Sevgilim Efendim Kabrinde Diridir
Hz. Rasûlü'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem için 8 Haziranı vefat
günü olarak söyleyenler bu yazıyı okusunlar. Onun için vefat kelimesi kullanmak
kadar abesle iştigal olmaz. Efendimiz hâlâ sırlandığı yerde diriden daha diri
olarak durmaktadır. O ümmetinin başında ve kıyamete kadarda böyle duracaktır.
Elhamdulillah…
HATIRLADIĞIM HÂDİSELERDEN BİR KISIM–Mahir İZ
Medine-i Münevvere kumandanı Şeyhü'l-Harem
Osman Paşa idi. Birkaç oğlundan sâdece mektep arkadaşım olan Hamza Osman'ı
tanırdım ki bilâhare mebus da oldu. Hicaz Valisi Râtib Paşa idi. Medîne-i
Münevvere'de ondokuz ay kaldık. 1908 Meşrutiyet İnkılâbı biz orada iken vuku
buldu; şenlikler yapıldı. Tebdil-i saltanat vâki oldu; yine donanmalar oldu.
Kanun-ı Esasi ilân edildi; yine şehrâyin [şenlik; büyük hâkimiyet ve kuvvete
âit sevinç, donanma. ] yapıldı. Hicaz demiryolu Şam'dan Medine'ye geldi;
yine ilân-ı sürür ve şâdmânî edildi..
Meşrutiyetten sonra
orada bulunan bir Hamidiye Alayı maaşların verilmemesinden dolayı isyan etti. Harem-i Şerîf'i bastılar, kapılarını kapayıp birer nöbetçi
diktiler. Cuma günü bile istediklerini içeri alıp,
istemediklerini geri çevirdiler. Hattâ bu münasebetle ulemâ arasında «cumanın
sıhhati» hakkında münâkaşalar yapıldı. Bir kısmı «İzn-i âm [Herkese
müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her
müslümana açık olması] olmadığı için cuma namazı sahîh değildir.» dedi;
bir kısmı da «Bâğînin [isteyen; âsî, zâlim, yoldan sapmış isyan etmiş, meşru idâreye başkaldıran.
] hareketi izn-i âmmı haleldar etmez.» dedi. Bu münâkaşaları ben yakından takip ettim.
O zaman Medine-i Münevvere'de ulemâ
arasında en âlim zât Şafiî Müftîsi Seyyid Ahmed Berzencî
Efendi idi. Mahmudiye Medresesi Müderrisi ise
ileri âlimlerden sayılırdı. Her sabah, vazife başlamadan babamın etrafında
toplanarak bazı eserler okurlardı. Nâib Osman Efendi, [Mekke ve Medine
Kadısı'ndan başka «Kadı Muavini* mâhiyetinde bir de «Nâib»
vardı.] Mahmudiye Müderrisi, benim hocam ve ismini hatırlayamadığım
bir zât daha Buhar-i Şerif ve Edebu’l-Kadî'yi müzakere ederlerdi. Kitabî olarak en fasîh Arapça muhavereyi Medine'ye
pazara gelen kabîle şeyhleri yapardı; onları birbirleriyle konuşurken zevkle
dinlendim. Konuşmaları, Medine halkının konuşmasına hiç benzemezdi; insan
adeta iki âlimin bir kitap okuduğunu zannederdi.
Medine'nin
hususiyetlerinden biri de, İslâm diyarından gelen mücavirlerden çoğunun bir iş
tutarak oraya yerleşmiş olması, aşk-ı Resûl ile mücâvir olan bazı kimselerin,
sabah namazlarını haber vermek üzere şafiî vaktinde sokaklarda yüksek
sesle “ent'el-hâdi ent'el-hak, yâ Hak” diye zikretmeleridir.
Bir de beni çok heyecana sevkeden şey, hacc zamanı cuma hutbeleri idi. Harem-i
Şerifin yirmi yedi hatibi vardı. Bunlardan Sâkıb ve Hammad Efendiler heyecanlı
hatiplerdi. Hele Sâkıb Efendi'nin, hutbelerinde Hadîs-i Şerif okuyacağı
zaman:
لقد ورد في الخبر عن النبي الصادق الابر
dedikten sonra parmağı
ile Ravza-i Mutahhara'yı işâret ederek
صاحب هذا القبر صلى الله تعلى عليه و سلم وهو في قبره حى انه قال
(BU KABRİN SAHİBİ
SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYHİ VESELLEM, O KABRİNDE HALİ HAZIRDA DİRİDİR, VE
BUYURDU Kİ.."
dediği an, iğne atılsa
yere düşmeyecek derecede kalabalık olan Harem'de çığlıklarla kendinden
geçenlerin husule getirdiği heyecan, ayrıca bir zevk-i manevî idi.
Diğer zamanlarda olduğu gibi, Ramazan-ı
Şerifte de «Ayn-ı Zerka» denilen buz gibi latîf suyun sakalarla halka
dağıtılması Vakf'ın en aziz bir ikrâmı idi. Medine-i Münevverde hiç
unutamadığım iki sîmâ Şafiî Müftîsi ile Farisî hocam İsâ Ruhî Efendi merhumlardır.
Biz orada iken, Şehremini Rıdvan Paşa vak'asından dolayı nefyedilen
Bedirhânîler ile büyük mücahit Şeyh Şâmil'in oğlu Kâmil Paşa âilesi de orada
bulunuyordu. 1937 senesinde Nişantaşı Erkek Orta Mektebini, Maârifin kiraladığı
Kâmil Paşa Konağında açmış ve o vesile ile kendisiyle ilk defa müşerref
olmuştum. Sonraları mahdûmu Said Bey'le de görüştüm. Büyük hemşirem Bihîn Hanım
da, merhumun kerimeleri Naciye Hanım'la tanışırlardı.
Medine-i Münevvere'de ondört çeşit hurma
saydılar. Medine'de «hurma» denilince yerliler gülerler; «hurma» kelimesi
telâffuzu itibariyle Arabistan'da «kadın» demektir. Hurma'ya yaş ise «rutab»,
kuru ise «temr» demek lâzımdır. En çok hoşuma giden, «Çelebi hurması» dedikleri
büyük ve pek latif hurmaydı. Bir de çekirdeksiz üzüm gibi, çekirdeksiz bir
hurma olurdu ki, ayrı bir nefâseti ve tadı vardır. Bir de dönüşte yolluk olarak
aldığımız tahin helvası kadar lezzetli helvayı başka yerde yememiş olduğumu
hatırlarım.
Harem-i Şerîf'te sabah namazının
husûsiyeti vardır. Şafiîlerce en erken vakitte kılmak daha faziletlidir. Bu
sebeple, onlar kendi mihraplarında cemaatle herkesten önce edâ ederler, sonra
Malikîler, nihayet daha büyük bir cemaatle Hanefîler kılarlardı.
Ben sabah namazına gelebildiğim zamanlar
her üç imama farza niyetle iktidâ ederdim ve bundan çok büyük zevk alırdım.
Tabiî bu üç namazdan ikisi nâfile olurdu. Bir de Harem-i Şerîf an'anesi vardı
ki, Mescid-i Saadet'e girilince Ravza-i Mutahhara'ya teveccühle Salât ü Selâm
getirilir, erbâb-ı takvâ iki rekât «Tahiyyetü'l-mescid» kılarlardı. Bu namaz
'Câmii selâmlama namazı' demekti.
İkindi ile akşam arası bir Mısırlı Hâfız
«Bâb'ür-Rahme»de mukabele okurdu. Bu, vakfın vazifelisidir. Mısır tilâvetleri
arasında merhum Şeyh Rıf'at müstesnâ, onun kadar güzel okuyana rastlamadım. Sh:
40-42
Kaynak:
Mahir İZ, Yılların İzi, Kitabevi, Nisan 2000,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder