Print Friendly and PDF

Sevgilim Efendim Kabrinde Diridir


HATIRLADIĞIM HÂDİSELERDEN BİR KISIM–Mahir İZ
Medine-i Münevvere kumandanı Şeyhü'l-Harem Osman Paşa idi. Birkaç oğlundan sâdece mektep arkadaşım olan Hamza Osman'ı tanırdım ki bilâhare mebus da oldu. Hicaz Valisi Râtib Paşa idi. Medîne-i Münevvere'de ondokuz ay kaldık. 1908 Meşrutiyet İnkılâbı biz orada iken vuku buldu; şenlikler yapıldı. Tebdil-i saltanat vâki oldu; yine donanmalar oldu. Kanun-ı Esasi ilân edildi; yine şehrâyin [şenlik; büyük hâkimiyet ve kuvvete âit sevinç, donanma. ] yapıldı. Hicaz demiryolu Şam'dan Medine'ye geldi; yine ilân-ı sürür ve şâdmânî edildi..
Meşrutiyetten sonra orada bulunan bir Hamidiye Alayı maaşların verilmemesinden dolayı isyan etti. Harem-i Şerîf'i bastılar, kapılarını kapayıp birer nöbetçi diktiler. Cuma günü bile istediklerini içeri alıp, istemediklerini geri çevirdiler. Hattâ bu münasebetle ulemâ arasında «cumanın sıhhati» hakkında münâkaşalar yapıldı. Bir kısmı «İzn-i âm [Herkese müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması] olmadığı için cuma namazı sahîh değildir.» dedi; bir kısmı da «Bâğînin [isteyen; âsî, zâlim, yoldan sapmış isyan etmiş, meşru idâreye başkaldıran. ] hareketi izn-i âmmı haleldar etmez.» dedi. Bu münâkaşaları ben yakın­dan takip ettim.
O zaman Medine-i Münevvere'de ulemâ arasında en âlim zât Şafiî Müftîsi Seyyid Ahmed Berzencî Efendi idi. Mahmudiye Medresesi Müderrisi ise ileri âlimlerden sayılırdı. Her sabah, vazife başlamadan babamın etrafında toplanarak bazı eserler okurlardı. Nâib Osman Efendi, [Mekke ve Medine Kadısı'ndan başka «Kadı Muavini* mâhiyetinde bir de «Nâib» vardı.]  Mahmudiye Müderrisi, benim hocam ve ismini hatırlayamadığım bir zât daha Buhar-i Şerif ve Edebu’l-Kadî'yi müzakere ederlerdi. Kitabî olarak en fasîh Arap­ça muhavereyi Medine'ye pazara gelen kabîle şeyhleri yapardı; onları birbirleriyle konuşurken zevkle dinlendim. Konuş­maları, Medine halkının konuşmasına hiç benzemezdi; insan adeta iki âlimin bir kitap okuduğunu zannederdi.
Medine'nin hususiyetlerinden biri de, İslâm diyarından gelen mücavirlerden çoğunun bir iş tutarak oraya yerleşmiş olması, aşk-ı Resûl ile mücâvir olan bazı kimselerin, sabah namazlarını haber vermek üzere şafiî vaktinde sokaklarda yüksek sesle “ent'el-hâdi ent'el-hak, yâ Hak” diye zikretmeleridir. Bir de beni çok heyecana sevkeden şey, hacc zamanı cuma hutbeleri idi. Harem-i Şerifin yirmi yedi ha­tibi vardı. Bunlardan Sâkıb ve Hammad Efendiler heyecanlı ha­tiplerdi. Hele Sâkıb Efendi'nin, hutbelerinde Hadîs-i Şerif oku­yacağı zaman:
لقد ورد في الخبر عن النبي الصادق الابر
dedikten sonra parmağı ile Ravza-i Mutahhara'yı işâret ederek
صاحب هذا القبر صلى الله تعلى عليه و سلم وهو في قبره حى انه قال
(BU KABRİN SAHİBİ SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYHİ VESELLEM, O KABRİNDE HALİ HAZIRDA DİRİDİR, VE BUYURDU Kİ.."
dediği an, iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kalabalık olan Harem'de çığlıklarla kendinden geçenlerin husule getirdiği he­yecan, ayrıca bir zevk-i manevî idi.
Diğer zamanlarda olduğu gibi, Ramazan-ı Şerifte de «Ayn-ı Zerka» denilen buz gibi latîf suyun sakalarla halka dağıtılması Vakf'ın en aziz bir ikrâmı idi. Medine-i Münevverde hiç unutamadığım iki sîmâ Şafiî Müftîsi ile Farisî hocam İsâ Ruhî Efen­di merhumlardır. Biz orada iken, Şehremini Rıdvan Paşa vak'asından dolayı nefyedilen Bedirhânîler ile büyük mücahit Şeyh Şâmil'in oğlu Kâmil Paşa âilesi de orada bulunuyordu. 1937 senesinde Nişantaşı Erkek Orta Mektebini, Maârifin kira­ladığı Kâmil Paşa Konağında açmış ve o vesile ile kendisiyle ilk defa müşerref olmuştum. Sonraları mahdûmu Said Bey'le de görüştüm. Büyük hemşirem Bihîn Hanım da, merhumun keri­meleri Naciye Hanım'la tanışırlardı.
Medine-i Münevvere'de ondört çeşit hurma saydılar. Medine'de «hurma» denilince yerliler gülerler; «hurma» keli­mesi telâffuzu itibariyle Arabistan'da «kadın» demektir. Hurma'ya yaş ise «rutab», kuru ise «temr» demek lâzımdır. En çok hoşuma giden, «Çelebi hurması» dedikleri büyük ve pek latif hurmaydı. Bir de çekirdeksiz üzüm gibi, çekirdeksiz bir hurma olurdu ki, ayrı bir nefâseti ve tadı vardır. Bir de dönüşte yolluk olarak aldığımız tahin helvası kadar lezzetli helvayı başka yer­de yememiş olduğumu hatırlarım.
Harem-i Şerîf'te sabah namazının husûsiyeti vardır. Şafiîlerce en erken vakitte kılmak daha faziletlidir. Bu sebeple, on­lar kendi mihraplarında cemaatle herkesten önce edâ ederler, sonra Malikîler, nihayet daha büyük bir cemaatle Hanefîler kı­larlardı.
Ben sabah namazına gelebildiğim zamanlar her üç imama farza niyetle iktidâ ederdim ve bundan çok büyük zevk alır­dım. Tabiî bu üç namazdan ikisi nâfile olurdu. Bir de Harem-i Şerîf an'anesi vardı ki, Mescid-i Saadet'e girilince Ravza-i Mutahhara'ya teveccühle Salât ü Selâm getirilir, erbâb-ı takvâ iki rekât «Tahiyyetü'l-mescid» kılarlardı. Bu namaz 'Câmii selâm­lama namazı' demekti.
İkindi ile akşam arası bir Mısırlı Hâfız «Bâb'ür-Rahme»de mukabele okurdu. Bu, vakfın vazifelisidir. Mısır tilâvetleri ara­sında merhum Şeyh Rıf'at müstesnâ, onun kadar güzel okuyana rastlamadım. Sh: 40-42
Kaynak: Mahir İZ, Yılların İzi, Kitabevi, Nisan 2000,İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar