Print Friendly and PDF

Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine


 “YAYINLAR” GERÇEĞİ

Zamanımızda çalakalem yazmaktan meydana gelen oluk oluk mürekkep sarfiyatına ve dolayısıyla gittikçe yük­selen beş para etmez süprüntü kitaplar seline karşı edebi­yat dergileri bir bent, bir set işlevi görmelidir. Çünkü onla­rın kitapları hatır gönül gözetmeden, doğru ve adil şekilde değerlendirmeleri gerekir ve (bu sayede) yetersiz yetenek­siz bir yazarın kaleminden çıkma her kitap müsveddesi, (satın almakla) boş bir kafanın boş bir kesenin yardımına koştuğu her çalakalem yazı örneği, dolayısıyla yayınlanmış olan kitapların onda dokuzu acımasızca kırbaçtan (süzgeç­ten) geçirilmelidir. Böylelikle onlar halkın zamanını çalmak ve parasını aşırmak için yazar ve yayıncının perde arkasın­dan el ele verip besledikleri alçak ve haysiyetsiz bir hoşgö­rüyle bu tür şeyleri cesaretlendirmek yerine yazma hevesi­ni zaptu rapt altına alarak, hilekârlığa ve sahtekârlığa karşı koyarak görevlerini yapacaklardır.
Yazarlar genellikle profesörler veya edebiyatla uğraşan kimselerdir, ücretleri düşük ve gelirleri yetersiz olduğun­dan bunlar çoklukla paraya ihtiyaçları olduğu için yazarlar. İmdi böylelerinin hedefleri ortak olduğu için çıkarları da or­taktır, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar ve birbirlerini des­teklerler: Her birinin mutlaka bir diğeri için edecek bir çift iyi sözü vardır. Bunun neticesini edebiyat dergilerinin ko­nusunu teşkil eden berbat kitaplarla ilgili övgü dolu ifade­lerde görürüz, dolayısıyla onların düsturları şu olmalıdır:
"Yaşa ve yaşat!" (Çünkü halk yeni olanı okumayı iyi olanı okumaya tercih edecek kadar saftır.)
Acaba çalakalem yazılmış en değersiz süprüntüleri hiç­bir zaman övmemiş, kusursuz olanı hiçbir zaman yerme­miş veya karalamamış ya da insanların dikkatini başka bir yöne saptırmak amacıyla çeşitli meziyetleri olan bir eseri tilki kurnazlığıyla önemsiz diye geçiştirmemiş olmakla övü­nebilecek birisine rastlanmış mıdır, böyle birisi var mıdır?
Her zaman öne çıkarılacak kitapları dostların tavsiyesine, yandaşların hatırına, hatta yayıncıların verdiği rüşvete bina­en değil, önemleriyle orantılı olarak büyük bir dürüstlükle ve titizlikle seçmeyi hedefleyen bir dergi var mıdır?
Fevkalede övgüye mazhar olmuş veya şiddetle eleştirilmiş bir ki­tapla karşılaşır karşılaşmaz bu konuda bir acemi olmayan herkes neredeyse mekanik bir şekilde dönüp yayıncı şirke­tin ismine bakmaz mı?
Kitap eleştirileri halkın hayrına ola­cak yerde genellikle yayıncıların ve satıcıların menfaatleri için kaleme alınmaz mı?
Eğer böyle olmayıp da sözünü ettiğim türden bir edebi­yat dergisi olmuş olsaydı o zaman her kötü yazarın, her be­yinsiz derlemecinin, başkalarının kitaplarını araklayan her fikir hırsızının, gözü başkalarının makamlarında olan her ye­tersiz, kabiliyetsiz filozof taslağının, kurumundan geçilme­yen her renksiz soluksuz şair müsveddesinin yazma arzu­suyla yanıp tutuşan parmakları, sefil ve beceriksiz karala­malarının yayınlanır yayınlanmaz kaçınılmaz olarak çıkarıla­cağı böyle bir teşhir direği tehlikesi karşısında felç olurdu. Bu, kötü eserlerin sadece faydasız değil, aynı zamanda kuş­ku duyulmaz biçimde zararlı da olduğu edebiyat için gerçek bir kazanç olurdu. İmdi kitapların çoğu kötüdür ve çoğunun hiç yazılmamış olması gerekirdi; dolayısıyla şimdilerde eleş­tiri şahsi mülahazaların etkisi altında ve “Ahbap ol ve takdir et ki arkanı döndüğünde sen de övülebilesin” düsturu doğrultusunda ne kadar az ise övgünün de o kadar az olması gerekir.
Toplumda her köşe başında rastladığımız ahmak, beyin­siz insanlara karşı zorunlu olarak gösterilen hoşgörünün edebiyatı da içine alacak şekilde genişletilmesi kesinlikle yanlıştır. Edebiyatta böyle kimseler davet edilmedikleri ye­re izinsiz giren küstahlar ve ukalalardır ve burada kötü ola­na fırsat vermemek iyi olan için bir ödevdir, çünkü kötü olanı göremeyen kimse iyi olanı da göremez. Genel olarak ifade etmek gerekirse kökünü toplumsal ilişkilerde bulan nezaket edebiyatta yabancı ve çoğu kez oldukça zararlı bir unsurdur, çünkü o kötüye iyi denilmesini talep eder, dola­yısıyla bilim ve sanatın hedeflerinin doğrudan hasmıdır.
Tabiatıyla benim görmek istediğim türden ideal bir ede­biyat dergisi, bozulması imkânsız bir dürüstlükle nadir rast­lanır bilgiyi ve daha da nadir olan yargı gücünü birleştirmiş olanlarca çıkarılabilir ancak. Dolayısıyla bütün Almanya bir araya gelse bile böyle bir edebiyat dergisini zor çıkarır; fa­kat o zaman adil bir Areopagus[1] gibi ortaya çıkacak ve üye­lerinin hepsi başkaları tarafından seçilecektir, Ne ki bunun yerine edebiyat dergileri şimdi üniversite loncaları veya edebiyat hizipleri, hatta belki de perde gerisinden yayıncı­lar ve onların satıcıları tarafından kitap ticaretinin yararına yönetilmektedir ve genellikle iyi eserlerin gün yüzüne çı­kıp sesini duyurmasını engelleyen bir geri zekâlılar ittifakı hüküm sürmektedir. Bu sebepten ötürüdür ki Goethe bile edebiyat dünyasında tanık olunan sahtekârlığa başka hiç­bir yerde tesadüf edilemeyeceğini söylemişti; bu meseleyi Willen in der Natur, §22 "Fizyoloji ve Patoloji"'de daha de­rinlemesine ele almıştım. (s.90-92)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.


“YAZAR”LIK GERÇEĞİ

Bir yazar malzemesini doğrudan kendi kafasından, bir başka ifadeyle kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir. Kitap imalatçıları, derlemeciler ve sıradan tarih yazarları ve bunlara ben­zer diğerleri malzemelerini doğrudan başka kitaplardan alırlar; ve buradan geliştirip genişletme yahut değiştirme şöyle dursun malzeme başka hiçbir yere uğramadan veya herhangi bir tetkikten geçmeden doğrudan parmak uçları­na aktarılır. (Eğer kitaplarına aldıkları her şeyi bilmiş olsa­lardı, bir sürü okuryazar insan nice olurdu bir düşünün!) Bu yüzden çoğu zaman onların konuştukları şeyin anlamı öylesine müphem ve muğlak bir mahiyete sahiptir ki ger­çekte onların ne düşündüklerini anlamak için beyhude ye­re kafamızı yorarız. İşin doğrusu onlar hiçbir şey hakkında düşünmezler. Onların alıntı yaptıkları kitaplar da kimi za­man tamamen aynı şekilde tertip edilmiştir: Öyle ki bu tür yazım tarzı bir kalıbın kalıbından ilh. çıkarılmış alçı kalıba benzetilebilir ki sonunda Antinous'un[2] yüz hatlarından ge­riye tanınabilir çok az bir şey kalır. Dolayısıyla derlemeler mümkün olduğunca çok az okunmalıdır: bunlardan tama­men uzak durmak da güçtür, çünkü derlemeler birkaç yüz­yıl içerisinde birikmiş bilgiyi küçük bir hacim içerisinde toplayan özet-kitapçıkları da içine alırlar.

En son yazılmış olanın her zaman en doğrusu; daha son­ra yazılmış olanın daha önce yazılmış olana göre her bakım­dan bir terakki olduğunu; ve her değişimin daima bir ilerle­me ve gelişme anlamına geldiğini düşünmekten daha büyük bir yanlışlık tasavvur edilemez. Düşünen ve doğru yargıya sa­hip olan insanlar; büyük bir gayret ve sebatla konularının pe­şine düşenler—bunlar sadece istisnadır. Haşereler dünyanın her yerinde kuraldır: Onlar her zaman hazır pusuda beklerler ve düşünürlerin esaslı bir düşünme evresinden sonra dile ge­tirmiş oldukları fikirleri kendilerine mal ederek yorulmak bil­mez bir şekilde güya "geliştirmeye" çalışmakla meşguldürler.
Dolayısıyla eğer bir insan herhangi bir konu hakkında okuyarak bilgi sahibi olmak istiyorsa derhal kendisini, bi­lim sürekli ilerlemektedir ve yenileri hazırlanırken zaten es­ki kitaplardan yararlanılmıştır zannıyla o konu hakkında ya­zılmış en yeni kitaplara sarılmaktan, dikkatini münhasıran onlarla sınırlamaktan uzaklaştırması gerekir. Doğru, yarar­lanmışlardır, ama nasıl yararlanmışlardır?
Yeni yazarlar ço­ğu kez eski kitapları tam olarak anlamaz; aynı zamanda on­ların kullandıkları sözcük ve ifadeleri aynıyla kullanmaya da gönülsüzdürler, dolayısıyla sonuçta eski yazarların çok daha iyi ve çok daha açık bir şekilde söyledikleri şeyleri keyiflerince eğip bükerek berbat ederler; çünkü eski yazar­ların yazdıkları o konu hakkında kendileri ne biliyorsa ona dayanır. Halbuki yeniler çoğu kez onların yazmış oldukları en iyi şeyleri, en çarpıcı açıklamaları ve en isabetli yorum­ları ıskalarlar, çünkü yeniler bunların değerlerini takdir edemez veya ne denli anlamla yüklü olduklarını hissedemezler. Onları cezbeden tek şey sathi ve yavan olandır.
Eski ve kusursuz bir kitap çok kere yeni ve kötülerinin hatırına rafa kaldırılır; oysa bunlar sırf para için yazıldıkla­rından tafralı, tantanalı bir hava ile ortaya çıkarlar ve yazar­larının dostları, yandaşları tarafından göklere çıkarılırlar. Bi­lim alanında kendisinden söz ettirmek isteyen bir kimse pazara yeni bir şey sürer; bu çok kere daha önce doğru ola­rak kabul edilmiş bir ilkenin eleştirilmesine dayanır, öyle ki o, bu yolla kendine ait yanlış bir ilkeyi doğru olarak kabul ettirebilir. Ve zaman zaman onun bu şarlatanlığı kısa bir müddet başarılı olabilir, ama nihayetinde eski ve doğru olan öğretiye geri dönülür.
Bu yenilikçiler dünyada kendi değersiz kişiliklerinin dı­şında hiçbir şeyin ciddiye alınmaya değer olmadığını düşü­nürler, göz önüne çıkarmak istedikleri, teşhir etmek için can attıkları budur. Onlar bunu gerçekleştirmenin en kes­tirme yolunun bir paradoksla başlamak olduğunu düşünür­ler; kafalarının kısırlığı onlara bu uğurda tutulacak yolun görmezden gelme yahut yadsıma olduğunu telkin eder; ve uzun zamandır kabul görmüş olan doğrular inkâr edilmeye başlanır—sözgelimi yaşamsal güç, sempatik sinir sistemi, generatio equivoca, Bichat'ın heyecanların işleyişi ile zih­nin çalışması arasında yaptığı ayrım ya da olmadı kaba atomculuğa geri dönerler vs., vs. Dolayısıyla bilimin yolu çoğunlukla gerileyici-yozlaştırıcıdır.
Takip ettikleri yazarları tercüme etmenin yanı sıra aynı zamanda onları düzeltip değiştiren mütercimler de bu ya­zarlar zümresine dahildir, ki bu bana her zaman küstahça görünmüş bir şeydir. Bu tür adamlara derim ki:
 "Başka in­sanların kitaplarını rahat bırakın, çevrilmeye değer kitapla­rı kolaysa kendiniz yazın".
OKUR EĞER MÜMKÜN İSE GERÇEK YAZARLARI, ÖĞRETİLERİN KU­RUCULARINI VE KÂŞİFLERİNİ; YA DA HER HALÜKÂRDA HERHANGİ BİR BİLGİ DALINDA BÜYÜK ÜSTATLAR OLARAK TANINMIŞ OLANLARI OKU­MALI VE ONLARIN MUHTEVALARINI YENİLERİNDEN OKUMAK YERİNE İKİNCİ-EL KİTAPLARI SATIN ALMALIDIR.
Hiç kuşkusuz “Herhangi yeni bir keşfe ilavede bulunmak (keşfedilmiş olanı geliştirip zenginleştirmek) kolaydır” dolayı­sıyla bir insan konusunun ilkelerini inceledikten sonra o konu üzerine yazılmış daha yeni bilgilerle, yeni ilavelerle  tartışmalıdır. Umumiyetle aşağıdaki kural her yerde olduğu gibi burada da geçerlidir, yani: Yeni olan nadiren iyidir, çünkü iyi bir şey ancak kısa bir zaman için yenidir.
Kamuoyunun dikkatini ve ilgisini kalıcı hale getirmek için ya kalıcı değe­re sahip bir şey yazmalıyız ya da sırf bu yüzden ebediyen sefil ve pes­paye kalacak yeni şeyler yazmaya devam etmeliyiz.

Eğer zirveye yakın dinlenmek istiyorsan
O zaman her türden ve bol miktarda yazmalısın. (Tieck)

KİTAP BAŞLIĞI
Adres bir mektup için ne ise başlık da bir kitap için o ol­malıdır; bir başka söyleyişle, onun temel amacı kitabı kamu­oyunda onun içindekilere ilgi duyacak olanlara ulaştırmak (takdim etmek) olmalıdır. Dolayısıyla başlığın etkileyici (açık­layıcı) olması gerekir ve esas itibariyle kısa olduğundan, ve­ciz, kısa, öz ve gizli anlamlara gebe olmalıdır ve eğer müm­künse muhtevayı tek bir sözcükle anlatmalıdır. Bu sebepten ötürü uzun olan yahut hiçbir anlam ifade etmeyen ya da do­laylı veya muğlak olan bir başlık kötüdür; yanlış ve yanıltıcı olan da böyledir: Adresi yanlış yazılmış olan bir mektup na­sıl sahibine ulaşmaz ve bir köşede unutulmuş beklerse bu sonuncusu da kitabın başına aynı akıbeti getirir. En kötü başlıklar çalıntı olanlar, demek istediğim daha önce başka kitapların taşıdığı başlıklardır; çünkü bunlar her şeyden ön­ce bir fikir hırsızlığıdır ve ikinci olarak mutlak bir özgünlük yoksunluğunun en ikna edici delilidirler. Kitabına yeni bir başlık düşünecek kadar bir özgünlüğe sahip olmayan bir in­san ona yeni bir muhteva kazandırma kabiliyetinden haydi haydi yoksundur. Taklit edilmiş, bir başka deyişle yarı çalın­tı başlıklar da bunlara akrabadır; sözgelimi ben "Tabiattaki İrade Üzerine"yi yazdıktan uzunca bir zaman sonra Oersted "Tabiattaki Akıl Üzeri ne" yi yazmıştı.
Yazarlar arasında dürüstlüğün ne kadar az olduğu başka­larının eserlerinden iktibasta bulunma tarzlarında kolaylıkla görülebilir, öyle ki bu iktibasların içine sık sık kendilerinden bir şeyler karıştırırlar. Benim eserlerimden bütün pasajların yanlış iktibas edildiğine şahit olurum, bunun tek istisnası benim eklemlerimdir. (s.80-83)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.


Böyle bir insan her şeyi konuşur. Herkesle konuşur. Her konuştuğu, konuştuğu yerde kalır. Hiçbiri kendisini bağla­maz. Tek derdi konuşmaktır. İster ki hep kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Dinlemeye tahammülü yok­tur, dinlenmeye aldırdığı da. Dinlenilmese de konuşan hep kendisi olsun ister. Yeter ki kendisi konuşsun ve kendisin­den konuşulsun. Her göze görünür olmak için her kılığa bürünür, konuşulmak için her şeyi göze alır. O derece var­la yok arası bir yerdedir ki sürekli varlığına delil ve tanık arar. Boş sözler özünü dağıtır, özsüzlüğü sözünü boşaltır. Dağıldıkça keyfileşir, keyfileştikçe zorbalaşır.
Dağılmanın böylesine önüne geçilmez bir eğilim haline geldiği noktada derleyici, toplayıcı etkinliğin insan için hayatiliği tartışılamaz. Yakın zamanlara kadar:
BOŞ ZAMANDA OKUMA
"Boş zamanlarınızı ne ile değer­lendirirsiniz?" diye sorulur ve mutad olduğu üzere verilen cevap "Okuyarak..." diye başlar-gerçi bugün bu soruya ve­rilen cevapta bu kadarıyla olsun bir yer tutmamakta oku­mak etkinliği- ve ardı sıra hoşa giden bir dizi etkinlik sıra­lanarak devam ederdi. Ve bunların hepsine birden, çocuk­ların sek sek atlamasından (hop) veya bindikleri at oyun­caklardan (hob) mülhem, hiçbir yere götürmeyen etkinlik anlamına hobby denirdi. Burada "okumak" bir boş zaman meşgalesidir.
Fakat bu soru ve onun soruluş tarzı zannedildiği kadar masum değildi: Okumak bu topraklarda, biraz da sorulan bu soru sayesinde "bir boş zaman meşgalesi" olarak bellen­di. İnsanlar bu topraklarda boş zamanlarını "okumak'la dolduruyorlardı, dolu zamanlarında ne yapıyor ve ne yapmaya davet ediliyorlardı? İşlerini yapıyor ve işlerini yapmaya davet ediliyorlardı. İşlerini yaptıklarında zamanlarını dolu geçirmiş oluyor ve boşa geçmiş olup olmadığından kuşkulanmalarına gerek kalmıyordu. Peki, zamanlarının dolu geçmesini sağla­yan işleri kim belirtiyordu? Bu işler belirlenirken insanların yatkınlıkları, yetenekleri göz önünde bulunduruluyor muy­du? Eğer göz önünde bulundurulmuyor ve bulundurulmadığı ileri sürülerek ona ayak direniyorsa, zorlayıcı yaptırım ola­rak bulunan neydi? O bizi nasıl ikaz ediyordu?

