ALLAH TEÂLÂ’NIN ZÂTI NEREDEDİR?
YAZAN
Merhum
Müderris, Hâfız Âdil Efendi
Gelecek
Asırların Büyük Adamı
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين
والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه ووارثه اجمعين نستعين من نوره بحرمة اسمائه اجمعين
Rahman ve Rahîm olan Allah
Teâlâ’nın bütün isimlerinin ifade ettiği güçlerin yardımıyla yazmaya başlarım.
Bütün hamdü şükür ve senalar Allah Teâlâ Teâlâ’ya özgüdür.
Allah Teâlâ’nın acıması,
Meleklerin bağış dilemesi, inanırların duası her türlü selâtü selâm Peygamber
efendimize, onun Al-ü eshâbına Ehlibeyt ve vârislerinin üstüne olsun. (Âmin)
Allah Teâlâ’m seni olduğun
gibi tanımayı ve tanıtmayı bana nasib et. Bu hususta yardımını benden esirgeme.
Kalemimin hata üzere işlemesine fırsat verme. Hangi gücünü öğretmek için
kaleminle ifadeye çalışacaksam kalemime o gücünün hâkim olmasını uluhiyyetinden
istiyorum. Bu yirmibeş yıllık ısrarlı isteğimi reddetmeyip kabul buyurduğunuzu
ilmi gücümün bana verdiği cesaretten anlıyorum. Özlemini çektiğim ilmi
yardımınızı görünce senin güçlerini senin kullarına tanıtmak zorunda kaldım.
Senin güçlerini tanıtan ilâhiyat
Profesörlerinin kaleminden çıkma okuduğum yüzlerce eser beni bu işe bu kadar
zorluyamamıştı. Görev telakki ederek üstlendiğim dünya küresinden çok ağır olan
şu yükü bana, kalemime yüklemeyip Kalp ve Kalemime güç veren nur gücüne
taşıtmanı niyaz ediyorum.
Bizim okuyucularımızdan
dilediğimiz, anlayama- dıkları cümlelerin altlarını çizerek o cümleleri bir
veya iki defa tekrar okumalarıdır.
Sayın okuyucum ifade ve
anlamı dağlardan ağır olan şu mutlak meçhul olan varlığın güçlerini anlamak
için okumaya girerken içinden ona yönel olağanüstü anlayış iste ki onun anlamak
istediği gücü yolundaki sonsuz boşlukları doldura, yoluna oturan büyük dağları
kaldırada sende o gücü rahat rahat tanıyasın. Allah Teâlâ’yı tanıyıp tanıtmaya
çalışanlara çamur, diken atanlar pek çok olur. Onu anlayıp onaçiçek, gül
atanlarda tek tük bulunur. İşte şu azları uyarmak isterim.
Bu eseri hazırlarken
faydalandığım beş kaynağı hatırlatmak isterim Âyeti Kerîme, Hadisi Şerif, İcma,
Kıyas ve bunlara aykırı olmayan ilhamdır. Mülhematımı[1]
yazarken dört delile muhalif olmaması için azami titizliği gösterdim. Öyle
olduki mülhem bir bilginin doğru olup olmadığını incelemek üzere bazısıyla on
yıl, bazısıyla onbeş yıl. Bazılarıy lada yirmi yıl kadar uğraştım.
Eserimde gelişi güzel,
İslâm esasları ile ölçülmeden yazılan tek cümle yoktur. Lâkin benim ölçüp
paketleyip pazara sürdüğüm mülhem bilgilerimin % 90’ı yeni bilgilerdir.
İnsanların bilip tanımadığı, akılların görüşüp tanışmadığı bilgilerdir.
Akıllara misafir gönderdiğim bilgileri iç dünyalrına en az üç gün misafir
etsinler onlarla üç gün ilgilensinler. Yeteri kadar ilgilenenler misafirlerinin
saygı değer doğru varlıklar olduklarını göreceklerdir.
Eserin amacı Cenâb-ı Allah
Teâlâ’yı insanlara tanıtmak ve bildirmektir. Diğer eserlerimde aynı amaca
yöneliktir. Vereceğim bilginin tümü ancak eserlerimin tümünü okumakla
sağlanabilir. Tam yararlanmanız için eserlerimin hepsini okumanızı tavsiye
ederim. Ben şimdilik altmışı aşan ömrümün Elli yılını onu tanımak teşebbüsüyle
tükettim. Elli yıl ömrüm daha varsa yine aynı uğurda tükenecektir. Türkiyede
her bakımdan beğendiğim bir dostuma reva görülen cezalar. Beni münzevi bir
hayata sevketmiştir. Bu saik kuvvet beni ömür boyu Mihrab’da tuttu, tanıyıp
tanıtma görevimde en büyük dikkati sağladı.
Ehlüllâha yönelen haksız
cezalar bana diyorduki sen Cenâb-ı Hakk’tan olağanüstü servet toplamaya bak
topladığın servetin dağıtılmasını düşünme birikmiş serveti varislerin dağıtması
tabii bir şeydir. Hemde tüm bir ihlası temin etmiş olursun. İşte şu teşvik ve
muhtıraya uyarak eserlerimin yayınlanmasını ölümümden sonraya bıraktım. Bilgi
ve kabiliyette bana en yakın olan çocuğumun eserlerimi yayınlaması evlatlık
görevidir.
Dostum bilki;
VARLIKLAR İKİ TÜRLÜDÜR.
Birici tür varlık ilâh
olan zâtın zatiyet yapısının gereği olan ışık varlıklarıdır.
İkinci tür varlıklar; Allah
Teâlâ’nın 99 isminin ifade ettiği güçlerin oldurduğu varlıklardır.
İlâh olan zât’ın zâtiyet
yapısının tabii gereği olan varlıklar ilâhî güçlere göre yok hükmmündedir. İlâhî
güçlerin var ettiği varlıklarda ilâh olan zata göre yok hükmündedir. 99 güçden hangisi bir varlığı işlediyse o
varlık işleyen güce göre varlık hükmündedir. O varlığı işlemeyen güçlere göre
ise o varlık yokluk hükmündedir.
Esmâi hüsnadan birbirinin
tam mânâsını taşıyan Müteratif isimler vardır.
Bunlar Rahman, Rahim,
Rauf gibi bir mânâda üç isim olur. Bu üç mükevvinin tekvin (varettiği eser)
aynıdır. Bazanda aynı mânâda iki isim olur. Bu iki ismin tekvin ettiği eser
aynı olur. Aynı mânadaki çift isimlere örnek Kebir, Mütekebbir, Celil, Celal,
Aliyy Müteal gibi böyle isimler kendi sanat varlıklarını yokluk hükmünde
varlık görmezler. Çünkü hepsinin sanat varlığı aynıdır. Sözün daha iyi
anlaşılması için şöyle İfade edelim:
Esmâi hüsnadan olan Allah
Teâlâ’nın her ismi ifade ettikleri mânâ doğrultusunda eserler, varlıklar var
ederler, Allah Teâlâ bütün isimleriyle ayrı ayrı çeşit çeşit, varlıklar
yaratıcıdır.
Örneğin vacid (Vücuda
getiren) gücü ile sadece vücut varlık var eder. Bu varlık cansızdır. Cansız
olduğu için Muhyi gücüne göre yok hükmündedir. Ne zamanki Muhyi gücü o varlığa
can verir o zaman o varlık muhyi gücüne göre varlık hükmünü kazanır.
Bu varlık sâdece şu iki
güce göre varlıktır. Semi Basîr güçlerine görede varlık hükmünü alabilmesi için
semi gücünün o varlığı işitir duruma, Basîr gücünün o varlığı görür duruma
getirmesi gerekir. Bir varlığı varlık saymada bütün İlâhi güçlerin durum ve
tutumu işte böyledir. İnsan varlığının güçler nazarında tam varlık olması bütün
güçlerin işlediğinden dolayıdır, diğer varlıkların eksik varlık olması o
varlıkları tüm güçlerin, tam işlemediği içindir.
Şu iki türlü varlık
arasındaki ayrımı açıklayalım, ilâh olan zâtın zât’ın zatiyet yapısının
gereği olan varlıkların başlangıcı, sonucu yoktur, Ezeli ve ebedidirler. İlâhî
güçler bu varlıkları imhada edemez. Çünkü o varlıkların varlığını güçler var
etmediki o varlıkların varlığını güçler yok edebilsin, onlar güçlerle yok
edilemez ve ilâh olan zattan ayrılamazlar. Daima zât’ın çevresinde onunla
beraberdirler. Onun zât’ından asla ayrılamazlar.
Eğer ilâh olan zât’ın
aydınlığı olan bu varlıklar zât’ın çevresinde olmasalar zattan akseden yeni
ışıklar güçlerin var ettiği varlıkları yok ederler, çünkü güçlerin var ettiği
fâni varlıklar o varlıklara tahammül edecek kudrette yaratılmamıştırlar.
Cennete girmek üzere ikinci kez yaratılacak olan insanlar o ışıklara
dayanabilecek kabiliyette yakılacaklardır.
Cenâb-ı Allah yalnız Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin fâni vücudunu zât’ının ışıklarına
tahammül edebilecek seviyede yaratmıştır. Bu dünyada bu zattan başka bu ışıklara mütehammil varlık yoktur.
Nitekim Hz. Musa;
“Ya Rabbi! Bana zât’ını
göster, zât’ını gözlerimle görmek isterim”
dediği zaman Cenâb-ı Hakk;
“Ya Musa senin fâni
varlığın beni görmeye tahammül edemez. Tahammül edemiyeceğini kesin bilmen için
senin varlığından zâtımın ışıklarına daha tahammüllü olan karşı dağa bak o dağa
zatımı gösteriyorum, eğer o dağ zatımın ışıklarına tahammül ederse senin
varlığında tahammül edebilir. Ozaman zatımı sanada gösteririm” deyince Musa aleyhisselâm, dikkatle dağa
baktı. Cenâb-ı Hakk o anda zât’ının çevresindeki ışık örtüsünü açıp, zât’ını
dağa gösterdi. O anda dağ yok oldu yeri çukurlaştı. Musa aleyhisselâm bayıldı,
nihayet ayıldı bu varlığın ilâhi zatı görmeye tahammül edemeyeceğini aynel yakîn,
Hakkal yakîn, anladı.
Cenâb-ı Hakk iyonosfer ile
ozonosfer adında iki tür hava tabakasını güneşle yer küresi arasına koymuştur.
Bunlar güneşten gelen öldürücü ışıkları filitre gibi süzerek, kendi
bünyelerinde tutarlar. Güneşle aramızda bu iki tür hava tabakası olmasa yeryüzündeki
tüm canlılar kısa zamanda ölürler.
Tıpkı bu örnekte olduğu
gibi Cenâb-ı Hakk kendi zatı ile güçlerinin yarattığı varlıkların arasına zât’ının
aydınlığı olan ışık tabakasını koymuştur. Bu ışık katları zât’ının tabii aydınlıklarıdır. Bu altı adet ışık
katından Cenâb-ı Hakk’ın zatıyla yüzyüze olan zata en yakın olan ışık taba
kasına “arş” denir. Şu noktaya çok büyük dikkat gerekir. Çünkü arş
iki tanedir.
Birinci arş yaratık olmayıp ilâh olan zât’ın ışığı “aydınlığı”
olan arştır.
İkinci arş ise Allah Teâlâ’nın yarattığı en büyük
yaratılmış varlık olan arştır.
Cenâb-ı Hakk Kur’anı
Kerimde şu iki arştanda bahseder. Çok insanlar bu iki arşı tek arş sandılar.
İşte bu sanı, işi büsbütün karıştırdı. Şimdi Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının aydınlığı
olan ezeli ve ebedi arşa ait olan âyeti kerimeyi dinleyip “gayri mükevven”
(YARATILMAMIŞ) olan birinci arşı anlayalım. Aslında şu iki arşın hiç bir
yönden birbirine benzerliği yoktur. Çünkü yaratık olmayan, yaratık olana
hiç bir cihetten benzemez. Bunlar yapıda, özde; özellikler de birbirine tam
aykırıdırlar.
ZÂT-I İLÂHİNİN GAYRİ MÜKEVVEN (Yaratılmamış) OLAN ARŞI
Arş: İlâh olan zât’ın zatiyet yapısının tabii, ezeli
ve ebedî olup, gayrı mükevven ve zatıyla yüz yüze olan aydınlığıdır.
Arş: varlığındaki
özellikler.
(1) — Bu aydınlıklar gayrı mukavven “ilâhi
güçlerle yaratılmamıştır.” Güçlerle ilgisi ilişkisi yoktur. Zât’ın tabii
aydınlığıdır.
(2) —Zattan ayrılamazlar.
(3) —Zatla beraber ezeli ve
ebedidirler. Faniliği geçiciliği kabul etmezler. Allah Teâlâ’nın ülkelerinde
kaldıkları sürece.
(4) —Zatla yüz yüzedirler. Genellikle onun zât’ının
yöresinde çerçevesinde kalan zât’ının tabiî ışık örtüsüdür.
(5) —İlâhi güçlerle
hayatlandırılma (canlandırılma kabiliyetini taşımaktadırlar) mükevven
değildirler, ama Allah Teâlâ dilerse onları güçleriyle tekvin oldurabilir.
Nitekim Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin maddesiz ruh varlığının Atomik çekirdeği, özü, zatı İlâhinin
arş adını alan aydınlığından ufak bir zerredir. Cenabı Allah Teâlâ bir hadisi
kudside bu gerçeği ifade ederken şöyle der:
خلقت
نور محمد من نور وجهى
“Zâtımla daima yüz yüze olan.
Zatımın aydınlığından bir atomik aydınlığı yokluk hükmündeki varlığından
çıkarıp tam varlık hükmüne ulaştırmak üzere onu nur gücümle nur oldurdum.” Daha açık bir deyimle yokluk hükmündeki
hükmî varlığı, varlık hükmünü taşıyan hakiki varlık yaptım der.
Bu noktayı biraz daha açık
ifâde edelim. Cenabı Allah Teâlâ zât’ının aydınlığı olan yokluk hükmündeki
aydınlıklardan bir zerrecik aydınlığı hükmî varlıktan hakiki varlığa ulaştırmak
isterse o zerrecik aydınlığı zât’ına özgü olan alanlardan çıkarır. Yaratıklara
tahsis ettiği sonsuz uzay boşluğuna sevkeder. İlâhî zâtın zâtına özgü ışık
katlarından çıkarılan yokluk hükmündeki hükmî varlık, hükmî varlığınıda
yitirir. Büsbütün yokluk hükmünü alır. Sonrada yokluk hükmünü alan o yokluğu
yaratır. Onun ilk yaratması böyle olmuştur. En şerefli varlığının
aydınlığını zât’ından uzaklaştırarak önce yok edivermiş. Sonrada o yokluktan
Hazreti Muhammedin nurunu nur gücüyle yaratmıştır.
Cenâb-ı Hakk
zâtının aydınlığı olan hükmi varlığını hakiki yokluğa dönüştürdü, sonrada
hakiki yokluğu hakiki varlığa dönüştürdüğü için
لم يكن نور محمد جزءا من نور ذات الله
Hazreti
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Nuru Allah Teâlâ’nın zât’ının nurunun
bir parçası değildir. Çünkü Cenabı Nur zât’ının aydınlığından
النور ابعد نرر ذاته من ذاته كان نوره عديماً تاماً ابعده عن ذاته
bir nebzecik
aydınlığı zât’ının huzurundan tamamen uzaklaştırdı, o da zattan uzaklaştığı
için mutlak bir yokluk tam bir adem yokluk oldu. Yanan ampül sönünce odanın içini dolduran
aydınlıklar, ışıklar kendiliğinden nasıl yok olu yorsa zâti İlâhîden uzaklaşan
ışıkta aynen öyle yok oldu. Hatta mutlak ve tam bir yokluk oldu.
كون الذات الالهى بالنور وجود المنور من نور عديم
Zatı akdesten
uzaklaştırılarak sonsuz uzaya doğru açılıp kendiliğinden yok olan yokluğu ilâh
olan zât nur gücüyle varlığa dönüştürdü. İlk münevver varlığın varlığını
böylece oldurdu. Muhammedî olan Nur böylece var edilmiş oldu.
Nitekim Cenâb-ı Hakk ihlas
suresinde “Lemyelid” Allah Teâlâ zâtından bir parça bölüp geliştirerek
hiç bir varlığı üretip türetmemiştir, der.
Onun zât’ından ne hakikatan ne de hükmen ayrılan bir varlığın varlığı
üzerine evrenin varlık temeli atılmamıştır. Cihan varlığının temel çekirdeği
Allah Teâlâ’nın zât’ından akseden aydınlığın yok edilmesinden sonraki yokluğun
üstüne eğilen Nur gücünün etkisiyle meydana gelmiştir. Cenâb-ı Hakk kendi
zâtının özel arşı olan aydınlığının yeteneğini belirtmek üzere şöyle buyurur.
و كان عرشه على الماء
İlâh olan zâtın arşı hayat
dolu varlığın var edilmesine sebep olmak üzeredir. Buyurur. Onun zâtının özel vatanı olan kendi
aydınlığındanatomik bir aydınlığın yokluğu şu koca kâinatın varlığına sebeb
olmuştur. Zât’ın en ufak aydınlığının meydana getirdiği yokluk bütün mükevvin (Yaratan,
yapan Allah Teâlâ) güçlerin sonsuz olarak çalışmalarına gerekli yokluk
malzemesini hazırlamıştır.
Su nasıl hayata sebeb ise
yoklukta varlığa öyle sebebtir. En büyük hayat, varlık hayatıdır. Varlık
olmadan hayat olmaz. O halde Ayetî Kerimedeki mânâ onun arşı ilk varlıkları
var edecek gücün var etme doğrultusundadır. Biçiminde olmalıdır, daha başka bir
deyimle ilk varlığı var eden nur gücü zâtın kendine özgü ülkesinden
uzaklaştırılıp yok edilen arşın herhangi bir bölümünü var etmeyi üstlenmiştir. Üstlenmenin
nedenini Cenâb-ı Hakk yukarıdaki ayetin devamında şöyle gösteriyor.
لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
“Sizi var ediyoruzki, sizin
hanginizin varlığının amelinin işinin daha güzel olduğunu size gösterelimde
sizde varlığınızın ne olduğunu anlıyasınız” (Mülk, 67) der.
Anlaşılıyorki, gayrı
mükevven olan arşın altında bizim bildiğimiz yaratık su yoktur. Hayat suyu olan
yaratık, sudan hayat kabiliyeti kinaye edilmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem bir hadîsi şerifinde gayrı mükevven olan arşın altında Allah Teâlâ’nın
zât’ının aydınlığından yetmiş hicabın olduğunu söyler. Bu hadîsi şerif de arşın
altındaki varlığın bizim bildiğimiz suyun olmadığını açıkça göstermiş “mâ”
kelimesini sözlük anlamında kullanmamamızı hatırlatmıştır. Çünkü onun arşı
yaratılmış varlık değildir. Yaratılmış bir mevcut olmadığı için;
الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
“Rahmanın zatı, zât’ının
aydınlığı olan kendi arşına oturmuştur.” (Tâhâ, 5) Diyerek zât’ının eylenip kaldığı ülkesini bildirmiştir. Onun
zâtının kendisine özgü vatanlarından herhangi birisi de tavattun[2]
etmesi, vatanlarında eğlenip kalması mekân ittihaz etmesi demek değildir. Çünkü
bizim bildiğimiz mahal, mesken ve mekânlar ilâh olan zâtın güçleriyle
yaratılmış varlıklardır. Yaratılmış bir varlığa ilâh olan zât’ın yerleşmesi
o varlığa muhtaç olduğunu aklımıza getirir ki, böylesi bir düşünce ve inanç
küfür ve şirktir.
İtikat ilmi üzerinde derin
ihtisası olan, eserler yazan Ebül Hasen Ali, “El Emâli” adlı eserin
şöyle der :
Arşın sahibi olan zât arşm
üstündedir, ama o zât orayla birleşmedi, orayı mekân edinmedi diyerek ilâh olan
zât’ın yaratılmış arşın düzeyinde olduğunu sanmıştır. İşte bu basireti olanlar
için açık bir hatadır. Bence Cenâb-ı Hakk’ın zatı yarattığı varlık
kürelerinden bir küreye iniş yapıp yâhud bir küreye yaklaşacak olsaydı yerküresini
(Dünya) bütün kürelere tercih ederdi.
Çünkü yerküresi (Dünya) her
küreden şerefli ve önemlidir. Kelâm mütehassısları Allah Teâlâ katındaki seviye
bakımından insanlarla meleklerin mukayesesini yapmışlardır. Bu iki varlıktan
hangisinin daha üstün olduğunu araştırmışlardır. Araştırma sonunda insanları
meleklerden haklı olarak üstün kabul etmişlerdir. Gerçekte budur.
O halde yerküresi arş
dediğimiz yaratık varlıktan daha şerefli daha değerli, daha önemlidir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk’ın yalattığı küreler şerefini, değerini sakinlerinden alırlar. Arş
küresinde melekler, yer küresinde insanlar oturur. İnsanların Allah Teâlâ
katındaki şerefi meleklerden üstün olduğuna göre yer küresinin şerefi de arş
küresinin şerefinden üstündür. Şu taktirde Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının
yarattığı varlıklardan birinin yurduna şeref verecek olsa, meleklerin yurduna
değil; insanların yurduna şeref verir veya ednâya yaptığı ziyareti âlayada
yapardı.
Melekler yaratılış
itibariyle Allah Teâlâ’ya itaat etmeğe mecburdurlar. Tabiatları gereği Allah Teâlâ’ya
başkaldırma özgürlükleri yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın arşa yapacağı ziyaret melekler
için ne yarar sağlar ama Allah Teâlâ’nın arza yapacağı ziyaret beşere büyük
hidayeti sağlar ve hikmetli olurdu. Şu halde Cenâb-ı
Hakk’ın zâtı ne arza gelmiş ne de yaratık “mükevven” (yaratılmış) olan arşa
gelmiştir.
Onun zât’ının şeref verdiği
sözü edilen arş meleklerin göğüslediği, diğer bir kısım meleklerin üstünde
teşbih ve takdis ettikleri yaratık arş değildir. İlâh olan zât’ın arşı ancak
zât’ının dışa akseden tabiî aydınlıklarıdır. Bu aydınlıklar ne nur
gücüyle yaratılmış münevver bir varlıktır ne de vacid gücüyle yaratılmış mevcut
bir vaklıktır. Ne Hâlık gücüyle yaratılmış mahlûk bir valıktır, ne de diğer
güçleriyle yaratılmış varlıktır.
O halde Allah Teâlâ’nın
zâtının köşkü olan bu tabii aydınlık köşküne tekvin fabrikasına girmiş, nede
oradan çıkmıştır. Bu takdirde burası tekvin fabrikasının oluşturduğu herhangi
bir mekân değildir. Biz Allah Teâlâ’nın zatı, zât’ının tabii aydınlığındadır
derken onun zât’ına mekân isnad etmiş olmuyoruz. Çünkü o aydınlık tekvin
olunan mekân değildir. Zât’ından çevresine vuran ve sonsuz olarak duralayan
sabit ışıklardır.
İşte o büyük mukaddes zât,
zât’ının aydınlık arşında eylenip kalır. İşte bu aydınlık arşının çapını,
çevresini kendisinden başkası bilemez. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizde bu hususta birşey bildirmemiştir. Arş katına hiç bir melek bir
defa bile girmiş, oraya yükselmiş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin çağrıldığı gibi çağrılmış değildir. Melekler orayı bilmezler bile
Cebrail aleyhisselamın bu konudaki bilgisi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bilgisi gibi görmeye dayalı bir bilgi değildir. Levhi mahfuzdaki
malûmata dayalı bir bilgidir.
İlâh olan zât’ın, zatı işte
şu sözü edilen aydınlık arşında genellikle eylenip kalır. Orada bulunur, zâtı akdesin
bulunduğu yer “Kendi nefsinin aydınlık ülkesi” kendi güçleriyle var
ettiği varlıkların var edilme yeri olamaz. Bu nedenle oraya mekân, mahal,
mesken veya yaratılmışlığı ifade eden bunlara benzer bir kelime ile herhangi
bir ad verilemez Oranın adı sadece Allah Teâlâ’nın zât’ının tabiî aydınlık
arşı olabilir.
Kimi insanları
gördüm ki, Allah Teâlâ’nın zât’ının zatiyet varlığını, kendisiyle beraberce
kendi evinin içerisinde olduğunu sanıyor. Ya da kendi köyünde, mahallesinde
veya yerküresinde Allah Teâlâ’nın zâtının insanlarla beraber bulunduğunu
sanıyorlar. İşte bu anlayış çok yanlıştır. İnsanlarla beraber her zaman her
yerde bulunan Allah Teâlâ’nın zatı değildir o zât’ın güçleridir. Şu söze dikkat
etmeli.
الذات الالهى مبعد عن الكون فى كل كون كونه باي احد اسمائه
“İlâh olan zât hangi gücüyle
varlık var ederse etsin, onun zât varlığı güçleriyle var ettiği varlıklardan
çok uzaktadır. Onun zatı güçleriyle var ettiği varlıklara ne yaklaşır, ne o
varlıkların üstüne iner, ne de o varlıkların içine girer. Sâdece o zât
güçleriyle varlıkları içten, dıştan kuşatmıştır. Zâtı o var ettiği varlıklardan
çok uzaktadır.”
Hazreti Ömer radiyallâhü
anh müslümanlığı kabul etmeden önce şeker, un ve yağdan mürekkep helvayı eliyle
ilâh yaptı. Sonra ona taptı, daha sonra da o taptığı ilâhı yedi. Müslüman
olduktan sonra da bu işine gülerdi. Ben öyle müslüman, mümin kişiler gördüm
ki, Allah Teâlâ’nın zât varlığını yiyeceği varlıkların içerisinde olduğuna
inanır. Hz. Ömer gibi inandığı zât’ın varlığını yiyeceği varlıkla yer
bitirir, ya da Allah Teâlâ’nın zât varlığını kendisinin varlık bünyesinde
sanar. Kendisine ilâhlık süsü verir. Kendisinin tükenip bitmesiyle onun zât’ını
da tüketir bitirir.
İşte bu tehlikeli
inanışları önlemek için kâinatı yaratan zâtın nerelerde olacağını, nerelerde olmayacağını,
insanlara öğretmek zorundayız.
ZATI İLÂHİNİN
GAYRI MÜKEVVEN OLAN YETMİŞ HİCAB ARŞI
Arşın ışıkları Cenâb-ı Hakk’ın
zatıyla yüz yüze olan zât’ının tabii ışık uydusudur. Hicap ışıkları ise zattan
biraz daha uzak düşen, arş ışıklarının dış tarafından arş ışıklarıyla yüz yüze
olan; ilâhî zâtın tabiî aydınlıklarıdır. Miraç gecesi Cebrâil Aleyhisselam Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize Allah Teâlâ’nın zât’ına giden yolda
arkadaş olmuştu. Yetmiş hicabın sınırına artık yaklaşmışlardı. Cebrâil
Aleyhisselam için tehlike çanları çalıyordu. Daha ileri gitmenin getireceği
felâketi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle beyan ederek, beyan
ettiği anda bulundukları noktada kalmak için müsaade istedi, şöyle dedi:
وقال جبريل عليه السلام إن لله دون العرش سبعين حجابا لو دنونا من أحدها لأحرقتنا سبحات وجه ربنا
“Şüphesiz ki, gittiğimiz
yolun biraz ilerisinde Allah Teâlâ’nın zât’ının aydınlığından yetmiş adet ışık
katının sınırına yaklaşmış olacağız. Bu hicabların ilki arş ışıklarının bittiği
noktada başlar. Şu yetmiş tabaka ışık: Cenâb-ı Hakk’ın zâtına yakın olmada
arşın ışıklarından daha geridedir. Etkileri arş ışıklarının etkilerinden daha
azdır, ama ben hicab sınırından içeri parmak ucu kadar “Bir milim” giriversem
Rabbimizin zât’ının sübühâtı olan o hicap ışıkları benim meleklik varlığımı
yakar Beni öldürüp yok eder,” der.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının
dilediğinde bulunacağı zâtına özgü ülkelerden İkincisi de bu yetmiş kat tabiî
hicab ülkeleridir. Zât’ının şu tabiî aydınlık katlarında hâdis varlık
oldurulmaz. Bu nedenle oralar havadis mahallî değildirler, oralarda varlık
oldurulmaz. Bu nedenle oralar mekân da değildirler. Allah Teâlâ’nın zatı
mekânda iskân etmekten münezzehtir.
Hicab katları fâni
varlıkların, yaratık varlıkların mağrec (Çıkacak yer, merdiven) ve med (Uzatma, çekme) halleri de değildir. Hiç bir fâni ve
yaratık varlık hicab katlarına kendiliğinden yükselip giremez. Aydınlık
katlarının tabiî yapıları yaratılmış her varlığın tabiî yapısını tabiatıyla yok
eder. İlâh olan zât’ın nur gücüyle varettiği münevver varlık evrenlerine
nüfuz etmede melekler içerisinde Cebrail Aleyhisselamdan vücudu daha dayanıklı
hiç bir melek yoktur. Cebrâil Aleyhisselam tâ, maaric (merdivenler-mertebeler)
tabakalarının dış sınırında duraklayıp, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
durumun tehlikeli yönünü arzedecekti, ama gördükki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin hatırı için tehlikeli durum kaldırılmış, Zâtı akdese (Mukaddes zât)
yaklaşmaya fiilen müsaade verilmiştir. Yetmiş hicab tabakalarının kapalı
durumunu görünce kendisine ancak buraya kadar müsaade edildiğini anlayıp Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme de anlattı. Resulün hatırı için, o güne kadar
yükselemediğine yükseldi.
Şunu bilmenizi isterim ki,
hükmen var saydığımız İlâhî şualar, zât’ın güçlerinin oldurduğu hakiki
varlıkları karşılaştıklarında yok edip, varlık olmaktan çıkarırlar.
ZATI İLÂHİNİN GAYRİ MÜKEVVEN OLAN “A’M” ARŞI
A’mâ tabakası: Bu ışık tabakası da ilâh olan zâtın, zât’ından
dış çevreye yansıyan tabiî ışıklarıdır. Şu ışıklarda yaratılmış varlık
değildirler. Bu ışık tabakası, zât-ı akdesden dışa doğru uzanan üçüncü tür ışık
tabakasıdır. Bu tabakanın enlemi ve boylamı her yönüyle ilâhî zât’ın özel
vatanıdır.
Bir ara Hz. Aîşe radiyallâhü
anha vâlidemiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme şöyle sorar:
“Yaratılanlar yaratılmadan
önce ilâh olan zât’ın zâtı nerede idi?”
Hz. Aîşe annemiz bu soru
ile Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının özel yurdunu direk öğrenmek ister. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem de istenen bilgiyi vermek üzere şöyle buyurur.
رسول الله صلى الله عليه و سلم قال
كان في عماء ما تحته هواء وما فوقه هواء
:
وخلق عرشه على الماء
“Altı ve üstü geçiciliği
kabul etmeyen ezeli ve ebedî olan a’mâda idi.” Buyurur. İlâhî zât’ın tabiî şulesi olan a’mâ
adlı ışık tabakasının Cenâb-ı Hakk’ın zât’ına doğru olan üst tarafta yetmiş
tabakalı hicab ışıkları vardır. Bu ışık varlıkların geçiciliği kabul etmeyen
devamlı duralayan ezeli olan sâbit ışıklardır.
A’mâ ışıklarının altı ise
yine geçiciliği kabul etmeyen ezeli ve ebedî olan 70.000 adet ikinci hicab
adındaki ışık tabakalarıdır. A’mâ isimli tabiî aydınlık tabakasının yeri hicab
adlı iki tür hicab ışığının arasıdır. Amâ tabakası da zatı ilâhının özel
ülkesidir.
ZÂT-I
İLÂHİNİN GAYRI MÜKEVVEN OLAN YETMİŞ BİN HİCAB ARŞI
İkinci hicab tabakası: Bu tabakanın ışıkları da ilâh olan zâtın zatiyet
yapısından dış çevreye doğru uzanıp yetmiş bin adet ışık tabakasını meydana
getiren dördüncü tür ışık tabakasıdır. Burası da Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının
dördüncü tür özel ülkesidir.
O, dilerse zatı itibariyle
arş ülkesinde, dilerse birinci hicab ülkesinde, dilerse a’mâ ülkesinde, dilerse
izahına çalıştığımız ikinci hicab ülkesinde bulunur.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimizin şeref dolu sözüne göre, o mukaddes zât’ın zatiyet
yapısındaki dehşeti, görünürlük ve görünmezlik kabiliyeti taşıyan şu yetmiş bin
adet ışık tabakası önlemektedir. Eğer şu yetmiş
bin ışık tabakası kaldırılacak olsa zât’ının aydınlığı olan arş, birinci hicab
ve a’mâ ışıkları yaratıkların tümünü yakıp yok eder. Nitekim Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisi şerifinde aynen böyle bildirir.
انَ اللَّهِ سَبْعُينَ أَلْفَ حِجَابٍ مِنْ نُورٍ وَظُلْمَةٍ لو كشفها لا
حرقت سبحات وجهه ما ادركه بصره من خلفه
“Şüphesiz ki, ilâh olan zât’ın
yöresinde nur ve zulmetten yetmiş bin adet hicab ışığı vardır. O eğer bu
hicabları açacak olsa zât’ının şerefli, tabiî ışıkları her varlığı yakıp yok
eder.” Zât-ı akdesin tabiî
aydınlığı olan altı adet ülke ışıklarının tümüne “subuhat”[3]
adı da verilir. Zât-ı Akdes yarattığı her varlığı gördüğü, onun görmesinden hiç
bir varlığın hariç kalamayacağı için hadisi şerife her varlığı yakıp yok eder
manası verdim.
Merhum, Mevlid nazmının
sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin miraç gecesi Allah Teâlâ’nın zâtının özel arşlarında dördüncü arşı
olan yetmişbin tabîi ışık katının dıştan ilk katının sınırına yaklaşınca o
yetmiş bin ışık katı açıldı. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’nın zâtına doğru ilerlemesi için yol açıldığını şu kısa cümle ile ifade
buyurmuştur.
Ref olup ol şâha yetmiş bin hicab
Nuru tevhid açtı vechinden nikab
Vechinden : zât’ından
nikabın açılması, zât’ının tabiî ışıkları olan subuhat nikâplarından bir tür
nikâbı daha açtı demektir. Çünkü yetmiş bin nikâptan daha içten â’ma
nikâpları, yetmiş bin hicab nikâbları, arş nikâpları vardır. Hazreti
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem zâtı Allah Teâlâ’nın zâtına doğru
ilerlerken Hz. Allah Teâlâ zât’ının yöresindeki bu nikapların tamamını açtı O da
açılan yönden O’nun zâtını gördü.
Kardeşim Cenâb-ı Hakk bana
şiirle gerçekleri dile getirme yeteneğide vermiştir. Şu kâinattan başkaca olan
hâdis olmaktan beri olan ülkelerin varlığından söz ederken O’nun bana verdiği
manevi varlığımdan birazcık söz ederek kendimi tanıtmak isterim. Dikkat ve
inançla oku :
Sunmak isterim
Dostum sana pendimi
Tanıtmak isterim
Âciz kendimi
Baba tarafımdan
Nesebim paktır
Yapmadım utanır
iş Hep yüzüm aktır
Babam Erzurumlu
Bilin Efendim
Bir çok Âlimlerden
İlim öğrendim
İlâhım Allah Teâlâ’dır
Ona taparım
Her işimi onun
İçin yaparım
Peygamberim
Muhammed
Mustafa Mutî oldum ona
Tutmadım kafa
Medyunum Allaha
Dinim islâmdır
İslama inancım
Şüphesiz Tamdır.
Kur andır medresem
Hadis, mektebim
Hanefidir benim
Fıkhî mezhebim
Mülhem ilmime deme
Dinmi, Mehepmi
Bilınemki müfterim
At mı, Merkepmi?
Küfürle nallanmış
Çifte atıyor
Tam Mü’mine
Kâfir diye çatıyor.
Küfür güneş gibi apaçık yanar
Serserinin serinde
Küfür yüklü kalemler
Dursun yerinde
Allah Teâlâ güçlerinden tutunan elim
Âlemi uluiden akan bir selim
Bana baraj olanlara güçlüler derim
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Ben ne Peygamberim nede mehdiyim
Şimdiden sözümü peşince deyim.
Ne ağayım dostum nede bir beyim
Güçlülere ihlas gerekir gerek.
Bende olmayanı bana katmayın
Yalan,
bühtan ile Bana atmayın
Şeytan metânını alıp satmayın
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Beni geçimlik için istismar etme
Bitmez hâzineyim tepipte gitme
Süt
veren atanım ısırıp çatma
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Mutlak doğrununda çıktı düşmanı
Hatırla be dostum haksız şeytanı
Varmı sözlerimin şüpheli yanı
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Sevdiğine çalar iftira çanı
düşman yıkmak ister şöhreti şanı
Zayıf gibi kurur güçlünün kanı
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Tanı Allah Teâlâ’nını, Tanı Atanı
Sev
milletini ve bu vatanı
Birlik için çarpsın güçlüler kanı
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Batmayan güneşim, bir nevi mâhım
Ne esir sultanım, ne tutsak şâhım
Geceden bezmişe yeni sabahım
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Gel benim izimden zarar bekleme
Açık sözlerime teevvil Ekleme
Sapık, sarhoş gibi kem sözler deme
Güçlülere ihlas gerekir gerek
Emanettir sana cesedin canı
İlmimi oku, ol, ilim sultânı
Tamamla ilimle kulluk dâvanı
Güçlülere ilim gerekir gerek
Nefsine taht kur, cehlini kaldır
Okuda bu ilmi dostlara bildir.
İlmi yayan araç kalemle dildir.
Güçlülere ilim gerekir gerek.
Öğüt verir sana Hz. Alîmin kulu
Doksan sekiz türdür, bilme, tanıma yolu
Bunları yazıyor Âdil’in eli
Güçlülere ilim gerekir gerek.
Âdeme ilm için yapıldı sücûd
Cahil sırf gölgedir olamaz vücûd
Âlim
olda, yine varlığın unûd
Güçlülere ilim gerekir gerek
İlimle tanınır Hakk’ın güçleri
Ancak odur güçlülerin taçları
O var eder varlıkları hiçleri
Güçsüzlere güçler gerekir gerek
Âlimden ilim almaktan
En önce onu bilmekten
Cehli kökünden silmekten
Ar edemem Ar edemem
Âlim’den gelen kudretim
İlim gibi yoktur devletim
Onda saklı hep servetim
İlim
gibi kâr edemem.
İlim hâkim beyne, dile
İlm için olurum köle
Bu yolda ölmekten bile
Ar edemem Ar edemem
İlim için eğilirim
İlimle kendim bilirim
Döğülürüm tepilirim
İlim gibi kâr edemem
Öğretene yol olmaktan
Sobasına kül olmaktan
Kapısında kul olmaktan
Ar edemem Ar edemem
İlim için aç kalmaktan
Hastalanıp hiç olmaktan
Yeni bir bilgi bulmaktan
Ar edemem Ar edemem
İlim varlık pınarıdır.
Cehalet Cehennem narıdır
İlim varlık, cehil yokluk mezarıdır
İlim için ar edemem
Cehil pislikten berbattır
Onu başta taşıyamam
O, yılandan zehirlidir
Ben onunla yaşıyamam
Cehil öyle muzir şeyki
Hayırları şer eder
Cenneti Cehennem sayıp
Bakan gözü kör eder
Ey alîmi mutlak
Seninle ilgili ilmi ver.
Rûhumun zamirine
Kimler neler derse desin
Demircinin Demirine
Yap kulunu ilmi derya
Doldurdukça dolmasın
Öyle ilim ver onaki
Misli nasib olmuş olmasın.
***********
Kıymetli okuyan dostum!
Ben aciz asırlar boyu süren
koyu bir gizliliği açmakla görevliyim. Halbuki bu düğümü çözmekten ayaklarının
tozu değerinde bile olamadığım sahabeyi kiram, tabimi zîşan ve meşhur urefa sakındılar,
sakınmayı sünnet saydılar.
Bende ilâhî güçlerden söz
etmek bid’at onların kapalı, örtülü kalmasını sünnet sayıyordum. Fakat ilâhî zât’ın
bediğ gücü ruhumu öyle zorladı ki ruhum o kapalı kapıyı kudreti oranında açmaya
mecbur kaldı. Ruhuma gelen ilham muhtıralarından biri şöyle diyordu.
“Samimi inanır, düşman
mermisiyle can vermekten bile çekinmeyip savaş cephesine koşar, sen dostlarının
kaleminden çıkan mermilerden mi korkuyorsun.”
Nefsimden yan çıkarda
kaleminden kurşun atan bir dostuma vereceğim cevapla onu incitirim endişesinden
dolayı eserlerimin hayatta iken yayınlanmasını uygun görmedim. Bu işi benden
sonrakilere bıraktım.
BİR GERÇEĞİ İFADE
Yazan: Hüsnü
DEMİRCİ
Öyle sanıyorumki merhum
müderris Âdil Hocanın Cenâb-ı Hakk’ı tam tanıması için yaptığı duayı Cenâb-ı
Hakk kabul buyurarak ona kendisini tanıyacak yeteneği ve bilimi vermiştir.
Merhum bir beyitinde şöyle der :
Yap kulunu ilmi derya
Doldurdukça dolmasın
Öyle
ilim ver onaki
Misli nasip olmasın
Merhum zât ilim kelimesini
eserinde tahlil ederken derki :
“İlim kemesi kelime yapıp
kelime üretmede nasıl Alim kelimesinin masdarı mahreci ise Alim kelimeside mâna
üretmede ilim kelimesinin masdar ve mahrecidir.” “Yani Âlim’in meydana
getirdiği ilim kelimesi Allah Teâlâ’nın güç erini bilmek için ihdas edilen bir
kelimedir” der.
İşte şu anlayış içerisinde Cenâb-ı
Hakk’a yalvarırken yukarıda yazdığım beytinde “öyle ilim ver banaki”
seni öyle bir bilime, seni öyle bir anıma, seni öyle bir anlama ver banaki “misli
nasip olmuş olmasın” Bu büyük ümmetin içinden bugüne kadar gelip
geçenlerden hiç birine nasip etmediğin seni bilme ve tanımayı bana nasip et
diyerek Allah Teâlâtan olağan üstü ilim ve marifet istemiştir. İşte şu
isteğini, Cenâb-ı Hakk’ın kabul buyurduğuna inanıyorum.
Ben Şeyhi Ekber Muhyiddini
Arabi kaddesellâhü sırrahu’l azîzin Allah Teâlâ hakkındaki biliş ve tanıyışını “Futuhat
Mekkiye”nin dördüncü cildinde öğrendim, meşhur İmamı Gazali rahmetullahi
aleyhin Allah Teâlâ hakkındaki ilmini, “Maksadül Esna Fîşerhi esma illahil
hüsna” adlı eserinden öğrendim. Birçok mutasavvıfların, Allah Teâlâ hakkında
bilgi veren önderlerin, liderlerin eserlerini okudum, merhumun Allah Teâlâ hakkında
verdiği tatminkâr bilgiyi hiç birinde göremedim, hiç birinde bulamadım. Allah
Teâlâ hepsinden memnun olsun beni bu ulu önderlerin yolundan ayırmasın Âmin.
Merhum Âdil Hoca cevher
yüklü deniz altı gemisi gibi sezsizce dünyadan gelip geçmiştir. Ne ilmi
sayesinde etrafında adam toplamaya yönelmiş ne de dünyalık temin etmeye
yönelmiştir, bu yönlere yönelmeden bizleride men etmiştir, onun öğüt ve dileği
doğrultusunda eserlerini yayınlamaya çalışacağız. Onun eserlerini yayınlamak
için bizi teşebbüse geçirende teşebbüsümüzü gerçekleştirecek olanda Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ’ya her zaman için şükür borçluyuz.
ARTIK KALEMLE KELÂMA GİRELİM
Allah Teâlâ’yı tanıtan
bilgi dalına kelâm ilmi adı verilir. Bu ilmin ruhunu teşkil eden mesele ilâhiyat
meselesidir. İlâhiyat konusunu ele alıp Allah Teâlâ’yı tanıtmaya çalışan, irili
ufaklı kelâm yazarlarından Arapça Türkçe olmak üzere iki yüzden fazla şahsın
eserini okudum. Özellikle ilâhiyat sorununun liderleri olan Matüridi ve Eşari’nin
itikât mezheplerine bağlı söz sahiplerinin görüşlerini dile getiren yazarların
kitaplarına eğildim. Bunlardan aldığım ilhamla bu kitabı yazmağa başladım.
Kitabı yazmaya başladığım gün Kur’anı Kerîm’in ilk sure ve ilk âyeti olarak
meşru olan her işe başlarken okuduğumuz besmele âyetini çok mânâlı gördüm, bu
görüşümde büyük ölçüde sorumluluk hissi olduğundan görüşüm önceki görüşlerime
benzemiyordu.
İlk inen âyet “Allah Teâlâ’nın
ismi ile oku buyuruyor”, Kur’an-ı Kerim’in ilk âyetinin ilk kelimeside Bismillâh
: “Allah Teâlâ ismi ile okumaya başlarım” âyetidir.
“İsim” kelimesinin ne olduğunu öğrenmek için
kitaplara müracaat ettim, isim kelimesinin kökü, sözlük anlamı, istilâh anlamı,
hangi babtan geldiği, ismi en önce kimin koyduğu, ismin niçin koyulduğu,
isimler müsemmanın aynı olup olmadığı, isimlerin çokluğu müsemmayı çoğaltıp
çoğaltmayacağı, Allah Teâlâ’nın asıl ve tercüme isimleri, bu ikisinin
tenzihleri gibi isim hakkında çeşitli bilgi konuları karşıma çıktı isim
kelimesini incelemek için bu konuları incelemek zorundaydım, İsim hakkında
gerekli bilgiyi hazırlamaya çalışırken Allah Teâlâ’ya ait isimlerin kutsal
atmosferinden içeriye girdim. Gördümki bizim gibi Cenâb-ı Hakk hakkında
bilgi vermek için kaleme sarılan nice yazarlar gerekli bilgiyi vermekten âciz
kalmışlar. Bunlardan bazılarında âczin gerekçesi olarak inkâr,
bazılarında da akıl almaz bir ikrar olmuştur. Okuduklarımı yazarlar gibi
benimde aklım almamıştı.
Hemen o kutsal atmosferden
geri çekildim, isim kelimesi hakkında diğer bilgileri temin etmeye çalıştım. Bu
sırada akıl ve mantığın birazcık dinlenmiş ve aydınlanmıştı. Sonra acze düşen
müelliflerin görüşlerinin delillerini kutsal kitabımız Kur’anı Kerimde aradım
Kur’ anı Kerim daima Allah Teâlâ’nın isimlerinden haber veriyordu. Ama
isim kelimesine sayı kaydı koymayıp mutlak bırakıyordu. Bu yüzden Allah
Teâlâ isimlerinin sayısıda bilinmiyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin Kur’anda geçen kutsal kelimelerden doksan dokuzunun Allah Teâlâ’nın
güzel isimleri olduğunu belirten hâdisi şeriflerini gördüm.
İsim meselesi sınırlandığı
için Allah Teâlâ hakkında bilgi verme işi biraz daha kolaylanmıştı. Ama Arap dili üzere söylenerek bildirilen
Allah Teâlâ’nın âsil isimlerinin birde tercüme isimleri meydana çıkmaya
başladı. Bu kez dünya üzerinde konuşulan yüz otuzbeş çeşit dile yapılacak
tercüme isimleri düşündüm, dil sayısı nekadar kabarık olursa olsun müslüman bir
toplumun veya milletin Allah Teâlâ’ya ait 99 arapça ismini kendi dillerine
kolayca tercüme edebileceklerini, tercüme isimlerle Allah Teâlâ’ya yalvarış
yakarmalarının kolaylığını gördüm.
Bundan sonra bu konunun
ağırlığı benden biraz daha kaldırıldı. Allah Teâlâ’yı tanımak için gerekli
sözleri söylemeye yeterli cesaret hâsıl oldu. Bundan böyle isim, sıfat
sorunlarını incelemeğe cesaret ettim. İlk iş olarak (SAGARÜN) veznindeki
“sıfatun”, çoğulu “evsafün” kelimelerini Kuranı Kerimde aradım .Çünkü
varlıklardaki nitelikleri ifade eden kelimeler bunlardır .Kendi kendime
herhalde yaratık varlıkların niteliklerini bildiren şu kelimeler Allah Teâlâ’nın
niteliklerini de Kuranı Kerimde bildiriyordur. Düşüncesiyle bu kelimeleri
Kur’anı Kerimde aramaya başladım. Aradığım kelimelerin Allah Teâlâ’nın
nitelikleri hakkında kullanıldığım Kur’anı Kerimde Hadisi Şeriflerde bulamadım.
Bu kelimelerin Allah Teâlâ hakkında
kullanılıp kullanılmadığını aramak hakkımdı. Çünkü Kur’anı Kerimin nazil
olduğu devirdeki Araplar “vasıf”ı “sıfat” kelimelerini kullanıyorlardı. Müşrik
Arapların Allah Teâlâ’ya yaptıkları hatalı isnatlarından dolayı vasıf
kelimesini Cenâb-ı Hakk şu âyeti kerimede kullanmıştır.
وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُواْ لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ
(Senin güçlü olan Rabbın
onların hatalı vasıflandırmalarından münezehtir.) (En’âm, 100)
Ayeti kerimesine vasfen
kökünden gelen (Yesifûn) kelimesi geçmektedir. Sıfat vasıf kelimesinin sözlük
mânâsı beyan etmek, açıklamaktır.
Nahiv bilginlerinin
yazarlarına göre “sıfat” zât’ın gücü veya o gücün etkisiyle ortaya çıkan
mânâdır. Örneğin; kuvvetli olan kardeşini gördüm cümlesindeki kuvvetli sözü, zât
olan kardeşin sözünün sıfatıdır. Sıfat o zât’ın durumunu azda olsa
açıklamıştır. Veya dövülen Hasan’ı gördüm cümlesinde döven zât’ın güç etkisiyle
meydana gelen mânâdır. Buna sıfat derler.
İşte sıfat bundan ibaret
olduğu için nahivcilere göre bir zatı ifade eden isim kendi kendisine muzaf
olamadığı gibi kendi sıfatına da muzaf olamaz. Çünkü sıfat zattan başka bir
varlık değil zât’ın kendisidir. Senin Zarif kardeşini gördüm sözünde sıfat olan
zarafet zât olan kardeşten başka bir şey değildir. Sözün özü nahivcilere
göre sıfat mevsufun kendisinden ibarettir. Kelâmcılar sıfatın tarifinde
nahiv bilginlerinden ayrılmışlardır. Sıfat mevsufun kendisi olamaz derler. Bu
konuda kopan fırtınalar işte şu görüş ayrılığı ile başlamıştır. Ehli sünnetin
görüşü çok isabetlidir. Sıfat zât’ın tâ kendisi olsa ilâhî zattan artık sıfatıyla
bir varlık arayamayız.
İlâhî zât’ın sıfatlarının
Kur’anı Kerim’de Hâdisi Şeriflerde” vasıf” “sıfat” kelimeleri ile ifade
olunmayıp Allah Teâlâ isimlerinin mânâları ile ifade olunmasında elbette büyük
hikmetler vardır. Merhum kelâm
imamları Allah Teâlâ’nın sıfatlarını isim kelimesi adı altında inceleyecek
olsalardı bizim için daha faydalı olurlardı kanısındayım. İlâhî zât’ın kutsal
isimlerini incelerken elimde olmayarak düşündüm. Allah Teâlâ yalnız Arap
milletinin ilâhı değil ki onun isimleride Arap dili üzere yalnız Arap’a ait
olsun. Arapça söyleyen ilâhî zât’ın isimleri kelime itibariyle Arap milletine
âid olduğuna göre o kutsal isimlerin sıfatları olan manalarının tercümleri de
arap olmayan milletlere aitdir. O halde kutsal isimlerin mânâları olan
sıfatlarda ilâhî zât’ın tercüme isimleri olmalıdır Bu itibarla ortadan sıfat
sorunu ve ihtilâflarıda çözülmüş olur.
İlâhî zât’ın tercüme
isimleri arap olmayan müslüman milletlerin kutsal ilimlere olan zikir, dua ve
yalvarmalarındaki ihtiyaçlarını kolayca karşılar. Böylece her müslümamn kendi
dilince yapılan tercüme isimlerle ilâhî zata yalvarması tâbii ve şer’i bir
hakkı olduğu ortaya çıkıyor. Akıl ve vicdanımın arap olmayan müslüman
milletlere tercüme isimleri tabii bir hak tanıdığını görünce elimde olmayarak
şöyle söyledim, (Felillahi’t teracümül esmail hüsnâ) ilâhî zât’ın güzel
isimlerinin tercümeleri ilâhî zât’ın, tercüme isimleridir. İlâhî zata ait özel
ve güzel isimlerdir. Tercüme isimler ilâhî olduğuna göre ilâhî zata ait olan
arapça isimlerin mânâlarını sıfat açısından değil tercüme isim açısından ele
alıp incelemek daha doğru olacak. Arap olmayan inanır (mümin) müslümanların
dillerince tabii hakları olan ilâhî zât’ın tercüme isimlerine saygı göstermiş
oluruz.
Nitekim Cenâb-ı Hakk ve
elçisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem böyle yapmışlardır. İlâhî zât’ın
güçlerini ifade eden “vasıf” kelimelerini Allah Teâlâ Kur’anı Keriminde bir
defa bile zikretmediği halde isim kelimesini Alak suresinin 1 nci, Alâ
suresinin 1 nci, Esra suresinin 110 ncu Araf suresinin 180 nci, El Hakk’a
suresinin 52 nci ayetlerinde ve daha bir çok yerlerde zikretmiştir.
Öyle sanıyorum ki Cenâb-ı Hakk’ın
kendisini sadece kutsal isimleri ile tanıtmaya çalışması asıl isimlerinin
mânâlarını tercüme isim olarak ele alıp incelememize kuvvetli bir işaret Arap
olmayan müslüman milletlerin kendi dilleriyle ilâhî zât’ın adlarını zikretme
haklarına riayet, sıfat, zât, bölücülüğünden men, böylesine gereksiz bir
tefrikaya düşenlere kesin bir delili hidâyettir.
İnancına sahib olmak üzere
iken Cenâb-ı Reşit Rüşt gücüyle yardımıma yetişti. Onun bu özel yardımı
sayesinde diyebilirim ki;
اياى احل اسرار
الاسماء الحسني
“Allah Teâlâ isimlerinin kapalı
mânâsı yalnız bana çözdürüldü.”
Asırlarca bu kutsal isimler
üstünde asılı olan kilitler yalnız bana açtırıldı. Benim bu işle öğünüp iftihar
etmeye hakkım yoktur. Çünkü bu kapalı mânâ kapılarını açtıran Hz. Fettah, ben
ise iradesiz kapalı mânâ anahtarı hükmünde bir fatihim.
İlâhi Rüşt yardımı
yetişince gördümki Hz. Allah Teâlâ’nın 98 isminden herhangi birisi geriye kalan
97 ismin mânâsını taşıyor. Örneğin Hz. Allah Teâlâ’nın bir ismi vâciddir. Vâcid
Allah Teâlâ’nın maddesiz varlıklardan maddeli varlık var eden gücüdür. İlâhî
zât bu gücüyle madde yaratıcı olduğu gibi bu gücüyle bilici, işitici, görücü,
dileyici sözün özü geriye kalan 97 ismin her birerinin gücü ile bu güç
güçlüdür.
Hz. Allah Teâlâ’nın
işitmeyen sağır gücü yoktur. Görmeyen kör gücü yoktur. Bilmeyen gafil gücü
yoktur. Adil olmayan haksız gücü yoktur. Acımayan katı gücü yoktur. Hülâsa
Allah Teâlâ’nın her ismini sözünü ettiğim Vâcid gücüne göre kıyaslayınız.
Denilebilirki, madem ki
esmâi hüsnâdan bir isim 97 ismin mânâsını ifade edip onların tümünün taşıdığı
gücü taşıyorsa geriye kalan diğer 97 ismin ayrı ayrı zikredilmesinde ne hikmet
ve ne yarar vardır. Birinci hikmet 98 adet her isim kendi mânâsını zimmen
taşıyan kendinden başka olan tüm esmâi hüsnanın genel merkezi ve mutlak
mümessili hükmündedir. Onların bünyelerinde mevcut olan gizli güçler o
sözlük ve istilâh mânâsı açık olan ismin şahsında ifade ve tefsir olunur.
Böylece her isim kendisinin
açıkça taşıdığı mânâyı, gizlice taşıyor, diğer kutsal isimlerin anlam kaynağı
olmuş olur. Esmâil hüsnadan her hangi birisi öbürlerinin tümünün mânâsını
kapsadığı halde öbürlerine ayrı ayrı zikredilmelerinin ikinci hikmeti
yaratıkların ihtiyaçlarını Allah Teâlâ’ya arzetmesinde kolaylık sağlamaktır.
Nitekim cenabı Alim bir âyeti kerimede;
قُلِ
ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ
فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ
بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
“Her hangi bir ihtiyacınızı
karşılamak için Cenâb-ı Alim’in her hangi bir ismine müracaat edersenz ediniz, ihtiyacınızı
karşılayacak her güç onun her isminde mevcuttur”[4]
buyuruyor. Esmâi hüsnadan her isim bu derece geniş mânâ taşıyorsa bunlar lafız
ve mânâ itibariyle hepsinin ismi azam olması gerekmez mi ?
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem neden bunların içerisinde başka bir ismi azam olduğunu
söylüyor. Biçiminde gönlünüze gelen
bir soru ile karşı karşıya gelebilirsiniz. Bu soru şöyle çözümlenir, Esmâ-i Hüsnâ’dan
her isim diğer isimlerdeki mevcut güçleri kendi bünyesinde korur. Genel
müdürlüklerin şube ve daire müdürlerinin güçlerini kendi bünyeleride bir nev’i
koruduğu gibi, birde kendi bünyesindeki genel müdürlerin güçlerini kendisinde
bulunduran bakanlık gücü vardır. İsm-i Âzam tıpkı bakanlık gücü gibidir. Esmâ-i
Hüsnâ’dan genel müdürlük düzeyindeki bütün isimlerin güçlerini toptan kendi
bünyesinde ifade eden güce isme İsm-i Âzam denir. O isimde olsa olsa Allah
Teâlâ bilirki “Allah” ismidir.
Doksan dokuz ismin her biri
geriye kalan 98 ismin taşıdığı gücü taşıdığına göre tek bir isimle yetinilmek
gerekir iken, yetinilmeyip 98 ismin ayrı ayrı zikredilmesindeki üçüncü hikmet; Allah
Teâlâ’nın zât’ını tanıtmada kolaylık sağlamaktır. Zât’ını tarif ederken
tarif de sıkıntı çekmemek içindir.
Kutsal isimlerdeki şu derin
ve çok geniş kapsamlı ifadeyi görünce artık anladımki Allah Teâlâ’ya özgü
doksan dokuz isminden hiç birinin tercümesini yapmak mümkün değildir, çünki
Allah Teâlâ’nın doksan sekiz isminin ifade ettiği mânâları toptan ifade eden
bir kelimeyi dünya dillerinde bulmak mümkün değildir.
İlâh = Allah Teâlâ sminin taşıdığı mânâyı
taşıyacak bir kelimeyi elde etmek nasıl mümkün değilse diğer ilâhi isimlerden
her hangi birisinin taşıdığı mânâyı taşıyacak bir kelime temin etmekte mümkün
değildir. Bence Allah Teâlâ ismiyle diğer doksan sekiz isim arasında tek bir
fark vardır, o da şudur.
“Allah” ismi hem bize
bildirilen doksan sekiz ismin ifade ettiği mânâyı ifade eder, hem bize bildirilmeyen
diğer isimlerin ifade ettikleri mânâları ifade eder, diğer doksan sekiz isim
ise sadece doksan sekiz ismin mânâsını ifade ederler, bildirilmeyen isimlerin
mânâlarını ifade etmezler, işte “Allah” ismi bu yönden diğerlerinden farklı
olduğu için ismi azamdır.
Gerçek
böyle olduğuna göre her milet Allah Teâlâ’nın “Allahça” olan isimlerini olduğu
gibi öğrenmek zorundadırlar. “Tanrı, Huda, God,” diye gibi
uydurmaca tercümeler Allah Teâlâ’nın hiç bir ismine tercüme olamaz. Bunlarla
namazada girilemez. FAKIHLERİN BUNLARLA NAMAZA GİRİLİR DİYE VERDİKLERİ CEVAZ “MÜSADE”
İSABETE DAYALI BİR CEVAZ DEĞİL, ZARURETE DAYALI BİR CEVAZDIR.
İLAH OLAN ZÂT’IN
GAYRİ MÜKEVVEN OLAN SEMA ARŞI
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur;
ارحمو من فى الارض
يرحمكم من في السماء
“Yer küresinde olanlara
acıyınızki semasında olan zatta size acısın”, der.
Kendi semasında olan zât’ın
Cenâb-ı Hakk’ın zatı olduğunda şüphe yoktur, ama onun seması bizim semamız gibi
değildir, semanın sözlük mânâsı gök, boşluk uzay demektir. Evrenin sonsuz uzayı
fani, hâdis varlıklarla doludur. İlâhî zât’ın zât’ına özgü olan uzayda fâni
ve hâdis varlık yoktur.
Çünkü onun zât’ına özgü
olan uzay zât’ının ışığı, aydınlığı ile doludur. İlâhi zât’ın eserinin
doldurduğu uzaya hiç bir zaman ilâhi güçlerin meydana getirdiği, (oldurduğu-yarattığı)
eserler dolamaz. Çünkü ilâhi güçlerle oldurulan varlıklar zât’ın varlığı olan
aydınlıklara doğru yaklaştırılacak olsalar, bu varlıklar kendiliğinden yok
olurlar. Hâdis varlıklar kadime yaklaşırken yok olurlar sözü çok doğrudur.
Cenâb-ı Hakk’ın zatı diğer
arşlarında hareket ettiği gibi sema arşında da hareket eder; ama onun hareket
ve sekenâtı hiç bir zaman güçleriyle yarattığı varlıkların harekât ve
sekenatına benzemez. Kimi insanlar Allah Teâlâ’nın zât’ını yaratılan mânevi
veya maddi varlıkların içerisinde sanırlar.
Şu şekerin içinde
olan Allah Teâlâ’ya yemin ederim, şu çayın içerisinde olan Allah Teâlâ’ya yemin
ederim, diyerek şekeri yiyen, çayı içen mümin ve müslüman adamları gördüm. Bunlar sanıyorlar ki Cenâb-ı Hakk’ın bize
boynumuzdaki şah damarımızdan yakın olması, Allah Teâlâ’nın zât’ının yakın
olmasıdır. Öyle sanıyorlar ki Allah Teâlâ’nın zatı her kürre ve zerrenin
dışında, içinde mevcuttur. İşte böyle bilme onu gerçekte bilmemektir, o nun zât’ını
tanıyamamaktadır.
Hazreti Allah Teâlâ zât
itibariyle yarattığı her zamandan, yarattığı her madde ve mekândan münehzehtir. Hazreti Allah Teâlâ zât yapısını tamamen
açıp yer küresine yüz binlerce katrilyon kilometre uzaklıktan yirmidört saat
devamlı gösteriverse yer küresinin tüm varlığı yirmi dört saat içerisinde
toptan yok olur.
Bir hadisi kudside, “ben
yer ve gök kürelerine sığmam ama kulumun kalbine sığarım” der. Buradaki
kalbe giriş zât itibariyle giriş değildir. Kalbe giren zât’ın güçleridir.
Onun güçlerini ne yer küresi nede boşluktaki diğer küreler insanlar kadar bilip
kavrayamazlar. Sonsuza doğru uzanan güçlerimin, yarattığım her varlığın
atomlarını içten, dıştan kuşattığını insanlar kürelerden daha iyi bilir
demektir.
Hazreti Allah
Teâlâ zât varlığı itibariyle, zatiyet yapısı itibariyle yarattığı varlıkların
ne içlerinde nede dışlarında ne de bu varlıkların yakınlarında vardır. O,
sadece zât’ının güçleriyle her yerde her zaman ve her mekânda var ve hazırdır.
O güçleriyle her yerde hazır ve nazırdır.
İLAH OLAN ZATIN GAYRİ MÜKEVVEN OLAN MEÂRİÇ ARŞI
Cenâb-ı Hakk meâric arşı
hakkında Kur’anı Kerim’de şöyle buyurur;
مِنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِج تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ
إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ
“Yüce makamlar sahibi olan
Allah'tandır. Melekler, ruh, büyük melekler, dünya ölçüsüyle, sizin
hesaplarınıza göre elli bin yıl tutan bir günde O’nun huzuruna yükselerek
çıkar.” (Meâric, 3-4)
İlâh olan zât’ın mearic[5]
adlı makamları vardır. Cisim kesafetinden den beri olan meleklerle cebrail
aleyhisselâm o makamlardan güçlerle var edilen hâdis varlıklara dıştan en yakın
olanının sınırına melek lik hızlarıyla elli bin yıla eşit olan bir günde ancak
gidebilirler, der.
Meâric isimli makamlarda
istediğinde Cenâb-ı Hakk’ın zât’ının bulunacağı, durup eğleneceği makamlardır. Bu makamların sayısı belli değildir. İlâhî zât’ın
zât yapısının tabii ışıklarının ördüğü makamlardır. Zatı
İlâhinin güçleriyle tekvin “var ettiği” varlıklardan meâric makamlarında varlık
yoktur. Olamazda. Çünkü o makamlardaki ilâhi şulelere
mükevven varlıkların yaklaşması mümkün değildir. Şâyet yaklaştırılacak olsalar
yok oluverirler.
Mülhem anlayışıma göre ilâh
olan zât her gücüyle bilici, her gücüyle acıyıcı, her gücüyle yaratıcıdır.
Yaratan güçler ayrı ayrı güçler olduğu için yaratılan varlıklarda ayrı ayrı
varlıklardır, yaratan güçlerin çok olması zatı ilâhinin birden fazla olmasını
gerektirmez. Birliği bozmaz. Cenabı Allah Teâlâ en önce ilk yaratacağı gücüyle
yaratacağı varlık hakkında nefsinden bir plânlama yapar, sonra varetmesini
plânladığı varlığın yok kalmasına aynı gücüyle acır. Ayrıca o gücüyle var
edeceği varlığın gücünü tanımasını sever. Sevdiği içinde o gücüyle yaratır.
İşte Cenâb-ı Hakk hangi gücüyle yaratacak olursa olsun yaratacak her güç
yaratmadan önce mutlaka yaratmayı plânlar. Kendi eserinin yokkalmasına acır,
var edeceği eserin kendini tanımasını sever. Bu kuralı hiç bir zaman unutma.
كون الله اولا بالنور
وجود المنور
Allah Teâlâ en önce zât’ına
özgü olan ülkelerinden sonsuz yokluğa doğru açılıp yok olan küçük bir ışığını
var etmeyi nur gücüyle nefsinden plânladı. Nur gücüyle o tabii aydınlığının yok
kalmasına acıdı. O yok olan aydınlığın nur gücüyle var edildiğinde nur gücünü
bilip tanımasını nur gücü sevdi, sevdiği için nur gücüyle en önce varetmeyi
plânladı. Bu gücüyle maduma (Mevcut olmayan. Yok olan, Yok) acıdı. Bu gücü ile tanınmayı en önce sevdi, bu
gücüyle plânlayıp acıdığı sevdiği için en önce Hazreti Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin münevver varlık dediğimiz nurunu yarattı.
Bu varlıklara “Nurî
varlıklar” denir. Yâni nur gücünün eseri olan nur gücüne mensup varlıklar
denir. Nur gücünün eseri olan münevver varlıkların yapılarını insanların
dünyada incelemesi mümkün değildir. Çünkü münevver yapıların varlıkları
ruhların yapılarından aklımıza üç batın daha uzaktır. Ruhlar önce nur gücüyle
münevver varlık olurlar sonra vâcîd gücüyle münevver varlık tekrar oldurulur
mevcut varlık olurlar, daha sonra hâlık gücüyle tekrar oldurulup geliştirilerek
halk olunup mahlûk varlık olurlar.
Maddesiz mânevi varlıklar
münevver varlık da olsa, onun bir kat daha gelişip genişleyip açıklık kazanmışı
olan mevcut varlıkta olsa, hatta gözlerin görebileceği duruma gelen mahlûk
varlıkta olsa yapılarının incelenmesine imkân yoktur.
Münevver varlıklar vacid
gücüyle yapıları maddeli mevcut varlık oldurulmuşsa bunların yapılanda
incelenemez, ancak yarınların teknik gücüyle gelişen beyinler bunların varlığını
hayâl edebilir, vehmedebilir. Ne zamanki Hz. Allah Teâlâ hâlık gücüyle bu vehim
ve hayâl hükmündeki varlıkları var ederek çıplak gözle görünür duruma getirir,
o zaman beşer maddeli varlığın yapısını inceleme imkânını bulabilir.
Vacid gücüyle yaratılan
mevcut varlıkların en hareketsizi, en kabası en ölüsü saniyede üçyüz milyon
kilometre mesafe kateden Hişon ışıklarıdır. Bu varlıkların zabtı zor, ele avuca
sığması çok güçtür.
Hazreti Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem münevver varlığının dışa doğru yansıyan
aydınlıkları Hişon ışıklarından daha hareketlidir. Cenabı nur melekleri işte şu
aydınlıktan önce nur gücüyle münevver varlık hâline getirdi, sonra da vâcid
gücüyle mevcut varlık hâline getirdi.
“Câmi’ul fakir” adlı eserde
yazılan ve “Ensarinin oğlu Cabir’radiyallâhü anhden riayet olunan hâdisi
şerifin ikinci bölümünde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur;
“Ruhsal suret yapımdan
zuhur eden nurumun dördüncü bölümü tekrar dörde bölündü. Allah Teâlâ o nurun, (Birinci
bölümünden arşı tutan melekleri, ikinci bölümünden Kürsü tutan melekleri,
üçüncü bölümündede geriye kalan melekleri yarattı.)
Bu hâdisi şerif de meleksel
suretlerin ruh suretlerinden önce yaratıldığı açıkça bildirilmiştir.
خلقت الملئكة من نورى
“Hulikatil melaiketü min nuriy”
Bu hâdisi şerifte sadece meleklerin meleklik iskelet yapılarının efendimizin
ruhsal suretinin nurundan yaratıldığı bildirilmektedir. Gö rürülüyorki Cenâb-ı Hakk şu üçüncü yaratma
dönemindede sayısı yüz binlerce milyarı aşan bir sürü cansız kafes yaratmıştır.
Böylece meleklerin kuru kafesleride efendimizin nurundan yaratılan birinci Âlem
olarak meydana gelmişlerdir.
Melek: Elçilik yapan kimse demektir. Melek kelimesinin
kökü, bu anlama göre (Elk) oluyor. Melek kelimesinin götüren anlamına gelen
(Elük), haber götüren anlamına gelen (Elüke), Güç anlamına gelen (Mek), (Milk)
köklerinden geldiğini söyleyenlerde olmuştur. Melek tekil bir kelimedir, çoğulu
melâikedir.
Meleklerde ruhlarda madde
değildirler, bunlar cisimsiz maddesiz yaratıklardır. Din bilginlerimizden
kimisinin meleğin tanımını yaparken (Melek ışıklı bir cisimdir) diyerek tarif
etmesi meleğin madde ve cisim sel varlıkların kalıplarına istedikleri zaman girebileceklerine
işarettir. Meleklerin cisim madde olduğu anlamı anlaşılmamalıdır.
Ruh ve Meleklerin
yaratıldığı ışıkların yaratıklarca görülmesi mümkün değildir. İlk ruh suretinin
aslı olan ışığın görülmesi yaratıklarca mümkün olmadığı gibi, Allah Teâlâ’nın
batın gücünün etkisinde bulunan bu ışıkları Allah Teâlâ’nın zahir gücü etkisi
altına aldı, öyle bir etkilediki o ışıkları aslına oranla apaçık görünür duruma
getirdi, biz işte bu yüzden aslına oranla her nekadar görüntülü duruma
girdilersede görünmeyen x ışınlarından en az bin kat kapalıdırlar. Bunları
gözle veya gözün görmesine yardımcı olan her hangi bir araçla görmek mümkün
değldir. Bunları ancak Peygamberler görebilirler. Ne Melekler bizim gözümüze
görünecek biçimde yaratılmış, nede bizim gözümüz onları görecek biçimde
yaratılmıştır.
Melekler yemezler,
içmezler, uyumazlar, erkeklik dişilik yoktur, evlenmezler, doğmazlar,
büyümezler, kendi vücutları madde olmadığı için hiç bir maddedende
yararlanamazlar. Bedenlerinde şehvet, irade ve şer kuvvet yoktur, tenleri
ruhsal nuranidir, kalemle, levh varlık larıda ruhsal nuranidir, Alîm gücünün
ilmini yayan şu araçların tinetleri, özleri aynı olduğu için tam otomatik
olarak çalışırlar, yörüngelerinden çıkamaz, doğru yollarından sapamazlar.
MELEKLERİN
KANATLI YARATILMASI
Cenâb-ı Hakk meleklerin
ruhanî kanat uzvundan bahsetmiştir. Sözü edilen ruhanâ organları şu ayeti
kerime açıklar:
الْحَمْدُ لِلَّهِ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَاعِلِ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا أُولِي أَجْنِحَةٍ مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ
“Allah Teâlâ melekleri
ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yarattı.”( Fatır, 1)
Şübhesizki gövdesi madde
olan bir yaratığın gövdesinin içerisindeki, yöresindeki organlarıda maddedir,
insanlar, Hayvanlar, bitkiler gibi, gövdesi madde olmuyan bir yaratığın da
gövdesi içerisindeki veya yöresindek organlarınında madde olamayacağı tabii bir
gerçektir. Ruh ve Meleklerin yörelerindeki tabii organları gibi.
Her nedense din
bilginlerimizin kimileri şu açık gerçeği anlayamamışlar, bu yüzden “Kanat” kelimesini
gerçek manasında kullanmayıp mecaz kinaye manasında kullanmışlardır. Hâlbuki
kanat kelimesi mecaz, kinaye manalarını vermeyi aynı ayetin sonu men eder. Kanat
kelimesine hakiki manasının verilmesini şöylece emreder:
يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ
إِنَّ اللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Allah Teâlâ yaratmada
dilediği organların uzuvlarının sayısını artırır.” ( Fatır, 1)
Meleklere ikiişer, üçer,
dörder ruhani kanadın yaratılmasını çoğumsuyarak zor şey görmeyin çünkü Allah
Teâlâ her işi yapmaya kadirdir. İşte bu ayet-i kerime gerçek kanatların
yaratıldığını açıkça belirtiyor, okuyucu kardeşim şunu iyi bilki insanların
Kuvvet noktaları yörelerindeki elleri olduğu gibi meleklerin kuvvet noktalarıda
yörelerindeki ruhani kanatlarıdır.
Bir meleğin kanadı nekadar
fazla ise, o meleğin gövdesi kanadı oranında büyük ve güçlüdür. Bir meleğin
kanadı nekadar az ise gövdesi de o nisbette küçük ve güçsüzdür. Şurasınıda iyi
bilmek gerekirki meleğin en güçsüzüde bizden güçlüdür.
YARATILIŞTA
MELEK BEDENİNİN BÜYÜKLÜĞÜ VE KÜÇÜKLÜĞÜ
Maddi yaratıkların
bünyelerinde büyüklük, küçüklük olduğu gibi manevi yaratıkların bünyelerinde de
büyüklük, küçüklük vardır.
Maddi yaratıkların bir
birinden iri, ufak olduğunu görerek biliyoruz. Meleklerin beden yapılarını
göremediğimiz için iriliğini ufaklığını da bilemeyiz. Bu konuda bilgi sahibi
olmamız için melekleri meleklik hüviyet ve meleklik yapıları ile gören yüce Allah
Teâlâ’nın büyükelçisi Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi dinlemek
zorundayız.
Hazreti Ömer’in oğlu
Abdullah diyor ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz şöyle
buyurdular,
فان من الملئكة لخلقا اصغر من الذباب
(Feinne Minelmelaiketi
Lehalkan askara minezzübabi)
Bazı meleklerin vucut
yapıları sineklerin vucut yapılarından daha küçüktür. Bu hadisi şerif birçok
meleğin vucutca sinekten küçük olduklarını ifade etmiştir. Şurası iyi
bilinmelidirki bir meleğin karınca kadar veya daha küçük olması O meleğin
karınca ve sinek gibi bedenen hakir ve zayıf olmasını gerektirmez. Bir, iki
ışık zerresinden meydana gelen küçücük bir melek vucutu kahir bir güce akıl
ermedik bir kuvvete sahip olabilir. Her küçük, her ufak mutlaka güçsüz ve
zayıftır. Diye kimse iddia edemez. Atomda küçüktür, ama çok güçlüdür.
Çok ışık zerrelerinden
teşekkül eden, bedence çok büyük olandır, çok büyüklere nisbetle küçük, çok
küçüklere nisbetlede büyük olan meleklerde vardır. Yukarıda küçük bedeni
meleklerin mevcut olduğunu ifade eden hadisi şerifi okudunuz. Sıra büyük
bedenli olan melekler hakkındaki hadisi şerife geldi.
Sahabeyi Kirâmdan Kâb diyor
ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular.
وان حملة العرش ما بين أذنيه إلى عاتقه مسيرة سبعمائة عام
“Arşı yüklenen meleklerin topukları ile yanaklarının arası yüz yıllık
mesafedir.”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimizin (Yüzyıllık mesafedir.) sözü Arşı yüklenen
meleklerin bedenlerinin çok büyük olmasından kinayedir. Nitekim halkta “falanın
yüzü bahçe kadar, boyu üç günlük yoldur” derler. O adamın bedence çok iri
olmasından kinaye olduğu gibi insan düşüncelerinin sınırları dışında kalacak
kadar bedence büyük olan meleklerde vardır. Arşın azami tutan melekler bu
tiptendir.
Bir saatte 1200 Kilometre
giden bir uçak 18 Milyon 250 Bin Yılda ancak Arşın çapını bir defa dolaşabilir
Cenâb-ı Halik bu küreden daha büyüğünü halk etmemiştir.
Bir zâtın tanınması için o
zâta ait güçlerin tanınması şarttır. Bazı zatlar bilgi gücü ile’bazı zatlar
bedengücü ile bazılarında dayanıklı olma güçleriyle tanına gelmişlerdir. Güçler
yoluyla zât’ın tanınması insanlarca köklü ve değişmez bir esastır. İlâhî zatta
şu değişmeyen köklü prensib de olduğu gibi yaptı. İsimleri ile güçlerini
tanıtmakla zât’ını tanıtır. İsimler sadece ilâhi zât’ın güçlerini tanıtan
harfler harflerden örülme kelime araçlarıdırlar. Bundan başka birşey değildir,
ler. Bunun içi nehli sünnet isimler hakkında şöyle der (El ismü aynül
müsamma) isim de ayrı bir varlık aranamaz ismin varlığı ismi alan zât’ın
varlığıdır. Bu tarife göre ilâhî zâtın güçlerinin asil isimlerinde güçlerden
ayrı bir varlık yoktur. İsimlerin varlığı ilâhî zâtın güçlerinin varlığıdır.
Kutsal isimler o güçleri bize bildiren kelimelerden ibarettir. İlâhî zâta ait
bütün isimler zâtının birer gücünü ifade ederken Allah Teâlâ ismi bütün
güçlerini kül (bütün) olarak toptan ifade etmektedir. Allah Teâlâ isminin bütün
güçleri toptan ifade ettiğinden İslâm dini liderlerinin sözlü karar birliği
vardır. Yukarıdaki tanımlamadanda anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ’nın
isimleri denildiğinde sadece ilâhî zât’ın güçleri anlaşılır. Ama güçlerini
anlatmakta kolay birşey değildir. Nitekim Cenâb-ı Hakk Hazretleri ilâhî zât’ının
güçleri hakkında şöyle buyurur.
(Tebârek esmü Rabbike)
“Ey elçi ve inanır senin
rabbinin ezeli ve ebedi olan güçleri yaratıkların güçlerine benzemekten, yaratıklarca
tamamen kavranıp kuşatılmaktan münezzeh ve yücedir.”
Herhangi bir yaratık zât’ın,
varlığın gücü ilâhî zât’ın herhangi bir gücünü ihata eder demek böyle inanmak
küfür ve şirktir. Yaratık her gücünün gücü ilâhî zât’ın güçleri yanında sıfır
yok hükmündedir.
Yaratık varlıklara ad olan
isimlerin meydana gelmesi için üç esas vardır
(1) İsmi verecek (Müsemmi)
’nin bir şahsın bulunması
(2) O şahsın herhangi bir
varlığa vermesi,
(3) isim verilecek bir
varilliğin bulunmasıdır.
Yaratıkların isimlerinde aranan bu esaslar
yaratıcı ilâhî zât’ın isimlerinde aranmaz. Çünkü o yaratıklara gliçlülerini
ifade edecek kelimeleri söylemekle güçlerinin isimlerini kendisi koymuştur. İlk
müsemmi zatı, müsemmada zât’ının güçleridir. Ayrı, ayrı isimler altında
tanıtılan ilâhî zât’ın güçleri Dört yönden birbirlerine paralel ve eşittir.
(1) Kutsal isimlerle ifade
olunan ilâhî zât’ın güçleri bağlı oldukları zât bakımından birbirine
eşittirler. İlâhî güçlerin yerleri yurtları ilâhî zâtın şahsiyetidir.
(2) Güçler ezeli olmak
bakımından birbirine eşittirler. Hiçbir gücün başlangıcı yoktur hepsi de
birbirlerine paralel olarak önsüzdür.
(3) İlâhî zât’ın güçleri
sonuçsuz olmak bakımından da birbirlerine paralel olarak varlıkları ebedi süren
güçlerdir.
(4) İlâhî zât’ın bütün
güçleri kuvvet bakımından da birbirlerine eşittir. Hiçbiri ötekisinden daha
kuvvetli veya daha zayıf olamaz.
İlâhî zât’ın isimlerle
ifade olunan güçleri inkârca kâfirlerin dediği gibi vehim hayal (kuruntu)
değildir. Akli ve nakli deliller ile sabitlerdir. İnanır müslümanlar ilâhî zât’ın
güçlerinin varlığına çok sayıda ayet hadis ve akli deliller getirebilirler. Ama
inkârcı kâfirler bu güçlerin uydurma yakıştırma olduğuna dair tek bir delil
bile bulamazlar. İlâhî zât’ın kutsal isimlerle ifade olunan güçlerin nisbî
ve izâ fi varlıklar değildir. Zira nisbi ve izâfi zât’ın kutsal isimler ile
ifade olunan tabii güçleri ilâhî zattan ayrılıp peygamber, melek, veli, cin
gibi yaratıklara geçemez. Bu bakımdan hiçbir yaratıkta ilâhlık güçlerine sahip
olamaz. Hatta ilâhî zât’ın güçleri zattan ayrı bağımsız varlıklar
olmadıkları için güçler ilâh olamaz. Ancak o güçlere sahip olan zât ilâh
olabilir. Biz güçlere değil güçlerin sahibi olan ilâhî zata taparız.
İlâhî zât’ın güçlerinin üç
yönden birbirlerinden ayrılığı vardır.
(1) Güçlerin mahiyetleri
birbirinden ayrıdır. Örneğin öldürücü gücün mahiyeti diriltici gücün
mahiyetinden ayrı olması gibi bütün güçlerin mahiyetleri birbirinden ayrıdır.
(2) İlâhî zât’ın güçlerinin
mânâ ve mef humları birbirinden ayrıdır. Örneğin adalet gücünün manası şekur
gücünün manasindan ayrı olduğu gibi ilâhî zât’ın güçlerinin manaları
(Anlamları) Birbirinden ayrıdır.
(3) ilâhî zâtın güçleri
yaratıkları az ve çok dokunmada birbirinden farklıdırlar.
Örneğin : İlâhî zâtın gilbi
gücü insanları, nurgücü ise melekleri müntekım gücü inkârcı kâfirleri
etkilemede birbirinden farklı oldukları gibi ilâhî zâtın güçlerinin yaratıklara
taallıkları birbirinden farklıdır.
İlâhî zâtın güçleri menşede
(kaynak-kök), önsüzlükte, sonsuzlukta, güçlülükte birbirinin dengi olduğu gibi
bütün güçler önsüzlükte (Ezeli olmakta) Sonsuzlukta Ebedi olmakta zâtada
paralel ve denktirler. Ama güçlerin her birisi ayrı ayrı güçlükte ilâhî zâta
denk olamazlar. Çünkü zât bütün güçlerle güçlü; güçlerin her birisi ise
yalnız kendi güçleriyle güç lüdür. Hiç bir güç ötekisini kendisine inzimam (Bir
birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş. ) ettirmez.
Bütün güçler zattadır. Zât güçlerde değildir, ama ne güçler zattan ayrılabilir,
nede zât güçlerden ayrılabilir. îlahlık güçleride zâtın tabiatsal ezeli birliği
vardır. Birbirinden ayrımları muhaldir. Zât ile birbirini Ezeli ve ebedi
kuşatımla birliktir. Bütün ilâhî güçlerin mahiyetinin birbirinden ayrı olmasına
rağmen bütün güçlerin mahiyetleri ilâhî zâtın mahiyetinin aynıdır. İlâhî zâtın
mahiyetide bütün güçlerin mahiyetlerinin aynıdır. Mahiyetleri, hüviyetleri
tekbir varlık olan ezeli ve ebedi birliğin ayrışımı, mümkün olmayan muhaldir.
İşte şu ilâhî güçlerin mahiyetiyle ilâhî zâtının mahiyeti ezeli ve ebedî olarak
tek bir varlık olan Zât-ı Akdes Şûrâ sûresinin onbirinci âyetinde derki
(Leyse Kemislihî şey’ün)
“ilahlık mahiyet ve
hüviyetinin gereği olan zât’ın dengi misli yoktur.”
İlâhî zât’ın mahiyetiyle
güçlerinin mâhiyetinin tek mâhiyet olduğunu zât ile güçleri (isimleri) arasında
sıhhatli cümle kurulmasından, mübteda haber, mevzu mahmul, müsned müsnedin
ileyh, kurallarının cereyan etmesinden anlıyoruz. Örneğin
“Allahü adlün” Allah Teâlâ (İlâhî zât) Âdildir.
“Allahu bakin” “ilâhî zât ölümsüzdür.”.
İki dokuzdan ibaret olan 99
sayısının mahiyeti doksan, dokuz tane birin mahiyetinin aynı olduğu gibi 99
tane Birin mahiyetide 99 sayısının mahiyetinin aynıdır. İşte şu misalde olduğu
gibi ilâhî güçlerin mâhiyeti, ilâhî zât’ın mâhiyetinin aynı, ilâhî zât’ın
mâhiyetide ilâhî güçlerin mâhiyetinin aynıdır.
İlâhî güçlerin (isimlerin) ilâhî
zâta veya zât, ifade eden kelimeye muzaf kılınması ikisinin mahiyetlerinin ayrı
ayrı şeyler olmasını ifa de etmez. Güçler zâtın, zât içindeki saklı özleri
olduğundan zâta izâfe olunmakla açıklanmış tanınmış olurlar. Zât ile güçlerin
mânâ ayrılığı aralarında izâfetin kurulmasına yeterli ve artarlı bir sebeptir.
Güçlerin mahiyetleri birbirinden ayrı olduğu için aralarında sıhhatli cümle
kurulamaz. Örneğin;
“El-müizzü müzillün” (izzet veren güç zillet veren güçtür.)
“El-insânü hacerün” (insan
taştır.)
“El-hacerü şecerün” (taş
ağaçtır.)
Cümlelerinin arasındaki
isnad sıhhatsız ve doğru değildir. Bu yüzden cümlede kurulamaz. İlâhî isimler arasında cümle kurulamamasından anlıyoruzki
güçlerin mahiyetleri birbirinden ayrıdır.
İlâhî zât’ın birbirinden
kelime ve mânâca ayrı ayrı olan isimleri ilâhlığın şartı olan ayrı ayrı
güçlerin varlığını gerektirmektedir. Birbirinden ayrı olan güçler ayrı ayrı
isimler almışlardır. Her gücün ismi ayrıdır, her gücün ismi ayrı olduğu gibi
her ismin gücüde ayrıdır. İlâhî zât’ın isimleri zât’ının özü olan güçlerini
tanıtmaktadır. Bu bakımdan isimlerin çokluğu güçlerinin çokluğunu
gerektirir, ama güçlerin çokluğu zât’ının birden fazla olmasını gerektirmez.
Nitekim yaratıklarda da
böyledir. Bir adamın konuşma, dileme, işitme, görme gibi insanlık zât’ının
önemli özleri olan birçok güçleri vardır. O güçlerin teaddüdür. Bu adamın zât’ının
teaddüdünü gerektirmiyor. İlâhî zattada tıpkı durum böyledir. İlâhî zât’ın
mahiyeti olan güçlerin birden fazla olması zât’ın birden çok olmasını
gerektirmez.
Güçlere özel isim olan
kerimelerin her birisi zât’ında özel ismidir. İhtiyacımızı karşılayacak bir
gücün ismine müracaatımız, o gücü taşıyan zata müracaatımız demektir. Bütün
güçlerin mahiyeti kendi mahiyeti olan zât dilediğimizi yerine getirmeyi
dilediği takdirde hemen yerine getirir. Yâsin suresinin 82 nci âyeti öyle der. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin bildirdiğine göre ilâhî zât’ın bize
bildirmediği, yalnız kendisinin bildiği bir çok isimleri (güçleri) daha vardır.
Biz insanlar ilâhî zât’ın bizlere bildirmediği isimleri bilemediğimiz gibi, o
isimlerin gösterdiği ilâhî zattın hüviyet ve mahiyeti olan güçleride
bilemiyoruz. O güçlerin kimlerle ilgili olduğunu, kimlerin ihtiyaçlarını
karşıladığını tayin ve tesbit edemiyoruz. Görülüyorki ilâhî zât’ın zatiyet
yapısını incelemek, bilmek mümkün olmadığı gibi zât’ın mahiyet ve hüviyeti olan
güçlerin tümünüde incelemek müümkün değildir.
İlâhî zattaki güçlerin veya
yaratıkların isimlerinin varlığı ikidir.
Birincisi isim kelimelerini
meydana getiren harflerin çizgi varlığıdır. Biz renkten, boyadan, ışıktan
meydana gelen bu varlığı gözlerimizle görmekteyiz.
İkincisi harflerden örülen
isim kelimelerinin müsemmâlarına (ismi alanlara) delâlet etme varlığıdır.
Biz isimlerin bu varlığımda
aklen bilip kabul etmekteyiz. İşte şu ikiden başka isim kelimelerinin ayrı bir
varlığı yoktur. İsim kelimelerini başka varlıklara isim olarak koyanlar önce o
kelimeleri başkalarına öğretip tanıtırlar. Sonrada o kelimeler müsemmâlarını
(ismi alan varlıkları) başkalarına tanıtır. Kendi kendinin isimlerini koyup o
isimleri başkalarına öğretip tanıtan tek zât Hz. Allah Teâlâ’dır.
Hiç bir isim kelimesi
kendisinin tanınması için meydana getirilmiş Nüfus cüzdanlarına, kütüklere,
kitaplara geçmiş değildir. Bütün isim kelimeleri başkalrının tanınması için
meydana getirilmiş cüzdanlara, kütüklere ve kitaplara geçmiştir. İsim
kelimeleri değerlerini kendi nefislerinden değil, başkaların tanıtmalarından
almaktadırlar. O halde ilâhî zât’ın isimlerine gelen kutsiyet değeri isimlerin
delâlet ettiği güçlerden gelmektedir. Abdest değerini nasılki namazdan
alıyorsa, kutsal isimlerde değerlerini ilâhî güçlerden alıyorlar.
İsim kelimesi Esmâ, yüsmi, ismen biçimindeki
vezin üzere if’al bâbından gelmektedir. Dört harfli bir kelimedir. Bu kelimenin
aslı üç harftir arapça kural uyarınca Elif harfinin eklemi ile dört harfli bir
kelime olmuştur. İsim kelimesinin masdarı kökü (sümüv) dür. Allah Teâlâ
isimlerini aslında harf siz olarak söylemiştir. Ama o isimler Levhi mahvuzdaki
harfli yazılış harfsiz söylenen isimlerin tercümesi gibidir. İleride yazdığımız
kutsal tercüme isimler Arapça olan isimlerde ilâhî zât’ın harfsiz olarak
söylediği isimlerin anlamlarındaki derinlik ve genişliği tümüyle kapsayamaz.
Kapsayamadığı için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz derki;
“Ey Allah Teâlâ’m ben seni
gerektiği gibi övemem, sen seni övdüğün gibi övülensin.”
İlâhî zât’ın doksan dokuz
isimden onsekiz tanesi Kur’anı Kerimde fiilî muzari sîgası üzere gelir. Şöyleki:
Yuhyi, yümiytü, yübdiü, Yuhsi, tüizzü, tüzillü yağbidü, yedsüdü, yerfeu,
yebasü, yerisü, yehdî, ye mneu, yecmeu yebkâ, yeidü, yücibü, yuğni
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz bunların ilâhî zata özgü özel isimler olduğunu
geriye kalan seksen bir isimle beraber isim sığasında vahye dayanarak
bildirmişlerdir.
İlâhî zât’ın
isimlerinin meydana gelmesi kelimelerin kutsiyyetine geniş mânâ taşımasından
veya dini liderlerin görüş ve içtihatlarına dayanmaz, ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin kesin bildrisine dayanır. O halde hangi kelimeleri ilâhî zât’ın
güçlerinin isimleri diye bildir diyse onun isimleri sadece onlardır. O
isimlerden başka isimler icat etmeye hiç bir kimsenin hak ve yetkisi yoktur. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ilâhî zât’ın güçlerinin isimlerini,
Kur’an ve hâdis metinlerindeki ilâhi zâta isnadı sahih olan binlerce kutsal
kelimelerin içerisinde vahye dayanarak seçmiş çıkarmıştır.
İlâhî zât’ın güçlerini
tanıtan isimlerin mânâlarını ifade eder. Görünen âyet ve hâdis metinlerinde
geçen binlerce kutsal kelime vardır. Biz bu kutsal kelimelerde ilâhî zât’ın
güçlerinin isimlerindeki mânâları taşır görünüyorlar. Öyle ise bu kelimelerde ilâhî zât’ın isimleridir diyemeyiz. Örneğin;
(Hafız) ilâhî zât’ın koruyucu gücünün ismidir. Hâmi, Vâkıy, Asım, kelimeleri de koruyucu mânâsını ifade
etmektedirler.
(Nur) ilâhî zât’ın
aydınlatıcı gücünün ismidir. Muziy Munir kelimeleride aydınlatıcı mânâsını,
ifade etmektedirler, diğer isimlerinde mânâsını taşıyan böylesi binlerce kutsal
kelimeler vardır, bunlara ilâhî zât’ın isimleridir demek büyük bir hata ve
suçtur.
“Arap dilinde bir kelime birçok
mânâyı ifade ettiği gibi, bir mânâda birçok kelimeyi ifade eder. İlâhî zât’ın
güçlerini ifade etmeye en elverişli olan kelimeyi Allah Teâlâ ve Resulü seçip
beğenmiş ve isim olarak vazetmiştir. Bu kelimelerin taşıdıkları mânânın
derinlik ve genişliğini aynı mânâya gelen başka kelimelerin eksiksiz
taşıyacağına kim garanti verebilir. O halde kutsal isimlere mânâ bakımından
eşit kelime, “Elfâzı müteradif”[6]
var demekte bir hatadır.
İlâhî zât’ın güçlerinin
isimlerine mânâca eşit olmayıp eşit görüntüsü arzeden kutsal kelimelere ilâhî zât’ın
güçlerinin tercüme isimleride diyemeyiz. Çünkü bu kelimeler ilâhî zât’ın
isimlerinin vâz olunduğu dil üzere vâz, olunan kelimelerdir. Bu kelimeler başka
bir dil üzere vâz olunup Allah Teâlâ isimlerinin mânâlarını taşısalardı o
zaman kutsal isimlerin tercüme isimleri olabilirlerdi.
Bazı bilginlerimiz ilâhî
zata isnâdı şeriatımızda sabit ve sahih olan bütün fiilleri, o fiillerin
köklerinden türeyen ismi fâil, sıfatı müşebbehe ve benzeri isim sığası
üzere gelen bütün kelimeleri, ben, sen, sen, o, biz demek olan ene, ente,
hüve, nahnü zamirlerini hattâ bir kelimenin lafzını Allah Teâlâ’nın
zâtına isnat etmekte hata varsa yâni şeriatımız o kelimeyi Allah Teâlâ’ya isnat
etmemişse o kelimenin mânâsının Allah Teâlâ ismi olduğunu söylerler. Örneğin
(Hafız) ilâhî zât’ın koruyucu gücünün ismidir. Aynı mânâyı taşıyan vâki, âsim
kelimeleri Kur’anı Kerimde Allah Teâlâ’ya isnat olunmuştur. Ama aynı mnâyı
taşıyan (Serabil) kelimesinin lafzı Allah Teâlâ’ya isnat olunmamıştır.
Kimi bilginler derki lafzı Allah
Teâlâ’ya isnat olmayan binlerce kelimelerin mânâları Allah Teâlâ’nın
isimleridir. Koruyucu elbiseye zırha, mağaraya, yer altı sığınaklarına serabil
denir. Görünürde insanı soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, kardan, bombadan,
mermiden koruyan serabildir. Ama şu koruyanları yaratmakla gerçekte koruyan Allah
Teâlâ’dır.
Biz derizki: İlâhî zât’ın
isimlerinin dışında şöyle yaptı, böyle yapar diye Allah Teâlâ’ya isnat olunan
fiil, isim zamir kelimelerinin lafızlarıda “serabil”[7]
gibi lafzının isnadı sahih olmayan kelimelerin mânâlarıda hâşâ Allah Teâlâ’nın
isimleri olamaz. Belki onun isimlerini mânâ yönünden açan mukaddes kelimeler
olabilir.
Kur’anı Kerimin bir çok
yerinde, tevhid ve şahadet kelimelerinde İmam Tirmizi’nin İbn-i Hibban ve Hakim’in
Ebu Hureyre radiyallâhü anhden Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi hakkında
rivayet ettikleri hâdisi şerifte geçen ilah kelimesi bile ilâhî zât’ın her
hangi bir gücünü gösteren bağımsız bir ismi değildir. İlâhî zât’ın
isimlerini bize öğreten meşhur hâdisi şerifte (ilâh) kelimesi doksan dokuz
isimden biri değildir. (Hu) kelimeside 99 isimden biri değildir. Hu kelimesi
ile ilâh kelimesi ilâhî zât’ın isimleri olsaydılar kutsal isimlerin sayısı
doksan dokuzdan yüz bire yükselirdi, isimlerin sayısını yüz bire yükselten
Hadisi şerif yoktur. Bazı hadisi şeriflerde risaletin ilk devrelerinde ilâhî
zâta (Ramazan) kelimesi gibi gösterilen birkaç isim, risaletin son
döneminde varid olan doksan dokuz isimi sayan hâdisi şerifin içerisinde
tedahulen (içine girmek) mündemiçtir.[8]
İlâh: Tapınılacak güçlere sahip olan zât demektir. Tapılma hakkına
sahip olan zât yalnız Allah Teâlâ’dır.
İlâh kelimesi ilâhî zât ile
güçlerini toptan tanıtan kutsal bir kelimedir. Allah Teâlâtan başkasına da
kullanılmaz, çünkü ondan başka ilâh yoktur.
Hu kelimesi ile ilâh
kelimeleri derin geniş mânâlar ifade etmektedirler.
Bu kelimelerin mânâca
zengin olmaları, Allah Teâlâ’ya isnat edilecek ilâhi zatı öğretip tanıtmaları Allah
Teâlâ ismi olmalarını gerektirmez, eğer mânâca zenginliğe sahip olmak ilâhî
zata isim olmayı gerektirseydi ilâhî zatı tanıtmada güçlü ifadeye sahip olan
bütün kelimelerin isim olması gerekirdi. Bu takdirde Allah Teâlâ’nın isimleri
sayılamayacak kadar çoğalır, öğrenilmesi büyük bir sıkıntı olurdu. Allah Teâlâ
kullarını sıkıntıya sokmaktan beridir. Böylesi kelimelerde isim olmaktan
beridir.
Bir kelimenin ilâhî zât’ın
ismi olabilmesi için o kelimeninn Allah Teâlâ ismi olduğunu Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bildirmesi şarttır. Bu durumu bilmeyenler ilâhî zât’ın
ismi olmayan ilâh kelimesinin tercümesini kutsal isim tercümesi olarak kabul
etmişlerdir. Hâlbuki bir kelimenin aslı “Allah” ismi olmazsa o kelimenin
tecümesi ilâhî zât’ın her hangi bir isminin tercümesi olabilirmi. İlâh
kelimesinin ilâhî zâta özgü özel isimlerinden biri olduğunu sanan bazı
bilginlerimiz ilâh kelimesinin tercümesine “tanrı”, İranlılar “hüda”,
İngilizler “god”, Fransızlar “dieuz- Döyü” şeklinde tercüme isim vermişlerdir. Bu
ise açık bir hatadır.
Çünkü ilâh kelimesi ilâhî
zatı bizim bildiğimiz 98 gücüyle ve bilemediğimiz geriye kalan bütün güçleriyle
beraber ifade eden zengin mânâya sahip bir kelimedir. Tanrı Hüda, god, dieu
kelimelerinin ilâhî zatı bütün güçleriyle ifade edeceklerini sanmıyorum bu
kelimelerin ifade açısı çok dar ve eksiktir.
İkinci hata ilâh kelimesinin saydığımız kelimeleri
kutsal kelime tercümesi yapılmayıp ilâhî zât’ın özel bir isminin tercümesi
olarak yapılmıştır. Biliyoruzki ilâh kelimesi zatı ilâhinin her hangi bir
gücünü öğreten özel bir isim değildir. İlâh kelimesi Allah Teâlâ isminin
masdarıdır, Cenab-ı Hakk zât’ının tanınmasını zât’ının hüviyet ve mahiyeti
olan güçlerini tanıtmakla sağlamıştır. Zât’ın ilâhlığı ezeli ve ebedi güçlerin
varlığıdır. Zati özünü, özüde zât’ını ezeli ve ebedi bir kuşatımla kuşatan zât’ın
bütünü öz, özün bütünü zât olan tekbir nefsiyet tekbir zatiyyettir. Şu birlik ilâhlık
tabiatının gereği olan ezeli ve ebedi bir birliktir. İşte gerçek biri ifade
eden isim kelimelerinin ayrılığı bu birlikte gerçek bir ayrılık meydana
getiremez.
Gerçek var ve biri sadece
bir isimle tanımamız mümkün değildir.
Örneğin : Hazreti Allah
Teâlâ sadece tek bir ismini bize bildirseydi öteki isimlerini bilmeseydik Allah
Teâlâ kimdir sorusuna “Allah, Allah Teâlâ’dır” şeklinde cevap vermek zorunda
kalırdık, cevap vermekte koyu bir bunalım ve sıkıntı çekerdik. Zât’ını
tanıtmakta sıkıntıya düşmememiz için doksan dokuz ismini (gücünü) bize ayrı
ayrı öğretmiştir.
Güçlerini tanıttığı doksan
dokuz isim kelimesinin lafızları bir birinden ayrı olduğu halde mânâları bir
olsaydı Allah Teâlâ kimdir sorusuna yine cevap veremezdik ama hem isim
kelimelerinin hemde mânâlarının ayrı ayrı olması bizi Allah Teâlâ kimdir sorusu
karşısındaki koyu bunalımdan kurtarmıştır. İlâhî zât’ın güçlerinin her zaman ve
her yerde bizimle beraber olduğuna, güçlerin her zaman ve her yerde bizi
kuşatıp sardığına inanmak zorundayız. Güçlerin bizi sarıp kuşatması mutlaka
bize yardım etmesini gerektirmez. ilâhî zât’ın bizi saran güçlerini ifade eden
gönlüme mülhem şu dörtlü iki kr' ayı arzedeyim;
İlâhî Güçler
İşlere zamansız başlar görünmez
Evreni açıkça işler görünmez
Açar yaralan şişler görünmez
Yakar hak edeni haşlar görünmez
Seni her an ve her yerde gözler görünmez
Sen seni tek görme izler görünmez
Gücüyle bizleri bizler görünmez
Âdeti öyledir gizler görünmez.
İlâhî zât’ın güçleri madde
ve mânâ olan her türlü yaratığın a tom zerrelerinde dahada ufaklarında, o
ufakların meydana getirdiği kürelerde, daha da büyüklerinde her an mevcut ve
hazırdır, bence bu söz ilâhî zât’ın ezelden ebede doğru uzanarak sayılı
yaratıkları ve sayısız yaratılacakları huzur ve kontrol alanı içerisine alan
güçleri gereği gibi ifade edememektedir. Bence böyle demektense şöyle söylemek ilâhî
zât’ın güçlerinin hâkimiyetini ifade etmekte daha uygun olur. Bütün yaratılmış
ve yaratılacaklar ilâhî zât’ın güçlerinin işlem alanı içerisinde hâzır ve
sabittirler. İlâhî zât’ın güçleri yaratıklarla beraber sözü, sonsuz uzay
yaratıklarda hâzır, yaratıklarla beraber sözü gibi oluyor, pekiyi bilirizki şu
sonsuz uzay bütün kürelerde hâzır olamaz çünkü uzay sınırsız, küreler
sınırlıdır. Sınırsız olan uzayın kürelerdeki hazırlığı kürelerin çapı
oranındaki ufak bir gücün hazırlığıdır, sınırlı küre sınırsız uzaya tam alan
olamaz. O halde çevresi belli küreler, çevresiz uzayın içerisinde hazır ve
sabittir demek daha doğru olur. Şu örnekte olduğu gibi sonsuz olan ilâhî güçler
çevresi belli sınırlı yaratıklarda hâzır olamaz, ama yaratıklar o sonsuz
güçlerin işlem alanlarının bir bölümünde hâzır ve sabittirler.
“Allah Teâlâ her yerde
hâzır ve nâzırdır,” demenin
mânâsı, onun ilâhî zât’ının güçleri her varlığın içini, dışını çevre ve alanını
her yönden ve ve her bakımdan sarıp kuşatmıştır, demektir. Her hangi bir
yaratığın ilâhî zât’ın sonsuzluğa doğru uzanan güçlerinin dışına çıkması mümkün
ve muhtemel değildir. İlâhî zât’ında yaratılmış varlıkların sınırları içerisine
girmesi mümkün ve muhtemel değildir. Çünkü ilâhlık
tabiatı yaratılmışlık tabiatına yaklaşmayı kabul etmez, yarattığı her varlıktan
zât’ının uzak olması, her varlığında zât’ından uzak olması ilâhlık tabiatının
iktizasıdır, bu hususta gönlüme doğan
şu dörtlü kıtayı arze deyim.
İlâhî zâtla yaratık, her durdan durdur
İlâhlık tabitı arada surdur.
Halkın mahlûka yaklaşması muhalden zordur.
Bu işe ilâhî zatda tabiî maniler vardır.
İlâhî zât’ın tabiatı
yaratık, şahıs ve zevatın tabiatına aykırı olduğu gibi yaşayış tutum ve
davranışıda yaratık zevatın tutum, davranış ve yaşantısına aykırıdır. İlâhî zât
hiç bir zaman için nefsini etkileyip yaratıkların yaşama tutumu ve davranma
ölçülerine uyduramaz. İlâhlığın sabit tabii yaşama ölçüleri değişmez. Davranış
prensiplerini bozamaz. İlâhlık tabiatına özgü tabiî adet ve teamülleri
ortadankaldırıp yaratıkların vasıf hal ve harektlerinin içerisine sokamaz. O
halde ilâhî zât’ın dünya ve ahiretteki cennet kürelerine bizzat teşrifi mümkün
değildir. İlâhî zât hiç bir bakım ve yönden kendi nefsine zarar veremez. Kendi
kendini yıpratıp zayıflatmaz. Kendi kendini intihar, tahrip ve helâk edemez. İlâhî
zât kendi zât’ına zarar veremediği gibi başkasıda onun zât’ına zarar veremez.
İlâhî zât yarattığı hâdis
varlıklara zât ve şahsiyetlere gerekli güç, yetenek ve yöntemleri vererek
onları yaratıklık âdet ve hallerinden soyup yaratıklık atmosfer ve sınırından
çıkarıp zât’ına özgü sınırdan içeri alarak zât’ına yaklaştırabilir. Yani hâlik mahlûkun sınırından içeri sığmaz, ama mahlûk hâlıkın
sınırından içeri sığar nitekim Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi ilâhlık
sınırından içeri sokarak zât’ına çok yaklaştırdı. İlâhî zât ile fâni
zât’ın arasındaki sonsuz mesafe sona erecek kadar kısaldı. Sözün kısası ilâhî zât’ın
kendi bulunduğu yere gidebilecek biçimde yaratıkları yetiştirip geliştirebilir.
Ama zât’ının ilâhlık tabiatını, hiç bir zaman yetiştirip geliştirdiği
yaratıkların tabii seviyelerine indiremez yaratıklık tabiat ve atmosferine
sokamaz. En yetişkin yaratıkların fiil hal ve hareketlerini yaşama
eksikliğini zât’ına iras edemez. İlâhî zât eksikliğe yönelmek, nakis işlere
özenmek, hâdis işlerle bezenmekten münezzehtir.
Allah Teâlâ yarattığı her
varlığın başı olduğu gibi imanın şubelerinin birinciside iman şartlarının
birincisi ve başıdır. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
Peygamberlerin en sonu ve en üstünü olduğu gibi imanın birinci şubeside islamın
beş şartının en sonu ve en üstünüdür. Şube sayısı yetmişi aşan iman
şubelerinin genel merkezidir.
Genel merkezin varlığı
bütün İman Şubelerinin varlığını gerektirdiği gibi yokluğuda diğer şubelerin
yokluğunu gerektirir. İmanın değeri en yüksek olan birinci şubesi Allah Teâlâ’nın
varlığını, O varlığın güçlerini tanıyıp kabul etmektir. Allah Teâlâ’nın zât ve
güçlerinin varlığını tanıyıp kabul etme işi ruhumuzun özü olan akla özgü bir iş
olduğu için imanın birinci şartı, bu kabulün açık görüntüsü olması,
itibariylede isla mm beşinci şartı olmuştur.
İmanın birinci şubesi (Lâilâhe illa’llah Muhammedun rasülüllah)
Cümlesi Nazımı celilidir. Kurân-ı kerimde Allah Teâlâ’nın zâtının hüviyetini, zât’ın
mahiyetini O mahiyetin ne olduğunu öğretip tanıtan tek bir kelime yoktur. Allah
Teâlâ mahiyetinin ne olduğunu ifade eden tekbir kelime söylemiyor. O
söylemeyince bu hususu ondan başkasıda bilemez. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimiz bu konuda şöyle buyurur.
“Allah Teâlâ’nın zât’ının
hüviyetini düşünmeyiniz. O zât’ın mahiyetini çözemez zarar edersiniz.”
İlâhî zât’ın mahiyetinin ne
olduğunu gösteren bir kelime ilâhî zât tarafından söylenseydi ilâhiyat
filozofları marifetullah pröfösörleri O bir kelimeyi sekiz- on cilt kitaba
sığmayacak tarzda uzun uzadıya açıklamaya çalışır, mahiyeti gösteren
doğrultudan az bir ayrılma ile küfür ve şirke girmiş olurlardı. Dolayısıyla
onların inanç ve görüşünü izleyen inanır müslümanlar ilâhî zât’ın hüviyeti diye
başka bir hüviyeti tanıyıp başka hüviyete taparlardı. İlâhî zât’ın hüviyet
ve mahiyeti büyük çapta inanırlar arasında ihtilaf konusu olurdu. Herkesin
tanıdığı, taptığı ilâhî mahiyet birbirinden ayrı veya birbirine aykırı
mahiyetler olurdu. Tevhidçiler teşrikciler ayrılamazdı.
Saydığımız sakıncaların
ortaya çıkmaması için her şeyi öğreten zât kendi zât’ının mahiyetini
öğretmemiştir. İlâhî mahiyeti öğreten okulda öğretmende talebede mevcut
değildir. İlâhî zât’ın mahiyetini kendisinden başka hiç bir kimse bilemedi ve
bilemiyecektir. Onun mahiyetinin ne olduğuna ne işaret eden bir nokta müctehid
ne bir harf nebi, ne bir kelime Resul ne bir cümle levhi mahfuz vardır.
Eğer ilâhî zât’ın
mahiyetinin ne olduğunu öğrenmek olanaklı olsaydı yüzlerce resul binlerce nebi
milyonlarca melekten bir tanesi öğrenmek isterdi. İnsan, melek gibi hiç bir
varlık gönülünü ilâhî zata yöneltip
(Allimni hüviyyete zatike)
“Ey Allah Teâlâ’m zât’ının mahiyetinin ne
olduğunu bana öğret”
dememiştir. Her melek ve her Peygamber akıl, mantık ve vahiy gereği olarak ilâhî
zât’ın mahiyetini öğrenme isteğini yasaklamıştır.
İlâhî zât’ın mahiyetini
öğrenmeye yeltenme yasağı ahirettede sonsuz olarak devam edecektir. İlâhî zât’ın mahiyetinin ilelebet
anlaşılamaması ilâhlık tabiatının gereğidir. O ilâhî mahiyeti anlayamamakta
bizim yaratıklığımızın gereğidir. Şu
gerekçeyi çok iyi bilen Resul ve nebiler ilâhî zât’ın hüviyet ve mahiyetini
öğrenmeyi mümteni, -Aslında mümkün olmayan- müstehil (Mânâsız ve boş şey.
Mümkün olmayan, imkânsız) bir iş sayılmışlardır. Muhal saydıkları işe ne
dillerini ne de gönüllerini kaptırmışlardır. O büyük melek ve Peygamberlerin
sakınıp kaçtıkları meseleden kaçmamakta terbiye ve edebi terk, nihayet bir şirktir.
İlâhî zât’ın güçleri
birbirinden tamamen ayrıdır. Örneğin: Aziz gücü hâkim gücünden ayrıdır.
Bazısıda bazısına aykırıdır.
Örneğin: Dârr gücü nâfî gücüne aykırıdır. Her
güç kendisine özgü doğrultuda çalışır. İlâhî zât bir yaratığı kaç çeşit gücüyle
işlemesini dilerse o kadarı ile işler. Yaratıklar kendilerini işleyen ilâhî
güçlere taparlar. Yaratıklar güçlerin görüntüsü, güçlerde ilâhî zât’ın
görüntüsüdür.
Kulluk; görünen varlıkları, görerek ilâhî güçleri
hatırlamak, güçlerlede ilâhî zâtı hatırlamaktır. Ama yaratıkların tamamını
görüp ilâhî güçleri hatırlamamak mümkün değildir. Yaratıkların tümünü görmek
mümkün olmadığı gibi ilâhî güçlerin şiddet ve ağırlığını olduğu gibi akıl, şuur
ile görebilmekte mümkün değildir. Zâtını olduğu gibi görmek ve anlamaksa hiç
mümkün değildir.
Biz insanlar, yaratıkları,
yaratıcı güçleri ve güçlerin sahibi olan ilâhî zatı hatırlamakla görevliyiz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz derki
“bütün ibadetler Allah
Teâlâ’yı hatırlamak için meşru olmuştur”
Bütün ibadetler ilâhî
güçleri ve ilâhî zatı anma prensipleridir. Kur’an ve hadisi şerifler deki söz
zincirleri bu hedefe yöneliktir.
Allah Teâlâ ve resulünün
kesin bildirilerine göre ilâhî zât’ın bize bildirdiği doksan sekiz çeşit gücü
vardır. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bir
yalvarışında bu gerçeği şöyle ifade buyurmuştur.
“Allah Teâlâ’nın nefsindeki
güçlerin gereği olarak nefsine isim veripte bize bildirdiğin ve yalnız senin
bilipte bize bildirmediğin her çeşit gücün mukabilinde senden nimetler isterim”
İlâhî zât’ın birbirinden
ayrı olan güçleri ayrı ayrı şeyler yaratırlar. Güçler birbirinden ayrı olunca
haliyle yarattıkları da mahiyet bakımından birbirinden ayrı olmak zorundadır.
Birbirine aykırı olan güçlerde birbirine mahiyetleri aykırı olan nimetleri,
yaratırlar. Ateş su gibi.
İlâh olan zât’ın özünden
soru sormak gibi çirkin ve abes işden uzak duran Peygamberler bu hususta itikad
imamlarımız Eşari, Maturi’ydi. Gazali gibi önderlere en büyük örnek
olmuşlardır. Böylece kendilerimde kendilerine uyan inanırlarıda saadete
çıkarmışlardır. Peygamberler, itikad imamları itikadda ihtisası olan kelâm
bilginlerinin zatı İlâhinin özünün ne olduğunu araştırmanın küfüür ve şirk
olduğunda sükûti ic ma ve ittifakları vardır.
Cenâb-ı Hakk Kurânı Kerimde
zât’ının hüviyeti hakkında derki:
لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
“Allah Teâlâ’nın zâtiyet
yapısını akıl ve gözler kavrayamayacaktır.” (En’âm, 103)
Zati İlâhinin kimliğinin ne
olduğu bilinemeyip daima kapalı kalacağını Allah Teâlâ Peygamberlere gönderdiği
her kitapta açıklamıştır. Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetinin sonsuz olarak akıl
kavramının dışında, şuur, mantık kapsamının üstünde olacağını bildiren haber,
habere inananların akıl, şuur ve mantık güçlerini bu hususta çalışıp
yorulmaktan, zahmete sıkıntıya girmekten kurtarmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca Allah
Teâlâ tarafından gönderilen Resuller, Nebiler bunların arkadaşları sahabeler,
itkad profesörleri, bunların inanç sistemine bağlı din bilginleri ve inanırlar
zâtın hüviyetinin ne olduğunu anlamayı şöyle tanımlamışlardır:
Yaratılmış ve yaratılacak her
akıllı şuurlu varlığın ilâhî zât’ın hüviyetini anlayıp kavramaktan ilelebed
aciz olacağını anlamak, zâti İlâhinin hüviyetini anlamaktır. Derler.
İlâhî zât’ın
hüviyetini böyle anlayanlar, Cenâb-ı Hakk’ın zât yapısını mahiyet kimliğini
gerçek anlıyanlardır. Bu anlayıştan başka her türlü anlayış sapıklıktır. Ehlisünnete göre selâmet yol zâti İlâhinin
hüviyetinin ne olduğunu anlamaktan kayıtsız şartsız mutlak aciz olduğumuzu, ac
ziyetin ilelebed devam edeceğini kabul etme yoludur. Allah Teâlâ bu yoldan
ayırmasın.
Kurânı Kerimde hadisi
şerifde Allah Teâlâ’ya isnat olunan kelimeler kutsal kelimelerdir. O kelimeleri
Allah Teâlâ’ya isnad edebiliriz.
Örneğin: Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bir yerde sahabe topluluğuna uğradı.
Toplum konuşmuyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz
“niçin konuş muyorsunuz?” diye sor du,
onlarda;
“Allah Teâlâ’yı düşünüyoruz” dediler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem efendimiz o topluma şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ’nın zât’ını
düşünmeyiniz, o zât’ın yarattığı yaratıkları düşününüz”
Bu hadisi şerifde hem Allah
Teâlâ’ya zât deniyor, hem de zatiyet yapısını düşünmek kesinlikle yasaklanıyor.
Allah Teâlâ’nın zatı niçin
aklımızca kavranamıyor; şuur ve mantığımız neden onu anlayamıyor. Bundan
sonraki sonsuz yaşamamızda da anlayamayacaktır. Anlayamayışımızın nedenlerini
anlamak için her yaratığın hüviyetini insanların anlayacak durumda olmamasını
insanların anlaması kâfidir. Daha açık konuşalım; her yaratık, varlığın
kopyası, örneği, benzeri vardır. Ama zati İlâhinin kopyası çekilemez örneği
alınamaz, benzeri ve yaklaşığı yoktur. Eğer İlâhi zât’ın kopyası çekilip örneği
alınsaydı o zaman zât’ın hüviyeti anlaşılır, ilâhî zatta çoğalırdı. O halde
zâti İlâhinin kopyası ve örneği alınamaz. Kopyası ve örneği alı namıyan
anlaşılamaz, anlaşılamıyanda tektir, çoğaltılamaz.
Cenâb-ı Hakk zât’ının
mahiyetini kullarına öğrete bilmek için kendi zât’ının hüviyetini taşıyacak bir
zatı, örnek ilâh olarak vücuda getirmesi aslında mümkün olmayan bir şeydir.
Çünkü zatı İlâhinin hüviyetini tanıtmak için nümune olacak zât’ın zatiyet
varlığı Allah Teâlâ’nın zât’ına muhtaç oluyor. Hüviyetine toplanacak yapma
ilâhlık güçlerinde Allah Teâlâ’nın güçlerine muhtaç olacak; böyle zâtı, başka zata,
zâtının güçleri başka zât’ın güçlerine muhtaç olan ihtiyaçlı bir yaratık zât,
zatı akdesin hüviyetini tanıtacak örnek olamaz. Zât’ın hüviyetinin ne
olduğu da ilelebed belirlenemez. Başka bir deyimle Allah Teâlâça kendi zât’ının
hüviyetinin ne olduğunu herhangi bir usul ile öğretmek mümkün değil,
yaratıklarında her hangi bir usulle öğrenmeleri mümkün değildir.
Allah Teâlâ’nın zât’ının,
zâti hüviyetinin ne olduğunu Melek, insan gibi üstün varlıkların anlayıp
kavramalarının mümkün olamıyacağını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin şu sözlerinden kesinlikle anlıyoruz.
“Zatı İlâhinin mahiyetini
anlama hususunda aklına ne geldi ve ne gelecekse, Allah Teâlâ’nın zatı hüviyeti
ondan başkadır.” Buyurur.
Bu hadisi şerifdende
anlaşılıyor ki Allah Teâlâ için zatı hüviyetinin ne olduğunu söz, vahiy, ilham
yoluyla tanıtma olanağı, yaratıklar içinde Allah Teâlâ zât’ının hüviyetini
tanıma olanağı yoktur.
Allah Teâlâ; zât’ının
hüviyetini kullarına tanıtmak için neyi örnek yaratırsa yaratsın zât’ının
hüviyeti yaratacağı örneğin hüviyetinden başkadır. Cenâb-ı Hakk’ın (Müteal)
gücü, Allah Teâlâ’nın yaratacağı her yaratığın hüviyetinden, zâtı İlâhinin
hüviyeti başkacadır, diye feryat ediyor. Akıllı ve bilgili inanırlar. Bu İlâhi
feryadı duymamazlıktan gelemezler. Cenâb-ı Hakk’ın zatiyet yapısının ne
olduğunu her yaratılandan başkaca anlamında olan (Müteâlî) ismi ifade
ediyor. Diyor ki; İlâhî zât’ın hüviyeti yaratılan her varlığın hüviyetinden,
her söz ve halin ifade edeceği anlamdan başkacadır.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz Allah Teâlâ’nın varlığını zât kelimesiyle ifade buyurdu.
Cenâb-ı Hakk’ta
“De ki: 'Şahidlik
bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: 'Allah benimle aranızda şahiddir.” (En’am 19) “Eyyü şey’in Ekberu”
âyetinde varlığını “Şey” kelimesiyle ifade buyurdu.
“Şey”, vücüt
varlık anlamına gelir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
Kurânı Kerimde geçen ve şey kelimesiyle ifade buyrulan varlığın zâtiyet varlığı
olduğunu belirtmek için zât kelimesini kullanmıştır. “Vâcibüşşey, Vacibül
vücut, Vacibuzzat” kelimelerinin hepside, zât’ının varlığı zaruri olan anlamına
gelmektedir. Bu üç kelimede aynı zât’ın zatiyet varlığını ifade ederler. İlâhiyatçı
Filozof = Hukema ile Eş’ariler böyle kabul ederler. Gerçekte budur.
Şey kelimesi Allah Teâlâ’nın
sözü, zât kelimesi Peygamberimizin sözü, vücut kelimesi ise şu iki kelimenin
manasını ifade etmek için kelâm bilginlerinin söyledikleri sözdür. “Şey, Zât, Vücut” kelimelerine muzaf
olan ve zorunlu anlamına gelen vâcip kelimesi, bu üç kelime Allah Teâlâ’ya
isnad olduğu zaman kullanılır.
Özünde varlığı zaruri olan
ilâhlık güçleri ezeli ve ebedi olarak bulunan zatiyet varlığı zaruri olan
zattır. Bu tarif Allah Teâlâ’nın zât’ının bütün güçleri ile toplu tariftir.
Birde onun zât’ını hergücü ile ayrı ayrı tarif edebiliriz. Allah Teâlâ’nın bize
bildirdiği zafiyetinin özü olan güçler doksan sekiz tanedir. Biz ancak bize
bildirdiği güçlerinin sayısınca ayrı ayrı tarif edebiliriz.
Anlaşılıyor ki, “La ilâhe
illa’llah” demekle ilâhlık güçlerini kendinde tutan zât’ın bir tane
olduğunu, bundan başka ilâhî ikinci zât’ın olmadığını ilan ediyoruz. Allah Teâlâ’nın
zât’ından başka zatiyet varlığı zaruri olan ikinci zât’ın olmadığını
belirtiyoruz. Şu gerçeği söylememizden Hz. Allah Teâlâ’nın zatı akdesi çok
memnun oluyor. Bu nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz
buyurur ki:
“Benim benden önceki peygamberlerin
söyledikleri kutsal sözlerin en üstünü “La ilâhe illa’llah” sözüdür,” der.
Cenâb-ı Hakk ihlâs
suresinde der ki, İlâhlık güçlerine sahib, zât varlığı zaruri olan bir tanedir.
“Cenâb-ı Hakk yine müminun suresinde der ki: “Allah Teâlâ’yı dil ve gönülle
yadetmenin; hatırlamanın en üstünü zatı İlâhinin birtane olduğunu hatırlamak,
ikinci ilâhî zât’ın olmadığını ilân etmektir.” Allah Teâlâ’nın zatı hakkında
edineceğimiz bilgilerin en üstünü ilâhî zât’ın bir tane olduğunu, ondan başka ilâhî
zât’ın olmadığını bilmemizdir. Allah Teâlâ için en değerli, bizim için en
yararlı bilgi işte budur. Ne yazık ki şu değerli bilgiyi çok insanlar
edinemiyor.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimiz bir hadisinde der ki:
“Allah Teâlâ’nın zât’ını
tanıyıp anlamakta, onun zât’ını iyi bilmekte kemale eren erkekler gayet çoktur.
Ama kadınlardan Allah Teâlâ’nın zât’ını bilip anlamakta zamanıma kadar kemale
erenler ancak Meryem ile Âsiye’dir.”
Bu hadisi şeriften
anlaşılıyor ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin zamanına
kadar gelip geçen kadınlardan Allah Teâlâ’nın zât’ını tanımada, bilmede bilgisi
zirveye ulaşan kadın yukarıda adları geçen iki kadından başka yoktur. Bununla
beraber Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin zamanında, ondan
sonra gelecek kadınlar arasında Allah Teâlâ’nın zât’ını tanımada zirveye ulaşan
kadınlar elbette vardır. Sunuda kabul etmek zorundayız ki, kadınların ilâhî zât
hakkındaki bilgilerinin kemale ermemesi, onların ilâhî zât hakkındaki eğitim ve
öğretimlerin eksikliğinden ileri geliyor.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimizin arkadaşları sorarlar:
“Ey Allah Teâlâ’nın elçisi,
bizim için en yararlı bilgi hangisidir?”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem de,
“Allah Teâlâ’nın zât’ını
bilme, onu tanımanızdır,” buyurur.
Sahabe,
“Ey Allah Teâlâ’nın elçisi;
biz size amelden, sorduk siz Allah Teâlâ’nın zât’ını bilip tanımamızı emir
buyurdunuz. Biz buradaki inceliği anlayamadık,” dediler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem efendimiz.
“Evet Allah Teâlâ’nın zât’ını
iyi tanıyıp bilmekle ona yapacağımız az hizmet, onun zât’ını az tanıyıp eksik
bilmekle yapacağımız binlerce çok hizmetten, amelden daha yararlıdır,” buyurdular.
İnsanın öğrenmeye müsait
olduğu ilk devresi beşikteki çocukluk devresidir. Çocuğun ilkokulu beşik, ilk
öğretmeni anne, babası, ilk öğreneceği bilgi de
“Allah Teâlâ’nın zatı
vardır. Bir tanedir.” Bilgisidir.
Allah Teâlâ’nın gönderdiği
kitaplara, kitaplardaki ilâhî zât tanımına inan mayıp akıllarına tapan zavallı
adamlar ilâhî zât’ın varlığına kesin karar veren akıllarını, o zât’ın kimliğini
incelemeyede zorladılar. Bunlardan bir kısmı Allah Teâlâ’nın zât’ının cevher
olduğunu söylerler. Spinozo, Descartes ve Platon bunlardandır. Allah Teâlâ’nın
zatı cevher olamaz. Çünkü cevherler cisimler gibi parçalardan, cüzlerden
meydana gelir. Nitekim atom cevheri son zamanda doksan küsur parçaya bölündü.
Allah Teâlâ’nın zatı makina gücüyle parçalanan cevherlerden değildir. Her
cevher (Atom) mutlaka bir cismin atomudur. Cismin ağırlığı yer kaplamaya,
mahalle ihtiyacı olduğu gibi, atomunda ihtiyacı vardır. Milyarlarca atomun
cinsi ve misli vardır. Cinsi, misli olan varlıktan Allah Teâlâ’nın zatı
olamaz. Allah Teâlâ’nın zât’ına mutlak var deyip iman ederler o zata cevher
deyip imanlarını imha ve idam edip tekrar inkâra girerler. Böylelerine
insan olarak çok acıyoruz. Allah Teâlâ’nın zât’ına cevher demek mutlak inkâr
ve küfürdür. Allah Teâlâ’ya cevher diyenlerin inançlarına: Atom darbesinden
daha ağır olan tevhid atomunu patlatarak deriz ki “La ilâhe illâ’lâh” zât
varlığının ne olduğu bilinemeyen Allah Teâlâtan başka, zât varlığı, cevher olan
ikinci ilâh yoktur. Tek olan Allah Teâlâ’nın zatı da cevher değildir. Bunların
sakat görüşlerini aklımıza geldikçe tevhid kelimesiyle çürütür, sapıklıklarını
belirtiriz. Resulullah S.A.V. buyurur ki, “Ya Ali Benim,
benden önceki
peygamberlerin zikri “La ilâhe illâ’llâh”tır. Ey mümin tevhid zikriyle zât
mahiyeti bilmiyen mutlak zatı anarken o zata cevher deyenlere inanç savaşı açmalı
ve onların inançlarından kaç malısm. Zira ilâhî zât’ın cevher olduğuna inanmak
şirkin, onun zât’ına ortak koşmanın ikinci türlüsüdür. Böyle inananın ilâhî
zata gerçekte imam yoktur.
Allah Teâlâ’nın zatı
maddelerin en küçüğü olan atom olmadığı gibi atomların birleşimiyle meydana
gelen molekül, moleküllerin birleşimiyle meydana gelen cisim de değildir. Çünkü
cisimler birer görünür cisim olabilmeleri için molekül ve atom cüzlerine
muhtaçtır. Atom ve moleküller olmasa cisimler meydana gelemez. O halde
cisimlerin zât varlığı cüzlerin varlığına bağlıdır. Varlığı başkasının
varlığına bağlı ve muhtaç olan varlıktan ilâhî zât’ın varlığı olamaz. Onun zât
varlığı başkasının varlığına muhtaç olmayan varlıktır. Allah Teâlâ’nın zât
varlığı cisim olmadığına göre onun zât’ında yaşlık, kuruluk, sıcak ve soğuk,
tat ve yeme içme gibi cisimlere özgü olan nitelikler onun zât’ında yoktur.
Çünkü bunlar başlı başına birer eksikliktir. Onun zât’ında eksiklik bulunamaz.
Bu eksik nitelikleri Allah Teâlâ’nın zât’ına isnad etmek onun gerçek zât
varlığını olduğu gibi kabul etmeyip ona eksiklik isnad etmek olduğundan
küfürdür. Onun gerçek varlığını inkârdır. Allah Teâlâ’nın zât’ına cisim
deyenlerin inançlarına cisim olan yer küresinden daha da ağır sayılan tevhid silâhını
patlatarak deriz ki, “La ilâhe illâ’llâh” zât varlığının ne olduğunu
bilemediğimiz Allah Teâlâ’tan başka, zât varlığı cisim olan ikinci ilâh yoktur.
Tek olan Allah Teâlâ’nın zatı da cisim değildir. Allah Teâlâ’nın zât’ının cisim
(madde) olduğuna ve bütün cismâni ve maddi varlıkların onun kaynağı olduğuna Senegue
gibi inanan madde perestlerin sakat görüşleri aklımıza geldikçe tevhid kelimesi
ile o görüşü çürütüp görüşün sapıklığını belirtiriz.
Kâinatı yaratan ilâhî zât
hadisi kutsisinde der ki; “Ey âdemoğlu ben seni beni tanıman, beni bilmen
için diğer varlıklarıda sana hizmet için yarattım” buyurur. Görüyoruzki
Allah Teâlâ’nın ilâhî zât varlığı nın alameti olan canlı ve cansız, şuurlu ve
şuursuz büyük küçük bütün isimlerin hepsi insanoğlunun zaruri ve zevki
ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış hizmet varlıklarıdır. İnsana hizmet
amacıyla yaratılan maddelerin bir kısmı büyük bir kuvvetle yüklüdür. Örneğin:
Atom çekirdeği insan aklını hayrete düşürecek, şuurunu şaşırtacak kadar
kuvvetle yüklüdür.
Her maddenin kendine has
insana yarayan mutlaka bir yönü vardır. Bir insan ihtiyacını karşılayacak
maddelere ilâhî zât’ın mahiyet ve hüviyetin teşkil eden kutsal varlığın
parçaları gözüyle bakarsa o parçaları kutsal tanımak zorunda kalır. Mukaddes
tanıdığı varlığı kendi hizmetinde hizmet aracı olarak kullanması inancına ters
düşer. Kâinatın cisim zerrelerinden, madde kürelerinden gerktiği gibi
faydalanamaz. İnsanları tarih boyunca geri bırakan etkenlerden biri de cismi
maddeyi kutsal tanıma görüşüdür. Bugün bile Kuzey Amerika’da, Afrika’da,
Avusturalya, Hindistan’da Kominis Çin ve Rusya’da maddeyi kutsal tanıyan
insanlar vardır.
Allah Teâlâ’nın zât
yapısını madde kabul edenler bir yandan zât varlığının madde olduğuna
inandıkları Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için Allah Teâlâtan ayrılan maddelere
taparlar. Maddelerin güçleri karşısında insanlık gücünü, küçültüp, insanlık
şahsiyet ve şerfini yok ederek en kötü bir maddenin kölesi olurlar. Öte yandan
en kutsal saydıkları maddeyi en adi ihtiyaçlarını karşılamada kullanarak
kirletirler. Allah Teâlâ dediğimiz ilâhî zât’ın zât yapısını olduğu gibi kabul
etmeyip madde kabul etmek küfür ve şirktir. İslam inancını red ve terktir. Bu
da şirkin üçüncü türüdür.
“La ilâhe illâ’llâh” tevhidine “kelime-i münciye” denir.
Münciyenin anlamı, Dünyada insanları Allah Teâlâtan başkasına boyun eyme
aşağılığından koruyan, ahirette madde cehennemine devamlı mahkum olmaktan
kurtaran demektir.
Cenâb-ı Hakk bir hadsi
kutsisinde buyurur:
“La ilâhe illâ’llâh” kalâm’dır.
Kim benim kal’ama iltica ederde girerse nefsini azabımdan korumuş olur.” Çin ve Rusya gibi büyük vurucu güce sahip
olan azgın devletlerden bir adam kaçar da en fakir ve yoksul devlete bile sığınsa
o yoksul devlet iltica eden adamın canını teminat altına alır da, bir adam
maddeye, şeytana, nefsine köle olan zavallı inkârcıların yolundan ayrılır da
büyük Allah Teâlâ’ya iltica eder, ona sığınırsa kendini teminat altına almış
olmaz mı?
Arap meliklerinden Dihyet
ül Kelbi radiyallâhü anh bir sabah namazından sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin huzuruna geldi. Rasûlullaha Dihye;
“La ilâhe illâ’llâh” ı içten
tasdik ederek söyledi hıçkıra hıçkıra ağladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem efendimiz Dihye’ye ağlamasının nedenini sordu. Dihye cehalet döneminde
büyük günahlar işlediğini, o günahların kefaretinin ne olduğunun Allah Teâlâ’dan
sorulmasını efendimizden istirham etti. Efendimiz,
“Ey Dihye, günahın nedir?, diye buyurdu. Dihye epeyce düşündü. Sonra,
“Ey Allah Teâlâ’nın elçisi,
bilimsiz düşünceme göre, kızlarıma başkalarının koca olmasını nefsime
yediremedim. Yedisinide elimle öldürdüm”, dedir, O sıra efendimizin de gözleri yaşardı. İç dünyası alt üst
olmuştu. Hemen Cebrail aleyhisselâm geldi ve efendimize şöyle dedi:
“Ey Allah Teâlâ’nın elçisi.
Dihye’ye söyle. Allah Teâlâ izzet celalına yemin ederek dedi ki, Dihye “La İlâhe
İllâ’llâh Muhammedün Resulullah” tevhidini söylediği anda onun atmış yıllık
inkâr suçunu bağışladım. Kızlarını öldürme suçunu artık bağışlamam mı?” buyurdu.
Değerli okuyan kardeşlerim,
La ilâhe illâ’llâh cümlesine kelimeyi ala, hak yoldan sapan, hak yolu bulamayan
batmış insanları bütün varlıkların üstüne yükselten, tek Allah Teâlâ’nın
şerefiyle yücelten kelimedir. İlâhî zata inanmada şu söylediklerime aykırı bir
inancın varsa o inancını bırak. Bizim ilâhî zatı bilip tanıdığımız gibi
tanımayı kabul et. O Birin huzurunda beraber olalım. Tek olan ilâhî zattan güç
ve şeref a lalım.
İlahlık güçlerine sahip, zât
varlığı zaruri olan ilâhî zât’ın zât yapısı ruhta değildir. Gerçek ilâhî zatı
bırakıp akıllarına tapanlardan Berkeley, Platon zât varlığı zaruri olan ilâhî
zât’ın zât yapısının külli bir ruh olduğunu, Aristo ise ruhun parçası sayılan
akıl, şuur olduğunu söylemişlerdir, bu pis adamlara göre taşların, madenlerin
toprağın her zerre ve kürenin, bütün bitkilerin, bütün hayvanların her türlü
gaz zerrelerinin, kısa söz evrendeki her varlığın ruhu vardır. Bütün bu ruhlar
kül olan ruhun zât yapısının birer hücresidir .Akıl ve külli olan ruh canlı ve
cansız görünen her zerreede mevcuttur. İşte şu mevcut olan ruhlar Allah Teâlâ’nın
zatıdır, derler. Yıldırım, yangın, sel ve zelzele olaylarını ilâh tanıdıkları
varlıklardaki pis ruhların insanlara olan kahır ve gazaplarının gereği kabul
ederler. Allah Teâlâ’nın zât varlığı saydıkları pis ruhların kahır ve gazabını
önlemek için temiz ruhlardan yardım isterler. İlâhî zât’ın yarattığı ruhlara ilâhî
zât’ın kendisi diye Animizm (tapan) bir sürü insanı bugün Avusturalya, Amerika,
Afrika ve başka yerlerde görebiliriz. Ruhların Allah Teâlâ zatı olması şurada
dursun şeriatımıza göre bir kimseye bir olay hakkında şahidiniz varmı
denildiğinde o adamın şahidim Peygamberlerin, Meleklerin, yetişkin Velilerin
ruhlarıdır, demesi küfürdür. Zira bu sözü söyleyen adam ya
Peygamberlerin Meleklerin, Velilerin ruhlarının gaybı bileceklerine inanıyor.
Ya da adı geçen ruhların her yerde hâzır ve nâzır olacağına inanıyor. Böylesi
bir inanç ise, tek olan Allah Teâlâ’nın zât’ını inkâr edip ruhların ilâhî zât
olduğunu tasdik ve kabul etmektir. Şu sakat yanlış yolun yolcularına
derizki “Lâ ilâhe illâ’llâh” ilâhlık
güçlerine sahip zât varlığı zaruri tek ilâhî zattan başka, evrendeki ruhlardan
meydana gelen ve zât yapısı ruh olan ikinci ilâh yoktur. Meşhur Aristo ile Platon
mahluk ruhları ilâhî zât diye tanıyıp yaratılmışlara yaratıcı diye taptılar.
Asırlar boyunca milyonlarca insanı da gerçek ilâh doğrultusuna yönelmeden
saptırdılar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bir hâdisi
şerifte inanarak :
“Lâ ilâhe illâ’llâh diyen
kimseye ölümünde şiddet, kabrinde karanlık, mahşer topluluğunda korku yoktur” buyurur.
Hazreti Ali kerremallâhü
veche diyor ki;
“Ben Allah Teâlâ’nın
elçisinden işittim buyurdular ki,
“Ben meleklerin efendisi Cebrâil
Alehisselâmdan işittim dedilerki;
“yeryüzüne LÂİLÂHE İLLÂ’LLÂH
MUHAMMEDUN RESULLÜLLÂH kelimesinden değeri daha büyük olan kelime getirmedim. O
kelime ile yer ve gökler, dağlar, ağaçlar kara ve denizler kâim (kendilerine
özgü rahat) olur. O kelime, tevhit, Ala, İslam kurb, takva, necat
kelimeleridir. Bu kelime kıyamet gününde terazinin bir gözüne, yer ve göklerde
diğer gözüne konulacak olsa tevhid kelimesi ağır gelir buyurdu.
Saygı değer okuyucu
kardeşim; Ahirette en büyük değeri olan varlık gerçek tevhid varlığıdır. Gerçek
inancıyla bir tane olan ilâhî zâtın amansız düşmanları saydığımız müşriklerin
şirk inançlarına her zaman için muhalif cephe kurduğunu bilinçli olarak ilan
et, mânevi değerini artırmaya çalış.
Yetişkin inanırlardan
İbrahim vâsıtî kaddesellâhü sırrahu’l azîz derki hac ederken Arafat’ta vakfeye
durmuştum, oradan 7 tane taş aldım ve şöyle dedim
“Ey taşlar şâhit olunuz ben
LAİLÂHE İLLÂ’LLÂH MUHAMMEDUN RESÛLULLAH diyerek Allah Teâlâ’nın zât’ının gerçek
birliğini kabul ettiğimi ilan ediyorum,” diyerek her taşa birer tevhit kelimesi okuyup elimden attım. O gece
rüyamda kıyamet koptu hesaba çekildim, cehenneme götürülmem emrolundu. Melekler
beni cehennem kapılarından bir kapıdan içeri atmak üzere getirdiler, ama kapı
bir kaya ile kapalı idi. 7 kapısını dolaştırıldım bütün kapıları kayalar ile
kapalı gördüm. Azap melekleri kapılardan kayaları kaldırmak istediklerinde
kayalardan şöyle ses geldi:
“İçeri atmak istediğiniz
kimsenin LÂİLÂHE İLLÂ’LLÂH MUHAMMEDUN RESULÜLLAH dediğine biz şahidiz. Onun
içeri atılmasına fırsat vermeyeceğiz” dediler. Sonra
melekler beni Allah Teâlâ’nın huzuruna götürdüler oda meleklere şöyle buyurdu:
“Taşlar bile bunun beni
birlediğine şahit olup hakkını koruyor. Ben onun hakkını zay edermiyim bunu
bağışladım. Cennete götürünüz” buyurdu der.
Gerçekte ilâh olan zât’ın
bir tane olduğunu gönülden çıkarmayalım. Şirkin dördüncü türü Allah Teâlâ’nın zât’ının
ruh olduğuna veya ruhlar olduğuna inanmaktır.
Ruhlar mahlûktur. Mahlûka
hâlık diye tapmaktan, hâlık varken bu mahlûk yarattıklardan yardım istemekten
daha büyük küfür olamaz. Tarikatçıların şu tür şirke girmemeleri için çok
uyanık olmalarını özellikle istirham ederim. Aristonun, Eflatunun âşıkları,
Aristonun Eflatunun mahlûku halik mevkiine koyarak bilgisiz insanları
birbirlerinin ruhlarına taptırmaya nasıl sevkettiklerini görsünler.
İlâhlık güçlerine sahip zât,
varlığı her açıdan zaruri olan ilâhî zât’ın zât yapısı şifalı maddede değildir.
Hypocrote ve benzerleri bir derde yakalanmaya, ölmeye mecbur olan insanları
şifalı ilâçlara taptırmak, onları sevdirmek için yaratıcı zât’ın şifalı madde
olduğunu söylemişlerdir. Hâşâ onun zatı şifalı maddede değildir. Onun zatı
şifalı maddelerin umumunu yaratandır.
Ey yaratılışı ve kaderi
gereği hasta olacak insan, hastalığın anında doktora ilâca ne kadar ihtiyacın
varsa doktoru, ilâcı yaratan Allah Teâlâ’nın zât’ına onlardan daha çok
ihtiyacın var.
O halde ilâhlık kuvvetine
heran sahip, zât varlığı her açıdan zaruri, zatiyet mahiyeti meçhul olan ilâhî zât
bir tanedir. Zât yapısı şifalı ilaç olan ilâhî zât yoktur. Var diyenler yapma
bir ilâh meydana getirerek Allah Teâlâ’ya şirk koşuyorlar. Bu tür şirkte
beşinci tür şirktir.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyururlar,
“Kimin dünyada söylediği
son söz LÂİLÂHE İLLÂ’LLÂH MUHAMMEDUN RESULÜLLAH olursa o kimse cennete
girecektir”. Buyurdu.
Son sözle kasıd iç dünyamızdaki itikat ve
inancın, söylediğiniz tevhid kelimesi ne mutabık, uygun olmasıdır. İlâhî zâtın
bir tane olduğunu dili tasdik ettiği an kalbi tekzip ediyorsa dildeki tevhidin
hiçbir faydası olmaz. İnanır müslümanlar son nefesinde kalp ve dillerini
doktora ilaca tahsis etmemelidirler.
İleride kendilerine sonsuz
bir ömür, yepyeni bir hayat verecek tek olan Allah Teâlâ’nın ismini dil ve
gönül ile anmıya çalışmalıdırlar.
İlâhlık güçlerine sahip, zât,
varlığı her bakımdan zaruri olan ilâhî zât’ın mahiyet, hüvviyet yapısı cinsel
yapıda değildir. Çünkü cins olan şeylerde çoğalma olur. Çoğalanlarda misliyet
bir birine eşleme denkleme olur.
İncile bağlı Ermeniler Allah
Teâlâ’nın zât’ını cins kabul ettiler. Allah Teâlâ’nın zât’ının Meryem ile temas
ettiğini, temas neticesinde Meryem’in İsa aleyhisselâmı doğurduğunu, Allah
Teâlâ ile Meryem ve İsa arasında karılık, kocalık, oğulluk ve babalık
ilişkisinin kurulduğuna inanırlar. Sözün daha açığı ermeniler Allah Teâlâ’nın
zatını ölümsüz bir insan olarak kabul ederler.. Allah Teâlâ’nın zât’ının
sulbünden gelen Hz. İsa’yıda ilâhlıkta Babasının ortağıdır karısı Meryem de
kocası olan Allah Teâlâ’nın ilâhlığının varisidir, diyerek koca, karı ve
oğuldan “üçlü ilâh” kurulunun olduğuna inanırlar. Ermenilerin,
hıristiyanların ortadoks, protestan ve katoliklerin inancına göre üç ilâhtan
her biri ötekilerin ilâhlık yetkisini kullanarak bağımsız tek bir ilâh gibi
hareket ederler.
1947 yılında
tesadüfen bir ermeni ile tanışmıştık Allah Teâlâ’nın zatı hakkında söz
açılmıştı, ermeni Allah Teâlâ’nın zât’ının yerden gök kürelerinden ve bütün
kâinattan büyük olduğunu söyledi.
Bende
hıristiyanlık gereğince Allah Teâlâ’nın zât’ının Hz. Meryemin kocası olduğunu,
hıristiyanların öteden beri böyle inandıklarını hatırlatarak ermeniye sordum “Hz.
Meryem kaç kiloluk bir hanımdır?” Ermeni
“bizim kadınlar
gibi en fazla 70-80 kiloluk bir kadındır” dedi. Ben tekrar sordum
“Peki 80
kiloluk bir kadın kainattan büyük olan bir zata nasıl karılık yaptı”,
Ermeni bu soru
karşısında şaşırdı. Biraz düşündükten sonra
“hıristiyanlıkta
inanç esası olan bu sorunların akıl ve mantığa dayanan yönü yoktur” dedi. Ermeni hristiyanlığı incelemiş gibi
görünüyordu.
Türkiyemizde
lisede okuyan bir Alman gencine sordum
“İsevîler
cennete, cehenneme inanırlar mı?”
“Evet.”
“Cehenneme
kimler girecek?”
“Kötüler, bu
günkü mevcut İncile göre Allah Teâlâ’nın parçası olan İsa Peygamber havarilere
hıristiyanların suçlarını affetme yetkisi vermiş, haavriler de papazlara
hıristiyanların suçlarını günahlarını, affetme yetkisi vermiş papazlarda bütün
hırıstiyanları affediyor. Hırıstiyanlarda günahkâr kimse kalmıyorki Allah Teâlâ
onları kötü kimse saysında cehenneme atsın. Bu işe ne dersin?”
“Evet öyle
oluyor” dedi.
Görülüyorki
hırıstiyanlığın üçlü ilâh ailesi yuvarlak masa başına gelmiş ilâhlık
yetkilerini papazlara devretmiş, kendileride emekliye ayrılmışlar.
Aristo, Eflâtun Berkley
maddelerin, bitkilerin, hayvanların insanların ruhlarını ilâhî zât gösterdiler.
Bilgisiz insanları ruhlara Allah Teâlâ diye taptırdılar. Hristiyanlığın
temsilcileri olan papazlarda Hz. Meryem’i Hz. İsâ aleyhisselâmı dolayısiyle
kendilerini ilâhî zât’ın parçaları olarak gösterdiler, kendilerine taptırmaya
çalıştılar. Allah Teâlâ’nın üreyen, türeyen, doğan, doğuran cinsel bir zât
olduğunu söylediler. Şirkin altıncı türünü ortaya koydular. Müşriklere Cenâb-ı
Hakk diyorki “mâmin ilâhın illâ ilâhün vâhidün” (ilâhî zât bir tanedir.
Ondan başka kimse ilâh olamaz. O kimsenin parçası değildir. Kimsede onun
parçası olamaz.) Tıpkı nasraniler (Hırıstiyanlar) gibi Yahudilerde ilâhî zatı
insan cinsinden cinsel zât kabul ederler. Böyle kabul ettikleri için Uzeyr Aleyhisselama
Allah Teâlâ’nın oğludur. Diye inanır, üçlü bir ilâh ailesinide bunlar kurarlar,
nihayet yeryüzünde ilâhî zât’ın cinsel zât olduğuna inanarak yetişkin kadınlara
Allah Teâlâ’nın karıları, Peygamberlere Allah Teâlâ’nın oğulları, Meleklere
Allah Teâlâ’nın kızları diye inanan bir sürü sapık müşrik insanlar vardır.
Biz inanır müslümanlar
derizki “lâilâhe illâ’llâh” zât varlığı her yönünden zorunlu olan bir tek ilâhî
zattan başka ikinci ilâh yoktur.
Yahudiler, nasraniler
Peygamberlerini öğerek Peygamberleri ile Allah Teâlâ arasındaki açıklığı
kapattılar. Peygamberleri Allah Teâlâ’nın ilâhlığına ortak ettiler, sonrada
gerçek ilâh olan zât’ın varlığını ortadan kaldırdılar, Peygamberlerini ilâhlık
mevkiine oturttular. İnançlarına göre böyle yapmakla hem ilâhî zât’ın tek ilâhlığına
son verdiler, hemde ilasal zata namaz kılma oruç tutma gibi ibadet işlerini
yapmaya son verdiler. Bunların şu kötü tutumlarını eleştiren Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz ümmetine şöyle seslendi ;
“nasranilerin Meryemin oğlu
İsâyı insanlık sınırını aşarak öğdüğü gibi beni öğmeyiniz. Beni en fazla öğecek
olursanız Allah Teâlâ’nın kulu ve elçisiydi diyiniz” buyuruyor. Yahudi ve nasranilerin düştükleri
şirke düşmememiz için biz müslümanları uyarıyor.
İlâhî zât’ın zât varlığı
insan gözüne görünen bir varlıktır. Zât’ının görünür varlık olması, ilâhlık
tabiatının ica ve iktizasıdır. Aradan sonsuz gibi görünen uzun mesafeyi,
insanların görmesini engelleyen her engeli Hazreti Allah Teâlâ ortadan
kaldıracak olsa zât varlığını bütün insanlar görebilirler. Onun ilâhî zât’ını
göremeyişimizin sebep ve nedenleri ilâhî zât’ın bulunduğu özel arşı ile
insanların bulunduğu yerküresinin ve bütün yaratık kürelerin arasında
insanların en teknik gücüne göre kat edilmesi mümkün olmayan mesafenin ve ilâhlık
tabiatına özgü zikri geçen altı adet hicap
nikap dediğimiz ezeli, ebedi o lan arş atmosferlerinin bulunmasıdır. Bu
engelleri Kendisi kaldırdığı takdirde kulları onun zât’ını rahat görebilirler.
Ruh ve meleklerin insan
gözüne görünmemeleri ruhluk ve meleklik tabiatlarının icap ve iktizasıdır. Milyonlarca
ruh ve melek gözümüz önünde olsa göremeyiz. Çünkü ruh ve meleklerin yaratılış
tabiatlarının gereği insan gözüne görünmeyecek biçimde olmalarıdır. Cenâb-ı Hakk’ın
zât’ında bunlar gibi tabii görünülmemezlik, gizlilik yoktur. Görünürlük vardır.
Onun zatı açıkça görünendir. Yeri geldiğinde bu sorun genişçe işlenecektir.
Şimdi size ilham armağanlarından birkaç kıta arzedeyim.
Arapça okudum olmdım arap
Dışım imar oldu içerim harap
Gördümki nefsimi bir avuç türap
Toz edip üfledim mevlama doğru
Gözüm kördü kulaklarım sağırdı
Rabbim benim kulağıma bağırdı
İçirdiler bana sütü yoğurdu
Hâzedip yollandım mevlama doğru
Gödüm kutretinde bir ufak zerre
Ondan vücut bulmuş zerreyle kürre
Kullanamam ismini isyana şerre
Caz edip yollandım mevlama doğru
Güçlerinden kaynar akar nehirler
Onda başlar onda biter dehirler
Gölgesinden kurulmuştur şehirler
Yaz edip yollandım mevlama doğru
Güçlerin şehrinde bir süre kaldım
Ruhum lıasta idi çok şifa buldum
O yokluk şehriydi ölmeden öldüm
Fârz edip yollandım mevlama doğru
Bir kabre soktular toprağı yoktur
Okabre girmenin talibi çoktur
Nefis idam olmuş haksızlık yoktur
Hak deyip yollandım mevlama doğru
****
Derlerki bana parmağın oynat
Kalemini doldur mânâyı kaynat
Talip olanlara yudum yudum sat
Kâr pazarı bura dahası yoktur
Şuur olda anla söylenen sözü
Bu sorundur ancak özlerin özü
Bu noktada açılır arifin gözü
Bütün kıymet bunda pahası yoktur
Ezelden esiyor bir güzel koku
Basit türkçe deme mükerrer oku
İhlas ipliğinden al, inciler doku
Bencilliğin burda sahası yoktur
Toklarda yemeli bundan aç kadar
Kıymetlidir sultanlara tac kadar
Zemmede uğraşam ben, hallaç kadar
Riyanın burada rayhası yoktur
İlâhiyat tabibini sakın ta an etme
Ayrılma bu yoldan yabana gitme
Şu düzgün yoluna eğrilik katma
Eğriliğin bizde imlâsı yoktur.
MÜHİM BİR EK:
NUR KİMDİR
“Nur” Hz. Allah Teâlâ’nın zât’ının özündeki
güçlerden bir gücün özel ismidir. Bu nedenle bu isim o’nun zâtından başkasına
verilemez. “Nur” ismini Allah Teâlâ’nın zât’ından başkasına isim olarak
verenler kesin bilmelidirlerki büyük suç işlemekte cezası ağır olan kötü bir
hayata düşmektedirler.
Üzülerek ifade etmek
isterimki zamanımızın inanırları nur kelimesini kadınlara ticarethane ve
otellere isim olarak kullanmaktadırlar. Nur kelimesinin tam metnine tam
metninden değişik olan Nuran, Nuriye, Nuray, Günnur, Binnur Nuriy gibi
isimleri alınmasında dini bir sakınca yoktur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz ruh ve beden yapısının Allah Teâlâ’nın nur gücünün tesiri
etkisi altına girmesi için şöyle dua etmiştir.
“Allahümmecalnî nurân”
“Allah Teâlâ’m benim
varlığımı Nur gücünün Hâkimiyeti altına al, münevver varlığım diğer güçlerinin verdiği varlığa galip
gelsinde tüm varlığım Nûrâni varlık olsun” diye dua etti. Merhum Süleyman
Çelebi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu duasının kabul edildiğini
kanıtlamak üzere Efendimiz Hakkında derki
Nur idi baştan ayağa gövdesi
Nurayandır Nurun olmaz gölgesi
Cenâb-ı Hakkta Resulü Ekrem
hakkında Kur’anı Kerimde şöyle der.
“Biz senin varlığını
aydınlatan Kandil yaptık. Aydınlatıcı bir Kandil olarak insanlara gönderdik.” Buyurur. İlâh olan zât’ın nur gücünden şöyle
yardım istemeliyiz.
“Allahümm’edhilni tahta
hakimiyeti nurike vec’alnî münevveren binurike ve Esiren lınurıke”
“Allah Teâlâ’m benim
varlığımı nur gücünün hâkimiyeti altına sok, varlığımı nur gücünle aydınlat,
varlığımı nur gücünün esiri tutsağı eyle” diyerek nur gücüne yalvarmalıyız. Cenâb-ı
nur, Nur suresinde şöyle buyurur :
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
“Allahü Nurussemavativelerd”
“Allâh, semâların ve arzın
nurudur” (Nur, 35)
Allah Teâlâ olan zât nur
gücüyle yer ve gök kürelerindeki her türlü tüm ışıkları yaratarak o küreleri
aydınlattı.
Bu eserimden sonra gelen
menil vâhit adlı eserimi okumanız sözü edilen gerçek tevhidi zirveye
ulaştıracaktır.
Ve´sselamü ala
men ittebeal Hüda
اَللَّهُمَّ صَلِّى عَلىَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
وَ الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ
İçindekiler Tablosu
ALLAH
TEÂLÂ’NIN ZÂTI NEREDEDİR?
ZÂT-I
İLÂHİNİN GAYRİ MÜKEVVEN
(Yaratılmamış) OLAN ARŞI
ZATI İLÂHİNİN GAYRI MÜKEVVEN OLAN YETMİŞ HİCAB ARŞI
ZATI
İLÂHİNİN GAYRİ MÜKEVVEN OLAN “A’M” ARŞI
ZÂT-I İLÂHİNİN GAYRI MÜKEVVEN OLAN YETMİŞ BİN HİCAB ARŞI
İLAH OLAN ZÂT’IN GAYRİ MÜKEVVEN OLAN SEMA ARŞI
İLAH
OLAN ZATIN GAYRİ MÜKEVVEN OLAN MEÂRİÇ ARŞI
MELEKLERİN KANATLI YARATILMASI
YARATILIŞTA MELEK BEDENİNİN BÜYÜKLÜĞÜ VE KÜÇÜKLÜĞÜ
MERHUM YAZARIN BASILMAKTA
OLAN ESERLERİ
1— Menil Valıid (gerçek tek
kimdir)
2— Menil Vâcid (Vücud veren
kimdir)
3— Menil Hâlık (Halk eden
kimdir)
4— Menil Vedud (sevip
sevdiren kimdir)
5— Menır Rahman (Acıyan
kimdir)
6— Menil Alîm (Kendisini
bildiıen kimdir)
7— Menir Raşîd (olağanüstü
biigi veren kimdir)
8— Menil Habîr (Geleceğin
tehlikesini bildiren kimdir)
9— Menil Kebîrul
Mütekebbir.
10— Menil Kâdirul Muktedir
11— Menil Aliyyül Müteâlî
12— Menil Azîzül Muızz
13— Menil Veliyyul Vâlî
14— Menil Afüvvül Gafurul
Gaffar
15— Menit Tevvâbül Mücîb
16— Menil Hakîmul Hakem
17— Menil Hayyül Muhyî
18— Menil Mukıîtül Evvel
19— Menil Âhirul Müehhir
20— Menil Ğaniyyül Muğnî
[1] Mülhem:
Kalbe doğmuş. Allah Teâlâ’nın, ilham ile kalbe bildirdiği
[2] Tavattun:
Vatan tutmak;. yer edinmek, kalmak.
[3] SUBUHAT: Secdeler
ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye.
[4] “De ki:
'İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en
güzel isimler O'nundur.' Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi
ortasında bir yol tut.” (İsrâ, 110)
[5]
Mearic(Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
[6] (Birbirine
bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden.
Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime)
[7] Gömlekler
[8] “Ramazan”
Kelimesinin Anlamı Nedir?
Bu
aya bizi ulaştıran Rabbimize sonsuz hamd-u senalar olsun.
Bu
yazımızda Ramazanın anlam ve fazileti üzerinde kısa açıklamalar yapacağız.
Her
sene sayısız kez tekrarladığımız bu kelimenin anlamını biliyor muyuz? İnşaallah
bu kelimeyi tanıyacağız.
“Ramazan” kelimesinin
anlamı hakkında iki farklı görüş vardır:1- Birincisi tâbiîn âlimlerinin
ileri gelenlerinden İmam Mücâhid'in rivâyetidir.
İbn Cerîr,
İmam Mücâhid'den: “Sakın 'Ramazan' demeyiniz. Çünkü Ramazanın ne olduğunu
bilmezsin. Umulur ki o, Allah'ın isimlerinden biri ola. Fakat 'Ramazan Ayı'
deyiniz. Nitekim Cenab-ı Hakk da öyle demiştir.”
Bu rivâyeti
esas aldığımızda, Ramazan, Allah'ın isimlerinden biridir. شَهْرُ رَمَضَانَ 'Şehr-u Ramazan' demek, شَهْرُ اللّه 'Allah'ın ayı' demektir. Bu konuyu az sonra tahlil edeceğiz.
Ondan önce, “Allah'ın, Kur'an ve Hadisler'de zikredilenler dışında isimleri de
var mıdır?” sorusuna cevap verelim.
Allah'ın
güzel isimleri 99 ile sınırlı değildir. Rabbimizin bize bildirmediği isimleri
de vardır. Sünen-i Tirmizî'de Allah'ın isimleri 99 olarak sayılmıştır, Sünen-i
İbn-i Mâce'de ise rivayet edilen Hadis'te 101 tane İlahî isim zikredilmiştir.
Bu iki Hadis kitabında zikredilip Kur'an'da geçmeyen bazı sıfatlar isim
şeklinde Kur'an'da geçmemektedir. Ancak bu sıfatların ifade ettiği anlamlar,
fiiller şeklinde Kur'an'da geçmektedir. Kur'an-ı Kerim'de çeşitli kelime
kalıplarıyla Allah'a nispet edilmiş olan kavramların sayısını 313'e kadar
çıkaranlar vardır. Tirmizî ve İbn Mâce'de sayımı verilen Hadislerde geçen
Allah'ın isim ve sıfatlarının dışında da, başka Hadis kitaplarında Rabbimizin
isim ve sıfatları geçmektedir.
Dolayısıyla
Allah'ın isim ve sıfatları aslında 99 adetten ibaret değildir. 99 rakamı
çokluktan (kesretten) kinayedir. el-Esmâü'l Hüsnâ ile ilgili Hadislerde,
Allahın isimlerinin 99 olduğunu belirten ifadeler, bu isimleri sayanların (ihsâ
edenlerin) cennete gireceğini bildirmek içindir. Yoksa Allah'ın isimlerini 99
rakamıyla tahdid etmek için değildir. Ayrıca Hadislerde geçmeyen ama Kur'an'da
geçen Allah'ın güzel isim ve sıfatları da vardır. Bu konu İmanın temel
meselesinden olduğu için, bu konuda derli toplu bir çalışma yapmayı
düşünüyoruz, inşaallah.
Bu
açıklamalardan sonra, Allah'ın isim ve sıfatlarını bir sayı ile sınırlandırmak
mümkün olmadığı gibi, O'nun bize bildirmediği katında gizli tuttuğu isimleri de
olduğunu anlıyoruz.
Hadislerden,
“Ey Allahım, bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerinin hepsiyle Senden
isterim” diye dua etmenin Sünnet olduğunu öğreniyoruz. Bu dua şekli de, meşru
olan tevessülün, Allah'ın güzel isim ve sıfatlarıyla O'na yakarmak ve O'ndan
yardım talep etmek kısmına girmektedir.
Başta Akaid,
Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer, Usûl, Tarih olmak üzere bütün ilimlerde otorite
olan, Şeyhulislâm İbn-i Teymiyenin tilmizi, İbn Kesir, şunları nakleder:
“el-Esmâul Hüsnâ'nın 99 ile sınırlı olmadığına Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde
senediyle birlikte Abdullah bin Mes'ûd'dan rivâyet ettiği Hadis delâlet
etmektedir. Abdullah dedi ki; Rasûlullah şöyle buyurdu: “Herhangi bir Müslüman
bir endişe veya üzüntüye düşer de, 'Ey Allahım, ben Sen'in kulunum, kulunun ve
câriyenin oğluyum. Perçemim Sen'in (kudret) elindedir. Sen'in hükmün
geçerlidir. Hakkımda kazâ'n adalettir. Sen'in kendi zâtını isimlendirdiğin veya
Kitabın'da indirdiğin yada yarattıklarından birine bildirdiğin veya katında
gayb ilminde kendine seçip tahsis ettiğin bir isimle Sen'den dilerim ki;
Kur'an'ı kalbimin baharı, hüznümün cilası, kederimin giderilmesi için vesile
kılasın, derse; elbette Allah onun üzüntü ve endişesini giderir ve üzüntüsünün
yerine ferahlık verir.'
Bunun üzerine
(dinleyenler) dediler ki; 'Yâ Rasûlullah, bu kelimeleri öğrenelim mi?
Rasûlullah
da; 'Evet, bunları işiten herkesin öğrenmesi gerekir' buyurdu.
(Tefsiru'l
Kur'ani'l Azîm, Ammân, Dâru Usâme, C: 2, Sh: 849, 850)
Bu, özellikle
'Hadislerle Tefsir' konusunda sahasında otorite ve tefsirler içinde de en sahih
tefsir kabul edilen İbn-i Kesir'in rivâyetidir.
Şimdiye kadar
anlattıklarımızı özetlemek gerekirse; İmam Mücâhid'e göre, “Ramazan” Allah'ın
isimlerinden biridir. Fakat, Selef'ten bazı kimseler, “Ramazan” denmesini hoş
karşılamayıp, “Ramazan Ayı” denmesi gerektiğini söylemiş olsalar da, Hadislerde
bu iki söyleyişin de delilleri vardır ve Ramazan kelimesinin Allah'ın isimlerinden
olduğuna dair rivâyetler de zayıftır.
Pek çok
Hadislerin ve İbn Kesir'deki rivâyetin de delâletiyle, Allah'ın bize
açıklamadığı isimlerinin de olduğunu öğreniyoruz. Zayıf rivâyetler konusunda da
Allah en doğrusunu bilir diyoruz.
Allah, bazı
isimlerini gayb ilminde katında saklı tutmuştur. Ama biz, o isimleri bilmesek
de, o isimlerle O'ndan isteriz. “Kendi katında, gayb ilminde kendine tahsis
edip seçtiğin isimlerinle Sen'den istiyorum” demek gibi..
“Ramazan”
kelimesi, Allah'ın isimlerinden midir?
Beyhakî'nin
zayıf bulduğu bir Hadis'te Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Ramazan geldi,
Ramazan gitti demeyiniz. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti deyiniz. Çünkü,
Ramazan, Allah'ın isimlerinden bir isimdir.”
İbn-i Kesir,
tefsirinde şöyle demektedir: “Selef-i Sâlihînden bazı kimselerin “Ramazan”
denilmesini hoş bulmayıp mutlaka “Ramazan ayı” denilmesi gerektiğini
söylediklerine dair rivâyetler vardır. İbn Ebî Hâtim'in Ebû Hureyre'den
naklettiğine göre o şöyle demiştir:
لاَ تَقُولُوا رَمَضَانَ فَإِنَّ رَمَضَانَ اسْمٌ مِنْ أَسْمَاءِ اللَّهِ، وَلَكِنْ قُولُوا شَهْرُ رَمَضَانَ
“Ramazan
demeyin, çünkü Ramazan Allah'ın isimlerinden biridir. Bilakis Ramazan Ayı
deyin.”
İbn Ebî Hâtim der ki: Mücâhid ve Muhammed b. Ka'b'tan benzer sözler rivâyet
edilmiştir. İbn Abbâs ve Zeyd b. Sâbit ise buna cevâz vermişlerdir. Ben derim
ki: Bunun râvilerinden Ebû Ma'şer, Meğâzi ve Siyer'de imam olan Necih b.
Abdurrahman el-Medenî'dir. Fakat Hadis rivâyetinde zayıftır. Bunu, oğlu ondan
Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamberden rivâyeti olarak (merfû') rivâyet etmiştir.
Hafız İbn Adiyy onu reddetmiştir ki bu kişi reddedilmeye layıktır. Çünkü Ebû
Ma'şer metruktur ve bu sözün Peygamber sözü olduğu yanılgısına düşmüştür. Bu
konuda İmam Buhâri (rahımehullah), kitabında (Ramazan denilip denilmeyeceğine
dair bâb) başlığı altında bir çok Hadis zikretmiştir ki bunlardan birisi
şöyledir: “Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan orucunu tutarsa geçmiş
günahları bağışlanır” (Buhâri, Müslim, Nesâî, İbn Mâce). Ve bunun gibi başka
Hadisler de rivâyet etmektedir.” (Tefsiru'l Kur'ani'l Azîm, Ammân, Dâru Usâme,
C: 1, Sh: 213)
İmam Buhâri,
Kitâbu's Savm'da;
بَابٌ هَلْ يُقَالُ رَمَضَانُ أوْ شَهرُ رَمَضَانَ
“Ramazan” mı
yoksa “Ramazan Ayı” mı denilir diye bir bâb (konu başlığı) atarak;
“Ramazan” denmez, diyenlerin tarafını tutmak yerine, her iki söyleyişin de câiz
olduğuna dair, Peygamberimizin bazı Hadislerini delil olarak zikretmiştir.
Allah en doğrusunu bilir.
2- Ramazan
kelimesi hakkındaki ikinci görüş; Recep, Şa'bân, Muharrem gibi özel bir ayın
adı olmasıdır.
İlk görüşe
göre; “Şehr-i Ramazan” tamlamasının tamamı, özel isimdir. Ramazan, Allah'ın
ismi sayıldığı için; Şehr'de özel isim olur.
İkinci görüşe
(ay ismi olmasına) göre ise; İsim yalnız Ramazan olup genelin özele bağlılığı
türünden izâfet-i beyâniyyedir.
Bu son
açıklamalar Arapça bilenlerin ma'lumudur.
İmam
Muhammed'den rivâyete göre Şehr kelimesini kaldırarak Ramazan'ı zikretmek,
Tenzihen mekruhtur.
Ancak kötü
niyet ve karıştırma olmaksızın sadece tahfîf (hafifleştirme) amacıyla sadece
'Ramazan' demek mekruh değildir.
Her ne kadar
“Ramazan” kelimesi Kur'an'da tek yerde geçip (Bakara: 185) 'Şehr (ay) kelimesi
ile kullanılmışsa da; Hadislerde, “Ramazan” şeklinde tek başına kullanıldığını
da görmekteyiz.
Bu konuda bir
örnek verelim:
Buhâri'de
geçen bir Hadiste Rasul-ü Zişân Efendimiz şöyle buyurmuştur:
مَنْ صَامَ رمَضَانَ إيْمَانًا واحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ ما تَقَدّمَ مِنْ ذَنْبِهِ
“Her kim
imanı sebebiyle ve sevap umarak Ramazan'da oruç tutarsa; geçmiş günahları kendi
lehine bağışlanır.” (Buhâri, İman, 28)
“Ramazan”
kelimesinin tek başına kullanıldığını delillendirmek için zikrettiğimiz bu
Hadis, pek çok Hadis kitaplarında geçmektedir. Kaynak verirken bir yada birkaçıyla
iktifa ettiğimizi ifade edelim.
Demek ki kötü
niyet olmaksızın, Ramazan kelimesinin tek başına kullanılması mekruh değildir.
Ama imkân elverdiğince Şehr-i Ramazan demek daha isabetlidir. Allahu A'lem.
“Ramazan”
kelimesinin Arapça aslı nedir?
Âlimlerin
çoğunluğuna göre Ramazan, رَمَضَ ra-ma-da kelimesinden alınmıştır:
رَمَضَ
/ يَرْمِضُ
/ رَمَضًا
Ramad (رَمَضٌ); (aşırı sıcak sebebiyle taş ve toprak için) kavrulma, yanma.
Güneşin şiddetli ısısından dolayı taşların son derece kızması, anlamına gelir.
Bu şekilde
güneşten yanmış pek kızgın yere de “ramdâ” (رَمْضَاء) denir.
Dolayısıyla
Ramazan, ramdâ'dan yanmak anlamında, ra-ma-da fiilinin masdarıdır. Yani “kızgın
yerde yalın ayak yürümekle yanmak” demektir.
رَمَضَتْ قدَمُهُ (Ramada't kademuhu) denilir ki; yani “kızgınlıktan ayağı yandı”
demektir.
“Ramazan”
kelimesinin öncesine “Şehr” (ay) muzâf yapılarak “Şehr-i Ramazan”, bu aya özel
isim yapılmıştır.
Çünkü bu ayda
açlık ve susuzluk hararetinden ıztırap çekilir. Ya da oruç harareti ile
günahlar yakılır.
Yanmak,
kavrulmak anlamlarından gelen bu Temmuz sıcağındaki Ramazan ayında
günahlarımızın yanıp yok olmasını; bizim de yanıp, olgunlaşıp kemâle ermemizi
diliyoruz.
Az önce
Ramazan kelimesinin Şehr ile tamlamaya girmeden tek başına kullanıldığı
delillendirmek için zikrettiğimiz Hadis'i ezberlemenizi tavsiye ederiz.
Şimdi de
Ramazan gecelerini ibadetle ihyâ etmeye teşvikle ilgili, bahsettiğimiz Hadis'e
benzer, ezberlenmesi kolay bir Hadis-i Şerif zikredelim.
مَنْ قامَ رمَضَانَ إيْمَانًا واحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ ما تَقَدّمَ مِنْ ذَنْبِهِ
Ebû
Hüreyre'den rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu: “Kim inanarak ve sevabını
umarak Ramazan'ı ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”
(Buhâri,
Kitâbu Salâti't Terâvîh, 1; Müslim, Kitâbu Salâti'l Musâfirîn, Tirmîzî, İbn
Mâce, Nesâî)
Ramazanın
fazileti hakkında birkaç söz:
1- Kur'an'da
ismi açıkça geçen tek ay, Ramazan ayıdır.
2- Kur'an-ı
kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. “O Ramazan ayı ki Kur'an onda
indirilmiştir.” (Bakara: 185)
3- Kuran'ı
Kerim'de “bin aydan daha hayırlı” (Kadir: 3) olduğu belirtilen Kadir Gecesi bu
ay içerisindedir.
4- Dinimizin
beş temelinden biri olan oruç ibadeti bu ayda farzdır. “Sizden her kim bu aya
erişirse orucunu tutsun.” (Bakara: 185)
5- Teravih
namazı bu aya has bir ibadettir.
6- Fıtır
sadakası vermek bu aya mahsus bir ibadettir.
7- Ramazanın
son on gününde itikafa girmek, Rasûlullah'ın vefatına kadar uyguladığı
Sünnetlerindendir.
8- Ramazan
ayında mukabele yapmak ve hayır/hasenatta bulunmak.
Rasûlullah,
Ramazan ayı çıkıncaya kadar Kur'an'ı Cebrail aleyhisselam'a okur, arzederdi.
Müslümanların da, bu ay girince mukabele ve Kur'an derslerine diğer günlerden
daha çok önem vermeleri gerekir.
Enes b.
Mâlik'ten rivayet edildiğine göre ise, Peygamberimize, “hangi sadaka daha
üstündür?” diye sorulduğunda: “Ramazan ayında verilen sadaka”
buyurmuştur. (Tirmizî, Zekat, 28)
Ramazanın
mana ve muhtevasına uygun şekilde onu ihya edenlerden olmayı ve faziletleriyle
şeref kazanmayı dileriz. (Yusuf Semmak)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar