,
Hazreti İbrahim'in (Aleyhisselâm) Nemrut'un kavmi tarafından ateşe atılma
kararının verildiği Enbiyâ Sûresi'nin 68. âyetini (“Eğer (bir şey)
yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin” dediler.) yorumlarken,
bu fikrin kaynağına dair bir rivayeti aktarmıştır.
- Ateşe Atılma Fikrinin Kaynağı: Hazreti İbrahim'i (a.s.) ateşe atılma fikri
Kürtlerden gelmiştir
- Rivayetin Atıf Noktası: Bu nakil, Hazreti Ömer’in oğlu
Abdullah’ın tefsirinde de böyle söylendiği belirtilerek desteklenmiştir
- Duygusal Vurgu: Bursevî, bu rivayeti aktarırken, söz
konusu milletin Hazreti İbrahim’e karşı olan düşmanlığını vurgulayan şu
ifadeleri kullanmıştır: "Ömrüme, hayatıma, canıma varlığıma yemin
olsun ki İbrahim’i milletler içinde Kürtler kadar..."
II.
Kürt Kökenli Ulemâ ve Evliyâlar
Bursevî’nin eserlerinde, yukarıdaki
rivayetin aksine, bazı Kürt kökenli şahsiyetlerin manevi mertebelerine dair
olumlu zikirlere de yer verilmiştir:
- Necmeddin-i Kübrâ: Büyük evliyâlardan olan Şeyh
Necmeddin Kübrâ Hazretleri'nin aslen Kürt olduğu ve Kübreviyye
Tarikatının kurucusu olduğu belirtilmiştir [Konuşma Geçmişi]. Necmeddin
Kübrâ’nın tefsiri olan Tevîlât-i Necmiyye, Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân
tefsirinin başlıca kaynaklarındandır.
III.
Etnik Köken ve Manevi Değerlendirme İlişkisi
Bursevî, genelde toplumları ve kişileri
değerlendirirken etnik kimlikten ziyade manevi durumlarını (iman, taklit,
hakikat) esas alsa da, naklî bilgiyi (rivayeti) olduğu gibi aktarmakta tereddüt
etmemiştir. Bir kişinin amelleri, nefsinin hırs, tutku ve kötü duygulara esir
düşmesine bağlıysa, kişi kendini iç murakabeden/sorgulamadan geçirmelidir.
Ancak, Necmeddin-i Kübrâ örneğinde görüldüğü gibi, kişinin manevi üstünlüğü,
kökeni hakkındaki menfi rivayetleri gölgede bırakabilmektedir.
Hazreti
Mehdî (Mehdî-yi Muntazar)
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin ilmî
ve tasavvufî külliyatında Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) kavramı, âhir zaman
ahkâmı (hükümleri), hilâfetin nihai mertebeleri ve manevî otoritelerin zirve
noktaları bağlamında ele alınan hayati bir konudur. Bursevî, Mehdî’yi beklenen
bir kurtarıcı figürü olarak görmekte ve onun zuhûruna (ortaya çıkışına) dair
hem teolojik tanımlamalar hem de fıkhî sonuçlar getirmiştir.
Bu inceleme, Bursevî’nin eserlerindeki
bilgileri esas alarak Hazreti Mehdî hakkındaki görüşlerini doktora makalesi
formatında sunmaktadır.
I.
Mehdî'nin Tanımı ve Manevî Mertebesi
Bursevî, Hazreti Mehdî’nin manevî
mertebesini ve işlevini, diğer büyük manevî otoritelerle karşılaştırmalı olarak
tanımlar:
1.
Hilâfetin Hatmi / Mührü (Sonu)
Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar), hilâfet-i
mukayyedenin / kısıtlı hilâfetin (şartlı halifeliğin) hatmidir / mührüdür.
Bu tanımlama, onun makamının Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) vefatından sonra
süren ve şeriat ile sınırlı olan (Nebevî) hilâfet zincirinin sonunu temsil
ettiğini gösterir.
2.
Hz. İsa Aleyhisselâm ile İlişkisi
Mehdî’nin mertebesi, Hazreti İsa
(Aleyhisselâm) ile yakından ilişkilidir, ancak farklıdır. Hazreti İsa, hilâfet-i
mutlakın / mutlak halifeliğin (sınırsız/ilâhî hilâfetin) hatmidir.
Bursevî’ye göre, Mehdî (Aleyhirridvân) ortaya çıktığı zaman, Meryem oğlu
İsa'nın da mutlaka olması gerekmektedir. Hadis-i şerifin manasına göre,
Hazreti İsa Aleyhisselâm’dan başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı)
olmaz. Hazreti İsa, Deccâl'i katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada olacaktır.
3.
İlmî Tahkik ve Astroloji
Bursevî, Mehdî kavramının "oldukça
entelektüel" olduğunu belirtir. O, bu hususta tereddüde düşmemektedir ve
hatta astrolojik hesaplar yaparak onun çıkışına dair zaman
belirlemeleriyle yakından ilgilenmiştir. Çıkış vakti hakkında farklı görüşler (Hicretin 1150
senesi veya 1200 senesi başı gibi) mevcuttur.
II.
Mehdî’nin Kimliği, Şahsiyeti ve Ortaya Çıkışı
Hazreti Mehdî'nin hem nesebî / soy hem de
şahsî özellikleri, Bursevî'nin eserlerinde açıkça zikredilmiştir.
1.
Nesep ve Ahlâkî Vasıflar
Hazreti Mehdî'nin büyük bir ihtimalle
Hazreti Ali'nin (r.a.) soyundan geleceği düşünülmektedir. Görünüşü itibarıyla Hazreti
Peygamber’e benzemekle birlikte, ahlâkının bir derece Peygamber’den düşük
olması mümkündür. O, kendi zamanındaki insanların en âlimi, en cesaretlisi
ve en kerem sahibi / cömerdi (mükrimi) olarak bilinecektir.
2.
Çıkış Yeri ve Vakit Öncesi Durum
Yaygın olan görüşe göre, Hazreti Mehdî'nin
Kûfe tarafından çıkacağıdır.
Mehdî’nin zuhurundan önce ve sonra pek
çok fetret ve karışıklık (kargaşa) yaşanacaktır. Öyle ki, o zamanlarda
yaşayan insanlar nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacak, hatta kendi
nefislerini korumaktan bile âciz kalıp ölümlerini temenni edeceklerdir.
3.
Yardımcıları
Bursevî’nin eserlerinde, Ashâb-ı Kehf'in
(yedi uyurların) âhir zamanda dirileceği ve haccedecekleri nakledilir. Bu
rivayetlere göre, Ashâb-ı Kehf, Mehdî'nin yardımcılarıdır (aleyhimür rıdvân).
III.
Mehdî Döneminin Hüküm ve İdarî Sonuçları
Mehdî'nin gelişiyle İslâm dünyasında büyük
bir değişim ve düzelme (ıslah) dönemi başlayacaktır.
1.
Mutlak İslâm Hükmü ve Kılıç Kullanımı
Hazreti Mehdî, kılıç sahibi olacak
ve kendisine inanmayanları katledecektir. O’nun zamanında hiçbir kimse
kalmayacak; herkes İslâm dinine girecek ve Müslümanlara haraç
(vergi) vermeye sarılacaktır.
2.
Hukukta Kıyasın Kalkması
Hazreti Mehdî döneminin en dikkat çekici
hukuki sonuçlarından biri, kıyasın (analogical reasoning / örfî hukukun)
ortadan kalkacak olmasıdır. Bu durum, fukahâ (İslâm hukukçuları)
arasında düşmanlığa yol açacaktır.
3.
Maddi Refah
Hazreti Mehdî'nin zamanında mal ve para
gayet bol olacak; bolluğundan dolayı insanlar mala ve paraya iltifat
etmeyeceklerdir.
IV.
Konu Bütünlüğü Açısından Hatırlatma
Bursevî’nin Hazreti Mehdî hakkındaki bu
görüşleri, onun şeriata ve sahih inanca olan mutlak bağlılığını göstermektedir.,
Bursevî’nin bu büyük manevi hedeflere ve kurtuluşa ulaşmanın, yani vuslatın
ve fenâ makamına ermenin anahtarını teşkil eden halvet (inziva)
ve riyâzet (nefsi terbiye) disiplinlerine dair görüşleri eksik
kalmaktadır. Zira Mehdî'nin getireceği kemâlât (olgunluk), ancak bu manevi
eğitim süreçlerinden geçenler tarafından tam olarak idrak edilebilir.
Hazreti
İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tefsir
ve tasavvuf eserlerinde, Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ve Deccâl figürleri, âhir
zaman (son dönem) eskatolojisi / kıyamet bilimleri ve manevî otoritelerin zirve
noktaları bağlamında ele alınmaktadır. Bursevî, bu iki şahsiyeti, Tevhid
akîdesine olan bağlılık ve küfrün nihai tezahürü açısından değerlendirir ve
onları Hazreti Mehdî (Mehdî-yi Muntazar) ile birlikte, hilâfet (halifelik)
mertebelerinin son halkaları olarak tanımlar.
I.
Teolojik Konum: Hilâfet Mertebeleri ve Ebedî Şekavet
Bursevî, Hazreti İsa ve Deccâl'i,
yeryüzündeki manevî makamların sınırlarını belirleyen iki zıt kutup olarak
görür.
1.
Hazreti İsa: Hilâfet-i Mutlakın Mührü
Bursevî'ye göre, Halifelik (hilâfet),
Hazreti Âdem (Aleyhisselâm) ile başlamış ve Hazreti İsa (Aleyhisselâm) ile son
bulacaktır. Hazreti İsa, Mehdî’den farklı olarak, hilâfet-i mutlakın /
mutlak halifeliğin hatmidir / mührüdür. Bu, onun makamının şeriat ile
kısıtlanmamış, daha yüce ve evrensel bir otoriteyi temsil ettiğini gösterir.
Hazreti İsa'nın Meryem’in oğlu olarak doğumu mucizevîdir.
2.
Deccâl: Küfür ve Şekavetin Zâtı
Deccâl, âhir zamanın en büyük fitnesi ve
küfrün cisimleşmiş hali olarak kabul edilir. Deccâl'ın manevî bedbahtlığının
(şekâvet) kaynağı, şekâ-i zâtıdır ki küfürdür. Ehl-i küfere, yani
Deccâl'a tabi olanlara, âhirette kurtuluş yolu yoktur.
II.
Deccâl'ın Mahiyeti, Fiziksel ve Manevî Özellikleri
Bursevî, Deccâl'ın sadece fiziksel
varlığını değil, temsil ettiği manevî karanlığı ve onun dünyevîliğe olan mutlak
bağlılığını açıklar.
1.
Fiziksel Kusur ve Sembolik Anlamı
Deccâl'ın sağ gözü a'verdir /
tekgözlüdür (ayn-ı yümnâsı/sağ gözü yoktur). Bursevî bu fiziksel kusura
sembolik bir anlam yükler: Deccâl'ın hakikati, dünyadan ibarettir. Onun
sol gözü, dünyaya (sol tarafa) nazırdır; sağ gözün yokluğu ise âhirete (sağ
tarafa) dair olan hakikatleri görememesine işaret eder.
2.
Zuhur Zamanı
Deccâl'ın zuhûruna dair kesin bir tarih
vermek zor olmakla birlikte, Bursevî, ilm-i nucûm (astroloji) ile bu konuya
ilgi duymuştur ve onun çıkışına dair tereddüt etmemektedir. Aktarılan
rivayetlere göre:
- Deccâl'ın zuhuru, Hazreti Mehdî'den yedi sene sonra
gerçekleşecektir.
- Deccâl, güneşin batıdan doğmasından on sene önce
ortaya çıkacaktır.
- Bu dönemde büyük fetret ve karışıklıklar yaşanacak, insanlar
nikâh hukukuna riayet etmeyi bırakacaklardır.
3.
Zamanın Deccalları Uyarısı
Bursevî, sadece nihai Deccâl'a değil, kendi çağındaki manevi yozlaşmaya
da odaklanır. Şeyh Ali Dede Efendi'den naklen, âhir zamanda zuhur eden
Deccalların, halkı saptıran imamlar (önderler ve şeyhler) olduğunu
belirtir. Bu Deccallar, bilhassa tasavvuf ehli ve müteşâyihler (sahte
şeyhlik iddia edenler) arasından çıkar. Bunlar, baba ve dedelerinin şeyhliğiyle
yetinip halkı kandıran, caiz olmayan def, zurna gibi çalgılarla meclis kuran
sahte mürşidlerdir. Bursevî, bu deccâl şeyhlerin kahredilmesi ve
katledilmesi gerektiğini diler.
III.
Hazreti İsa'nın Âhir Zamandaki Nihai Vazifesi
Hazreti İsa'nın geri dönüşü, Deccâl'ın
iktidarını sonlandırmak ve dünya üzerindeki hilâfeti tamamlamak için elzemdir.
1.
Mehdî ile Birlikte Zuhur
Hazreti İsa'nın, Mehdî-yi Muntazar ortaya
çıktığı zaman mutlaka olması gerekmektedir. Hazreti İsa, Deccâl'i
katlederken Mehdî-yi Muntazar da orada bulunacaktır. Başka bir hadis-i şerife
göre, Hazreti İsa'dan (a.s.) başka hiçbir kimse Mehdî'nin arkadaşı (yardımcısı)
olmayacaktır.
2.
Deccâl'ın Katli ve Yeryüzünde Kalış
Hazreti İsa, Deccâl'i öldürecek ve ondan
sonra dünyada kırk sene kalacaktır. Bu kırk yıllık süreden sonra vefat
edecek ve Hazreti Peygamber'in (s.a.v.) yanına, Ravza-i Şerîf’e konulacaktır.
3.
Kıyasın Kalkması
Hazreti İsa'nın ve Mehdî'nin zuhuru döneminde, kıyasın (örfî
hukukun) ortadan kalkacağı ve bu durumun fukahâ (hukukçular) arasında
düşmanlığa yol açacağı bildirilmektedir. Bu, manevî otoritenin mutlak olarak
tesis edileceği bir döneme işaret eder.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder