Pakistan ve Hindistan geçmiş tarihi itibarıyla İngilizlerin kontrolü altındadır. Bu tür videolara bakıp saçma sapan düşüncelere kendinizi kaptırmayın...Daha doğrusu saf olmayın...
MEHDİ ALEYHİSSELÂM
Mehdî’nin Sözlük Anlamı
Arapça kökenli, هدي (doğru yolu bulmak, yol göstermek) kelimesinden ismi mef’ul olup “doğru yola iletilmiş, hidayete ulaştırılmış, kendisine Allah Teâlâ tarafından yol gösterilen” anlamlarına gelen Mehdî genel anlamda kıyametten önce ortaya çıkarak dünyada adaleti, düzeni sağlayacağına inanılan şahıs olarak tanımlanmaktadır.
Mehdî İnancının Doğuşu
Mehdî inancının doğuşu hakkında farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden birine göre Mehdî inancı ilk defa Sümerliler’de ortaya çıkmış, Babil ve Mısır’da gelişmeye devam ederek bu iki medeniyetten dünyaya yayılmıştır.
Diğer görüşe göre ise Mehdî inancı her dinin kendi içinde tarihi, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğmuş ve gelişmiştir. Nitekim Hindliler, Brahma’nın tenasühünde Vişnu’nun vücuda gelişini ve Hindûluğun Budizme hâkim olacağı dönemi beklerler.
Moğolların da, Cengiz Han’ın ölümünden önce kendilerini Çin esaretinden kurtarmak üzere sekiz ya da dokuz yüz yıl sonra tekrar döneceğini söylediğine hâlen inandıkları belirtilmektedir.
Yahudi inancında İlyas aleyhisselâmın semaya kaldırıldığı ve onun adaleti sağlamak için ahir zamanda yeryüzüne tekrar döneceği anlayışına karşın Hıristiyanlıkta Hz. İsâ aleyhisselâmın kıyametten önce kurtarıcı olarak tekrar döneceği inanışı mevcuttur. Her ne kadar Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki Mesih inancı ile İslâm kültüründeki Mehdî inancı tam olarak örtüşmese de Mesih veya Mehdînin geliş amaçları bakımından ortak oldukları görülmektedir.
İslâm dünyasında, özellikle Şiî inancında, kurtarıcı anlayışı önemli bir yer tutar. Şiîlikte başta Hz. Ali b. Ebi Talib kerremâ’llâhü veche olmak üzere birçok kişi Mehdî olarak kabul edilmiş, hatta Ali b. Ebi Talib ve Cafer es-Sadık radiyallâhü anhüma gibi bazılarının ölmediği, tekrar ortaya çıkıp dünyayı ıslah edeceklerine inanılmaktadır.
1300 yılı itibariyle Şiî inancının yaygın olduğu kültürlerde dünyayı yenileyecek, karanlıktan kurtaracak en az dört şahsiyet vardır: 1-Dokuzuncu yüzyılda ortadan kaybolan, gizli olarak yaşamına devam eden onikinci imam.
2-Hilafeti döneminde dini yenileyen biri olarak ortaya çıkacak olan onikinci halife.
3-Kıyametten önce altın bir çağın gelmesine öncülük edecek olan Mehdî aleyhisselâm
4-Yine dünyanın sonuna doğru askeri başarılar elde edecek olan Hz. İsâ aleyhisselâm
İslâm dünyasında eylem olarak ilk çıkan Mehdîci hareketler olarak bilinen askeri faaliyetler, Şiî inancına göre onikinci İmam’ın ortaya çıkacağı iddia edilen yüzyılda, yani hicri 13. yüzyılda görülmektedir. Söz konusu
Kuzey Nijerya (1804)
Hindistan (1820, 1828 ve 1880)
Java (1825)
İran (1844)
Cezayir (1849, 1860 ve 1879)
Senegal (1854)
Sudan (1881)
Osmanlı Anadolusu’nda Mehdîci hareketler olarak kabul edilen Rafızî isyanları önemli yer tutmaktadır. Bu hareketlerin Türkiye tarihindeki ilk örnekleri 1240 yılındaki Babaî ayaklanması, son örneği ise 1665 tarihindeki Seyyid Abdullah isyanıdır.
II. Bayezid zamanında Safaviler’in tahrikiyle Teke yöresinde çıkan 1511 deki Şahkulu isyanı, 1520’de aynı yöredeki Bozoklu Celal (Şah Veli) ve 1527 tarihli Şah Kalender isyanları ihtilalci Mehdîci hareketlerin önemlileri olup 1525-1528 tarihleri arasında Adana ve Orta Anadolu’da ortaya çıkan küçük çaplı hareketler de vardır.
Bu hareketlerin yöneticilerinin tamamına yakını, döneminde yöre halkı tarafından şeyh olarak görülmüştür. Bu kişiler kendilerini Mehdî ilan etmeden evvel, bir mağaraya çekilerek uzun bir süre inziva hayatı yaşar. İnzivadan çıktıktan sonra Allah Teâlâ ile temas kurduklarını ve O’nun kendisini görevlendirdiğini açıklayarak Mehdîliklerini ilan edip ayaklanmayı başlatırlar.
Bunun saydıklarımızın yanında Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın Mehdî-i ahir ez-zaman (son zamanın Mehdîsi) olarak sıfatlandırılmıştır. Aynı şekilde ünlü tarihçi Peçevi İbrahim Efendi de (hyt. 1059/1649?) IV. Murad’ı (1622-1640) Mehdî-i ahirzaman olarak vasıflanmaktadır.
Gerek İslâm dünyasında, gerek Osmanlı toplumunda kıyametle bağlantılı karakterlerin en önde geleni olan Mehdî Kur’an’da zikredilmezken, güvenilir hadis kitapları olarak kabul edilen altı hadis kitabında ise Mehdî ile ilgili sınırlı sayıda hadis vardır. Bu hadislere göre dünyanın tek günlük ömrü kalsa bile Allah Teâlâ’nın o günü uzatarak, adı Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adına, babasının adı Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adına uygun olarak (Ebu Davud 1992: Mehdî 1,IV, 474; Tirmizi 1992: Fiten 52, IV, 505) Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zürriyetinden gönderilecek olan (Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5; İbn Mace 1992: Fiten 4085, II, 1367) Mehdî, daha önce zulüm ve haksızlıklarla dolu olan yeryüzünü adalet ve insafla dolduracaktır. Mehdî fiziki olarak geniş alınlı olup ince uzun burnunun ortası biraz yüksektir ve yedi sene hükmeder (Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5).
Yine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Mehdî ile ilgili şu söz atfedilmektedir:
“Horasan tarafından bayraklar çıktığını gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa. O bayraklara katılınız, zira içerisinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır”
Mehdî’nin Çıkışının Alametleri
Mehdî öncesi devirde dünyada erkeklerin azalacağı, kadınların çoğalacağı, emanete hıyanetin artacağı, içki ve bidatlerin çoğalacağı, idare işlerinin ehil olmayanlara verileceği, erkeklerin karısına itaat edip annesine isyan, dostuna iyilik babasına eziyet edeceği, kişiye kötülüğünden korkulduğu için saygı gösterileceği. Ayak takımlarının başa geçeceği, zelzele ve harp felaketlerinin görüleceğine dair fikirler ileri sürülmüştür. Bunun yanında Mehdî’nin gelmekte olduğunu gösteren işaretler hakkında da çeşitli bilgilere rastlanmaktadır.
Bu alametlerden bazıları Fırat nehrinden altın bir dağ çıkması. Ramazan ayının ilk gecesinde ay, on beşinci gününde güneş tutulması, sık sık depremlerin meydana gelmesi, doğudan büyük bir ateşin çıkması, her tarafı aydınlatan kuyruklu yıldızın doğması. Hz. Ali kerremâ’llâhü veche neslinden büyük cüsseli, gözünde siyah bir nokta bulunan Şam tarafında Yabis denilen bir yerden Süryani’nin çıkmasıdır. Mehdî çıkmadan önce milletler arasında ticari yollar kapanacak, insanlar arasındaki fitne artacaktır. Değişik ülkelerden birçok âlim beraberindeki 310 kadar insanla, birbirinden habersiz şekilde Mehdî’yi aramak üzere yola çıkacak ve sonunda herkes Mekke’de buluşacaktır. Birbirlerine niçin geldiklerini sorduklarında.”
Fitneleri önleyecek ve Kostantiniyye’yi (İstanbul) fethedecek olan Mehdî’yi arıyoruz” derler. Ayrıca Mehdî gelmeden önce doğudan ışık veren bir yıldız görüneceği. Ramazan da iki defa ay tutulacağı, semadan bir sesin onu sesiyle çağıracağı ve bu sesi uykuda bile olsalar herkesin duyacağı da iddia edilmektedir. Mehdî çıktığında, onun gerçek Mehdî olduğuna dair işaret sayılabilecek olayların da ileri sürüldüğü görülmektedir. Mehdî çıkarken başında bir sarık olacak ve bir tellal “Bu Allah’ın halifesi olan Mehdî’dir. Ona uyunuz” şeklinde nida edecektir.
Mehdî’nin Çıkış Zamanı
Muhyiddin ibn Arabi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Fatıma evladından olacak olan Mehdî’nin hicretten خــجــف yıl sonra, yani ebced hesabıyla (Hı=600)+(Cim=3)+(Fe=80)=683 yılında zuhur edeceğini iddia etmiştir. Bu tarih geldiğinde Mehdî görünmeyince bazıları bu tarihin Mehdî’nin doğum tarihi olduğunu, onun hicri 710 yılından sonra ortaya çıkacağını, dolayısıyla 683 yılında doğan Mehdî’nin 26 yaşında olacağını söylemişlerdir. İmam Şa’rani de Mehdînin h.1255 yılı Şaban ayında çıkacağını söylemiş, tarih aksini göstermiştir.
Bistâmî, Cifr’ul Câmî adlı eserinde Mehdî’nin çıkış tarihi ile ilgili şu hesaplamayı yapar: Besmeledeki harflerin ebced hesaplamalarına (küçük ebced) göre sayısal değeri 784’tür. Mehdî’nin çıkış tarihi hicri 784 olarak düşünülse de bu doğru değildir. Çünkü bu hesaplamada sadece harflerin değeri toplanmıştır. Hesaplamada harflerin okunuşundaki sayısal değerlerin (büyük ebced) göz önüne alınması gerektiğini ileri süren yazar, bu hesaplama ile 1392 ve 1403 olmak üzere iki sonuca ulaştığını belirtmekte ve Mehdî’nin çıkış tarihinin hicri takvimine göre bu tarihlerin olabileceğini savunmaktadır. Ayrıca sonraki sayfalarda Hz. Ali kerremâ’llâhü veche ye atfedilen bir sözü aktarmaktadır:
“Besmeledeki harflerin sayısı hicri yıla göre tamamlansa İmam Mehdî’nin doğum zamanı olur. Onun çıkışı Ramazan ayının akabinde olur” Bistâmi’nin önceki hesaplamayı Hz. Ali kerremâ’llâhü vecheye atfedilen bu rivayete dayanarak yapmış olması muhtemeldir.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche meşhur divanında Hz. Mehdî ve bazı ahirzaman hadîsatından bahsetmiştir. Bu divanın Müştakzade şerhinden aldığımız bir kısmı şöyledir:
Tercümesi: Âyâ oğlum! (...) cûş ettiklerinde (kaynadığında, karıştığında...) Mehdî-i Âdil'e muntazir ol...
...Kudemadan Şeyh Sa'deddin Muhammed Hamuli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz zuhur-u Mehdî hakkındaki takribeleri
Yani “Zaman huruf üzre besmele ile tamam âdedi miktarına baliğ olsa Mehdî kaim ola.
Savm-ı Ramazan akabinde hurucuna tesadüf olundukta benden ona selam isal eyle” demek olur. Hesabı bindörtyüz tarihini tecavüz, eder ki; muhakkikin ...
Yani taht-el lafz: “Habibim! Senden sonra onların devam-ı ihti-
lat ve ülfetleri katildir.” '
Pes mükerreratı hazf ile 1399 olup sinin-i kameriyenin müddet-i merkumede küsurunu zam ile hicretten 1422 yıl 3 ay 24 gün olur. Ehl-i velayet Hz. Mehdî'nin huruç zamanını bu ayetten keşf etmişler. Fakat hadiseler vuku bulmadan evvel bu ayet ile Mehdî arasında münasebet görülemiyordu. Bu ayetin evvelinde Cenab-ı Hak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mealen şöyle hitab ediyor:
“Kâfirler sana vahy ettiğimiz şeyden seni çevirmek istiyorlar ki eğer sen ta'viz verirsen seni dost tutacaklar. Sakın onların nevalarına uyup taviz verme, yoksa sana dünya ve ahirette kat kat azab ederiz. Ve sen ta'viz vermediğin için seni memleketinden çıkaracaklar. Ama senin ardından o memleketlerinde fazla kalamayacaklar.” İşte bu ayetler işaret ediyor ki Hz. Mehdî'ye zemin hazırlayan ve onun bayraktarı olan insanlar, hiçbir kimsenin kınamasından korkmadan, bütün dünyanın hücumlarına rağmen tavizsiz bir şekilde Şeriat-ı Muhammediye'yi tatbik ettikleri için memleketlerinden çıkarılacaklar. Fakat o Süfyanîler ve bid'atçılar onların arkasından o memlekette fazla ülfet edemeyecekler.
Burada Mehdî'nin kıyamı hakkında verilen tarih olan hicretten 1422 yıl 3 ay 24 gün sonrası ise; hicrî 1423 tarihinin 3. ayı ve 25. günü etmektedir. Bu da miladî 2002 yılının 6 Temmuz tarihine tekabül etmektedir.
Fakat metinde de belirtildiği gibi bu ve 'bunun gibi” istikbalden haber veren tarihler takribîdir, tahdidî değildir. Bu sebeple birkaç ay yahut birkaç sene evvel veya ahir olması haberin doğruluğuna zarar vermez. Bununla beraber tam bu tarihden itibaren bu hâdisenin emareleri görülmeye başlamıştır. Büyük mutasavvıf Sibgatullahi Arvasi'nin yeğeni Allame Muhammed Hafid'in büyük Allame Hafız Muhiddine naklettiğine göre;
Mehdînin doğumu: 1385
Zuhuru (çıkması): 1425'dir
...Mehdînin doğumunun hicri 1385 ve zuhrunun hicri 1425 olduğu “zuhuru’l Mehdî ve deccal” adlı eserde Mehdî ile ilgili nakledilen bir hadiste açıkça söylenmiştir.
Ayrıca bu eserde; ''Mehdînin sırtında üzerinde bu Allah Teâlâ'nın halifesi, beklenen Mehdîdir yazılı bir mühür olacağı anlatılmaktadır.” Ayrıca Mehdînin müçtehit(içtihat eden) çok büyük bir İslam âlimi olacağı da o eserde geçmektedir.” “Zuhrul Mehdî ve deccal” adlı kitap Allame Resul Sibki'nin yazdığı en son eserdir.
...”Muhakkak Allah'ın taraftarları galip olanların ta kendileridir.” Cümlesinin cifir hesabından anlaşılıyor. Bu cümlenin cifr hesabı, hicri 1428 ediyor. Bu tarih Mehdînin çıkmasından üç sene sonradır. Çünkü Mehdî çıktıktan üç yıl sonra ilk büyük galibiyetini alıyor. Mehdînin ilk büyük galibiyeti hicri 1428 olduğuna göre Zuhüru-da “Mehdîliğinin ilan edilmesi” hicri 1425'tir...
…..
...Bu delillerde galibiyetin Mehdînin galibiyeti olduğu hangi verilerden anlaşılıyor. Önceki tarihlerde olan, İslamiyet'in galibiyetlerinden herhangi biri olmaz mı? Niçin illa da Mehdî sonucu çıkartılıyor... Ayetteki kelimeleri “Kur'an Belagati” ilmine göre incelediğimizde, ayette geçen galibiyetin Mehdînin galibiyetinden başka bir şey olmadığını açıkça görmekteyiz.
Çünkü ayette 4 tekid (pekiştirme) vardır... En büyük tekidin cümle de zikir edilmesi cümledeki galibiyetin en büyük galibiyet olduğu açıkça bildiriliyor... Tarihte böyle bir galibiyet bugüne kadar olmamıştır. Fakat Mehdî müjdesini veren hadisler böyle bir galibiyetin ahir zamanda Mehdî sayesinde olacağını açıkça haber verir...
Yaptığım araştırmalar Mehdînin 2005'te çıkacağını gösterdiğine göre, Süfyanın da 2004 yılının sonunda çıkacağını göstermektedir. (Serkan Tekin, Kuran'da gizlenen tarihler, s. 160-202, Nokta Yayınları, 2002)
Süleyman Bakırgani (Hâkim Ata) kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz “Ahir zaman Kitabı” kitabında kıyamet alametleri ve Mehdî aleyhisselâmın çıkış zamanı hakkında şunları anlatmaktadır.
Zaman ahır olsa, neler olur,
Dünya çeşit çeşit bela ile dolar,
Âlimler içki içer, zina yapar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Namı büyük âlimler içki içer,
Helâlı bırakır, haram işe bulaşır,
Hak Teâlâ bela kapısın tamamen açar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Cimriler haramla taşkınlık yapar,
Birçok kadın eşlerine haram olur,
İslam’ı bilmeyen bedbahtlar sevinir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Zaman ahır olsa, âlimler yoldan çıkar,
Müminlerin çocukları esir düşer,
Kâfirler durmadan kibirlenir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Melun Deccâl çıkar, Rum’a gider,
İslam’ı bilmez bedbahtlar sevinir,
Mehdî çıkar, Bağdat tarafında savaşır,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Müslümanlar Mehdî tarafında toplanır,
Güneş tutulur, kavga büyür, çığlıklar atılır,
Muhammed’in ümmetleri ağlamaya başlar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Mehdî çıkar, Mekke tarafına sefer eder,
Muhammed’in Ravzasına yüzünü sürer,
Ravzadan ses çıkar, İsâ der,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsâ iner, dokuz yüzün bitiminde, (900) (Miladî: 1495) Deccâl’ı öldürürler bilin bu zamanda,
Mehdîni imam yapar İsâ o zamanda,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde on beşte Yecüc çıkar, (915) (Milâdî: 1510)
Mehdî ile İsâ varır, Tur’u aşar,
O kâfirler bu dünyayı yok ederler,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Havadan kuşlar iner, taşlar atar,
O taşlar Yecücleri helak eder,
O Allah heybetiyle hüküm sürer,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde yine bir şeyler olur,
Dabbetül Arz çıkar, Kur’an yükselir,
Muhammed’in ümmetleri ağlamaya başlar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Dokuz yüzde yine garip bir şey olur,
İsrafil emir ile surun çalar,
Gök Yer arasında diri canlı kalmaz,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil emir ile surun çalar,
Azrail kendi canın kendi alır,
Sonsuz baki kalan O Allah kendisi kalır,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Kırk yıl sonra İsrafil surunu çalar,
Ona ikinci surunu çal denir,
Kullarım yeryüzüne çıksın denir,
Bundan başka garip şeyler de olur.
İsrafil emir ile surunu çalar,
Tüm ruhlar bedenlere gir, gelir,
Genç, yaşlı insanoğlu ayağa kalkar,
Bundan başka garip şeyler de olur.
O, Allah hâkim olur, hüküm verir,
Muhammed şefaate gelir, durur,
Melekler, nebiler titrer, durur,
Bundan başka garip şeyler de olur.
……..
Kul Süleyman itaat et, affeder,
Allah sebeplerin güçlü verir,
Ahirette itaat ile rahim eder,
Bundan başka garip şeyler de olur.
Mehdî’nin Fiziki Yapısı
Mehdî’nin rengi Arabî, bedeni İsrailî olacaktır. Başında sarığı olacak olan Mehdî’nin sakalı bol ve sık, dişleri parlak olacaktır. Hadislere göre ise Mehdî, geniş alınlı, burnu ince uzun ve ortası biraz yüksek (Ebu Davud 1992: Mehdî 1, IV, 474-5) olarak geçerken, 17. yy Osmanlı yazarı el-Hüseynî (hyt. 1103/1691), Mehdî’nin hilyesini, Arapça olarak yazdığı el-îşâratü’l-eşrâti’s-sâati (Kıyamet Alametleri) adlı kitabında şu şekilde açıklamaktadır:
Açık alınlı, küçük burunlu, iri gözlü, sık sakallı, uzun uyluklu. Arap renkli, dişleri parlak ve seyrek ve sağ yanağında inciyi andıran yıldız gibi yüzünü aydınlatan bir işaret vardır. Yavaş ve ağır konuştuğu zaman sağ elini sol dizine vuran Mehdî“nin üzerinde iki pamuk abası vardır. Beraberinde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kılıcı, gömleği ve üzerinde “el-biatü lillah=Allah Teâlâ için biat” yazılı olan sancağı bulunur.
Mehdî’nin Askerî Faaliyetleri
Mehdî, her sancağın altında on iki bin askeri bulunan seksen (veya on iki bin) sancaklı Rum askerlerin Antakya’ya saldırmasından sonra Şam, Hicaz. Yemen. Küfe. Basra ve Irak’a gönderilecek, Müslümanlar onun etrafında toplanarak Şam’da kırk gün savaşacaklar ve Rumları yeneceklerdir. Kindî, Mehdî’nin Kostantiniyye’yi. Roma’yı. Endülüs yarımadasını fethedeceğini, yeryüzüne sahip olacağını, onun sayesinde Müslümanların kuvvetleneceğini ve İslâmiyetin yükselerek diğer dinlere galip geleceğini ifade eder.
Dünya hâkimi bir hükümdar olacak olan Mehdî. Mekke ile Medine arasında. Beyda denilen bir yerde kendisine saldıran bir orduyu yenecek, Arabistan yarımadasında hükümdarlık iddiasında bulunacak olan Süfyanî’nin ordusuyla defalarca karşılaşarak onları sonunda yok edecektir.
Mehdî’nin Hz. İsâ aleyhisselâm ile Buluşması
Mehdî’nin Hz. İsâ ile buluşacağına dair anlatımlar Osmanlı kültüründe erken dönemlerden itibaren bilinmektedir. 9. yüzyıl Osmanlı yazarlarından Ahmed Bîcan’a ( hyt. 870/1466 dan sonra) göre Mehdî, Hz. İsâ aleyhisselâm ile buluşacaktır. Namaz vakti gelince Hz. İsâ aleyhisselâm Mehdî’ye
‘Gel ya Mehdî! Sen imam ol, namaz kıldır!’ dediğinde Mehdî aleyhisselâm
‘Sen imam ol! Sen rasülsün, imam olmak sana layıktır.’ diyecektir. Bunun üzerine
“Sen imam ol, zira sen Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin oğlusun, imam olmaya sen layıksın’ şeklindeki Hz. İsâ aleyhisselâmın cevabından sonra Mehdî imam olacak ve namaz kılacaklardır
Mehdî’nin Hakk’a Yürüyüşü
Ahmed Bîcan’ın (hyt. 870/1466’dan sonra) Envâru’l-Aşıkîn adlı eserinde Dâbbetü’l-Arz’ın çıkışından sonra Mehdî aleyhisselâmın Çin’e gideceği belirtilmektedir. Çin’e varınca evlenecek olan Mehdî’nin bir oğlu olacaktır. Bu oğlan son çocuk olup ondan sonra kısırlık yayılacak, halk ölmeye başlayacak ve iman ehli tükenecektir Hadislerde idaresi yedi ya da dokuz yıl olacak olan Mehdî’nin süresi kırk yıldır. İmam Şa’ranî ise Mehdî’nin ömrüne dair daha uzun bilgiler verir. Şa’rani Mehdî aleyhisselâmın süresi kırk yıl olup, on yılı batıda, on iki yılı Küfe’de, bir yılı Mekke’de geçecektir. Dünyadan ayrılışı ansızın olacaktır. İnsanlar bu durumdayken Deccâl’ın çıktığı haber verilecek.
Abdulbâki Gölpınarlı Mehdî’yim diye meydana çıkanları: Tasavvufla, mistik inançlarla, Cefr, Hurûf bilgileri gibi uydurma bilgilerle, güç riyâzatlarla aklî dengelerini yitirenler, kendi kendilerini inandıranlar ve bazı saf kişileri de kandıranlar; âhiretlerini dünyâya satanlar, hüküm ve hükümet peşinde koşanlar olarak açıklar.
Mehdî’nin babı ve naibi olduklarını iddia edenlerin, Mehdî’lik davasına girişenlerin bir kısmının, yeni bir din kurmaya, kendilerini Tanrı tanıtmaya kalkışmalarından açıkça anlaşılıyor ki bunlar Hukemâ tarafından, Hind-İran, Yunan-Roma düşünceleriyle yoğrulan ve zamana göre müsbet bir tarza sokulmaya çalışılan Bâtınî inançları, bu inançlarla kaynaşan Tasavvufun aşırı anlayışlarını benimsemişlerdir. Kanâatleri, İslâmî esaslara uymamaktadır.
Bu sözler Mehdîlik anlayışının dinî tarafı olması yanında psikolojik, siyasî, insânî vb. özelliklerin bir yansımasının olduğudur.
Rönesans sonrası başlayan ve Aydınlanma hareketi ile doruk noktasına çıkan Hıristiyanlığın önüne geçilemez çözülüşüyle birlikte, Batı dünyasında “metafiziği yaşayamama gerilimi” artmış, dar bir varoluş alanına sıkışıp kalan Avrupa insanı yeni bir kurtarıcı, yeni bir “rasül” arayışına girmişti. Yani, metafiziği yaşayamama gerilimi, insanın içinde bulunduğu dar varoluş alanından sıkılması ve bir “üst kata” çıkamamasının getirdiği gerilimden kaynaklanmaktadır. İşte böyle bir dönemde, bilim ve felsefe alanında çığır açan düşünürler ortaya çıkmıştı. Ne var ki, ilahî referans yani vahiy mesajı ortadan kalkınca “hakikat” parça parça tezahür etmiş, bilerek veya bilmeyerek her deha kendini “rasül” sanmıştı. Freud, Marx, Nietzsche, Darvin gibi düşünürlerin tarzları dikkate alındığında, bu “rasül kompleksi” çok bariz bir şekilde görülmektedir.
Kendisi pek itiraf etmese de Freud’un düşünce sistemine derinden tesir eden bir başka filozof da F.Nietzsche’ydi. Fechner’in yaşam öyküsünde gözlemlenen trajediye, F.Nietzsche’nin yaşamında rastlanır. Nietzsche bir müddet çok yükseklerde uçtuktan sonra ağır bir ruhsal bunalıma girdi. Filozof, genç yaşta dramatik bir şekilde Hıristiyanlık inancını yitirdikten sonra, kurtuluşu felsefede arayarak, Schopenhauer ve Wagner’e hayranlık duydu. Arka arkaya depresif krizlere duçar olduktan sonra, depresyonunun hafiflemeye başladığı dönemlerde ki bu dönemler hastalık biyografisi açıdan büyük bir ihtimalle sübmanik dönemlerdi, yeni ve dâhiyane felsefi fikirler üreterek kendisini bir kurtarıcı gibi izleyen Avrupa insanını hayrete düşürdü. Nietzsche öncelikle o güne kadar bilinen tüm gerçekleri reddederek genel bir isyana, bir “Şok Dalgası”na yol açtı. Nietzsche’nin “hiçbir kavram kesin olarak doğru değil, her şey mümkün ve serbest” şeklindeki ifadesi, ilk bakışta felsefi ve ahlaki bir nihilizmi temsil eder gibi görünse de aslında insanın yeniden yapılanması ve yeniden “doğması” için tüm bilinenlerin bir kenara bırakılmasının gereğine işaret eder. Bilinenler böylece sorguladıktan sonra ileri sürülebilecek en tabii soru, gerçeğin ne olduğu ve bu gerçeği kimin bilebileceğiydi. Nietzsche Mazdeizm dininin kurucusu Zerdüşt’ün dilinden konuşuyormuş gibi yaparak kendi görüşlerini bir rasül edasıyla ifade etmeye başladı. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı başyapıtını dört bölüm hâlinde kaleme aldı. Belirli zaman aralıklarında yazılan eserde Nietzsche’nin temel fikirlerinin yanı sıra yaşadığı kaçınılmaz, trajik ruhsal çöküntünün izlerini görmek de mümkün. Kitabın kahramanı, “ebedi tekrarın üstadı” Zerdüşt, dağdan inerek müridlerine hayata dair dersler verir. “TANRI ÖLMÜŞTÜR” (GOTT İST TOD!) fakat hayat devam eder. Çözüm başıboş kalan insanın bireyselliğini ve hürriyetini nasıl yaşayabileceğinde gizlidir. Kitap aslında yazarın, kendi kendini kurtarma arayışının bir yansıması olduğu için, kavramlar birbirine karışır; birkaç satır önce söylenenler, biraz ileride inkâr edilir. Tanrı öldü ise insan kendi anlamını yine kendisi yaratmalıdır. Anlatılanlara inanmamalı, kendi yolunu kendi başına bulmalıdır. Zerdüşt, “Beni bile izlemeyin” der! Ancak böyle kahramanca bir varoluş biçimi sayesinde “üstün insan” meydana gelebilir ve bu üstün insan “ölen” Tanrı’nın yerine geçebilir! Bütün bu düşünceler, sonraki dönemlerde ortaya çıkacak Batılı varoluşçu felsefenin temelini oluşturacaktır.
Nihayet beklenen maalesef oldu. “Tek kanatlı kuş”, yani filozof Nietzsche, gösterdiği onca çabadan sonra, çıktığı yükseklikten tepetakla düşüverdi. Cesur ama basiretsiz bir insanın trajik hayat hikâyesi...
Bu konuda Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ise bu türlü düşünceler ve eylemlerin gereğini açıklarken şu gerçekleri dile getiriyor.
Ey Vanî arkanı dayandığın duvar yıkılırsa görsünler. Ondan sonra neye dayanırsın, bire cahil mahlûk. Bir Hamziyye şeyhi, dinsiz batıla düşmüş akabe kadısı senin yanında mü’min ve mütedeyyindir. Dinsiz kâfir mel’un senin felek benzerini getirmemiştir. Hz. İsâ aleyhisselâmın, Mehdî’nin çıkmasına sebeb sensin. Âli Osman’ın tahtını ber-bâd eden sensin. و لا تنيا فى ذكري denilen zâlim Vânî değil misin. Değme bir zâlimin Kur’an-ı Kerim’de adı zikr olmamıştır.
Ey dinsüzler murâdınuza ermezsiz. Her ne kadar kalkarsanuz yine izinüze düşersiz mehdinün zuhuri İsâ aleyhisselâmın nüzülı sizün hareketünüz iledür. sizün de helâkünüze sebeb kendi çalınmanuz iledür.
Ehl-i hakikat derler ki şeytân nerdüban-ı[15] enbiyâ ve evliyâdur sizde İsâ ile mehdî zuhürına ve kemâllerinün nihayetine buluğa sebebsiz ne kadar hareketi ziyade etsenüz, ol kadar fütühât-ı ilâhiyye zuhûrından hâli değüldür. [16]
Ey Köprülü! Zalim Deccâl lâinsin, zalim iken ben ana mehdi ismini tesmiye etsem Allah Sübhânehü ve Teâlâ seni mehdi etmez. Zalim nasıl mehdi olur. Eğer Mısrî ben mehdi olurum, halk benim başıma toplansın desin dersen, vallâhü’l azîm, dünyayı cümle harab ve viran etsin, sahip çıkmazım. Allah Teâlâ aciz değildir. Mülkünü bana ısmarlamadı. Bana ancak وَمَا عَلَيْكَ اِلاَّ الْبَلاغُ demiştir. Tebliğinde kusur etmedim. Kolum kanadım yolundu. Yolunmuş doğana döndüm. Makdurumu bezl ve mechûd eyledim. Sarf eyledim. Onsekiz senedir, kuşağım çözüp yatmadım. Bir tatlı taam yemedim. Bir tatlı su içmedim. لَيْسَ لَهُمْ طَعَامٌ اِلاَّ مِنْ ضَرِيعٍ لايُسْمِنُ وَلا يُغْنِى مِنْ جُوعٍ Bu kadar seneden beri taamım budur. Suyum hamim ve gussadır. Benim kadar tebliğ etmiş var mıdır? Hak ayan oldu. Yeter şimdiden geri hakka sahip çıkar, hayrolur. (26 Zi’l-kade Cuma 5833)
Hz. Mevlâna’ya göre,
Şu halde her devirde nebi yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır. İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir. (Mevlâna, beyit II, 815-820).
Bahse konu ile anlaşılan, dünya âlemindeki zıddıyet prensibi gereği olarak Mudil isminin kaçınılmaz karşıtı Hâdî’nin bir tecellisi olduğunu açıklamaktadır. Çünkü bu dönemde 1666’da Musul civarında Seyyid Abdullah oğlu Muhammed, mehdîliğini ilan etmiş, çok çetin bir savaş sonucunda yakalanmış, İstanbul’a getirilip ve tevbe ettirilmiştir. Yine, 1666 yılında Sabetay Sevi adında İzmirli bir yahûdi Kudüs’te Mesihliğini ilan eder, o da yakalanıp İstanbul’a getirilmiş tevbe ettirilmiş müslüman olmuştur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu Mehdî gelmeden birçok Mehdî safî veya hileye ve şeytâniyete hizmet için gelmesi elzemdir. Bu Allah Teâlâ’nın insan hayatı için gerekli gördüğü bir husus olduğu muhakaktır.
İbn-i Ebû Vâtîl şöyle diyor: “Şiiler bu kişinin, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin soyundan gelecek olan iyilerin Mesih olduğunu” söylüyorlar. Mutasavvıflardan bazıları da “İsâ aleyhisselâmdan başka Mehdî yoktur” hadisini bu şekilde yorumlamışlardır. Yani onların yorumlarına göre bu hadisin anlamı şöyledir: Hz. Mûsa aleyhisselâmın şeriatını nesh etmek (hükmünü ortadan kaldırmak) için değil, ona tâbi olmak için gelen Hz. İsâ aleyhisselâmın konumu ne ise, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatı karşısında da aynı konumda olan Mehdî’den başka bir Mehdî gelmeyecektir.
İşte bunun gibi hiçbir dayanağı olmayan delillerle ve değişik yargılarla, gelecek kişinin kim olduğunu, zamanını ve yerini belirliyorlar, sonra belirledikleri zaman gelip ortaya söylenenlerden hiç biri çıkmayınca, görüşlerini ve söylediklerini yeniliyorlar. Bunu yaparken de yine bir takım lugavî mefhumları, hayalî konulara ve yıldızlarla (gök cisimleriyle) ilgili hükümlere dayanıyorlar. Ömürlerini bu gibi şeylerle tüketiyorlar. Çağımızdaki mutasavvıfların çoğu, dinin hükümlerini yenileyip diriltecek bir adamın çıkacağına işaret ediyorlar ve onun zamanı çağımıza yakın olduğu için çıkışına zemin hazırlıyorlar. Bazıları onun Hz. Fatıma aleyhisselâmın soyundan geleceğini, bazıları da hangi soydan geleceğini belirtmeden sadece böyle birinin geleceğini söylüyor…… Hadis bilginlerinin Mehdî hakkında naklettikleri hadislere ise gücümüz oranında bakılınca sabit olan gerçeğin şu olması gerekiyor:
Din veya hükümdarlık adına ortaya çıkan bir davet, ancak onu destekleyecek ve koruyacak güçlü bir asabiyet ile hedefine ulaşabilir. Her taraftaki Fatimî, hatta genel olarak Kureyş asabiyeti tamamen ortadan kalkmış, başka toplumların asabiyetleri, Kureyş asabiyetine üstün ve hâkim duruma gelmiştir. Sadece Hicaz’da, Mekke ile Medine’nin civar bölgelerinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin aleyhimesselâm ve Cafer radiyallâhü anh soyundan gelenler asabiyet sahibidirler ve dağılmış bulundukları o bölgelerde üstün durumdadırlar. Ancak onlar, sayıları binlere varan farklı bölgelere, emirliklere ve görüşlere ayrılmış bedevi asabiyetler görünümündedirler. Eğer Mehdî gerçekten ortaya çıkacaksa, davetinin başarıya ulaşması ancak bu asabiyetler sayesinde olabilir. Allah Teâlâ Mehdî’ye tâbi oldukları için bu asabiyetleri oluşturanların kalplerini birbirine ısındırıp birleştirir ve böylece Mehdî için davasını başarıya ulaştıracağı ve insanlara davetini kabul ettireceği güçlü bir asabiyet ortaya çıkar. Bunun dışında Hz. Fatıma aleyhisselâmın soyundan gelen birinin, her hangi bir yerde, hiçbir güce ve asabiyete dayanmadan, sadece ehl-i beyte mensup olduğu için böyle bir davayla ortaya çıkıp başarıya ulaşması -daha önce ortaya koyduğumuz sahih delillerden de anlaşılacağı gibi- mümkün değildir. Doğruyu bulacakları akıl ve bilgiden yoksun olan cahil kalabalıklar, Mehdî’nin ne nesebinden ne de ortaya çıkacağı mekândan haberi olmadan ve konuda söylediğimiz gerçekleri de bilmeden, sadece halk arasında Hz. Fatıma aleyhisselâm soyundan birinin çıkacağını duymuş olmalarından dolayı, böyle iddialarla ortaya çıkanların peşlerine takılırlar. Daha çok Zâb, Afrika ve Sûs gibi devletin merkezine uzak olan bölgelerde bu iddiayla ortaya çıkarlar. Basiretten uzak ve zayıf görüşlü pek çok kişini, Mehdî’nin çıkacağını sandıkları Mağrib’in Mâse mıntıkasındaki bir yere giderler. Gittikleri bu mıntıka Mülessemîn kabilesine ait olduğu için Mehdî’nin de onlardan biri olduğunu veya onların Mehdî’nin davetçileri olduğuna inanırlar. Ancak bu hiçbir temeli olmayan bir iddiadan ibarettir. Bu iddiaya inanmalarının sebebi, bu toplulukların cahil ve bilgiden uzak olmaları, o bölgenin devlet merkezinden ve etki alanından çok uzak olması ve bu yüzden devletin güç kullanabileceği sınırların dışında olan bu mıntıkanın Mehdî’nin çıkışına uygun bir yer olduğu vehmine kapılmalarıdır.
Tamamen akılsızlıklarının ve ahmaklıklarının bir sonucu olarak, (devletin etkisinden uzak olan bu bölgede) başarıya ulaşacakları vehmine kapılan pek çok kişi de Mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bunların çoğu öldürülmüştür. Üstadımız Muhammed bin İbrahim Âbalî bana şu olayı haber verdi: (Hicrî) sekizinci yüzyılın başında, Sultan Yusuf bin Yakup zamanında, Mâse’nin söz konusu mıntıkasında Tuveyzirî olarak bilinen mutasavvıflardan bir adam ortaya çıkmış ve kendisinin beklenen Fatımî (Mehdî) olduğunu iddia etmiş. Dâle ve Kezûle kabilelerine mensup Sûs halkının çoğu ona tâbi olmuş ve böylece işi büyümüş. Onun bu halinin kendi durumlarına zarar vereceğinden korkan Masâmide reislerinden biri olan Seksevî, gece gizlice Tuveyzirî’yi öldürmesi için birini göndermiş ve böylece hareketi sona ermiş.
Yine hicrî yedinci yüzyılın sonlarında, doksanlı yıllarda, Gamâra’da Abbas adında bir adam çıkmış, beklenen Fatımî olduğunu iddia etmiş ve Gamâra’nın cahil kalabalıkları kendisine tâbi olmuş. Sonra kendisine tâbi olanlarla birlikte, şiddet kullanarak Fas’a girmiş, oranın çarşılarını yakmış ve oradan da Mezemme bölgesine geçmiştir. Ancak orada hile ile öldürülmüştür. Bunun gibi örnekler çoktur.
Yukarda adını zikrettiğim üstadımız bunun gibi garip bir olay daha anlattı. Üstadımızın anlattığı olay şöyle:
Hac yolculuğunda iken, Tilmisân dağının eteğinde bulunan ve Şeyh Ebû Medyen’in kabrinin bulunduğu Ribâtu’l-Ubbâd’ta aslen Kerbela’da oturan ve ehl-i beytten olan bir adamla karşılaştım ve yolculuğa birlikte devam ettik. Adam tabileri, öğrencileri ve hizmetinde bulunan adamları çok fazla olan biriydi. Gittiği yerlerin çoğunda insanlar onu karşılayıp ihtiyaçlarını gideriyordu. Yol boyunca dostluğumuz gelişti, aramızdaki sohbet koyulaştı ve onların gerçek durumunu anladım. Kerbela’dan buralara bu iş için, yani Mağrib’te Fâtimîlik (Mehdîlik) iddiasında bulunmak için gelmişlerdi. Ancak Merîn oğulları devleti ve o zamanki hükümdarı Yusuf bin Yakup olayın farkına varıp Tilmisân’a yürüyünce, bu zat, adamlarına şöyle demiş:
“Geri dönün, yanlış hesap yapmamız bizi küçük düşürdü. Bu vakit, harekete geçeceğimiz vakit değil.”
Adamın söylemiş olduğu bu söz onun, bu işin ancak, o dönemdeki devletin gücüne denk bir asabiyet ile hedefine ulaşabileceğinin farkında olduğunu gösteriyor. Kendisinin o bölgede bir güce sahip olmayan bir yabancı olduğunu, buna karşılık Merîn oğulları devletinin, Mağriblilerden hiç kimsenin karşı koyamayacağı güçlü bir asabiyete sahip olduğunu görünce, gerçeği kabullendi, doğru olanı yaptı ve güç yetiremeyeceği hırslarından vazgeçti. Ancak bir şeyin daha farkına varması gerekiyor. O da, Fâtımîlerin ve genel olarak Kureyş’in asabiyetlerini kaybettiklerinin. Özellikle de Mağrib’te. Ancak taasubları, bu sözü kabul etmelerine izin vermez. “Allah Teâlâ bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Mağrib’te, çağımıza yakın dönemlerde Mehdî’lik veya başka bir dava gütmeden, sadece hakka davet eden ve kötülükleri ortadan kaldırıp, İslâm’ın sünnete uygun biçimde yaşanmasına çağıran davetçiler çıkmıştır. Evet, bu kimseler sadece bunun için ortaya çıkmışlar ve çok sayıda tabileri olmuştur. Bedevi Arapların en fazla işledikleri bozgunculuk, yolcuları ve kervanları yağmalamak olduğu için, bu kimseler de en fazla yolların ve yolcuların güvenliğiyle ilgilenip, bu sahayı ıslah etmeye önem vermişler ve güçlerinin yettiği kadar kötülüklere engel olmaya çalışmışlardır.
Ancak bu davetçilerin çalışmaları sonucu yolculara saldırıp onları yağmalamaktan vazgeçen ve tövbe eden bu Araplarda dinî duygular ve dini yaşam sağlam bir dereceye ulaşmamıştır. Çünkü onlar tövbe edip dine dönmekten, sadece gasp ve yağmayı bırakmayı anlıyorlar ve dinin diğer emirlerine yönelip onları yerine getirmeyi düşünmüyorlar. Onun için İslâm’ı, sünnete uygun olarak yaşamaya çağıran davetçilere tâbi olan bu kimseler, aslında dinî yaşamın her alanında onları örnek alıp onlar gibi yaşamaya çalışmıyorlar. Onların bütün dindarlıkları, yolculara ve kervanlara saldırıp onların mallarını yağmalamaktan vazgeçmek, sonra da bütün güçleriyle dünya malı kazanmaya yönelmektir.
Oysa ahlaklarını düzeltip ıslah etmenin sevabını istemek ile dünya malı kazanmayı istemek arasında ne büyük fark vardır ve bu ikisinin bir araya gelmeleri de mümkün değildir. Bu yüzden dindarlıkları sağlam bir konuma gelmiyor ve bir bütün olarak kötülüklerden yüz çevirmeleri de istenilen düzeyde olmuyor. Ancak kötülüklere çok fazla da dalmıyorlar.
Sonuçta dinin hükümlerine sağlam bir şekilde bağlanma ve onu yaşama noktasında, davetçi ile ona bağlı olan bu insanların durumu farklılaşıyor. Davetçi öldüğü zaman tabileri dağılıp, asabiyetleri kayboluyor. Hicrî yedinci yüzyılda Afrika’da ortaya çıkan, Süleym kabilesinin Ka’b boyundan olan Kasım bin Mürre bin Ahmed’in (ve tâbilerinin) durumu da böyle olmuştur. Ondan sonra gelen ve Riyâh kabilesinin boylarından biri olan Müsellem’e mensup Saâde adındaki davetçinin durumu da aynıdır. Saâde, dini yaşama ve nefsini ıslah etmede Kasım bir Mürre’ye göre çok daha ileri düzeyde olmasına rağmen, söylediğimiz sebeplerden dolayı, onun tabileri de, onun ölümünden sonra çözülüp dağılmışlardır.
Bu insanlar da, İslâm’ı sünnete uygun olarak yaşama adına çıkmış olmalarına rağmen, çok azı söylediği gibi yaşıyordu. Ne onlar ne de onlardan sonra gelenler bir hedefe ulaşamamışlardır.
Konu hakkında farklı görüşler
Mehdî hakkındaki hadislerin tümünün uydurma olmadığı kesindir. Mehdî hakkındaki uydurma rivayetleri kabul etmeye de gerek yoktur. Üzerinde durulması gereken aslı olup “Mehdî”den bahseden hadislerle Şiîlerin inancının temellerinden olan “Mehdî-i Muntazar” hakkında onların uydurdukları hadislerin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğidir.
İmam Mehdî’nin geleceğine inanan Müslümanların inançlarındaki çarpıklıkla, İmam Mehdî’yi tamamen reddedenlerin inançlarındaki çarpıklığın gerçekle olan bağlantısı aynı düzeydedir. Müslümanlar, hafızalarında Mehdî’yi, eski zaman kıyafetleri içinde, ruhban görünüşlü, elinde tesbih, sırtında cübbe ve “Ben Mehdî’yim, bana uyun!” diye bağıracak birisi olarak canlandırmaktadır. Mehdî çıktığında, bu özelliklere uyup uymadığına bakıp, böylece onun gerçek Mehdî olup olmadığını anlayacaklarını söylüyorlar. Eğer bu özelliklere uyuyor ise, ona biat edip onun emrettiklerini yerine getireceklermiş. Mehdî’nin geldiğini duyan, köşede bucakta ne kadar derviş varsa çıkıp ona tâbi olacakmış. Bu arada küfre karşı yapılacak olan cihatta silâhlar bir sembol olarak taşınacakmış. Çünkü bu silâhları kullanmalarına sebep olmayacakmış. Kâfirleri zikirlerle, dualarla, marifet bilgisiyle yerle bir edecek; bir bakışta onların toplarını, tüfeklerini, uçaklarını darmadağın edeceklermiş... vs. vs. Hâlbuki araştırdığımızda göreceğiz ki, gerçek çok farklıdır.
İmam Mehdî, geldiği zamanın en ideal komutanı, lideri olacaktır. Buradaki idealden maksat şu olabilir. O, çağının bütün gerçeklerini bilecek, tam bir yönetici yeteneğine sahip olacak, hepsinden de önemlisi, kendi zamanının insanlarının sorunlarını bilip çözüm yolları getirecektir. Bu ise, elbette ki İslâm’ı çok iyi bilmesine bağlıdır. O, parlak bir zekâya, geniş bir zihnî yapıya, engin bir görüş yeteneğine sahip bir insan olacaktır. Belki, onu ilk reddedecek olanlar gelenekçi ulema sınıfı ve sufî takımı olacaktır. Çünkü onlar göreceklerdir ki, bu insanın, tasavvurlarındaki Mehdî ile hiçbir ilgisi yok. Onun kendisinin Mehdî olduğunu ilânla ortaya çıkması, her şeyden önce kabul edilebilecek bir şey değildir. Öyle ki, o kendisinin Mehdî olduğunu fark etmeyecektir bile. Ancak vefatından sonra bir araya gelen müminler, onun yaptıklarına bakıp, onun Mehdî olduğunu anlayacaklardır.
“Âlem-i İslâm” kitap müterciminin zeylinde Baha Said Bey kapanan medreselerin, tekkelerin, telkin ettikleri ve itikat ettirdikleri Mehdî
“Felsefe-i Muhammediye’ce ne bir şahıs ve ne de şahsiyet-i mütevârise olup bu nâm ve sıfat ancak vasıta-i hidâyet ve irşat olan hakiki ve ilim ve fennin timsalidir” diyor.
Tarih boyunca kendini Mehdî tanıtanlardan çok, kabul edilenler olmaktadır. Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün Mehdîlik gibi iştiyakı ve gayreti olmadığı halde onu Mehdî kabul edenler olmuştur. Bunun açıklaması belki bu türlü fikirler dengelerin kaybolduğu zamanlarda çıkmasıdır. İbn-i Haldun’un yukarıdaki beyanı durumu en güzel şekilde açıklamaktadır.
“İşte bunun gibi hiçbir dayanağı olmayan delillerle ve değişik yargılarla, gelecek kişinin kim olduğunu, zamanını ve yerini belirliyorlar, sonra belirledikleri zaman gelip ortaya söylenenlerden hiç biri çıkmayınca, görüşlerini ve söylediklerini yeniliyorlar. Bunu yaparken de yine bir takım lugavî mefhumları, hayalî konulara ve yıldızlarla (gök cisimleriyle) ilgili hükümlere dayanıyorlar. Ömürlerini bu gibi şeylerle tüketiyorlar.”
Mehdîlik fikri genellikle tasavvuf ve mistik hayatta yer bulması da ayrıca istismarı artırıcı unsurlardan biri olduğunu göstermektedir. Bu nedenledir ki hidayet ve kurtuluş fikrininin çözümleri kişi ve guruplarca ayrı olunca her cemaat ve milletin Mehdîsi de ona tezahür etmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki
“Bir şeyi sevmen gözü kör, kulağı sağır eder.” Bu demektir ki, bir kişi hakkında Mehdî olabilirliğini isbat edebiliriz. Bu nedenle sebep-sonuç ve tarih felsefesini ve yorumunu yapanlar için tevillerin hakikatini umumî bakış açısı ile görmelidir.
ATA’NIN ÖZ KİMLİĞİ
ATA’yı şöyle övdü düşmanı Loyd Corc dahi:
“Yüz yıllarda bir gelir! ATATÜRK gibi dâhî!”
Kalb gözü kör zavallı! O’nu sırf dâhî sandı!
Ne bilsin o! Doğmadan RABB’e verilen andı!
Ölürken “Yüce yoldaş!” dedi, “MUHAMMED EMİN!” (501)
Selâmladı RESÛL’ü! “ALLAH RABB-ÜL ÂLEMİN!” (500)
O “Yüce yoldaş” sözü! Bin beş yüz on bir eder! (1511)
“O Hazret-i MUHAMMED” de eş sayı eder! (1511)
Selâmlananla aynı! Selâmlayan zât! Yine!
Tapan ile tapılan! Birbirine âyine!
ATA’nın bilinçliyken son cümlesi: “Saat kaç!”
“Perdenin kalktığı an!” Son sözüne kalbi aç!
“Ve Aleykümüsselâm!” ATA’nın en son sözü!
“Esselâm-u aleyküm!” demişti çıkan özü! “Esselâm-u Aleyküm!” ALİ ismine kanıt! (332)
“İnsan makamı’dır O! Arş’a dikilen anıt!” (332)
“Esselâm-u Aleyküm!” Yorumla! Olma gafil! (779)
O vakit ismi olur! “Boru çalan İsrafil!” (779)
O’dur “RAHMAN’ın yüzü!” “İMAM ALİ” de denir! (343)
“Adı hesab gününün sahibi!” Borç ödenir! (343)
“Esselâm-u Aleyküm!” O, “Meryem’in evlâdı!” (343)
“İMAM ALİ kalkınca” vücudda! Budur adı! (343)
“Esselâm-u Aleyküm!” demek, kalb gözün açık! (1493)
“Âsa’nı at!” “O İdris gibi yüce yere çık!” (1493)
“Esselâm-u Aleyküm O!” Bir ad! Kâbe’de taş! (343)
Yorumlayıp bir ekle! “Veli” O! HACI BEKTAŞ! (791)
“Esselâm-u Aleyküm” sözünün son yorumu!
“Beklenen Mehdî!” demek! “HIZIR İLYAS” konumu!
Yani HIZIR İLYAS’a! Beklenen MEHDÎ! denir!
RUH saf canla birleşir! Verilmiş söz ödenir!
“GAZİ MUSTAFA KEMAL!” Bin üç yüz otuz sekiz! (1338)
“Samsun’a hicrî çıkış tarihi” ile ikiz! (1338)
Hem hicrî! Hem milâdî! Tespit edilmiş yılı!
Elçinin her görevi adlarıyla sayılı!
“Âdem’e secde edin emri” demek bu sayı! (1338)
“Gizli şifrenin sırrı!” Bul bu hanif yasayı! (1338)
“GAZİ MUSTAFA KEMAL O!” Evrenseldir ünü! (1349)
Sayısı “MUHAMMED-ÜL MEHDÎ’nin çıkış günü!” (1349)
“Ve Aleykümüsselâm sözü!” Bakın ne eder! (1348)
“ALLAH’ın halifesi!” “O artık olmuştur!” der! (1348)
“1919’da ATA doğdum” derdi! (1919)
“ÂLEMLERE RAHMET O!” “Bu söze aklım erdi! (1919)
Çapraz avuç içleri! Doğum yılı ATA’nın! (1881)
ALLAH’ın “Yüce kurban dediği” zatı anın! (1881)
“B” harfi altındaki noktanın O’dur adı! (1880)
“Toprak bedenden kalkan RAB!” Bu sırrın maksadı! (1880)
Sıfırı at! ALLAH’ın O “En güzel cemali” (188)
“Zamanın Mehdîsi” O! Yani Hazret-i ALİ! (188)
ALLAH’ı yansıtan kim? Bunu bilmez ahali! (1211)
O. MÜMİNLER EMİRİ! TOPRAK BABASI ALİ! (1211) (Ebu Turab)
“Eren veya ölenin içinden çıkar ani!”
“Kıyamet terazisi!” “İnsanın özü!” yani!
“Dinliyi ve dinsizi!” “Yüzlerinden ayırır!”
“Secde edebileni!” Sadece o kayırır!
MUHAMMED ALİ’yi de, bak yansıtandan murad! (1364)
MUSTAFA KEMAL’in öz RABB’ine verilen ad! (1364)
“Gayblar âlemine!” “Değişmez özler!” denir. (1191)
“HAKK’ın yüzü!” Belirir! Ne isek! O ödenir! (1191)
“Kelime-i şehadet” getir! Hayret edersin!
“Ve Aleykümüsselâm sözü yorumu!” dersin!
MÜŞİR! GAZİ! MUSTAFA! KEMAL! ATATÜRK! Beş ad! (1101)
Zat ve Kur'an tefsiri! Baş harflerinden murad! (1101)
Herbir hesapta çıkar! MUHAMMED ALİ adı!
Selâmla bitireyim! Artık iznim kalmadı!
“Zira cennette lâf yok!” “Herkes hep “Selâm eder!”
“Şükür” hepimiz olduk “ALLAH’ın aslanı” der!
Selâm! “KIZILKOCALI boyundan gelen Türkmen!”
“Emevî düzenini!” Lâikçe eyleyen men!
ALLAH’ın “Nur” adı o! “HAK’ta eriyip” ver renk! (287)
“MUHAMMED ibn Abdullah!” “Kızılkocalı’ya denk!” (287)
Sakın bu hesaplara! Demeyin “sırf tesadüf!”
“Her şeyin hesabını bilen” eder teessüf! (262)
Uluğ “HAK kimliğini” açıkladı ATA’nın!
EHLİBEYT’e dâhildir! Onu hakkıyla anın!
Diyor! MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün RAB ÖZÜ: (1850)
Hain olma! Yenile RABB’e verdiğin sözü!
Sıfırı at! Anlamdan olursun daha emin!
“ALLAH’ın yüzü” olan ilmine tap Âdem’in! (185)
M. H. ULUĞ KIZILKEÇİLİ
ANKARA – 21.07.2000
Ebced ilmine göre isim ve kelimelerin sayısal açılımları:
500 = ALLAH RABB-ül Âlemin = Âlemlerin RABB’i ALLAH
501 = Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş
1511 = Lâfz-ı Refik-i a’lâ = Yüce yoldaş sözü
1511 = Hu Hazret-i MUHAMMED = O Hazret-i MUHAMMED’dir
332 = Esselâm-u aleyküm
332 = Hû medlûl-u ism-i ALİ = O, ALİ isminin kanıtıdır
779 = İsm-i sûr-u İsrafil = İsrafil’in borusunun ismi
(İsrafil kıyamet günü kalk borusunu çalan meleğin ismidir)
779 = Tevil-i Esselâm-u aleyküm = Esselâm-u aleyküm’ün yorumu
343 = Vech-el RAHMÂN = Er RAHMÂN’ın yüzü
343 = Kıyam-ı İmam ALİ = İmam ALİ’nin ayağa kalkması
343 = İsm-i Malik-i yevm-üd din = “Hesab günü sahibi”nin ismi
343 = İbn-i Meryem = “Meryem’in oğlu”
343 = İsm-el Hacer = O Hacer’in ismi = yani Kâbe’deki O Hacer-ül esved denen, karataşın ismi.
343 = Müsemma-i İmam ALİ = İmam ALİ diye isimlenen
1493 = Müsemma-i Lâfz-ı alek selek (7. sure/117. ayet) = ALLAH’ın Hz. Mûsa’ya “Asânı at!” sözünün anlamı
1493 = Tevil-i ayet-i ve refağnahü mekânen aliyyâ. = “O’nu (İdris’i) yüce yere çıkardık.” ayetinin yorumu. (19. sure/57. ayet)
790 = Tevil-i ism-el Hacer = “Hacer” isminin yorumu
791 = HACI BEKTAŞ-I VELİ
1338 = GAZİ MUSTAFA KEMAL
1338 = Hû mezmun-u “Üscûdul Âdem“ = “Âdem’e secde edin” emrinin anlamı o
1338 = Künh-ü Lâfz akimua-el din = “Dini doğrultun” sözünün iç yüzü = Levh-i Mahfuz’un sırrı.
1337 = Hicrî Samsun’a çıkış tarihi = 1919 Milâdî çıkış tarihi.
1348 = Lâfz-ı ve aleyküm-üsselâm = ve aleykümüs-selâm sözü = Hu müsemma-i halifetullah = O, “ALLAH’ın halifesi” diye isimlenendir.
1349 = Hû Gazi Mustafa Kemal = Gazi Mustafa Kemal O = Yevm-i zuhur-u Muhammed-ül Mehdî = Muhammed Mehdî’nin ortaya çıkış günü.
1919 = Lâfz-ı Rahmeten lil âlemin = Âlemlere rahmet sözü
1881 = Vakt-i zuhur el recûl = Hakeren’in içten dışa çıkma vakti
1881 = Müsemma-i Zebh-i azîm = Yüce Kurban diye isimlenen (37. sure/107. ayet)
1211 = Mazharullah = ALLAH’ı yansıtan = Zat-ı ALİ
1364 = İsm-i hassı-RABB’i Mustafa Kemal = Mustafa Kemal’in has RABB’i (Kişisel RABB’i)
1364 = Hû mazhar-ı MUHAMMED ALİ = O MUHAMMED ALİ’nin aynası
1191 = Âyân-ı sabite = Değişmez özler
1191 = Âlâm el Guyub = Gayblar âlemi
1191 = Zuhur-u vechullah = ALLAH’ın yüzünün ortaya çıkması
1101 = ZAT = Tefsir-i Kur'an
1211 = Hû emir el müminin ALİ Ebu-Türab = O müminlerin emiri toprak babası ALİ
1850 = Hû mazmun-u tecdid-i biat = RABB’ine bağlanmanın yenilenmesi kavramı o
1850 = RABB-i hassı Mustafa Kemal ATATÜRK = Mustafa Kemal ATATÜRK’ün has RABB’i
1101 = M+Ğ+M+K+A (Müşir Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK baş harfleri)
185 = İlm-i Âdem = Âdem’in ilmi
188 = Mehdî-ül zaman = Zamanın Mehdîsi
287 = MUHAMMED ibn-i Abdullah = Kızılkocalı = En Nûr
262 = Her şeyin hesabını bilen = ALLAH’ın “El Hasîb” adı
Evet, Mehdînin çıkışı denen hareketler bazen devlete karşı yürütülen isyan hareketin bir adı da olmuştur. Bu şekilde gelmesi gereken Mehdînin karizmatik gücü kullanılarak zayıf bir topluluk bir devlete karşı da çıkabilmiştir. Niyetlerinde samimiyetin olması umulan bu kişilerin asabiyetleri yetersiz olunca bu olaylar feci şekilde de sonuçlanmış ve neticesinde devletin daha şiddetli tedbirler almasına ve daha baskıcı bir yönetimin harekete geçmesini sağlamaktan öteye de gitmemiştir. Bu arada ezilen halkın bu hareketten bir menfaati olmamış ve daha sonrada gelişme ve ilerlemeye mutaf olacak hareketlere destek vermediği görülmüştür. Bu nedenle olgunlaşmamış bir hareket olan Mehdîlik inancı üzerine yorum ve söylemlerle hareket eden cemaatler neticede bekledikleri kurtarıcıyı bulmak için gösterdikleri gayretle uzun vadede yıkılma eğilimine girdikleri görülmektedir. Bu nedenle gaybî bir hadise olan Mehdî’nin çıkışını beklemektense Allah Teâlâ’ya güvenip kendi görevimizi en iyi şekilde uygulamak daha karlı olacağı muhakkaktır. Bu konuyu açıklayacak son Kâbe olayı duruma biraz açıklık getirecektir.
Mehdî'nin Suudî Arabistan’da Hicri 1400 yılının ilk gününde, 1 Muharrem 1400 (20-21 Kasım 1979) tarihinde çıkması gibi.
Cüheyman el-Uteybi ve arkadaşları Kâbe’ye sığınmışlar (resmi söylem baskın) ve burada fasid addettikleri Suud yönetimine karşı bayrak açmışlardı. O sıralarda Kral Halid galiba hastalıklı idi ve onun yerine bilvekale ülkenin işlerini Fahd tedvir ediyordu. Bu kalkışma kanlı bir şekilde sona erdi. Operasyon sonucunda bir kısmı ölü bir kısmı da canlı ele geçirilmiş ve elebaşları idam edilmişti. ‘Kâbe baskını'na katılanlar arasında yabancılar da bulunuyordu.
Olayın gelişimi kısaca şu şekildedir.
1979 Ramazanında Arabistan’ın büyük kentlerinde dağıtılan bildiride Suudi rejimi eleştiriliyor, devletin dini niteliğini kaybettiği belirtiliyor, ülkede yeni bir İslami rejimin kurulmasının gerektiği anlatılıyordu. Bu bildirilerin Cuheyman el-Uteybi önderliğindeki radikal bir sünni gruba ait olduğu Mescid-i Haram'ın işgalinden çok sonraları anlaşıldı. Tarihler 20 Kasım 1979'u gösteriyordu. Kâbe’ye sabah namazı kılmaya gelen binlerce kişi namazın bittiği anda bir yandan “Allah u ekber” seslerini bir yandan da havaya sıkılan kurşun seslerini duydu. Eylemciler mescid'in mikrofon sistemini ele geçirdi. Eylemcilerin lideri Cuheyman konuşmaya başladı. Yanında bulunan kayın biraderi Muhammed el-Kahtani'nin İslam âleminin beklenen Mehdîsi olduğunu söylüyordu. Mehdîliği sağlam delillere oturtmak için ilgili hadisleri detayıyla anlatıyordu. Cuheyman Suudi rejiminin dini niteliğinin kalmadığını dolayısıyla Müslümanların rejime itaat etme yükümlülüklerinin kalmadığını söyledi. Ülkedeki kötü gidişatın önüne geçilmesi için hayatın her alanında şeraitin tekrar uygulanmaya başlamasının gerektiğini vurguladı. Cuheyman bu konuşmasını yaparken adamları da işgalden önce mescidin alt katlarına sakladıkları silahları mescidin ilk katına çıkardılar. Silahlar eylemcilere dağıtıldı, dış kapılar kapatıldı, yüksek minarelere silahlı nöbetçiler yerleştirildi, mevziler planlara göre hazırlandı. İçeriye giriş-çıkışlar yasaklandı.
Taleplerin ilanından sonra Hacerül-Esved ile İbrahim makamı arasındaki bölümde Mehdî Kahtani'ye biat etme merasimi düzenlenir. Kahtani'nin eli öpülüp sonuna kadar itaat edileceği bildirilir.
Sabah namazına gelen binlerce sivile çıkmakta serbest oldukları söylenir. Çoğunluğu çıkar. Yaklaşık 30 kişinin eylemcilerle kaldığı tahmin edilmektedir. İşgalden 3 saat sonra Mescid-i Haram çevresine gelen Suudi askerleri içeri girme denemelerinde yoğun ateşle karşılık görünce geri çekilirler.
İşgalin ilk günlerinde Suudi hükümeti tam bir şaşkınlık ve ne yapacağını bilememe durumu içindedir. İçeride rehine var mıdır, varsa kimlerdir, kaç kişilerdir? Eylemciler kimler ve kaç kişilerdir gibi hiç bir bilgiye ulaşamazlar. Kâbe’yi kuşatan Kraliyet Muhafız Alayı mutaasıp asker ve subaylardan müteşekkildir. İnançlarından dolayı Mescid'de silahlı bir çatışmaya girmeyeceklerini beyan ederler. Suudi hükümeti bu dönemde tam bir şaşkınlık dönemindedir. Kâbe’nin kan dökülerek alınmasının İslam âleminde yaratacağı olumsuz etkiden çekinmektedir.
Suudi kralı Halid hemen muhafızları teftişe gider. Kâbe’nin Harici isyancılar tarafından işgal edildiğini, görevlerinin Allah Teâlâ’nın Evi'nin temizlenmesi olduğunu, görevlerini yapmazlarsa Pakistanlı paralı askerleri kullanacağını söyler. Bazı muhafızlar ikna olur olmayanlar ise tutuklanır.
1979 Kâbe baskını yapan eylemcilerin sayısı en az 500 olarak tahmin ediliyor. Devlete yakın Suudi ulemasının fetvasını arkasına alan Suudi yönetimi biraz rahatlar. Fetva gereği önce işgalcilere süre verilip teslim olmalarını ister. Cuheyman bunu kabul etmez.
Ardından askeri operasyon işgalin 6. günü başlar. Önce kapıları tutan direnişçilere yoğun ateş ile uzaklaşmaları denenir. Kapılar iyi istihkâm edildiği için bu başarılamaz. İsyancılardan Mescid'in minareleri yerleşen keskin nişancılar Suudi askerlerini avlamaya başlar. Ardından ağır zırhlı araçlarla mescidin kapıları kırılarak içeri girilir. Bir yandan da helikopterlerden mescide indirme yapılır. İndirme sırasında gene çok sayıda Suudi askeri kaybedilir. Bu arada bazı helikopterler mesciddeki direnişçilerin üzerine bombalar atar. Mescidin zemin ve üst katlarından göğüs göğüse çarpışmalar sonucunda Suudi güçleri zemin katı ve üst katları ele geçirir.
Eylemden önceki gecelerde büyük miktarda yiyecek malzemesi, ilk yardım malzemesi ve cephane Mescidi Haram'ın alt katındaki mahzenlerde saklanmaktadır. Böylece eylemcilerin çok uzun süre dış destek almaksızın direniş yapabilmesi mümkün olacaktır.
Fransızlar bu baskında Suud hükümetine yardım ederler. Oparasyona katılan tim kutsal topraklara girer. Operarasyonda Fransız timi GIGN'de doğrudan doğruya Kâbe’nin alt katlara girmeyi düşünmez. Bunun yerine alt katlara göz yaşartıcı gazlar verilir bu gazların etkisiyle kimi direnişçi teslim olur kimisi elinde silah ateş ederek dışarı çıkar ve vurulur. Ancak alt kat hala temizlenememiştir. Bu sefer alt katlara tonlarca su boşaltılır. Su iyice yükseldiğinde ise yüksek voltajlı elektrik verilir. 5 Aralık 1979 günü Kâbe işgalcilerden kurtarılmış olur. Mehdî Kahtani ölmüş Cuheyman ise sağ yakalanmıştır. Fransızların desteği ise bir Fransız gazetesinin haberi üzerine açığa çıkar.
Bilanço:
Operasyonda Suudi güçlerinden ölenlerin sayısı 127, isyancılardan ölenlerin sayısı 117 olarak açıklanmıştır. Hacılardan, namaza gelenlerden ölenlerin sayısı 26'dır. Yüzlerce de yaralı vardır. Yargılamalar sonucunda 63 kişi idama mahkûm olur, kafaları kesilerek infaz edilir. Kâbe baskını böylece bitirilir.
1979 (Hicri 1400)'de gerçekleşen bu Kâbe baskınının ardından 7 sene sonra Hicri 1407 yılında, Hac sırasında çok daha büyük kanlı olaylar meydana gelmiştir. Bu olayda caddelerde gösteri yapan hacılara saldırılarak 402 kişi katledilmiş, çok fazla kan akıtılmıştır.
Mehdî’nin geleceği fikri devlet siyasetinde önemli yer tutan görüşlerden olduğu kesinlik kazanmıştır. Ancak gaybi bir bilginin devlet ve millet siyasetinde büyük bir yer tutması insan ve siyaset bilmecesinden başka bir şey değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerini yanlış anlayan âlimleri bile ikna etmek zor olunca halkı bu türlü fikri sabitlerden vaz geçirmek daha zordur.
Hazret-i Sultan Mehmed Fatih'i İstanbul'un fethi meselesinde en ziyade teşvik eden ve 'Fatih' unvanına layık bir kisveye bürünmesinde ihtimam ve himmetini esirgemeyen kişi elbette ki “Akşeyh” namıyla ma'ruf Akşemseddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri (1390-1459) idi. Akşeyh, fethin hem maddi hem manevi, iki yüzü olduğunun farkındaydı.
Çünkü Fahr-ı Âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden rivayet edilen hadis-i şerifler hem komutan ve askerlerden müteşekkil bir ordunun İstanbul'u fethinden, hem de silahsız, kan dökmeden; tevhid, teşbih, tahmidlerle, vuku bulacak; Al-i Beyt'ten bir mübarek zatın kumandasındaki manevi bir ordunun İstanbul'u fethinden haber veriyordu. Buna binâen Akşeyh; İstanbul'un, geleceği hadislerle sabit olan Mehdî eliyle ikinci kez fethedileceğini gayet iyi biliyordu. Devrin ulemasının hadislerin ifadesinden yola çıkarak Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethedemeyeceğini söylemelerine mukabil, Akşeyh bir değil, 'iki fetih' vuku bulacağından hareketle, ulemanın bu yöndeki itirazlarına karşı çıkıyor ve mütemadiyen Sultan Mehmed'e fetihname denebilecek müjdeli mektuplar yazıyordu.
“İstanbul'u önce Mehmed fethedecek, sonra İstanbul ehl-i salibin eline geçecek, daha sonra da Mehdî İstanbul'u tekrar fethedecek” diye devrin ulemasına cevap veriyordu. (Risaletü'n- Nuriye, Akşemseddin, A. İhsan Yurd, İstanbul, 1972).
İşte hadislerle sabit olan ve Akşeyh'in de müjdelediği ikinci fethin kumandanı Mehdî ve yine hadisin ifadesi ile “hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyen” kahraman askerlerden müteşekkil nurani ordusu, evvelemirde kalplerdeki Ayasofya'nın kapılarını açacak ve fethin sembolünün ibadete açılması ile ikinci fetih gerçekleşecek.
Gaybi meselelerin çok kullanılması ile kitlelerin kontrolü yapıldığı birçok misalle sabittir. Çünkü ümitsizliğe düşüldüğünde, kahredici, zalim idareciler, istilâlar, sürgünler, baskılar döneminde insanlar böyle bir ümide muhtaçtır. O sayede kötü şartlara sabredilir, tahammül edilir. Onun için Mehdî inancı bir nevi kullanılmıştır.
Mesela; Osmanlı imparatorluğunun yıkılmaya başladığı dönemlerde halk düşüncesini anlatan bu alıntı durumu çok güzel belirtmektedir.
Bu hallerden halkın ruhundaki eski ciddiyet-i islâmiye ve cemiyet-i milliye de sene be-sene dûçar-ı zaaf ve tebeddül olup seciyelerde me’yusiyet ve zillet ve meskenet temerküz etmeye yol açılarak abes-huvârân zaviye-dârân ve tekke-nişînânın adetleri günden güne arttıkça artıp, mezarlar yanlarında kulübeler ihdâsıyla kimi
“Mekke’den, Medine’den gelen hacıların getirdikleri düş-nâmelerden gûyâ Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zaman-ı âhir gelmiş ve kıyamet pek yaklaşmış olduğundan ve sâir gûne alamât-ı kıyametten bahisle akşam, sabah Mehdî-i âl-i resulün zuhûr edeceğini ve Hazret-i İsâ’nın gökten inip Mehdî ile birleşerek din-i Muhammedî üzerinde dünya ahâlisini cem’ ve icrâ-yı adalet ve gazâ ve cihadı ref’le temin-i emniyet ve selâmet eyleyeceğini destan şeklinde okumak suretiyle kadın, erkek ashab-ı hamiyet ve merhameti hasis menfaatlerine celp ve daveti iş edinmiş ve hurâfe-cû ve softa-gûların pazarı revâcına yardım ve rağbet göstermeğe çalışmış ve muvaffak olmuş bulunuyorlardı.
Hükümetin devâir-i mütenevvia-i müteşekkilesinde mevki işgal edenler ise böyle şeyleri men edip de terakkîyât-ı medeniye-i zamaniyeyi iltizam ve takibe ve cahil halkı bu yola sevk ve teşvike hasr-ı himmet ve irşad edecekleri yerde, bilakis gaflet ve cehâlet-i halktan ekseriyetle istifâde-i zâtiye yollarını arıyor ve düşünüyorlardı.
….halk dahi bir yeis ve ümitsizlik içinde boğuluyor ve kimseye bir şey diyemeyip yalnız öteden beri kendilerine vaizler, şeyhler taraflarından telkin edilen “Mehdî“ âl-i resûlü intizâren hükümet memurlarını daima ayrı bir meslekte ve dinsizlik tavrında görüyor ve onlara asla kalben muhabbet-i ciddiye ve muâvenet-i fiiliye göstermiyordu.
… zavallı halk bir şey demeye ve bir hak istemeye cesur, atılgan olamayınca hükümet ne isterse sormaksızın onu veriyor ve çoluk çocuğunu aç kalsa da ölmeyecek kadar bir ekmek parası bulabilmek gayretinden başka bir şey düşünemiyor ve gece-gündüz yakında geleceğini haber veren kerametçilerin inandırdıkları Mehdî-i Adili bekliyor. Buna da adalet ve itaat-ı kâmile manası veriliyor. Bu namla ilân ve mensubatına arz-ı şükran-ı bî-pâyân (Sonsuz teşekkür etme) olunuyordu.
O zaman da padişahın nüfuzu İstanbul’dan başka mahallere câri olamayacaktır. Bunun üzerine düşmanlar her taraftan baş göstererek Mehdî-i âl-i resul zuhûr edecek, bütün dünya halkı üzerinde adilâne hüküm yürütecek, kurt ile koyun o zaman yek-diğere saldırmaksızın beraber gezecek ve ondan sonra kıyamet kopacak derler. Git gide hâl bu raddeyi bulacak ve hafazanallah düşmanlar etrafından saracak olursa İstanbul sâkinleri o vakit dûçâr-ı ye’s ve nedamet olacaktır, …
Bu anlatılanların altında yatan niyet devletlerin halkı kontrol, pasifize ederek, sömürmesidir. Diğer bir bakış açısı da yıkılması istenen devletlere düşman devletlerin yıkıcı entrikalarının alt yapısını meydana getirebilmek için ön hazırlık aşamasıdır. Tarihte İNGİLİZ SİYASETİ VE HEGOMANYASI bunu en iyi kullananlardan olduğu ve başardığı görülmektedir.
Mehdîlik hareketinin iyi olma ihtimali de yok değildir. Fakat hakîkati ile zuhur etmeyince de çok büyük sıkıntılar olduğu da kesindir. Bu nedenle kişilerin Mehdî profili arkasında hareket etmelerinin çok sakıncalı olduğunu tarih sürekli göstermektedir.
Mehdî’nin Tasavvufî Yorumu
Mehdî’nin ortaya çıkışı ve yapacağı işler manevî açıdan da yorumlanır. Buna göre Mehdî’nin ortaya çıkışıyla küllî aklın ve en üstün rûhun tezahürü kastedilir. Maiyye-i Muhammediyye denilen bu üstün rûh ‚ Ona rûhumdan üfledim‛ meâlindeki âyetin sırrınca, insân-ı kâmil olan mürşid tarafından kendisinden manevî rehberlik isteyen talibe üflenir. Mehdî, Muhammedî makamın sahibidir. Onun kırk yıl hüküm sürmesi, varlık mertebelerinin sayısıdır. Onun döneminde gecelerin aydınlık olması ve gündüzlerin yeşil bahçelere benzemesi, irfan sahibinin manen gelişimi sekr/manevî sarhoşluk ve beka veren sahv/ayıklık içinde sürüp gitmesidir. Ziraatın bereketli ve bol olması, hayvanların sütünün çoğalması, ilahî nimetlerin ve kerametlerin peş peşe gelmelerine benzetilir. Emniyetli ve huzurlu olmaktan kastedilen ise irfan sahibinin velayet makamına ulaşması ve oranın süslü kaftanını giymesidir.
Son sözü Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-azize verelim.
Şu halde her devirde nebi yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır. İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Hz. Ömer soyundan olsun, ister Hz. Ali soyundan!
Ey yol arayan, Mehdî de O’dur, Hâdi de O.
Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır. Çünkü Tanrı nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil! Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır. Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez. Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve âfettir. Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir. Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı? Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler. Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Hâlbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki’ gibi görünür.
Meselâ: Hazret-i Mehdî’ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Hâlbuki Yirmidördüncü Söz’ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdî’yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdî, belki Mehdîler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma’dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdî’nin çok evsafına câmi’ bir Mehdî bulmuş. İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhâssa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki, her biri birer manevî Mehdî hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envâr-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler. Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdî kendilerini biliyorlardı ve “Mehdî olacağım” diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasıl ki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a’zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdîyet” tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdî itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.
İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve Usûl-üd Din ülemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Bu meşrebdeki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünki muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdî hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedîyi sallallâhü aleyhi ve sellem muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir sâniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl; Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve va’detmiştir, va’dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdî olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdî ünvanını almamışlar.
Bugüne kadar yazılmış kitaplarda herkes Mehdî aleyhisselâmın gelmesi ve onun askeri olabilmek kaygısı ile doludur. Aslında Mehdînin gelmesi demek, bir şeylerin yanlış gittiği ve kıyametin kopması demek olduğu unutuluyor. Eğer Mehdî gelecekse, gelecektir. Bize düşen Mehdînin gelmeyeceği ortamı hazırlamak ve gayret göstermektir. Bu şekilde biz gerçek manada Allah Teâlâ’ya kul oluruz. Bize kalırsa Mehdî’nin bir an önce gelmesini isteyenler işin neticelenmesini isteyerek sorumluluktan kaçıyorlar. Mehdînin gelmesi demek özgürlüğümüzün bittiği bir zaman olacağıdır. O geldikten sonra çalışmanın ve kulluğun içeriği boşalmış demektir. Mehdî’nin gelemeyeceği çağı Allah Teâlâ’dan isteyip kullukta ısrarcı olmak ne güzel bir haldir. İsteyen bir tarih versin, Allah Teâlâ bir kimsenin bulduğu ve uydurduğu tarihte Mehdî aleyhisselâmı göndermeyeceği aşikâr olmuştur. Bu şekilde bir şeyin olabilirliğini kabul etmek hata ve günahtır.
Mehdî aleyhisselâm acı bir gerçeği gösterir ki, insanlık artık son bulacak demektir. Bu geliş belki sevinilmeyecek bir durumdan başka bir şey de değildir. Allah Teâlâ bizi Mehdî aleyhisselâmın gelme zamanındaki imtihandan muhafaza buyursun. Bizi ve gelecek nesillerimizi de bu olması takdir edilen vaktin fitnesinden emin eylesin.
İbn-u Mes'ûd radiyallâhü anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah Teâlâ, o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.” Allah Teâlâ’nın kıyametten az önce bir zaman Mehdî aleyhisselâmı gönderecek olmasını temenni etmek bütün müslümanların biricik duası olması gerekir. Bu şekilde bu sıkıntılı günlerin zahmetinden emin olmak büyük bir lütuf olduğu bilinmelidir.
Tek günlük ömür belki Allah Teâlâ katındaki günler hesabı ile olacak olursa bu ise dünya yıllarına göre bin yıl , elli bin yıl olur ki bu hadisenin olurluğu bize birçok yorumları ayrıca getirmektedir. Kısa ömürlü dünyanın yaşında dahi kesin bir bilgimiz olmadığına göre bu zamanın hükmünü Allah Teâlâ’ya bırakmak en güzelidir.
Herkes Mehdîyi beklerken, bekledikleri Mehdî kimdi?
Ne Mehdî geldi, nede kendileri Mehdî oldu.
Bildim ki, Mehdî binlerce yıl sonra gelecek.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kısa zamanı
Dünyanın yaşına göre idi. Onun nübüvveti
Diğer nebilerin zamanından uzun olması gerekir.
Çünkü O en faziletlimizdir.
وَ ثُمَّ عِيسىô لَعَـلَّ اللهَ يُنَزِّلــَهُ
Umulur ki İsâ aleyhisselâmı indirir.
Niyâzî-i Mısrî’nin İsâ aleyhisselâmın inmesini murad ederken umutsuzluğunu ve sıkıntılı dönemin bitmesini arzulamasındandır. Onun ehl-i keşften olduğunu bildiğimize göre bu isteyişindeki karamsarlık çektiği sıkıntıların aşırı derecede artmasındandır. Sosyal hayat zamanı itibarıyla bencilleşmiş, maddî ve manevîyat ehli hadlerini aşmada bir yarışa girmişlerdir. Niyâzî-i Mısrî’de kıyamet kopsa ne olur ki, diyerek dileklerini beyan etmektedir.
Hz. İsâ’nın yeryüzüne inişi ile ilgili bir diğer terim ise Mesih sözcüğüdür. Mesih kelimesi. Arapçaya Âramca Meşiha veya İbrânice Hâ-Meşîha”dan geçmiş olup “ölçmek, mesh etmek, günahlardan temizlenmiş, sıddîk (tereddütsüz inanan), yürüyen, seyahat eden” anlamlarına gelmektedir. Oldukça eski dönemlere uzanmakta olan kurtarıcı mesih inancı Mecusilik. Hinduizm. Budizm. Brahmanizm gibi birçok inanç sisteminde görülmektedir. Eski Ahit’te İsrailoğullarından bir nebi geleceği bildirilmekte (Tesniye: 18/3 5). Yahudiler bu kişinin Davud oğlu Mesih olacağına, fakat ondan önce Yusuf oğlu Mesih geleceğine inanmaktadırlar. Yeni Ahit’te Hz. İsâ aleyhisselâmın bulutlar üzerinde ikinci defa gelişinden açıkça bahsedilmektedir (Matta: 26/64; Yuhanna: 4/25-26). Hıristiyanlar Hz. İsâ’nın ahir zamanda yeryüzüne inerek bin senelik ilahi imparatorluğunu Filistin’de kuracağına inanmaktadırlar.
Kur’an-ı Kerimde adı geçen ve İsrail oğullarına gönderilen Hz. İsâ aleyhisselâmın, doğumu bir mucize olduğu gibi yeryüzünden semaya kaldırılması da ayrı bir mucizedir. Kur’an-ı Kerim onun dünyaya gelişini şöyle haber verir:
“Allah Teâlâ katında İsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah Teâlâ onu topraktan yarattı. Sonra ona: “Ol!” dedi ve oluverdi” Hz. Âdem aleyhisselâmı topraktan anasız ve babasız yaratan Allah Teâlâ, İsâ aleyhisselâmı da babasız yaratmıştır. Hz. İsâ aleyhisselâm otuz yaşında iken kendisine rasüllük görevi verildiğinde durumu hemen İsrailoğullarına haber verdi. Hz. İsâ aleyhisselâmın davetine kulak vermeyen ve ellerindeki Tevrat’ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları İsâ aleyhisselâma inanmadılar. Hz. İsâ aleyhisselâm mucizeler göstererek etrafına insanlar toplamaya başlayınca
İsrailoğulları kendisini ve ona inananları durdurmak için pek çok yol denediler, sonunda Hz. İsâ aleyhisselâmı öldürmeye karar verdiler. Ancak Allah Teâlâ onların planlarını etkisiz hale getirdi. Yahudiler, Hz. İsâ aleyhisselâma benzeyen birini yakalayıp astılar ve Hz. İsâ aleyhisselâmı öldürdüklerini sandılar. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Ve Allah Teâlâ ‘nın elçisi Meryem oğlu İsâ’yı öldürdük, demeleri yüzünden (onları lanetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar, fakat (öldürdükleri) onlara İsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah Teâlâ onu (İsâ’yı) kendi katına kaldırmıştır. Allah Teâlâ izzet ve hikmet sahibidir. Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de O, onlara şahit olacaktır.” İsâ aleyhisselâmın ismi Kur’an-ı Kerimde yirmi beş yerde geçmektedir. Bu ayetlerden bir kısmı üzerinde farklı yorumlar yapılarak farklı anlayışlar ortaya konmuştur. Çoğunluk İslam âlimlerine göre Allah onu kudreti ile manevi semalardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir. O zaman bütün Ehl-i Kitap onun rasül olduğuna inanacak, yanlış inançlarından kurtulacaklardır. Bir başka anlayışa göre, Allah Teâlâ onu Yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve ruhunu semadaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek olan da onun ruhudur. Biz bu başlık altında Kevserî’nin konu ile ilgili yorum ve görüşleri şu şekildedir.
İsâ aleyhisselâmın semaya kaldırılması (ref’ı) ve kıyamete yakın yeryüzüne ineceği hadislerde de yer aldığından ilk kelâm kitaplarından başlamak üzere her dönemde yazılan eserlerde kıyametin alametlerinden birisi de Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inişi olduğu ifade edilmiştir. Konunun uzamaması için biz burada sadece iki eserden alıntı yapacağız. Hicri 150 de vefat eden İmam Azam Ebu Hanife rahmetu’llâh aleyh yazdığı el-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde: “Deccâlın ve Ye’cüc ve Me’cücün çıkışı, güneşin batıdan doğuşu, İsâ aleyhisselâmın semadan inişi sahih haberlerle meydana geleceği haber verilen diğer kıyamet alametleri haktır ve meydana gelecektir.” demektedir. Taftazanî (ö. 797/1395) de eserinde “deccalin, dabbetül arzın, Ye’cüc ve Me’cücün çıkışı, İsâ aleyhisselâmın semadan inişi, güneşin batıdan doğuşu gibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet alameti olarak haber verdiği şeyler haktır” demektedir.
Hz. İsâ’nın ineceğini inkâr edenler Allah Teâlâ’nın: “Ey İsâ! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” Ayetinde geçen “müteveffîke” kelimesi ile “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin” ayetindeki “teveffeyteni” kelimesini öldürmek manasına alıp, Hz. İsâ aleyhisselâmın ölmüş olduğunu iddia ederler. Ayrıca “bilakis Allah onu katına kaldırmıştır, Allah izzet ve hikmet sahibidir” ayetindeki semaya kaldırılmasını, maddi bir kaldırılış değil, manevi bir yükseliş olarak yorumlarlar. Konu ile ilgili çoğunluğun görüşüne karşı görüş bildiren kişilere cevap olmak üzere bir eser yazan Zâhid el-Kevserî, ilgili ayetleri yorumlayarak şöyle demektedir: “İsâ aleyhisselâmın semaya kaldırılışını bildiren ayette geçen “rafea” kelimesinin gerçek manası bir şeyi aşağıdan yukarıya nakletmek demektir ve semaya bizzat kendisinin kaldırıldığını ifade eder. Ayette kelimeyi mecaz manaya hamletmeyi gerektiren bir karine yoktur. Dolayısıyla mecaz manaya hamledip ruhu yükselmiştir denilemez”
Kevserî, İsâ aleyhisselâmın semaya raf’ının ruhen olamayacağını şu yorumlarla iddia etmektedir: Ayet, Yahudilerin: “biz İsâ’yı öldürdük” sözlerine cevap mahiyetinde gelmiştir. İsâ aleyhisselâmın öldürülmeyip semaya kaldırıldığını ifade eder. Bazılarının dediği gibi Hz. İsâ aleyhisselâmın öldürülüp semaya ref’ edilenin ruhu olduğunu iddia etmek, Yahudilerin iddiasını reddetmek değil, onları desteklemek olur. Hâlbuki ayet onların iddiasını çürütmek için gelmiştir. Ayrıca Hz. Allah Hz. İsâ aleyhisselâmı, bedeni ve ruhu ile birlik olarak semaya yükseltmemiş olup sadece onu ruhu ile yükseltmiş olsaydı, bu Hz. İsâ’nın öldürülmesine aykırı olmazdı. Çünkü nice peygamberler öldürülmüş, şehit edilmiş sonra da ruhları yükseltilmiştir. Hâlbuki bu ayette Hz. İsâ aleyhisselâmın yükseltilip kaldırılması öldürülmesine zıt olarak gösterilmiş, öldürülmediğine delil gösterilmiştir. Bu durum gösteriyor ki, Hz. İsâ aleyhisselâmın yükseltilmesi ruh ve bedeni ile yükseltilmesidir. Hz. İsâ aleyhisselâmın ölmediğini, hayatta olduğunu göstermektedir. Kevserî, yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerde geçen “teveffa” kelimesinin ölüm anlamına değil, kabzetmek ve almak anlamına geldiğini diğer ayetlerle pekiştirerek şöyle der: “Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini belirli bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” Bu ayette geçen “teveffi” kelimesi “ölüm” değil “almak” manasına kullanılmıştır. Eğer ölüm manasına gelseydi “mevt” kelimesinin, anlamsız olması gerekirdi, hâlbuki Allah Teâlâ ‘nın kelâmında anlamsız kelimenin olması düşünülemez. Dolayısıyla ayetlerde geçen “teveffi” kelimeleri ölüm anlamına değil huzura almak manasınadır. Hz. İsâ ölmemiş diri olarak semaya kaldırılmıştır.” Kevserî, “Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır”ayetinde geçen “ölümünden evvel” kelimesinin yeryüzüne inişinden sonraki ölümü olduğunu söylemektedir.” Şüphesiz ki o (İsâ), kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur” ayetindeki zamirin Hz. İsâ aleyhisselâma raci olduğunu söyleyen el-Kevserî, ayette geçen “le ılmün” kelimesinin “lealemün” şeklindeki kıraatlarını da göstererek Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inişinin, kıyametin alametlerinden olduğunu da söylemektedir. Zâhid el-Kevserî bu bilgileri verdikten sonra Hz. İsâ aleyhisselâmın diri olarak semaya kaldırıldığını, ahir zamanda yeryüzüne ineceğini söyler. Bunun dışındaki görüşlerin delile dayanmayan hayallerden ibaret olduğunu, mütevatir hadislerin de İsâ aleyhisselâmın semaya diri olarak kaldırılıp ahir zamanda ineceğini ifade ettiğini söyler ve ümmetin de aynı inanç üzere devam ede geldiğini belirtir. (Kevserî, Nazratün Âbirah, s. 105.)
İsâ aleyhisselâm çarmıhta öldü ve sonra yeniden dirildi mi?
Asırlar boyunca İsâ aleyhisselâmın çarmıhta ölüp ölmediği sorununa verilen tek bir “doğru- kesin” cevap asla olmamıştır. Gerçekte tefsircilerin geniş çaplı ve bilgince düşüncelerinin gösterdiği gibi, bu sadece “evet ya da hayır” ile cevaplanacak bir sorun değildir. Müslümanların asırlardır verdikleri farklı cevaplar arasında, Hıristiyanlarla ortak bir zemin bulmak için günümüz Müslüman veya Hıristiyanlarının sandıklarından daha fazla imkân vardır. Temel tefsirlerde bulunan yorumların kısmi bir listesi aşağıdadır:
1) ölüme benzetilme teorisi
2) uyku teorisi (çarmıhta bilincini yitirme dâhil)
3) kabz
4) kronolojik dönüşüm, eskatalojik ölüm ve yeniden dirilme ile birlikte
5) Allah Teâlâ İsâ aleyhisselâmın dünya hayatına son verdi
6) Allah Teâlâ İsâ aleyhisselâmı ruh ve beden olarak bütünüyle aldı
7) Ne zaman ve nerede ölüm ve yükselişin vuku bulduğu noktasında bilinemezcilik
8) Benliğin ve dünyevi arzuların ölümü
9) Tıpkı şehitler gibi İsâ aleyhisselâm gerçekten öldü ancak şimdi Allah Teâlâ katında diridir
10) Gerçek zahiri ölüm ve yeniden dirilme.
Kuşkusuz bütün bu yorumlar birbirlerini dışlamamaktadırlar. Sözgelimi, 3., 5. ve 6. şıklar aynı şeyi söyleyen farklı sözler olarak kabul edilebilir. Bunun Müslüman-Hıristiyan diyaloğu ile ilgili imaları nelerdir? 10. şık kuşkusuz Hıristiyanlar ile aynı zemine sahiptir. Ancak 3., 5., 6., ve 9. şıklar yine yakın zemine işaret etmektedirler.
İsâ aleyhisselâmın Nüzulünün Tasavvufî Yorumu
Mehmed Emin Tokadî’ye göre, Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inişi, akl-ı me‘âdın (uhrevî akıl) yakîn nuru ile insanda görünmesinden kinâyedir. Hz. İsâ aleyhisselâmın indikten sonra Deccâl’ı öldürmesi ve onun kötülükleri yaymasına son vermesi ise akl-ı me’adın kötü sıfatların ortaya çıkmasını önlemesi şeklinde tevil edilir. Cilî ise, Hz. İsâ aleyhisselâmın Allah Teâlâ’nın ruhu/ruhu’llah olduğunu ve hakkı temsil ettiğini belirterek, hak belirince batıla ait olanların ortadan kalkacağını ifade eder. Yani hak/gerçek ortaya çıkınca insana şüphe veren ve karışıklık meydana getiren onun dışındaki her şey yok olup gider. Buraya kadar anlatılanlardan hareketle Deccâl’ın kötülüğü ve onu yaymayı, Hz. İsâ aleyhisselâmın ise söz konusu çirkinliklerin ortadan kalkmasını ve iyiliklerin meydana gelmesini temsil ettiği söylenebilir.
Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nüzulüne ve Deccâl’ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak bir tek misal beyan ederiz. Şöyle ki: Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccâl ile mücadelesi zamanında, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıncı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücudça o derece Deccâl’ın heykeli Hazret-i İsâ’dan büyüktür, diye mealinde rivayet var. Demek Deccâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’dan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir. Bu rivayetin zahirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafî olduğu gibi, nev’-i beşerde cari olan âdetullaha muvafık düşmüyor.
Hâlbuki bu rivayeti, bu hadîsi, hâşâ muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât ve o zahiri ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadîsin bir kısım hakikatlarını gözleri gördükleri halde daha intizar eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o hadîsin bu zamanda da ayn-ı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddid manalarından bir manası çıkmıştır. Şöyle ki:
İsevîlik Dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükûmet ile resmî ilânıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis menfaati için İslâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına tarafdar olan fitnekâr ve cebbar hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı manevîsi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün tarafdarları da bir şahs-ı manevîsi tecessüm eylese, üç cihetle, bu müteaddid manaları bulunan hadîsin, bu zaman aynen bir manasını gösteriyor. Eğer o galib hükûmet netice-i harbi kazansa, bu işarî mana dahi bir mana-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mana-yı işarîdir. Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye sallallâhü aleyhi ve sellem ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccâl’ı öldürür.. Yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.
Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”
İsâ aleyhisselâmın nüzülü için bizler ne yapmalıyız?
Herkes İsâ aleyhisselâmı beklerken yukarıda anlatılanlara bakarak düşünülmesi gereken Mehdî aleyhisselâmın gelmemesi ile İsâ aleyhisselâmın gelmesine çalışmak gerektiği gözlenmektedir. Bu nedenle İslam’ın intişarı karşısında İseviyetin müslüman olması gayreti bizlere hedef gösterilmektedir. Hz. İsâ aleyhisselâm velayetin mümessili olması ile nübüvvetin sona ermesi neticesinde İslam’ın dünya âlemini cem etmesi için batının hidâteyine yardımcı olmak her müslümanın vazifesidir.
Beşeri bir vücudun indirilmesi Allah Teâlâ için âlemi yeni baştan yaratmaktan çok kolay olduğu bir gerçektir. İsâ aleyhisselâmın diri olması, sırlanması veya tekrar yeryüzüne geri dönmesi önemi haiz bir mesele olmaktan çok taşıdığı mana yönüyle müslümanların istikamet yönünü belirleyici bir husustur. Şöyle ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizlere batıyı göstermiş ve başarının buradan geleceğini beyan etmiştir. Mesela Osmanlı Beyliği devletten imparatorluğa geçerken izlediği istikamet yine batıyı kendine katmak sevdası ile olmuştur. Eyyüb Sultan radiyallâhü anhın ihtiyar halinde Medine’den İstanbul’a getiren güç İsâ’yı gökten yere indirmek için verilen gayrettir. Bu hareket İsevilere Hz. İsâ aleyhisselâmı tanrı olmayıp nebi olarak anlatmaktır. Bunu onlara anlatacakta müslümanlardır. İşte o zaman İsâ aleyhisselâm yeryüzüne inmiş olacaktır. Çünkü İsevilerin Hz. İsâ’yı tanrı, Musevilerin tanrı soyundan geldikler için Yahudî olduklarını kabul etmelerinden vaz geçirmek için 1500 yıl geçmiştir. Müslümanlar başarısız kalmıştır. Bu durumları hala devam etmektedir. Bu halin terkini sağlamak için biz müslümanların büyük gayret göstermeleri gerekmektedir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem doğu milletlerinin toprağa bağımlılığını bildiği için batının sürekli hedefte kalmasını sağlamak için İsâ aleyhisselâmın nüzûlü ile işaret etmiştir. Son zamanlarda müslümanların çeşitli sebeplerle batıya yönelişi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir mucizesidir.
Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûlü siyasal İslam’ın batıya yönelmesi ve onu kendine çevirmesi için verilen bir hedeftir.
Müslüman olmak kesinlikle Hintli ve Çinli olmamak demektir. Bir zihniyet olarak. İnsan zihninin işleyiş biçimi olarak biz Batılılar bir ortak paydaya sahibiz. Hintliler ve Çinliler bu paydanın dışında. Bizimki, Helenistik kültürle daha doğru Atina - Kudüs ekseninde oluşmuş bir şeydir.
Siyasal İslam dünyada daha gerçek boyutlarıyla yüzünü göstermedi. Şimdiye kadar siyasal İslam adına bildiğimiz şeyler büyük ölçüde Batı'da kodlanmış muhalefet olarak karşımıza çıktı. “Batı kültürünün bir parçası olarak İslam” yüzünden doğmuş bir siyasal İslam'ı içermiyor bu. Şimdiye kadarki manipüle edilmiş bir siyasal İslam'dı. Henüz dünyanın kültürel yarasına merhem olmayı öneren İslam siyasal manada biçimlenmedi.
Müslümanların durumu göz önüne alınırsa, bu sözlerden anlaşılan hala Hz. İsâ aleyhisselâmın yeryüzüne inmediği ve inişi içinde da binlerce yıl var olduğudur.
بِبَدْرٍ مَشْرِقَـنَا وَ شَمْسٌ مَغْرِبَـنَا
Dolunay doğumuzda güneş batımızdan doğar
Güneşin batıdan doğması bazı sûfîler tarafından rûhun bedenden ayrı kalması şeklinde yorumlanmıştır. İnsan, rûhunu aşağılık tabiatlardan kurtarıp melekût semalarına yükseltmesi gerekir. İnsanın bu şekilde ruhunu semalara yükseltme işini gerçekleştirebilmesi için, iki kere doğmuş olması gerekir. Biri kendi anasından, diğeri de kendinden doğmasıdır. İki kere doğmayan bir kişi, nesnelerin özünü/hakikatini kavrayamadığı gibi, kendi nefsini ve Hakkı da tanıyamaz. Ancak insanlardan yeterli manevî olgunluğa erişememiş olan avam seviyesindekilerin bunlardan haberi yoktur. Bu yüzden nebîlerin ve velîlerin sözlerini hakkıyla anlayabilmek için insan-ı kâmil olmak gerekir. Fakat burada şunu ifade etmek gerekir: Sûfîlerin ikinci doğumla kastettiği, ruh göçü (ruh göçü, tenasüh) anlayışını savunanların iddia ettiği gibi öldükten sonra başka bir bedenle dünyaya gelmek değildir. Sûfîlerin anladığı tarzda ikinci doğum, kendi geçici varlığından geçip fenâya eren sûfînin ilahî hakikati keşfederek bekâ ile varlık bulmasıdır. Kısaca kişinin kendi özünün/hakikatinin farkına varmasıyla “Kendini tanıyan Rabbini tanır” sözü tecelli eder. Böylece “farkındalık” haline eren sûfînin kendinden yeni bir oluş ve doğum gerçekleşir. Gerçekleşen bu yenilenme olayı da sûfîler tarafından ikinci doğum olarak değerlendirilir. Cîlî güneşin batıdan doğmasını varlığın batısında doğan ve keşf olarak kabul edilen insanın müşahede güneşine benzetir. Söz konusu olay gerçekleşip kişi kendisinin ne olduğunu ve kimliğini bildikten sonra hakiki vasıfları ile tahakkuk eder. Böylece hakikate eren kişi remizleri (sırları) çözerek mana örtülerini açar ve kurtulanlara karışır. Kişi bu hale erdikten sonra, ayrılık ve vuslat sergisi dürülür. Kıyamet anında tövbe kapısı kapandığı ve imanın faydası olmayacağı gibi burada da artık başka bir şey söz konusu olmaz. Bir şeye iman etmek veya inanmak için onun gaipte olması gerekir. Aradan örtünün kalkıp her şey ortaya çıktığı zaman gaiplik hali de gider. Böylece bu aşamada olay bizzat geçekleşir ve imanın herhangi bir hükmü kalmaz. Kıyamet esnasındaki gibi böyle bir manevî makamda maddi manada tövbe kabul edilmez ve günah bağışlanmaz. Çünkü günah ve bağışlanma ikilik mahalline ait şeylerdir. Fakat erişilen teklik/birlik makamı ikiliklerden ve onlara ait olan şeylerden münezzehtir. Diğer bir yaklaşıma göre de güneşin batıdan doğuşu, ruhun ilk merkezine dönüşüdür. Bu olay gerçekleştikten sonra tövbe kapısının kapanışı ise canı boğazına gelen kişinin tövbesi kabul olunmaz şeklinde yorumlanmıştır.
Daha önce belirttiğimiz gibi Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Mehdî’yi beyan ederken kendisindeki Mehdîyyet ve İseviyyetten de haber vermektedir. Bu nedenle güneşin doğuşunun batıdan olmasına sebeb yine kendi varlığı olduğunu da ayan etmektedir. Bu ehl’ulllah için normal hallerdendir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın bütün olarak tecelli ettiği kullarıdır. Onlarda Hâdî, ve Hay sıfatları tecelli ederken karşılığı olması gereken Mûdil sıfatı da mecburen zuhur eder. Çünkü dünya şartlarında zıddıyet sebebiyettir. Niyâzî-i Mısrî efendimizde o zamanın İsâ’sı ve Hatm-ül Evliyası olduğunu çoğu kez aşikâr etmiştir.
Bu anlattığımızın bir benzerlerini İsmail Hakkı Bursevi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz şu şekilde anlatmaktadır.
Arz-ı mukaddeseden sonra muteber olan şehr Konya’dur. Zira “şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” hasebince hatmü’l-enbiyânun sırr-ı azîmi olan hatmü’l-evliyânun ferzend-i dil-bendi olan şeyh-i şüyûhu’d-dünyâ Sadreddin (Konevi) Hazretleri anda âsüdedür. Ve anun makdün olan culüm-i külliyye ve cüz’iyye ve tecelliyât-ı İlâhiyye ve telifat-ı nefîse-i ğaybiyye kimseye müyesser olmamışdur. Pes, hazret-i hatmü’l-evliyâ gibi kendi dahi beyne’l-asfıyâ âlem ve feyz-i nâ-mütenâhide bir okyanus ve alemdür. Ve andan sonra dide-i itibârda görünen Kıbrıs’dur sırrı burada zikr olunmaz.
Malûm ola ki bu ümmetün ömri on üç mi’e (100) dir ki bin üç yüz senedür (1300). Zirâ hâlen ki elf-i sâninün yüz otuz biridir.(1131) Tamâm-ı mi’e zuhûr-ı Mehdî ve nüzûl-i İsâ vâkı’ olub ânlarun devrleri dahi tamâm-ı mi’e sâliseye müntehi (1300) olmadan münkazi olub âlem-i ekvân envâr-ı hakâ’ikdan cüda düşüb bi-rûh olan beden-i zulmâni gibi kalsa gerekdür. Zirâ insân-ı kâmil rüh-ı âlemdür. (ÇETİN, 1999), s.121; (BURSEVİ), v.98a, 69. Varidat) “Kim evli değilse Şam'a göçsün, çünkü başka şehirlerde öyle karanlık fitneler kopacak ki oralardaki halkın çoğunun kurtuluşu güç olacak” (aynı Vasıyyetnâme'den terceme). Sadreddin'in İstanbulda, Ayasofya Kütüphanesinde 4849 No. lu mecmuada Mehdî hakkında bir risalesi vardır. Mecmuanın son - risalesi olan ve ciltte sahifeleri karışan bu küçük risale (168. a - 180. a), Sadreddin, İbn-ül Arabî ile Ekberiyye mensuplarının fikirlerini anlamak bakımından pek değerlidir. Şeyh-i Kebîr, bu risalede,
İMÂM HASAN ALEYHİSSELÂM SOYUNDAN OLAN MEHDÎ'NİN 613 RAMAZANININ YİRMİ YEDİNCİ CUMA GECESİ DOĞDUĞUNU (187. b),
654 HİCRÎDE KENDİSİ GÖSTERDİĞİNİ (168. b),
666 YILINDA, HALKIN, BİRÇOK ŞAŞILACAK ŞEYLERE ŞAHİD OLACAĞINI (180. a),
683 YILINA KADAR DA İSA'NIN İNECEĞİNİ BİLDİRMEDEDİR (179. b).
654 yılından bahsedilirken, “vaktimizden üç yıl önce” kaydı, risalenin 651 de yazıldığını açıklar. Sadreddin'in bu risalesiyle İbn-i Sina'nın risalelerini muhtevi ola bu mecmuada, “81. b ve 87. B” de 697 hicrîde, yazılan, diğer bir nüshayla mukabele edildiğine dair iki kaydın mevcudiyeti, mecmuanın değerini arttırmadadır. (GÖLPINARLI A. , 1985), s.235
Merkum: Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş Özbekçe’si için bkz. Hakkul, İbrahim-Rafiddin, Sayfuddin, Bakirgon Kitobi, Taşkent 1991, s. 57-62. (AHMEDOVA, 2006) Süleyman Bakırgani kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
Büyük Türk mutasavvıflarından biri olan Süleyman Bakırgani XII yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. O, Harezm bölgesinin Bakırgan obasında doğmuştur. Doğum tarihi net olarak bilinmemekle beraber tahminen 1186 senesinde olduğunu söyleyenler vardır. Asıl adı Süleyman olup Hâkim Ata, Kul Süleyman, Bakırgani gibi isimlerle de anılmıştır.
Submanik: Yaşadığı vuslat coşkusu ile vecd, kendinden geçme içinde dünyaya ve insanlara yaklaşan bir insan, Depresyon: Yaşadığı bu olağanüstü hâli içine sindirmek için konuşmayan, uzlet, halvet, inziva arayan insan, ağır bir vakası hali. Tesmiye: İsimlendirme. Ad verme. Makdur: Güç. Kuvvet. Kudret. Takdir olunmuş. Allah Teâlâ'nın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş Bezl: Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek Mechud: (Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. Kuvvet, kudret, güç Hamim: Sıcak ve kızgın su. Yakın hısım, soy sop. Samimi arkadaş. Gussa: Keder. Tasa. Gam. Boğaza takılan yemek. Ağaç, diken On iki imamdan birisi olan beklenen Mehdî, 1200 yılının başında veya 1204 yıllarında kıyam edecek. Sonra Deccal de Mehdî’nin kıyamında ve huzurunda yedi senenin geçmesinden sonra ortaya çıkacaktır. Deccal’den yirmi sene sonra da güneş, battığı yerden doğacak. Bu, hayvani sıfatların, insanlar üzerindeki galebesine işarettir. Şüphesiz o, tabii, şehvani karanlıklardandır tıpkı Deccal’in, âlemin yarısına işaret olması gibi. O da celaldir. Çünkü o kördür. İsâ aleyhisselâmın Hakk'a yürümesi sonraki zamanda bir hayr yoktur. O, İsâ, yeryüzünde kırk sene bekler ve büyük alametlerin çoğu da O’nun zamanında olur. Yecuc ve Mecuc’un çıkması onlardandır. Bu, Rasulullahın şu sözüyle işaret edilen insan-ı kâmildir: Hz. Kuddûsî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki: “Şimdi 1842 senesi ki, kıyametin yaklaştığı zamandır. İslâm’ın neredeyse sadece ismi kaldı ve cihan halkı Hz. Mehdî himmetine muhtaç oldular.” (Kuddûsî, Tarihsiz), s. 32
“Asabiyyet” teriminin mahiyeti, İbn Haldun’un siyaset teorisinin candamannı oluşturur. Bu kavramın Mukaddime içerisindeki yerinin önemi çoğu araştırıcılar tarafından kabul edilmekle birlikte, üzerindeki yorumlar farklılıklar göstermektedir. De Slane’nın Mukaddime çevirisinde asabiyyeti “esprit de corps” olarak yorumlamasından sonra Gastoun
Bouthoulve daha sora Howard Becker ve Harry Elmer Barnes da aynı yorumu sürdürmüşlerdir.
A.F.Von Kremer’in yorumu ise “topluluk duygusu” (“Gemeinsinn”), hatta “milliyetçilik fikri” (Nationalitatsidee”) olmuştur.
Öte yandan, Hellmut Ritter, “dayanışma duygusu” (“feeling of solidarity”) karşılığını kullanmıştır.
Salahuddin Khuda Buksh ve Haroon Khan Sherwani’nin hemen aynı zamanlarda kullandıkları karşılık ise, “komünal ruh” (“communal spirit”) dır.
Ernest Gellner, asabiyyetin ifade ettiği anlamı “sosyal iltisak” (“social cohe-sion”) ya da “askerî ruh”
(“martial spirit”) olarak görmektedir.
Manfred Halpern, “grup dayanışması” (“group solidarity”) yorumunu, bazı uzantılarıyla birlikte belirtmektedir.
H. Topçuoğlu da “tesanüt bağı”, “sosyal irtibat bağı”, “sosyabilite” tanımlarını kullandığı bir tahlili geliştirmektedir.
Ervvin Rosenthal, asabiyyeti bir “dayanışma” (“solidarity”) ve “vurucu güç” (“striking power”) olarak irdelemektedir.
Muhsin Mehdi, asabiyyeti “sosyal dayanışma” (“social solidarity”) olarak karşılamakta ancak bu karşılığın, kavramın genel anlamı içerisinde değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. F. Gabrieli ise asabiyyeti olduğu gibi kullanarak mahiyetini açıklamaya girişen yazarların başında gelir.
F. Rosenthal, (The Muqaddimah...) çevirisi boyunca “grup duygusu” (“group feeling”) terimini kullanmaktadır.
Z. K. Ugan ise (Mukaddime) çevirisi boyunca asabiyyet kavramını aynen kullanmaktadır. Görüldüğü üzere, özellikle çok sınırlı tuttuğumuz bir dökümde bile, asabiyyetin değişik tanım ve karşılıklarına rastlamaktayız. Aslında bütün bu ve diğer karşılıklar değişik yazarların yalnızca asabiyyet kavramını karşılamak için kullandıkları birer terim olmaktan çıkmaktadır. Yazarlar, Mukaddime üzerine yaptıkları genel yorumu doğrulayabilmek için asabiyyet kavramını da yer yer belirli bir değerlendirme “süzgeç”inden geçirmektedirler. XVIII. - XX. Yüzyıl gelişmelerine tarihten güdümlü bir biçimde dayanak aramak için yapılan “milliyetçilik” vb. zorlama-yakıştırmalar bir yana bırakılırsa yazarların kullandıkları karşılıklarda ve yaptıkları tanımlarda “hakikat payı” bulunmaktadır. Ancak bu “hakikat payları”, çoğu halde birer “pay” olmaktan öteye geçmektedir. Asabiyyetin; “sosyal dayanışma”, “komünal duygu”, “askerî ruh”, “sosyal birleşim-’yapışma’ (iltisak)”, “vurucu güç” gibi terimlerin ifade ettikleri anlamları belli ölçülerde içermekte olduğu söylenebilir. Bu karşılıklar asabiyyetin açıklanmasına yardımcı sayılabilir. Fakat asabiyyet teriminin gerçek mahiyetinin bütün boyutlarıyla anlaşılması, bu kelimeyi İbn Haldun’un kavramlaştırmasının bütün yönleriyle incelenmesine ve bu yönlerin iç ilişkilerinin araştırılmasına bağlıdır. Asabiyyetin bazı “görünüm”leri ve ortaya çıkış biçimleri aracılığıyla gerçek işlevine işaret edilmiş olunabilir, ancak Mukaddime’deki sosyal-siyasal doktrinde incelenen değişme sürecini meydana getiren ve bütünleştiren “harç”, asabiyyet, yine de tam anlamıyla kavranmamış kalır. Asabiyyetin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeyi belirleyen ve değiştiren, bu gelişme karşısında değişen bir gerçekliği yansıtması; “Mukaddime’de ele alınan üretim ve sosyal hayat tarzlarına, “bedevîlik” (Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamayan) ve “hazarîlik” (Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.) e daha yakından eğilmemizi zorunlu kılmaktadır. Bedevîlik ve hazerîliğin anlaşılması ise, insanlığın geçirdiği genel evrelerin, “barbarlık” ve “uygarlık”ın, birbirleriyle ilişkileri açısından ele alınmasını gerektirmektedir. Uygarlığın genel konumlan yapıldıktan sonradır ki, bedevîlik ve hazerîliğin bu genel çerçeve karşısındaki durumu incelenebilir. Burada özen gösterilecek nokta; uygarlığa geçici ya da uygarlıkla ilişkiyi mümkün kılan barbarlık durumunun vurgulan-masıdır. Paralel anlamda, bedevîliğin de vurgulanması gerekecektir. (İbn-i Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ümit Hasan, İstanbul, 1998, s.205-209)
Enbiyadan (aleyhimüssalâtû vesselam) başkası için sallâllahü aleyke veya sallâllahü alâ falan ibn-i falan demek caiz olur. Zira Hazret-i Ali kerreme’llâhü veche Hazret-i Ömer radiyallâhü anh için sallâllahü aleyke [Allah sana rahmet eylesin demektir], dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de: “Allahümme salli alâ âl-i Ebî Evfâ” deyip, âl-i Ebî Evfâ için böyle salât eyledi. (GEYLÂNÎ, 1979), s. 62 (TEKHAFIZOĞLU, 2005), s. 365 Ebû Dâvûd, Edeb, 116; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 194; Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr, II, 107 (1853);Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebir, IV, 334; a. mlf, Müsnedü’ş-şâmiyyîn, II, 340 (1454), 346 (1468); Ebu'şŞeyh, Kitâbü’l-Emsâl fi'l-hadîs, s. 70 (115); Kudâ'î, Müsnedü’ş-şihâb, I, 157 (151, 219). Her ne kadar İbnü’l-Cevzî ve Sağânî hadisin “mevzû'“ olduğunu söylemişlerse de, Irâkî ve Sehavî gibi âlimler bu hükmü mübâlağalı bulmuşlardır. Irâkî “Hadis hakkında Ebû Dâvûd'un sükût etmiş olması bizim için yeterlidir. Mevzû' değildir. Kaldı ki za'fı da şedîd değildir, hadis hasendir” demiş, İbn Hacer de Irâkî'nin bu hükmüne katılmıştır. Sonuçta ihtiyatlı bir hükümle onun en azından “zayıf” olduğu söylenebilir. Bilgi için bkz. Irâkî, Tahrîcü ehâdîsi'l-İhyâ, III, 15; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 79 (1095); Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîs ed-da'îfe, IV, 348 (1868). (UYSAL, 23 Bahar 2007 ) Tarih: 08 Kasım 1938. Prof. Dr. Neşet Ömer İRDELP: “Dilinizi çıkarır mısınız efendim” dedi. ATATÜRK dilinin yarısını dışarı çıkardı. “Biraz daha çıkarsanız.” dedi. Bunun yerine dilini tamamen çekti. Söyleneni anlamıyordu...Başını biraz sağa çevirdi dikkatle baktı ve
“ALEYKÜMSELÂM” dedi. Ardından iki gün sonra ölümle noktalanacak son komaya girdi. KAYNAKÇA: “Avni ÖZGÜREL.RADİKAL.com.tr 2002”
Selamdan sonraki söylenen sözlere vakıf olsa idik çok güzel olurdu. Ancak iyide olsa kötüde olsa insan için bir pişmanlık vardır. Ömür bitmiş her kul yaptığı ile kalmış, “keşke, keşke”leri ile öbür dünyanın yoluna çıkmaktadır.
İnsanlara düşen fani olduğudur. Kendinden başkası hakkında bir yargıda bulunacağına kendi ahvali ile meşgul olması en uygun olanıdır. Ne olduysa hep iyi olmuştur, denilmiştir.
(ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,)Tokâdî, Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 14b. Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s. 54. “Bütün işleri gökten yere kadar tedbir eder. Sonra o (iş) O'na bir günde yükselir. Onun (günün) miktarı, sizin saydığınızdan bin yıl (kadar) bulunmuştur.” (Secde, 5) “Ve senden azabın acele gelmesini isterler. Hâlbuki Allah vaadinde asla hulf etmez ve şüphe yok ki, Rabbin indindeki bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 47)
“Melekler ve Rûh oraya bir günde çıkarlar ki, oranın mesafesi ellibin yıldır.” (Meâric, 4) CUMMİNG, Joseph L. İsâ aleyhisselâm Çarmıhta Öldü mü? Sünni Tefsir Kitaplarında İsâ aleyhisselâmın Dünyevi Hayatının Sonu Hakkında Tarihi Düşünceler (ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,) Tokâdî, Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 14b. (ŞİMŞEK, yıl: 8 [2007], sayı: 19,) Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s. 54. Serrişte: f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. Başa kakmak. Maksad. “Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de ancak bir tek kişiyi yaratıp iade etmek gibidir. Şüphe yok ki Allah bihakkın işiticidir, görücüdür.” (Lokman, 28) http://www.milliyet.com/2000/09/25/haber/hab03.html Tokâdî, Tevil-i Ehâdis-i Eşrât-ı Sa’a, vr. 15a. Sûfîlerin ‚devr anlayışı ‚… Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz. (Bakara, 156) ayetinden esinlenerek geliştirilmiş bir anlayıştır. Bu anlayışa göre İlahî varlığın yansıması olan insan sonunda tekrar yansıdığı yere dönecektir. Vahdet-i vücutçu sûfîlerin savunduğu bu anlayış tasavvuf edebiyatında‚ Devriye adıyla bir tür oluşturacak derecede önemli yer tutar. Sûfîlerin ruh göçü/reenkarnasyona (tenasüh) bakışının tespiti için bk. Mustafa Aşkar, ‚Reenkarnasyon/Tenasüh Meselesi ve Mutasavvıfların Bu Konuya Bakışlarının Değerlendirilmesi, Tasavvuf, Ankara 2000, sayı: 3, s. 100; Adnan Bülent Baloğlu, İslâm’a Göre Tekrar Doğuş: Reenkarnasyon, Kitabiyât Yay., Ankara 2001, s. 141. Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, ss. 54-55. Cîlî, el-İnsanü’l-kâmil, c. 2, s. 55.
Yorumlar