AÇLIK KORKUSU- KÖLELİK
Şöyle: "Sana verilen işi yap, yoksa aç kalırsın!" Verilen işi yapmamanın yaptırımı açlıktı, her ne kadar kimin eliyle in­faz edileceği açık değilse de. Demek ki bizi "açlıkla terbiye ediyor"du bize yapacağımız işi buyuran. Eski dünyada kö­leler de açlıkla terbiye edilirdi. Efendisi köleyi aç bırakırdı.
Ama şu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir: Eski dünyada herkes köle yapılmazdı. "Ekmek sadece senin ka­pında değil ya!" diyebilenlere yeryüzü genişti. Dolayısıyla kölelik köle tabiatlılara özgü bir şeydi. Yani kendisine ye­nik düşen kimseler, içlerindeki aşağı güçlere, bayağı dürtü­lere karşı duramayan, kolayı seçip onların ayartıcılığına kendisini bırakan, onların kulu kölesi olan evsaftaki kimse­lerdi köleliğe layık olduğu düşünülenler.
"İnsan birine kendini kul köle ederken onunla daha üs­tün bir bilgiye, daha üstün bir erdeme ulaşacağına inanı­yorsa eğer, bunda hiçbir küçülme yoktur. Gönüllü köleliğin de gerçekten biricik utanılmayacak şekli erdem uğruna kö­leliktir". (s.11-12)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.





Her şeyden evvel her türlü edebi sahtekârlığın kalkanı, yani isimsizlik veya imzasızlığın ortadan kaldırılması gerekirdi.(Günümüzde internetteki yorumları göz önüne getirelim.) Bu, edebi dergilere halkı ikaz edip uyaracak dürüst eleştirmeni, yazar ve taraftarlarının öfkesi ne ve husumetine karşı koruma bahanesi altında sokuldu. Fakat bu türden tek bir duruma karşı, söylediğinin arkasın­da duramayacak insanın her türlü sorumluluktan sıyrılma­sına veya hatta yayıncıdan maddi bir beklenti içinde, halka kötü bir kitabı tavsiye edecek kadar alçak ve paragöz kişi­nin utancını gizlemesine hizmet etmekten başka bir işe ya­ramayacak yüz tanesi olacaktır. Ayrıca bu, çoğu kez eleştir­menin anlaşılmazlığını, önemsizliğini, yetersizliğini örtme­ye de hizmet eder. İmzasızlığın (dolayısıyla bilinmezliğin) gölgesi altında güvende olduklarını hisseder etmez bu adamların gösterdikleri cüretkârlık ve küstahlığa, ne tür­den edebi hilelere başvurmayı göze alabildiklerine inan­mak imkânsızdır. Hâsıl ki her derde deva ilaçlar vardır, is­ter kötüyü övmüş ister iyiyi eleştirmiş olsun önemli değil, bütün isimsiz imzasız eleştirmenlere hitap eden evrensel bir karşı eleştiri de olmalıdır:
"Aşağılık herif, senin adın bu!
Çünkü maske takıp kılık değiştirmek ve saklanıp gizlenme­ye lüzum duymaksızın ortada dolaşanlara saldırmak dürüst ve namuslu bir insanın yapacağı iş değildir, bunu ancak al­çak, rezil, namussuz kimseler yapar. Bu yüzden senin adın bu aşağılık herif!" (Kendini göster, doğrula, Kanıtla)
Rousseau, Nouvelle Heloise'nin önsözünde şöyle diyor­du:
“Her onurlu adam yayınladığı Kitaba imzasını atmalı ve onun sorumlu­luğunu üstlenmelidir.” Düz bir anlatımla bu, "her dürüst insan yazdığına is­mini koyar" anlamına gelir ve genel geçer olumlu önerme­ler “Yani yazdığına ismini Koymayan, imzasını atmayan adamın dürüstlü­ğünden söz edilemez.” tersine çevrilebilir.
Bunun eleş­tirilerin genel karakteri olan atışma yazıları [polemischen Schriften) için daha da fazla geçerli olduğunu belirtmeye lü­zum yoktur. Riemer, Mittheilungen über Goethe isimli kita­bına yazdığı önsözün xxıx. sayfasında söylediklerinde tamamen haklıdır:
"Sizinle yüzyüze gelmeyi göze alan açık bir hasım namuslu ve akıllı bir insandır, onunla anlaşabilir, ba­rışabilir, uzlaşabilirsiniz. Buna mukabil yüzünü saklayan giz­li bir düşman alçak, korkak bir şerefsizdir, bir eleştirinin ya­zarı olduğunu kabul edecek cesarete sahip değildir. Onun görüşünün kendisi için bile bir kıymeti yoktur, ya da: Dile getirdiği görüşleri kendisi bile ciddiye almaz, onun peşin­de olduğu tek şey tanınmadan bilinmeden, yaptıklarının ce­zasını çekmeden sıkıntısını kusmanın verdiği gizli zevktir."
Bu Goethe'nin görüşü olabilir, çünkü o çoğu kez bunu Riemer aracılığıyla dile getiriyordu. Rousseau nun kuralı genel olarak basılmış her satır için geçerlidir. Maskeli bir adamın kalabalığa nutuk çekmesine veya bir toplantıda konuşması­na izin verilir mi?
Keza onun başkalarına saldırmasına ve onların üzerine eleştiriler yağdırmasına izin verir miyiz? O, daha içeri adımını atar atmaz tekme tokat kapı dışarı edil­mez mi?
Basın özgürlüğü denen şey sonunda Almanya'ya da ulaştı ve çok geçmeden en rezil ve onur kırıcı bir şekilde kötüye kullanılmaya başlandı. En azından isimsiz imzasız veya takma isim konulmuş her yazı yasaklanarak bir dü­zenlemeye gidilmeliydi, ki matbuatın her köşede yankıla­nan borazanlarıyla halkın önünde (kim ne söylüyorsa) söy­lediklerinin sorumluluğunun idrakinde olsun; en azından, eğer hâlâ sahipse, şerefiyle haysiyetiyle konuşsun, değilse o zaman söylediklerinin bedelini ismiyle ödesin. İsmini im­zasını saklamayarak yazanlara isim imza kullanmaksızın saldırmak aşikâr ki namussuzluktur. İmzasız eleştiriler ka­leme alan birisi başka insanlarla ve onların yapıp ettikleriy­le ilgilenen dünyadan söylediklerini saklayan veya onların önünde bunların arkasında durmak istemeyen bir adam­dır, o bu yüzden ismini saklar. Ve böyle bir şey hiç hoş gö­rülebilir mi?
Hiçbir yalan imzasız eleştiriler kaleme alan bi­risinin başvurmaktan geri durmayacağı yalan kadar arsız ve yüzsüz değildir; aslında o sorumsuzun tekidir. Her türlü isimsiz imzasız eleştiri, sahtekârlığın ve düzenbazlığın pe­şindedir. Bu yüzden nasıl ki polis sokaklarda yüzümüzde maske ile dolaşmamıza izin vermiyorsa isimsiz imzasız ya­zılara da göz yummamalıdır.
İsimsiz imzasız yayınlanan edebiyat dergileri, hiçbir ceza görmeksizin cehaletin bilginliği, ahmaklığın cins zekâyı yar­gılamaya koyulduğu ve halkın aldatılıp dolandırıldığı, beş para etmez süprüntüleri göklere çıkarmak suretiyle zamanı­nın çalındığı, parasının cebinden aşırıldığı ve yine bütün bunların hiçbir ceza görmeksizin yapıldığı yerlerdir. İsimsizlik imzasızlık her türlü edebi sahtekârlığın sığınağı ve özel­likle yayıncı namussuzluğunun kalesi değil midir? Bu yüz­den derhal önüne geçilmeli ve yasaklanmalıdır; bir gazete­deki her makale her zaman yazarının ismiyle yayınlanmalı­dır ve yayıncı imzanın doğruluğunun ağır sorumluluğunu üzerine almalıdır. En önemsiz adam bile yaşadığı yerde ta­nındığı için dergilerdeki veya gazetelerdeki yalanların üçte ikisi böylelikle kaybolacak ve birçok zehirli dilin cüretkârlı­ğı ve küstahlığı sınırlanmış olacaktır. Şimdilerde Fransa'da bu meselenin bu şekilde üstesinden gelinmektedir.
Ne var ki böyle bir yasaklama yapılmadığı sürece bütün dürüst yazarlar ağız birliği ederek isim imza kullanmama durumunu halk önünde her gün, her saat ifade edilen en ağır küçümseme işaretiyle damgalamalı ve gayrı meşru ilan etmelidir. İmza atılmaksızın yazılan eleştirinin aşağılık, na­mussuz bir şey olduğu mümkün olan her yolla bildirilmeli­dir. Her kim imzasız olarak bir eleştiri yazar ve bir fikrî mü­nakaşaya dahil olursa bu eylemiyle halkı aldatıp kandırmaya ya da kendisini tehlikeye atmadan başkalarının şöhretine za­rar vermeye çalıştığı tersi ispatlanıncaya kadar doğru kabul edilmelidir. Ve her ne zaman imzasını atmayan bir eleştir­menden söz etsek, hatta bunu tamamen gelişigüzel ve on­da bir hata, kusur bulma niyetiyle yapmasak bile, ondan ancak şu ifadelerle söz etmeliyiz: "falanca yerdeki yüreksiz isimsiz namussuz" ya da "şu gazetedeki veya dergideki maskeli, isimsiz rezil", vb. Yaptıkları işten dolayı kibirlenip kurumlanmalarına mani olmak için böyle adamlardan söz ederken kullanılması gereken doğru ve münasip dil ger­çekten budur.
Her insan ancak kim okluğunu görmemize yardımcı ola­cak kadar şahsına dikkat edilmesi konusunda bir talepte bulunabilir, böylece biz kiminle karşı karşıya olduğumuzu biliriz, ama ortada tanınmaz bir halde maskeyle dolaşan ar­sız yüzsüz birisinin buna hakkı yoktur. Tam tersine böyle birisi ipso facto[3] yasaklanır ve yasadışı ilan edilir. O “Bay Hiç kimse”dir [Herr Memand) ve bu Bay Hiç kimsenin aşağılık bir herif olduğunu ilan etmek herkese düşen bir vazifedir. Bu yüzden her imzasız eleştiri yayınla­yan kimseye, özellikle karşı eleştirilerde, derhal adıyla, ya­ni sahtekâr ve alçak diye seslenmek gerekir ve korkaklık­ları yüzünden bazı haysiyetsiz yazar sürüsünün yaptığı gibi ondan asla "dürüst, namuslu, onurlu eleştirmen" diye söz etmemek gerekir. Bütün şerefli ve namuslu yazarların hep bir ağızdan hitabı, "İSMİNİ SAKLAYAN BİR SOKAK İTİ!" olmalıdır. Ve şimdi eğer herhangi birisi saldırıya uğramış böyle bir adamın üzerindeki sis halesini araladığından ve onu kula­ğından tutup öne çıkardığından dolayı insanlar arasında seçkin bir yer edinirse baykuşlar böyle bir oyunu seyret­mekten zevk duyacaklardır. Eğer kulağımıza bir iftira çalınırsa ilk öfke patlaması genellikle "Kim söyledi bunu?" so­rusudur. Fakat isimsizlikten cevap gelmez.
Bilhassa bu imzasız eleştirmenlerin saçma küstahlıkların­dan birisi de krallara özgü "biz" zamirini kullanmalarıdır, halbuki onların sadece tekil tonda değil, aynı zamanda "al­çak ve âciz bendeleri, yüreksiz kurnazlığım, maskeli yeter­sizliğim, sefil sahtekârlığım" ve benzeri ifadelerle alabildiğine mahviyetkâr ve küçültücü bir eda ile konuşmaları icap eder. Maskeli dolandırıcıların, "mahalli bir edebiyat dergisin­deki sütunlarının" karanlık deliklerinden tıslayan kör kurt­çukların kendilerinden bu şekilde söz etmeleri uygundur ve şimdi birisinin onların bu işlerini durdurmasının zamanı gel­miştir. Edebiyat dünyasında isimsizlik ne ise günlük hayatta da dolandırıcılık yahut sahtekârlık odur. "Ya dilini tut ya da sana aşağılık herif denilecektir" diye seslenilmelidir onlara. O zamana kadar hiç vakit kaybetmeksizin her imzasız eleş­tiriye "hilekârlık, dolandırıcılık" sözcüğünü ekleyebiliriz.
BU İŞ BELKİ PARA GETİREBİLİR, AMA KESİNLİKLE ŞEREF VE HAY­SİYET KAZANDIRMAZ. Çünkü saldırılarında Bay İsimsiz su ka­tılmamış Bay Aşağılıktır ve bire yüz bahse girebiliriz ki her kim ona bu ismi vermeye yanaşmaz ise bunu halkı kandır­mak amacıyla yapıyordur. Ancak isimsiz kitaplar isimsiz eleştirmenler tarafından eleştirildiği zaman hak yerini bul­muş olur. Genel olarak ifade etmek gerekirse isimsizliğin ortadan kalkmasıyla birlikte edebi sahtekârlıkların yüzde doksan dokuzu sona erecektir. Bu iş yasaklanıncaya kadar her fırsat çıktığında buna imkân ve zemin hazırlayan adam (İsimsiz Eleştiri Enstitüsü Başkanı ve Yöneticisi) para ile beslediklerinin işledikleri suçlardan dolayı doğrudan so­rumlu tutulmalıdır ve yaptığı işin bize kullanma hakkını verdiği bir tavır ve eda benimsenmelidir ona karşı. Ben kendi hesabıma isimsiz bir eleştiri barakası yerine bir ku­marhane veya bir kerhane işletmeyi tercih ederim.
Kimliği meçhul bir eleştirmen tarafından yazılmış bir makaleyi yayına hazırlayıp neşreden adam sanki onu ken­disi yazmış gibi bundan sorumlu tutulmalıdır; nasıl ki işçi­leri tarafından yapılmış kötü bir işten bir usta yahut idare­ci sorumlu tutuluyorsa. Bu suretle o adam hak ettiği ne ise o şekilde muamele görecektir, yani muaşeret kurallarının öngördüğü saygıdan yoksun, törensiz merasimsiz bir başı­na kalacaktır.(s.94-97)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.


“KİTAP OKUMAK”TA GÖRÜNMEYENLER

Maalesef son yirmi yıldır, bıkıp usanmadan, yılmadan yıl­dırmadan her şeyin içini boşaltanlar, şeyleri varoluşları ge­reği sahip oldukları ağırlıklarından edenler, birbirlerine olan görünmez, ama gördüren bağlarını hoyratça kesip budayanlar, yazının bu topraklarda tuttuğu yer hiçbir zaman sözün yerini almamış olmasına karşın, kitaba musallat olmaktan geri durmadılar.
Kitabın kendi geleneği içinde bir ağırlığı, bir haysiyeti vardı ve bu tasallut neticesinde ondan çok şey kaybetti. Bu tasallutun ne olduğunu biliyoruz, onun fesatla, bozgunla, bozgunculukla bağını fark ediyoruz, faillerinin bu işle neden memur edildiklerini, bununla neyi nereye taşı­mak istediklerini anlayabiliyoruz, anlamadığımız üç beş ku­ruş kazanmaktan başka bu işten eline bir şey geçmeyecek olanların böyle bir şeye neden tevessül ettikleri, neden böy­lesine azim bir vebale suç ortaklığı ettikleri...
Eğer deniyorsa ki, "bu milletin yazıyla bağını ancak böy­le kurabiliriz, kitapla onu ancak böyle buluşturabiliriz," ki bu akla gelebilecek en sâfiyane ihtimaldir, hiç duraksama­dan denilmelidir: Bir şeyin sahtesi aslının en büyük düşma­nıdır, aslın asliyeti içinde bütün ihtişamıyla tezahür edebil­mesi için, hiç olmazsa günün birinde söz söyleyecek ola­na, sahtesinin tasallutuyla kirlenmemiş bekâreti münhası­ran tahsis edebilmek için, böyle kurulacaksa bu bağ, var­sın hiç kurulmasın daha iyidir. Çünkü bu millet türkülerin­de "Kuş kanedi kalem olsa, ah yazılmaz benim derdim!" demiş ve yazılamayanı yarım yamalak yazmak yerine yazılamazlığı terennüm etmeyi yeğlemiş. Ve bunu belki de o dert kadar derinlerden gelen ve derinlere işleyen emsalsiz bir nağmeyle ağızdan ağıza dolaştırmış. Yazılamayan bu derdi, bu kadar derinlerde olan bu derdi gün gelip teren­nüm eden birisi çıkar elbet. O halde sırf terennüm edilme­yi bekleyen bu derdin hatırına, başka bir sebeple olmasa bile, bu azim işi üstlenecek, dile gelmeyen bu derdi teren­nüm edecek olanın işini kolaylaştırmak için bu işlere bulaşmamaljyız. Yurtseverliğin gereği budur.
Dolayısıyla bu hengâme içerisinde bugün bir yayınevi­nin yaptığı hizmetlerin büyüklüğünden söz edilecekse eğer bu varlık sebebi olan yaptığı işlerden çok yapmadığı işler sayesinde olacaktır. Yayınladığı kitaplardan ziyade, yayınla­madığı kitapların bir yayınevini büyük kılması—ne garip, ne hazin bir paradoks... Georg Christoph Lichtenberg daha o zamanlardan kitabın tarihindeki bu paradoksları ve başı­na gelecekleri çok iyi görüp doğru söylememiş mi?
—"Dün­yada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak ga­liba imkânsızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunur, hatta tetkik ve tenkit edilirler ve şimdi­lerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır."
Ve Schopenhauer, Lichtenberg'in bıraktığı yerden de­vam eder:
"Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir kö­şeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gı­dasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini—ki bunların meşru hak sahi­bi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir—gasp etmekte­dirler: Bunlar ya safi para kazanmak ya da makam mevki elde etmek amacıyla yazılırlar. Dolayısıyla sadece yararsız değildirler; fakat müspet olarak zarar da verirler. Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözet­mez ve bunu başarmak için yazar, yayıncı ve eleştirmen el­birliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda geri durabil­mek (nerede duracağını bilmek) çok önemli bir şeydir. Ge­ri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman za­man neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan her­hangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak dur­maktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata kopa­ran, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında bir­kaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi ve­ya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzeri böyledir. Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her za­man karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığı­nız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar ger­çekten bir şeyler öğretir ve insanı eğitir..." (s.22-23)

"Bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eser­leri" dendiğine göre çeviri faaliyetine de büyük iş düştüğü açıktır. O halde çevirinin bir ülkenin kültür hayatına ve di­line etkisi üzerinde de durmakta gerekir.(s.25)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.

"Bir ahmağın hayatı ölümden daha beterdir", (İsa ben Sirak 12: 12);
ve—"Çok bilgelikte çok keder var; ve bilgisini artıran kede­rini artırır". ( Ekklesiastikos, i: 18).

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.s.56


Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar, dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğratıcı bulduğu zaman, mutluluğunun temeli çöker.
Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır; her heves ve arzuya bağlı olarak bu mütemadiyen yerini değiştirir. Eğer bayağı bir insansa, bir gün bu onun sayfiyedeki evi olacak, bir başka gün yeni satın aldığı atlar olacak ya da dostlara ziyafet vermek yahut seyahat etmek olacaktır—sözün özü lüksle, şatafatla dolu bir hayat... Bunun sebebi zevkini kendi dışındaki şeylerde arıyor olmasıdır. Kuvveti sıhhati gitmiş birisi gibi kaybettik­lerini macunlarla ve ilaçlarla yeniden ele geçirmeye çalışır, oysa yapması gereken kaybettiklerinin hakiki kaynağını, kendi hayat gücünü geliştirmektir. (s.51)

Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.

ÇOK OKUMANIN DÜŞÜNCEYE ZARARLARI HAKKINDA

Bir kütüphane çok geniş olabilir; fakat eğer düzensiz ise küçük, ama derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı ve ya­rarlı değildir. Benzer şekilde bir insan çok büyük bir bilgi yı­ğınına sahip olabilir, fakat kendi kendisine üzerinde düşüne­rek bu bilgiyi gerektiği gibi işlememişse, üzerinde tekrar tek­rar ve uzun uzadıya düşünülmüş çok daha küçük bir bilgi miktarından daha kıymetsizdir. Çünkü bir insan ancak dört bir taraftan topladığı bilgiyi bir araya getirip bildiği şeyleri bir doğruyu diğeriyle mukayese ederek terkip haline getirdiği za­man ona tamamen hâkim olur ve onu kendi gücüne-meleke-sine dönüştürür. Bir insan bilmediği bir şeyi zihninde evirip çeviremez, düşünemez; bu yüzden önce bir şeyi öğrenmeli­dir; fakat bir insan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir.
Okumak ve öğrenmek herhangi bir kimsenin kendi öz­gür iradesiyle (keyfe keder) yapabileceği şeylerdir; fakat düşünmek böyle değildir. Düşünme tıpkı bir ateş gibi bir cereyanla yahut hava akımıyla tutuşturulmalı ve konuya duyulan bir ilgi ile beslenmelidir. Bu ilgi bütünüyle nesnel yahut tamamen öznel türden olabilir. Bu sonuncusu bizi şahsen ilgilendiren şeylerde ortaya çıkar, fakat nesnel ilgi doğası gereği düşünen ve düşünme kendileri için nefes al­mak kadar tabii bir şey olan kafalarda ve sadece onlarda bulunur; fakat bunlar seyrek rastlanan kimselerdir. Bu se­bepten ötürüdür ki okur-yazar kimselerin çoğu bundan çok az nasiplenmiştir.
Düşünmenin ve okumanın insan zihni üzerinde husule getirdiği etkiler arasındaki fark inanılamayacak kadar bü­yüktür. Zihinler arasında bir insanı düşünmeye diğerini okumaya götüren asli farklılık bu yüzdendir ki sürekli ola­rak büyür. Okumakla insanın o an içinde bulunabileceği ruh haline ve temayülüne yabancı olan düşünceler zihni zorla ele geçirir ve üzerine damgasını bastığı balmumuna mühür ne kadar yabancıysa bu düşünceler de zihne o ka­dar yabancıdır. Böylelikle zihin bütünüyle dışarıdan gelen zorlama altındadır; şunu veya bunu düşünmeye zorlanır, her ne kadar o an için böyle bir şeye zerrece eğilimi yahut isteği yok ise de.
Fakat bir insan kendi kendisine düşününce o an için ya çevresi ya da zihnine düşen belli bir şey tarafından belir­lenmiş olan kendi şevki tabiisini takip eder. İnsanın (algısı­na, sezgisine konu olan) görünür çevresi zihne, okurken ol­duğu gibi tek bir belirli düşünceyi zorlamaz, sadece doğa­sına ve mevcut ruh haline uygun olan şey üzerine düşün­meye götürecek malzemeyi ve vesileyi sunar ona. Dolayı­sıyla çok okumanın zihni her türlü esneklikten yoksun kıl­masının nedeni budur; bu tıpkı bir çelik yayı sürekli tazyik altında tutmak gibidir. Eğer bir insan düşünmek istemezse bunun en güvenli yolu her ne zaman yapacak başka bir şe­yi olmasa eline bir kitap almadan geçer.
Eğitimin insanların çoğunu yaradılışça olduklarından da­ha ahmak ve budala yapmasının ve yazdıklarını herhangi bir başarı kazanmaktan alıkoymasının sebebini açıklayan işte bu alışkanlıktır. (Yazanlar çok, düşünenler azdır.)
Pope'un şu dizesinde söylediği gibi: "Mütemadiyen okurlar, (bu yüzden) hiç okunmazlar." (Dunciad iii. 194.)
Eğitimli öğrenimli insanlar kitapların içindekilerini oku­yanlardır. Düşünürler, dâhiler ve dünyayı aydınlatıp insan soyunun ilerlemesine katkıda bulunmuş olanlar, doğrudan tabiat kitabından yararlananlardır. Eğer bir insanın düşünceleri, içinde hakikati ve hayatı barındıracaksa, bunlar onun kendi temel düşünceleri ol­malıdır. (Ya da: "içinde hakikati ve hayatı barındıran sadece ve sadece bir insanın kendi temel düşünceleridir.)
Çünkü onun gerçekten ve tamamen anlayabil­diği sadece bunlardır. Başkalarının düşüncelerini okumak, kişinin davet edilmediği bir yemeğin artıklarını alması ya­hut bir yabancının yırtık dökük elbiselerini üzerine geçir­mesi gibidir.
Okuduğumuz düşünce ile içimizde uyanan düşünce ara­sındaki ilişki, tarih öncesi zamanlardan kalma bir bitkinin fosilleşmiş kalıntısının baharda tomurcuklanan bir bitkiyle ilişkisi gibidir.


Okumak bir kimsenin kendi düşünceleri yerine bir ika­meden başka bir şey değildir. Bir insan böylelikle düşün­celerinin dizginini çekmesi için başkalarının eline verir.
Bunca kitap ne kadar çok yanlış yolun olduğunu ve eğer bunlardan herhangi birisini takip etse ne kadar çok insanın yanlış yola düşebileceğini göstermekten başka bir işe yaramaz. Fakat kendi dehasının kılavuzluğunda ilerle­yen, bir başka söyleyişle, kendi kendisine düşünen, dışa­rıdan hiçbir zorlama olmaksızın ve doğru bir şekilde dü­şünmesini öğrenmiş olan insan, kendisini doğru yoldan saptırmayacak şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Bu yüzden bir insan ancak kendi düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır ki çoğu zaman en iyi kafaların durumu bu merkezdedir.
Diğer yandan bir kimsenin eline bir kitap alarak kendi öz malı olan düşüncelerini ürkütüp kaçırması en büyük gü­nahtır. Bunun Tabiattan yüz çevirip ölü bitkiler müzesini seyretmeye giden yahut harikulade bir manzarayı bir taş baskıdan yahut gravürden incelemeye çalışan bir adamdan farkı yoktur.
Bir insan kendi kendisine düşünerek bir hayli zaman ve çaba sarf ettikten ve düşüncelerini bıkıp usanmadan birbi­rine uladıktan sonra bir parça doğruya veya bir fikre ulaş­mış olabilir; ama böyle olmayabilir ve aynı şeyi kendisini bunca zahmete sokmaksızın bir kitapta hazır olarak kolay­ca bulabilirdi. Böyle de olsa, eğer ona kendi kendisine dü­şünerek ulaşmış ise bu bin kere daha kıymetlidir. Bilgimi­zi ancak bu şekilde elde etmemiz halinde, elde ettiğimiz şey bütün düşünce sistemimizin bütünleyici bir parçası, canlı bir uzvu haline gelir ve böylelikle bildiklerimizle tam ve sağlam bir ilişki içerisinde bulunur; bütün sebepleri ve sonuçlarıyla (daha doğrusu tazammunlarıyla) esaslı bir şe­kilde ancak böylelikle anlaşılır. Kendi düşünme tarzımızın rengini, ayırtısını ve damgasını ancak böylelikle taşır ve böylelikle tam zamanında, tam da gereksinim duyulduğu anda ortaya çıkar; bağlandığı yere sapasağlam bağlanır ve asla unutulmaz. Bu tam da Goethe'nin (gerçekten sahip olabilmemiz için mirasımızı kendi alın terimizle kazanma­mız yolundaki) tavsiyesinin mükemmel tahakkuku, hatta yorumudur:
“Babalarının mirasından kalanı Yeniden kazan, gerçekten sahip olmak için ona.”
Kendi kendisine düşünmesini öğrenmiş bir insan kendi kanaatlerini kendisi oluşturur, otoritelere ancak daha sonra başvurur, başvururken de amacı sadece kendi görüşlerini onlara teyit ettirmek ve böylelikle kendine olan inancını güçlendirmektir. Halbuki kitap-filozofu yola bu otoriteleri koltuğunun altına almadan çıkmaz. Başka insanların kitap­larını okur, onların kanaatlerini toplar ve böylelikle kendisi için onlardan bütün bir sistem oluşturur. Böyle bir sistem mahiyetine ve teşekkülüne akıl erdiremediğimiz bir robota (Gr. automaton) benzer. Buna mukabil kendi kendisine dü­şünmesini öğrenmiş insan, tabiatın vücuda getirdiğine ben­zer kanlı canlı insana benzer. Çünkü eser tıpkı bir insan gi­bi vücut bulur; düşünen kafa dışarıdan gebe kalır ve daha sonra onu rahminde taşır ve zamanı gelince doğurur.
Safi öğrenilmiş doğru bize suni bir uzuv gibi bağlıdır, takma bir diş yahut yapıştırma bir burun ya da en iyi haliy­le bir başkasının dokusundan yapılma bir burun gibi; o sa­dece takıldığı veya tutturulduğu için bize bağlıdır; hâlbuki bir kimsenin kendi kendine düşünerek elde ettiği doğru, tabii bir uzuv gibidir: gerçekten bize ait olan sadece odur. Düşünen insan ile öğrenimden geçmiş olmaktan başka bir meziyeti olmayan insan arasındaki fark buna dayanır. Do­layısıyla kendi kendisine düşünmesini öğrenmiş bir insanın zihinsel kazanımları güzel bir resme benzer ki ışık ve göl­ge yerli yerinde, açıklık ve koyuluklar yumuşak, renk uyu­mu mükemmeldir; tek kelimeyle o hayata sadıktır. Halbu­ki bütün meziyeti öğrenim görmüş olmaktan ibaret olan adamın zihinsel kazanımları her türlü renkle kaplı, olsa ol­sa sistematik biçimde düzenlenmiş, fakat uyumdan, bağın­tıdan ve anlamdan yoksun büyük bir palete benzer.
* * *
“Okumak” kişinin kendi kafası yerine başka birisinin kafa­sıyla düşünmesidir. Fakat kişinin kendi kendisine düşün­mesi tutarlı bir bütünü, bir sistemi—her ne kadar o tam an­lamıyla eksiksiz bir sistem olmasa da—geliştirmek için ça-balamasıdır. Ve bunu başka hiçbir şey, sürekli okumak su­retiyle, başkalarının düşüncelerinin cereyanını (Yani başkalarının düşüncelerinin zihnimize doluşmasını...) güçlendir­mek kadar engellemez. Değişik değişik kafalardan çıkan bu düşünceler, farklı sistemlere ait olmaları, farklı renkler taşımaları nedeniyle, hiçbir zaman kendiliklerinden bir dü­şünce, bilgi, anlayış, yahut kanaat birliğine ulaşmazlar; ter­sine kafayı Babil (Kulesinin dikilmesinden sonra ortaya çık­mış) diller karmaşasıyla doldururlar. Yabancı düşüncelerle tıka basa dolan kafa neticede vuzuh ve sarahatten, açık ve berrak bir anlayıştan yoksun kalır ve belki de bir adım son­ra akıbeti çözülüp dağılmaktır. Eğitimli insanların çoğunda bu gözlemlenebilir bir durumdur ve bu onları sağduyu, doğru yargı ve pratik incelik bakımından, tecrübe ve soh­betle ve biraz da okumanın yardımıyla, dışarıdan çok az bir bilgi edinmiş ve onu da her zaman kendi düşüncelerine boyun eğdirip onunla meczetmiş olan çoğu okumamış kimseye nazaran geri durumda bırakır.
Gerçek manada ilim ile iştigal eden düşünürde, aynı şe­yi, fakat daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar çok faz­la bilgiye ihtiyaç duysa ve çok fazla okuması gerekse de, zihni hepsine hükmedecek, düşünce sistemi içinde bunla­rı eritip hazmedecek ve anlayışının (izafi) organik birliğine boyun eğdirecek kadar güçlüdür ki fevkalade geniştir ve mütemadiyen genişlemesini sürdürür. Ve süreç içerisinde kendi düşüncesi, bir orgdaki kalın sesler gibi, her zaman her konuda ön sırayı alır ve her türden müzik parçalarının birbirine karıştığı, temel ses tonunun tamamen kaybolduğu eski düşüncelerle dolu kafaların hep kaderi olduğu üze­re asla başka sesler tarafından bastırılmaz.
Hayatlarını okuyarak geçirenler ve bilgeliklerini kitaplar­dan elde edenler, bir ülke hakkındaki tam ve doğru bilgiyi seyyahların anlattıklarından elde etmeye çalışanlara ben­zer. Bu insanlar birçok şey hakkında bir yığın şey söylerler; ama aslında ülkenin gerçek durumu hakkında açık, sarih, doğru ve tutarlı bir bilgiye sahip değillerdir. Fakat hayatla­rını düşünerek geçirenler, o ülkeyi gezip görmüş, orada bizzat yaşamış olanlara benzerler; sadece onlar bunların anlattığı şeyin ne olduğunu gerçekten bilirler, oradaki şey­lere dair kendi içinde tutarlı ve kapsamlı bir bilgiye sahip­tirler ve bunların özüne vakıftırlar.
Eleştirel bir tarihçiye nazaran görgü tanığı ne ise sıradan kitap-filozofuna göre düşünür de odur; o doğrudan kendi­sine ait bilgiyi (şeylerin dolayımsız kavranışından hareket­le) konuşur.
Bu sebepten ötürüdür ki kendi kendilerine düşünmeyi öğrenmiş olanlar esas itibariyle hep aynı sonuca ulaşırlar; ve birbirlerinden ayrıldıkları zaman bunun sebebi farklı ba­kış açılarına sahip olmalarıdır, fakat bunlar konunun özü­ne etki etmediği zaman hepsi aynı şeyi söylerler. Hepsi de eşya hakkında yalnızca nesnel bir bakış açısından kendi al­gılarının sonucunu dile getirirler. Yazdıklarımda öyle pasaj­lar vardır ki paradoksal yapılarından ötürü çoğu zaman bunları halka açıklamakta tereddüt etmişimdir; ve sonra­dan hemen aynı düşüncelerin çok uzun zaman önce büyük adamların eserlerinde dile getirildiğini görünce hoş bir şaş­kınlık içerisinde kalmışımdır.
KİTAP-FİLOZOFU
Kitap-Filozofu sadece bir kimsenin söylediklerini ve bir başkasının kastettiklerini, yahut bir üçüncüsünün yöneltti­ği eleştirileri ve benzeri şeyleri aktarır. O farklı görüşleri karşılaştırır, ölçüp biçer, eleştirir ve bir şey hakkında doğ­ru bir kanaate ulaşmaya çabalar; ve bu bakımdan eleştirel tarihçiye benzer. Sözgelimi o, Leibniz hayatının bir döne­minde bir müddet Spinoza'nın takipçisi olmuş mu olma­mış mı vs. bulup çıkarmaya çalışacaktır. Meraklı araştırma­cı sözünü ettiğim şeyin çarpıcı örneklerini Herbart'ın Analy-tische Beleuchtung der Moral und des riaturrechts ve yine onun Briefe über die Freiheitmöa bulacaktır. Böyle bir kimsenin kendisini bunca sıkıntıya sokması bizi şaşırtır; çünkü eğer dikkatini önündeki mesele üzerine vermiş ol­saydı, çok geçmeden kendi kendisine birazcık düşünerek amacına ulaşmış olacaktı.
Fakat (düşünme bahsinde) üstesinden gelinmesi gere­ken küçük bir güçlük var. Sözünü ettiğimiz türden bir şey bizim irademize bağlı değildir. Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez. Düşünceler de insanlar gibi­dir: onları canımızın istediği zaman çağıramayız, teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hak­kındaki düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona harici bir uyarıcı ile zihni-ruhi durum ve dikkatin mutlu uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır; ve bu insanlara hiç­bir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.
Bu durum bizim kişisel ilgimizi cezbeden konularda da­hi açıkça görülebilir. Bu türden bir mesele hakkında bir ka­rara varmak zarureti hâsıl olduğunda, belirli bir anda otu­rup enine boyuna düşünerek bir karara varamayız; çünkü çoğu kez böyle bir zamanda düşüncelerimizi belli bir nok­ta etrafında toplayamayız, onlar bir sürü başka şeyin peşi­ne düşerler, kimi zaman isteksizlik yahut konudan hazzet­meme bile bunun sebebi olabilir. Böyle bir durumda ken­dimizi zorlamamalı, bunun yerine kendiliğinden gelecek uygun ruh halini beklemeliyiz. Çoğu zaman bu, beklenme­dik zamanda gelir ve tekrar tekrar kapımızı çalar; bizi fark­lı zamanlarda etkisi altına alan farklı ruh halleri konuya her zaman taze bir ışık tutarlar. Kararların olgunluğu tabiriyle anlaşılan bu uzun süreçtir. Çünkü bir karara ulaşma işi tak­sim edilmelidir ve süreç içerisinde bir zaman gözden kaçı­rılan birçok şey bir başka zamanda nazarı dikkatimize çar­par; isteksizlik yahut hazzetmeme de kaybolur, çünkü me­sele daha yakından incelendiğinde ilk bakışta görüldüğün­den daha fazla tahammül edilebilir görünür.
Ve bu teorik olarak da böyledir: Bir insan doğru anı bek­lemelidir; en büyük kafalar bile her zaman kendi kendileri­ne düşünemezler. Dolayısıyla boş vakitlerin okuyarak de­ğerlendirilmesi önerilebilir, ki daha önce söylendiği gibi, bu bir kimsenin kendi kendisine düşünmesinin yerine bir ikamedir; bu suretle her ne kadar her zaman bizimkinden farklı bir tarzda da olsa, bir başkasının bizim için düşünme­sine izin vererek, zihne dışarıdan malzeme alınmış olur. Dolayısıyla bir insan, zihninin bu ikameye alışkanlık kazan­dırmaması ve böylelikle önünde duran meseleyi gözden kaçırmaması için; daha önce yürünmüş yolları yürümeye alışmamak ve yabancı bir düşünce yolunu takip ederek kendisininkini unutmamak için çok fazla okumamalıdır. Daha da önemlisi bir insan salt okumak uğruna gerçek dünya ile bağını koparmamalıdır: Bir kimseyi kendi kendi­sine düşünmeye yönelten saik ve haleti ruhiye çoğu zaman kitapların dünyasından ziyade gerçek dünyadan gelir. Bir kimsenin önünde gördüğü gerçek dünya iptidailiği ve gü­cüyle (Ya da: Bir kimsenin sezgisel kavrayışının konusu olan gerçek şey özgün doğası ve gücüyle...)  onun düşüncesinin doğal konusudur; ve düşünen bir kafayı başka her şeyden daha kolay uyarabilir.
Bu mülahazalardan sonra kendi kendisine düşünmesini öğrenmiş bir insanın, bizatihi konuşma tarzıyla, belirgin ciddiyeti ve samimiyeti ile teklifsizliği ve özgünlüğü ile, bü­tün düşüncelerine damgasını vuran şahsi kanaati ve görüşleri ile kitap filozofundan kolayca ayırt edilebileceğini gör­düğümüzde şaşırmayız. Diğer yandan kitap filozofunda her şey ikinci eldir; onun fikirleri nasıl ele geçirildiği belli olma­yan bir eski paçavralar toplamasıdır; o keskinliği kaybol­muş küt bir kafa—bir suretin suretidir. Kalıplaşmış, hatta kaba, bayağı ve ağızlara sakız olmuş ifadelerle ve herkesin rağbet ettiği uydurma sözcüklerle dolu edebi üslubu, ken­dine ait parası olmadığı için tedavüldeki bütün paraların yabancılara ait olduğu küçük bir devletçiğe benzer.
***
Okumak gibi safi tecrübe de düşüncenin o denli az ye­rini doldurabilir. Safi tecrübenin düşünce karşısındaki du­rumu ne ise yemenin hazım ve sindirim karşısındaki duru­mu da odur. Tecrübe, insanlığın ilerlemesinin yalnızca ken­di keşiflerine borçlu olduğuyla övünürken, bedeni bütünlü­ğü içinde ayakta tutmanın kendi işi olduğunu iddia eden ağızdan farklı bir konumda değildir.
***
Gerçekten üstün kabiliyetlerle donanmış bütün kafala­rın eserleri kararlılık ve belirliliğin ve dolayısıyla berraklık ve açıklığın ayırt edici özelliğiyle kendisini hemen belli eder. Bunun sebebi ister nesirde yahut nazımda isterse müzikte olsun, bu tür kafaların dile getirmek istedikleri şe­yi açık ve belirli bir şekilde bilmeleridir. Başka kafalar sö­zünü ettiğimiz bu kararlılık ve açıklıktan yoksundur, dola­yısıyla kendilerini hemen belli ederler.
Birinci sınıf bir kafanın ayırt edici özelliği bütün yargı­larının ve görüşlerinin doğrudanlığıdır. Dile getirdiği her şey kendi kendisine düşünmesinin sonucudur; bu düşün­celerinin ifade bulma tarzıyla dahi her yerde kendisini ele verir. Dolayısıyla o düşünce dünyasında iktidarı ken­di başına her şeyi belirleyen bir prens gibidir. Diğer bü­tün kafalar, üsluplarından da görülebileceği gibi, kendile­rine özgü damgaları olmayan birer elçiden başka bir şey değillerdir.
Dolayısıyla kendi kendisine düşünen her gerçek ve öz­gün düşünür bu ölçüde bir kral gibidir; onun iktidarı mut­laktır ve kendi üzerinde kimseyi tanımaz. Onun yargılarının kökeni, tıpkı kraliyet buyrukları gibi, kendi mutlak iktidarı­dır ve doğrudan kendisinden kaynaklanır. Bir kral bir buy­ruğu ne kadar dikkate alırsa, o da otoriteyi o kadar kaale alır; kendisi yetki vermedikçe yahut onaylamadıkça hiçbir şeyin geçerliliği yoktur. Diğer yandan her türden yaygın gö­rüşlere, otoritelere kulak veren ve önyargıların etkisi altın­da kalan sıradan kafalar ise bu bakımdan yasalara ve buy­ruklara sessizce itaat eden kalabalık gibidir.
* * *
Tartışmalı meseleleri ele alıp bu noktada yetkin kimseleri zikrederek bir çözüme kavuşturmak için böylesine gay­retli ve istekli olanlar, bu sahada başka birisinin anlayış ve kavrayışını kendi eksik ve noksan görüşlerinin yerine koya-bildiklerinde gerçekten mutludurlar. Bunların sayıları say­makla bitmez. Çünkü Seneca'nın söylediği gibi (Herkes aklını kullanmak yerine inanmayı tercih eder.)
Tartışmalarında veya münakaşalarında bu tür insanların rastgele ve sık sık kullandıkları silah otoritelerdir: Bununla birbirlerini vururlar ve her kim böyle bir tartışmanın içine çekilecek olsa, bir savunma tarzı olarak akıl ve muhake­meye başvurmasa iyi yapmış olur; çünkü bu tür bir silaha karşı bu insanlar düşünme ve değerlendirme yeteneğinden zerrece nasiplenmemiş boynuzlu Siegfriedler gibidir. Onun hücumunu otoritelerini (bir mahcup etme yolu olarak) argumentum ad verecundiam (Savunduğunu güçlendirmek için genellikle insanların büyük adamlara, eski âdetlere ve otoritelere saygısından yararlanan)  öne çıkararak savuştururlar ve ardından da zafer çığlığı atarlar.
***
Gerçek dünyada, her ne kadar mutlu, adil ve hoş oldu­ğu ileri sürülebilirse de, her zaman sürekli karşı koymamız, üstesinden gelmemiz gereken çekim yasasının hâkimiyeti altında yaşarız. Fakat düşünce dünyasında çekim yasasının denetiminden kurtulmuş, düşkünlük ve sefaletten azade, bedensiz ruhlar gibiyizdir.
Dolayısıyla bu yeryüzünde soylu ve verimli bir kafanın umutlu ve iyimser bir anda kendisinde bulacağı (mutluluk­la) kıyaslanabilecek bir mutluluk yoktur. (Ya da: Bu yeryüzünde hiçbir mutluluk soylu ve verimli bir kafanın umutlu ve iyimser bir anda kendisinde bulacağı mutlulukla kıyaslanamaz.)
***
Bir düşüncenin çıkagelişi sevdiğimiz birisinin teşrifi gibi­dir. Bu düşünceyi hiçbir zaman unutmayacağımızı ve bu se­vilen kimsenin asla bize kayıtsız hale gelemeyeceğini zanne­deriz. Fakat gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Eğer onu yazarak zaptı rapt altına almaz isek en güzel düşünce bir daha ele geçirilemez biçimde unutulma ve eğer o sevgiliyle evlenmez isek terk edilme tehlikesi altındadır.
***
Düşünen insan için değerli olabilecek birçok düşünce vardır; fakat bunlardan çok azı yankı ya da akis uyandıra­cak, demek istediğim yazıldıktan sonra okurun ilgi ve me­rakını celbedecek kadar güçlüdür.
Hakiki değere sahip olan tek şey bir insanın doğrudan kendi kendisine düşündüğüdür. Düşünürler belki aşağıda­ki gibi sınıflandırılabilirler:
İlk başta kendi kendilerine (ve kendileri için) düşünenler gelir ve ardından doğrudan baş­kaları için düşünenler.
Birinciler hakiki düşünürlerdir, on­lar sözcüğün her iki anlamında da kendi kendilerine düşü­nürler; onlar gerçek filozoflardır, çünkü sadece onlar sami­midir (meselelerini ciddiye alırlar). Ayrıca onların hayatları­nın hakiki hazzı ve mutluluğu düşünmeye dayanır.
Diğerle­ri birer sofisttir; olmadıkları biçimde görünmeyi arzu eder­ler ve mutluluklarını başka insanlardan bu şekilde almayı umut ettikleri şeyde ararlar. Bunlar başka bir konuda sami­mi değillerdir.
Bir insanın bu iki sınıftan hangisine ait oldu­ğu takip ettiği usul ve tarz ile derhal anlaşılabilir. Lichten-berg birinci küme için bir örnektir; Herder hiç şüphe yok ikinci sınıfa mensuptur.
***
Varoluş—bu müphem, esrarengiz, azap verici, rüya gibi gelip geçici varoluş—meselesinin bizim için ne kadar bü­yük ve yakin bir mesele olduğu düşünülecek olursa, bir kimse onun diğer bütün meseleleri ve amaçlan gölgeledi­ğini derhal fark eder;—ve birkaç nadir istisna dışında bü­tün insanların bu mesele hakkında açık bir fikre sahip ol­madığı, hatta ondan tamamen habersiz gibi göründüğü, fa­kat kendilerini bunun dışında her şeyle meşgul ettikleri; ya meseleyi doğrudan gözardı ederek ya da yaygın revaç bul­muş bir metafizik sistemin yardımıyla onu kabule hazır va­ziyette ve tatmin olmuş olarak, günlerini gün etmekten başka bir şeyi düşünmeksizin ve önlerindeki daha uzun günleri nadiren hesaba katarak yaşadıkları düşünülecek olursa—insanın ancak en uzak anlamda düşünen bir varlık olursa—insanın ancak en uzak anlamda düşünen bir varlık olduğu fikrine ulaşabilir ve insanın düşüncesizliğinin yahut budalalığının emareleriyle karşılaştığında özel bir şaşkınlı­ğa kapılmaz; bilakis sıradan bir insanın zihinsel yahut dü­şünsel görüş ufkunun, ne geçmiş ne gelecek bilincine sa­hip, bütün hayatları deyiş yerinde ise sürekli bir şimdiden ibaret olan hayvanlarınkinden çok da ileride olmadığını, arada öyle zannedildiği gibi geniş bir aralık bulunmadığını bilir.
Esasen bu bir fikir silsilesini birbirine ulayıp bir muha­kemeye dönüştürmelerini imkânsız kılacak derecede dü­şüncelerinin saman çöpü gibi doğrandığına tanık olduğu­muz çoğu insanın sohbet tarzıyla doğrulanır.
Eğer bu dünya gerçekten düşünen insanlarla dolu ol­saydı, her türden gürültü bu denli evrensel biçimde ta­hammül görmezdi—onun haddizatında en korkunç ve en amaçsız biçiminde görüldüğü gibi.[4]
EĞER TABİAT İNSANI DÜ­ŞÜNDÜRMEYİ AMAÇLAMIŞ OLSAYDI, ONA KULAKLARI VERMEZDİ YA DA HER HALÜKÂRDA ONU, YARASALARIN MUTLU VE KISKANILASI DU­RUMUNDA OLDUĞU GİBİ, SAHİP OLDUĞU KULAKLAR YERİNE HAVA GEÇİRMEZ SARKIK PARÇALARLA DONATIRDI. FAKAT HAKİKATTE İNSAN TIPKI GERİ KALANLAR GİBİ ZAVALLI BİR HAYVANDIR VE MELEKE­LERİ ONU SADECE HAYAT İÇİN MÜCADELESİNDE DESTEKLEYECEK ŞEKİLDE TASARLANMIŞTIR; DOLAYISIYLA O PEŞİNDEKİNİN YAKLAŞTI­ĞINI HABER VERMESİ İÇİN GECE GÜNDÜZ HER ZAMAN AÇIK KU­LAKLARA İHTİYAÇ DUYAR. (s.129-143)
Kaynakça
Schopenhauer,  trc: Ahmet Aydoğan [Kitap]. - Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, 2011, İstanbul.


[1] (Gr. Areios pagos, Ares Tepesi, Atina'da en yüksek mahkemenin toplan­dığı yer. Bu isimle adlandırılmasının sebebi görülen ilk davanın Nep­tün'ün, oğlunu öldürmekle suçladığı Ares'in (Mars) davası olmasıydı.)

[2] IGenç erkek güzelliğinin timsali. Roma imparatoru Hadrianus'un gözde­si. (110-30). Birlikte çıktıkları Mısır gezisi sırasında Nil'de boğulması üzerine, imparator hatırasına tapınaklar ve heykeller diktirmiş, öldüğü yerin yakınlarında Antinopolis adında bir kent kurdurmuştur.)
[3] Durumun gereği olarak anlamında Latince hukuk terimi.
[4] (Kast edilen kırbaç şaklamalarıdır ve Über Lârm und Gerâusch başlıklı makalede müstakilen ele alınır. Ve orada şu düşüncelere yer verilir:
"Eğer büyük bir elmas küçük küçük parçalar halinde kesilirse, derhal bütün olarak sahip olduğu değeri kaybeder yahut bir ordu küçük birlik­lere bölünse bütün gücünü kaybeder; tıpkı bunun gibi büyük bir zihin dışarıdan müdahaleye maruz kalmasıyla, rahatsız edilmesiyle, dikkati­nin dağıtılmasıyla yahut ilgisinin başka bir yöne çevrilmesiyle birlikte, sıradan bir zihne göre sahip olduğu üstünlük ve ayrıcalığı kaybeder; çünkü onun üstünlüğü, tıpkı iç bükey bir aynanın üzerine düşen ışığın bütün şualarını teksif etmesi gibi bütün gücünü tek bir noktaya ve ko­nuya yoğunlaştırmasını gerektirir. Gürültünün sebebiyet verdiği sekte yahut fasıla bu yoğunlaşmayı engeller. Bu sebepten ötürüdür ki kalbu­rüstü kafaların çoğu, hangi türden olursa olsun rahatsızlık verici her şey­den, birdenbire araya girip düşüncelerini dağıttığı için her zaman nefret etmişlerdir. Ve her şeyden evvel gürültüden ileri gelen keskin ve şiddet­li kesintiden sürekli bizar ve şikâyetçi olmuşlardır. Sıradan insanlar bu tür bir şeyi pek dikkate almazlar. Bütün Avrupa uluslarının en zeki olanı "Asla Müdahale Etme! (Kesintiye Uğratma)" diye özetlenebi­lecek düsturu on birinci emir olarak kabul etmiştir... Metnin tam çevi­risi dizinin ikinci kitabı olan Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine'de bulu­nabilir.)



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar