İsmâil Hakkı Bursevî’nin Görüşleri 3. Bölüm
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin (ö. 1137/1725), Muhyiddin
İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık ve onun hakkındaki
görüşleri,
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
(ö. 1137/1725), Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye (ö. 638/1240) duyduğu derin hayranlık
ve onun hakkındaki görüşleri, Bursevî'nin Celvetiyye Tarikatı içerisindeki
manevî ve ilmî yolunun temellerini anlamak açısından büyük ehemmiyet / önem
taşımaktadır. Bursevî'nin düşünce sistemi, felsefecilere ve sadece akla dayalı
ekollere (Mutezile gibi) karşı Gazâlî'nin tavrıyla güçlenmiş olmakla birlikte,
tasavvuf ve metafizik / aşkın bilgi konularında Şeyh-i Ekber unvanıyla
andığı İbnü'l-Arabî'nin mirası üzerine inşa edilmiştir.
Bu büyük zatın Bursevî üzerindeki
etkisi, sadece ilmî değil, aynı zamanda manevî ve şahsî bir mahiyet
taşımaktadır.
I. Manevî Bağlılık ve Ziyaretler
İsmâil Hakkı Bursevî'nin,
İbnü'l-Arabî'ye olan bağlılığı, onu coğrafi olarak dahi hareket etmeye sevk
eden güçlü bir manevî dürtü olmuştur.
1. Rüyâ / Düş ve Manevî Sohbetler
Bursevî, küçüklüğünden beri
İbnü'l-Arabî'nin eserlerini okuyarak ilminden istifade etmiş ve onu çok
sevmiştir. Bu sevgi ve değer verme, Bursevî'nin zaman zaman İbnü'l-Arabî'yi rüyasında / düşünde
görmesine ve onunla manevî sohbetlerde bulunmasına yol açmıştır. Bu
rüyalar sırasında İbnü'l-Arabî'den nasihatler ve vâridât / ilahi
geli/esinlenme aldığını ifade etmiştir. Hatta Bursevî, kendisine (önceki
yazılarımızda bahsedilen) üstadı
Fazlı İlâhî'den sonra, İbnü'l-Arabî'nin de "nefes-i nefis" (tayyib
nefes) bahşettiğini söylemiştir.
2. Şam'a Hicret ve Türbe Ziyareti
Bursevî, 1129 H. / 1717 M. yılında
Bursa'dan ayrılarak eşi ve çocuklarıyla birlikte Şam / Dimaşku'ş-Şam yolunu
tutmuştur. Bu yolculuğun ardındaki ana sebep, manevî bir işaret üzerine
Şam'a davet edilmiş olmasıdır. Şam, aynı zamanda Bursevî'nin çok sevdiği ve
değer verdiği Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin medfun / gömülü olduğu yerdir.
Bursevî, Şam'a ulaşır ulaşmaz ilk günlerde İbnü'l-Arabî'nin türbesini ziyaret
etmiştir.
II. Otorite ve İlmî/Manevî Ünvanları
İsmâil Hakkı Bursevî,
İbnü'l-Arabî'yi sadece bir âlim değil, tasavvuf tarihinde zirve bir otorite
olarak görmüş ve onu yüce unvanlarla anmıştır.
1. Şeyh-i Ekber ve Hatmü'l-Evliyâ
Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi sıklıkla Şeyhü'l-Ekber
/ En Büyük Üstad ve Hâtemü'l-Evliyâ / Velilerin Mührü unvanlarıyla
zikretmiştir. Bu unvanları Bursevî, kendi eserlerinde de Fütûhâtü'l-Mekkiyye
gibi temel eserlerden nakletmiştir. Bursevî'ye göre bu, nübüvvetin /
peygamberliğin bâtınî / iç kısmının İbnü'l-Arabî'de hatm / son bulduğu anlamına
gelir. Bütün nebîler ve velîler, velâyet hissesini Hatmü'l-Evliyâ olan Hazreti
Peygamber'den almışlardır; bu velâyet nuru, kıyamete kadar kutupların ve onlara
tâbi olanların kalplerindedir.
2. İlmî Mirasın Müdafaası / Savunması
Bursevî, İbnü'l-Arabî'nin
eserlerinin ve görüşlerinin cehalet / bilgisizlik nedeniyle eleştirildiğini ve
bu durumun büyük bir kabahat / çirkinlik olduğunu belirtir. Sultan Selim-i
Evvel'in dahi, Dımaşku'ş-Şam'daki Sâlihiyye'de bulunan İbnü'l-Arabî'nin makamını
ihyâ / canlandırıp üzerine türbe ve cami inşa etmesi, Bursevî için onun yüce
makamının bir delilidir. O, İbnü'l-Arabî'nin düşmanlarının (a‘dâ) ve
muhaliflerinin çok olduğunu, bunların Rum ve Arab'dan çıktığını ve bu
muhalefetin cehl-i mahzdan / tam cehaletten kaynaklandığını ifade eder.
Bursevî, kendisinin de bu büyük
zatların ilimlerini ve kitaplarını okuyup onlara teslim olmamanın, misal olarak
birinin yemeğini yiyip tabağının / sahanının başına vurmak gibi büyük bir
kabahat olduğunu söyler.
III. Metodolojik ve Felsefî Etkiler
İbnü'l-Arabî'nin Bursevî üzerindeki
etkisi, vahdet-i vücûd (varlığın birliği) ve manevî ilimlerin hiyerarşisi gibi
temel kavramlarda somutlaşmıştır.
1. İlm-i Bâtın / Ledünnî Bilgi
Bursevî, ilmi ikiye ayıran
İbnü'l-Arabî'nin tasnifini benimsemiştir: Hakk'a taalluk eden ilm-i bâtın
(ilm-i ledünnî) ve halka taalluk eden ilm-i zâhir (ilm-i şeriat).
İbnü'l-Arabî'ye göre, bâtınî ilim, peygamberlik ve risâletin özelliklerinden
olmayıp, velâyetin hasâisindendir ve bunu bilenler halka tebliğ ile
değil, setr / gizleme ile yükümlüdürler.
2. Merkezi Kavramlar ve Eserler
·
Fusûsu'l-Hikem: Bursevî, üstadı Osman Fazlı
Efendi ile birlikte İbnü'l-Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem adlı eserini
okumuştur. Bu eserin, yüksek marifetler içerdiği, ancak yabancılar
(meselenin özüne vakıf olmayanlar) için öldürücü bir zehir / zehr-i
katil gibi olduğu, bu nedenle odanın kapısının kapanarak yabancı kimsenin içeri
girmesine müsaade edilmediği rivayet edilmiştir.
·
Lübbü'l-Lüb / Özün Özü: Bursevî'nin Özün
Özü (Lübbü'l-Lüb) isimli eseri, İbnü'l-Arabî'nin Fütûhâtü'l-Mekkiyye'den
derlenerek Türkçe olarak yazılmış bir çalışmadır. Bu eser, Bursevî'nin
İbnü'l-Arabî'nin fikirlerini kendi kültürüne taşıma çabasını gösterir.
·
Tenzih ve Teşbih: Bursevî,
İbnü'l-Arabî'nin Allah'ı sürekli tenzih etmenin / arıtmanın ârifin işi olmadığı
yönündeki görüşünü aktarır. Çünkü Allah'ı sadece tenzih etmek, O'nu bir
sınırlandırma / takyîd içine hapsetmektir.
·
Varlık Hiyerarşisi (Ricâlü’l-Gayb): Bursevî'nin
ricâlü'l-gayb (gaybın adamları), Kutup ve İmamân hiyerarşisi hakkındaki
görüşleri, büyük ölçüde İbnü'l-Arabî'nin Tedbîrâtü'l-İlâhiyye'sinde
gördüğü sisteme mutabıktır. Bu görüş, ruhani otoritenin işleyişini açıklar.
3. Akla Karşı Keşif Üstünlüğü
İbnü'l-Arabî, manevî bilgi edinme
yönteminde keşfin / sezgisel bilginin önemini vurgulamıştır. Bursevî, keşfin
mutlaka sahih olması şartıyla, keşf ve müşâhede / gözlem yolunun yalnızca akla
dayanan tarîk-ı fikr / fikir yoluyla elde edilen ulûm-i resmiyyeden
/ formel bilimlerden üstün olduğunu savunur.
4. Manâ'nın / Özün Önceliği
İbnü'l-Arabî'yi anlamanın temel
şartı, onun lafızlara / kelimelere değil, içerdiği manâlara / özlere
önem vermesidir. İbnü'l-Arabî, tercümanın lafızları değil, manâları aktarması
gerektiğini önemle işaret eder.
IV. İbnü'l-Arabî’ye Yöneltilen Eleştirilere Cevabı
Bursevî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye
yöneltilen eleştirilere karşı çok sert bir tavır almış ve onu savunanların
yanında yer almıştır.
1. Zemmedilme ve Azap Uyarısı
Bursevî, İbnü'l-Arabî'yi
zemmedenlerin / kötüleyenlerin durumunu şiddetli bir dille eleştirir: "Muhyiddin'i zemmeden /
kötüleyen, öldü, kıpkırmızı kana bulansın" beytini nakletmiş ve
onun hakkında ileri geri konuşanlara "asla taarruz etmemek"
gerektiğini, zira onun sözlerinin hakikatlerinin yüzünden perde kalksa,
insanların kıyl ü kâl / dedikodu etmeyi bırakıp ehl-i hâlin / manevî makam
sahibi olanların hâline secde kılacaklarını belirtmiştir.
2. Anlayış Farkı
İbnü'l-Arabî,
kendisini anlamak isteyenlere hitaben, "Benim söylediğimi tek gözlü
olanlar değil, iki gözlü olanlar anlar" buyurduğunu nakleder. Bu, dünyevî ve
zâhirî bilgilere tek gözle bakanların (ehl-i zahir) değil, bâtınî ve manevî
gözle de bakabilenlerin (ehl-i kemâl) onu idrak edebileceği anlamına gelir.
Halvet ve Riyâzet
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
manevî yolculuk / seyr ü sülûk metodolojisinin ana sütunları olan Halvet
(inziva) ve Riyâzet (nefsi terbiye) disiplinleri hakkındaki görüşlerini
talep etmesi, onun Celvetiyye tarikatındaki eşsiz konumunun ve öğretisinin
temelini ortaya koyması açısından büyük ehemmiyet / önem taşımaktadır. Zira
(önceki yazılarımızda defaatle işaret edildiği üzere), Bursevî'ye göre bu
disiplinler, ibadetlerin zahirî hükümleriyle (farz, vacip) elde edilen imanı,
bâtınî hakikatlere / marifete taşıyan yegâne yoldur.
Bursevî, halvet ve riyâzeti, nefsi
emmâre (kötülüğü emreden nefis) ile mücadele etmenin ve ilâhî feyze / vâridâta
ulaşmanın zorunlu (elzem) şartları olarak görmüştür.
I. Halvet ve Riyâzetin Tanımı ve Meşruiyeti
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın
temelini oluşturan bu iki kavramı, sadece tarikatın uygulamaları olarak değil,
aynı zamanda şeriatın ruhuna uygun, kurtuluşa götüren zorunlu manevî
yükümlülükler olarak tanımlar.
1. Halvetin Mahiyeti ve Celvet ile İlişkisi
Halvet (inziva), lügatte gizlilik
anlamına gelip, tasavvuf ıstılahında sâlikin (yolcu / müridin) toplumu terk
ederek belli bir süre inzivaya çekilmesi demektir. Halvet, Bursevî’ye göre mâ-sivâdan
/ Allah'tan gayrı her şeyden bi'l-külliye boşalmaktır.
Halvetin nihai amacı Celvet'e
ulaşmaktır. Celvet, sözlükte "ortaya çıkma, açığa çıkma" anlamına
gelir ve ıstılahta İlâhî nitelikler kazanan sâlikin, halvetten çıkarak insanlar
arasına karışması olarak tarif edilir. Bursevî, bu ilişkiyi şöyle özetler:
Halvet, kâmiliyettir; Celvet ise ekmeliyyettir (daha olgun/mükemmel). Bu
nedenle, "Halvetî (hâ-i mu‘ceme ile) Celvetî olmadıkça ekmel olmaz. Ve
Celvetî (cîmle) Halvetî olmadıkça kâmil olmaz".
2. Riyâzet ve Mücâhedenin Hükmü: Cihâd-ı Ekber
Riyâzet (nefsi terbiye), nefsi, ona
bulaşan kir ve pastan temizleyerek nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i
mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmaktır.
Bursevî, Hazreti Peygamber'in (salla'llâhu
aleyhi ve sellem), küffârla olan çarpışmayı cihâd-ı asğar (küçük cihad),
nefisle olan mücadeleyi ise cihâd-ı ekber (büyük cihad) olarak
nitelendirdiğini aktarır. Sâlike düşen vazife, önce kendi memleketindeki
azgınlara ve eşkıyalara savaşmak gibi, kendi hevâ ve hevesine karşı mücâhede
etmektir. Zira nefs-i emmâre, düşmanların en büyük düşmanıdır ve cin
şeytanlarından daha şiddetli ve zordur.
3. Meşruiyet ve Ruhbanlık Reddi
Bursevî, halvetin kaynağının bizzat Hazreti
Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) uygulamaları olduğunu teyit
eder. Peygamberimiz, nübüvvetten önce Hira Dağı'nda, ceddi Hazreti İbrahim
(a.s.) dini üzere ibadet eder, kâh bir hafta, kâh bir aya yakın halvet ve
riyâzet yapardı.
Ancak Bursevî, bunun Hıristiyanlıkta
görülen ruhbanlıkla karıştırılmaması gerektiğini vurgular: Ruhbanlıkta aşırı
perhiz (aşırı perhize karşı) varken, halvette süre belli ve sınırlıdır
(40 gün / erbain veya 1001 gün / çile).
II. Sülûk Yönteminde Mürşidin Rolü ve Şartlar
Mürşid-i kâmil (irşad eden olgun
önder) rehberliği, halvetin sıhhati ve başarısı için mutlak şarttır.
1. Mürşidin Otoritesi ve İtaat
Hakikat ehli olan talibe (müride)
vacip olan, bu maneviyat ve irşad işinde büyük devlet sahibi mürşid-i
kâmil'in eteğine yapışmak ve hükümlere teslim olmaktır. Tarîkat şeyhi
(şeyh-i terbiye), müridlerinin maddî ve manevî yaşantılarında mutlak söz
sahibidir.
Müridin üstadına/şeyhine itiraz
etmesi, adem-i felaha / kurtuluşa ulaşamamaya neden olur. Zira şeyhe
karşı gelmek, kalbin zulmetine (karanlığına) ve ilâhî mededin / yardımın
kesilmesine yol açar. Bu durum, ayna (mir'ât) kırıldığı zaman suret bulmanın
zorlaşmasına benzetilmiştir; çünkü yeniden cilâya muhtaçtır.
2. Halvet Öncesi Gerekli İlim ve Taharet
Mürid halvete girmeden önce,
şeytanın vesvesesiyle azmasını önlemek için tevhîd akîdesini
sağlamlaştıracak ve farzlarını edâ etmesini sağlayacak ilimleri öğrenmelidir.
Ayrıca tahâret (temizlik)
esastır: Sâlik, zahiren ve bâtınen nazif / temiz olmadıkça bâb-ı rızk (rızık
kapısı) mutlakâ ona meftûh olmaz. Devâm-ı feyz ve vâridât, devâm-ı tahâret
ve vird (düzenli zikir) ile sağlanır.
III. Riyâzet ve Mücâhededeki Disiplinler
Riyâzetin hedefi, nefsin kötü
sıfatlarını (ahlâk-ı zemîme) ortadan kaldırmaktır; bu süreçte aşırılıktan
kaçınmak gerekir.
1. Nefsi Terbiye Yöntemleri ve Aşırılıktan Kaçınma
Riyâzet ve mücâhede, nefsin vücut
binasını iğne ile koparmak kadar zordur. Ancak bu yolda ifrât ve tefrîtten
(aşırılık ve gevşeklikten) sakınılmalıdır; zira bunlar sâliki yolundan
alıkoyar. Riyâzat ve mücâhedâtta ifrât etmek hayâlâta (kuruntu ve
yanılsamalara) yol açar.
Riyâzet, kişinin nefsini sabrın
zorluklarına ve şehevatın terkine alıştırmasıdır. Hazreti
Peygamber'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) "Dosdoğru olun! Elbette (tam
olarak) buna gücünüz yetmeyecektir" hadisine atıfla, hepsi elde edilmeyen
bir şeyin hepsinin terk edilemeyeceği uyarısı yapılır; gücün yettiği kadarıyla
adil olmak gerekir.
2. Kalp Huzuru ve Halvetteki Sınavlar (Havâtır)
Halvetin asıl amacı, dördüncü
mertebe olan müntehînin hâli olan, sırrın Hak ile kendinden
başkasının bulunmadığı bir makamda Hak’la konuşmasıdır (Halvet-i sahîha).
Yoksa nefsiyle konuşan kişi halvette olsa bile Hak’la halvet etmiş olmaz.
Bu süreçte mürid, kalbe gelen havâtırları
(düşünce/hatıraları) ayırt etmelidir:
·
İlham (Melekî hâtır): Doğruya, iyiye
ve taate yöneltir, akabinde lezzet hâsıl olur, yeni bir ilim vücuda gelir.
·
Vesvese (Şeytanî hâtır): Hakk'a tamamen
muhalefet etmeye yöneltir, akabinde elem ve gevşeklik hâsıl olur.
·
Nefsânî hâtır: Şehvet ve
rahat talebidir, müridlere gelenlerin en şiddetlisidir.
Şeyhler, yediği haram olan bir
kimsenin ilham ile vesvese arasındaki farkı göremeyeceği konusunda ittifak
etmişlerdir. Bu nedenle riyâzet, helâl ve temiz gıdayı da zorunlu kılar. Oruç
tutmak (savm-i mâsivâdan / Allah'tan gayrı her şeyden el çekme), halvete
yardımcıdır, zira havâtır-ı fâside (kötü düşünceler), yiyeceklerin neticesidir.
IV. Vuslatın Mükemmelleşmesi ve Bâtınî Tecelliler
Riyâzet ve halvetin nihai amacı,
sâliki fenâ (yok olma) mertebelerine ulaştırarak, feyz ve tecelliye kâdir
olmaktır.
1. Fenâ ve Vuslat
Halvetin nihai hedefi, nefsin zât,
sıfât ve ef’âlini Hakk'ın zât, sıfât ve ef’âlinde ifnâ (yok etme) ederek
rütbe-i vahdette Hak ile yektâ (tek) kalmaktır. Bu makam, Lâ ilâhe
illallâh kelimesinin işaret ettiği fenâ fîllâh mertebesidir.
2. Kâr ve Tecelliyât
Vücûd-ı mümkin (mümkün varlık) ile
iş tutan kimsenin kârında ribh ve bereket olmaz. Vücûd-ı Vâcib (Allah'ın
varlığı) ile iş tutan ise en az on kat kâr eder; bu terakkî / manevi ilerleme
mertebelerinde yüze, bine, hatta bi-gayr-i hisâb (hesapsız) olur ki bu, kümmel
hâlidir (kâmillerin halidir). Zira onların bir kere zikr ve tesbîhinin ecrî
/ sevabı âlem-i kevne sığmaz.
Riyâzet ve mücâhede, galîz olan
hicâbı (kaba perdeyi) terkîk / inceltir. Bu sayede basîret (kalp gözü)
afetlerden salim / emin olur ve müşâhede / gözlem gerçekleşir. Nefs-i emmâreyi
öldürmek, kişinin hakikat âleminde dilediği gibi hükmedebilmesi (yâni
manevî tasarruf yetkisi kazanması) için lazımdır.
3. Mürşidsiz Sülûkun Tehlikesi
Bursevî, yalnız riyâzetin kifayet
etmeyeceğini vurgular; zira o zaman İsrakiyye taifesi (sadece riyâzetle
uğraşanlar) murada ererdi. Bu, şeriatın mutlak kılavuzluğunun ve mürşid-i
kâmilin nefesinin zaruretini gösterir. Zira nice müridler, inkişâfından
(manevi açılımdan) evvel şeyhleri vefat etmekle garîb kalırlar; bu
gariplik, hadiste zikredilen "Küçükken yetim idim, büyüyünce de garîb
oldum" ifadesiyle manevi olarak ilişkilendirilir. Bu durumda güçlü
istidada sahip olanlar te'yîd-i ilâhî / ilahi destek ile korunabilir; aksi
halde yeni bir şeyh meclisine müracaat etmeleri gerekir.
Bu disiplinler, Bursevî'nin bütün
eserlerinde merkezi bir yer tutar; zira manevî ilerleme, nefsi emmâreden
halâs olmaya ve ruhun ilâhî vahdete yönelmesine bağlıdır.
Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) Mı Yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam)
Mı Olduğu Tartışması
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerindeki derinlikli
yaklaşımlar çerçevesinde ve akademik titizlikle izah etmek icap etmektedir.
Bahsi geçen konu, yani Zebîhullah'ın Hz. İsmail
(Aleyhisselam) mı yoksa Hz. İshak (Aleyhisselam) mı olduğu tartışması, İslam
tefsir ve kelam tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle
Muhyiddin İbn Arabî gibi mutasavvıfların görüşleri ile hadis rivayetlerinin
arasındaki farklılıkların Bursevî tarafından nasıl ele alındığı, onun usul
/metodoloji ve tevhid anlayışını yansıtması açısından ehemmiyet arz etmektedir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin Zebîhullah Hakkındaki Görüşü
İsmail Hakkı Bursevî,
kaynaklarımızda açıkça görüldüğü üzere, genel İslam geleneğinin kabul ettiği
meşhur rivayete dayanarak kurban edilmek üzere adananın Hazreti İsmail
(Aleyhisselam) olduğunu kabul eder.
1.
Ayet Yorumu ve İsmail'in Konumu: Bursevî,
Sâffât Sûresi 107. ayeti ("Biz, [İbrahim'e] büyük bir kurbanlık vererek
onu [İsmail'i] kurtardık" / âyetin orijinalinde İbrahim'in oğlu kurban
edilmekten kurtarılmıştır) yorumlarken, Zebîhullah meselesine değinir. Bu
ayetin mealinde, kurtarılan kişinin Hz. İsmâil olduğu açıkça ifade edilir.
2.
Kurbanın Mahiyeti: Bursevî'ye
göre kurban, hakikatte Hz. İsmail'in sıfatı olup, koç suretinde tezahür etmiş
bir teslimiyet /itaat yoludur. Bu hadisenin özü, Hz. İbrahim'in dinine işaret
eden teslim ve boyun eğme yoludur. Kurban, mâl ile, zikir /anma
ve tesbih /Allah'ı yüceltme ile, aynı anda bedenin ibadetiyle imtihan olunmayı
içerir. Kurbanın kanı, Zât makamında itaatin en şereflisi ve en büyüğüdür.
3.
İsmail'in Adı ve Kurban İlişkisi: Bursevî, kendi adının da İsmâil
olduğunu belirterek, bu ismin Süryanice’de "Muti'ullah" /Allah'a
itaat eden anlamına gelebileceğini ifade eder, ancak bu bilginin
dilbilgisel açıdan tartışmalı olduğunu da ekler. Önemli olan husus, kurban
ibadetinin Âdem'in (Aleyhisselam) oğulları Hâbil ve Kābil kıssasında imtihan
için emr olunduğu gibi, Allah'a yakınlık için kurban etmenin Âdem'e has
kılındığı ve bu sırrın Hz. İbrahim’e (Aleyhisselam) intikal ederek kıyamete
kadar Müslümanlar arasında baki kalacağıdır.
4.
Hadis Desteği: Bursevî, hadis
rivayetlerine dayanarak, "Ben
iki kurbanın oğluyum!" (İbnü'z-Zebîhayn) hadisine atıfta bulunur.
Bu hadis, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyunun iki büyük
kurbanlık hikayesine dayandığını ima eder: biri Hz. İsmail, diğeri ise câhiliye
devrinde kurban edilmekten kurtulan babası Abdullah'tır (ki yüz deve kurban
edilmiştir). Bu rivayet, Hz. İsmail'in Zebîhullah olduğunu teyit eden kuvvetli
bir delildir.
İbn Arabî ve İshak Görüşüne Karşı Tevil /Açıklama
Muhyiddin İbn Arabî, Bursevî'nin
"Şeyh-i Ekber" olarak nitelendirdiği ve eserlerinden feyz aldığı en
büyük manevi otoritedir. Bursevî, İbn Arabî'ye duyduğu hayranlığı ve bağlılığı
sık sık dile getirir.
İbn
Arabî'nin bazı eserlerinde Zebîhullah'ın Hz. İshak olduğu yönünde yorumlar
bulunduğu bilinse de (genellikle İsrailiyat kaynaklı rivayetlere dayanan bir
görüş), Bursevî'nin eldeki kaynaklarımızda, İbn Arabî'nin Hz. İshak'ı kurban
olarak gördüğünü belirten veya bu iki farklı görüşü doğrudan uzlaştıran
spesifik bir tefsir /açıklaması mevcut değildir.
Ancak Bursevî, genel olarak Kur'an-ı
Kerim'in ve hadis-i şeriflerin tefsir ve tevillerini yaparken, kendi
tecrübeleri, manevi işaretler ve şeriat hükümleri çerçevesinde hareket eder.
Hz. İsmail'in kurban olduğunu teyit eden İslami geleneği ve ilgili ayet-i
kerimeyi temel almıştır.
Bu bağlamda, Bursevî'nin İbn
Arabî'den etkilenmesine rağmen, Zebîhullah konusunda şeriatın zahiri ve meşhur
rivayet ile uyumlu olan Hz. İsmail görüşünü benimsemesi, onun tasavvufu
şeriatla uzlaştırma çabasının bir yansımasıdır. Nitekim Bursevî, haram olan bir
konuda adak adayan kişinin durumunu açıklarken, İnsan kurban etmenin haram
olduğunu, ancak böyle bir durumda insan yerine kurban kesilmesi gerektiğini
ifade eder ve bunun Hz. İsmail'e verilen koça bedel olduğunu vurgular. Bu, onun
kesinlikle insan kurban etme fikrini reddettiğini ve Hz. İsmail kıssasını bu
hükme temel teşkil eden bir hadise olarak gördüğünü gösterir.
Kurban Kavramına Bursevî'nin Tasavvufi Yaklaşımı
Bursevî, kurban kavramına derin bir
tasavvufi /ezoterik anlam yükler:
1.
Nefsin Kurban Edilmesi: Kurban kesmede
en önemli husus, kalbin temizlenmesi ve nefsin katledilmesi /yok edilmesidir.
Bu, Hz. İbrahim'in (Aleyhisselam) imtihanının manevi karşılığıdır: O, saltanat sevgisinden İbrahim
Edhem gibi geçmek ve evlat sevgisinden (İsmail'i kurban etmekle) geçmek
suretiyle tevhidin üç mertebesine ulaşmıştır.
2.
Hediy Kurbanı: Bursevî,
hacdaki hedy /hediye kurbanını tasavvufi olarak nefs-i behîme'ye /hayvanî
nefis'e benzetir. Nefs-i behîme'nin, Kalb Kâbe'sine sevk edildiğini ve orada tarikat
edebinin bıçağı ile şehvetlerden ve hayvanî lezzetlerden kesildiğini
belirtir.
Özetle, İsmail Hakkı Bursevî,
Zebîhullah'ın Hz. İsmail (Aleyhisselam) olduğunu, meşhur rivayete, Kur'an'ın
lafzına ve Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) soyuna dair
hadislere dayanarak kabul etmektedir. İbn Arabî'nin muhtemel İshak görüşüne
dair doğrudan bir tevili kaynaklarımızda bulunmamakla birlikte, Bursevî'nin
kendi yaklaşımı bu meselenin (kurbanın) insanda nefs-i emmâre /hayvanî nefis'in
kurban edilmesini sembolize eden yüce bir teslimiyet makamına işaret ettiğini
ortaya koyar.
Dipnotlar (APA
Biçimiyle Uyumlu Sunum):
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). Rûhu’l-Beyan
Tefsîri (Fatih Yayınları: C. 1, s. 479).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı
fatiha.pdf] (C. X, s. 57a).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 159a).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMAİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN VÂRİDÂT-I HAKKİYYESİ.pdf] (S. 160a).
·
İlgili Kaynak Metinler.
Müşkil Sorular ve Cevapları
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
ilim ve irfan yolunda karşılaştığı, kaynaklarda doyurucu bir karşılığını
bulamadığı yahut manevi /ezoterik hakikatleri gereği ancak sükût /susma
ile geçiştirilebilecek denli derin ve müşkil /anlaşılması zor olan meselelere
odaklanması bakımından, onun entelektüel /fikrî mücadelesini anlamak açısından
büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.
Bursevî, eserlerinde muhtemel
itirazlara ve müşküllere cevap vermek için sıklıkla soru-cevap üslubunu
kullanmasına rağmen ("Su’âl olunursa ki…" Cevâb budur ki…"
kalıpları gibi), bazı konuların, hem zahir /dışsal hem de bâtın /içsel ilimler
erbabı tarafından yeterince açıklığa kavuşturulamadığını bizzat kendisi dile
getirmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî'nin kendisinin
dahi cevap bulmakta zorlandığı veya kâin /var olan ilim ile açıklığa
kavuşmadığını belirttiği temel meseleler aşağıda akademik tarzda /doktora usulü
ile sunulmuştur:
1. Âdem (Aleyhisselam) Kıssasıyla İlgili Cevapsız Kalan Müşkiller
Bursevî, Âdem (Aleyhisselam) ve
cennetten çıkarılışı ile ilgili ilahiyat /teoloji ve tasavvuf literatüründe yer
alan bazı hususların, kendisi için dahi çözülemeyen birer düğüm olduğunu açıkça
ifade eder.
Bursevî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın
yasak ağaçla ilgili emrinin mahiyetini açıklarken, bu kaziyye /kaide ve kural
dâhilinde iki müşkil /anlaşılması zor emrin bulunduğunu belirtir ve bu konudaki
arayışını şöyle özetler:
"Bu
iki kaideyi tenbih /uyarı eden bir şey bulamadığım gibi zahirî ve batmî ilim
sahiblerinden bu konudaki (soru ve tereddütlerime) cevab veren de olmadı".
Kaynaklarımızda sadece bu iki müşkil
emirden birincisinin ne olduğuna dair bir başlangıç yer almaktadır: "Âdem Aleyhisselâm,
meleklerin kendisine secde etmelerinden sonra, meleklerin toplanması
Âdem...". Metin burada kesilse de, secde hadisesi sonrasındaki
manevi /ruhani durum ve bunun doğurduğu ilahî /tanrısal hükme dair bir sorunun
cevapsız kaldığı anlaşılmaktadır. Bu, bilginin ulaşılabilirliği ve mutasavvıfın
/tasavvuf ehlini ulaştığı manevi mertebelerin dahi ötesinde bir sır olduğu
anlamına gelmektedir.
2. Melekût /Melekler Âlemine Dair Çözülemeyen İhtilaflar
Bursevî Hazretleri, tasavvuf
/ezoterik konuları tefsir /yorum yaparken, mütekaddimîn /önceki âlimlerin
tartışmalarında dahi tam bir açıklığa kavuşmayan hususlara değinmiştir:
·
Hârut ve Mârut Rivayetlerinin
Zorluğu:
Kur'an-ı Kerim'de geçen Hârut ve Mârut kıssasının bazı rivayetleri (onların
yeryüzüne inişi hakkındaki rivayetler) hakkında, bu durumun anlatılmasının ve
anlaşılmasının gerçekten müşkil /anlaşılması zor olduğunu ifade eder.
Bursevî'ye göre bu durum, onlardaki müşkil /anlaşılması zor hususu kesinlikle
ortadan kaldırmaz. Bu, rivayetlerin kabul edilmesine rağmen, ihtiva ettikleri
/içerdikleri bilginin akli /mantıksal veya manevi /ruhani boyutta kolay izah
edilemediğine işaret eder.
·
Cennet-i Me’vâ'nın /Barınak
Cenneti'nin Ebediyeti: Bursevî, Cennet-i Me’vâ'nın arş-ı a'lânın /yüce tahtın sağ
tarafında yüksek bir makam olduğunu belirttikten sonra, oraya giren kişinin
ebedi /sonsuz kalmasının gerekip gerekmediği meselesini "mesâil-i
meşkledir" /anlaşılması zor meselelerdendir şeklinde nitelendirir. Bu
konuda "Zâhir uleması
/zahiri ilimler alimleri buna cevap verememişlerdir" tespiti,
konunun zahir /dışsal bilgi sınırlarını aştığını göstermektedir.
3. Vücûb-ı Ğayr-ı Kevniyye (Kâinat Dışı Zorunluluklar) Meseleleri
Bazı sorular, konunun mahiyeti
gereği dilde ifadesinin mümkün olmaması ve ancak en yüksek manevi /ruhani
mertebelerde idrak /anlama edilebilmesi sebebiyle, Bursevî tarafından bilerek
cevapsız bırakılmış veya sükût /susma ile geçiştirilmiştir.
Bursevî’ye, gayr-ı kevniyye hicablar
/kâinat dışı perdeler /örtüler hakkında sual /soru sorulduğunda, cevabının "mes’ele-i meskûtün
anhâ’dandır" /hakkında susulması gereken meselelerdendir olduğunu
belirtir. Bu gibi hakikatlere vâsıl /ulaşan kişilerin bilebileceği,
ancak avam /halk düzeyinde veya zahiri /dışsal ilimlerle açıklanamayacak sırlar
olduğunu ima eder. Bu durum, Bursevî'nin Muhyiddin İbn Arabî'nin eserlerine
yaptığı şerhlerde /açıklamalarda kullandığı, sırların ehil olmayanlara ifşa
edilmemesi /açığa vurulmaması gerektiği usulüyle /metoduyla da uyumludur.
4. İbn Arabî Görüşlerine Dair Bursevî'nin Cevap Usulü
Bursevî, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn
Arabî'ye büyük bir saygı duyar ve onun Özün Özü /Lübb’ül-Lübb risalesini
şerh /açıklama etmiştir. Ancak, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle veya nesren
/yazıyla ortaya koyduğu bazı işaretler hakkında, zamanının cahilleri /bilgisiz
kimselerinin sırf kendi fikri sakimleri /bozuk düşünceleri üzerine "murad budur" /kastedilen şudur diyerek, şeyhe
haşa /kesinlikle büyük bir cehil /bilgisizlik isnat ettiklerini gözlemlemiştir.
Bu, Bursevî'nin, İbn Arabî'nin derin manalarının /anlamlarının herkes
tarafından anlaşılamayacağını, dolayısıyla bu tür konuların yanlış
yorumlanmasının dahi çözülemeyen bir sorun teşkil ettiğini düşündüğünü
gösterir.
Bursevî, bu tür zor ve anlaşılması
güç konuları açıklarken, okuyucunun şer'î hükümlerle /İslami kurallarla
çelişkiye düşmemesi için, çoğunlukla "Sual: Eğer sen: ... diye sorarsan;
Cevâp: ..." gibi formüllerle, tasavvufi anlayışı şeriat /din kanunları ve
akıl ile uzlaştırmaya /birleştirmeye çalışmıştır.
Nikah Hakkında
I. Nikâhın Şer’î Hükmü ve Manevî Mertebeleri
İsmail Hakkı Bursevî'ye göre nikâh,
yalnız toplumsal /içtimaî bir müessese değil, aynı zamanda manevi /ruhani bir
seyr ü sülûk mertebesidir.
A. Nikâhın Dînî Konumu ve Zorunluluğu
Nikâh, temel bir İslami kurum olarak
ele alınmıştır. Bilindiği üzere nikâh, peygamberlerin sünnetleri arasında
zikredilmektedir. Aynı zamanda nikâh, ihlâs ehlinin /muhlis’in şeriatı ve
yoludur.
Ancak Bursevî, nikâhın hükmünün
kişilerin hallerine göre değiştiğini belirtir:
1.
Vâcib /Gerekli: Evlenmeyi
şiddetle arzu eden ve evlenmediği takdirde şehevî /cinsel arzulardan dolayı
günaha girme ihtimali olan kişilere nikâh vâcibtir.
2.
Müstehab /Önerilen: Mutedil
/ılımlı olan kişilere müstehabtır.
3.
Mekrûh /Hoş Görülmeyen: Hanımıyla
cinsel ilişki kurmaktan veya hanımını geçindirmekten aciz olan kişiye ise
mekruhtur.
B. Nikâhın Dört Manevî Mertebesi
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın
derinlikli yaklaşımına uygun olarak, nikâhı salt bir akid /sözleşme olmanın
ötesinde manevi evlilik hallerine atfeder. Bu manevi evliliğin dört mertebesi bulunmaktadır:
1.
Cismânî Nikâh: Kalpte eserler
/izler bırakır.
2.
Misâlî Nikâh: Gizlide nurlar
/aydınlıklar hasıl olur.
3.
Ruhânî Nikâh: Ruhta inkişaf
/açığa çıkma, vuslat /kavuşma meydana gelir.
4.
İlmî Nikâh: Gözde mücerred
/soyut küllî /genel hakikatler /gerçekler görülür.
Bu mertebelerin tamamı, manevi büluğ
/olgunluk ve evlilikle ilgilidir.
II. Cima /Cinsel İlişkiler, İffet ve Haramlar
Bursevî, cinsel ve nefsanî /şehvani
konuları ele alırken, şeriatın yasakladığı hususları sert bir dille vurgular ve
bu yasakların manevi tahribatını açıklar.
A. Haram Olan Cinsel Davranışlar
Cinsel
sapıtmalar (erkek erkeğe cinsel yönelim ve kadın kadına cinsel ilişki /sihâk),
kesinlikle haram kabul edilir. Bu tür hareketler, davranışlar ve konuşmalar da haramdır,. Şeytan,
insanları cimrilik, hiddet /sinirlenme ve sarhoşluk ile aldatmaya çalışır.
Ayrıca, tüyü bitmemiş oğlanların
yüzlerine şehvetle bakmak dahi haramdır. Bu oğlanlarla oturmak haramdır, çünkü
onlar baştan aşağı avrettirler ve bazı rivayetlere göre her oğlanla beraber on
sekiz şeytan vardır.
B. Evlilik ve Cinsel Hukuk
Bursevî, İslami hukuk /fıkıh
esaslarını açıklarken, evlilik ve hısımlık yoluyla (müsâharat) haram olan
kadınları açıklar: Babanın cinsel ilişki /vatı ettiği kadın, kişinin kendisinin
vatı ettiği kız veya anne (kayınvalide) evlilik yoluyla haram kılınmıştır.
"İhsan" kelimesinin
Kur'an'da kullanılış manalarından biri de "evlilik" ve diğeri de
"iffet ve namus" manalarıdır. Bu, kişinin evlenerek nefsini koruması
ve iffetli yaşaması gerektiğine işaret eder.
C. İğdiş Etme ve Ruhbanlık
Bursevî, ruhbanlık /dünyadan el etek
çekme anlayışının İslam'da olmadığını vurgular. Sahabeden birinin kendi nefsine
iğdiş /hadım olmayı söylemesi üzerine Peygamber Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) "Ümmetimin
hadımlaşması oruçtur" buyurduğunu aktarır. Bu durum, müsle
/uzuv kesmenin de haram olduğu hükmüyle desteklenir. Zira bir kişinin zekerini
kesmek veya iğdiş etmek, insan haklarını çiğnemek ve yapılabilecek en büyük
işkence olduğu için şeriaten haramdır.
III. Eşlerin Uyumu ve Kadın Hakkındaki Görüşleri
Bursevî, eşler arasındaki uyumu ve
kadının toplum içindeki yerini, şeriat ve tasavvuf dengesinde ele alır.
A. Eşlere Karşı
Adalet ve İyi Muamele
Kocanın, hanımına karşı hak ve
hukuku müdafaa etmesi ve onu koruması emredilir. Eşler arasında iyi geçim ve
sabır esastır. Hatta bir
hikâyede, birbirlerine sabreden eşlerin hali övülür.
Çok eşlilik durumunda, kocanın
adaletli davranmaya gayret gösterse bile, kendisine rağbet etmediği kadına
büsbütün cevr /zulüm etmemesi gerektiği, aksi takdirde zulüm etmiş olacağı
belirtilir.
Kuzenin
evliliğinin, sürekli iç içe yaşama ve şehevî /cinsel arzunun olmaması sebebiyle
soğukluk ve nesilde zayıflık gibi sorunlara yol açabileceği yönündeki İmam
Gazâlî'nin görüşü, Bursevî tarafından aktarılmıştır.
B. Kadın ve Toplumsal Davranışlar
Bursevî, kadınların kamusal alandaki
durumları hakkında geleneksel ve muhafazakâr bir tutum sergiler. Kadını sokağa
çıkan ailede mürüvvet /insanlık kalmayacağı ve kadının evinde oturması
gerektiği ifade edilir. Bu bakış açısı, musannifin /yazarın, kendi yaşadığı
zamanda dahi örtünme ve ahlak /edep kurallarındaki gevşeklik karşısında duyduğu
şaşkınlık ve üzüntü ile paralellik gösterir.
Kadınların süslenme ve genç görünme
çabalarına da değinilmiştir. Yaşlı kadınların genç kızlara benzemek için ön
dişlerini inceltmesi, keskinleştirmesi ve arasını açmasının /veşr, şer’an
uygunsuz bir durum olduğu belirtilir.
Bursevî'nin hayatı incelendiğinde,
kendisinin de eşiyle Bursa'ya göç etme konusunda sıkıntılar yaşadığı (eşinin
Rumeli'yi bırakıp gelmek istememesi) ve bu yüzden sıkıştığı önceki
yazılarımızda ifade edilmişti,,. Bursevî, bu zorluklara rağmen şeyhinin emrine
muhalefet edemeyeceğini eşine bildirmiştir. Ayrıca, çocuklarının sayısının on
sekiz olduğu, ancak hangi anneden doğduklarına dair bilginin bulunmadığı
kaydedilmiştir.
IV. İlim ve Aile İlişkisi
Bursevî'nin genel düşünce
sistematiğinde mal /servet ve evlat sevgisi, ruhani yolda bir imtihan ve
tehlike olarak görülür.
·
İhanet ve Sevgi: Mal ve evlat
sevgisi, emanete ihanet etmeye sevk eden sebeplerdendir. Ebû Lübâbe’nin Kureyza
oğulları içinde bulunan malı ve ailesi sebebiyle ihanet etmeye meylettiği
hikâyesi bu bağlamda zikredilir.
·
Anne Hakkı: Anne hakkı,
fedakârlığı sebebiyle üstündür. Anne, çocuğun hayatını arzular, babanın hizmeti
ise ölüme karşılık gelir; bu sebeple anneye hizmet çok sevap kazandırır.
Kadının Kocasından Boşanmak İstemesi Ve Bu Süreçteki Hukuki /Şer’î
Haklarına Dair Sorduğu Bu Mühim Mesele,
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle de Rûhu’l-Beyân tefsirinde, fıkıh /İslâm hukuku
ve tasavvufi ahlak /edep çerçevesinde detaylıca ele alınmıştır. Bursevî,
Kur'ân-ı Kerim ayetlerini açıklarken, eşler arasındaki adalet, hak ve hukukun
korunmasını temel ilke olarak kabul etmiş ve boşanma sürecinde kadının
korunması gereken haklarına dikkat çekmiştir.
Aşağıda, Bursevî'nin kaynaklarımızda
geçen görüşleri, akademik titizlik gereği ilgili kaynaklara atıfla /atıf
yapılarak sunulmuştur:
I. Nikâhın Feshi ve Kadının Talebi (Hulû’ / Fidye)
Nikâh akdinin sona erme yollarından
biri olan hulû’ /fidye karşılığında boşanma, kadının boşanmayı talep
ettiği durumlarda gündeme gelir.
1.
Hulû’un Şartı (Hududullah): Bursevî, evli
çiftin Allah'ın çizdiği sınırlara /hudutlarına riâyet etmekten ve eş olmanın
vazifelerini yerine getirmekten korkmaları durumunda, yani evliliğin
gereklerini yerine getiremeyeceklerinden emin olmamaları hâlinde, kocanın
karısına verdiği mehirden bir kısmını geri almasının helâl olacağını belirtir.
Bu durum, fidyeyle boşanma /hulû yapma esasına dayanır.
2.
Kadına Baskı Yasağı: Kocanın,
kadını hulû yapmaya (fidye vermeye) zorlaması, yani zulmederek
kendilerini fidye vermeye zorlamaları haramdır. Bursevî, kim böyle bir şeyi
yaparsa, nefsine zulmetmiş olacağını açıkça ifade eder.
3.
Fuhş / İhanet Durumunda Mehirden
Faydalanma: Kadın, eşler arasını açacak bir fuhş /zina irtikâb eylemiş olursa,
kocanın kadına vermiş olduğu mehrin birazını geri almak için baskı yapması caiz
görülmüştür. Bu durum, kocanın mehrin bir kısmını kurtarmasını sağlamak
içindir.
4.
Eşin İradesiyle Boşama Hakkını
Kazanması: Kadın, nikâh akdi sırasında kocasına, "Talak /boşanma işi benim kendi elimde olması
şartıyla seninle evlendim" diyerek koca da bu şartı kabul ederse, nikâh
caiz olur ve boşanma yetkisi kadının eline geçer.
II. Kadının Hukukî /Şer’î Hakları ve Korunması
Bursevî, karı-koca haklarını
incelerken, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere dayanarak kadınların mutlak haklarına
vurgu yapar:
1.
Karşılıklı Haklar ve Adalet: Kadınların
lehinde ve aleyhinde meşru /maruf haklar vardır. Bu haklar, erkekler için olan
haklara benzer /mümasil niteliktedir. Kadın için mehir, nafaka ve mesken hakkı
gibi haklar kocasının üzerindedir; ancak kocanın karısı üzerindeki hakları, bu
hakların cinsi /türü ile aynı değildir.
2.
Erkeklerin Üstünlüğü ve Adalet
Yükümlülüğü: Erkeklerin kadınlar üzerinde "bir derece" üstünlüğü
bulunmakla birlikte, bu üstünlük; akıl ve din yönündendir, hak cinsinde birlik
değildir. Bu durum, kocanın adaleti sağlama ve hanımını koruma sorumluluğunu
daha da artırır.
3.
İyi Geçim ve İyilik (İhsan): Eşler barışmak
istedikleri zaman, kocaların kadınlara ihsan /iyilikte bulunması ve lütufkâr
davranması beklenir. Erkekler, hakları olmayan şeyleri kadınlara
yüklememelidir; iki eşten bir diğeri azarlanmamalıdır.
4.
Muta Hakkı: Boşanan
kadınların, gerdeğe girilmiş olsun veya olmasın, mutlak bir istifâde /muta
hakkı vardır. Bu hak, hem müstehab /önerilen hem de vacip /gerekli olan mut'ayı
şâmildir /içerir.
5.
Maddi İhtiyaçların Karşılanması: Boşanan
kadının yiyecek ve giyeceğinin kocasına ait olduğu şer’an beyan edilmiştir.
III. İddet Hükümleri ve İlgili Durumlar
Kadın boşandığında veya kocası vefat
ettiğinde, belli bir süre bekleme zorunluluğu (iddet) ve bu süredeki hukuki
kısıtlamalar bulunmaktadır:
1.
İddet Süresi ve Yas: Kocası vefat
eden bir kadın, dört ay on gün yas /süs-terk etme süresi bekler. Bu süre
zarfında süslenmemesi gerekir ki, evlilik arıyormuş gibi olmasın.
2.
Yeniden Evlilik Teklifi: İddet bekleyen kadına,
başkalarının açıkça veya ta'riz /kinayeli sözlerle evlilik teklifinde bulunması
helâl değildir. Ancak kadın, ayıptan dolayı hâkim tarafından feshedilmişse,
kocası dışındakiler de ta'riz yoluyla teklifte bulunabilir. Kadınla iddeti içinde
nikâh kıymak kesinlikle caiz değildir.
3.
Ric’at (Kocanın Geri Dönme Hakkı) ve
Kadının Durumu: Ric'î talakla boşanan kadın iddet süresi içinde ise, kadın
istemese bile kocanın geri dönme hakkı (ric'at) vardır. Eğer kadın, ric'atten
/geri dönmekten çekiniyorsa, bunu tecavüz etmiş olmaz.
4.
Hile ve Gizleme: Boşamasının
doğuma kadar bekletilmemesi için kadın, hamileliğini gizleyebilir.
IV. Uzak Durulması Gereken Ahlaki Gevşeklikler
Bursevî, aile hayatını korumak ve
şehevî /cinsel arzuların kötüye kullanılmasını engellemek için katı sınırlar
koyar. Eğer boşanma gerçekleşirse, kadınların evlerinden çıkarılmaması,
yiyecek, giyecek ve barınak konusunda bir yıl sürecek şekilde vasiyette
bulunulması (ölüm döşeğindeki erkekler için) gerektiği de belirtilmiştir.
Kocası
olan bir kadınla zina eden kişi, kadının kocası helalleşmedikçe günahının
bağışlanmayacağını ifade eden Bursevî, zinayı zikretmeksizin "üzerimde
olan bütün haklarını helal et" gibi umumi /genel bir helalleşmenin yeterli
olacağını bildirmiştir.
Cimanın Ezoterik /Bâtınî Ve Metafizik Boyutu
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
tefsir ve tasavvuf eserlerinin merkezinde yer alan, cinsel birleşme /cima
fiilinin salt fiziksel /cismânî tatminin ötesindeki derin, ezoterik /bâtınî ve metafizik boyutunu ortaya koymayı
hedeflemektedir. Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın irfan geleneği dâhilinde, bu
tür fizikî eylemleri dahi kişinin manevi yükselişi /seyr ü sülûk ve kalbî
arınması /tezkiye ile ilişkilendirmiştir.
Bursevî'nin felsefi /hikemî ve
tasavvufi /ezoterik eserlerinde, cimanın /cinsel birleşmenin metafizik anlamı, vücûb
/zorunluluk ve imkân /olabilirlik hükümleri çerçevesinde eşler
arasındaki uyumun /tevhid-i ef'âl'in sağlanması ve nefs-i emmâre /kötülüğü
emreden nefisten kurtuluş /halâs olarak yorumlanır.
I. Cima / Cinsel Birleşme ve Nefsanî Bağlardan Kurtuluş
Bursevî, insanın fiziksel /cismânî
varlığını ve bu varlığın doğal yönelimlerini, manevi /ruhani kemâlât yolunda
bir imtihan sahası olarak görür. Cima hadisesi bu sahada nefsin zincirlerinden
kurtuluşun zorlu bir yolu olarak tanımlanır.
1.
Nefsten Kurtuluşun Zorluğu: Bursevî, mübâşeret
/cinsel ilişki kuranların hevâ-yı nefsten /nefsin heva ve hevesinden ve muvâfakat-ı
tıba‘dan /tabiata uygunluktan halâs /kurtuluş bulacaklarını ifade
eder. Ancak bu kurtuluş, kolay bir durum değildir; aksine, Hakk'ın teshîl-i
/kolaylaştırmasına bağlı olan katı /çok zor bir iştir. Bu ifade, cimanın
bilinçli bir niyetle ve şer’î /dini sınırlar dâhilinde icra edildiğinde,
kişinin nefsanî arzulardan kurtuluşa doğru attığı bir adım olduğunu gösterir.
Zira tasavvufun temel gayesi, kişinin kendini mâsivâ'dan /Allah’tan
gayri her şeyden tahliye /temizleyip, kalbini Allah sevgisiyle
doldurmasıdır.
2.
İlm-i Fıtrat ve Terbiye /Arındırma: Bursevî, ilm-i
fıtratı /yaratılış bilgisini açıklarken, süte ulaşmak için kan ve fers
/kandan meydana gelen şeylerin (dem) gerektiğini, bu iki unsurun ise şehevet-i
nefsâniyye /nefsani şehvet ve ümûr-i sâfile-i cismâniye /cismânî
düşük işler olduğunu belirtir. Bu ikisi de esbâb-ı cehldendir /cehalet
sebebidir. Bu, en saf netice olan sütün bile nefsanî ve cismânî unsurlardan
doğuşunu ima eder. Metafizik /ruhani açıdan kişinin, vücudunda nefsânî ve
cismânî işlere vücûd /varlık vermeyip, ümûr-i âliyeye /yüce
işlere uluvv-i himmet /yüksek azim göstermesi gerekir. Dolayısıyla
cinsel birleşme eylemi bile, nefsanî kökeninden manevi bir arınma ve yükseliş
/terakki hedefine yönlendirilmelidir.
3.
İhsan /İyilik ve Zühd /Perhiz: Bursevî,
nefsin ve şeytanın ıslâh /düzeltilme yolunun yeme ve içmeyi, dolayısıyla mide
ve ferç /cinsel organ şehvetini kesmekten geçtiğini zikreder. Şehvetin
kesilmesi, şeytanın müdahale etme yolunu bulamamasını sağlar. Bu bağlamda,
nikâh ve cimanın metafizik boyutu, şehveti meşru /helâl yoldan tatmin ederek,
kişinin aşırıya kaçmasını engellemek ve böylece zühd /perhiz makamına
ulaşmasını kolaylaştırmak amacını taşır.
II. Cismaniyet /Maddî Varlık ve Ruhaniyet /Manevî Varlık Arasındaki
İlişki
Cima, iki zıt kutbun (erkek ve
kadın, ruh ve beden) birleşmesidir. Bursevî'ye göre bu birleşme, fiziksel bir hulûl
/içine girme değil, manevi bir taalluk /ilişkidir.
1.
Ruh ve Ceset Farkı: Bursevî, ruhun
nûrânî /nurani ruh ve cesedin zulmânî /karanlık cisim olduğunu
belirtir. Nûr /ışık ile zulmet /karanlık bir yerde müçtemi /toplu
ve mümtezic /karışık olmaz. Ruh-ı İnsanî /İnsan ruhu, hakikatte gayri
mütehayyiz /mekânda olmayan bir cevherdir ve bedene hâl /içine
girmiş değildir. Bu nedenle cinsel ilişki, ruhların birleşmesinden ziyade,
ruhların birbirine taalluk /ilişki kurması sebebiyle, bedenin de bu
ilişkiye iştirak etmesidir.
2.
Cimanın Ölüm Üzerindeki Etkisi: Ruh ve cesedin
taallukları /ilişkileri sebebiyle ceset dahi müteellim /acı
çeker. Bursevî'ye göre ölüm /mevt hakikatte nefs üzerine vuku bulur. Cima
eylemi, bu nefs üzerindeki yoğunluk sebebiyle, fiziksel /cismânî varoluşun bir
mertebesini temsil eder.
3.
Manevî Vuslat /Kavuşma Aracı: Kişinin bedenî
amelleriyle amelî derecelere, rûhânî mârifeti /manevi bilgi ile mükâşefe
/sezgi ve müşâhedelere /gözlemlere ulaşacağı belirtilir. Nikâh, bu
manevi ilerlemenin bir basamağıdır. Zira evlilik, bir kadının mizâc-ı mahsûs
/hususi yaratılışı sebebiyle kâbil-i nikâh /evlenmeye elverişli olmasını
gerektirir. Bu, fiziksel /maddî uyumun ötesinde, manevi bir rezonans /uygunluk
olduğunu gösterir.
III. Melekût Âlemi ve Cemâl-Celâl Dengesi
Bursevî, tasavvufi yolda ilerlerken
ilahi isimlerin iki ana yola ayrıldığını belirtir: tarîk-i esmâ-i celâlîyye
/celâl isimlerinin yolu ve tarîk-i esmâ-i cemâliyye /cemâl isimlerinin
yolu. İnsan bu dünyaya cemâlden celâle gelmiştir; bu yüzden celâlden
cemâle dönmek için celâl yoluna sülûka /manevi yolculuğa
muhtaçtır.
Cima
ve evlilik, bu celâl ve cemâl isimlerinin tezahür ettiği insanî ilişkilerde
adaletin /adaletle muamele edilmesi ve ahlakın korunması yoluyla kemâle
/olgunluğa ulaşmayı hedefler. Celâl /haşmet
yolu tamamlandıktan sonra, hazretü’l-kemâle /olgunluk makamına dühûl
/girme ve vusûl /kavuşma gerçekleşir. Kemâl /olgunluk ise cemâl
/güzellik ve celâlin /haşmetin cem’iyyetidir /birleşmesidir.
Bu çerçevede, cimanın metafizik
boyutu, eşler arasındaki teslimiyet ve birlik aracılığıyla Celâl ve Cemâl
sıfatlarının insan nefsi üzerindeki tecellilerini idrak etme çabasıdır.
Dipnotlar (APA
Biçimiyle Uyumlu Sunum):
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan
tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça1.pdf] (s. 23).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [Ruhul beyan
tefsiri BÜTÜN KITAPLAR_Parça2.pdf] (s. 75).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [ismail hakkı
bursevi Hayatı M. Ali Ayni .pdf] (s. 381).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI
BURSEVÎ HAZRETLERİ'NİN-TUHFE-İ İSMÂİLİYYE ADLI ESERİ 22.pdf] (s. 445).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İsmâil Hakkı
Bursevî Hazretleri-Vesiletul Meram.pdf] (s. 497).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [TUHFE-İ
RECEBİYYE-İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ HAZRETLERİ Kaddesellâhû Sırrahû'l Azîz.pdf] (s.
471, 472, 473, 475, 477).
·
Bursevî, İ. H. (t.y.). [İSMÂİL HAKKI
BURSEVİ HAZRETLERİ KÜLLİYATI.pdf] (s. 173).
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe hakkındaki
Görüşleri
Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe'yi salt bir ibadet
biçimi olarak değil, aynı zamanda fenâ /yokluk makamına ve İlâhî vahdet /birlik
deryasına ulaşmada kuluğa rehberlik eden anahtar bir amel olarak ele almıştır.
I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Metafizik ve Manevî Şerhi
İsmail Hakkı Bursevî'ye göre,
Efendimiz'e (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) getirilen Salât ve Selâm'ın manevî
boyutu, kulun Allah'a vuslat /kavuşma yolunda attığı adımların yönünü belirler.
A. Fenâ /Yokluk Makamına Ulaşma Aracı
Salâvât'ın en önemli metafizik
boyutu, kişiyi fenâ fillah /Allah’ta yokluk mertebesine taşımasıdır.
Bursevî, Celvetiyye Tarikatı'nın zikir anlayışını aktarırken, Salât-ı Şerîf’in
(ki bu bağlamda Salât-ı Meşîşiyye gibi güçlü bir salavat kast ediliyor
olabilir) özünü şöyle açıklar:
"Beni hakiki vahdet /birlik deryasında gark et /boğ
ki, ta ki senden gayriyle ilgim ve alakam olmasın.".
Bu ifade, salâtın amacının,
kulun kalbindeki mâsivâ /Allah'tan gayrı her şeyi ortadan kaldırmak ve
tam bir tevhid /birlik bilincine ulaşmak olduğunu gösterir. Bu makamda kişi, hevâ-yı
nefs /nefsin heva ve hevesinden ve tabiat /yaratılışın uygunluğundan
kurtuluş /halâs bulur.
B. Niyet ve Vuslat İhtiyacı
Bursevî, cismânî /maddî olan cesedin
hayatının salih /iyi amellerle, ruhun hayatının ise ilimle olduğunu vurgular.
İhlâs /samimiyet ehlinin şeriatı ve yolunun salât ve selâm
olduğunu belirtir.
Ayrıca, Salât'ın manevî seviyeleri,
kalp ve ruh mertebeleriyle ilişkilidir. Havassın /özel kişilerin salâtı,
salât-ı kalbiyye /kalp ile yapılan salat iken, ehassın /daha özel
kişilerin salâtı ise salât-ı rûhâniyye /ruh ile yapılan salattır.
C. Sayısal /Miktarsal Hikmet
Bursevî,
salâvât okumanın manevî feyz /manevi bolluk elde etmek için şart
olduğunu belirtir. Hak’tan feyz almış olmanın şartlarından biri, en az on
bir kere salâvat getirmektir.
Ancak tarikatta /tasavvuf yolunda bu
sayı, sırr-ı erbain /kırk sırrı üzerine cereyan ederek kırk adet
zikredilir. Bu, kırk günlük halvet /inziva geleneğine (erbain) işaret eden,
manevi olgunlaşma için gerekli olan yoğun zikir ve Salâvat eylemini temsil
eder.
D. Hakâik-i İlâhiyye ve Kevniyyenin Kapsanması
Bursevî, Salâvât-ı Şerîfe’nin
umumiyetle bütün peygamberleri içine alacak şekilde getirilmesi gerektiğini bir
hadis-i şerîfe dayanarak ifade eder. Zira Efendimiz’in nesebi, din ileydi ve
O’nun âl-i /ailesi, takvalı /korunmuş olan her mü'mindir.
II. Bursevî’nin İlham Edilen Salâvât Örneği
İsmail Hakkı Bursevî'ye, Salâvât hakkında İlâhî bir ilhâm /esin
veya ilkâ /telkin geldiği ve bu ilhamın çok veciz /kısa ve kapsamlı
/cem'edici olduğu kaynaklarımızda belirtilmiştir.
Bursevî, kendisine ilham edilen bu salâvât
lafzının, daha önce var olan bir lafızdan daha özlü /evcez ve daha kapsayıcı
/ecma' olduğunu ifade eder. Bu salavatın üstünlüğü, hem hakâik-i
ilâhiyye /İlahi hakikatleri (Zât, Esmâ /isimler, Sıfât /sıfatlar) hem de hakâik-i
kevniyye /kâinat hakikatlerini (kalem-i a‘lâ /yüce kalem, levh-i mahfûz
/korunmuş levha ve mevcûdât /varlıklar) kapsayıcı nitelikte olmasıdır.
Bu, Bursevî'nin Salâvât'ı, sadece
Peygamber'e (salla'llâhu aleyhi ve sellem.) bir dua olarak değil, aynı zamanda
bütün yaratılışın /kevn'in özünü ve İlâhî sıfatların tamamını birleştiren
kozmik /kevni bir zikir olarak gördüğünü göstermektedir. Zira ruh, Allah’tan ilk
zuhur eden şeydir /ilk akıldır ve Salâvat, bu ilk neşîd /ortaya
çıkış ile irtibatlıdır.
III. Şeyhü’l-Ekber ve Takip Edilen Yol
Muhyiddin İbn Arabî (Şeyhü'l-Ekber)
gibi otoritelerin yolunu takip eden Bursevî, bu tür manevi bilgileri (ilhâm ve
keşifler yoluyla gelen vâridâtı) şerh ederken son derece dikkatlidir.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, İbn Arabî'nin nazmen /şiirle
veya nesren /yazıyla koyduğu işaretler, zamanın cahilleri tarafından yanlış
yorumlanarak, fikr-i sakim /bozuk düşüncelere sebep olmuştur. Bursevî,
kendisinin de bu sırları muhkemat /açık hükümler ve müteşabihat
/yoruma açık hükümler bağlamında idrak ettiğini ve itiraz etmediğini vurgular.
Salâvât'ın metafizik boyutu da bu derin, tevil ve açıklama gerektiren sırlardan
biridir.
Örnek Salavat
İsmail Hakkı Burseviye İlhâm olunan salavât-ı şerîfede
gelir:
اللهم صل علي سيدنا محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة
من الله قدرة من الله قربة من الله حكمة عزة عظمة من الله
Bir kimse bu salavâtı çocuk üzerine
okusa mahfûz olalar. Ve bu salavatta kudret zikr
olundu.
Rasulüllah salla'llâhu aleyhi ve sellem’e
oğlunu götürüp, “Yâ Rasûlallah! Bu oğlumu
şeytân mess etmiştir, ilâç kabul
etmedi.” dedikte Rasûlüllah dahî
اخساء يا عدو الله انا
رسول الله
[Defol ey Allah’ın düşmanı, ben
Allah’ın Rasülüyüm buyurduklarında
şeytân firar edip bir dahî geri gelmedi TUHFE-İ RECEBİYYE.
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri’nin Salâvât-ı Şerîfe’ye dair derin tasavvufî /ezoterik
yaklaşımını ve kendisine İlâhî ilhâm /esin yoluyla ulaşan özel zikir
formüllerini ortaya koyması bakımından fevkalade /olağanüstü kıymetlidir. Bursevî,
Salâvât'ı, Efendimiz'in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüce makamını idrak etme
ve kişinin manevî /ruhanî ilerlemesini sağlama aracı olarak şerh /açıklama
etmiştir.
salâvat
metni ve ona eşlik eden hikâye, Bursevî’nin Tuhfe-i Recebiyye adlı
eserinde açıkça yer almaktadır ve Salâvât-ı Şerîfe'nin kuvvet /güç, kudret
/yetenek ve muhafaza /koruma yönünü vurgulamaktadır.
İşte Bursevî Hazretleri’nin
eserlerinde yer alan, benzer manevî güce,
ilhâma veya özel şerhe sahip Salâvât örnekleri ve ilgili açıklamaları:
I. Salâvât-ı Şerîfe'nin Şerhi ve En Çok Zikrettiği Dualar
İsmail Hakkı Bursevî, tasavvuf
yolunda zikir ve Salâvât'ın önemini anlatırken, bu mübarek lafızların sadece
fiziksel /zahirî bir tekrar değil, aynı zamanda manevî âlemin sırlarına açılan
kapılar olduğunu belirtir.
A. İlham Edilen ve Bütün Esrârı /Sırları Kapsayan Salâvât (Salât-ı
Meşîşiyye Şerhi)
Bursevî’nin özel olarak şerh
/açıklama ettiği Salâvât-ı Şerîfelerden biri, Şâzelî tarikatının büyüklerinden
Abdüsselâm el-Hasanî’nin kalbine İlâhî ilhâm /esin ile gelmiş olan Salât-ı
Meşîşiyyedir. Bursevî, bu Salâvât'ın başlangıcını ve metafizik kapsamını
şöyle izah eder:
Salâvât
Metninin Başlangıcı: اَللُّٰهمَّ َصّلِ َعَلٰى َمْن ِمْنُه
اَْنَشقَّ ِت اَألَْسَراُر (Allâhümme salli ‘alâ men minhü’nşakkati’l
esrâru).
Metafizik
Şerhi: Bu
Salâvât, bütün esrâr-ı kevniyye /kâinat sırları ve esrâr-ı ilâhiyye
/ilahî sırlar kendisinden münşakk /parlayarak zuhura gelmiş, yani
meydana çıkmış olan o şerefli nebevî varlık üzerine tasliye /salât
eylemek anlamına gelir. Bursevî'ye göre bu, cemî‘-i kâinât /bütün
yaratılmışların teayyün /ortaya çıkış noktası ve menşei /başlangıcıdır.
·
Kapsayıcılığı: Bu Salâvât, cemî‘
kevnî /bütün kâinatsal ve ilahi sırlar /ilahî hakikatler kendisinden
zuhura gelen Hazret-i Nebî'nin (S.A.V.) rûhânî /manevî ve cismânî
/maddî yönlerinin tamamını içine alır. Çünkü O'nun ruhâniyeti, yaratılışta her
şeyden mukaddem /öncedir, nitekim hadiste, "Allah’ın ilk yarattığı
benim ruhumdur" buyrulmuştur.
·
İlmî Boyutu: Bu Salâvât’ın
kapsayıcılığı, bütün mahlûkatı aciz /yetersiz bırakan ilimlere işaret eder;
Efendimiz'e (S.A.V.) ilmî /bilgisel olarak münazaraya /tartışmaya
kimsenin gücü yetmez.
B. Harem-i Nebî'de İlham Edilen Bâtınî Secde Salâvâtı
Bursevî Hazretleri’nin bizzat manevî
tecrübesiyle /vâridât yoluyla ulaştığı özel bir manevî Salâvât, kendisinin
Harem-i Nebî’de (Medîne'de Mescid-i Nebevî’de) mücâveret /komşuluk ettiği
sırada kendisine ilhâm /esin edilmiş Salâvât'tır.
Salâvât'ın
Mahiyeti: Bu Salâvât'ın mânâsı ikiye ayrılır:
1.
Lafzî Mânâ: Dil ile:
"Allah’ım, Efendimiz olan Hz. Muhammed ve onun ailesine salât ve selâm
olsun" demektir.
2.
Metafizik Mânâ (Secde): Hayatta iken
ona ve ölümünden sonra kabrine secde etmektir; ancak bu ancak
bâtınına secde ile caiz olur. Bu, şeriatın zahirine aykırı görünse de,
bâtınî /ezoterik bir teslimiyeti ifade eder. Bu ilham, Bursevî’nin Harem-i
Nebî’de onun başucundayken aldığı bir manevî telkin /vâridât'tır.
C. Genel Zikir
ve Salâvât Usulü
Bursevî, bütün ibadetlerde olduğu
gibi, Salâvât ve zikirde de adab ve usul /metot gözetilmesini şart koşar:
1.
Hutbede Salâvât: Cuma
hutbesinde hatibin /vaizin: "Muhakkak
ki Allah ve melâikesi Peygambere hep salât ile tekrîm ederler..." ayetini
okuduğu zaman, dinleyenin kendi içinden gizlice kalbinde Salâvât okuması
gerekir; dilini hareket ettirmemelidir. Zira hutbede hem Salâvât okuma hem de
susup dinleme emri vardır.
2.
Sayısal Önem: Manevî feyz ve
ilerleme /terakki yolunda, Bursevî'nin Celvetiyye geleneği bağlamında, ihlas
ile yapılan zikir ve Salâvât'ın sayısal karşılıkları da önemlidir. Zira bin
sayısı sayıların son derecesidir ve bu sırra işaretle, "Lâ ilâhe
illallah" ve "Muhammedü’r-Rasulullah" kelimelerinin her biri on
iki harf olduğu için, her harfe karşılık bin adet Salâvât
belirlenmiştir.
II. Koruma / Muhafaza Amaçlı Diğer Manevî İfadeler
şeytandan
koruma amaçlı Salâvât ile aynı bağlamda, Bursevî’nin eserlerinde geçen manevî
koruma ve yardım talebine dair iki önemli örnek daha mevcuttur:
A. Zât-ı Şerîfe Mahfûziyet Duası (Tevhid ve Risalet)
Salâvât’ın gücünü gösteren hikâyede,
A‘râbî’nin oğlunu şeytandan kurtarmak için Efendimiz’in (S.A.V.) kullandığı
kuvvetli ifade, Peygamberlik makamının şeytan ve nefs-i emmâre üzerindeki
mutlak otoritesini gösterir. bu ifadenin bizzat “Allah’ın
Rasûlüyüm” demekle şeytanı kaçırdığını gösterir.
B. Manevî Yardım Talebi ve İlâhî İsimler
İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşe
atılması kıssasında, Cebrail Aleyhisselâm'ın kendisine gelip hacetini
/dileğini sorması üzerine, İbrahim Aleyhisselâm’ın cevabı, mutlak teslimiyetin
ve İlâhî kudrete sığınmanın en büyük koruma olduğunu gösterir.
Dua Örneği:
"Hasbiyallahü ve ni'mel vekîl" (Allâhü Teâlâ hazretleri bana kâfidir!
Ve O ne güzel vekildir!). Bu ifade, korku ve şiddet anında zikredildiğinde,
kulun Allah'a tam teslimiyetini ve O'nun yeterliliğini beyan ederek, ateşten
/beladan korunmasını sağlar.
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin manevi /ezoterik eserlerinin ve özellikle Kitâbü'n-Netîce'nin
nihayetindeki /sonundaki feyz ve hakikate dair ulaştığı en yüksek noktayı
gösteren bir ibareyi talep etmesi bakımından büyük bir ehemmiyet arz
etmektedir.
Muharrir /yazar olarak bizzat Bursevî Hazretleri’ne İlâhî
/tanrısal bir ilham /esin (Vâridât) yoluyla geldiği ifade edilen o mübarek
Salâvât-ı Şerîfe, esasen Tuhfe-i Recebiyye adlı eserinde yer almakta
olup, onun İlâhî isimlere ve sıfatlara dayandırdığı en kapsamlı zikir
formüllerinden biridir.
Bu Salâvât-ı Şerîfe’nin lafzı /sözü, , kudret /yetenek ve kuvvet /güç
gibi İlâhî sıfatlarla Hazreti Peygamber’i (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
yücelten bir yapıda olup, kendisine İlham olunmuştur:
İsmail Hakkı
Bursevî’ye İlham Olunan Salâvât-ı Şerîfe Örneği
Bu Salâvât’ın tam metni, kuvvet ve
koruma özelliğini vurgulayan yapısıyla şöyledir [TUHFE-İ RECEBİYYE]:
اللهم صل علي
سيدنا محمد رحمة من الله نعمة من الله منة من الله قوة من الله قدرة من الله قربة
من الله حكمة عزة عظمة من الله
(Anlamı: Ey Allah’ım, Efendimiz
Muhammed’e, Allah’tan bir rahmet, Allah’tan bir nimet, Allah’tan bir minnet,
Allah’tan bir kuvvet, Allah’tan bir kudret, Allah’tan bir yakınlık /kurbet,
Allah’tan bir hikmet, izzet ve azamet olarak salât eyle!)
Bu Salâvât, onun zikir ve vâridât
/ilham kültüründeki en güçlü ifadelerden biri olup, çocuklar üzerine
okunduğunda mahfûz /korunmuş olmaları gibi özel manevi etkileri olduğu
da belirtilmiştir [TUHFE-İ RECEBİYYE].
Kitâbü’n-Netîce’nin
Sonundaki Manevî Hitaplar
Kitâbü'n-Netîce'nin
son kısmına gelince; bu eser Bursevî’nin ömrünün sonunda kaleme aldığı ve
ulaştığı en son netice ve marifetleri ihtiva eden bir eserdir. Bu kitabın
sonunda veya yakınında yer alan manevî hitaplar /vâridât, genellikle bir
Salâvât formunda olmaktan ziyade, manevi bir uyanış /ikaz veya İlâhî bir
seslenme /hitâb-ı İlâhî formunda kaydedilmiştir.
Bu kitaptaki son vâridât
/ilhamlardan biri, Bursevî’nin Harem-i Nebevî’de Fecir namazından sonra
murakabede /tefekkürde iken kendisine vaki olan hitâb-ı İlâhîdir:
[Ey Dâvûd! Muhakkak ki biz seni
yeryüzünde bir halife kıldık. (Sâd Sûresi 38/26)]
Bu hitap, Bursevî’nin bizzat Kitâbü’n-Netîce’de
kaydettiği en önemli manevi tecrübelerden biri olup, kendisine mücâhede
/nefis terbiyesi ve da’vet-i halk /halkı Hakk’a davet görevi verilmesine
ve bu yolda çektiği zorluklara (âlâm ve şedâid) işaret etmektedir. Bu tecrübe,
onun nefs-i emmâreyi öldürme /kahrettirme konusundaki zorlu mücadelesini ve
sıddîkların şehidlerden üstün tutulmasının hikmetini de ortaya koymaktadır.
Yine Kitâbü’n-Netîce’de,
"Seher-i a‘lâda bana denildi ki" ifadesiyle başlayan ve zikredilen
manevi yükseliş makamına işaret eden bir ibare de mevcuttur. Bu ibareler,
Salâvât’tan ziyade, Bursevî’nin İlâhî âlemdeki mertebesi ve tevhid yolculuğunun
(fenâ ve beka) neticesi olan İlâhî tecellîlerin /görünümlerin bir beyanıdır.
Bursevî, bu tür derin hakikatlerin
ve kendisine ilham edilen bu lafızların /sözlerin, kendisi için hayırlı bir
netice /âkıbet getirmesi için Allah'tan niyazda bulunarak eserini
sonlandırmıştır. Zira onun nihai gayesi, zâhir /dışsal şeriata muhalif bir söz
söylemediğini ve ulaştığı hakikatlerin ancak zevken /manevi idrak ile
anlaşılabileceğini vurgulamaktır.
Zinanın zararları ve çirkinliği
İslam hukuku ve tasavvuf ahlakı
açısından en ağır günahlardan ve toplumsal fesada yol açan fiillerden biri olan
zinanın dünyevî ve uhrevî / öte dünyaya ait zararlarının incelenmesini
gerektirmektedir. Bu husus, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle Rûhu’l-Beyân Tefsîri'nde, geniş bir şekilde ele
alınmakta ve zinanın sadece fiilî bir günah olmanın ötesinde, insanın mânevî
yapısına ve toplumsal düzenine olan derin tahribatı vurgulanmaktadır.
Zinanın zararları ve çirkinliği, üç
ana başlık altında akademik bir yaklaşımla incelenebilir: Fuhş / Çirkinlik
Kavramı ve Manevî Zararlar, Şer'î / Hukuki Müeyyideler / Yaptırımlar ve
Toplumsal Sonuçlar.
1. Fuhş /
Çirkinlik Kavramı ve Manevî Zararlar
Zina, Kur'ân-ı Kerim'de "pek
çirkin, yolca da pek fena bulunan" bir fiil olarak nitelendirilmekte ve
sadece zinanın kendisi değil, "zinaya yaklaşma" da yasaklanmaktadır.
Bu durum, zinanın fiil olarak işlenmesinden önceki hazırlık aşamalarının da
haram olduğunu evleviyetle / öncelikle gösterir. Zina, diğer çirkinlikler / fuhş
üzerine daha çok çirkin olduğu için fuhş kelimesiyle isimlendirilmiştir.
A. Kalbi ve
Zihni Kirlenme
Zinanın en önemli mânevî
zararlarından biri, insanın kalbini ve zihnini ifsat etmesidir / bozmasıdır.
Kaynaklarımız, sadece fiilî zinadan kaçınmanın yeterli olmadığını, aynı
zamanda:
1.
Kalbî Temizlik: Kalbi zina ile
ilgili düşüncelerden ve zihni hayallerden temizlemenin şart olduğunu belirtir.
Zira bazı düşünce ve hayaller, bu fiilin yapılmasına götürücü bir sebep olur.
2.
Gözün Muhafazası: Şehvetle
bakmanın fuhuș / çirkinlik (zina) eylemini tahrik ettiğini ve zinaya
götürücü bir neden olduğunu vurgulayarak, gözün nâmahremden / yabancıdan
sakınılması gerektiğini bildirir.
3.
Halvet / Yalnız Kalma Yasağı: Erkeklerin
yabancı bir kadınla kapalı bir yerde baş başa kalması yasaklanmıştır, çünkü bu
durumda üçüncüleri şeytan olur. Ayrıca ecnebiyenin / yabancı kadının
evsafını / vasıflarını söylemek, libâsına / elbisesine nazar etmek ve onunla
zaruret olmaksızın musahabet / sohbet etmek gibi esbâb-ı zinâ / zinanın
sebeplerinden dahi korunmak gerekir.
B. Âhiret / Öte
Dünya Bağlı Zararlar
Zina, dünyevî / bu dünyayla
ilgili ve uhrevî / öte dünyayla ilgili büyük zararlara sebep olur.
Zinanın yaygınlaşması, Allah Teâlâ’nın gazabını celbeden / çeken bir durum
olup, söz konusu yerlerde tâûn / salgın hastalık ve fakirlik yayılır.
Ayrıca, kul hakkı / insan hakkı söz
konusu olduğu için zina eden kişi, pişman olsa ve tevbe etse bile, hasmı /
davacısı olan insan ile helalleşmedikçe günahının bağışlanması mümkün olmaz.
Zina, dünyada hadd / ceza, âhirette ise azap görmeye ve cezalandırılmaya sebep
olduğu için kendisine "anet" (büyük zarar/meşakkat) adı verilmiştir.
2. Şer'î /
Hukukî Müeyyideler / Yaptırımlar
İslam şeriatı, zinanın ağır
sonuçlarını engellemek ve toplumu korumak amacıyla çeşitli hukuki müeyyideler
öngörmüştür:
A. Hadd-i Zina
·
Evli Olmayanlar İçin: Evli olmayan
kişi için hadd-i zina yüz sopadır. Köle için ise bu cezanın yarısıdır (elli
sopa).
·
Hapsin Neshedilmesi / Kaldırılması: Başlangıçta
zina eden kadınların ölüm kendilerini alıp götürünceye kadar evlerde
hapsedilmesi (evlerin onlara hapishane yapılması) emredilmişti. Ancak Hanefi
mezhebine göre bu hüküm, daha sonra sopa ile dövülme hükmüyle nesh /
kaldırılmış olup, hüküm böylece yerleşmiştir.
B. Zihar
Keffâreti / Kefareti
Zina olmamakla birlikte, cinsel
ilişkiyi haram kılan ve keffâret gerektiren bir durum olan zihar / eşini
kendisine nâmahrem olan bir yakınının bakılması haram olan bir uzvuna benzetme
(örneğin "Sen anamın arkası gibisin" demek) de kaynaklarda zinanın
önlenmesi bağlamında zikredilmiştir. Bu durumda kişi, keffâret / kefaret
vermedikçe eşine yaklaşamaz, onu öpüp kucaklayamaz. Bu, aile içi ilişkilerde
bile, zinaya yol açabilecek veya zinayı anımsatacak davranışlara karşı
gösterilen hassasiyeti ifade eder.
3. Zinanın
Neseb / Soy ve Velâyet / Ermişlik Üzerindeki Zararı
Zinanın en ilginç ve derin tasavvufî
/ sufizme ait zararlarından biri, zinadan doğan veled / çocuk üzerindeki
etkisidir:
·
Şeriat ve Velâyet Farkı: Zinadan doğan veled
/ çocuk, mertebe-i şer’de / şeriat mertebesinde (hukuken) ehl-i şehâdet
/ şahit olabilir; lâkin mertebe-i hakîkatte / hakikat mertebesinde ehl-i
velâyet / ermiş olamaz. Nübüvvet / peygamberlik de velâyet üzerine mebnî
/ kurulmuş olduğu için veled-i zina, nebî / peygamber de olmaz.
·
Cennet Meselesi: Makâsıd
adlı eserde veled-i zina / zina çocuğu cennete giremez rivayeti geçmekle
birlikte, âlimler bu hadis-i şerifin zahiri lafzı üzere hamledilmeyeceğine ittifak
/ fikir birliği etmişlerdir. Bu bağlamda, veled-i zina tabiri, "çok
zina yapan" manasında mecazi / sembolik olarak da kullanılmıştır, tıpkı
çok şahitlik yapanlara "yaprakların oğlu" denilmesi gibi. Rivayetin
tevili / yorumu, eğer veled-i zina ebeveyninin amellerinin misli gibi
amel ederse cennete giremez şeklinde anlaşılmıştır.
Bu incelikli bakış açısı, Bursevî
Hazretleri'nin ilim ve tasavvuf arasındaki dengeyi koruma gayretini yansıtır.
Zira insanda bulunan nûr-i ilâhî / ilahi nur ve kalbindeki sır, onu
diğer insanlardan ayırır. Zina ise bu sırra ve insanın kemâline / olgunluğuna
bir engel teşkil eder.
Özet ve
Önleyici Tedbirler
Zinanın zararları, hem bireysel nefs
/ ruh ve kalp temizliğini hem de toplumsal huzuru tehdit etmektedir. İsmâil
Hakkı Bursevî'nin yaşadığı dönemde görülen sifâh (aşikâr zina) ve mühâdene
(gizli dostluk) şeklindeki câhiliye / bilgisizlik dönemi zinalarının
İslam'da kesinlikle yasaklanması, bu fiilin temelden reddedildiğini gösterir.
Korunma yolları ise şunlardır:
1.
Zinaya yol açan düşünce ve
hayallerden uzaklaşmak.
2.
Gözü nâmahremden sakınmak.
3.
Zaruret / zorunluluk olmaksızın
yabancı ile yalnız kalmamak, sohbet etmemek.
4.
Şüpheli ve zararlı işlerden uzak
durmak ve hadd / ceza gerektiren fiillere karşı tevbe / pişmanlık ve istiğfar
/ bağışlanma dilemek.
bu geniş muhteviyat /
kapsam dâhilinde zinanın yalnızca bir yasak değil, aynı zamanda ruhânî terakki
/ ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biri olduğunu görmüşlerdir.
İslâm ahlakının ve tasavvuf
düşüncesinin temelini teşkil eden mânevî/ruhânî kirlenme meselesine
odaklanmaktadır. Zina, fiilî / eylemsel boyutunun ötesinde, insanın gönül
ve ruh âleminde baş gösteren bir fesat / bozulma olarak ele alınır. Bu
yaklaşım, bilhassa İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri'nin eserlerinde, nefs-i
emmâre / kötülüğü emreden nefsin istekleri (hevâ / heves) ve kalp tasfiyesi
/ arındırılması bağlamında derinlemesine incelenmiştir.
Zinanın gönül ve ruh üzerindeki
zararları ve bunun manevî/ruhânî alandaki tezâhürü / görünümü, akademik bir
çerçevede aşağıdaki gibi tahlil edilmektedir.
I. Gönül ve Ruh Zinasının Kaynağı: Nefs-i Emmâre ve Hevâ / Heves
Fuhuş / çirkinlik (zina), öncelikle
kalpte ve idrak / algı merkezinde başlayan bir eğilimdir; bedende tecelli
etmeden / ortaya çıkmadan önce ruhu kuşatan bir hastalık halidir.
A. Nefsin Kötü
Vasıfları
Zina, kişinin fıtratını /
yaratılışını hasîs şehvet / aşağılık şehvetten ve nefsini hevâya
/ hevese itaatten temizleyememesi durumunda ortaya çıkar. Hevâ, ruh ve
bâtını / iç dünyayı ifsat eder / bozar. Nefsi emmârenin sıfatları / vasıfları
arasında hırs, emel / arzu, kin, kıskançlık, buğz / nefret, gadab / öfke,
cimrilik, kibir ve yalan gibi yerilmiş ahlaklar / kötü huylar bulunur. Bu kötü
vasıflar, ruhun saflığını bulandırarak ruhanî ahlakını bozar.
B. Nefs ve
Şeytanın İnsan Vücudundaki Rolü
Tasavvuf ehli, insanın vücudundaki
nefs / ruh, şeytan ve şer / kötülük kuvvetlerini, vücutta bulunan Yahudî ve
Hristiyanlara benzetir. Bu, kötülüğün dışarıdan değil, bizzat kişinin kendi
bünyesinde barındırdığı eğilimlerden kaynaklandığına işarettir. Şeytan ise
insan ve cinlerden haddini aşan herkes için kullanılır. Şeytan ve kabilesi,
insanların kendilerini göremeyeceği cihetten onları görürler, bu yüzden akıllı
kişinin büyük bir sakınma ile şeytanın şerrinden korunması gerekir.
II. Azaların ve
İdrâk / Algı Merkezlerinin Zinası
İslâm ahlakında zinanın başlangıcı,
fiilî / eylemsel aşamadan önce, duyuların ve kalbin kullanılış biçiminde
aranır. tam olarak bu noktayı işaret etmektedir: Gönül ve
ruhun zinası, azaların / organların günaha sevk edici eylemleriyle başlar.
A. Gözün Zinası
ve Kalbin Kirlenmesi
Zinanın önlenmesi, kalbin ve zihnin
zina ile ilgili düşüncelerden temizlenmesini gerektirir. Bu temizlik, öncelikle
görme duyusunun kontrolüyle mümkündür. Hadis-i şerifler ve ulema / âlimler,
kulak, göz ve gönül / kalp gibi her bir idrak merkezinin yaptıklarından mesul /
sorumlu olduğunu vurgular.
Bursevî Hazretleri'nin işaret ettiği
üzere, gözün manevî değeri, baktığı şeye göre artar veya azalır. Takvâ /
dindarlık sahibi büyükler, fetvâ / hukuki görüş bakımından caiz / yasal olsa
bile, şehveti tahrik etme tehlikesinden dolayı yabancı / nâmahrem kadınlara
bakmaktan sakınmışlardır. Bu, takvâ fevka emri'l-fetvâ / dindarlık,
fetvânın emrinin üzerindedir ilkesinin bir gereğidir.
B. Nefsânî /
Şehvanî Kirlilikler ve Kalbin Nuru
Kalp, ilâhî feyzin / lütfun
inebileceği bir kandile / lambaya benzetilir (kandil-i kalb). Feyzin
nüzûl etmesi / inmesi için kalbin, şehevânî / şehvete ait ve nefsânî
/ nefse ait pisliklerden arınması gerekir.
Gönül zinası, kalbin Allah’tan gayrı
/ mâsivâ’ya yönelmesi ve ona bağlanmasıyla gerçekleşir. İnsan, teveccüh
/ yönelme kaydından hâlâs / kurtuluş bulmadıkça kayddan / bağdan
kurtulamaz.
C. Lisanın /
Dilin Muhafazası
Zinanın manevî zararlarından
korunmada, gözden sonra lisan / dil gelir. Halkı yüzleri üzerine cehenneme
düşüren dillerinden sâdır / çıkan yakışıksız / uygunsuz sözlerden sakınmak (hıfz-ı
lisân) gereklidir.
III. Ruhânî
Arınma ve İtidal / Orta Yol
Gönül zinasından korunmanın temel
yolu, riyâzat / perhiz ve tezkiye / arınma ile ruhu kemâle /
olgunluğa ulaştırmaktır.
A. Riyâzat /
Perhiz ve Tezkiye / Arınma
Riyâzat, nefsi kötü vasıflardan ve
doğal şehvetlerden ıslah etmeye / düzeltmeye ve kurtarmaya denir. İnsan,
riyâzat ile bedenin hükmünü yok etmedikçe ve çok aldığı gıdaları eritmedikçe
kötü vasıfların aşırılıklarından kurtulamaz.
Kalbin cilâsı / parlatılması ise
ancak zikrullah (Allah'ı anma), Kur’ân-ı Kerim okumak ve Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri'ne salât u selâm getirmekle hasıl olur.
B. İtidal /
Orta Yol Prensibi
Şeriat, her konuda itidal / orta yol
ölçüsünü beyan etmiştir. Manen ilerlemek isteyen sâlik / yola giren kişi için,
nefsinin zıttına her gün terakki / ilerleme gerekir; iki günü birbirine eşit
olan kişi aldanmıştır. Bu, mânevî yolculukta ruhun durağanlığa düşmemesi
gerektiğine dair kuvvetli bir uyarıdır.
Özetle, gönül ve ruh zinası, tasavvuf ahlakında, hevâ
/ hevesin kalbi ve nefsi emmâreyi kirletmesiyle başlayan, göz, dil ve
diğer idrak merkezlerinin kontrolsüzlüğünden beslenen, insanın ilâhî feyzden
mahrum kalmasına yol açan en büyük mânevî tehlikedir.
Vefat Zamanı ve İlgili Hâller
Büyük mutasavvıf ve müfessir İsmail
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin vefatına dair son sözleri, vasiyetleri ve bu
döneme ait manevi hâllerine yönelik tetkikler, kaynaklarda detaylı bir şekilde
yer almaktadır.
I. Vefat Zamanı
ve İlgili Hâller
İsmail Hakkı Bursevî, 9 Zilkade 1137
Hicri (20 Temmuz 1725 Miladi) Perşembe günü akşama doğru Bursa’da Hakk'a
yürümüştür. Vefat ettiğinde Hicrî takvime göre yetmiş beş yaşındaydı. Cenazesi,
Bursa Tuzpazarı’nda inşa ettirdiği Cami-i Muhammedî’nin kıble tarafına
defnedilmiştir.
Bursevî
Hazretleri’nin yaşamının son safhalarına dair manevi hazırlıkları mevcuttur.
Kendisi Bursa’ya gitmek üzere Mudanya’da karaya çıktığı zaman, ömrünün sona
ermek üzere olduğunu idrâk / anlama hâlinde bulunmuş ve tecerrüd-i
tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmek istemiştir. Bu durum,
kendisinin dervişlik mertebesine olan bağlılığını ve dünyevi bağlardan kopma
arzusunu göstermektedir. Bu bağlamda, dünyaya ve dünya işlerine bakışını
yansıtan ve vefatından önceki manevi yönelimine işaret eden şu duayı
zikretmiştir:
· "Rabbim! Beni miskin olarak yaşat,
miskin olarak öldür, kıyamette beni Zümre-i mesakinde haşret".
II. Vasiyet ve Son Sözlere Dair Tespitler
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin
vefatından önce kaleme aldığı bir manzumesinde (şiirinde) yer alan ve ruhunun
kurban edilmesi teması taşıyan şu mısra dikkat çekmektedir:
· "Kebş-i ruhum Hakk'a kurban
eyledim".
Ayrıca 1134 Hicri (1722 Miladi)
senesinde Üsküdar’da telif ettiği Nakdü'l-Hâl adlı eserinde de vefatına
işaret eden bir ibâre / ifade bulunmaktadır.
Genel olarak vasiyet, şer'î / İslâm
hukukuna dair ve tasavvufi tavsiyeler içerir:
1.
Vasiyetin Dini Önemi: Vasiyet etmek,
dinî amellerden / Allah rızası için yapılan işlerden sayılır. Vasiyet,
tokluk (hayatta) iken mal bölüştürmek gibidir. Bir kimsenin vefat etme ihtimali
sebebiyle hastayı ziyaret etmek farz-ı kifâye / yeterli sayıda kişinin
yapmasıyla diğerlerinin üzerinden sorumluluğun kalktığı bir farz olup, zira
hastanın vasiyette bulunma imkânı vardır. Vasiyete hazır olmak ve vasiyeti
yerine getirmek lâzımdır / gereklidir; aksi takdirde kişi âsî /
itaatsiz olur. Bâtın / manevi ehli açısından vasiyet hükmü asla mensûh
/ neshedilmiş değildir.
2.
Mürid ve Şeyh İlişkisine Dair
Vasiyet:
Bursevî Hazretleri, ulu’l-emr / emir sahiplerine (hükümdarlar, meşâyih /
tarikat liderleri, ulemâ / bilginler ve zühhad / zahidler) itâ’at
/ uyulması gerektiğini vurgulamıştır. Şeyhe i’tirâz / karşı çıkan mürid, irâdet dâ’iresinden
/ müridlik çevresinden çıkar ve mübtedi’ / bid'atçı / yenilikçi olur.
Zira mürid / öğrenci, irâdet / isteğini Hakk’ın iradesine ve
şeyhine teslim etmelidir. Şeyhe karşı gelmek, kişinin kalb / gönül
zülmetine / karanlığına ve ilâhî meded / yardımın kesilmesine yol açar.
3.
Ölüm Anında Telkin: Son anlarda
(sekerâtü’l-mevt / ölüm sarhoşluğu) iken yardımcı olunması için gerekli
inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerekir.
İsmail Hakkı
Bursevî'nin Rûhu'l-Beyân Tefsiri ve diğer eserlerinde sıkça vurguladığı sahte
şeyh ve kötü âlimler / bilginler hakkındaki şiddetli eleştirileri ve
bu kişilerin müminlere verdiği zararlara dair görüşleri, tasavvuf anlayışının
kritik bir boyutunu teşkil etmektedir.
Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî Meşguliyetin Kaynağı
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin
manevi hayatında zâtını / şahsını en çok meşgul eden ve ona fikrî ve
ruhânî yorgunluk veren konuların, esasen irşâd / manevi rehberlik
görevi, kalbin tasfiyesi / arındırılması ve döneminin ehl-i hevâ
/ nefsine uyanları ile olan mücâdelesinden / mücadelesinden
kaynaklandığı görülmektedir. Bu mücâdele, hem bâtınî / içsel hem de zâhirî
/ dışsal boyutlarda cereyan etmektedir.
I. Kalbin Merkezî Rolü ve Fikrî
Meşguliyetin Kaynağı
İsmail Hakkı Bursevî'nin
külliyatında merkezi bir kavram olan kalb / gönül, aynı zamanda onun en
büyük meşgale / uğraş ve imtihân / sınav alanını teşkil eder.
Kalp, sadece bir organ değil, Allah'ın nazar-gâhı / baktığı yer ve hilâfet-i
vücûdun / vücudun hilafetinin makamı olarak kabul edilir.
1.
Kalb-i Selim'i Muhafaza Çabası: Kalbin fesâd
/ bozulmaya uğraması, kişinin imandan uzaklaşmasına, hatta küfre düşmesine
sebep olur. Bu nedenle, kalbi nefsânî / nefisle ilgili ve şehevî
/ şehvetle ilgili pisliklerden arındırmak (tezkiye ve tasfiye),
sürekli bir çaba gerektirir. Bursevî Hazretleri'ne göre, kalbin hayatı /
gönlün canlılığı hüzn-i dâim / sürekli hüzne bağlıdır, bu da sürekli bir
tefekkür / düşünme ve murakabe / kendini denetleme hâlini zorunlu
kılar. Zira tefekkür / derin düşünme, kalbin kandili / ışık
kaynağıdır ve bu ışık olmazsa kalp, karanlıklar içinde bocalayıp /
çaresizlik içinde kalır.
2.
Dünyevî Bağlardan Ayrılma Arzusu: Hazret,
Bursa'ya gitmek üzere Mudanya'da karaya çıktığında, ömrünün sonuna yaklaştığını
idrak ederek tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı ihtiyar
/ tercih etmek istemiştir. Bu, dünyaya ve dünya işlerine olan gönül bağını
tamamen kesme çabasının, kendisini meşgul eden en yüksek manevi kaygı olduğunu
göstermektedir. Hatta kendi ifadesiyle: "Ölmeden nefsin ölmesin iste,
kalbinin zinde olmasın iste / Kendi kendinden hicret / göç et erken, âlem-i
âh / ahlar âlemi bulmasın iste".
II. Toplumsal
ve Manevî Düzeydeki Mücâdeleler
Bursevî Hazretleri'nin zâhir
/ dış âlemdeki en büyük meşguliyet ve yorgunluk kaynaklarından biri de irşâd
/ manevi rehberlik faaliyetleri sırasında karşılaştığı sapkınlıklar ve zulümler
olmuştur.
1.
Mürşid-i Kâmil / Olgun
Mürşidin Sorumluluğu: Bursevî'nin sülûk / manevi yolculuk
prensiplerine dair açıklamaları, bir mürşidin omuzlarındaki büyük yükü ve bunun
getirdiği meşakkati / zorluğu gözler önüne serer. Kötü âlimlerin, halkın
elindekilere tama' / göz dikmeleri nedeniyle sapıtmaları ve sahte
şeyhlerin / yalancı rehberlerin, Allah'ın (hâşâ) kendi ailelerinin tekelinde
/ inhisarında olduğunu sanmaları, halkın manen ilerlemesini istememeleri,
Bursevî'nin şiddetle eleştirdiği ve mücadele ettiği konulardır. Bursevî'nin eserlerinin ana
temalarından biridir ve onu toplumsal alanda en çok yoran mesele / konu
olmuştur. O, bu müteşâyihleri / sahte şeyhleri, “Allah’a iftira
ederek yalan uyduran kimseden daha zâlim” olanlar arasına dâhil eder.
2.
Müridlerin ve Halkın Durumu: Bursevî
Hazretleri, görev yaptığı Üsküp’te, gayr-i meşrû / İslâmî olmayan
davranışları olan kadı ve ileri gelenlerle mücâdele / mücadele etmekten
geri durmamış, bu yüzden ölümle tehdit edilmiştir. Bu tür husûmet
/ düşmanlıklar, zâhirî / dışsal hayatının en zorlu dönemlerini teşkil
etmiştir. Ayrıca, mağrûrlar / kibirlenenler ve mürşid-i kâmil /
olgun mürşidi tasdik etmekte zorlananların hâlleri de onun irşâd /
manevi rehberlik görevini ağırlaştırmıştır. Mağrurların çoğu, kendi
tabiatlarının kötü hükümleriyle meşgul olup, mürşid-i kâmili / olgun
mürşidi tanımakta zorlanırlar. Bu, güneşi körlerin görmemesi veya balı, ağzı
acımsı olanların tatmaması gibidir. Bu istidâdı / manevi kabiliyeti
bozuk olanları doğru yola çekme çabası, şüphesiz / kuşkusuz büyük bir meşgaledir
/ uğraştır.
3.
Kendini Denetleme (Muhâsebe): Bursevî,
kendini sürekli muhâsebe / hesaba çekme hâli içindedir. Kaynaklarda, ömrünün
/ hayatının sonlarına yaklaştığı zamanlarda, kendi nefsiyle yaptığı tevbih
/ azarlama ve müzâkere / sorgulama metinleri yer almaktadır. Bu durum, zâtının
/ kendisinin taşıdığı manevi yükün ağırlığını ve sürekli taksîrden /
eksiklikten âh / ah çekme hâlini gösterir.
III. Nihai Yorgunluk: Sekerâtü’l-Mevt
Bursevî Hazretleri'nin manevi
kaygılarının zirvesi, hayatın son anına, yani sekerâtü'l-mevt / ölüm
sarhoşluğuna yöneliktir. Kendisi, Rûhu'l-Beyân adlı eserinde bu konuda
özel bir hassasiyet göstermiş, ölüm anında Allah’tan yardım isteme ("Allâhım!
Sekerâtü'l-mevt üzerine bana yardım et!") duasını zikretmiş ve
bu inceliklerin evlatlara ve yakınlara öğretilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bu, dünyevi meşgaleler sona erdiğinde, ruhu Hakk'a teslim etme anının meşakkatinin
/ zorluğunun, nihai bir kaygı olarak zâtını / şahsını meşgul ettiğini
göstermektedir.
Yukarıda arz ettiğim üzere, Bursevî
Hazretleri'ni en çok meşgul eden meseleler, kalbin tezkiye /
arındırılması, nefisle yapılan mücâhede / mücadele ve sülûk /
manevi yolculuk erkanına aykırı davrananlara karşı verdiği irşâdî /
manevi rehberlik amaçlı mücadeleler olmuştur. Bu mücâdeleler, onun Bursa'ya
hicret etmesine yol açan zorluklardan, sahte şeyhlerin eleştirisine kadar
uzanmaktadır.
Müteşâyih
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin zâtının
/ şahsının bütün eserlerinde şiddetle mücadele ettiği hususlardan biri de,
kaynaklarda "müteşâyih" olarak isimlendirilen, kendiliğinden /
kendi başına irşâd / manevi rehberlik makamını iddia edenlerdir.
Bursevî Hazretleri'nin külliyatında
bu sualin cevabı katiyetle / kesinlikle olumsuzdur: Bir kimsenin kendi başına şeyhlik / mürşid-i
kâmil / olgun rehberlik iddia etmesi, manevi yolda kabul edilemez ve ağır
bir sapıklık / dalâlet olarak görülür.
Bu durumun gerekçeleri ve sonuçları
aşağıda arz edilmiştir:
I. Kendi Başına Şeyhlik İddiasının Reddi ve Müteşâyihlik Kavramı
İsmail Hakkı Bursevî, şeyhlik
makamının, insanın kendi arzusuyla ulaşılabilecek dünyevî bir rütbe olmadığını,
bilakis İlâhî bir tayin ve devir / hilâfet olduğunu vurgular. Kendi
başına şeyhlik iddia edenler, tasavvuf terminolojisinde "müteşâyih"
olarak adlandırılırlar.
1.
Müteşâyihlerin Kimliği ve
Motivasyonları:
o
Bursevî'nin yaşadığı son asırlarda, âlim
/ bilgin ve ümmî / sıradan birçok kişinin şeyhlik davasına düştüğü;
ancak bunlardan birinin dahi hakiki hâlden / manevi gerçeklikten
haberdar olmadığı belirtilmiştir.
o
Bu iddia sahipleri, halkı büyüleyip,
yiyecek, giyecek ve para toplamakta ve halkın elinde bulunan maddî imkânlara
/ mal varlığına tama' / göz dikmektedirler. Bu, kötü âlimlerin en çok
sapıtma sebebidir. Zira ahiret ehli olanların dünya malına tama'
etmeleri caiz değildir.
o
Sahte şeyhlerin bir kısmı, kendi
ailelerinden gelenlerin şeyh olabileceğini sanarak, Allah'ın (hâşâ)
kendi ailelerinin tekelinde / inhisarında olduğunu zannederler.
2.
Manevî ve Hukukî / Şer'î Hüküm:
o
Müteşâyihler / sahte
şeyhlik taslayanlar, "Allah'a iftira ederek yalan uyduran kimseden daha
zâlim" olduğu yönündeki ayet-i kerimenin hükmünün altına girerler.
o
Müellif, sofuluk taslayan, şeyh
olduklarını iddia eden ve tarikat ehli olduklarını söyleyen kişilerin
hallerinde bir düzelme olmamasından üzüntü / teessür duyduğunu ifade
etmiştir.
o
Kendi kendini meşâyih / şeyh
ilan edenler, istidatları / manevi kabiliyetleri bozuk olup, gurur
/ kibir ve cehâlet / bilgisizlik içindedirler. Bunlar mağrûrlar
ve müstedrecler / derece derece sapıklığa kayanlardır ki, sonunda hâlleri
hayâl-i mahz / sırf hayal olduğu ortaya çıkar.
II. Şeyhliğin İzin ve Şartları
İslam Hakkı Bursevî'ye göre, irşâd
/ manevi rehberlik makamına ehil olmanın temel şartı, bu görevin ehlinden
alınması ve İlâhî bir tayine / atamaya mazhar olmasıdır.
1.
Hilâfetin Verilişi:
o
Bir müridde hilâfet eseri
zuhur etmedikçe, onu halife / vekil olarak bilmek caiz olmaz. Bu,
şeyhliğin ilahi bir lütuf sonucu, meşru / yasal bir mürşid-i kâmil /
olgun rehber tarafından tayin edilmesini gerektirir.
o
Şeyhin
müride irşad / manevi rehberlik makamı vermesinin sebebi, halkın Hakk’tan
gelecek feyzi ve irfanı doğrudan kabul etme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu manevi
boşluğu dolduracak kişinin, bâtını / manevi yönü düzeltilmiş (ıslâh)
olması gerekir.
2.
Mürşidin Vasıfları:
o
Hakiki mürşid-i kâmiller /
olgun rehberler, keşif ehlidirler; eşyanın hakikatini keşfetmiş ve
mahiyetini kavramış kişilerdir. Onlar denizlere dalan dalgıçlar
gibidirler.
o
Kamil bir zâta bakılırken, onun beşeriyyetine
/ insan olma yönüne değil, nûr-ı ilâhîden / Allah'ın nurundan kendisine
akseden nûra ve kalbindeki sırra nazar etmek gerekir.
o
Mürşid, müridi akli ve şer'î
delillere, sabra ve zikre / Allah'ı anmaya devam etmeye
yöneltmelidir.
3.
Mürşidsiz Sülûk / Manevi Yolculuğun
Tehlikesi:
o
Manevi yol, beşeriyet zulmeti
/ insanlık karanlığı ve yüz binlerce tehlikeyle doludur. Bu tehlikeleri
ancak Hızır Aleyhisselâm gibi yol gösteren ve yolunu aydınlatan bir mürşid-i
kâmil olmaksızın aşmak mümkün değildir.
o
Mürşidi / rehberi
olmayan kişi, manevi hedefe ulaşamaz ve şeytanın elinde güçsüz kalır.
Nefis, şeytanın yakın arkadaşı olup, insanı sürekli kötülüklere sevk eder. Bu
nedenle, kendi başına şeyhlik iddiası, büyük bir dalâlet / sapıklık
tehlikesidir.
III. Hatırlatma
İsmail Hakkı
Bursevî Hazretleri'nin manevi otonomi / özerklik ve otorite anlayışını
aydınlatmaktadır. Önceki yazılarımızda kısaca değinilmiş olmasına
rağmen, Bursevî'nin manevi rehberliğin temelini oluşturan, zâhirî ilimler
/ dışsal bilimler ile bâtınî irfân / manevi bilgi arasındaki
ayrıma verdiği önem, ayrı bir tetkiki / incelemeyi gerektirmektedir.
Bursevî,
ilm-i mücerred / kuru bilginin tek başına yeterli olmadığını, hatta
Tarsus'ta türbesi kapalı kalmış olan Halife Me’mûn gibi, melekât-ı fâzılası
/ faziletli yönleri olmasına rağmen Hakk'a mühtedî / doğru yola girmiş
olmayıp dâll / sapkın kalmanın mümkün olduğunu belirtir. Bu bağlamda, ilm-i
mücerred / kuru bilginin insana kifâyet / yeterli gelmediği, aksine ayne’l-yakînden
hisse-mend / gözle görme kesinliğinden pay sahibi olmanın vacip olduğu
fikri, mürşid / rehber olmanın temel ehliyetini ortaya koymaktadır.
Vâridât / İlhamlar Ve Aldığı İşâretler
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin
gördüğü rüyalar, manevi vâridât / ilhamlar ve aldığı işâretler,
onun hem ilmî / akademik çalışmalarına hem de irşâd / manevi rehberlik
faaliyetlerine temel teşkil etmiştir. Bursevî Hazretleri’nin manevi yolculuğu /
sülûkü boyunca, bu gaybî / görünmeyen âlemden gelen
yönlendirmeler, onun hayatında belirleyici rol oynamıştır.
İsmail Hakkı Bursevî, kulun kastı
olmaksızın / iradesi dışı kalbe gelen manâ ve ilhamlara (vârid)
büyük önem vermiş ve ömrünün son otuz kırk yıllık kısmında muhatap olduğu bu
ilâhî hitapları kayda geçirip şerh etmiştir.
I. Manevi Eserlerin Telifine Yön Veren Rüyalar
Bursevî Hazretleri’nin en önemli ve
hacimli eserlerinden bazılarının yazılması, doğrudan manevi işaretler ve
rüyalar ile gerçekleşmiştir:
1.
Rûhu'l-Mesnevî Şerhinin
Başlangıcı: Bir arkadaşının isteği üzerine Mevlânâ’nın Mesnevî'sini
şerh etmeye başlayan İsmail Hakkı, rastgele bir beyit okuduktan sonra gece
rüyasında kendisine büyük bir cilt verildiğini görmüştür. Bu cilt, arkadaşının
kendisinden açıklamasını istediği kitaptır. Bu rüya üzerine Bursevî, Mesnevî'nin
birinci cildini şerh etmeye başlamıştır.
2.
Şeyh-i Ekber’den Tütün Yasağı: Üsküp’te bulunduğu sırada
gördüğü bir rüyada, büyük mutasavvıf Şeyh-i Ekber (Muhyiddin İbn Arabî)
tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir. İsmail
Hakkı, Şam’da iken de bu talimatın birkaç rüyada tekerrür / tekrar
ettiğini belirtmiştir. Bu tür rüyalar, manevi otoritenin yaşam tarzına dair
doğrudan hüküm vermesi açısından önemlidir.
II. Hayat Yörüngesini Belirleyen İşaretler ve İlhamlar
Rüyalar ve manevi hitaplar / vâridât,
Bursevî Hazretleri’nin fiziksel seyahatlerine, ikametgâh seçimlerine ve resmi
görevlere karşı tutumuna doğrudan etki etmiştir:
1.
Hicret Kararları ve Hâllerin
Yönlendirilmesi: İsmail Hakkı, gördüğü rüyaların te’sîri / etkisiyle 1717
Miladi senesinde Şam’a gitmiş ve on kadar eserini orada kaleme almıştır.
Bursa’ya nihai dönüşünde (1723 Miladi), Üsküdar’daki Ahmediye Camii’nde
yaşadığı olaylardan sonra, dünya işlerinin kendisine göre olmadığını düşünmüş.
Bu dönüş sırasında, kendisine hal lisanı / manevi sesleniş ile "İki sene
oldu buraya geleli" şeklinde bir hitap gelmiştir. Bu hitap /
seslenme, Üsküdar’dan Bursa’ya dönüşünün manevi bir sırrı olduğunu, üç sene
takdir olunan sürenin bir senesinin mensûh / iptal edildiğini ve kalan
yirmi günün bir sene hükmünde / sayıldığını göstermiştir. Bu tür gayr-i
âdî / alışılmadık durumlar ve ahvâl-i acîbe / şaşırtıcı hâller,
muhkemat / kesin hükümler ve müteşabihat / benzer anlamlılar ilmini bilenlerce
idrak edilebilir.
2.
Resmi Görevleri Reddetme: Bursevî’nin
hayatındaki en önemli yönlendirmelerden biri, hocası Osman Fazlı Efendi’den
gelmiştir. Hocasının işareti / işareti üzerine, tahsili / eğitimi
yeterli olmasına rağmen elli sene boyunca hiçbir resmi hizmeti kabul
etmemiştir. Zira şeyhi,
"Şeyhler müftü olamaz" şeklinde bir cevap vermiştir. Nitekim
Şam halkı kendisine müftülük teklif ettiğinde, hocasının daha Üsküp’e giderken
yaptığı sıkı sıkı tenbihi / şiddetli uyarısı nedeniyle bu teklifi
reddetmiştir. Bu, onun hayat boyu resmî / devlet görevlerinden uzak
kalmasında manevi rehberliğin ne denli bağlayıcı olduğunu gösterir.
III. Tasavvufi İdrakte Rüya ve Vâridâtın Rolü
Bursevî’nin tefekküründe / düşünce
sisteminde, manevi ilhamlar, dünyevi bilginin ötesinde bir hakikati temsil
eder.
1.
Keşif ve Doğru Bilgi Kaynağı: Bursevî’ye
göre, mutasavvıf / manevi yol ehli âlimler, hadisleri diğer ulemâ / bilginler
gibi araştırdıktan sonra, keşfi / sezgiyi buna ilave ederek amel
ederler. Ancak, kalbe varid / gelen düşüncelerin içinde şeytani / şeytânî
olanlar bulunduğundan, keşfin mutlaka sahih / doğru olması gerektiğini
özellikle vurgular. Bu, manevi tecrübeler ve rüyalar yoluyla gelen bilgiyi
süzme gerekliliğine işaret eder.
2.
Tecerrüd / Dünya Bağlarından
Ayrılma:
Bursa’ya doğru yola çıktığında, ömrünün sona ermek üzere olduğunu anlamış
/ idrak etmiş ve tecerrüd-i tam / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı
ihtiyâr / tercih etmek istemiştir. Bu, yaşamının son safhasında bile
manevi hâllerin / durumların ve idrâkin / bilincin hayatına yön
verdiğini gösterir. Hatta son anlarında, sekerâtü’l-mevt / ölüm
sarhoşluğu üzerine Allah’tan yardım isteme inceliğinin evlatlara ve yakınlara
öğretilmesi gerektiğini dahi zikretmiştir.
I. Tütünün / Sigaranın Bâtınî / Manevi Yasaklanması
İsmail Hakkı Bursevî'nin tütün
kullanımına dair en kesin ve yönlendirici hükmü, sıradan fıkıh / İslâm
hukuku çerçevesinden ziyade, doğrudan rüya / manevi tecrübe yoluyla
gelmiştir. Bu durum, manevi rehberliğin, zâhirî / dışsal davranışları
nasıl te’sîr / etkilediğine dair önemli bir misal / örnek teşkil
etmektedir.
1.
Şeyh-i Ekber’den Gelen Emir: Bursevî, Üsküp’te
/ günümüzde Kuzey Makedonya'nın başkenti iken gördüğü bir rüyada, büyük
mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i Ekber kuddise sirruhu’l-ather)
tarafından kendisine "tütün içme" emri verilmiştir.
2.
Emrin Tekrarı ve Takibi: Daha sonra,
Bursevî Şam’da bulunduğu sırada, bu talimatın kendisine birkaç rüyada tekerrür
/ tekrar ettiğini belirtmiştir. Bu rüya zinciri, tütün kullanmanın, Celvetiyye
Tarikatı'nın sülûk / manevi yolculuk disiplini açısından, manevi
makamların müsaadesine / iznine aykırı olduğuna dair kesin bir işaret
/ manevi uyarı olarak kabul edilmiştir.
Bu manevi talimatın, Bursevî’nin
kendi yaşam pratiğine dair kesin bir kural oluşturduğu ve buna riayet ettiği
anlaşılmaktadır.
II. Tütün Hakkında Zâhirî / Dışsal Mücâdeleler
Bursevî Hazretleri, tütün konusunu
sadece rüyasında aldığı emirle sınırlandırmamış, aynı zamanda yaşadığı dönemde
bu meselenin şer’î / hukuki boyutunu da aktif olarak tartışmıştır:
1.
Şam'daki Hararetli Tartışmalar: Bursevî, 1133 Hicri (1720-21
Miladi) yıllarında yaklaşık üç sene kaldığı Şam’da, bölgenin ilim erbâbı
/ bilginleriyle tütün/sigara içmenin haram olup olmadığına dair hararetli
tartışmalar yapmıştır. Bu tartışmaların özellikle Şeyh Abdülganî
en-Nablusî ile yapıldığı zikredilmiştir.
Bu durum, Bursevî’nin, bâtınî
/ manevi yolla elde ettiği bilginin (ilhamın / içine doğmanın), zâhirî
/ dışsal hayatın hukukî ve toplumsal meselelerinde de savunulması /
müdafaa edilmesi gereken bir hakikat olduğunu gösterir. Zira bir mürşid-i
kâmil / olgun rehber için hem zâhir hem de bâtın âleminin
hükümlerine uymak esastır.
Ebced / Harf Hesabı Ve Havâs / Gizli Özellikler Mevzuu
Ebced / harf hesabı
ve Havâs / gizli özellikler mevzuu, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin tasavvufî
/ mistik ve ilmî / bilimsel külliyatında, özellikle ilm-i hurûf /
harf ilmi başlığı altında incelenen, ancak uygulanışı konusunda ciddi ihtiyat
/ dikkat ve ehliyet gerektiren bir alandır. Bursevî, bu ilmi reddetmez;
ancak onu taklîden / taklit yoluyla kullanan cahilleri şiddetle
eleştirir ve bu ilmin ancak mükâşefe / sezgi ve doğru manevi sülûk
/ yolculuk ile elde edilebileceğini vurgular.
I. İlm-i Hurûf / Harf İlmi ve Ebced Hesabına Dair Görüşler
Bursevî, ilm-i hurûf ve Ebced
hesabının derinliğini kabul etmekle birlikte, bu ilmin yüzeyde kalan, usûl ve
esaslarına vakıf olunmadan yapılan tatbikatlarının / uygulamalarının hiçbir fayda
/ menfaat sağlamayacağını belirtmiştir:
1.
Mükâşefe / Sezgi ve Ehil Olma Şartı:
o
Bursevî'ye göre, ilm-i hurûfu
/ harf ilmini tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe / sezgisel
keşif gereklidir.
o
Alternatif olarak, bu ilmi, ehl-i
tahkikten / araştırma ehli/gerçeği bilen bir kişiden öğrenmek gerekir.
o
Yalnızca bast / harfleri açma
ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden, mücerred
/ sadece Ebced hesabı üzerine taklîden / taklit yoluyla mukaddimeler
tertip / öncüller oluşturmak, bilginin âkım / kısır kalmasına sebep
olur.
2.
Yanlış Yorumlara ve Şeyh-i Ekber’e
İsnat Edilen Cehalet:
o
Bursevî, kendi zamanındaki
cahillerin (zamanımız cahillerinden niceler) bu ilm-i hurûfa dair
yanlış fikirleri olduğunu ifade etmiştir. Bu kişiler, Muhyiddin İbn Arabî (Şeyh-i
Ekber) gibi büyük zâtların / şahsiyetlerin manzum / şiir ve nesir /
düzyazı olarak ortaya koyduğu işaretler / semboller hakkında, sırf fikr-i
sakimleri / hatalı düşünceleri üzerine "mürad budur" / kastedilen
şudur diyerek yorumlar yaparlar.
o
Bu sahte yorumlarla hareket edenler,
(haşa) Şeyh-i Ekber’e büyük bir cehil / bilgisizlik isnat etmekten
çekinmezler.
o
Eğer bu zanm-ı kâzib /
yalancı zannın sahiplerinin hayal ettiği mânâ doğru olsaydı, bunun hâriçte
/ dış dünyada kesinlikle eseri zâhir / açıkça görülen bir sonucu olması
gerekirdi.
II. Manevi Bilginin Kaynağı ve Kontrol Mekanizması
Havâs / gizli
özellikler ilmi, esasen gayb / görünmeyen âlemden gelen bilgilere
dayanır. Bursevî, bu bilgilerin kaynağı olan vâridât / ilhamlar ve keşif
/ sezgisel buluşun doğruluğunu tespit etme zorunluluğuna dikkat çekmiştir.
1.
Vâridât ve İlhâm:
o
Vâridât, kulun kastı
olmaksızın / iradesi dışı gaybdan / görünmeyen âlemden kalbe gelen
manâlardır. Bursevî’nin kendisi, ömrünün son otuz beş kırk senesinde Vâridât-ı
Hakkıyye gibi bu tür eserleri kaleme almıştır.
o
İlhâmı / içine doğmayı melek
getirir, akabinde lezzet / tatlılık ve yeni bir ilim / bilgi
vücuda gelir; sûrette / dış görünüşte değişiklik olmaz.
2.
Keşfin Sahih Olma Zarureti:
o
Mutasavvıf âlimler, hadisleri diğer
ulemâ / bilginler gibi araştırdıktan ve usûl ölçüleriyle değerlendirdikten
sonra, buna keşfi / sezgisel bilgiyi ilave ederek amel ederler.
o
Bursevî, bu keşfin mutlaka sahih
/ doğru olması gerektiğini özellikle vurgular. Zira kalbe gelen düşünceler
içinde şeytânî / şeytan kaynaklı olanlar da bulunabilir. Bu durum, bâtınî
/ manevi bilginin bile şeriat / din kuralları ve hakikat /
gerçeklik süzgecinden geçmesi gerektiğini gösterir.
3.
Rüyalarla Gelen İşaretler:
o
Bursevî, hayatı boyunca manevi
işaretler almış ve rüyaları, irşâd / manevi rehberlik kararlarını ve
eserlerinin telif / yazım süreçlerini doğrudan etkilemiştir. Örneğin,
Mesnevî şerhine başlama kararı, rüyasında kendisine büyük bir cilt verilmesi
üzerine olmuştur.
o
Hatta gördüğü rüyalarla Tecerrüd-i
tâm / tam olarak dünya bağlarından ayrılmayı tercih etmiş ve zâhirî
/ dışsal hayatının seyrini bu manevi vâridât / ilhamlara göre
düzenlemiştir.
Kabala
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Kabala
/ Yahudi mistisizmi hakkındaki yorumlarına yönelik olarak, kaynaklarımızda
doğrudan "Kabala" terimine veya Yahudi ezoterizminin / bâtınî
öğretilerine (örneğin Sefirot ya da Gematria) yönelik spesifik
bir tenkide / eleştiriye rastlanmamaktadır.
Ancak, Bursevî Hazretleri'nin
eserlerinde, özellikle Rûhu'l-Beyân Tefsiri'nde, Yahudi inanç ve
uygulamalarına dair kapsamlı yorumlar ve tenkitler / eleştiriler
mevcuttur. Bu yorumlar, Kabala'dan ziyade, Yahudi tarihinin ve inancının Şer’î
/ hukukî ve itikadî / inançsal boyutlarına odaklanmaktadır.
I. Yahudiliğin İnançsal ve Amelî Hâllerine Dair Yorumlar
Bursevî, Yahudileri ele alırken
genellikle onların tarihsel süreçteki zulüm / haksızlık ve hıyanet
/ ihanet eğilimlerini, ilâhî emirlere karşı direnişlerini ve sapkınlıklarını vurgular
/ altını çizer.
1.
İlâhî
Emirlerin Reddi ve Tahrifi / Bozması: Yahudiler, Allah'ın âyetlerini
yalanlamak ve O'nun kelamını tahrif / bozmakla itham edilirler. Onlara
tevbe etmeleri için Dağ / Tur Dağı'nın tepelerine kaldırılmasıyla tehdit
edilerek (zorla) Tevrat kabul ettirilmiştir. Onlar, kendilerine söylenen
hıtta (bizi affet) sözünü bile kırmızı buğday ver şeklinde
değiştirmişlerdir. Bu, onların İlâhî emirlere olan muhalefetlerinin /
karşı gelmelerinin şiddetini göstermektedir.
2.
Maneviyatın İptali: Yahudilerin,
cumartesi günü balık tutmama yasağını hile / düzenbazlık yoluyla
delmeleri, onların sadece zâhirî / dışsal değil, bâtınî / manevi
açıdan da yozlaşmasını gösterir. Onlar, yasaklanan günde denizin kenarında
havuzlar kazmış, balıkların buraya girmesini sağlamış ve pazar günü
avlamışlardır. Bu eylem, İlâhî emri dolaylı yoldan çiğneyerek zenginleşme
arzusunu yansıtmaktadır.
3.
Kibirlenme ve Hakikati Gizleme: Yahudilerin,
İslâm Dini'ni zorla kabul etmedikleri ve Tevrat'ı ancak üzerlerine dağ
kaldırıldıktan sonra kabul ettikleri belirtilir. Ayrıca onların kibre / tekebbüre
düşmeleri ve hakkı bâtılla bulayıp bile bile hakkı gizlemeleri, onların
manevi terakkiye / ilerlemeye mani olan temel vasıfları /
özellikleri olarak ele alınır.
II. Harfler ve İsimlere Dair Sufi Yorum (Mukayese)
Bursevî, her ne kadar Kabala'ya atıf
yapmasa da, kendisi ilm-i hurûf / harfler ilmi ve işârî /
sembolik yorum metodunu sıkça kullanır. Bu metot, Kabala'da da merkezi bir yer
tutsa da, Bursevî bunu kendi tasavvufî ve ehl-i sünnet geleneği
içinde uygular:
1.
Harflerin İşârî Manaları: Bursevî, Hz. Hüseyin isminin
başındaki "hâ" harfinin "hîta"ya / muhâfaza /
gözetim ve "Hakk"a işaret ettiğini belirtir. Bu tür bir harf yorumu
(ki ruhanî bir sırrı açığa vurma amacı taşır), onun manevi bilgiyi (irfân)
harfler üzerinden de elde etme yöntemine örnek teşkil eder.
2.
Manevi Gözetim ve Korunma: Bursevî'nin
Muhyiddin İbn Arabî'den naklettiği, evliyanın etlerinin / lahmlarının gıybet
/ dedikodu ve sû-i makâleye / kötü söze sebep olmasının helak /
yok oluş sebebi olduğu yönündeki ifade, manevi âlemdeki inkisârdan /
kırılmaktan kaçınma gereğini ve insan-ı kâmilin / olgun insanın
korunmuşluğunu vurgular. Bu, Yahudi mistisizmindeki korunma temalarından
farklı olarak, daha çok gıybetin / dedikodunun manevi yoldaki
yıkıcılığına dikkat çeker.
Şeyh Abdülganî en-Nablusî
Şeyh
Abdülganî en-Nablusî Hazretleri'nin İsmail Hakkı Bursevî tarafından nasıl değerlendirildiği /
takdir edildiği, mevcut kaynaklar muvacehesinde / ışığında, kendisinin manevî /
sülûk
yolculuğu esnasında yürüttüğü ilmî münakaşalar / tartışmalar üzerinden tespit
edilebilmektedir.
Doğrudan
bir kişilik değerlendirmesi olmamakla birlikte, Bursevî Hazretleri’nin Nablusî
ile olan entelektüel etkileşimi / etkileşimi, onun dönemindeki ilmî /
akademik konumu hakkında fikir vermektedir.
I. Şam'daki İlmî İletişim ve Münakaşa Ortamı
İsmail
Hakkı Bursevî, hayatının önemli bir döneminde, yaklaşık üç yıl süreyle Şam'da
ikamet etmiş ve burada te’lif / eser yazma faaliyetlerine devam etmiştir. Bu
süre zarfında, Bursevî'nin bölgenin ilim erbâbı / bilginleriyle tanışıp, tasavvufî
konularda fikir teâtisinde /
alışverişinde bulunduğu ve münakaşalar / tartışmalar yaptığı kaynaklarda
doğrulanmaktadır.
II. Tütün Meselesi Üzerindeki Hararetli Tartışma
Bursevî
ile Şeyh Abdülganî en-Nablusî arasındaki ilişkinin kaynaklarda belirgin bir
şekilde zikredilen ve hararet / şiddet derecesi yüksek olan konusu,
tütün/sigara içmenin şer'î / hukuki hükmü olmuştur:
1.
Münakaşanın
Konusu: Bursevî, Şam’da bulunduğu yıllarda, bölgenin ilim
erbâbı / bilginleriyle, özellikle sigara içmenin haram olup olmadığına
dair hararetli tartışmalar yapmıştır. Kaynaklar, bu konuda özellikle
Şeyh Abdülganî en-Nablusî ile çok tartışıldığını / münakaşa
edildiğini açıkça ifade etmektedir.
2.
Bursevî'nin
Manevi Dayanağı: Bu münakaşa / tartışmanın Bursevî için
âlî
/ yüksek öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Zira, önceki yazılarımızda detaylıca ele
alındığı üzere, Bursevî Üsküp'te iken gördüğü bir rüyada, Şeyh-i Ekber
Muhyiddin İbn Arabî tarafından kendisine bizzat "tütün içme" emri
verilmiş ve bu emir Şam’da da tekerrür / tekrar etmişti.
Dolayısıyla, Bursevî'nin Nablusî ile yürüttüğü bu tartışma, kendi manevi
yolculuğunda aldığı bâtınî / içsel bir talimatı, zâhirî
/ dışsal âlimler karşısında savunma çabasının bir parçasıydı.
III. Değerlendirme Çerçevesi
Bursevî
Hazretleri, tütün meselesinde Muhyiddin İbn Arabî'den rüya yoluyla aldığı
yasağa sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu konudaki fikr-i
sâlimi / doğru fikri savunmuştur. Abdülganî
en-Nablusî ile girdiği hararetli / şiddetli tartışmalar, Nablusî’nin bu alanda
yetkin ve görüşleri dikkate alınması gereken bir muhatap /
tartışma partneri olduğunu göstermektedir. Bu, Bursevî'nin ilmî /
akademik ve irşâdî / manevi açıdan muvâzene / denge
sahibi bir zât / şahsiyet olduğunu ve hakikati bulmak adına
ilmî mücâdeleden / mücadeleden çekinmediğini ortaya koyar.
Ebced ve Havâs
İlm-i
Hurûf / Harf İlmi ve bu bağlamda Ebced ve Havâs konuları, İsmail
Hakkı Bursevî Hazretleri'nin Rûhu’l-Beyân gibi temel eserlerinde tasavvufî
/ mistik bilginin en derin katmanlarından biri olarak ele alınmaktadır.
Önceki yazılarımızda Bursevî'nin Havâs
ve Ebced gibi gizli ilimlere yönelik genel düşünceleri /
fikirleri ile mükâşefe / sezgi yoluyla elde edilmeyen bilginin kıymet
/ değeri olmadığını vurguladığını belirtmiştik. Burada ise, doktora /
doktora seviyesindeki bir inceleme üslubuyla, bu ilmin temel prensiplerini ve
kaynaklarda zikredilen özel harflerin manevi yorumlarını detaylıca arz
etmek zaruridir.
I. İlm-i Hurûf'un Yüksek
Mertebesi ve Mükâşefe Şartı
İsmail Hakkı
Bursevî'ye göre, İlm-i Hurûf, sırf zâhirî / dışsal bir hesaplama veya
dilbilgisel / nahiv bilgisi olmayıp, doğrudan melekût / manevi
âlem ve irfân-ı ilâhî / İlâhî bilgelik ile irtibatlıdır.
1. İlm-i Hurûfun Hakikati:
o
Bu ilmin remzini
/ sembollerini ancak ârif / bilenler idrak edebilirler. Zira onlar, elfâzdan
/ lafızlardan ma’ânîye / manalara intikal etmiş ve ma’ânîden /
manalardan hakāika / hakikatlere göç etmişlerdir.
o
İlm-i Hurûf'u tam olarak elde etmek için kesinlikle mükâşefe
/ sezgisel keşif gereklidir. Aksi takdirde, yalnızca ilm-i mücerred /
kuru bilgi ile sâhib-i irşâd / manevi rehber olunamaz.
o
Ârifler / bilenler, mülk / maddî âlem içinde melekût
/ manevi âlemi, melekût içinde ceberût / kudret âlemini ve ceberût
içinde de lâhûta / İlâhî âleme bakarlar. Bu manevi ilerleme sayesinde,
onlar harfteki noktayı ve noktadaki harfi bilâ-vâsıta / aracısız
görürler.
2. Cahillerin Eleştirisi:
o
Bursevî, ilm-i
hurûfa dair yanlış fikir sahibi olan ve sadece bast / harfleri açma
ve cetvel / tablo ahvâlini bilmeyip / durumlarını bilmeden,
taklit yoluyla öncüller oluşturan cahil / bilgisiz kimseleri şiddetle zem
/ kınama eder.
o
Bu gibi cahil
ve mahcûb / perdelenmiş kimseler, bu tür rumûz / sembolik sözleri
işittiklerinde ne anladıklarını bilmezler. Onların bu bilgiyi taklîden /
taklit ederek kullanmaları, istidrâca / yavaş yavaş sapıklığa kaymaya ve
dalâlete / sapıklığa yol açmıştır.
II. Harflerin Bâtınî ve İşârî
Yorumları
Bursevî,
tefsir ve şerh çalışmalarında, bazı harflerin yalnızca telaffuz / lafzî
veya gramatik / nahiv özelliklerini değil, aynı zamanda manevi ve ezelî
/ başlangıçsız sırları temsil eden işârî / sembolik anlamlarını da
açıklamıştır:
1. Hâ (حاء - Hâ) Harfinin Sırrı:
o
Hz. Hüseyin'in
ismindeki "hâ" harfi, Hîta'ya / gözetim ve Hakk'a /
Allah'a işaret etmektedir. Hz. Hüseyin’in Hak üzerine sâbit-kadem /
sabit ayakla durduğunu, yani Hak üzere hükmettiğini ifade eder.
o
Ayrıca, Hüseyin
kelimesindeki toplam üç nokta (bazı Arapça yazımlarında veya işârî
yorumlarda), ta‘ayyünât-ı selâseye / üç manevi tezahüre (ta‘ayyün-i zâtî
/ zatın tecellisi, ta‘ayyün-i sıfâtî / sıfatın tecellisi, ta‘ayyün-i ef‘âlî /
fiillerin tecellisi) işaret ettiğini söyler.
2. Be (باء - Bâ) Harfinin Hükmü:
o
Be harfi, lafız / telaffuz açısından eliften /
Elif’ten sonra gelmesine rağmen, mana bakımından daha kuvvetli olan metbu
/ takip edilen bir harftir.
o
Be, âmil / etkileyici (harf-i cer) bir harftir ve
kendi nefsinde haddi zatında kâmil / tam bir harftir. İlsak /
bitişme, istiâne / yardım dilemek ve izafet / ilişki manalarını
içerir.
3. Elif (ألف
- Elif) Harfi:
o
Elif harfi, be harfinin hilâfına / aksine, âmil
/ etkileyici bir harf değildir.
o
Elif, kıllet / azlık ile kesretin / çokluğun
arasını tefrik / ayırt etmek içindir.
4. Tenvîn ve İdğam / Kaynaşma Harfleri:
o
Bursevî'nin ilm-i
hurûf konusundaki titizliği / hassasiyeti, zâhirî / dışsal
ilimlerdeki (Sarf / Morfoloji ve Esvât / Fonetik) detaylarda da görülür.
Nûn ve tenvîn / çift hareke gibi harflerin idğam /
kaynaşma (şeddeli okuma), izhâr / açık okuma ve ihfâ / gizli
okuma kurallarını, harflerin yakınlık / kurb ve uzaklık / bu’d
durumlarına göre açıklar.
Annesi ve Babasi Hakkında
İsmail Hakkı Bursevî
Hazretleri’nin usûl / kök ailesine (anne ve babası) dair malumat ve
onlardan telakki / aldığı manevi ve ilmî dersler / eğitim,
Hazret’in hayatının ve Celvetiyye tarikatındaki sülûkünün / manevi
yolculuğunun temelini oluşturmaktadır.
I. Ailesinin Kökeni ve Kimlik
Bilgileri
İsmail Hakkı
Bursevî'nin annesi ve babası, hem zâhirî / dışsal hem de bâtınî /
manevi açıdan güçlü bir geleneğe mensup olup, onun yetiştirilmesinde önemli bir
role sahiptirler.
1. İsimler ve Köken:
o
Babası: Mustafa Efendi’dir. Babasının tam şeceresi /
soyağacı; Şah Hudânbende oğlu Bayram Çavuş oğlu Abdurrahman Efendi olarak
geçmektedir. Aslen İstanbullu olup, Aksaray semtinde ikamet etmekteydi.
o
Annesi: Kerîme Hanım’dır. Kendisi Kadı Ahmet Efendi'nin
kızıdır.
o
Aydos’a
İntikal / Taşınma Sebebi: İsmail Hakkı’nın doğumundan
bir yıl kadar önce (H. 1062 / M. 1651-52’de) İstanbul Aksaray’daki evleri Esir
Hanı’nda çıkan büyük bir yangında eşyalarıyla birlikte yanmıştır. Bu zorunlu sebep
/ durum nedeniyle aile, İsmail Hakkı’nın doğduğu yer olan Aydos’a (H. 1063 / M.
1653) göç etmiştir.
2. Neseb ve Manevi Konum:
o
Bursevî, hem
baba hem de anne tarafından Peygamber neslinden (sadattan)
geldiğini ifâde / belirtmektedir. Bu durum, ailesinin hâl-i vakti
yerinde / maddi durumu iyi ve tanınmış bir aileye mensup olduğunu
göstermektedir. Ancak, tafsilâtlı / ayrıntılı şecere / soyağacı,
İstanbul’daki yangında yanmıştır.
II. Anne ve Babadan Alınan
Manevi Dersler
İsmail Hakkı
Hazretleri, ebeveynlerinin kendisine zâhirî / dışsal hayatı bahşeden
/ veren varlıklar olduğunu kabul etmiş ve onların manevi rehberliğe
yönlendirmesiyle hayatının yörüngesi / seyrini bulmuştur:
1. Manevi Yönlendirme:
o
Babası Mustafa
Efendi'nin meşrebi / yolu, İsmail Hakkı'nın yetişmesi üzerinde büyük bir
te’sîr / etki bırakmıştır. Küçük yaşta, babası onu Celvetiyye yolunun
büyüklerinden Osman Fazlı Efendi'ye götürmüş. Hazret, yedi sene boyunca
bu üstadın / hocanın yetiştirdiği talebelerden ders almış ve onun dua
/ niyaz ve iltifatlarına / iltifatlarına kavuşmuştur / mazhar
olmuştur.
2. İlmî Beklenti ve Borç:
o
Bursevî,
rahmetli anne ve babasına büyük bir borçluluk / minnettarlık
hissetmektedir. Onların tek dileği / en önemli arzuları, onun Kur’ân-ı
Kerim’i okuyup anlaması ve Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin hadislerine
/ sözlerine manâ / anlam verebilmesiydi. Bursevî, hâsıl / meydana
gelen sevabı / manevi karşılığı onların ruhlarına hediye /
armağan etmektedir.
3. Hükümlerde Ebeveynin Yeri:
o
Anne ve
babanın hakkı, beşeriyette hakları en büyük olanlardır. Allah’a şirk /
ortak koşmaktan sonra, anne ve babaya âsî / isyankâr olmanın haramlığı
/ yasaklığı zikredilmiştir. Onlara karşı gelmek, kişinin varlığına sebep
/ neden olan en yakın iki sebebe riâyet / uyum göstermemek demektir.
III. Ebeveyn Hukukuna Dair
Temel Dersler
Bursevî,
ebeveynin haklarını şer'î / İslâm hukukuna ve tasavvufî ahlâka
uygun olarak genişçe işlemiş, bu da onun aldığı terbiyenin / eğitimin
temelini yansıtmıştır:
1. İhsan ve İyilik:
o
Anne ve babaya
ihsan / iyilikte bulunmak, onlara kötülük / zulüm etmemek
demektir. Haram işleyen kişi, aslında kötülük / zulüm yapandır.
Onlara lâyık / yaraşır şekilde giyecek ve yiyecek temin etmek, örf
/ gelenek ve iyilikle muamele etmek, onlara karşı mütevazı /
alçakgönüllü olmak ve emirlerine uymak gerekir.
2. Dua ve Ahiretteki Durumları:
o
Anne ve babanın ölümünden sonra onlar için dua
/ niyaz etmek, mağfiret / af dilemek, Kur’ân-ı Kerim okumak ve sadakalar
/ hayırlar vermek, evladın vazifesidir / görevidir. Sâlih / iyi bir evlâdın yapmış olduğu hayır
/ iyilik ve sevapların, babaya (ve anneye) ulaşması, evlâdın onlar için mutlaka
dua etmesine bağlanmıştır.
3. İtaatin Sınırları (Hicret):
o
Kişi, İslâm
dininde mübâh / serbest olan konularda anne ve babasına itaat /
uyum gösterir. Ancak, anne ve baba müşrik / kâfir olsalar dahi, eğer şirk,
küfür veya mâsiyet / günah emrederlerse, kişi onlardan hicret
edip uzaklaşır. Bununla birlikte, dünyevî konularda onlara karşı yumuşak
/ lâtif surette sohbet / muamele etmeye devam etmelidir.
4. İlim Tahsilinde Öncelik:
o
Akâid, Fıkıh
/ Hukuk ve Ahlak / Tasavvuf gibi farz-ı ayın / her mükellefe
zorunlu olan ilimleri öğrenmek için, anne ve babanın izni olmadan evden
çıkmakta bir sakınca / beis yoktur; bu durum âsî / isyankâr olmak
anlamına gelmez.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder