SinHa...Mehmet Ali BULUT
SinHa Kitabı elinize aldığınız andan itibaren içine düşebileceğiniz girdabın kenarında olduğunuzu hatırlatmak istiyoruz. Bu girdap özellikle dünyaya belli açılardan bakanlar ve şekillendirilmiş inanç sahipleri için yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Etki alanına alacağı koşullu inancı aklın akıntılarında sağa sola savurduktan sonra sahibinin ruh derinliklerine fırlatacak olan girdap, koşullanmamış inançlar için aklın labirentlerinde eğlenceli bir gezi olacaktır....
Bu kitapta her okur kendi
ruh hallerinden birini ya da birkaçını bulabilecektir. Hangi sayfada, hangi
satırlarda, hangi yaşam kırıntısının içinde kendinizden bir parça bulacağınız,
dünyaya nereden, hangi açıyla baktığınızla doğru orantılıdır. Görecelik içeren
savlarıyla SinHa; pek çok okurun elinde kendi yüzünü/maskesini net görebileceği
bir ayna olarak da algılanabilir....
Mehmet Ali BULUT
1954 yılında Gaziantep'in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. ilkokulu
burada tamamladı. Gaziantep Lisesi'ni bitirdi. 1978 yılında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları bölümünden
mezun oldu. Aynı fakültenin Tarih bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979
yılında Tercüman gazetesine girdi. Tercüman'ın kütüphanesinin kurulması ve
kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve
hazırlanmasına katkıda bulundu. Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt
haberlerinde çalıştı. Yurt Haberleri müdürü oldu. Köşe yazılan yazdı. 1991
yılında haber koordinatörü olarak Ortadoğu gazetesine geçti. Bu gazetede 5 yıl
süre ile köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan gazetelerinde günlük
yazılan ve arattırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak ihlas
Haber Ajansı'na girdi. Daha sonra Ajans'ın haber müdürü oldu ve dört yıl
boyunca bu görevde kaldı. Mahalli bir ajans konumundaki ihlas Haber Ajansı onun
haber müdürlüğü döneminde Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun en büyük görüntülü haber
ajansı haline geldi. 1997 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber
Ajansı'nı kurdu. Daha sonra finansal sıkıntılardan dolayı ajansı kapattı. 1999
yılında BRT televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak
görev yaptı. Karakter Tahlilleri, Dört Halife'nin Hayatı, Rüya Tabirleri,
Asya'nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik islam Sözlüğü, Türkçe Dualar gibi
yayınlanmış eserleri; Sorular ve Cevaplar, Hikayeler Kitabı ve ZuNima gibi
yayınlanma aşamasında bulunan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Çeşitli dergi ve
gazetelerde yayınlanmış çok sayıda makale, araştırma ve şiirleri bulunan Mehmet
Ali Bulut evli ve bir kız çocuğu sahibidir.
İthaf
BULUŞMA
Bilge hayli uzamış saçlarını arkaya attı ve yeniden önündeki kitaba
eğildi. Okuduğu hiçbir kitap, hiçbir yazı, zihinsel açlığını gideremiyor,
yüreğindeki bolluğu dolduramıyor, kafasındaki sorulara cevap veremiyordu. Derin
bir bezginlik ve ümitsizlik içine yuvarlandığını hissediyordu.
“Eğer birileri bu
zihinsel sorgularıma çözüm bulmazsa helak olacağım kesin." diye
mırıldandı. Daha sonra kafasında yoğunlaşan soruları yüksek sesle birbiri
ardına sıraladı:
“Doğru ne, yanlış ne?
Doğru niçin doğru, yanlış
niçin yanlış?
Eğer doğru kesin ise niçin görecelik
var?
Kimine göre doğru olan niçin
kimine göre yanlış?
Kimine göre normal olan
neden diğerlerine göre anormal?
Doğruyu neye göre belirlemem
gerekiyor?
Doğru, yer ve kişiye göre
değişiyorsa, hakikati neye göre saptayabilirim?”
Birden ürperdi. Dilinin
ucunda o güne kadar aklından hiç geçirmediği bir soru şekillenmişti:
“Acaba gerçek diye bir şey de mi yok?”
Sonra derin bir irkilme ile
içinin allak bullak olduğunu hissetti:
“Gerçek yoksa. Tanrıyı nasıl izah edeceğim?
Oysa ben hissediyorum ki
evrenin her zerresi bir yaratıcının varlığını zorunlu kılıyor. Belki de bana
böyle inanmam öğretildiği için, ben öyle sanıyorum. Eğer, doğrular İslam’ın
esaslarındaysa neden Müslümanlar perişanlık içindeler?”
içine doğan kuşku onu iyice
sarstı:
“Benim 'zorunlu' dediğim 'Tanrının varlığı' için bile kuşkuda
olanlar var. Acaba Tanrı tanımazların elinde nasıl bir bilgi var ki ona dayanarak
Tanrısızlığı kabullenebiliyorlar?
Acaba onlarda benim ulaşamadığım
bilgiler mi var?”
Artık neyin doğru neyin yanlış,
neyin gerçek neyin hayal olduğunu karıştırmaya başlamıştı. Başı, ardı arkası
gelmeyen sorulardan kazan gibi olmuştu. Kalbi ile aklı arasında yoğunlaşan çelişki
yumağını nasıl çözeceğini bilemiyordu. inancını büsbütün yitireceği korkusuna kapıldı,
ürperdi....
Yorgunluktan gözleri
kapanıyordu. Başı omuzlarının üstünde düşecekmiş gibi sallanmaya başladı. Ani
bir hareketle gözlüğünü çıkardı. Gözlüğünü çıkartır çıkartmaz başı kitabın
üstüne düştü. Bu şekilde ne kadar kaldığını hatırlayamıyordu. Uyumuş muydu,
uyumamış mıydı, bunu da bilemiyordu. Neden sonra istem dışı olarak aniden başını
kaldırdığında, kendisini gizli bir güç uyandırmış gibi hissetti. Birileri adeta
yüreğine dokunmuştu. Tam karşısında bir ışık demetinin parıldadığını fark etti.
Gördüğünün rüya mı gerçek mi olduğuna karar veremedi. Dört bir yandan uğultular
duyuyordu ve karşısındaki duvarda asılı gibi duran ışık demeti adeta odanın
içerisine yayılıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gördüklerini
açıklamakta güçlük çekiyordu. Çığlık atmak istedi ama bunu başaramadı. Sanki
bir güç bunu yapmasına engel olmuştu. Bedenine sızdığını hissettiği garip
enerji adeta kalbini yatıştırıyor ve onu dinginliğe yönlendiriyordu. Çok
geçmeden içini, anlayamadığı tuhaf bir haz doldurmuştu.
“Hızır bu mu acaba?”
diye düşündü. Çünkü babası
sık sık "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez." derdi. Fakat zihni kendisine
hücum ederek bu düşüncesini olumsuzladı:
“Sen kimsin ki sana Hızır görünsün!" Ama karşı karşıya olduğu
her ne ise, onu etkisine alarak kendisine yöneltmişti. Odanın içine süzüldüğünü
hissettiği ışık demeti, manyetik alan gibi onu kendisine çekmiş, bütün
varlığını kuşatmıştı. Bütün güdülerinin elinden alındığını fark etti. Artık
iyice emindi, karşı karşıya bulunduğu tanımsız varlık, kendisine tamamıyla
hükmediyordu. Bütün kontrol ondaydı....
"Acaba....”
diye mırıldandı ama sözünü
tamamlayamadan iliklerine kadar işleyen bir sesle irkildi:
“Hayır ben O değilim. Ama kendini kontrol edemediğin doğruğu anda
kontrol bende ve sen bir üst boyuta alındın. Çünkü seninle konulacaklarım var.”
“Benimle mi?”
dedi Bilge kekeleyerek.
“Evet.”
“Peki sen kimsin?”
“Fardip'li
SinHa'yım. Babanın duası da diyebilirsin.”
“Fardip neresi?
SinHa da ne?”
“Fardip, sizin
gözlerinizin algılayamayacağı maddelerden yapılmış ve bu yüzden de ışığını göremediğiniz
bir yıldızlar kümesidir....
Dördüncü uzaydadır ama size
pek uzak değildir. 250 bin ışık yılı uzaklıktadır.
“Bu çok mu yakın sayılıyor.”
“Elbette. 5 milyar ışık yılı
uzaklıkta bulunan yıldızlar da var. Üstelik bu yıldızların tamamı birinci
uzayda yer alıyorlar. Ve bunların ışığı henüz gezegeninize ulaşmış değil. Belki
hiç ulaşmadan gezegenınızin ömrü bitecek.”
“Birinci uzay mı?
Evren kaç uzaydan oluşuyor
ki?
Ve dördüncü uzaydaki bir
yıldız nasıl oluyor da birinci uzaydaki yıldızlardan daha yakın olabiliyor?”
“Evren 7 uzaydan oluşuyor.
Birinci uzayın derinliğini yıldızların size olan uzaklığından biraz
anlayabilirsin. Çünkü görülebilir yıldızlar bu bölümde yer alıyor, ikinci ve
daha sonraki katlarda sizin algılayacağınız kütleler olmadığı için, buralar
size göre yıldızsızdır.”
“Peki bu uzaylar yani
katlar, üst üste mi bindirilmiş?”
"Hayır iç içe ve sarmal. Size göre en uzak uzay ile en yakın
uzay arasındaki uzaklık, ara geçitler kullanılacak olsa an kadar yakındır. Ama
bu bedeninizle oraya varın ak isteseniz, değil sizin belki bütün türünüzün ömrü
yetmez....”
“Neden?
Sen her ne isen, onu geçebildiğini
iddia ediyorsun, biz neden geçemeyelim ki?”
“Çünkü madde formunda
kaldığınız sürece o uzaylara yaklaşamazsınız. Siz yaklaştıkça o uzaklaşır.
Sizin tanık olduğunuz en yüksek hız, ışık hızı. Oysa o, bizim için birim hızdır.
Üstelik ışığın hızı da bu değil. Hayal süratine varmak için bile onun birkaç
yüz katma ulaşmanız gerekir. Aslında o da sınırlı bir hızdır. Siz, bu düşük
hızda bile varlığınızı koruyamadığınıza göre, bu beden formlarınızla oraya
varmanız imkansız. O boyutlara varın ak için maddesel formdan çıkmanız gerekir.
Bu da size göre ölüm demektir. Aksi takdirde sonsuz bir zaman dilimi bile,
oraya varmanız için yetmez....”
O katlarda da canlılar var
mı?”
“Bu doğru bir soru değil.”
“Peki nasıl sormalıydım?”
“Evrenin başka yerlerinde
bizim gibi topraksı yaratıklar var mı, diye sorabilirdin. Çünkü evrende cansız
hiçbir şey yok. Ve hiçbir yeri de boş değil.”
“Peki sen öyle sormuş say.”
“Eğer maksadın; bilinçli,
algılama yeteneğine sahip varlıklar ise, evet var. Ama topraksı bilinçli
yaratıklar var mı diye soruyorsan, Hayır. Siz, canlı deyince kendınız gibi
varlıkları düşünüyorsunuz. Bu hem bilgisizlik, hem bencillik ve hem de
küstahlıktır.”
“Neden küstahlık olsun?”
“Çünkü bu yaklaşımınızla Yaratıcı’nın
kudretini itham etmiş oluyorsunuz.”
“Anlayamadım. Nasıl?”
“Anlayamayacak bir Şey yok. Sizden
baŞka yaratıklar olmadığını düşünmekle, Yaratıcı’nın sonsuz yaratıcılık
özelliğine araz isnat etmiş oluyorsunuz. Bu, haddini bilmemektir; tamamen
bilgisizliğin ve bilgisizlikten kaynaklanan küstahlığın eseridir....”
“Öyle değil mi ama?
Başka bir dünya yok kil”
“Nereden biliyorsun?
Sizin galaksinizde bağlı
olduğunuz yıldız sistemi içinde bile sayısız mavi gezegen var ki onlardan habersizsiniz.
Geç bunları, sizin kürenizin doğasında sizinkine benzer birçok gezegen ve uydu
var Dünyanızın yaşadığı süreçten geçirildikleri takdirde atmosferli hale
gelecek en az birkaç 'dünya' var.”
“Ben dünya tektir
zannediyordum.”
“Zaten sizin bilgilerınız
hep zandan ibaret.”
“Hayır, Hayır sandığın gibi
değil. Sadece birinci uzayda sizden önceki insanların kullanıp yaşanmaz hale
getirdikleri altı küre var. Fakat o gezegenler aşırı kirlenmişlikten dolayı
size benzer yapıda olan varlıkların yaşam formlarına elverişli durumda değiller.
Yani sizin deyiminizle ölü yıldızlar. Evrenin yeniden yapılandırılacağı dönemini
bekliyorlar. Onlara şimdilik uzayın hapishaneleri dersek daha uygun olur.
Onları tüketenler, enerji bedenleriyle, evrensel toplantıyı orada bekliyorlar....
Üzerinde yaşadığınız bu
gezegenin birinci evresini yaşamış insanlar da, gezegeninizin güneş etrafında
çizdiği yörünge düzleminde o anı bekliyorlar....”
“Birinci evre mi?”
“Evet birinci evre. O dönem
sizin takviminizle on bin yedi yüz elli yıl önce kapandı. Siz şimdi ikinci
devreyi yaşıyorsunuz.”
“Birinci evre nasıl sona
erdi?”
“Tufan dediğiniz olaylarla.
Ya da başka bir deyişle Yaratıcı’nın cezasıyla.”
“Yaratıcı neden böyle bir
ceza verdi?”
“Yeryüzünde kirlilik o
safhaya varmıştı ki Yaratıcı onları yok etmeye karar verdi. Adına medeniyet
dedikleri anlayış ve teknoloji düzeyi, insanı yaratılış amacının çok dışına atmış,
onun varlığını anlamsız kılmış, yeryüzünü yaşanmaz hale getirmişti. Üstelik, Yaratıcı'yı
bütünüyle unutup her gelişmeyi doğanın güçleriyle izah etmeye başlamışlardı.
Yani küstahlığın son aşamasındaydılar....”
“Teknolojileri bizden ileri
miydi?”
SinHa:
“Siz kendinizi çok mu ileri sanıyorsunuz?
Sizler şimdilik sadece
ilkellikten kurtulacak kadar bilgiye sahipsiniz.”
“Biz de onların ulaştığı
düzeye ulaşacak mıyız?”
“Evet. Hem de bu sefer
üzerinde bulunduğunuz gezegenin büsbütün yaşanmaz hale getirilmesini
sağlayacaksınız. Tıpkı onlar gibi sizler de şımaracak, evreni ses ve görüntü kirliliğine
boğacaksınız. Üstelik evrensel toplantıyı da inkar edeceksınız.”
“Evrensel toplantı dedığın
nedir?”
“Siz ona haşir dersınız....
Yani yeniden dirilerek bir
yerde toplanıp hesap verme anı....”
“Ama kıyamet zaten kopacak
değil mi?
Programlanmış kaçınılmaz
sonumuz bu ise, bundan insanı sorumlu tutmanın anlamı ne?
"Elbette kıyamet ve haşir
programlanmış kaçınılmaz son. Ama bu sona ulaşıncaya kadar geçecek zamanı siz
belirlersınız. Yaratıcı sonu takdir etti, süreyi değil. Yeryüzünde pozitif
üretim çoğunlukta olduğu sürece, zaman dedığınız yontucu, kendi ivmesini doğru
yönde tutar ve süre uzar. insanlar sürekli pozitif değer üretebilselerdi belki de
siz, size göre, sonsuza kadar son anı bekleyecektiniz. Ama negatif üretimler ve
değerler o kadar arttı ki yeryüzünde barindırilmanızın hiçbir anlam ifade
etmediği bir hale doğru, hızla kendınızi sürüklüyorsunuz. O yüzden de bizler, işe
müdahale etmekle görevlendirildik. Üstelik biz öncüleriz. Biz, hâlâ
yapılabilecek bir şeyler var diye buradayız. Eğer biz görevlerimizde bir haşan
sağlayamazsak ki o takdirde sizden ümit kesilmiş olur o zaman da ötekiler
gelir. Ötekiler sizin ürettiğiniz negatif değerlerle beslenenlerdir. Zaten
ondan sonra yeryüzünde yaşama Çansınız kalmaz. urettiğiniz negatif değerlerden
dolayı yer altınızdan kayar, dağlar üstünüze gelir. Sularınız çekilir, acılaşır.
Dünya sizi doyurmaz, sular susuzluğunuzu gidermez, kanunlar sizi korumaz hale
gelir.”
“Onlar yani negatif olanlar
kimler?
Onlar da uzayda mı yaşıyor?”
"Size göre evet, uzaydalar?”
“Kaçıncı uzaydalar?”
“Sizin henüz keşfedemedığınız
bir uzayda, yani alt uzaydalar. Ama yazık ki henüz bu kavramları
algılayabilecek durumda değilsin. Sonraki zamanlarda anlayacaksın ki sıfırın altında
da en az üstündeki kadar rakımlar ve yaşamlar mevcuttur. Mamafih içınızden bazıları
artık o dünyaların karanlığını ve korkularını şimdiden hissetmeye başlamış durumdadır."
Bir süre sessiz kalan Bilge, öncelikle uzayla ilgili sorularına yanıt aramaya
karar verdi:
“Peki siz dördüncü uzayda olduğunuzu söylediniz. Ne kadar sürede
gidip geliyorsunuz?”
“Biz ara kesitleri
kullanıyoruz. Sizin zamanınızla an denebilecek sürede gidip gelebiliriz....”
“Ara kesit ne demek?”
“şimdi bir defterin
sayfalarını düşün. Bu sayfaların kesilmeden öylece katlandığını varsay.
Açıldığında yüz metre uzunluğunda bir mesafeyi kapsayacak sayfalar üst üste
katlandığı için en alttaki sayfa ile en üstteki sayfanın birbirine uzaklığı bir
santimlik yakınlıktadır. İğne batımı yolunu takip ettiğınızde yüz metre değil,
bir santimlik yol almış olursunuz. Ara kesitten kastım bu. Ama evrenin
birbirinden soyutlanmış boyutlarının normal kavuşum yollarını takip ederek
Fardip'ten buraya gelecek olsam, bu yolculuk 250 bin yıllık zaman alır. Bu da
sizin 'ilk atamız' dediğiniz 'topraksı uzaylinın' bu gezegene görevli olarak
atanmasından sonra, gezegen üzerinde yalayacağınız toplam zamanın, altıda beşini
teşkil eder.”
“O halde sen insanın bu
gezegende toplam geçireceği sürenin 300 bin yıl olduğunu söylüyorsun. Yanılıyor
muyum?”
“şimdilik bu konuları
geçelim. Yanıt versem de sen bunu algılayacak düzeyde değilsin. Çünkü sizden
önce de bu gezegen boş değildi.”
“Peki SinHa ne demek?
Özel bir anlamı var mı?”
"Var elbette. Bize isimler evrende yapmakla yükümlü olduğumuz
hizmetlere uygun olarak verilir. Bana da bu ad eğittiğim bir insandan dolayı
verildi.”
“Yani siz daha önce de mi bu
görevle dünyaya geldiniz?
"Pek çok kez.”
“Peki sana bu adin verilmesini
sağlayan görevle kimi eğitmiştin?”
“Yusuf Has Hacib'i.”
“Onu gerçekten sen mi
eğittin?”
“Bizim de emeğimiz geçti.
Onun amacı ve görevi, gerçek bilgisine ulaşmaları planlanmış bir toplumun
öncüsü olmaktı. Ben de onu görevine hazırladım. O yüzden de eserine benim asıl
görevim olan 'Huzur ve Saadet Bilgisi' adını verdi. Benim görevim insanları
saf bilgiye ulaştırmak ve mutluluğa kavuşturm aktır. Hacib yaptığımız sohbetleri
daha sonra kitaplaştırmak istedi. Ben de o kitaba, 'Kutadgu Bilig' adını uygun gördüm.
Daha sonra, görevimde başarılı olduğuma karar verildi. Çünkü onun yolundan giden
binlerce, yüz binlerce insanın hakikat ışığına kavuştuğu gözlendi. Ondan sonra
da Kutadgu anlamına gelen SinHa diye çağırıldım.”
“Daha önceki adınız neydi?”
“Zao”
“Zao'nun anlamı nedir?”
“Zao, sahip, gözleyen,
gözeten, takip eden, iz süren demektir. Kutadgu'yu bilirsin....”
“Hayır Kutadgu'nun da ne
anlama geldiğini bilmiyorum.”
“Mutluluk, huzur, güven,
selam, barış, ışık, esenlik, doğru yolu takip eden, iz süren, amaca ulaşan....
gibi anlamlara gelir.”
“Peki sen gerçek misin,
yoksa hayal misin?
ğu an ben bir rüya mı
görüyorum?”
“Ben Yaratıcı'ya göre hayal,
sana göre gerçeşim. Ama bana göre sen bir rüyasın.”
“Yani ben rüya görmüyor
muyum?”
"Rüyayı yaşayan benim, sen değilsin. ğu anda gördüğün şey sana
göre gerçeğin ta kendisidir. Hem de hiç yaşamadığın kadar.”
“Yani şu anda ben uykuda
değilim öyle mi?”
“Hayır değilsin." Derin
bir sessizlik yaşandı. Bilge, ne yapacağını bilemiyordu. Böyle kutlu bir olay yaşamak
için nasıl bir iyilik yapmıştı?
Babasının duası da neydi?
Geçmişi anımsamaya çalıştı.
Üniversiteye gideceği akşam babasıyla yaptığı konuşmayı anımsadı. Babası üç yıl
önce ölmüştü ama söyledikleri hâlâ kulağında çınlıyordu:
“Oğlum sen Rabbinle samimi olursan, O seni hiçbir zaman darda
koymaz. Ne zaman dara düisen Hızır yoldaşın olur. Ben senden razıyım Rabbim de
senden razı olsun." Ani bir iç duyuila bu zatın Hızır olabileceğine karar verdi.
“Hayır" dedi ses,
"Ben Hızır değilim, bunu sana başta da söylemiştim. Ben SinHa'yım." Bilge
iyice şaşırmıştı. Çünkü o, karşısındakinin Hızır olduğunu sadece içinden geçirmişti.
Fakat SinHa düşüncesini bilmişti.
“Sen içimden geçenleri de mi
duyuyorsun?”
diye sordu, alçak bir ses
tonuyla.
“Evet ben düşünce boyutundaki
titreşimleri algılayabilirim. Sen ifade etmeye çalıştıklarını içinden
geçiriyorsun ama düşündüklerini enerji blokları halinde resmediyorsun. Bu da
benim bakışlarımla açık seçik görünüyor.”
“Nasıl yani?”
“Şu, senin için bir kapalı
alandır. Benim için öyle değil. Maddesel yapı bizim ne görüş, ne duyuş, ne geçiş
imkanımızı kısıtlar. Biz size baktığımızda negatif ve pozitif alanları yani
kararmış ve aydınlanmış noktaları görürüz. Bunun dışında her şey bir enerji akışından
ibarettir. Hem içinden geçirdığıni bilirim, hem düşüncelerini okurum. istersem
senin formlarına da girebilirim.”
“Nasıl yani?”
SinHa, "işte bu şekilde" der demez, havada asılı gibi
duran ışık, kısa bir süre içinde çevresinde enerji halkalarının akıştığı bir
insan biçimini aldı. şimdi Bilge'nin karşısında, yüzü parıldayan, vücudu nahif,
neredeyse ihtiyar sayılabilecek bir insan görüntüsü vardı. Bilge içini tarifsiz
bir hazzın doldurduğunu hissetti. Hiçbir korkusu kalmamıştı. 3 Aklı, kalbi,
ruhu, bedeni, her şey yerli yerine oturmuştu. Ellerini kontrol etti, başını yokladı,
ortada eksik olan bir şey yoktu. Rahatlamıştı. Birdenbire, hava kararmış olmasına
rağmen, odanın hayli aydınlık olduğunu fark etti.
“Bu karanlığın ortasında bu aydınlık
nasıl olabilir?”
diye düşündü. SinHa, "işte
buradan başlayalım." dedi ve ekledi:
“Sen bana soru soracaksın, ben sana yanıt vereceşim. Bu ilişki sen istedikçe
devam edecek. Ama bundan asla kimseye söz etmeyeceksin. Seninle benim aramdaki
anlaşma bu olacak. Benden kimseye söz etmeyeceksin.”
“Eşime de mi?”
“şimdilik eşine de söyleme.
O şimdi annesinde. Döndüğünde bir hal çaresi buluruz." Adının SinHa
olduğunu söyleyen ihtiyar, karısının annesinde olduğunu da bilmişti?
Bir kere daha inancı arttı
ve kesin bir kararlılıkla:
“Tamam!" dedi, "Anlaştık." SinHa, Bilge'yi bir kez
daha şaşkınlığın doruklarına götürecek bir konuya giriş yaptı:
“Gerçek, mutlak ve sonsuz olduğu için bütünüyle kuşatılamaz. O
yüzden de herkes kendi yetenek ve iç derinliğine göre ondan nasiplenir, pay
alır.”
“Bu konuyu biraz açar mısın?”
“Sen fil hikayesini biliyor
musun?”
“Hangi fil?”
Denizin dibindeki fil.”
“Denizin dibinde fil ne
gezer?”
"Neden olmasın?
Yeter ki sen görebil. Ancak
sana anlatacağım başka bir şey..”
“Dinliyorum....”
“Vaktin birinde padişahın
biri bir rüya görmüş. Rüyada denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir
karaltı fark etmiş. Korkusundan fazla yaklaşamamış. Karaltı ona seslenmiş:
'Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan, saadetlerin en büyüğüne kavuşacaksın'.
Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış.
Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı?
Bu nasıl bir rüyaydı ve
niçin ona yaklaşamamıştı?
Sonunda dalgıçları toplamaya
ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. 'Kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin
resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım' diye ferman
çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla bütün memleketlere duyurmuş. Dünyanın
dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen
ödüllere bir an önce kavuşm ak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının
neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış. Kimisi,
o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş; kimisi, o bir kamçıya benziyor
demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki
hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş.
Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı
dalgıçların söylediği bütün şekillerden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını
kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş.
Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış çıkmış. Hiç birinin söylediği tam olarak
diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlanndan biri bu parçalan birleştirmeyi
akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu,
hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi
padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla 'Evet işte benim gördüğüm
buydu!' demiş.
"Peki, padişah kime
ödül vermiş?”
diye sorunca SinHa, onun
gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verdi:
“Bak Bilge, sen de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsun.
Bunu aş. Eşyayı önce bir harf olarak algıla, sonra bütüne ulaş. Eğer 'A'ya A'
dersen, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak
görürsen o hem alfabeyi, hem katibi, hem kendisini göstermiş olur." Bilge
bu yanıt üzerine:
“Yani herkese mi ödül vermiş?”
diye sorunca SinHa; "Bundan
sana ne?”
dedi ve devam etti:
“Sen eğer ödüllere takılıp kalırsan bu kıssa sana hiçbir şey
anlatmaz. şimdi ben sana sorayım: 'Fili sütuna benzeten' yalan mı söylemiş oldu?
Yahut 'Fil bir hortumdur'
diyen padişahı aldattı mı?
Ya onu hançere benzeten?
Hayır, herkes kendi algılama
kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi,
ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden sana göre, ötekine
göre değişir. Eğer doğruları üstüste koyabilir ve onlardan bütün meydana
getirebilirsen gerçeğe ulaşmış olursun. Halbuki bilen bilir o da bulanık bir
görüntüden ibarettir. Ne kadar çok sayıda doğruyu birleştirebilirsen o kadar
gerçeğe yaklaşmış olursun. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsin. Mutlak ve
sonsuzu nasıl kavrayabilirsin ki?
Tabi böyle olunca senin
doğrun sana, öbürünün doğrusu ona ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha
sevimli bulur Herkes kendi doğrusunda ısrar edince çatışma başlar. işin özü
bu."
ÖNYARGILARDAN SIYRILIŞ
Bilge bu yanıt karşısında
sessiz kalmayı tercih etti. SinHa, onun kafasına takılan bir başka soruya dönüş
yaptı:
“Sen şimdi aslında lamba yanmadığı halde, etrafın neden aydınlık
olduğunu merak ediyorsun, değil mi?”
Bilge, tereddütsüz
"evet" dedi.
“Çünkü karanlık senin
kafanda. Onu aşamazsan, ona takılı kalırsan, hiçbir aydınlık, seni gerçekten
aydınlatamaz. Oysa bana göre karanlık diye bir şey yok. Karanlık, gölgeyi asıl
sanmaktır”
“Yani aslında karanlık yok
mu?”
“Eşyayı ancak gözlerinle
görebileceğin bilgisine saplanıp kalırsan, elbette karanlık hep var olur. Oysa
sizin kör dediğiniz birçok insan, gözü sağlam birçok insandan daha iyi görüyor
Rüyada gözleriniz mi görüyor?
Mutlak gerçeği kavramak
için, eşikleri aşmak zorundasin. Ama eşikler de sizin için bir nimettir Rahat
yaşamanizi sağlar. Bütün sesleri duyabilsen, bütün görüntüleri görebilsen, buna
dayanamazsin. O yüzden de yaratici kudret, insani beş duyuya hapsetti. Bu
hapsetme insanın rahatı için." Bilgenin kafası iyice karışmıştı.
“Gerçek, insanın iç
aydınlığına göre değişebiliyorsa, işimiz çok zor" dedi içinden. Oysa bilim,
denenebilirliği temel alıyordu. Bir deneyin sonuçlarının bilimsel olabilmesi
için daima aynı sonucu vermesi esastı. Ve mırıldandı:
“Peki ya evrensel doğrular?
Evrensel doğrular yok mu?”
“Elbette var. Bak külli
tümel ve sonsuz bir aklın varlığı evrensel bir doğrudur Kimse Yaratıcı'yı
reddetmez. Onun varlığı evrenseldir. Ama anlayış inançlara, bölgelere ve
milletlere göre değişir. Hatta her insana göre değişin Yeryüzünde kaç insan
varsa o kadar değişik Rab anlayışı vardır 1 18 I sandaki dışa vurumu ise 'âmâ'
halidir. Yani varlığın harici vücut giymemiş aşaması. BingBang'm bir saniye
öncesindeki durum. Bu bir bolluk halidir o, algılayamadığı için 'yok' zanneder.
Ve 'Tanrı diye bir şey yok der. Böylece, kendisindeki algılama eksikliğini
açığa vurur, yani farklılığını....
Çünkü her bir insan
kesinlikle diğer insanlardan farklıdır. Gerçi sizi birbirinizden ayıran özellikler,
binde birlik bir kesit içine sıkıştırılmıştır ama bu binde birlik kesite yerleştirilen
farklılık, pratik yaşaminiz açısından 34 milyar kadar ayrı özelliği içermektedir....
Dolayısıyla her bir insan,
Yaratıcı’nın başka bir dışavurumudur. O yüzden asla iki insan tam olarak
birbirine benzemez. Tabii kavrama ve algılamaları da. Yaratıcı'yı reddeden bile
O'nun varlığından hareket ederek reddeder. Olmayan şeyi nasıl reddedersin?
Reddi doğuran bu binde
birlik alanın içine sıkıştırılmış evrensel şifrelerdir. Bazen tek bir genin
yanlış dizilimi insansı varlığın algılamasını maymunsu yaratığın anlayış
düzeyine düşürür. O da evrensel şifreleri ancak bir maymunun anlayışıyla
algılar ve ona göre tepki verir....”
“Bugün insanlar tek tanrıyı reddediyorlar.
Geçmişte ise sayısız tanrılara inanıyorlardı. Bu nasıl oluyor?”
“Hayır onlarınki çok tanrıya
inanmak değildi. Sadece Yaratıcı'ya ait isim ve sıfatları birbirinden bağımsız
hale getirdiler ve her bir isme evrendeki işlevine uygun bir tanrı adı taktılar....”
“Bu nasıl olur?
Allah'ın şer vasıfları mı
var ki insanlar, şer tanrısı icat ettiler....”
“ger dedığın şey nedir?”
“Yani kötülük?”
“Tamam işte, ben de onu
soruyorum. Kötülük ne?”
“Yoksa o da mı görecelidir,
iyilik gibi?
....”
“Siz insanlar nesneleri dişi
ve erkek diye ayırırsınız. Olayları da iyi ve kötü diye sınıflarsınız.
Birbiriyle güreşe tutuşmuş iki insanı düşün. Birisi için kötü olan sonuç,
diğeri için iyidir....
Yenilen bu olayı
kötü olarak değerlendirir, yenen de iyi diye tanımlar. Ve hatta sevincinden havalara
fırlar....
şimdi, söyler misin maçın
sonucundan beklentisi bulunmayan üçüncü şahıslar için bu tanımlamaların ne
anlamı var?
Onlar bir güreş izlediler.
Bu oyunda birinin galip, birinin mağlup olacağını zaten biliyorlardı.”
“Yani iyilik ve kötülük yok mu?”
“Olmaz olur mu?
Elbette var. Ama iyilik
dedığın şey her zaman her yerde iyilik, kötülük de kötülük değildir. Yerine göre
değişir....”
“Ama, geçmiş dönemlere ait
destan ve efsanelerde, kötülük tanrılarından, iyilik tanrılarından, öfke ve kin
tanrılarından, aşk ve nefret tanrılarından bahsedilir....
Nefret, öfke, gazap,
cezalandırma tanrının özellikleri olabilir mi?”
“Niye olmasın?
Sizin sayıp durduğunuz
doksan dokuz isimden birisi de 'Mudill'dir. Yani yoldan saptıran....
Bir adı da 'Cebbar'dır yani
despot, diledığıni yapandır. Keza bir adı da 'Kahhar'dır. Yani kahredip yok
eden....
O, aynı zamanda öç
alandır." Allah öç alır mı?”
“Elbette alır. Çünkü bir adı
da 'Müntekim'dir.”
“Peki bu bir çelişki değil
mi?”
“Niye çelişki olsun?
Alemde var olan her şeyin
kaynağı Yaratıcı'ya ait bu isim ve sıfatlardır. Sende öfke bulunuyorsa, sende
intikam duygusu bulunuyorsa, sende sevme ve sahip olma duygusu varsa kaynağı
seni Yaratan'dadır. Onda olmasaydı sana da veremezdi....
"Ama sosyoloji, önce
çok tanrı inancının var olduğunu, sonra tek tanrılı dinlerin doğduğunu,
bunların da aklın eseri olduğunu söylüyor.”
“Bu bir iddia. Hem doğrudur
hem yanlış....”
dedi ve devam etti SinHa.
“Doğru, çünkü insan ancak
aklıyla Yaratanı'nı kavrar. Yanlış, önce tek Tanrı inancı vardı....
ilk insan aynı zamanda ilk
mesajcıydı. 1 20 I Ve yaratıcısını biliyordu. Aktardığı bilgiler doğruydu. Ancak
zamanla bu doğrular cahil ve tanrısal gücü kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmak isteyenlerin elinde anlamını yitirdiler ve Yaratıcı'ya ait her bir
özellik, her bir ad ayrı ayrı tanrılarmış gibi algılandı. Daha doğrusu gücü
ellerine geçirenler tanrılık misyonunu üstlenmek için bu soyut kavramları birer
elbise gibi üstlerine giydiler....”
“Nasıl yani?”
“O'nun bir ismi yaratandır.
Bu vasfa tanrıların tanrısı adı verildi. Bu bir tür doğurganlık olduğu için dişi
olarak tanımlandı....”
“Niçin?”
“insan içine doğan manayı
tanımlayamıyorsa, ona kendindeki sıfatlardan bir elbise giydirir. Örneğin her
mevsim kendisini tazeleyen, yeni yeni meyveler ve çiçeklerle kendini açığa
vuran doğaya 'tabiat ana' diyorsunuz. Çünkü sizin tanımlayabildığınız doğurganlık
anneliktir. O özelliği tanrıya da yakıştırdınız....
Oysa o, ne doğdu ne doğurdu....
. Siz bunu havsalanıza sığdıramadığınız için evrendeki doğurganlığı
da kendi özelliklerınızle adlandırdınız....
Örneğin şeytan dediğiniz
varlığı düşünün. Yaratıcı onu katından kovdu. Siz onu Tanrı'ya kafa tutan bir
varlık olarak algıladınız. O da tasavvurunuzda Ger tanrısı olarak beliriverdi....
Ne var ki, böyle düşünmeniz
için nedenlerınız yok değil....
Bu çelişkiler özellikle
önünüze kondu. Ancak aklını gerçekten kullanabilenler bu bilmeceyi çözebilir....”
“Peki Allah bu çelişkiden
rahatsız değil mi?”
“Hayır. Çünkü ona göre bir
çelişki yok. Çelişki sizin kullandığınız ölçülerde, yanlış bilgilerde....
Sen Samiri'yi tanır mısın?
"israiloğulları'nı,
yaptığı buzağıyla aldatan Samiri mi?”
“Evet. Aslında o kimseyi aldatmadı.
Sadece halkın içinde var olan bir çelişkiyi açığa çıkardı....”
“Nasıl yani?”
“Musa onlara saf bilgiyi
getirdi. Ama onlar, ancak örflerinin tanımladığı bir tanrı istiyorlardı.
Mısır'da gördükleri gibi, dokunu 21 labilir
ve insanın kendisiyle özdeşleştirebileceği bir tanrı. Çünkü onlar, saf bilgiyi yüklenebilecek
durumda değillerdi. Ancak nesneler arası ilişkileri kavrayacak düzeydeydiler.
'Biz Mısır'da olduğu gibi dokunulabilir, karşısına geçilip konuşulabilir nesnel
bir tanrı istiyoruz.' diyorlardı....
O da onların o zaafını
böğüren danayı yaparak ortaya çıkardı....
Ona bu fırsatı veren de
Allah'tır....
Nitekim Musa dağda dört gün kalacaktı.
O, bu süreyi 40'a tamamladı ki, halk Musa'dan ümidini kessin. Böylece içlerinde
gizlediklerini korkmadan açığa çıkaracaklardı....
Öyle de oldu....”
“Peki hocam, Allah, insanın
doğru yola yönelmesini istediği halde niçin önüne bu kadar girift meseleler
çıkarıyor....”
“insanlar kendilerine takdir
edileni hak etsinler diye....”
“O halde inançların farklı
uygulamalarla açığa çıkması Allah'ın eseri....”
“Denilebilir. Tabi bir şeye
dikkat etmelisin. Farklılığı yaratan O' dur ama ihtilafı isteyen O değildir.
Ana ilkeleri sabit tutup, uygulama biçimlerini, zaman, mekan ve sizin henüz bilmedığınız
bazı başka faktörlere bağlı olarak farklı kılıyor. Siz bu uygulama biçimlerindeki
farklılığa bakarak bir çelişki varmış gibi algılıyor ve bu algılamayı temel
esaslar için de geçerli kılıyorsunuz. O'nun, daha dar çerçeveli gruplar oluşturup
dayanışmanız ve bilişesınız diye doğanızda açığa çıkardığı bu farklılıklar,
sizin objektifınızden geçer geçmez tam tersine bir görüntü kazanıp sizden
olmayanlara karşı düşmanlık olarak beliriyor ve savaş gerekçesi oluyor. Gelişmeniz
ve 'evrenin en öznel değeri' olduğunuz yolundaki savı gerçekleştirmeniz için
gereken dinamizm ve dürtüyü O, 'yakınını sevmek ve kollamak' barışçı esasları
üzerine kurmanızı isterken; siz onu, sizden olmayanları yok etmek olarak
algılıyorsunuz. Bu da doğal olarak size çelişki gibi yansıyor. O, dinlerdeki
uygulama farklılıklarını, siz farklı farklı toplumlar olup yardımlaşmanız ve
iyiliklerde yarışasınız diye yaratıyor. Ama siz bunu savaş gerekçesi yapıyorsunuz.
Evet bu bir çelişki ve Yaratıcı'nın amacına uygun değil. Ama, Yaratici bundan
rahatsız da değil. Çünkü bu sizin tercihiniz ve sonuçları da sizin kefelerinize
yazılıyor....”
“Peki Yaratıcı, bu çeşitlilikten
rahatsız değilse, neden insanlar birbirlerini illa da belli sınıflandırmalara
sokmaya zorluyorlar?”
“güzel bir soru. Sanırım
bunun cevabım biraz önceki açıklamamda bulabilirsin. Ama istersen bunu şimdi başka
bir zamana bırakalım. insanların bu çelişkilerden hareketle niçin mesajı
topyekun reddetme yönüne gittiklerini, daha doğrusu Tanrı tanımaz gibi görünen
insanların nasıl böyle bir yargıya varabildiklerini anlatmaya çalışayım.”
“Neden anlatmaya çalışayım,
dedınız de anlatayım demedınız?”
“Çünkü muhatabım, saf
bilgiyi almaya henüz hazır değil de ondan.”
“Afedersınız hocam! Pardon,
size hocam diyorum, bu şekilde hitap etmemin bir sakıncası yok değil mi?”
“Tabi diyebilirsin. Bu senin
algılama kapasitene bağlı. ister hocam de, ister üstat de, ister master de,
istersen bilge de. Yahut hiçbir unvan kullanma. Bana vereceğin sıfat, ancak
senin beni nasıl gördüğünü anlatır. Benim mahiyetime zarar vermez. Başka bir anlamı
da yoktur. Bir de edindığın izlenimleri sıralamana yarar. Tanrınıza ait bilgileriniz
de öyle. Siz sizin sınırlı yetenek ve bilgilerınızle kavradığınız bir Tanrı'ya taparsınız.
Ama Allah sizin sınırlı yetenek ve bilgilerınızle tanımladığınız Tanrı değildir.
O, sizin kavramlarınızla kendini vasıflandırmaktan münezzehtir. O yüzden işin
aslını bilenler, 'Rabbim seni, sen kendini nasıl sena edip yücelttinse öyle
sena edip yüceltiriz.' dediler. Çünkü insan O'nu tam olarak kavramaktan
acizdir. Ama yine de sizin O'nu tanımanız için imkanlar yarattı.”
“Siz onun için mi bazen
tanrı bazen Allah diyorsunuz?”
“Sizin vasıflandırdığınız
Yaratıcı ancak sizin tanrınızdır; ama o Alemlerin Rabbi Allah' değildir. Çünkü
Allah, Allah'tır Ama O, siz onu kavrayanız diye, sizi 'Sureti Rahman'da
yarattı. Kendisini de sizdeki sıfatlarla açığa vurdu. Hatta sizin işinizi
kolaylaştırmak için, kendisinde var olan birçok isim ve
sıfatları size de verdi. Buna rağmen siz onu ancak sizdeki sinırlı istidatlar
ölçeğinde bilebilirsınız. Bu bilme de daima eksiktir.”
“Neden?”
“Çünkü sizin
Şartlanmalarınız ve sınırlı kuşatıcılığınız, O'nun, tabiatınızda tam olarak açığa
çıkmasını engeller.”
“Niçin Allah bizi Sureti
Rahman'da yarattı?”
“Kavramanızı kolaylaştırmak
için. şimdi ben sana Mele'den geldim desem ne anlarsın?”
“Hiçbir şey.”
“Ama 250 bin ışık yılı
mesafeden geldim desem bunu az çok anlarsın. Çünkü elinde ölçüler var. Yılı
biliyorsun, ışık hızını biliyorsun, metreyi, kilometreyi biliyorsun. Ama Mele'yi
bilmiyorsun. Yaratıcı muhatap olarak insanı seçtiği için, kendisine ait
sıfatları sinırlı olarak ona da verdi. Ta ki insanlar onları basamak yaparak
O'na yaklaşabilsinler, algılayabilsinler. Yani insan da bir mikro tanrıcıktır.”
“Mikro tanrıcık mı! Bu nasıl
olur?”
“Hemen telaşa kapılma.
Müteal ve sonsuz olan Allah'ın ilahtık vasıflarını birilerine dağıtıyorum
sanma. Çünkü O, benzemekten uzaktır ama bilinmekten değil.”
“Sanırım burayı anladım.
Çünkü Muhyiddin ibnü'lArabi, Allah'ı bilmek O'nun zatını bilmenin gayrıdır.'
demiş. Yani eserlerinden kudretine ve bilgisinin varlığına ulaşırız ama O'nun
mahiyetini tam olarak kavrayamayız.”
“Doğru. Sonsuz, sınırsız ve
mekansız olanı nasıl kavrayacaksın ki! Fakat O kendi kudretinin dışavurumlarını
eşyada sergilemiştir. Tabiat dedığınız eşyadaki kudret o kadar mükemmel ve
İlahîdir ki, eğer yaratıcı ile bağlantısını kuramazsanız, onu bizatihi Yaratıcı'nın
kendisi zannedersınız”
“Eskilerin tabiiyyun
dedikleri tabiat taparların hatalari da bu mu !"
Evet sayılabilir. Yani onları bu yaklaşımlarından dolayı hemen
silip atamazsınız. Az önce sana 'A' harfinden söz etmiştim. İşte evrene A'
dersen, o, A'dan başka bir Şey olmaz. Ve bu uğurda söyleyeceğin her Şey
birbirini doğrular. Ama sen ona bir harf olarak bakarsan, birdenbire karŞında
duran, 'eser' olur ve ustasını göstermeye başlar.”
“Nasıl bir gösterme?”
“Evrende, Yaratıcı’nın
sayısız isim ve sıfatlarının, sayılamayacak kadar çok tezahürleri, ortaya çıkış
biçimleri vardır. Mikro organizmalardan ta dev galaksilere varıncaya kadar bildığın
ya da bilmedığın bütün varlık formları, O sıfat ve isimlerin tecellisinden yani
kendilerini gözle görülür alanda sergilemelerinden, geliyor. Ve tabi ki, bu ad
ve sıfatlar Yaratıcı'ya ait oldukları için, eserlerinin de daimi olmalarını
isterler. Yani nakışlarını göstermek ve
bu nakışlarda ölümsüzlüğü sergileyip yaşatmak isterler. Ve keza, an be an bu
evreni yeniden ve taze olarak varlık sahasında tutmak isterler. Mademki evren, Yaratıcı’nın
bir tablosudur; tablonun, yapan açısından da, kudretini göstermek bakımından
bakan açısından da daima tazelenmesi gerekir ki usandırmasın. Yaratıcı’nın kendisini,
Allah'ın yüce misalleri vardır.' diye tanıtmasını n sırrı da budur. O, isim ve sıfatlarım
iki şekilde açığa vurur Biri biraz önce açıkladığım, tezahürlerdir, diğeri de eşyanın
mahiyetine yerleştirdiği faaliyetteki aşk, zevk, ve iştahadır.”
“Hocam anlamakta güçlük
çekiyorum. Biraz daha basit anlatabilir mısınız?”
“Çalışayım. Yani her eylem,
her hareket bir lezzetten kaynaklanıyor. Daha doğrusu hareketin bizatihi
kendisi bir lezzettir Nasıl ki hareketsizlik de hiçlik ve lezzetsizlik ise. Hiç
hareket olmasaydı, hiç varlık olmazdı. O, 'ol' deyince eşya var oldu ve her bir
şey kendi kabiliyeti ölçüsünde ve programına uygun olarak, o ilk komutla
harekete geçti. Ve hareketin daimî olması için de o hareketin sürekliliğini
sağlayacak donanımla donattı. Nasıl ki her bir çekirdek filiz olmak için yanıp
tutuşur, nasıl ki her bir sperm ana rah 25
minde
döl tutmak için sonsuz bir aşk ve motivasyona sahiptir, her bir eşya ve o eşyayı
idare eden yasalar siz onlara doğa yasası dersınız aynı şekilde kendi
varlıklarını sürdürmenin sonsuz hazzı ve iştiyakı ile doludur. Tabiata
baktığında, sonsuz bir aklın muhteşem işleyişini görürsün. Her baharda yüz
binlerce bitki ve canlı, hiç biri diğerine karışmadan varlığını, görünebilir
sahaya taşır Bu faaliyet ve devinim, elbette ki Yaratıcı’nın da hoşuna gider.
O, bununla, kendisini şuurlu yaratıklarına tanıtmak ister ama yeterince bilgi
birikimi sağlayamamış insan aklı, eserle kudret arasındaki ilişkiyi tam
algılayamaz ve eşyada görülen bu muazzam faaliyet ve ince hesaplan, tabiat mekanizmasını
n doğal bir işleyişi zanneder. Onu, kendi kendine işleyen, var edip yok eden
bir varlık zanneder. Ve kendisini tekrarlayıp duran bir döngünün içine
hapseder. Kör, sağır, camit varlıkları, kendi fiillerinin yaratıcısı zanneder. 'Evliyanın
hakikati sabittir' denilmiş. Bir tür eşyanın sabitligı ilkesi. Fakat insanlar
bunu da iki türlü algıladılar Kimisi bu 'sabitliği' eşyanın kendisine atfetti,
kimisi Yaratıcı’nın âlemdeki sıfatlarınin kalıcılığına. 'La mevcude illa hu'
(O'ndan başka bir şey yoktur) diyen de hata etmiştir, 'Heme O'st' (görünen her şey
O'dur) diyen de. 'La mevcude illa hu' diyen, Yaratıcı’ nın eşyadaki ad ve
sıfatlarının hakkına tecavüz etmiş olur Çünkü 'Bâki'nin gölgesi bakidir ve siz
ona ademiyet yani yokluk ya da hiçlik atfedemezsınız. 'Heme O'st' diyenler ise,
eşyanın kırılgan ve değişken tabiatını da Tanrı diye vasfetmiş oldular. 'Çîzî
nîst' (her şey hiçliktir, her şey asılsızdır) diyen ise sadece kendindeki
algılama eksikliğini açığa vurmuş oldu.”
“Peki ne demek lazım?”
“Fi külli şeyin lehu ayatun
tedullu ala ennehu vahid.”
“Ben Arapça bilmiyorum.”
“Bilmediğini biliyorum.
Aslında diller de eşikler gibidirler. Gerçeği kavramaya erıgel olurlar. Çünkü
anlam birdir ama her millet ona başka bir elbise giydirir. Biraz önce söylediğim
sözün an 1 26 1 lamı: 'Her şeyde, o şeyin mutlak ve bilgisi her şeyi kuşatmış
bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu gösterir deliller ve işaretler vardır.'
demektir. Evren, bütünüyle Yaratıcı’nın isim ve sıfatlarının, eserlerini ortaya
koydukları bir laboratuvardır ama, O'nun kendisi değildir. Evren bütünüyle
Rahman'in eseridir. Rahman sonsuz ve karşılıksız sevgidir. Allah kendisini ve
mahlukunu sever. O yüzden de evreni Rahman'in eseri olarak tanıtır. Ve tabi
aynı nedenle insanı da Rahman'la vasfetti. 'Ben insanı Rahman suretinde yarattım.'
derken, evrende faaliyet halinde bulunan bütün isim ve sıfatların hepsinin insanda
da cereyan ettiğini anlatmayı kast etti. şimdi sen çıkıp insan Rahm an'a benzer
veya evren bizatihi Tanrı'nin kendisidir dersen yanlış yapmış olursun....
Demek ki mesele, doğru
açıdan bakabilmektir. O da doğru ölçülere sahip olmayı gerektirir. Yine ta başa
dönerek diyeceşim ki, 'A'ya 'A' diye bakarsan, o 'Adan başka bir şey değildir.
Ama ona bir harf olarak yaklaşırsan, bir de bakacaksın ki, altında sayısız veriler
gizlenmiş. Tanrı'ya inananla, inanmıyor gibi görünenlerin yolları burada
ayrıhr.”
“Yani diyorsunuz ki, evrene
bir harf diye yaklaşmalıyız. O zaman Katibi'nin hünerlerini de kavrariz. Aksi
takdirde evren, bizi iç dengeleriyle kendi varlığına taptırır.”
“Evet öyle diyebiliriz.
Çünkü eserden müessire, sanattan sanatkara geçmedikçe eşya yerli yerine oturmaz
ve size sırlarını tam olarak açmaz. Özellikle kiminizin 'beşinci element'
dediği evrensel sevgiye dikkat etmeniz gerekir. Toprak, su, hava ve ateş,
birbiriyle asla barışmayacak ve uzlaşmayacak bu dört unsurdan yaşamı var
etmenin sanatı, sevgi elementini kullanmaktan geçiyor. Sevgi elementi
görünmediği ve dokunulmadığı ve hatta test edilemediği için yok sayılıyor. Yani
fiziksel olarak algılanamıyor ve test edilemiyor. O yüzden de bu birbiriyle hiç
de uyuşam ayacak dört elementin, sonsuz olasılıklar içinde en olanaksız gibi
görünen mükemmellik olgusunda birleşip, bu kadar farklı ve sınır tanımaz ’oluşum ve
nesneler' meydana getirmeleri yadırganıyor. Yani siz, 'güneş büyüktür, Dünya'yı
çeker.' dersınız. Oysa bütün varlıkları ve evreni bir tek görünmez merkez
etrafında tutan, büyüten, daraltan, eksilten ve çoğaltan güç bir incizabın
(çekimin), bir hayranlığın, bir aşkın eseridir. Yani bu dördünü birleştiren
sır, 'beşinci element' olan sevgidir. Bunu görmeniz gerekir. Yaratıcı evrenin
tam ortasına kendi sevgisini koydu ve onu her zerreye yaydı. Eşyanın birbirine
karşı aldığı vaziyetler de bu sevgi gücünün azalıp çoğalmasina göre değişir....
Bütün bu varlıklar içinde beşinci
elementi doğrudan algılayıp doğrudan yansıtabilecek tek varlık insandır. O yüzden
de bir tek insan, bütün evrenden daha değerli bir konuma oturdu....”
“Peki hocam, yukarıda
'bilinçli varlıklar' dedınız, evrende insandan başka muhatap varlıklar da
mevcut mu?”
“Elbette. şimdi sen beni
hangi kategoriye oturtacaksın?
Ben bir uzaylı mıyım insan mı?”
“Bilemiyorum ama insan
değilsınız.”
“Niye olmayayım. Belki
bedenî kayıtlardan kurtulmuş bir insanım.”
“Ama bizim yapımızda
değilsınız.”
“Doğru, işte benim sana
anlatmak istediğim bu. Seni ve diğer insanları yanıltan da bu. Elınıze bildığınız
bir iki ölçüt almış, her varlığı o şablona oturtmaya çalışıyorsunuz. Oysa yaşamın
öyle dereceleri var ki....
Sen şablonlardan
sıyrılacaksın. Meleğe inanmanın, iman esasları arasında olmasını n sırrı ne ki?”
“işte bu. Bak şimdi biz bu
odanın içinde sana göre iki kişiyiz. Oysa bu odada yaşam formlarından ayak
konulacak bir yer bile yok. ğu karşında duran apartmanda kimseyi görmüyorsun
diye orada hiç kimse yoktur diyebilir misin?”
“Diyemem." 28
"Peki Dünya gibi topraktan ibaret olan ve yaşam formunun ortaya çıkması
için sayısız şartların bir araya gelmekliğini gerektiren şu gezegenınızin her
zerresi canlılarla dopdolu iken, uzayı dolduran şu muhteşem köşklerin boş olduğunu
nasıl iddia edebilir sin.' " Yani
uzaylılar var mı?”
“Siz onlara uzaylı dersiniz.
Birileri, insan dışı varlıklar der, bir başkası ruhaniler der. Size iletilen
evrensel mesajlarda ise bu varlıklar cinler, şeytanlar ve melekler diye anılır.
Mamafih insanlığın son savaşı onlarla olacak ve siz korkunun, yok edilmenin en
acı halini onların karşında yaşayacaksınız....”
“Yani insanlarla uzaylilar
mı savaşacak?”
“Bunu niye yadırgıyorsun?
Sizin anladığınız tek şey o
değil mi?
Sonunda gerçek savaşı da
tatmış olacaksmız. Aksi takdirde Yaratıcı Adem'e, şeytandan sakınmayı niye
salık versindi ki....”
“Peki hocam şeytan
diyorsunuz, melek diyorsunuz. Ama ben onları aynı sözcüklerle betimlediğimde
karşı çıkıyorsunuz.”
“Çünkü benim melek ve şeytandan
kast ettiğimle senin kavradığın şey farklı da ondan! "Ne diyeceğiz peki
onlara?”
“Melek kelimesinin köküne ve
anlamına çok dikkat etmeniz gerekir. Çünkü o saf enerjinin ta kendisidir.”
“Yani onlar sadece enerjiden
ibaret varlıklar mıdır?”
“Peki siz insanlar başka bir
şey mısınız?”
“Ama insanların dört
unsurdan, yani toprak, su, ateş ve hava unsurundan var edildığıne inanılır.
“Bunların hepsi birer bileşik.
indirgedığınızde karşınıza saf enerji çıkar. Bir de sevgi. Ateş, hava su ve
toprak milyarlarca yıl beraber bulunsa, beşinci element devreye girmedikçe,
yani onları bilinçli bir şekilde bir forma bürünmeye razı eden sevgi olmadıkça
bir şekil oluşturabilirler mi?”
“Bilmiyorum."
"Asla. Aslında bu dört unsur, sizin, yaşam formlarının en ağır
ve en uzak biçimi olduğunuzu gösterir ve sizi ağırlaştırır. Çünkü her bir
unsurdan var edilmiş tekil unsurlu varlıklar da var. Siz ise çok unsurlusunuz.
O yüzden de siz ancak kendi formunuzda görünebilirsiniz, başka formlara
giremezsiniz.”
“Peki diğer varlıklar nasıl?”
“Onlar asıl formlarının dışına
da çıkabilir ve başka formlara bürünebilirler.”
“Uzaylılar da böyle
varlıklar mı?
Yani saf enerji oldukları
için bize, bizim formlarımızla görünebiliyorlar. Nasıl oluyor bu?”
“Onların bedenleri topraktan
olmadığı için girdikleri kabın şeklini alırlar. Örneğin, sizin Kutsal
önderinize Yaratıcı'nın mesajlarını getiren şalaktik mesaj taşıyıcısı, zaman zaman
O'nun etrafındaki insanların biçimine girmiş ve O'nun çevresinde bulunanlara görünmüştür.”
“Yani Cebrail'in Dihye
suretinde görünmesini mi söylüyorsunuz.”
“Ooo! Evet. Demek sen kendi
geçmişini biliyorsun!”
“Çok az. Siyer okumuştum.
Oradan hatırladım.”
“Örneğin sizin cin
dedikleriniz, maddesel forma biraz daha yaklaşmış enerji varlıklardır. Ve tek
unsurludurlar. Dolayısıyla bir insana o insanın formatinda görünebilirler. Yani
insan şeklinde görünebilirler. Beynınıze dalgalar göndererek, sizde istedikleri
gibi bir simülasyon meydana getirirler. Siz onu nesnel bir varlık
zannedersınız. Oysa o sadece sanal bir beden giymiş olur.”
“Yani uzaylilar cinler mi?”
“Yalnızca onlar değil. Yine
sizin deyiminizle melekler var, ruhaniler var. Bütün bunlar enerji
varlıklardır. Bunlar genelde pozitif varlıklardır. Bir de negatif varlıklar
var.”
“Kimdir onlar?”
“Siz onlara kısaca şeytan
diyorsunuz ama onların da sayısız türleri var; Karanlık setrililer, Geramitler
gibi....
Bunlar negatif var hklardir
ve insanin gerçeğe ulaşması yolunda direncinin artmasını sağlarlar. Engelli koşudaki
bariyerler gibi....
Bariyere takılıp kalırsanız,
devre dışı kalırsınız, sıçrayıp geçerseniz, eşyayı kavramada bir adım daha
ileri gitmiş olursunuz. Ama genelde hep takılır ve mutsuz olursunuz.”
“Peki şeytanlar niçin bunu
yaparlar?”
“Bu ezeli bir yazgı.”
“Niçin böyle bir yazgı bize
verilmiş.”
“Size gelen ilahî mesajları
okumuisan anlamıisindır ki, bu görevi insanın kendisi yüklenmiştir.”
“Bu kadar üst boyut
varlıklar dururken neden insan böyle bir sorumluluğu yüklenmiş peki?”
“Hepsinden daha kuşatıcı bir
yaratılışa sahip olduğu için.”
“Ne yani, insan meleklerden,
şeytanlardan ve cinlerden daha mı yetenekli?”
“Elbette. Sana az önce de
söylemiştim. insan çok unsurlu bir yaratık. Diğerlerinin hepsi tek unsurludur
ve ancak bir hal üzere bulunabilirler. Ya negatif ya pozitiftirler. insan ise hem
negatif hem pozitif olabilir.”
“O yüzden mi Yaratıcı’nın
'gözdesi' oldu ve 'Rahman Sureti' ile vasıflandırıldı?
Ama yine de bunu
anlayamıyorum.”
“Anlamaman doğal. Sen
çekirdeği bilir misin?”
“Atom çekirdeğini mi?”
“O da olur, ağaç veya bitki
çekirdeği de olur. Örneğin meyvenin içindeki çekirdek, meyve ile birlikte o
ağacın bir parçasıdır. Ama aynı zamanda onun tamamını kuşatmış gibidir. Bir
incir çekirdeğini düşün. Bir saka kuşunun gözünden 10 kere daha küçük bir incir
çekirdeğinin içinde tonlarca odun, milyonlarca yaprak ve incir meyvesi bulunduğunu
söylersem yanlış mı olur?”
“Hayır onu toprağa ekersek,
bir incir ağacı ve o ağaçtan da sayısız incir ağaçlan elde edilebilir." 31 "işte insanın ve evrenin sizleri hayrete
düşüren ve akılları gözlerinde olanları yanlışa sevk eden görkemi burada. insan
bu evren ağacının bir meyvesidir ama, o da bizatihi bir evrendir. Nitekim daha
önce gelmiş geçmiş birçok gerçek eri, insanı küçük evren, evreni de büyük insan
diye tarif etmişler. Çünkü insan, bu varlık ağacının en uç noktasında salman
meyvesidir. Kalbi ise onun çekirdeği. Yaratıcı, o yüzden buyurmamış mıdır ki,
'Ben âlemlere sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım.' diye.”
“Peki hocam, insan bu kadar
yüce bir varlık. Neden çoğu insan, üstelik peygamberler de gelmiş olmasına
rağmen Yaratıcı'yı tanımazlığa veya inkara düşüyorlar?”
“Sence neden?
Az önce sen de o noktanın eşiğine
kadar gelmedin mi?
Bunu anlayabilmelisin?”
“Hayır anlayamıyorum. Evet,
ben o noktaya doğru sürükleniyordum. Siz gelmeseydınız, aklımdaki karışıklık
beni oraya götürüyordu. Peki bunu nasıl yenebiliriz?”
“Doğru ve saf bilgiyle. Ama doğruya
ve saf bilgiye ulaşmak kolay değil. Çünkü evren ve içerdiği eşya, sayısız
tuzaklarla doludur. ilk yakaladığın bilgiyi o eşya ile ilgili son gerçek
sayarsan, aldanırsın. Çünkü asla son yoktur. Her son bir başlangıçtır ve her başlangıç
bir bitiştir. Eğer elde ettiğin ufak tefek ipuçlariyla evrenin tamamını çözmeye
kalkışırsan, sizin tabirınızle, çuvallarsın. 2 ile 2'nin toplamı 4'tür.
2 ile 2'nin çarpımı da 4'tür. şimdi bu bilgiden hareket ederek, 'Bir sayının
kendisi ile toplamı aynı zamanda kendisi ile çarpımına eşittir.' dersen yanlışa
varırsın. Çünkü 3'le 3'ün toplamı ile çarpımı birbirinden farklıdır. şimdi sana
çok daha ilgincini söyleyeyim. Bir tek sayı vardır ki onun kendisiyle çarpımı
kendisiyle toplamından daha azdır. O sayıldir. Kuralını 1 üzerinden kurarsan
daha da büyük hatalara düşersin. Çünkü l'in l'le çarpımı l'dir ama toplamı
2'dir. O yüzden Yaratıcı kendisini 'Bir'le vasfetmedi. 'Tek'le vasfetti. 'De ki
Allah Tek'tir.' O yüzden eşi, benzeri yoktur. Bir, birdir ama onu ken 32 dişiyle topladığınızda çokluk çıkar. Yani
dualite. Hayır ve Ger tanrıları fikri gibi....
Ama teki toplayamazsınız. O
yüzden Yaratıcı, biz bu hataya düşmeyelim diye işin evveline 'La ilahe
illallah' lafzını koydu. 'Tekten başka tek yoktur.' dedi. Böylece biri birle
toplayarak Yaratıcı'yı kavramaya çalışmanın insanı yanlışa götüreceğini
duyurdu. Çünkü siz ancak, sıfır'dan 'bir'e doğru giden doğalsayılarla kavramaya
alışkınsınız. Sizin için önce başlangıç vardır, sonra sonuç. Bu yanlışa düşmenize
neden, sonucun başlangıçtan önce gelebileceğini kavrayamamanız. Mamafih bir gün
sonucun başlangıçtan önce var olabileceğini kavrayacaksınız....
Siz önce sayıların,
özellikle de sanal sayıların gizemini çözmelisınız. O zaman Yaratıcı'nın
sanatını az da olsa çözebilir, 'Ben âlemi altı günde yarattım sonra arşın
üzerine istiva ettim.' sözünü kavrayabilir, doğruya yakın sonuçlara
varabilirsınız. Ne yazık ki henüz sanal sayıları formüle edebilmiş değilsınız....
Bunu çözmedikçe bir anda her
yerde olabilmenin gizini de kavrayamazsınız....
şimdi siz ne yapıyorsunuz?
Bir, iki, üç....
diye sayıyorsunuz. Sonra
doğal olarak dönüp 'Evreni ve tabiatı Allah yarattıysa O'nu kim yarattı?
' diyorsunuz. işte bu, düz mantığınızın sizi sürüklediği açmazdır.
Bunun yanı sıra O, kendisini 'Lem yelid velem yuled.' diye vasfetti. Böylece
'ana'sı olanın tanrı olamayacağını gösterdi. Başlangıcı olanın, kaçınılmaz bir
sonunun da olabileceği gerçeğini hatırlatarak sizi başlangıç fikrinden
kurtulmaya yöneltti: Sonu olmayan başlangıç, başlangıcı olmayan son. Ama tek
doğrultuda hareket etmeye alıştırılmış beyniniz, size ait olan bilgiyi O'nun
zatına uyguladı ve açmaza düştü. Tren örneğini çok verirler. Sen de bilir mısın;
?”
“Evet.”
“Nedir tren?”
“Bir lokomotif ve birçok
vagon.”
“güzeeel. En son vagonu kim
çeker?”
“Lokomotif"
"Hemen oraya gelme. En son vagonu, bir
önceki, onu da bir önceki. Nihayet lokomotife kadar gelirsin. şimdi desem ki,
lokomotifi kim çeker, ne diyeceksin?”
“Öyle bir soru olmaz hocam. Lokomotif,
lokomotiftir. Enerji kaynağı kendisi olduğu için hem kendisini hem vagonları
çeker.”
“Olmaz diyorsun ama kendin
aynı işi yapıyorsun. Tren kavranabilir alan içinde olduğu, başı ve sonu
görülebildiği için rahatlıkla bütün vagonlan lokomotif çeker için, onu Yaratıcı'ya
isnat etmekte diyebiliyorsun. Evreni kavrayamadığın zorlanıyorsun. Oysa eşyadaki
bütün kanun ve kudretlerin her biri bir diğerini taşıyan ve çeken vagonlar
gibidirler. Onların hepsini zapturapt altında tutan ise küllî kudret. O Hayır'dır,
yaşamın kaynağı ve devam ettirenidir. Bunu uzay boiluğunda dönüp duran gezegenlere
ve yıldızlara da uygulayabilirsin. Ay'ı boilukta tutan Dünya'dır, Dünya'yı boilukta
tutan ise güneş. Peki güneş'i boilukta tutan, Samanyolu sisteminin çekirdeğinde
bulunan yıldız, ya onu kim tutar?
Bunu arttırabilirsin.
Sonunda varacağin yerde, O vardır. O'nun kudreti ve azameti vardır." SinHa,
Bilge'ye kalem ve kağıt almasını söyledi. Bilge söylenileni yaptıktan sonra, SinHa
ona aşağıdaki rakamlardan oluşan üçgeni çizdirdi:
1 1 1 1 2 I 13 3 1 10 10 5 1 1 15 20 15 6 1 1 28 56 70 56 28 8 1 1 36 84 126 126 84 36 9 1 Forma: 3 1 34 1 "Görüyorsun ki
her şeyin başı ve sonu "Bir"dir. Her satır onunla başlayıp onunla
bitiyor. Aslında her şey tek'ten ibarettir. Örneğin iki, 1 + l'dir. Üç ise 1 +1
+ l'dir. Bütün elementlerin temeli olan Hidrojenin numarası da birdir. Bir
elektron bir nötrondan ibarettir. Yani l + l'i temsil eder. Altmcı sırada ise
Carbon yer alır. Carbonun sıra ve sayı numarası altıdır. H+C hidrocarbonlan oluşturmaya
başlar ki, bu da organik yaşamın başlangıcıdır Yani altıncı mertebede evrenin işlemi
tamamlanmış oldu....
Her sayının sıfırincı
kuvveti l'dir. Dolayısıyla O eşittir 1 olur. Birinci kuvveti ise kendisidir, ikinci
kuvveti 4, üçüncü kuvveti 8, dördüncü kuvveti 16, beşinci kuvveti 32'dir. Bu diziliş
sana bir şey hatırlatıyor mu?”
“Evet Binary sistemi dediğimiz
bir başka sayı tabanina göre sayıların dizilişidir. 3 Bilgisayarların işleyiş
sistemi de buna göredir....”
“Yukarıdaki üçgenle ilgili
bir sır daha vereyim sana. ilk altı sırayı esas alırsan ki bu âlemin altı günde
yaratılması esasına da işaret eder l'leri dışarıda bırakarak 2'den 6'ya kadar
olan sırayı alır ve içindeki rakamlan toplarsan şunu göreceksin: 1 2 1 3 1 6 1 1 10 10 15 20 15 6 1 Bu 5 sıranın toplamı 114 yapar.
114 hem evrendeki element sayısı, hem Son Mesaj'daki sure sayısına denktir. Bu
6 günde âlemin yaratılmasını da anlatır....
Peki, bir sayınin sıfırincı
kuvvetinin daima 1 olması da sana bir şey anlatıyor mu?”
“Hocam benim matematişim
kötüdür. Sayıların gizemine de yabancıyım'' 35 "inanan bir insan, sayıların gizeminden
uzak kalamaz. Sence sıfır nedir?”
“Sıfır hiçbir şeydir.”
“Öyle mi sanıyorsun....”
“Evet....”
“Sıfır bir şey olmayabilir
ama her şey ancak onunla vardır, ö gaybin kendisidir işte. Sıfır'ı kabul
etmeden bire ulaşmak ve biri kabul etmeden de ikiye ve üçe varmak imkansızdır.
Çokluk dedığın âlem üçle başlar, ö yüzden Son Mesaj'ın 'önsözü' sayılan Fatiha'dan
sonra gelen ilk suresinin ilk ayetleri hemen bu meseleye dikkat çeker; 'Elif Lam
Mim. Bu kitapta hiçbir kuşku yoktur. Rablerinden korkan ve sakınanlar için yol göstericidir,
ö korunanlar ve sakınanlar ki gayba inanırlar.' Yani 'Sıfır'ı kabul ederler. Madem
ki Binary kodlamasını biliyorsun, öyleyse bütün görüntülerin yani sayıların 'akım
var' ve 'akım yok' gerçeğinden ibaret olduğunu da bilirsin. iyi bir mümin
öncelikle sayıların gizemini bilmelidir....”
Bilge kafasındaki soruları
sorabilmek için sabırsızlanıyor, bir dakikayı bile boşa geçirmek istemiyordu.
Ama kapı çalindı. Saatin kaç olduğunu da unutmuştu. şayrıihtiyarî saatine baktı
ve "Bu saatte kim olabilir?”
dercesine kendisini SinHa
diye tanımlayan zata baktı. Ne yapacağını bilemedi. SinHa "Bugünlük bu
kadar yeter. Gitmeliyim. Kapıda seni bir sürpriz bekliyor Ben yine geleceşim."
dedi ve bir anda ortadan kayboldu. Bilge bir anda karanlığın ortasında yapayalnız
buldu kendini. Işıkları yakmadığını anladı. Bir kör edasıyla düğmelerin
bulunduğu yana doğru yöneldi, duvarı elleriyle yoklayarak ilerledi ve düğmeyi
buldu. Işığı yaktı. Kapıya doğru giderken, bir yandan da hâlâ yaladıklarının
gerçek mi yoksa bir hayal oyunu mu olduğunu kavramaya çalışıyordu. Deliriyor
muydu?
Kapıyı açtığında gerçekten
de kendisini bir sürpriz bekliyordu. Kapıyı açar açmaz annesinde olduğunu düşündüğü
eşini karşısında görünce şaşırmaktan kendini alamadı:
"Aaaa!
Gönül hoş geldin canım. Hayrola sen Pazartesi gelmeyecek miydin?”
Gönül, böyle tuhaf
karşılanmasına bozulmuştu.
“Ne yani gelmeme sevinmedin
mi?
Şstiyorsan geri gideyim.”
“Hayır canım onu demek
istemediğimi pekâla biliyorsun. Sadece ŞaŞırdım.”
“Evet Pazartesi gelecektim
ama ahimle yine kavga ettik. Çekip geldim. Annem biraz üzüldü, ama ne yapayım,
o da oğluna sahip çıksın." Gönül, Bilge ile henüz evlenmişti. Severek
evlenme karan almışlardı. Dindar tavırlarından dolayı ailesi, Bilge'yi pek
sevmemişti ve evlenmelerine de pek sıcak bakmamışlardı. Ne zaman bir araya
gelseler, Bilge'nin, tatsız bir kavgaya girişmemek için susmasıyla ortalık
matem evine dönerdi. Gönül, ağabeyinin iş için seyahate çıktığını duyunca
birkaç günlüğüne annesine gitmiş ve orada kalmayı tasarlamıştı. Bilge'ye de
dergiye yazacağı yazı için fırsat tanımıştı. Ama iş planladığı gibi gitmemiş,
kardeşi acilen dönmek zorunda kalmış, o da eve geri dönmüştü. Gönül, oldukça
rahat ve serbest yetişmişti. inançlıydı ve yaşamın ciddiye alınması gerektiğini
savunuyordu. Bilge'yi de kafasındaki ideallere uygun gördüğü ve eksiklerini onunla
tamamlayabileceğini düşündüğü için sevmişti. Hep dürüst ve inançlı birisiyle evlenmeyi
düşünmüştü ve kendince bunu gerçekleştirdığıne inanıyordu. Antropoloji eğitimi
almıştı. insanlığın geçmişi ve doğal olarak da geleceği ile ilgili konularla
oldukça yoğun şekilde ilgilenirdi. Aslında dinî bilgisi kendince fazla değildi
ama, yaşamın bir oyun olamayacağına dair sağlam kanısı vardı. Uzun dersler
boyunca inceledikleri fosiller ve geçmiş medeniyetlere ait bulgular üzerinde düşünürken
sıklıkla Tanrı fikriyle karşılaşması, onu bu konuda daha duyarlı kılmıştı. Bu
yüzden son zamanlarda Kutsal Metinleri daha sık okuyordu. Anlayamadığı yerleri
Bilge'ye soruyordu ama zaman zaman Bilge'nin de sorularına yanıt vermekte
yetersiz kaldığını görüyordu. Bilge şefkatle karısına sarıldı. Gönül aynı
içtenlikle eşinin yüzüne baktı:
“Sen hasta mısın canım?
Yüzün sapsarı olmuş!"
dedi. Bilge:
“Hayır turp gibiyim bunu da nereden çıkardın?”
diye kendini savundu. Gönül,
büyük bir telaşla mutfağa gitti ve gidip gelmesi bir oldu:
“Niye kendine bir şeyler yapmadın?
Dolapta yemek vardı,
dokunmamıisın bile. Niye ısıtmadın?
Bu saate dek bir şey yemedin
mi?”
Bilge:
“Hayır, kitaba dalmışım, unuttum." demekle yetindi. Ama Gönül,
bir tuhaflık olduğunu seziyordu.
“Sende bir hal var!"
dedi ısrarla.
“Sanki korkulu bir rüyadan
uyanmış gibisin! " Bilge şaşırdı. Neredeyse SinHa'yı ağzından kaçıracaktı
ki, onun "şimdilik eşine de söyleme!" uyarısını anımsadı. Vakit hayli
geç olmuştu. Her ikisi de birbirleriyle konuşmaksızin yatak odasına yöneldiler.
Gece Bilge yatakta kıvranıp durdu. Aklını kemiren düşünceler uyumasına izin
vermiyordu. Yaşadıklarının düş mü gerçek mi olduğuna da tam olarak karar
veremiyordu. Onun huzursuzluğu eşinin dikkatinden kaçmamıştı.Ama ne sorarsa
sorsun Bilge'nin konuşmak istemediğini de fark etmişti. Gönül'ün de uykusu kaçmıştı.
şülümseyerek Bilge'ye biraz daha sokuldu ve onu kollarıyla sararak kendisine
çekti....
SANMAK VE BİLMEK
Aradan üç gün geçmişti. Bilge hâlâ durgundu. Gönül bu durgunluğun
ilişkileriyle ilgili bir problemden kaynaklandığını sanarak üzülüyordu. Ama
üzüntüsünü eşine belli etmemeye çalışıyordu. Her zamankinden daha şefkatliydi.
Yazısının nasıl gittiğini soruyor, sık sık yardıma ihtiyacı varsa yardım
edebileceğini tekrarlayıp duruyordu. Bilge ise "Hayır karıcığım inan bir şey
yok. iyiyim. Sadece kafam biraz meşgul." deyip geçiştiriyordu. O akşam
Bilge eve erken gelmişti. Gönül, eşinin doğum gününü unuttuğunu sanarak içten
içe kırılmıştı ama belli etmiyordu. Oysa Bilge, sırf onun doğum günü olduğu
için erken gelmişti. Bir süre dinlendikten sonra, Gönül mutfakta iken
çantasından bir küçük paket çıkartarak, onun gelmesini bekledi. Gönül salona
girer girmez de hediyesini vererek sürprizini yaptı. Teşekkür busesinden sonra
Bilge, "Bu akşam yemeği dışarıda yiyelim." dedi. Gönül bu teklife eşinin
boynuna sarılarak karşılık verdi. Sevinmişti. Uzun zamandır dışarıda yemek
yememişlerdi. Oysa genç kızlığında haftada en az iki üç kere ailece dışarıda
yemek yerlerdi. Hemen giyinip çıktılar. Baş başa ve hoş birkaç saat geçirdiler.
Adeta birbirlerini bir kere daha keşfedip biraz daha yakınlaşmışlardı. Gönül
ilk defa o gece, "Senin gibi biriyle evlendiğim için kendimi şanslı
hissediyorum." dedi Bilge'ye. Bilge, bu itiraftan tuhaf bir haz ve gurur
duymuştu. Gece, saat 22.00 gibi eve döndüler. Saatlerdir devam eden müthiş bir
sağanak vardı. Taksiden iner inmez kendilerini içeriye atmak için hızlı
adımlarla eve yöneldiler..
"Aaa evde ışık yanıyor!" diye bir çığlık attı Gönül.
Sonra da:
“Allah Allah! Işığı açık bırakmamıştım. Hepsini tek tek kapattığıma
eminim." diye mırıldandı. Gçini korku sarmıştı. Telaşla:
“Bilge galiba evde hırsız var, bak içerde ışık yanıyor! Ben ışığı
açık bırakmadığımı iyi biliyorum." dedi. Bilge de telaşlandı. Hızla
merdivenleri çıktılar ve korkuyla kapıyı açtılar, içerisi karanlıktı. Lambaları
yaktılar. Gönül, telaşla evde ışık gördüğüne yemin etti. Acaba hayal mi görmüştü?
Bilge durumu kavramıştı ama
bir şey de söyleyemedi. ikisi de ürpermişti. Ne yapacaklarını, ne diyeceklerini
bilmeden kendilerini koltuğa bıraktılar. Bilge, SinHa'yı söylesin mi, söylemesin
mi bir türlü karar veremiyor, tereddütler içinde bocalıyordu. Bir yandan da
"Eğer söylemezsem ve bir gün Gönül bu ışığı bir kere daha görürse, aklını
oynatır, kendisine zarar verir." diye düşünüyordu. Tam bu sırada duvarda
bir ışık belirdi. Gönül çığlık atarak Bilge'nin yanına sıçradı.
“Bak, bak, bak! Sen de
görüyor musun, duvarda ışık var!" dedi. Bilge sakin bir sesle:
“Meraklanma canım bize zarar vermez. O pozitif bir varlık."
dedi ve başından geçenleri anlatmaya hazırlandı. Tam bu sırada evin içini
dolduran bir sesle irkildi Gönül:
“Selam size ey kutlu dostlar. Ben SinHa." dedi ses. Gönül,
adeta baygınlık geçirecekti. Tir tir titriyordu. Bilge'ye sokuldu ve koluna
sıkı sıkı sarıldı.
“Neler oluyor Bilge, neler
oluyor?
Lütfen, bu da ne?”
Bilge sakin bir sesle:
“Annenlerden geldığın günü hatırlıyor musun?
işte o gün bu varlık bana
geldi ve uzun süre onunla sohbet ettik. Admin SinHa olduğunu, bizi saf ve
gerçek bilgiye ulaştırmak için yardım edeceğini söyledi. Onunla iki saat kadar
konuştuk." şeklinde karısına kısa bir açıklama yaptıktan sonra yüzünü
SinHa'ya çevirdi. 1 40 I "Aleykümselam hocam." dedi. SinHa, siluetten
biçime dönüşmüştü. Çevresine saçtığı yoğun güven duygusu ve huzur Gönül'ü de kuşatmıştı.
Ona "Sakin ol, size zarar vermek için gelmedim." dedığınde, Gönül
zaten yatışmıştı. SinHa, Bilge'ye hitaben:
“Senin sözünün eri olduğunu gördüm. Zorda kaldığın halde, eşine
benden söz etmedin. Bu benim açımdan, sana güven duyabileceşimin kanıtı oldu. eşin
de en az senin kadar pozitif değerlerle yüklü yüksek bir ruha sahip. Onun da
bizim sohbetimizde bulunmasını n sakıncası yoktur." Gönül gayrıihtiyari
"Ne sohbeti?”
dedi. Bilge:
“Hocamızla evren, inanç, insan, yaşam ve ölüm üzerine konuştuk. O
bizim bu konulardaki sorulanmızı yanıtlamak için geldi." dedi. SinHa, boilukta
bağdaş kurmuş, holigramik bir görüntü sergiliyordu. Çevresinde ışık haleleri
vardı. Lazer ekranda izlenen bir görüntü gibiydi. SinHa Gönül'e hitaben:
“güzel kızım, şu dakikadan itibaren yediklerine, içtiklerine ve
baktıklarına dikkat et. Çünkü içinde bir can taşıyorsun." dedi. Gönül'ün
bundan haberi yoktu. Henüz bunu anlayacak döneme girmediği için, farkında olması
da beklenemezdi. Gönül:
“Pardon efendim, Size ne diye hitap edebilirim?”
SinHa:
“istedığın şekilde hitap edebilirsin." dedi.
“Yani benim hamile olduğumu
mu söylüyorsunuz?”
“Evet”
“Bunu nasıl biliyorsunuz?”
“Ben onu görebiliyorum.”
“Oğlan mı kız mı?”
“Bu fark eder mi?
ğu anda başlı başına bir
mucizeyi yaşıyorsun. Bundaki görkemi kavramaya çalışHem kız veya oğlan olması
neyi değiştirir?
Eğer illâ bir şey için endişe
edeceksen, onun yapısının pozitif enerjilerden oluşmamasından endişe et ve
pozitif olması için ona yardım et.”
“Bu nasıl olacak.”
“Negatif yani helal olmayan,
Yaratıcı’nın yenmesini ve içmesini yasakladığı nesnelerden uzak dur. Böylece
onun yapısının, saf bilgiyi ve doğru inancı kavrayabilecek kapasitede olmasını
sağlarsın. Hoş olmayan görüntülere bakma, onun ruhunu zedelersin. Haram bakışlar
negatif dalgalar gibidir. O manyetik alan, ona yüklenecek ilahî disketi
zedeler. Programları bozulur. Üzülme, öfkelenme, kimseyi küçük düşürme ki,
sende karar kılan varlık da olgun ve yüce ruhlu olsun. Pis ve karanlık
ortamlardan uzak dur. Gökyüzüne ve yeşile sıkça bak. Ona sevdığın müzikleri
dinlet. Onun da duyabileceği şekilde kutsal kitabı oku. Çünkü onun bu âlemde
yapacağı yolculuk şu dakikalardan itibaren başlamış bulunuyor. Onun
duymayacağını, anlamayacağını sanma. Artık o senin duyumsayacağın her şeyi duyumsar,
duyar, görür ve algılar. Sadece senin anlayacağın formlarda ifade edemez. Mamafih
dinlemesini bilirsen o da seninle iletişim içindedir....”
Gönül, sarsılmıştı. şimdi bu
varlığa, o da tıpkı Bilge gibi derin saygı duyuyordu. Ne diyeceklerini, söze
nereden başlayacaklarını bilemeden öylece dakikalar geçti. SinHa:
“Niye sustunuz?”
Gönül atıldı:
“Efendim ne diyeceşimi bilemiyorum, şaşırdım! Hiçbir şey aklıma
gelmiyor!" Bilge de dalmıştı, Gönül'ün kamına baktı. Çocuğunun orada
olduğunu düşündü ve içinden, "Bu ne muhteşem kudret böyle?”
diye sordu kendi kendine.
SinHa:
“işte bütün mesele o kudreti anlamaktır." dedi. Bilge, derin
bir uykudan uyanmış gibi sıçradı. SinHa yine içinden geçirdiği bir soruya yanıt
vermişti. Bilge, bir kere daha sarsıldı, içindeki bütün şablonların
çözüldüğünü, "Biliyorum." sandığı şeylerin bir hiç olduğunu kavramaya
başladı. Bol keseden, entelektüellik ayaklarıyla teoloji konusunda etrafına
kestiği ahkamları hatırladı.
“Hata etmişim." dedi ve
"Seni tenzih ederim ya Rabbi, seni anlamaktan uzağız." diye
mırildandı.SinHa:
“Kimi neyden tenzih ediyorsun?”
diye sordu. Bilge:
“Allah'ı, düşüncelerimden ve aklıma gelen vasıflarından tenzih
ediyorum. Yanlışlardan ve O'na yakışmayan şeylerden....”
“Allah'ı yarattıklarından
niye tenzih ediyorsun ki?
O kendisine yakıştıramayacağı
şeyi yaratmaz.”
“Ama efendim, şeytan,
pislik, insanin nefsi, hiçlik, beşeri yaklaşımlar....
. Bunlardaki kötülükleri Allah'a nasıl yakıştırabiliriz?”
“Niye yakıştıramıyorsun?”
“ger olan, kötü olan şeyi
nasıl Allah'a yakıştırabiliriz?”
“Allah kendisine yakıştırmasaydı
şeytanı yaratmaz ve o kadar kudretlerle donatmazdı. Hem şeytanın şer olduğunu
nereden bili yorsun 7”
“Hocam sayısız insan, şeytanın
saptırmasıyla yaradılış maksadının dışına taşıyor ve cehennemlik oluyor. şeytanın varlığını nasıl 'Hayır' diye
anabiliriz?”
“ şeytanın varlığı başkadır,
şeytana uymak başkadır. Bak dışarıda yağmur yağıyor. Yağmur Hayır mıdır Ger
midir?”
“Hayırdır!”
“Nereden biliyorsun?
Bak az sonra öğreneceksin.
gu anda pek çok semti su bastı. Birçok ev sular altında kaldı. Bir yığın insan
yaşamını kaybetti. Mallar telef oldu. Yollar bozuldu, köprüler yıkıldı.
Binlerce insan yağmurdan zarar gördü. Nasıl 'Yağmur Hayırdır, berekettir.'
diyebilirsin?”
“Ama hocam, yağmur olmazsa
susuzluktan kırılırız.”
“Peki şeytan olmasaydı?”
“Daha iyi olmaz mıydı?
Birçok insan şeytanın
kandırmasıyla helak olur, doğru yoldan sapar, sonunda cehennemlik olur. Bundan
daha büyük Ger olur mu?”
"Doğrudur, bundan büyük Ger olmaz. insanın ebedî azap veya
cehennem dediğiniz 'Yaratıcı’nın sevgisinden mahrum bırakılma' cezasına
çarptırılması serlerin en büyüğü. Ancak sayısız insan da var ki, ona hiç
yenilmez. Bunu nasıl izah edeceksin?”
“Bilmiyorum.”
“Bak şimdi, güneş her şeye
hayat verir. Ama bazı şeyler onun ısısıyla çürür, bozulur, kokuşur. Hatta
kararır. Peki bu güneşten midir, yoksa o şeylerin doğasından mıdır?”
“Tabi ki o şeylerin
yapısından kaynaklanır.”
“Eğer şeytan olmasaydı,
insanın doğasında var olan yetenekler ortaya çıkmaz, maddî ve manevî hiçbir gelişme
olmazdı. insan iradesini kötüye kullanıp şeytana mağlup olduğunda, 'Bu şeytan da
niye yaratıldı?
Allah Ger olan bir varlığı
yaratmayı kendi rahmetine nasıl yakıştırabildi?
' diyemez. şerri işlemek özel durumların neticesiyken, bir şeyi
yaratmak onun bütün sonuçlarına bakar. Yani şeytan bir tür analizör. iyilerle kötülerin
birbirinden ayrışmasını sağlar. Mamafih bu düşüncede sen yalnız da değilsin.
Birçok din bilgini bile bu meseleyi anlamadığı için, büyük günahları işleyenlerin
dinden çıktığına karar vermişler ve hata işlemişlerdir. Onlar da tıpkı senin
gibi Allah'ı 'kötü sandıkları fiillerden tenzih etmek için' şerrii yaratmayı
Allah'a layık görmemişlerdir. Ve 'gerri yaratmak serdir.' derler. Oysa şerrii
yaratmak değil, şerrii işlemek serdir. Sonra bir konu daha var. Allah insanı
hiçbir zaman günah işlemesin diye yaratmamıştır. Aksine, 'Siz hiç günah işlemeyen
varlıklar olsaydınız, sizi yok eder yerınıze, bir hata işledığınde pişmanlığını
açığa vurup tövbe yoluna gidenleri yaratırdık.' diyor. Bu da gösteriyor ki, hiç
Ger işlememek mümkün değildir. Hem 'günah' dedığınız şeyi işlememek, bir
devinimsizliktir. , insan ise ancak devinebildiği kadar değer ifade eder. Ve
insan devinimi, tam ve saf bilgi kaynaklı olmadığı için, doğru kadar yanlış
yapmaya da mahkumdur. Zaten insanın günah dedığınız şeyleri yapm am ak gibi bir
lüksü yoktur. Çünkü insanda öyle derin duygu 1 44 lar ve
latifeler var ki, onlar devreye girdiğinde insanin, iradesine hakim olması
imkanı kalmaz ve günah işler. Yani şerrii seçer. Demek ki sorun hiç günah işlememek
veya hiç şerrie bulaşmamak değil, bir günah işledığınde hemen tövbe edip o
davranıştan dolayı Yaratacı'dan özür dilemesidir.”
“Ama hocam, bir öğrenci bile
öğretmeninden işiteceği azar yüzünden, ödevini ihmal etmeden yaptığı halde, bir
insan Yaratacısınin 'yapma' dediği şeyleri yapıp durursa bu ne anlama gelir?
Ondan çekinmedığıni veya ona
inanmadığını gösterir. Bir insan gerçekten inanıyorsa ve O'nun kendisini
cezalandıracağını biliyorsa, nasıl günah işleyebilir?”
“Bu insanın doğasıyla ilgili
bir konudur. insanın mahiyetini ve zaaflarını iyi bilmek gerekir. Çünkü insan,
hazır bir gramlık lezzeti, ilerdeki bir kiloluk lezzete değişecek şekilde
yaratılmış. Bu nedenle hazır bir tokat yemektense ilerde olası sayısız azapları
seçer, insanda yukarıda sözünü ettişim duygular baskın olduğu zaman aklı ve
iradesi devre dışı kalır. Aklın uyarısını dinlemez. Arzu ve vehimleri onu
kontrolüne alarak az ve önemsiz hazır bir lezzeti, ilerde gayet büyük bir ödüle
tercih ettirir. Çaresizlik içindeki bir insanın, hazır 10 lirayı, ileride
alacağı muhtemel 1000 liraya tercih etmesi gibi....
Çünkü arzu ve istekler
geleceğe bakmaz an'a bakar. Dolayısıyla insanda öyle duygular ve arzular vardır
ki onlar bedene hakim oldu mu, akıl ve kalp susar.”
“Öyleyse, büyük günahları işlemek
veya şerrii seçmek, imansızlıktan gelmiyor?”
“Tabi ki....
Duygu ve arzuların beden
üzerinde kontrolü ele geçirmesinden kaynaklanıyor. O yüzden ilahî mesajda günah
işleyenler Giddetli bir şekilde korkutularak öyle bir seçimle karşılaştıklarında
arzularına yenilmemeleri sağlanmaya çalışılıyor." Bu sırada Gönül biraz
konudan sıkılmış olmanın, biraz da , yorgunluğun tesiriyle başını eşinin omzuna
yaslamış uykuya dalmıştı. Bilge, onu hafif bir hareketle uyandırmaya niyetlendi
ancak SinHa'nın işaretiyle bundan vazgeçti: 45 "Bırak
uyusun. şimdi çok güzel bir rüya görüyoı; Az sonra uyanacak ve konumuz değişecek."
Bilge meraklanarak sordu:
“Rüyasında ne gördüğünü biliyor musunuz?”
“Evet çünkü şu anda o rüyayı
seyrediyorum.”
“Nasıl seyrediyorsunuz?”
“şayet net seyrediyorum, bir
film izler gibi.”
“Bu nasıl mümkün oluyor?”
“insan rüya görürken, beyin
yaşanan duyguları görsel olarak depolar. Her görüntünün havada yayılmış olan şekli,
bir enerjidir. Elektrik dalgaları nasıl televizyon cihazına girip yeniden şekillere
bürünürlerse, bu enerj i sinyalleri de öyle. insanın kalbi aynı zamanda muhteşem
bir ekrandır, bir bilinç yansıtıcısıdır ve bir tür hafızadır. Beynin yaydığı
dalgalar orada şekle bürünür. Bu görüntülerin çoğu, insanın gündelik yaşamında tanıdığı
eşyaların formuna girer. Bazıları ise rüya âleminin unsurlarıyla yansır. işte
bu yüzden rüyaları tabir ettirmek zorunda kalırsınız.”
“şimdi ne görüyor?”
“Nasip çarkını izliyor.”
“Nasip çarkı mı?
O da ne?”
“Kader, Yaratıcı’nın olup
bitecek hadiselerle ilgili koyduğu ölçülerdir. Her şey belli ölçülerle olur ve biter.
Her şey matematiksel bir ifadedir. Neyin, kime, ne kadar isabet edeceği
belirlenir. Buna nasip çarkı denir. Her gün, her saat, yaratılmışların
nasipleri dağıtılır ve onlara nasıl ulaşacağı belirlenir.”
“Yani zenginlik, yoksulluk
gibi mi?”
“O da dahil her şey." Onlar
konuşurken Gönül sıçrayarak uyandı. Uyumuş olmasından dolayı utandı:
“Tuhaf!" dedi, "Dalmışım ve üstelik rüya bile
gördüm." Bilge "Ne gördün?”
diye soracaktı ki. Gönül,
SinHa'ya dönerek:
"Hocam nasip nedir?
Kadere inanmamız emrediliyor
ama her şey kaderimiz gereğince gelişiyorsa günah veya sevap işlemekteki
payımız nedir?”
SinHa, Bilge'ye
gülümseyerek, "Bak" dedi "Konu nasıl değişti?”
Bilge:
“Evet efendim, söylemiştiniz." dedi. Gönül, "Nasıl yani?”
diye sordu, şaşkınlıkla.
Bilge:
“Sen dalınca hocam senin rüya görmekte olduğunu söyledi ve uyanınca
senin soracağın soruyla konunun değişeceğini belirtti.”
“Anlamadım. Rüya gördüğümü
nasıl bildi?”
SinHa:
“Beyninin yaydığı dalgalardan senin neler gördüğünü izledim." Gönül'ün
SinHa'ya hayranlığı artmaya başlamıştı.
“Siz rüyaları da mı
görüyorsunuz?”
“ Bu olağanüstü bir beceri
değil. Bir gün siz de geliştireceğınız birtakım aletlerle insanların gördüğü
rüyaları anında izleyebilecek hatta onları kaydedebileceksiniz. Daha da ilerisi
var. Beynınızdeki görüntüleri yeniden ekrana taşıyıp izleme imkanı bile bulacaksınız.
Gözünüz her iki dakikada bir algıladığı şekilleri beyindeki görüntü ve ses arGivine
kaydeder." Bilge, Gönül'ün gördüğü rüyayı merak etmekten SinHa'nın söylediği
son sözleri duymadı bile. Gönül'e döndü:
“Ne gördün?”
“Uçsuz bucaksız bir dönme
dolap vardı. Bütün insanlık onun etrafında toplanmıştı. Herkes dönme dolaptan
kendilerine gelecek bir şeyler bekliyordu. Ben kalabalığın en arkasında
duruyordum. O keşmekeş içinde dönme dolaptan fırlayan bir sepet benim bulunduğum
yöne doğru geldi. Yüzlerce insan sepeti yakalamaya çalıştı. Pek çok el uzandı
ama sepeti yakalamayı başaramadı. Sepet havada süzüldü, süzüldü ve geldi benim
önüme düştü. O anda 'Al onu, o senin nasibin.' diyen bir ses duydum. Merak ve heyecanla
sepeti açtım. Gçinde çok güzel bir kız çocuğu vardı. Üzerine de bir etiket iliştirilmişti:
'Gönül kızı Betül.' Gözlerime inanamıyordum. Sevinçten bir çığlık attım ve
uyandım." SinHa gülümsedi:
“Bak kızım çocuğunun cinsiyetini merak ediyordun. Merakm sona erdi.
Adını bile öğrendin üstelik. Demek ki her şey ezelden belirlenmiş, isimlerınız
bile....
Siz ise, kendi kendınıze
evlendığınızi, çocuklarınıza isim taktığınızı düşünürsünüz.”
“Peki öyle değil mi?
Yani bizim olup bitenlerde
hiç katkımız yok mu?”
“Olmaz olur mu?
Elbette var. Vicdanını iyi
dinlersen, yaptığin veya yapmadığın işlerde senin de iradenin rol oynayıp
oynamadığını kavrarsın.”
“Evet insan bazen öyle düşüncelere
kapılıyor ki, her hareketimiz bizim irademizin sonucuymuş gibi geliyor. Öyle
zamanlar da oluyor ki insan olup bitenlerin hiç birinde gerçek bir role sahip
olmadığına • H inanıyor.”
“işte kader bu." dedi,
SinHa.
“Az önce şerrii yaratmakla işlemek
arasındaki farktan söz etmiştik. gerri yaratmak Yaratıcı’nın işidir. Ama onu
seçmek sizin eyleminizdir.”
“Yani her şeyi yaratan Allah
ama onların içinden doğruyu veya yanlışı seçen biziz, öyle mi?”
“Sayılır.”
“Peki hocam Gönül'ün
sorusunu ben de sorabilir miyim?”
“Hangi soru?”
“Nasip ve kader! Nasip denen
şey nedir?
ğans, uğur veya uğursuzluk
diye bir şey var mı?”
“Bunların her biri ayrı ayrı
kavramlar. Kader başka, nasip başka, şans başkadır. Uğur veya uğursuzluk ise
tamamen başka bir alandır.”
“Peki kaderden başlayabilir
miyiz?”
“Neden hemen kadere geçtin?
Ona ulaşmadan önce, konuşulması
ve anlaşılması gereken en az beş konu, geçilmesi gereken en az beş basamak
var." "Nasıl yani?
Hangi basamakları geçmek
lazım?”
“Yaratacıyı, tam olarak
bildin mi ki, O'na ait halleri kavrayabilesin, ki yaratıcılık onun sadece bir
özelliğidir.”
“Hayır! 'Allah'ı idrak
etmek, O'nu idrak edemeyeceğini idrak etmektir.' demişler." 3 "Ama
yine de insan, aklıyla nasıl bir kudretle karşı karşıya olduğunu kavrar. Tabi
O'nu kavradığım sandıktan sonra da iş bitmez. işin başı Yaratıcı'dır. Mamafih
sonu da O'dur. Ben bu öğretide takip edilmesi gereken silsileden söz ediyorum.
Birinci basamak Yaratıcı'yı, daha doğrusu evreni tasarlayan dehayı tanımaktır.
Ikinci basamak o 'Tasarımcı'nın' Allah olduğunu bilmek ve yasalarına uymaktır.
Üçüncü basamak ise O'nu sevmek ve sevgiyi açığa vurmaktır. Siz buna kulluk
dersiniz. Her şeyin özü ve aslı budur. Yani Allah'ı bilmek, inanmak ve itaat
etmek. Allah, bizzat inananlara, 'Ey iman edenler, Allah'a iman edin.' diye
emrediyor. Gman edenler, zaten inanmış insanlardır. Onları tekrar Allah'a iman
etmeye çağırmanın mantığı nedir?”
“Hocam bu ayet değil mi?
Bugüne kadar hiç dikkatimi
çekmemişti.”
“Evet. Sizin için ayet,
bizim için 'Allah'ın Kelimesi.”
“O zaman ortalıkta iman
ettiğini sanan, ama aslında Allah'a iman etmemiş, bir yığın insan var demek
olmuyor mu bu?”
“Elbette ki öyle. Örfün
getirdiği hazır şablonları kullanmak başkadır, iman edip onu yüreğinde yaşamak
başkadır. Siz hep sanıyorsunuz ama bilmiyorsunuz. Oysa sanıların çoğu yanlış olmaktan
kurtulmaz.”
“Ne demek örfün getirdiği
hazır şablon!”
“Senin baban Müslüman değil
de Hıristiyan olsaydı, şimdi sen o dini öğreniyor olmayacak miydin?”
“Doğru.”
“Öyleyse senin imanında,
inancının pekişmesinde, islam'ı seçmende ve onu kabulünde ciddi bir özel
gayretin yok. înançsızlığın ıstırabını çektin mi ki, inancın ne olduğunu
bilesin. Allah'a ve üstelik doğru Allah'a inanmanın ne olduğunu nasıl
kavrayacaksın?
Hepinizde, özelliklerini
kendinizin belirlediği bir tanrı inancı var. Ama, O'nun kendisini vasfettiği
haliyle Allah'a inanan çok az....
Çünkü elınızdeki bilgiler
sanılardan öteye geçmiyor....
Siz kültürünüzü
atalarınızdan nasıl devralmıisamz, imanınızı ve dininizi de öyle devraldınız.
Din sizin için bir ata yadigarı, bir miras. Yani siz aslında yüreğınızden gelerek
O'na ihtiyaç duymuyorsunuz. Sadece babalarınızdan ve atalarınızdan öyle gördüğünüz
için, inanıyor ve yaşıyor görünüyorsunuz. O yüzden de ilahî Mesaj'a çok sevdığınız
bir şiir kitabı veya kıymetli bir tarihi eser gibi bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz.”
“Peki bu yanlıisa, doğrusu
nasıl olacak?
"Sizin sahabe dedığınız
insanlan iyi incelemeniz gerekir. İmanın ve dinin insanın yaşamındaki önemini o
zaman kavrayabilirsınız. En büyük probleminiz karanlığı tanımadan ışığa sahip
olmanızdır....”
Bir sessizlik oldu. SinHa,
sanki ikisine de duydukları yeni bilgileri akıllarına oturtabilmeleri için süre
tanımıştı. Sonra sözü yine SinHa başlattı:
“O kara derili köleyi hatırlıyor musun?”
“Hangi kara derili köle?”
“Hani şu sesi uzayın en
derin yerlerine kadar ulaşan köle?
Siz ona "ezan okuyan
adam" adını taktınız. Ama biz onu başka bir özelliğiyle biliyoruz. O insan
türünün en dirençli, en samimi bireylerindendi.”
“Anladım, Bilali Habeşi'yi
kastediyorsunuz!”
“Evet o. Ona yapılan işkenceyi
bütün gökyüzü birimleri izledi. Ona yapılan dayanılmaz işkencelere rağmen o hep
"Ehad! E had!" diyordu.
“Allah Tektir!" diye
inliyordu. Yaratıcı kudret hepimizi o sahnelere tanık kıldı.”
“Neden özellikle ona
yapılanlara hepinizi tanık kıldı?”
“insan türünün erdemini ve
kararlılığının gücünü kavrayalım diye.”
“Daha önce de buna benzer
tanıklıklarınız oldu mu?”
“Evet oldu. ibrahim'in
yakılması ve oğlunu kurban etmesi....
Bir de Eyüp'ün çilesi ve Allah'tan
bir kelime olan İsa'nın çarmıha gerilmek istenmesi....
. Gerçi İsa sizin sandığınız gibi çarmıha gerilmedi.”
“Ama birileri çarmıha
gerildi. Kimdi o?”
“Tabi ki birileri çarmıha
gerildi. İsa ise göğe çekildi. Onun dünyevi bedeniyle göğe çekilmesi, biz gök
ahalisini çok hayrete düşürmüştü. Ama bu hal, insanın ne kadar küstah, ne kadar
bağnaz ve doğru sanarak ne kadar derin yanlışlıklara düşebileceğinin de belgesi
oldu. O gün çarmıha gerilen, aslında İsa'yı ve kendisinin de aralarında bulunduğu
havarileri ihbar eden kişiydi. Ama onlar 'İsa'yı çarmıha gerdik.' sanıyorlardı.
Şlk üç olayda Yaratıcı müdahalemizi istedi ama İsa'nın ve Bilal'in yaŞadıklanna
müdahale etmemizi istemedi.
“Neden?”
“insandaki nefreti ve gayba
imanın gücünü kavrayalım diye. Çünkü İsa'ya yapılanlar, meleklerin itirazını
doğrular mahiyetteydi. Bilal'in direnişi ise, geçmişte insanın yaratılıp
muhatap bir varlık olarak görevlendirilmesine karşı oluşan itirazlara yanıt niteliğindeyd
“
“Hangi itirazlara?”
“Diğer dört olayda
muhataplar gayba aşina peygamberlerdi. Ama Bilal, gayba aşina değildi. Fakat
derin bir Allah inancına'ulaşmıştı. Hem de hiçbir şey görmeden....
O yüzden de evrenin
Yaratıcısı onun görüntülerini ve sesini evrenin her noktasına yaydı. Hepimiz
onu izledik ama müdahale etmemize izin verilmedi. O, sonuna kadar yapılan işkencelere
katlandı. Ölümü göze aldı ve kalbindeki Allah inancına gölge düşürmedi. Onun
sırrı neydi biliyor musun?”
“Neydi?”
dedi Gönül, büyük bir
merakla.
“O inançsızlığın doğurduğu
sahipsizliğin karanlığını yüreğinde yaşamıştı. Sonunda gerçeği kavramış ve
sahibini bulmanın hazzma ermişti. Bu derin inançtan dolayı çektiği acılara ve
yapılan işkencelerin Şiddetine rağmen geri adım atmadı." Bilge bütün
doğallığıyla; "Ne muhteşem bir olay! O ne kutlu bir insanmıŞ!....”
dedi.
“Aynı donanım sende de var.
Ama aynı kararlılık yok." Bilge:
“Niçin bende o kararlılık yok?”
diyecekti ki SinHa sözünü
sürdürdü:
“Karına aŞık oldun mu?”
“Evet. Ben onu çok
sevmiştim.”
“Peki şimdi sevmiyor musun?”
SinHa'nin bu sorusu,
Gönül'ün dikkat kesilmesine yetti. Büyük bir merakla yanı başında oturan
kocasının ağzından çıkacak söze kulak kesildi. Çünkü kocası "Onu sevmiştim."
demişti. Acaba şimdi sevmiyor muydu?
Yahut sevgisi mi azalmıştı?
Bilge, bu sözünün eşinin
kalbinde dalgalanmalara neden olduğunu hemen sezdi ve:
“Tabi ki seviyorum!" dedi.
“Peki şimdiki sevginle, ona
kavuşmayı istediğin dönemlerdeki sevgin aynı mı?”
“Elbette şimdi biraz daha
farklı.”
“Neden farkli olduğunu
biliyor musun?”
“Bilmiyorum." demekle
yetindi Bilge. Bu sorgulama Bilge'nin de Gönül'ün de bir parça gerilmesine
neden olmuştu. SinHa iki tarafı da yatıştıracak bir ses tonu ile:
“işte bu, alışmadır. Yani ülfet. Allah'a imanda da en tehlikeli
nokta ülfettir, insanlar mensup oldukları dinî atmosferi hazır bulurlar ve
büyüklerinden gördüklerini taklit ederler. işin özüne inmeyi akıl etmezler.
Tekrarlayıp durdukları eylemleri ibadet zannederler, ibadetlerinde samimidirler
ama bunu, yüreklerindeki imanın bir gereği olmaktan çok, öyle alıştırıldıklan
için yaparlar. Bugünkü islam yurtlarının durumu da bunu göstermektedir. Çünkü
onlar, Allah'ın varlığı meselesini hazır bir postüla olarak benimserler ve
tekrarlayıp dururlar. Oysa Allah'a iman etmekle bir tanrının varlığını bilmek
birbirinden çok farklı şeylerdir." Bilge sordu:
“Hocam bunu çok tekrar ediyorsunuz. Neden?”
“Çünkü sistemin en temelinde
bu gerçek yatmaktadır. Bütün hurafeler, hak olan dinden bütün sapmalar, bu iki
hususun birbiriyle karıştırılmasından kaynaklanır.”
“Bu nasıl olabilir?”
“Allah'a 'gerçekten inanan
bir insan' başkalarına olabildığınce hoşgörülü olduğu halde, kendi nefsine karşı
tavizsizdir. Tanrı hakkında 'sadece bilgi sahibi' olanlar ise toleransı kendi
nefislerine, taassubu ve cehalet ateşini başkalarına yönlendirirler. Kendi yanlışlarına
dinî bir mazeret bulurlar ama başkalarının hatalarını, ellerindeki bilgi şablonuyla
hemen mahkum ederler. Oysa gerçek bir mümin başkasında bir kusur gördüğü zaman,
onu uyarır ama Allah'ın sonsuz rahmet sahibi olduğuna inandığı için mahkum
etmez. Allah'ın Son Elçisi'nin yaşamını incelediğinizde, bağışlayıcılığinın,
cezalandırıcılığindan daha önde olduğunu görürsünüz. Oysa sıradan bir din
bilgininin, daha çok 'cezalandırdığına' tanık olursunuz.”
“Bu, imanın gerçek veya
taklidi olmasından mı kaynaklanıyor;
Denilebilir. Daha çok sanmak ve inanmak farkından kaynaklanır. 'Yaratılanı
hoş gördük yaratandan ötürü' diyen, olayın farkındadır. Her günah işleyeni
cehenneme gönderen ise 'sanmak'tadır; Hak'tan Hakikat'ten habersizdir." MUHSiN
"Sen iktiran nedir bilir misin?”
“Bilmiyorum, nedir iktiran?”
“Yakınlık demektir. Bazen
doğru ile yanlış birbirine oldukça yakın biçimlerde görünürler. Benzer
elbiseler giyerler. O zaman ikisini birbirinden ayırmak zorlaşır. işte Allah'ı
bilmekle, Allah'a iman etmek böyledir?
ikisini aynı elbiseler
içinde göre göre aralarında bir fark yok zannedersiniz. Kaba taslak bilgiler,
alışmayı beraberinde getirir. Ama inancın sanıya ve alışkanlığa tahammülü
yoktur. Alışkanlık tekdüzeliktir ama iman sürekli tazelenmektir....”
“Hocam anlayamadım, biraz
açar mısınız?”
“Yarın güneş doğar mı?”
“Doğar.”
“Ama doğmayabilir de.”
“O da bir olasılık.”
“Fakat o hep doğduğu için,
kimsenin yarın güneşin doğup doğmayacağı konusunda bir kaygısı yok. güneş ise
görevini kusursuz yapar ve her zaman tam saatinde doğar. O yüzden de bu muazzam
hadiseye kimse kafa yormaz. Dolayısıyla bunun ne büyük bir nimet olduğunu da düşünmez.
Çünkü güneşin her gün doğmasına alışmışlardır.”
“Yani?”
“Yani, elbette karını
seviyorsun. Ama bu sevgi, başlangıçtaki gibi yoğun ve ıstırap verici değil.
Çünkü sen ona kavuşmuisun. O nimet elinde. O yüzden de kıymetini yeterince
bilemezsin. Allah'a iman da böyledir. Allah'ın varlığını bilmek, O'nu daima
içinde yaşatmaktan farklı bir şeydir. Herkes bir yaratıcının varlığını bilir
ama bu bilgi, herkesi her zaman aynı oranda etkilemez. Halbuki insan doğası
O'nsuzluğa ancak dört dakika dayanabilir ve ölür.”
“Yani Allah'a inanmayan
insan yaşayamaz mı?”
“Öyle de denilebilir. şimdi
bir insan nefes almadan kaç dakika yaşayabilir.”
“Dört dakika.”
“Gördün mü. Demek insan organizması
Allahsızlığa' en fazla dört dakika dayanabilir. Çünkü nefes alıp verirken
çıkardığınız ses Allah'ın adıdır. Yani 'Hu'....
O 'Size kendi ruhumdan
üfledim.' buyuruyor. Sizin alıp verdığınız nefesler de o üflemenin sizde açığa çıkmasından
ibarettir.”
“Nefes alıp verirken Allah'ı
mı anıyoruz?”
“Elbette nefes tek başına
Yaratıcı’nın en yalın adıdır. Hiçbir canlı nefes almadan yaşayamaz ve nefes
Yaratıcı’nın adıdır." Gönül iyice meraklanmıştı:
“Nasıl yani?
Biz nefes alırken Allah'ı mı
anıyoruz?”
SinHa:
“Elbette.”
“Peki öyleyse Allah'ı dil
ile anmanın anlamı ne oluyor?”
“Bilge, seninle evli olması
nedeniyle her gün bu eve gelip, ömrünün büyük bir kısmını seninle birlikte
geçiriyor mu?”
“Evet.”
“Peki bu seninle ilgileniyor
olmaya yeter mi?”
“Hayır elbette başka şeyler
de beklerim. Örneğin beni gerçekten sevip sevmediğini zaman zaman merak
ediyorum. Eğer onun beni hâlâ eskisi kadar sevmedığıni hissedersem, bundan
büyük rahatsızlık duyarım. Ondan her şeyi benimle paylaşmasını isterim.”
“Ya gördün mü?
ğunu unutma ki güzel kızım,
en kıskanç Allah'tır. O yüzden de kendisine ait şeylerin başkalarına isnat
edilmesine, kendisine yönelmek üzere yarattığı sevginin başka varlıklara
yönlendirilmesine; yani şirk koşulmasına asla tahammül edemez. Kulunun sevgisini
kimseyle paylaşamaz. Elbette kulunun kendisine mahkum olduğunu bilir. Ama O,
kulun, O'nu bu mahkumiyetten dolayı değil, kendi arzusuyla sevmesini bekler.
Senin kalbin, O'nun sevgisinin küçük bir aynasıdır. Sen nasıl, kocanın kalbinde
senden başka kadınların varlığına tahammül edemezsen, Tanrı da kulunun kalbinde
kendisinin yerini alacak sevgilere tahammül edemez. Senin sevgin de dahil.”
“O zaman bizim işimiz çok
zor.”
“Hayır o kadar da zor değil.
Sen kocanı Allah için seversen, kocan da seni Yaratıcı’nın bir armağanı olarak
severse sorun kalmaz. Kocanın bu eve her gün gelmesi, evliliğinin bir
zorunluluğudur. Ama seni sevmesi ve herkesten önde tutması iradesiyle ilgili
bir sorundur. Nefes, kulun Tanrı'yı iradesi dışında anmasıdır. Yaratıcı ise
iradeli bir ilgi ister. işte imana davet, kişinin iradeli hareketlerinde de
Rabbin rizasını gözetmeye çağrıdır.”
“Hocam ben size nasibi sormuştum.
Siz Allah'ı sevmeyi anlattınız. Bunun ilgisi ne?
"imanın şartı kaçtır.”
“Altı.”
“Sayabilir misin onları?”
“Ahiret gününe iman, Allah'a
iman, peygamberlere iman....”
SinHa, Gönül'ün sözünü kesti:
“Doğru ama sırayı takip etmiyorsun”
“Nasıl yani?”
“Allah'a iman her şeyin
ilkidir. Önce O'na inanmak gerekir. O yoksa, ahiretin ne anlamı var,
peygamberin ne anlamı var?”
“Doğru.”
“şimdi tekrar ve doğru
olarak say!”
“Allah'a iman, meleklere
iman, kitaplara iman, peygamberlere iman, ahiret gününe iman, ve kadere yani
hayrın ve şerriin Allah tarafından yaratıldığına iman." 1 56 I "işte şimdi
işi doğrulttun. Peki, kadere iman kaçincı sırada yer aldı.”
“Altıncı sırada.”
“Öyleyse sen neden birinci,
ikinci ve üçüncü sırayı atlayarak en sona geçiyor ve sıralamaya oradan başlıyorsun?”
“insanın en çok kafasını karıştıran
kaderdir de ondan.”
“Hayır kızım, kaderin
insanin kafasını kariştıracak bir tarafı yok. Kafanızın karışması, ilk beş
basamaktaki incelikleri gereği kadar bilememenizden; bilgilerınızin birtakım sanmalardan
ibaret kalmasından kaynaklanıyor. Sen ilk beş basamağı hakkıyla kavra san,
kaderle ilgili bir problemin de kalmaz.”
“Ama biz onlara iman
ediyoruz.”
“Bak kızım! Az önce Allah'ı
bilmenin, O'na iman etmekten farklı olduğunu söyledim. Elbette herkes bir
yaratıcının varlığını bilir Ama onunla sürekli yaşamaz. Kimisi tanrısını sadece
darda anar ve ondan yardım bekler. Kiminiz onu, hazineci başı gibi görüyorsunuz.
Kiminiz onu aile doktorunuz gibi görüyorsunuz, kiminiz ise çöpçatan." Bilge,
duydukları karşısında şaşırmıştı. Kendi kendine "Tövbe ya Rabbi!"
dedi.
“Tabi ki tövbe etmeniz
gereken çok şey var." dedi SinHa. Bilge:
“Yani böyle şeyleri Allah'tan isteyemez miyiz?”
“Elbette ki istersiniz. Ama
öncelikle O'nun, seni yaratan olduğunu ve her an ve her şeyde, hep ve yalnız
O'na muhtaç olduğunu bilmelisin ki, sonra ondan bunlari isteyesin. Sen onu
normal şartlarda hiç anma ama bir sıkıntıya düşünce 'Haaa Allah vardi, bir de ona
derdimi söyleyeyim de.' Bu hal buna benziyor. Oysa O, her saatınızi O'nun
sevgisi ve ışığı ile geçirmenizi bekliyor. Demek ki Allah'a iman başka, O'nun
varlığını bilmek başka....”
“Sen hiç Allah'ı, Gönül
kızına aşık olduğun dönemlerdeki gibi sevebildin mi?”
Bilge iyice burkuldu,
içinden "Hayır" dedi. Gerçekten de insanların Allah'ı sevmeyi hep erteledığıni
kavradı. SinHa:
“Eğer sen, Yaratıcı'yı iki dakikalık bir süre için, aşık olduğun bir
kız kadar sevebilsen ve O'na kavuşmayı arzulayabilsen, sana gaybin kapılan
açılırdı. Demek ki Allah'a iman etmek o kadar da basit değil. Bir Yaratıcı’nın,
daha doğrusu şu gördüğümüz evrenin bir tasarımcısının olması gerektiğini
bilmekle, O'na iman etmek arasında sizin anlayamayacağınız kadar büyük bir fark
vardır O'nun varlığını herkes bilir ama O'na iman eden çok azdır. Önce doğru
Allah'a, yani O'nun kendisini tarif ettiği şekilde iman etmek gerekiyor" Bilge:
“Ben hakkıyla O'na inandığımı sanıyordum.”
“Hayır sen iman ile ilgili
çok bilgiye sahipsin. Dini bilgilerde ve varlık konusunda çok bilgiye sahip
olmak, tam bir imanın delili sayılmaz. Nice din bilginleri vardır ki imanları
sıradan müminlerin imanı kadar bile değildir. Bak eşin senden çok daha az bilgiye
sahiptir ama o inanç konusunda senden önde görünüyor. Senin kalbin üzerindeki karanlık
bölgeler, onunkine oranla daha fazla. Bu karanlık bölgeleri bilgisayar disketlerinde
oluşan bazi secture'ler yani bozuk birimler gibi algılayabilirsin. Bu da gösteriyor
ki eşin muhsin bir doğaya sahip!" Gönül:
“Hocam muhsin ne demek?”
“Muhsin, gözleriyle görüyormuşçasına
Allah'a inanandır Yani O'na yöneldiğinde, Allah'ın gerçekten seninle beraber
olduğunu ve seni duyduğunu yüreğinde tam olarak hissetmendir." Gönül:
“Hocam insan başka nasıl olabilir ki?
Yani varlığına inanmadığı,
kendisini duyduğunu bilmediği bir varlığa nasıl yalvarabilir ve nasıl ondan bir
şey isteyebilir ki insan?
..”
“şartlanma ile!”
“Nasıl yani?”
“Düşün ki, bir insan
küçüklüğünden itibaren bir olayı annesinden, babasından ve çevresindekilerden
görerek öğreniyor. insanların, üstesinden gelemedikleri olaylar ve sıkıntılar
karşısında ellerini açıp yalvardıklarıni izliyor. Bu durum zaman içinde o
insanda doğal bir refleks oluşturur ve o da benzer durumlarda aynı işi mekanik
olarak yapar. Örneğin dua eder ama o anda yalvardığı Kudret'in onu gördüğünden
veya talebini karşılayacağından tam emin değildir. Muhsin yaradılıştaki bir
insan ise en basit bir arzusu için bile Yaratıcı'ya yöneldiğinde O'nun
kendisini gerçekten gördüğünü bilir ve istedığınin verileceğine inanır. Çünkü
o, yalvardığı Rabbi'nin onun istedığıni verebilecek kudrete sahip olduğunun
bilincindedir." Bilge içine düştüğü duruma üzüldü. Oysa o kendisini
karısindan daha dindar ve Allah'a daha yakın biliyordu. Bir ümitsizliğe düştü.
SinHa, onun kalbindeki dalgalanmayı gördü:
“Sakın bu konuda ümitsizliğe düşme. Çünkü, şeytanın insandan
koparabileceği en büyük taviz, ümitsizliktir. Ümitsizlik mümin için şirk
sayılır. Allah olmazları bile olduracak kudrettedir, insan bu konuda
ümitsizliğe düştü mü arkasından daha büyük tehlikeler gelir." dedi. Bilge,
silkelenir gibi olmuştu:
“Ne gibi tehlikeler?”
“iyi bir mümin olamayacağına
inanan insan, kulluk vazifesini boşlar. 'Ben zaten adam olamam, ben bu şeyleri
beceremiyorum.' diye diye, üretebileceği olumlu enerjileri de üretmekten
vazgeçer ve sonunda kalbinin tamamen kapatılmasına neden olur. Kalbi bütün
âleme yayılmakta olan ilahî mesajları alamayacak hale gelir. Bu ise yeryüzünde bir
insanın düşebileceği en kötü, en şerli haldir, ikinci bir konu. insan yüzüne
karşı yapılan eleştirilere en az arkasından yapılan övgüler kadar sevinmedikçe,
inancı olgunluğa ulaşmış olmaz. Sen henüz eşinin bile bir konuda senden üstün
olmasına tahammül edemiyorsun. Edineceğin bütün pozitif değerlerin en
kıymetlisi, nefsinin ateşini söndürebilmendir....
Senden daha olgun, saf
bilgiye senden daha çok vakıf, olgun, pozitif değer üreten insanlar var. Onlar gibi
olamadığına yanmalı ve kendini olgunlaştırmalısın. Yüreğindeki inancı pozitif
değerler üreterek güçlendirebiliyor musun?
Asıl önemli olan bu!" Bilge
içindeki dalgalanmadan utandı. Hiçbir şey yokmuş gibi yumuşak bir ifade takındı
ve:
“Peki hocam iman eksilir çoğalır mı?”
diye sordu.
“Bu, kast ettiğin şeye göre
değişir. Eğer imanı, mahiyeti itibarıyla soruyorsan değişmez derim. Çünkü iman
bir cevherdir ve basittir. Azı da imandır çoğu da imandır. Ya vardır ya yoktur.
Ve o evrenin dilidir.”
“Bunu bir örnekle
anlatabilir mısınız?”
“Örneğin bir bilgisayarda
her şey Binary kodlarıyla anlatılmıştır.
“Sıfır" YOK'u,
"Bir" VAR'ı temsil eder. Her şey 'akım var', 'akım yok' komutlarıyla
ortaya çıkar.”
“Hocam biraz daha açar
mısınız?”
“Elektriğin özelliklerini
bilir misin?”
“Az çok.”
“Üç buçuk voltluk bir
elektrik de cereyandır, bin beş yüz voltluk bir elektrik de. Dolayısıyla yapısı
itibarıyla iman var veya yoktur denilebilir ama az veya çok denilemez.”
“Ama biz bazı insanlar için
'onun imanı güçlü' deriz, bu teşhis yanlış mı oluyor?”
“Sizin elektrik dedığınız
enerji kendisini iki kanunla açığa vurur. Volt ve amper. Biri gücünü, diğeri
Giddetini belirler. Elektrikte ışığı ve harareti açığa çıkaran, amperidir Gmanı
da amperi yüksek, amperi düşük olarak belirleyebiliriz. Yüksek bir imana sahip dediğiniz
insanda iman o kişiyi, inandığı doğrultuda eyleme sevk eder. Ama amper düşükse,
eyleme yönelme yeterince güçlü olmaz.”
“Demek ki, inandığını
söylediği halde farzlarda tembellik gösterenlerin problemi de bu.”
“Sayılır. O yüzden sizin
'imam' dedığınız büyük fakihler, namaz kılmayanı inançsız saymamışlardır.”
“Peki imanın, bu yönüyle
güçlendirilmesi mümkün mü?”
“Tabi ki mümkün. Zaten bütün
sorun bu. Ve bu yüzden peygamberler seçilmiş ve onlara kitaplar gönderilmiş. insan
ameli salih denilen yararlı işleri, devamlı surette işleyerek kalbindeki
karanlıkları yani 'bad secture' olarak adlandırdığım bozuk hücreleri onarır. Ve
böylece inancının gücünü arttırır. Huzurun da, güvenin de, başarının da,
sevginin de, hoşgörünün de, mutluluğun da, doygunluğun da temeli inançtır ve kalbin
bu bozuk hücrelerden temizlenmesidir. Allah'a iman olmadan, bilgi irfana, söz
anlayışa, fiil ibadete dönüşmez; yani ölüm ötesi için zorunlu olan pozitif
enerji üretimi gerçekleşmez. Her eyleminde Yaratıcı’nın sonsuz kuşatıcılığını
ve evreni içine alan sevgisi düşünülmedikçe o enerji açığa çıkmaz. Sağlam inanç
olmadan da bunları sağlamak imkansızdır. Çünkü akım yoksa görüntü de yoktur....
Demek ki iŞin temeli birinci
basamak. Yani Allah'a iman."
İRADE VE NEFİS
SinHa, kendisini ŞaŞkınlık ve hayranlıkla izleyen iki insanın
kafasındaki soru işaretlerinin yok olması için konuşmasını örneklerle
zenginleştirerek sürdürdü:
“şimdi var sayalım ki, Allah'a hakkıyla inandın ve onun varlığını
yüreğinde hep taşıdın. Yine de kaderi anlamada güçlük çekersin.”
“Neden?”
“Çünkü bir de nefsınız ve
ondan doğan dürtülerınız var. Yani hareket ve eylemlerınızin temeli olan
dürtüler. Dürtüler iki kaynaktan beslenir. O kaynaklar sizce ne olabilir?”
“Birincisi nefis ve şeytan,
İkincisi Rahman ve melek olabilir. Bunların ilki şerrii ve kötülüğü ikincisi de
hayrı ve iyiliği üretirler çünkü.”
“Sizin açınızdan öyle de
denilebilir. Çünkü eylemlerınızin kaynağı, meyillerınız yani dürtülerınızdir.
Dürtülerınız ise nefsınızden doğar gibi görünür. Ancak o dürtülerin doğmasında
Rahman'in, meleklerin ve şeytanların rolü var. işte bu noktada meleklere ve
tabi şeytanlara iman devreye girer. Çünkü şeytan da ateşten yaratılmış olmakla
birlikte yaradılış itibarıyla melek formatindadır." şeytan cin taifesinden değil mi?
Tür olarak cinler sınıfına
girer ama yaradılışları itibarıyla cinlerden daha üstün, daha güçlü
varlıklardır. Cinlerin sudan, ateşten ve havadan yaratılmış türleri vardır
fakat şeytanlar nar denilen ateşin karanlığından var edilmişlerdir. Sızma ve
etkileme kabiliyetleri cinlerle kıyaslanmayacak kadar yüksektir. Cinleri dua ve
ted bir ile kendinizden uzak tutabilirsiniz. Ama şeytandan ancak Allah'ı
sığınarak kurtulabilirsiniz....
"Peki Hocam bunlar
nefsimizi nasıl etkiliyorlar?
Nefsin mahiyetini
açıklayabilir mısınız?
Meyillerimizin kaynağı
konusunda aydınlanmak istiyorum.”
“Yine basamak atlıyorsun.
Onu kader konusuna ulaştığımızda zaten anlatacağız. Önce sabırli ol ve sırayı
takip et. ilkokulu bitirmemiş birini ortaokula, ortaokulu bitirmemiş birini de
liseye almazlar ve tabi böyle birinin üniversiteye girmesinden hiç söz edemeyiz.
Üniversite sıralarında işlenmesi gereken bir konuyu getirip ilkokul çocuğuna anlatırsan,
hata yaparsın. şimdilik onun varlığını bil ve sırasını bekle. Çünkü şimdi sıra
melekleri kavramada. Yani ikinci sırada melekleri anlaman ve meleğin ne anlama
geldiğini bilmen gerekir." SinHa bunları anlatırken, Gönül'ün canı sigara
ve kahve içmek istemişti. Ancak saygısızlık olur diye yanlarında sigara içmeyi
göze alamadı. Kalkıp başka yerde içmeyi düşündü ama bu kez de anlatılanları
önemsemiyor görünmekten korktuğu için yerinden kımıldayamadı. Ancak akh
sigarada olduğu için de bir türlü dikkatini anlatılanlara yoğunlaştıramıyordu.
SinHa, sözünü keserek, Gönül'e döndü ve ona hitaben:
“Benimle bir arada iken kendinizi sıkıntıya sokmayın. Kalk ve
canının istediği şeyi yap. Ancak yapmak istedığın sana da, içindekine de zarar
verecek bir şey. Benden sakınarak bunu yapmaman yanlış. Bunu sana ve bebeğine
zarar vereceği için yapmamalısın. Çünkü sigara duyularmızin üstünü ince bir zar
gibi kaplar ve onlardan yeterince yararlanmanızı önler. Bize gelince....
Bizim bir şeyler içmek veya
yemek gibi bir derdimiz yok. Biz zikirle, Allah'ı teşbih etmekle besleniriz. Bizim
enerji kaynağımız da o. Ama siz yemek içmek zorundasınız." dedi. Bilge,
SinHa'nin bu izahına anlam verememişti. Oysa Gönül, bu sözlerin söylenmesinin nedenini
iyi biliyordu. SinHa, Gönül'e "Gçmek istediğinden Bilge'ye de getir. Çünkü
ona şimdiye kadar sorduklarımdan daha çetin bir soru soracağım. Önce biraz rahatlasın."
dedi. Bilge:
“Gönül bana neyi getirecek?”
diye sordu. Gönül atıldı:
“Canım! Ben içimden kahve ve sigara içmeyi geçiriyordum. Bu arzu,
benim sizi dinlememi önlüyordu.Kafam onunla meşguldü. Hocamız aklımdan
geçenleri söyledi ve bana izin verdi." dedi. Sonra Gönül kalkıp mutfağa
geçti. iki dakika sonra elinde sigara ve bir tepsi içine yerleştirdiği iki fincan
kahve ve iki su bardağı ile salona girdi. Bilge:
“Haaa! Hocam belki sırası değil ama şu sigara konusunu da biraz
açabilir mısınız?
Sigara helal mi haram mı?”
“Helal ve haram kavramları
sizin içindir. Biz negatif ve pozitif olarak değerlendiririz. Ama ille de sizin
anlayacağınız kavramları istiyorsanız söyleyeyim. Bir şeyin haram veya helal
olmasını ancak Yaratıcı tayin eder. Onu kendi hikmetine göre yapar. Bazı şeriatlarda
helal kıldığını bir başka şeriatta haram kılar. Bu, O'nun bileceği şeydir.”
“Hocam haramlar her şeriatta
aynı değil mi?”
“Üç aşağı beş yukarı
aynıdır. Temel haramlar değişmez. Ancak örneğin İsa'ya şarap içmek helal kılındı.
Ama ondan önceki peygamberlere de son peygamber olan Hz. Muhammed salla'llâhu
aleyhi ve sellem'e de yasaktı.”
“Neden böyle?”
“Yedığınız içtiğınız
nesneler sizin doğanızı, huyunuzu ve karakterinizi oluşturur. Bu ise
milletlerin birbirinden farklılaşmasını sağlar. Sizin tabiatınız ise bilginin
sizde nasıl açığa çıkacağını belirler. Çok et yiyen insanlar saldırgan, katı
kalpli ve bencil olurlar. Hiç et yemeyen insanlar pasif, durağan ve özverili
olurlar. garap insanın vücudunu hararetlendirir. Beynini rehavete sevk eder,
uyku hali verir. Soğuk iklimde yaşayanlar için bunun bir kısım faydaları vardır
ama sıcak iklimlerde bu tamamen ters etki yapar. Dolayısıyla yediğiniz
içtiğiniz şeyler, sizin yaşam tarzinizi belirliyor. Bu açidan ne yiyip
içtiğinize dikkat etmeniz gerekir. Bakin helal dairesi geniştir. Ama helal olan
her şeyi yemek zorunda değilsiniz. O yüzden de size gelen mesajda 'Helal
kildiklarimizdan da ancak temiz olanlarini yiyin.' denilir." Bilge:
“Ben hâlâ sigaranin haram mi helal mi olduğunu anlayamadım."
dedi.
“Size gelen mesajda ve onu
en iyi anlayan Son Elçi'nin sözlerinde bunu açık açık yasaklayan ifadeler var
mı?”
“Bildiğim kadarıyla yok.”
“Peki ona nasıl haram diyeceksınız?”
“Ama sigaranın sağlığa
zararlı olduğu biliniyor.”
“Sağlığınıza, bile bile zarar
vermeniz helal mi?”
“Hayır. Bir ayette
'Kendınızi ellerınızle tehlikeye atmayın.' deniliyor.
“Öyleyse hükmünü buldun.
Kararını sen vereceksin.”
“Bir boyut daha var."
dedi SinHa.
“Cennet dediğiniz boyutta
hiçbir can sıkıcı söze, kirliliğe ve pis kokuya yer yoktur. Sigaranın temiz bir
yapıya sahip olduğunu söyleyebilir mısınız?”
“Hayır.”
“Demek ki, sigara kokusuyla
cennete girme olanağınız yok. Önce o kokudan temizlenmeniz gerekir. Bunu burada
yapamazsanız ölümün öbür tarafında zorlu bir ameliyeden geçirilirsiniz. Bu
kokuyu giderecek tek şey de maalesef ateştir....
Sigara haramdır veya
helaldir diyemeyeceşim ama cennete girmeyecek kokular ve maddeler sıralamasında
üçüncü grubun dördüncü sırasında yer aldığım biliyorum. Kararı siz vereceksiniz....
Benim size şu haramdır, şu
helaldir deme hakkım yok. O görev elçilere verildi. Ben size ancak haramın
neden haram, helalin neden helal olduğunu anlamanıza yarayacak doğru bilgiyi
aktarmakla mükellefim. Yapıp yapmamak size aittir." Gönül, bu sözleri
duyar duymaz, sadece birkaç nefes aldığı sigarasını söndürdü ve "Ben artık
bunu içmeyeceşim." dedi. SinHa:
“Bu hemen ve kolayca verilecek bir karar değil. ğu anda içinde
bulunduğun ruhi durum da böyle kesin bir karar vermeye uygun değil. Aldığın kararı
sonradan bozmaktansa ani karar vermemek daha doğru bir yol. Verdiğin karan
mutlaka uygulamalısın." SinHa, Gönül'ün tebessümü üzerine Bilge'ye döndü:
“şimdi sana çetin bir soru soracağım. Hazır mısın?”
“Estağfirullah hocam, ben
öğrenmeye çalışıyorum, bilmek haddim değil.”
“Allah, evrendeki bütün
hareket ve faaliyetleri meleklerle sevk ve idare ettiği halde, ilahlığı ve
kudreti hususunda ortaklığı reddeder. Böyleyken gönderdiği ilahî Mesaj'da sık
sık 'Biz' ifadesini kullanıyor. 'Biz', 'Biz', 'Biz' dediği halde sen onu nasıl
'Bir'leyebileceksin?
Tevhide nasıl ulaşacaksın?
Hem O kendisini,
'Yaratıcılann en güzeli Allah'in şanı ne yücedir.' diye açığa vurduğu halde,
sen O'ndan başka yaratıcı olmadığını nasıl bileceksin?”
“Hocam ben bu sorulara yanıt
veremediğim gibi, kafamı asıl karıştıran meselelerin başını bunların çektiğini
de itiraf etmeliyim.”
“Öyleyse biraz dinlenme
zamanı geldi. Gerçi bu, sizin için geçerli bir gereksinim. Bizim için yorulmak
veya dinlenmek diye bir sorun yoktur. Çünkü bizim formumuz sabit. Eksilmez,
azalmaz. Sizinki ise sürekli değişen dengelerle halden hale geçer.”
“Niçin sizin vücut formunuz
sabit, bizimki değişken?”
“Biz evrime tabi tutulmamış
varlıklarız. Yaratılış formumuz ne ise öyle devam ederiz. Daha alt formlara indirgenmemiz,
bazı istisnalar haricinde mümkün olmadığı gibi üst boyuta çıkmamız da mümkün
değil. Tabi ki Sonsuzluk Efendisi'nin isteği başka. Sizin için durum farklı.
Kendi formunuzun altına düşmeniz de mümkün, en üst mertebelere varmanız da. O
yüzden hep oluşum halindesiniz. Mükemmele varma süreciniz devam ediyor. Sizin
bedeniniz, alt yapı unsurlarının üst formlara yükselmesi için bir atölye hükmündedir.
Topraktan yükselen unsurlar, çeşitli yollarla sizin bedeninize girerek bir üst
bilinç boyutuna geçerler ve böylece Sonsuzluk formuna doğru bir adım daha atmış
olurlar.”
“Biz yanılırız, değişiriz,
hayret ederiz. Sizde yapısal bir değişme olmadığını biliyoruz. Peki hayret ve
yanılma olur mu?”
“Evet yapısal değişme olmaz,
tabiatımız sabit. Yanılma olmaz. Çünkü bize saf bilgi verilir ve biz onu tatbik
ederiz, kendimizden bir şey katmayız. Hayret konusuna gelince....
Elbette biz de hayret ederiz,
hayrete düşeriz.”
“Bu nasıl olur?”
“Bizdeki bilgi saf bilgi
olmasına rağmen eksiktir. Bize bilginin tamamı verilmiş değildir. Biz de
Yaratıcı’nın birçok hallerine hayret ederiz. Çünkü ona dair bilgi bize verilmemiştir.
Bilmediğimiz için de Yaratıcı’nın o işine hayret ederiz. Hatırla, melekler, 'kan
dökücü ve bozguncu' olduğunu bildikleri Adem'in, yeryüzüne halife olarak tayin edilmesine
hayret etmişler ve Yaratıcı'ya 'Biz seni teşbih ve tenzih ederken, böyle bir mahluku
nasıl halife tayin edersin?
' diye sormuilardı. O da, cevaben 'Ben sizin bilmediklerınızi de
bilirim.' demişti. Çünkü melekler Yaratıcı’nın bütün bilgelerine sahip
olmadıklarını biliyorlardı. Ve yine biliyorlardı ki O, ancak hikmetinin
gerektiği gibi hareket eder. O yüzden Adem'e yani sizlere hizmet etmeye boyun
eğdiler.”
“Yani sizin hayretiniz bir
tek Allah'ın fiilleri konusunda olur, öyle mi?
Varlıkların yaptıklarından
hayrete düşmezsınız.”
“Yaratıcı’nın eylemlerinde
hayrete düşmeyiz. Ama bazen değerlendirmesinde hayrete düşeriz. Varlıklar
konusunda da bir kez hayrete düştük.”
“Nedir o?”
Son elçinin uzay yolculuğu....
"Hz. Muhammed uzay
yolculuğu mu yaptı?”
diye sorunca Gönül:
“Peygamberimiz Mirac'a çıkmadı mı?
O bir tür uzay
yolculuğudur." dedi. SinHa:
“Tebrik ediyorum kızım. Sen fakih bir insansın." dedi. Bilge:
“Fakih insan ne demek?”
SinHa:
“Olayları doğru kavrayıp, onlardan kendisine bir anlayış çıkaran
demektir....”
Bilge:
“Peki Hocam Mirac'a niçin hayret ettınız?”
“O Elçi, çok unsurlu
olmasına rağmen, hiçbir yaratığın varamayacağı yerlere vardı. Bizim türdeki
varlıkların varlığını asla koruyamayacağı manyetik alanlara girdi ve orada O'nunla
mükâleme etti. Bizim tabiatımızı aşan bu hadisenin, topraksı bir varlık tarafından
gerçekleştirilmesi bütün gök ehlini hayrete düşürdü. O zaman, melekler, insanın
kendilerinden gerçekten yüksek olduğuna kanaat getirdiler....”
“ilginç!" dedi. Bilge.
“Bize de O'nun parmağının işaretiyle
Ay'ı parçalaması ilginç gelir. Ama biz bugün bunun olabilirliğini teknik olarak
da kabul edecek durumdayız. Yani böyle bir şeyin olmasını n imkan dahilinde
olduğunu bilim olarak da kabul ediyoruz." Bilge tekrar başa döndü. insanın
olgunlaşma sürecini ve bunun nereye kadar devam edeceğini merak ediyordu:
“Peki hocam, insanda olgunlaşma ve mükemmelleşme süreci ne zaman başlar
ve ne zaman biter?”
“Tabi ki ana rahmine düşmekle
başlar ve nihayete kadar sürer.”
“Nihayet dediğiniz ne?
'' "Fena bulmak.”
“Fenafillah mı yani?”
“Buradaki deyimle
evet."
"Yani öldükten sonra da gelişmemiz devam ediyor, öyle mi?”
“Tekamül demesek bile evet
ondan sonra da bir gelişim söz konusudur. Peygambere niçin salat ve selam okuyorsunuz?”
“inan hocam o mesele
gerçekten kafamı kurcalayan bir konu. Biz daha çok bunu, O'nun şefaatine ulaşmayı
umarak yaparız.”
“Elbette ki o da var ama
nedeni sadece o değil.”
“Peki ya ne?”
“Bugün bu kadar yeter. Artık
veda zamanıdır. Bak eşin çoktan uykuya vardı bile. Gözleri açık ama içi uyuyor.
Selam!”
“Selam!" SinHa aniden
yok oldu. Gönül, bu elektrik boşalmasından etkilenerek uyandı.
“Özür dilerim uyumuşum."
diyecekti ama SinHa'nın olmadığını fark etti. Bir süre sessizlik içinde etrafa
bakmdılar. ikisi de ne diyeceğini bilemiyordu. Gönül alışkın bir eda ile:
“Hadi uyuyalım." dedi. Bilge, namaz kılmak istedığıni söyledi.
Gönül hayret etti. Çünkü eşi dindardı ama namaz konusunda fazla bir duyarlılığı
yoktu:
“Hadi gel uyuyalım. Yarın başlarsın. Birlikte başlarız ve bir daha
da bırakmak yok....”
Bilge, "Hayır"
dedi, "Hemen şimdi başlayacağım ve bir daha da bırakmayacağım." Gönül,
yaşamlarında yeni bir devrenin başlamakta olduğunun farkındaydı. Bu yüzden de
biraz tedirgindi. Yoğun bir dinî yaşamı çevreleri taşıyamazdı. Bir anda
aklından sayısız karşılaştırmalar yaptı: Acaba örtünmesi gerekiyor muydu?
Örtünürse eski çevresini
tamamen kaybeder miydi?
Bu kutlu kişinin yaşamlarına
girmiş olmasına seviniyordu ama bir yandan da derin kaygılar taşıyordu. Kendilerine
göre bir dini anlayışları vardı ve muhafazakâr bir aile olarak biliniyorlardı.
Yaişin boyutları değişirse?
.. Ya Bilge kendisini iyice kaptırırsa, çevresine ne diyecekti?
.. Acaba artık sinemaya; o her hafta gitmese boiluk duyduğu sinemaya,
tiyatroya gidemeyecekler miydi?
eşi ona çarşaf mı
giydirecekti?
.. Zaten çevresinde gereğinden fazla dindar bilinen Bilge, bu işi
daha da ileriye vardırırsa evlilikleri ne olacaktı?
Elbette kendisi de
inanıyordu. Yüreğinde Tanrı sevgisi büyüktü, ona güveniyor, ona dayanıyor ve
herhangi bir zorlukla karşılaştıkları zaman ondan yardım diliyordu ama şimdi o
yaşamlarının tamamını kontrol edecekti. Bunu nasıl taşıyacaklardı?
.. Bu sorgulamalar esnasında içinde sayısız Gönül'ün ortaya
çıktığını keşfetti. Sanki yüreğinde iki üç insan birbiriyle tartışıyordu.
Birisi "Bu iş iyi olmadı. Keşke o ihtiyarla hiç karşılaşmasaydınız."
diyordu. Bir diğer Gönül ise "Aaaa kızım sen de bu işi amma ciddiye aldın,
ö kadar da kendini kaptırma. Hem canım bu zamanda bu kadar da olmaz. Sonra
söylediklerinin doğru olduğunu nereden bileceksin?
Belki de siz halüsinasyon
gördünüz. Birilerine söyleseniz size gülerler. Boş ver, fazla kafana
takma." diyordu. Bir diğeri ise, "Bak kızım, bu senin için bir Tanrı
ikramıdır. Kurtulmak istiyorsan duyduklarına sıkı sıkı sarıl. Yeryüzünde böyle
bir şey herkese nasip olmaz. Hadi gözün aydın. Siz kutlu iki kişisınız ki Allah
karşınıza böyle birini çıkardı....”
diyordu. Bilge ile göz göze
geldiler, önün da kafasından aynı şeylerin geçtiğini hissetti:
“Ne düşünüyorsun?”
“Bilemiyorum. Bu yükü
kaldırıp kaldıramayacağımı düşünüyorum diyebilirim. Kendimize göre bir dünya
görüşümüz ve yaşamımız vardı. Pekala mazbut bir yaşam sürüp gidiyorduk. Bu iş
bizi nasıl etkileyecek bilemiyorum. Doğrusunu istersen, onun etkisinden de
kendimi kurtaramıyorum." Bilge bir taraftan da kollarıni çevreliyordu.
Abdest alacaktı ama içinden bir ses, "Aman canım hemen heveslenip namaza
duracaksın ama yarın yine bırakacaksın. En iyisi sen biraz daha düşün ve iyice
karar verdikten sonra başla. Heveslendin ama iyi düşün." diyordu. 70 Bilge'nin
içindeki tereddütler çok daha derine iniyordu. Sanki ilk defa imanla, inançla karşılaşıyordu.
Din değiştirmiş gibi derin sarsıntılar içindeydi. Bir süre daha boş boş
oturdular. Sonra Bilge kesin bir kararlılıkla kalkıp lavaboya gitti. Abdest
alıp geldi. Gönül:
“Bu kere kararlısın umarim. Daha önceki başlamalar gibi
olmaz." dedi. Bilge; "inşallah bu kere olmaz. Hadi sen de abdest al
da birlikte kılalım." Gönül:
“Ben kendimi hazır hissetmiyorum." Gönül yatak odasına doğru
giderken. Bilge namaza durmuştu bile....
Gönül'ün kafası iyice karışmıştı.
Örtünecek miydi?
Çevresine ne diyecekti,
onlardan gelecek tepkiyi göğüsleyebilecek miydi?
Örtünmeden olabilir miydi?
Kafasına hücum eden sayısız
sorulara yanıt vermeye çalışmaktan bitkin düştü.
“Öfff bu da nerden çıktı
böyle!" dedi içinden. Yaşamlarının alt üst olacağını düşündü ve kararsızlıkla
gece kıyafetlerini giyip yatağa girdi. LABiRENT SinHa ile yapılan sohbetin
üzerinden hayli zaman geçmişti. SinHa uzun süre ortalıkta görünmemişti. ikisi
de neredeyse yaşadıklarimin bir vehim, bir hayal olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Kendileriyle konuşan yaratığın gerçekte olup olmadığı konusunda zaman zaman
kendilerini sorguya çekiyorlar ama buna net bir yanıt veremiyorlardı. Yaşananlardan
geriye kalan bir tek gelişme vardı. Bilge namazlarını eskisi gibi aksatm ıyor
ve vakti girer girmez kılıyordu. Gönül ise yaşadıklarının güzel bir düş
olduğunu varsayarak normal haline dönmüştü....
Zaman zaman kafalarına bir
konu takıldığında, "Keşke gelseydi de konuşabilseydik." diye
içlerinden geçirdikleri oluyordu ama hallerinden de memnundular. Gönül,
evlerinin civarında bulunan bir spor kulübüne sık sık giderek, havuzunda kanasıya
yüzüyordu. Yüzmeyi çok seviyordu. Gerçi Bilge onun bu sevgisinden pek memnun
değildi ama Gönül, her seferinde bir bahane bularak onun gönlünü yumuşatmayı başarıyordu.
Son günlerde yapılan itirazları da "Ama yüzmenin doğuma çok yararı
var." savunmasıyla yumuşatıyordu. Gerçi küçük misafirin gelmesine daha aylar
vardı ama Gönül onu bahane ederek istediği tavizi kopartmayı başarıyordu. Sıcak
bir Temmuz günüydü. Mavi fayansla döGenen havuzun sularında serinleyen insanlar
oldukça keyifli görünüyordu. Havuzun çevresi insan kaynıyordu. Gönül önce bir
Gezlonga uzanarak bir süre güneşlendi. Bir süre sonra kalkarak havuza doğru
yürüdü. Havuzun kenarına oturarak ayaklarını suyun içine soktu. Bir yandan
ayaklarını çırparak, suyun serinliğinin tadını çıkarıyor, bir yandan da
çevresindeki insanları seyrediyordu, insanlar ne garipti?
Herkes burada nedense masum
yüzünü sergiliyordu. Oysa bu insanlardan her biri normal zamanlarda hırsa,
ihtirasa sahip değil miydi?
Bu soru sonrasında
çevresinde bulunan insanları biraz daha dikkatlice incelemeye başladı. Yüzmeye
gelenlerin her biri diğerleri yokmuşçasına kendi âlemine dalmıştı. Birkaç genç
havuzun içinde birbiriyle şakalaşıyor ve kahkahalarla gülüyordu. Kimisi kulaç
üstüne kulaç atarak havuzun bir kenarından diğer kenarina gidip gelerek kendi
halinde eğlenmeyi yeğlerken, kimisi suların üstünde sırt üstü yatarak hem suyun
hem de güneşin tadını çıkarmayı tercih ediyordu. Bir genç biraz da etrafta
bulunan genç kızların dikkatini çekebilmek umuduyla tramplenden suya her
seferinde başka bir tarz deneyerek atlayışlar gerçekleştiriyordu. Havuzun
kenarına sıralanan Gezlonglara uzanan insanların bir kısmı kitap okuyor bir
kısmı uyuyordu. Sarışın bir genç kız kendilerine kur yapan erkeklere ilgisiz
gibi davranarak, elindeki volkmen radyonun kanallarını değiştirmekle uğraşıyordu.
“Allah için güzel kız!"
diye düşündü Gönül. Erkeklerin onun çevresinde bu denli pervane olmalarına hak
verdi.
“Gerçi vücut güzelliğini
esas alan bir erkek ne kadar kıymetli olabilir ki?”
diye sormadan da edemedi. Tam
karşısındaki Gezlonga uzanmış yaşı hayli geçkin bikinili bir kadın ilişti
gözüne. Senelerin etkisiyle deforme olmuş vücuduna ve kırış kırış derisine
rağmen, genç kız edasıyla hareket eden bu kadın nedense sinirine dokunmuştu,
içinden "Bu kadar edepsizlik de olmaz. İnsan yaşını bilmeli." diye
ona kızdı. O anda, adeta beyninin derinliklerinden geliyormuşçasina kulağında
çınlayan bir sesle irkildi:
“Sen ondan çok mu farklı görünüyorsun. Bak kamın burnuna gelmiş?”
Tepeden tırnağa ürperdi.
Tüyleri diken diken olmuştu. şaşkınlıkla etrafına bakındı ve sesin sahibini
görmek istedi. Aslında ses ona hiç de yabancı gelmemişti. SinHa'yı anımsadı.
Duyduğu sesin onun sesine benzeyip benzemedığıni düşündü. Çevresine bakındı ve
kendisini biraz toparlandı. Ama oturduğu yerden kalkamadı....
Havuzun sularındaki dalgalanmalara
dalmıştı. Suyun üstünde o güne dek hiç dikkatini çekmeyen hafif bir yağ
tabakası gördü. iğrendi. Midesi bulandığı için ayağını sudan çekti. Ama
yerinden kalkm adı. Merakla sesi bir kere daha duyup duymayacağına dikkat
kesilmişti. Gözü tekrar kadına ilişti. Varisli bacakları, sarkık göğüsleri,
katlanıp aşağı doğru sarkmış göbeği ile son derece çirkin görünüyordu, içinden,
"Bu tiplerin burada ne işi var?”
diye düşündüğü anda aynı
sesi bir kere daha duydu:
“Sen güzel olduğun için mi vücudunu gösterme hakkına sahipsin?”
Gönül, bu kez sesi çok daha
net duymuştu. Dehşetle irkildi.
“O burada!" diyerek
ayağa fırladı ve koşup havlularına büründü. Bacaklarını da örtecek şekilde
havluya sarındıktan sonra bir Gezlonga oturdu. Bu durumda bir süre kaldı. Eli
gayrıihtiyarî çantasına uzandı. Sigaralıktan bir sigara aldı ve yaktı. Oysa
doktor ona en azından bebeği oluncaya kadar sigara içmemesini söylemişti. Fakat
o buna rağmen günde bir kaç tane içiyordu. Sigarasından derin bir nefes çekti. Karnındaki
çocuk sanki bundan gerçekten rahatsız olmuş gibi bir iki tekme attı. Gönül, çocuğun
bu hareketinden her zamankinden daha fazla etkilendi. Çocuğun daha önceki her
tekme atışında Gönül kamını sıvazlar "Senin orda olduğunu biliyorum
yavrum! Seni seviyorum ve dört gözle gelmeni bekliyorum." derdi. Bu sefer
irkilmişti. Sigarasını söndürdü ve acele tavırlarla kalkıp giyinmek için
kabinlere yöneldi....
. Eve döndüğünde saat 17.00'ye geliyordu. Banyoya girdi ve uzun
süren bir duG seansı yaptı. Bedeninin her tarafını defalarca sabunladı.
Banyodan çıktıktan sonra aynanın karşısına geçti. Saçlarını kurulayacaktı.
Ancak aynadan akseden güzelliğine takıldı kaldı. Uzun uzun bedenini inceledi:
“Ama ben gerçekten güzel bir kadınım!" Kendisini inandırmak
için havlusunu hafifçe araladı ve beden hatlarına baktı. Göğüsleri biraz daha
irileşmişti fakat bunun anneliğe hazırlıkla ilgili olduğunu biliyordu. Cildi
eskiden olduğu gibi ipeksi görünümünü kaybetmemişti. Karnı bir tuhaftı ama o da
nasılsa doğumdan sonra normale dönecekti. Bu kadar güzel bir vücuda sahip
olduğu için kendisiyle gurur duydu. Hatta Bilge'nin ne şanslı bir erkek
olduğunu düşündü. Kendisi gibi bir karısı olduğu için acaba gururlanıyor muydu?
Kendi kendine sorduğu bu
soruyu, "Erkeklerin hiçbir zaman kıymet bilmediği" önyargısıyla geçiştirdi.
Bu sözü annesinden duymuştu. Demek babası da annesinin kıymetini bilmemişti.
Oysa annesi de çok güzel bir kadındı. Onun gençlik resimlerini hatırladı. Fakat
şimdi o resimlerdeki kadından bir eser kalmamıştı. Kendisi bilmese o genç kızın
annesi olduğuna dünyada inanmazdı. Bu düşünce onu allak bullak etti. Demek
kendisi de o hale gelecekti. Yüreğinde bir sızlama hissetti. DAin
bir acı duyarak, ümitsiz bir kaygıya kapıldı. Saçını kurulamaktan vazgeçti.
Salona geçti. Öylece televizyonun karşısına oturdu. O akşam annesine gideceklerdi.
Yemek yapmayacağı için rahattı. Koltuğun önüne bir sandalye koyduktan sonra
koltuğa çöktü ve ayaklarını sandalyenin üstüne uzattı....
Televizyonun kısık sesi ona
ninni gibi geldi....
Kapı ziliyle uyandığında
saat altı buçuğu biraz geçiyordu. Ne zaman daldığını hatırlayamadı. Bilge
olmalıydı. Kalktı ve kapıya gitti. O saatte uyumanın getirdiği bir sarhoiluk
içinde ağır davranışlarla ve biraz da gelenin Bilge olduğundan emin rahat
hareketlerle kapıyı açtı. Ancak kapıyı açıp kapaması bir oldu. Kapının
arkasından seslendi:
“Kimseınız?”
“Kızım Allah için bir sadaka
verir misin?”
Gönül, zincirini takarak
kapıyı araladı:
“Ne istiyorsunuz?”
“Giymediğiniz elbiselerden
bir parça verirseniz sevinirim." Gönül, kapıyı kapattı. Ne yapacağını
bilemeden kapının arkasında öylece kalakaldı. Dışarıdaki talebini tekrar
ediyordu:
“Allah yavrunu sana bağışlasın kızım. Bir sadaka ver de
gideyim." Gönül, kapının arkasından seslendi:
“Bekle geliyorum." gardıroba gitti. Önce kendi elbiselerine
baktı. Artık giymediği bir iki elbisesini çıkardı. içine koymak için torba
aramaya koyulacaktı ki havuz başında duyduğu sesi bir kere daha duydu:
“Allah'ı sevmek böyle mi olur kızım?
iyileri kendine, eskileri
Allah'a ayırıyorsun." Gönül, doğal bir tavırla; "Hocam siz mısınız?”
diye sordu. Ama sesine karşılık
alamadı. İçine büyük bir telaş düştü. Elindeki eski giysileri yatağın üstüne
fırlattı ve gardroptan en yeni elbisesini çıkardı. Bilge'nin de en son aldığı
ceketini kapıp kapıya koştu. Kapıyı açtı. Kapıda kimseler yoktu. Yıkılmıştı.
Elindeki elbiselerle salona döndü. Kendini güçlükle koltuğa bıraktı. Hüngür
hüngür ağlamaya başladı:
“Ben kaybettim! Ben kaybettim!" diye hıçkırarak ağlamaktan
kendini alamadı. Bir süre sonra sinirleri nispeten yatıştı. Yeniden koltuğa
geçip oturdu ve başına gelenlerin ne olabileceğini düşünmeye başladı. Bu sırada
televizyonda haberler başlamıştı. Televizyondan yükselen uğultu dikkatini
çekti. Bir Hayır severin dağıttığı giyecekleri kapışmaya çalışan insanların
sergilediği manzara, içler açışıydı. Az önce yaşadığı olaydan hemen sonra böyle
bir manzaranın karşısına çıkmasını ikinci bir uyarı olarak değerlendirdi ve
yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O gözyaşlarını dindirmeyi başaramadan
kapı zili bir kere daha çaldı. Gönül aynı dilencidir umuduyla koltuğa bıraktığı
elbiseleri kaptığı gibi kapıya koştu. Kapıyı açar açmaz elbiseleri uzattı ve;
"Al, sana elbiselerimizin en iyisini veriyorum!" dedi. Kapıdakinin
Bilge olduğunu fark edince, kendine geldi. Bilge içeri girer girmez. Gönül onun
boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Her şeyden habersiz olan Bilge
karısının bu hareketine anlam vermeksizin onu yatıştırmaya çalıştı.
“Ne oldu güzelim?
Sakinleş hele! Ne oldu?
Niçin böyle ağlıyorsun?”
Gönül, dakikalarca
hıçkırığını durduramadı ve konuşamadı. Bir süre sonra sakinleşti ve havuzun başından
itibaren yaladıklarını ona anlattı. Bilge yapmacık bir eda ile, "Aaa!
Olmaz ki canım! Bu kadarı da fazla! Yaşamımızı böyle etkilemeye ne hakkı var?”
diye tepki gösterdi. Ama
içinden de hem Gönül'ün havuzdan soğuduğuna hem de SinHa'nin hâlâ kendileriyle
ilgilendiğine gizliden gizliye sevinmişti....
Bilge mutfağa geçti. Hayli
acıkmıştı. Mutfakta hiçbir hazırlık olmadığını görünce biraz da sinirlendi ama
karısına belli etmedi. Yumuşak bir eda ile:
“Yemek yapmadın mı?”
dedi. Gönül:
“Bugün babamlara gidecektik ya!"
"inan
tamamıyla unutmuşum. Yoksa bu kadar gecikmezdim. Hemen hazırlan o zaman. Atlarız
bir taksiye gideriz." dedi. Gönül:
“Hayır
hiç halim yok. Telefon ederiz, gelemeyeceşimizi söyleriz.”
“Olur mu, annen hazırlık
yapmıştır, ayıp olur, gideriz." dedi. Gönül sessiz kaldı. Sonra kalktı ve
yatak odasina geçti. Kısa sürede giyinmişti.
“Gidelim." dedi. *** Yemek
masasında sessizlik hakimdi. Gönül her zamankinden daha sakindi. Oysa en çok konuşan
ve etrafı neşelendiren hep o olurdu. Annesiyle babası, acaba aralarında bir problem
mi var diye çaktırmadan damatlarını ve kızlarını süzüyorlardı. Bilge de sakindi
ama bu onun her zamanki haliydi. Özellikle annesi, kızının bu sakinliğine anlam
veremiyor ve için için eziliyordu. Gönül yemekten sonra kapıyı çalan dilenci
ile yaşadıklarını onlara da anlatınca anne ve babasının merakı bir parça dağılmıştı.
Babası:
“Olur böyle şeyler!" deyip geçiştirdi. Annesi ise, "Keşke
verseydin, kızım!" dedi, "Ama kendini üzme. Bir daha fırsat çıkarsa
bunu da telafi edersin." Gece, gündelik sorunların konuşulmasıyla sürdü.
Siyaset, partiler, ekonominin kötü gidişatı, yöneticilerin yeteneksizliği ve
benzeri konular konuşuldu. Bilge kayınpederiyle fikirleri pek uyuşmadığı ve konuşmaları,
sonunda hep tartışmaya dönüştüğü için sessiz kalmayı tercih etti. Buna rağmen
bütün oklar yine ona yöneliyordu. Sanki ülkedeki temel sorunların nedeni Bilge
ve Bilge gibilerdi. Bilge bazen konuşulanları tasdik ederek, bazen de sessiz
kalmayı tercih ederek geceyi tamamladı. Eve döndüklerinde, kapıda bir not vardı:
“Size baskın düzenleyelim demiştik ama bulamadık. Artık sizi bekleriz."
Ferhat Ayln Gönül, notu görünce:
“Sana gitmeyelim demiştim. Keşke evde kalsaydık. Ben Aylin'i çok
severim. Onlarla daha iyi bir gece geçirirdik" dedi. Bilge:
“Üzülme olanda Hayır vardır. Biz yaşamımızın ne kadarına sahibiz ki
onu kontrol edelim." Gönül:
“Ayıp oldu. Aslında Aylin önceki gün, bugün bize gelebileceklerini
söylemişti ama ben tamamen unutmuşum. Annem sabah arayınca Hayır
diyemedim." Bilge aldırmaz bir şekilde:
“Üzülme telafi ederiz." diyerek yatak odasına geçti. Üstünü
çıkarttı ve pijamasını giydi. Sonra salona döndü ve televizyonu açtı. Gece
haberlerini izlemek istiyordu. Kumandanın tuşuna basmasıyla Gönül'ün çığlığını işitmesi
bir oldu. Hızla içeri koştu: Ne oldu?
Bir sorun mu var?
Gönül yatağın üzerinde
kıvranıyordu.
“Bebek geliyor! Bebek
geliyor!" diye bağırıyor ve acısını dindirmek için ne yapacağını bilemez
tavırlar sergiliyordu. Oysa bebeğin gelmesine daha bir iki ay vardı. Bilge
alelacele üstünü giydi ve hemen bir taksi çağırarak, Gönül'ü hastaneye götürdü.
Doktorunu da çağırmıştı. Bu arada Gönül'ün annesi ve babası da Bilge'nin
telefonu üzerine apar topar hastaneye gelmişlerdi. Gönül, yoğun bakıma a 78
lınmıştı. Kapıda ne yapacaklarını bilmez şekilde beklemiyorlardı. Derken,
Gönül'ün doktoru dışarı çıktı:
“Meraklanmayın, bir şey yok. Çok yoğun bir stres ve üzüntü yaşamış
olmalı. Bir sıvı boşalması söz konusu. Onu yatıştırmaya ve sıvı akışını
önlemeye çalışıyoruz." Gönül'ün annesi merakla atıldı:
“Erken doğum mu?”
Doktor:
“Olabilir. Bekleyeceğiz." diyerek tekrar içeri girdi. Saatler
geçmişti ve hâlâ Gönül'ün durumu hakkında net bir bilgi alamamışlardı. Gecenin fecirle
aydınlanmaya başladığı bir saatti. Herkes bir banka yığılıp kalmıştı. Uykunun ağırlığı
bütün başları eğmiş, omuzlara düşürmüştü. Hatta babanın horultusu bütün
koridora yayılıyordu. Bilge de, bir koltuğa yığılmış uyuyakalmıştı: Kör
karanlıkta ne olduğunu bilmediği iğrenç bir çamur zeminde yürüyordu. Dar bir
koridordu. Sağlı sollu iki tarafından, görünmeyen vücutlardan uzanan uzun
tırnaklı ellerle birtakım yaratıklar onu yakalamaya çalınıyorlardı. Koridorun
iki tarafı demir parmaklıklarla kaplıydı. Adeta bir hapishanenin koridorunu
andıran ardı arkası gelmeyen bir tünelden geçiyordu. Büyük bir panik ve korku
içindeydi. Çok ilerde bir ışık vardı. O ışığa ulaştığında kurtulacağını
sanıyordu ama bunu bir türlü başaramıyordu. Kendisi koştukça tünelin ucu adeta
ondan uzaklaşıyordu. Çıldırtıcı çığlıklar, iğrenç görüntüler, şekilden sekile giren
formlar ve ona uzanan sayısız eller içinde koşarken, aklını yitirecek gibi
oluyordu. Bir ara bastığı çamurun, insan etinin çürümesinden oluşan pis bir
balçık olduğunu fark etti. Yerde bir yığın insan iskeleti vardı. Onlar da her
nasılsa bu tünele girmişler ve burada korku ve panik içinde yaşamlarını kaybetmişlerdi.
Ama Bilge'nin içinde her şeye rağmen kurtulacağına dair bir ümit vardı. Gördüğü
ışığa varacağına inanıyordu. Ümidini koruyarak daha da hızli koşmaya başladı.
Yüzüne örümcek ağına benzer ağlar takılıyordu. O koştukça çamur zemin daha bir
ağırlaşıyor. koşmasını önlüyordu. Tünel de sanki her adımda biraz daha
daraliyordu. Bilge'nin kurtulma ümidi gittikçe zayıflıyordu.
“Bu tünelde kalıp öleceşim."
diye paniğe kapıldıkça telaşı daha da artıyordu. Bağırıyordu ama çığlıklar
arasında sesini kendisi bile duymuyordu. Demir parmaklıklar arasından uzanan eller,
onun üstünü başını paralamıştı. Vücudu kan revan içinde kalmıştı. Tünelin ucuna
doğru koşmaya çalışıyordu. Sonra birdenbire tünelin üstünün açık olduğunu fark
etti. Birileri ona üstten el feneriyle yol gösteriyordu. Fenerin cılız ışığında
sayısız iskeletin hareket ettiğini görünce, korkusunun arttığını hissetti.
“Keşke bu ışık olmasaydı."
diye düşündü. Çünkü gördüğü manzaralar onu daha da ürkütmüş ve iğrendirmişti. Bir
yığın insan, bu pislik deryası içinde kıvranıyor, kimisi de o pisliği alıp
üstlerine başlarına sürüyorlardı. Önü sıra koşmakta olan birkaç kişi daha
gördü. Fakat tünelin ucu bir türlü gelmiyordu. Yüksek sesle bildiği duaları
tekrarlamaya başladı. Bir yandan da ardına bakmaksızın koşuyordu. Ümidini
yitirmek üzere olduğu bir anda bir el onu yakaladı ve ileri fırlattı. Bilge bir
anda kendini çıkışın yakınında buldu. Kendisini fırlatanın kim olduğunu
anlayabilmek için çevresine bakınırken iğrenç bir kahkahayla irkildi. Bir başka
el onu yakalayıverdi ve tekrar geriye doğru fırlattı. Artık bütün ümidini
kaybetmişti. Aynı anda yukarıdan gelen bir ses duydu. Bu babasının sesiydi.
“Koş!" diyordu,
"Ümidini kaybetme ve koş!" Evet, bu kesinlikle babasının sesiydi. Bilge
ümitlendi ve tekrar koşmaya başladı. Koşarken birbiri ardına tekbir
getiriyordu. Çok uzaktan bir çocuk sesi geliyordu:
“Baba bana yardım et! Baba bana yardım et!" diyordu. Bu haykırış
Bilge'yi daha da telaşlandırdı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Çaresizlik içinde o
da avazının çıktığı kadar bağırdı:
“Baba bana yardım et! Baba bana yardım....
." Bilge AO» takatiyle koşuyordu. Sonra ne olduğunu
anlayamadan kendisini dehlizin ucunda buldu. Bir adım daha atsa sanki mutlak
karanlıktan mutlak aydınlığa geçecekti. Aydınlık ona bir uçurum gibi göründü.
Tereddüt geçirdi. Işık öyle yoğunlaşmıştı ki, ona bakacak gücü kalmadı.
Gözlerini kapattı. Kendisini bir uçuru mun başında buldu. Önünde derin bir vadi
vardı. Karşı taraf yemyeşildi ve müthiş bir huzur telkin ediyordu. Vadinin
üzerinden bir grup kumrunun uçtuğunu gördü. Karşı taraftan biri ona
sesleniyordu:
“Atla!" Bilge uçurumun dibine baktı. Atladığında paramparça
olacağını düşündü. Karşıdaki adam ona sesleniyordu:
“Atla!" Bilge adama baktı. Babasından başkası değildi. Yanında
bir kız çocuğu vardı. Babası onu alıp vadiye fırlattı. Çocuk düşerken bir
kumruya dönüşüp uçmaya başladı. Bilge de kendisini attı. Uçurumdan yere, iki
ayağı üstüne düştü. Yere bu şekilde nasıl indığıni anlayamadan yukarıya baktı.
Babasının attığı kız çocuğunun gökten yere düşmekte olduğunu gördü. Kucağını
açtı ve onu yakalamaya çalıştı. Ve onu yakaladıktan sonra hafifçe yere indirdi.
Ona sıkı sıkı sarıldı. Başını kaldırıp babasına bakmak istediği anda gözünü
açtı. Onun uyanmasıyla doktorun koridora girmesi bir oldu:
“Hadi gözünüz aydın! Kızımız kurtuldu. Akıntıyı kestik. Gönül
kızımız şimdilik uyuyor. Biraz sonra kendine gelir, onu görebilirsınız."
dedi. Bilge, gördüğü rüyanın tesiriyle bitkindi. Bu nasıl şey böyle diye düşünürken,
ezan sesi işitildi. Sabah ezanı okunuyordu. Bilge, hemen lavaboya gitti ve
abdest aldı. Görevlilerden birine namaz kılabileceği bir yer olup olmadığını
sordu. Kırk yaşları civarındaki görevlinin cevabı olumsuzdu. Bilge camiye
giderim diye düşünürken, görevli geldi ve bir risk üstleniyormuş gibi, "Gel
benimle. ğurada kapalı bir oda var. Orada kılarsın." dedi. Birlikte odaya
girdiler. Görevli, bir dolabın arkasından kirli bir karton parçası çıkardı ve serdi....
Bilge namazını kıldı. Ama bu
kez kıldığı hiç diğer namazlara benzememişti. Sanki ilk defa namaz kılıyordu.
Namazı bitirince i çinde derin bir haz dolaştığını hissetti. Nedenini
bilemediği bir haz sarmıştı vücudunu.
“Demek namaz bu!" diye
mırıldandı.
“şimdi anlıyorum işin
sırrım." Görevliye teşekkür etti. Hava da aydınlanıyordu. Koridora
girdığınde kayınpederi ile kayın validesinin olmadığını gördü. Durumu anlayınca
kendisi de Gönül'ün odasına koştu. Gönül, kendine gelmişti....
şülüyordu. Bir taraftan da o
gece gördüğü korkunç rüyayı anlatıyordu. Sonunda birilerinin onun elinden tutup
onu karanlıktan ışığa çıkardığını söylüyordu.
“Kızımı bana bağışladılar."
dedi. Bilge'nin içeri girdığıni görünce:
“Biliyor musun beni o karanlıktan çekip alan o dilenciydi. 'Sen
bana yardım etmedin ama ben sana yardım edeceşim.' dedi. Çıktığımda yanında bir
kız çocuğu vardı. Al bu senin kızındır, ona sahip çık ve onu koru, dedi." Gönül'ün
gözleri sulanmıştı. Damlalar yanaklarından süzülüp yastığa döküldü. Bilge usulca
karısının başını sıvazladı ve alnına bir öpücük kondurdu. Ertesi gün saat 11.00
gibi Gönül, taburcu edildi. Annesi bir iki gün onunla kalacaktı. Doktor uzun
bir süre iş yapmaması ve üzülmemesi gerektiğini söylemişti. O akşam, herkes
Gönül'ün evinde toplanmıştı. Haluk da kız kardeşini görmeye gelmişti. Haluk, eniştesini
pek sevmiyordu ama, onların mutluluk dolu yaşamlarına da imreniyordu.
Çevresinde evli olan arkadaşlarının problemlerine tanık oldukça kız kardeşinin
iyi bir evlilik yaptığına seviniyor, yeryüzünde iyi geçinebilen çiftler
olmasını , kendisi için de bir umut sayıyordu. Gerçi çok kız arkadaşı vardı ama
onların hiç birisiyle evlilik yapmayı düşünmüyordu.
“Bunlardan ana olmaz."
diyordu. Bu, onun kız kardeşinin evine ikinci gelişiydi. Akşam yemeğine
birlikte oturdular....
Yemekten sonra Bilge, bir
ara kayboldu. Muhsin Bey, biraz da iğneleyici bir eda ile kızı Gönül'e:
“Seninki yine nereye kayboldu?”
diye sordu. Gönül:
“Namaz kiliyordur." dedi uzandığı yerden. Muhsin Bey:
“Bizim molla yakında uçacak." diyerek, elindeki gazeteye
daldı. Bir ara gözlüğünün üstünden, kendisi gibi düşündüğünden emin olduğu oğlu
Haluk'a baktı ve cumhuriyeti, laikliği ve sistemi övücü şeyler söyledi. Zinde
güçlerin işe sahip çıkmalarından duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Haluk:
“Ben katılmıyorum baba. iyi şeyler yapmıyorlar. Yaşananlar
demokrasi ile taban tabana zıt. Siz bugün, biraz da Batılı dostlarınızın(!)
tezgahına gelerek, Müslümanların alanını daraltmaya çalışıyorsunuz. Çünkü güç
sizde. şücü eline geçiren, hemen diğerlerini kendi gibi olmaya zorluyor."
dedi. Muhsin Bey:
“Elbette öyle olmalı! Bu sürü toplumu ancak zorlamalarla bir yere getirebilirsin.
Eğer toplum medeni olmak istemiyorsa elbette devleti idare edenler onları
medeni olmaya zorlayacaktır. Bundan doğal ne var?”
“Ben sana
katılmıyorum." diye yineledi Haluk.
“Bu gidişin sonu iyi değil.
Bu gün güç sende diye, sen senin gibi düşünmeyenleri, kendin gibi olmaya
zorlarsan, yarın da senin gibi düşünmeyenler, gücü eline geçirir, seni
kendileri gibi olmaya zorlayabilirler. Her ikisi de faşizmdir. Bırakın Tanrı aşkına
insanlar nasıl yaşamak istiyorlarsa, öyle yaşasınlar. Sen tanrıya inanıyorsun
diye herkes inanmak zorunda değil. Diğerleri de sen inanmıyorsun diye seni
zorlayamaz. Gerçek insanlık bunu gerektirir. Devlet dedığın de milletinin
hizmetinde olur. Onu korur. Bizde ise devlet milletle, onun değerleriyle mücadele
ediyor....”
Muhsin Bey öfkelenmişti ama
uygar olduğundan kuşku duymadığı oğluna daha yumuşak bir üslupla:
“Ne yani memleketin gelişmesine engel olan bu insanlara fırsat mı
verilsin?
Bunlara fırsat geçse bizim
gibi çağdaş insanları kıtır kıtır keserler. Sen nasıl böyle düşünebiliyorsun?
Ben seni çağdaş biri olarak
yetiştirdim." Haluk biraz da babasının damarına basmak için:
“Tabi senin keyfin yerinde, geçimin iyi, halk neler yaşıyor,
umurunda değil. Hem beni de fazla ilgilendirmiyor zaten. Ben yakında bu ülkeden
ayrılacağım. Benim gibi dinle, dincilerle ilgisi olmayan insanlar bile buradan kaçmak
istiyorsa, problem irtica mirtica değil. Problem, sizlersınız. Hoşunuza
gitmeyen herkese kefen biçiyorsunuz. Belli bir gurup ülkeyi sömürüyor. Elbette
bunu kimseye kaptırmak istemezler....”
dedi. Tam o sırada Bilge
namazını bitirip salona girmişti. Baba oğlun ateşli tartılmalarına hiç müdahale
etmeden dinlemeye geçti. Haluk, biraz da işi şakaya vurarak, eniştesine 3 döndü:
“Yahu enişte, burada sizi savunuyorum, senin sesin bile
çıkmıyor!" dedi. Bilge gülerek karşılık verdi:
“Bence konuyu değiştirin. Çünkü babanı ikna edemezsin. O bir
militarist, sen ise bir demokratsın. Ne babanın söyledikleri tümden yabana
atılır şeylerdir, ne senin söylediklerin vazgeçilir şeylerdir....
Ama ikınızin aynı yerde buluşması
mümkün değil. Bu sorunu zaman çözecek. Sabırla, hoşgörüyle hatta kendi
doğrularımızı da sorgulayarak ülkenin büyümesini sağlayacak asayiş ortamını
koruyabilirsek sizler ve bizler bu işi çözeriz. Belki biz yapamazsak bile
parmağıyla Gönül'ü göstererek senin yeğenin ve onların yaşıtları bu problemi çözerler.
Gelecek bizim lehimize gelişiyor. Bilgi arttıkça, medeniyet yaygınlaştıkça,
insanların da vicdanı aydınlanacak. O zaman insanlar, bir ilerinin işaretleriyle
değil, kendi vicdanlarının söyledikleriyle hareket edecekler. Fikirler
aydınlandıkça, vicdanlar baskılardan kurtuldukça, insanlarda hakikati ve inancı
arama dürtüsü de gelişecek. Aklın hükmedeceği gelecekte, hangi fikir, hangi inanç
iddialarını akla ispat ettirmişse o kazanacak." Haluk, eniştesini
doğruladı ama bazı yönlerini düzeltmekten de geri kalmadı:
“Doğru söylüyorsun ama bu kafayla korkarım gelecekte de islam
dünyası yine ikinci, üçüncü sınıf ülkelerden olmaya devam edecek. Bu
hurafelerle, bu kulaktan dolma, söylentiden öteye geç meyen bilgilerle, bu
tembellik ve bilgisizlikle Müslümanlar bir yere varamazlar. Hepsi yan gelip
yatmışlar. Başlarındaki yöneticiler, meskenetin ve rahatın kucağına oturmuş,
demokrasiden, insan haklarından habersiz günlerini geçiyorlar. Kalabalık,
cahil, üretimsiz bu nüfusla eminim 21. yüzyılda da geviş getirmeye devam
edecekler. işte sizin ilerici din dediğiniz islam ve onu uyguladıklarını
söyleyen ülkelerin hali. Bir yığın hurafe, göz yaşı ve yoksulluk....”
“islam'ın kendisi hurafe
kaynağı değildir. Onun akla uygun esaslarını bilgisizlişimizle hurafeye dönüştüren
biziz. Göz yaşı ve yoksulluk ise Asyalıların temel problemi..”
“Ne fark eder?
ikisi de aynı kapıya çıkıyor
ve sonuçta Müslümanlar geri kalmış topluluklar oluyor. Madem Müslümanlık bu
kadar bilgiye önem veren bir dindir, niçin teknolojik gelişmelerin altında bir
tane Müslümanin imzası yok?
Bugünkü medeniyet ve teknolojik
gelişmeler Hıristiyanların ve Yahudilerin eseridir. Üstelik de dinlerinin taassubunu
reddetmiş, dinde reform yapmış Hıristiyanların....
Siz dinimiz sağlam, Kuran en
son kitap deyip duruyorsunuz ama bunun size kazandırdığı ne?
Sizin bunlardan nasibiniz ne?
Bana onu söyle! Bilge,
Haluk'un son sorusuna bozuldu. Onun kendini Müslümanların dışında ve islamiyet'i
gelişmeye mani göstermesine üzüldü. Eski Müslümanların bilime ve gelişmeye yaptıkları
katkılardan söz etmek istedi ama Haluk, onun vereceği cevabı somut bir itirazla
kesip attı:
“Bana hikaye anlatma. Bilgiye ve gelişmeye bu kadar katkıda bulunmuş
bir topluluğun niçin bu hale düştüğünü bana anlatamazsın. Bana göre islam gelişmeye
engel bir dindir. Daha doğrusu dinlerin doğası böyle. Eğer Hıristiyanlar
dinlerinde reform yapmasalardı ve en azından o toplumların büyük bir kısmı bu
reformları benimsemeseydi, onlar da hâlâ bizim gibi ortaçağ karanlığında
sürünüyor olacaklardı. Bizim de reform yapmamız şart....
Din savaş demektir, gerilik
demektir. Aç herhangi bir ansiklopediyi, bir tek teknolojik gelişmede herhangi
bir dindarın eserini göremezsin. Aksine hep engellemeleriyle karşılaşırsın. Din
belki afyon değildir ama insanların hevesini kırdığı kesin....”
Bilge, kayınbiraderinin bu
itirazları karşısında sustu. Ne kadar savunursa savunsun, hangi örneği verirse
versin, sözlerinin islam dünyasının bugünkü geri kalmışlığının nedenlerini
açıklamaya yetmeyeceğini biliyordu. Susmayı tercih etti. Doğrusu ikisi arasında
ilk defa oluşan bu olumlu diyalogu bozmak da istemiyordu. Muhsin Bey ise, çağdaşlığı
savunan oğlunun az önceki çıkışlarını unutmuştu bile. Onunla gurur duydu.
Oğlunun düşüncesini desteklemek ama kendisinin de iyi bir Müslüman olduğunu
vurgulamak için:
“Aslında bizim dinimiz en iyi dindir. Mantıklı dindir. Bu gericiler
kutsal dinimizi bu hale getirdiler. Bizi geriletenler, teknolojiye düşmanlık
gösterenler işte hep bu gericiler. Matbaaya da bunlar karşı çıkmadılar mı?
Dini onların hegemonyasından
kurtarmak için mutlaka bizde de reformlar yapılmalıdır. Bak, Türkiye islam
dünyasinin en gelişmiş ülkesidir. Bunun tek nedeni yaptığımız devrimlerdir....
. Muhsin sözlerini sürdürecekti ama Gönül, uzandığı yerden havayı
dağıtmak için Bilge'ye:
“Canım çay demlenmiştir! Ama istiyorsan babama önce bir kahve yap.
Bugün kahvesini içmedi." dedi. Haluk da kahve içebileceğini söyledi. Anne iffet
Hanım:
“Aaa çay demlemiştim! Çayı kim içecek?”
diye atıldı. Bilge kalkıp
mutfağa geçti. Bir süre sonra elinde kahve tepsisiyle içeri girdığınde Haluk ile
babası yine rejimi tartılıyorlardı. Bilge konuşmalara hiç katılmadı. Kahveler
içildikten sonra Haluk, yarın işe erken gitmesi gerektiğini söyleyerek izin istedi
ve gitti. Muhsin Bey ise üçlü koltuğa uzandı ve kestirmeye koyuldu. iffet Hanım
bulaşıkları yıkamak için mutfağa geçti. Bilge eşi Gönül'e yatağa gitmesini ve
orada u yumasini söyledi. Herkes yatağa
geçtiğinde saat 24.00'e geliyordu....
Bilge kafası karışmış bir şekilde
yatağa uzandı. islam'a ve Müslümanlara yapılan ithamların haksız olduğunu düşünüyordu
ama bunları nasıl yanıtlayacaktı?
Üstelik bütün görüntüler
Müslümanların aleyhindeydi ve onu eleştirenlerin elinde olanları haklı gösteren
kanıtlar vardı. Gerçekten de ilk emri " Oku" olan bir dinin
mensuplarının bu halde olması açıklanabilir gibi değildi, izzeti ve onuru
prensip edinmiş bir dinin mensuplarının Batı karşısında bu kadar acizlik
sergilemesi anlaşılır ve anlatılabilir olmaktan uzaktı. Nefsinde,
kayınbiraderine hak veren çıkışlar hissediyordu:
“Bu Müslümanlar da çok tembel. Zaten dindarlar hep dünyayı terk etmek
gerektiğini telkin etmiyorlar mıydı?
Demek ki din gerçekten gelişmeyi
engelliyordu." Bilge içindeki bu itirazlara kızıyordu. Ama aklı ve nefsi
itirazlar üretmeye devam ediyordu:
“Bu bir dönemdir. Bu kötü bir mevsimdir. islam toplumlarının da
güzel zamanları gelecek. O gün medeniyet de islam'dan yana olacağı için onun
bütün eserleri, bütün güzellikleri islam'ın övünç defterine yazılacak. Ve o
zaman, geri kalmışlığın ezikliğini içine sindiremediği için, öfkesini kendi
toplumundan ve kendi geçmişinden çıkaran Haluk gibi insanlar, Müslümanlardan ve
bu dinin bir ferdi olmaktan utanmayacak....”
diye sayısız telkinler yaptı
kendi kendine. Bilgisizliğini bağışlayamıyordu Bilge. Onlara susturucu yanıtlar
veremediği için, onları ikna edecek yeterli birikime sahip olamadığı için kendi
kendisine kızdı. Ama yapacak bir şey de yoktu. Bir kitaptan okuduğu şu cümleyi
tekrarladı:
“Geleceğin inkılabı içerisinde en gür seda islam'ın sedası olacaktır."
Yüreğinin bir yerlerinde derin bir arzu duydu:
“Keşke SinHa gelseydi de ona sorsaydım....”
ALAN TANIMI
Betül dünyayı Genlendirmişti. Küçük yuva onun avazlarıyla dolup taşıyordu
her gün. Betül evdeki on dördüncü gününü tamamlamıştı. Ancak sürekli ağlıyordu.
Doktor anne sütünün yetmedığıni, çocuğun mamalarla desteklenmesi gerektiğini
söylemişti. Bugün ilk defa annesinin sütünü emdikten sonra kendisine bir
biberon da mama vermişlerdi. şimdi mışıl mışıl uyuyordu. Gönül de Bilge de
sevinç içindeydi. Vakit hayli ilerlemişti. Bilge bir ara salondaki kanepede
uzanan eşinin yanından ayrıldı ve çalışma odasına geçti. Kafasına takılan bir
soruya yanıt bulmak umuduyla kitapları karıktırıyordu. Gönül'ün "Bilge
çabuk gel!" diye bağırdığını duyunca paniğe kapıldı. Ona bir şey olduğunu
sandı ve hızla salona girdi. Gönül duvardaki ışığı gösterdi ve "Bak o
geliyor!" dedi. Gerçekten bu SinHa mıydı, yoksa aşırı istekten bir yanılgı
mı yaşıyorlardı?
"Hayır yanılgı değil,
benim." dedi ses. SinHa'nın sesiydi. Gönül yattığı yerden doğrulup oturdu.
Bilge ise bir saygı vaziyeti alıp ayakta izlemeye başladı. SinHa her zamanki görüntüsüne
kavuşunca:
“Selam dostlarım! Uzun zamandır görüşemiyorduk, nasılsınız?”
dedi. Gönül:
“Hocam bizi niye bu kadar ihmal ettınız?
ğu kadar zamandır sizi dört
gözle bekliyorduk. Neden gelmedınız?”
SinHa:
“Ben hiç sizden ayrılmadım. Havuzun başında da seninle beraberdim,
hastanede gördüğün kabus dolu rüya sırasında da seninle beraberdim. O dilenciyi
sana gönderen de bendim, o dar ve izbe tünelde Bilge'yi ışığa götüren de....”
Bilge şaşırmış bir ifade ile:
“O siz miydiniz hocam?”
diye sordu. SinHa:
“Evet bendim.”
“Peki neden kendinizi bizden
sakladinız?”
“Biz kendi başımıza hareket
etme serbestliğine sahip değiliz. Bize görev verilir ve biz o görevi yaparız.
Bir santim görevin dışına çıkamayız. Sizler bu evrenin efendilerisınız, bizler
ise sizin hizmetlerınızi görmekle vazifeli memurlarız.”
“Hocam bu nasıl olur?
Siz bizden daha yüksek bir
varlık olduğunuz halde niçin bizim gibi bozguncu, kendi türüne karşı nefret
duyan, birbiriyle kavga edip kan döken varlıkların hizmetçisi oluyorsunuz?”
“Kimin kimden yüksek veya aşağı
olduğunu ancak. Evrenin Yaratıcısı bilir. Nitekim senin bu sorunu melekler de Yaratacı'ya
yönelttiler." Bilge:
“Evet Hocam, biliyorum. Kuran'da bu meseleye yer verilmiş. Ezeli
Kudret, 'Ben yeryüzüne 'insanı halife olarak atayacağım.' deyince melekler
itiraz etmişler ve 'Ya Rabbi biz sana gerçek anlamda kulluk ve ibadet ederken,
sen oraya bozguncu ve kan dökücü bir yaratığı mı tayin edeceksin?
' demişlerdi." SinHa:
“Peki Yaratıcı ne yaptı?
'Sizin bilmediklerinizi de
bilirim.' diyerek insanı meleklerin itirazına rağmen, dünyanın halifesi yaptı.
Melekler de buna derin bir içtenlikle uydular ve itaat ettiler." Bilge:
“Bütün bunların anlamı nedir hocam?
Yani melekler hem itiraz
ettiler, hem de 'Biz seni kutsarız. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz
yoktur. Senin emrine de itiraz edemeyiz.' deyip itaat ettiler. Neden?”
“Yaratıcı’nın size verdiği
önemi göstermek için....”
“insanlar bu kadar mı önemli
varlıklar?”
“Elbette! Hatta kıyamet
dedığınız evrendeki büyük değişikliğin yapılıp yapılmaması bile size
bağlı." Bilge "Hocam oturabilir miyim?”
dedi ve yanıt beklemeden
koltuğa çöktü. Sonra heyecanla sordu:
“Ne yani, kıyametin kopmasına biz mi neden olacağız?”
“Evet oldunuz bile.”
“Nasıl olduk bile?”
“Ne zaman ki Yaratıcı sizi
zamanın bir ucuna yerleştirdi, kıyamet de o an koptu. Sen hiç Yaratıcı’nın
evren ve kıyametle ilgili 'cek, cak' yani gelecek zaman kipi kullandığına tanık
oldun mu?”
“Hayır. O hep yaptık, ettik
ve kıyamet koptu diyor. Oysa biz yaşıyoruz. Ve âlem devam ediyor....
Ben bunu kendi kendime
'Mutlaka olacağı için Yaratıcı, olmuş gibi anıyordun' diye düşünüyordum.”
“O'nu niye kendınızle
kıyaslıyorsun ki?
O, koptu diyorsa gerçekten kopmuştur.
Sizin gördüğünüz ise iki şeyin hızı arasındaki farktır. O, bir şeye 'Ol!' dedi
mi olur. Ama o gerçekleşmeden onun ölmesi de sabit olur. Yani sonun başlangıçtan
önce var olduğu gerçeği. Siz bu zamanı ve onun hızını ölçecek, onu henüz
kavrayacak bilgi birikimine sahip değilsınız. Fazla bir zamanınız da kalmadı
mamafih. O gün geldığınde her bildığınızi yeniden gözden geçirmeniz gerekecek
çünkü....
Tıpkı kullandığınız sayı
sistemleri gibi....”
“Yani bizim zaman ve sayı
sistemlerimiz yanlış mı?”
“Hayır yanlış değil, eksik.
Ama yine de doğru bilgilere ulaşmanızı sağlayabilirler....”
“Yani biz daha işin başından
itibaren olup bitmiş bir evrenin içinde mi bulduk kendimizi?”
“Elbette! Çünkü sizin var edilmenizle
tür olarak yok edilmeniz; tabiatınız ile tahrip, aynı anda âlemin kitabına
yazıldı. Siz ve tahrip, siz ve yok etmek birlikte anıldınız.”
“Buna rağmen, O bizi evrenin
halifesi olarak atadı, öyle mi?”
“Evet buna rağmen, O sizi halife
tayin etti. Üstelik yapmak ve bozmak yeteneğini de size vererek. Böylece bir
tür evrenin ruhu durumuna geçtınız. Dünyayı hem onarabilirsınız, hem tahrip
edebilirsınız. Bu tamamen insanın inisiyatifine bırakılmış. Bu uğur da melekler
de sizin yardıminiza sunuldu. Siz görevinizi tam yapabilesınız diye.”
“Bunu tam anlayamıyorum.”
“Anlamayacak bir şey yok.
Sen bir çiftliğin efendisi olsan, senden daha güçlü ve akıllı hizmetçilerinin
bulunm ası çok mu abes olur?
Burada esas olan, evrenin
Yaratıcısı'nın onaylaması ve emridir Sizi efendiliğe, bizi hizmetçiliğe layık gören
O'dur. Biz O'nun bilgisine sahip değiliz ki, 'Bu niye böyledir?
' diyebilelim. Herkese düşen, bu emirde, kendisine biçilen misyonu
gerektiği şekliyle üstlenebilmesidir....”
Gönül, oturduğu yerden
SinHa'ya:
“Hocam, siz aldığınız görevin dışına çıkamadığınızı söylediniz.
Peki insanlar niçin görevlerinin dışına çıkabiliyorlar?”
diye sordu.
“Meselenin özü de burada
kızım. Bizim seçim yapma yeteneşimiz ve hakkımız yok. Tercih kullanmaya kalkışan
biri oldu o da tarkedildi. Bilirsin şeytan, yani kitaptaki adıyla Gblis, bir
melekti. Seçim yapınca kovuldu. Biz bu cezaya çarpılmaya cesaret edemeyiz.
Çünkü kovulmanın ne olduğunu gerçek anlamıyla biliyoruz,”
“Biz bilmediğimiz için mi
böyle davranıyoruz?”
“Sayılır ama tam da öyle değil.
Yaratıcı’nın sizin tabiatınıza emaneten bıraktığı bir sırdan, bir gizemden
dolayı sizin yanlışlarınız bağışlanıyor, bizimkiler bağışlanmıyor. Çünkü sizin
yapmak ve yapmamak konusunda seçme hakkınız var”
“Hocam biraz daha basit
anlatır mısınız?”
“Bak kızım, şimdi sen beni
sevmek zorunda değilsin. Hiçbir zorunluluğun olmadığı halde beni seversen, ben
bunun karşılığını ödeyemem. Çünkü benim sevmem de zorunlu. Eğer sen, sevmek,
sevmemek ve nefret etmek gibi üç değişik alternatiften sevmeyi tercih edersen,
kendi yüceliğini gösterirsin. Allah, eylemlerinde serbest bırakılmış bir
varlıktan, olumlu bir , eylemin doğmasını daha sevimli bulmuş. Bize verilen
emirler 'yap' veya 'yapma ' şeklin dedir.
Bu emir verildi mi biz artık asla onun dışında bir şey yapamayız. Ama siz,
'yap' denilen şeyi yapmama, 'yapma' denilen şeyi de yapma serbestliğine
sahipsınız. Her iki halde de kendi tercihınızi kullanırsınız. Bu da sizi
yaratan nezdinde farkli konuma çıkarıyor. Bir robotunuz, bir köleniz olsa ve
her istedığınızi yapsa, siz ona 'aferin' deme gereği duymazsınız. O zaten sizin
emirlerinizi yerine getirmekle sorumludur. Ama sizi dinleme ve emirlerinizi
yerine getirme zorunluluğu olmayan birisi, sizin isteklerinizi yerine getirse
onu daha çok sever ve taltif edersiniz....
Sizinle bizim konumumuz bu.
Biz emir kuluyuz, siz bir şeyi yapmakta veya yapmamakta özgürsünüz, yani
muhayyersiniz." Bilge:
“Bu ne büyük bir iltifat insan için, değerini bilemiyoruz....”
“Doğru. Bizim bütün çabamız,
size, sizin ne kıymetli varlıklar olduğunuzu anlatabilmektir. Peygamber
dediğiniz elçilerin görevi de bu değil mi?
Bütün istenen de bu. insanın
evrendeki yerini anlaması ve kendisine bu üstünlüğü bağışlayan Yaratıcısına karşı
samimi minnet duygularım açığa vurmasıdır. Asıl görev, asıl kulluk bu."
Bilge:
“Peki Yaratıcı’nın bizim takdirimize ihtiyacı mı var?”
“Elbette ki Hayır. Takdir ve
ibadet, yaradılışın ücreti ve neticesidir. insan doğasının gerekliliğidir O'nun
sizden böyle bir eylemi istemesi, O'nun ihtiyacından değildir. Yaradılışınızın
zorunluluğudur. Yapılan iyi işlere karşılık takdir edilen sevap ise Yaratıcı’
nın kendi katından bir ikramdır. Tabiatınıza uygun hareket etmenin karşılığı.”
“Hocam anlayamıyorum!”
“Bak şimdi sen bir
pehlivansın. Birileriyle güreşe tutuştun. Onu tuş ettiğinde doğanda var olan
pehlivanlık yeteneğinin gereğini yerine getirmiş olursun. Bu senin pehlivanlığının
doğal neticesidir. Ama ekstradan birileri sana bir ücret verirse, o, onun bir
ikramı olur. Rakibini devirmenin ücreti değil. Aynen öyle de Yaratıcı'nın,
insanın kulluğuna ihtiyacı yok. O zaten sende emanet bıraktığı sırdan dolayı
senin günah dedığın bütün yanlış eylemlerini bir şekilde bağışlayacak veya
senin azap dedığın bir operasyon yani cehennem süreci ile seni onlardan
temizleyecek. Ama bizim bilmediğimiz, fakat O'nun bildiği bir sırdan dolayı,
belki de sizdeki güzel yeteneklerin sonsuza kadar sürmesini sağlamak için
ibadeti emretmiş. Yani O'na sizin ihtiyacınız var. O'nun sizin ibadetinize
değil....”
“Peki biz ibadet etmesek de
O bizi affeder mi?”
“Affetmek veya etmemek O'nun
takdirindedir. Ama bizdeki bilgilere göre sonunda bütün insanlar
bağıtlanacaklar. Ancak insan, nasıl bir varlığa karşı edepsizlik ettiğini iyi
bilirse, zaten O'na karşı gelmez. Düşünün ki o sizi yarattı. Sayısız belirişler
içinde en mükemmel ve en soylu biçim olan insan formunda sizi var etti. Pekala
başka bir formda da var edilebilirdiniz. Sizi evrenin en şerefli varlığı yaptı.
Size inanma ve inanmama gibi tercih yapma hakkı tanıdı. Hatta kendi varlığını
bile sizin için tartışılabilir kıldı. isteseydi, sizi de bizim gibi sabit, değişmez
varlıklar yapardı ve o zaman hayvan dedığınız ve tamamen kendi iç programlarıyla
hareket eden yaratıklardan ibaret kalırdınız. Herhangi bir şey karşısında öyle
veya böyle davranabilme yeteneğiniz ve seçeneğiniz olmazdı. Evreni sizin göz
zevkinize göre donattı. Bu gezegeni, her türlü gereksinimlerinizi ondan elde
edesiniz diye emrinize sundu. güneş'i hem bir lamba, hem sizin yaşam kaynağiniz
yapti; Ay'i bir takvimci kildi. Yildizlari ve semayi sizin ufkunuza asti,
birbirinizden lezzet almanizi sağladi. Bizim gibi üst varliklari bile sizin
hizmetçileriniz yapti....
Size bu kadar ikramda bulunmuş
bir varlığa karşı gelmek ve onun emirlerini çiğnemek, tek başına sizin gibi
varlıklar için yeter bir cezadır aslında. Ama o yine de sizden vazgeçmediği ve
sizi sevdiği için sonunda bütün günahlarınızı bağışlamayı kendine yazdı.
'Rahmetim gazabımı aştı.' buyurdu.”
“Sonunda dedığınız, ne kadar
zamandır....”
“Bu da sizin yüklendığınız
olumsuz enerjinin miktarına bağlıdır. Ne kadar çoksa, temizlenme atölyesi olan
cehennemde o kadar uzun süre kalırsınız....”
“Yani cehennem ceza yeri
değil de temizlenme atölyesi mi?”
“Öyledir ama temizlenme
süreci hiç de tahammül edebileceğınız bir iş değildir....”
“Ama bizim bildiğimiz
kadarıyla şirk koşanlar, yani putları ve sebepleri Tanrı edinenler ebediyen
cehennemde kalacaklar....”
“Evet şirk büyük bir
cinayettir. Bütün evreni tahkirdir. Çünkü şirk eşya ile ustasının arasındaki ilişkiyi
keser. Evreni saçma ve boş bir oyuncak haline dönüştürür. Her bir zerrenin,
sizin aleyhinize davacı olduğunu düşünürseniz, bu davadan kolay yırtmak mümkün
olmaz.”
“Her bir zerrenin bizim
hakkımızda davacı olması ne demek?”
“Gman, bir intisaptır, eşyayı
onu var eden ile anlamaktır. şimdi şu üstünde oturduğun kanepeyi, bir ustaya isnat
etmezsen, ustasını ve ustasının sanatını tahkir etmiş olursun. Bakın bu kanepe
sizin uzuvlarınız esas alınarak yapılmış bir nesnedir. Onu yapan, bunu insan
üstünde otursun diye yapmış ve sizin vücut ölçülerınızi esas alarak hem
sanatını, hem bilgisini, hem size yararlı olmasını dügünerek yapmış. Evren de
öyle. Her bir şey olması gerektiği gibi yapılmış. Bütün zerreleriyle hem O'nun kudretine,
hem bilgisine, hem varlığının tekliğine, hem varlığının zorunluluğuna işaret eder.
Siz O'nu kabul etmedığınız zaman, bütün evreni nesebi gayrısahih olmakla suçlamış
olursunuz. Oysa yerde ve gökte var olan her bir varlık ve nesne kendi
lisanlarıyla O'nu teşbih ederler ve varlıklarının zorunlu ibadetlerini icra
ederler. O yüzden de tanrı tanımazlık büyük bir cinayettir ve temizlenmesi çok
çok uzun sürecek bir ameliyedir.”
“Peki bütün bunlara ne
ihtiyaç vardı?
Kimin cennetlik, kimin
cehennemlik olduğunu bildığıne göre, neden bütün bu senaryolar?”
“Bu bir senaryo değil; Yaratıcı’nın,
kendi sanat ve kudretini dışavurumudur. O, Rab'dır ve dilediğini yapar. Bunları
tartışmak seni bir yere götürmez. Madem ki sen varsın ve madem ki teklifle karşı
karşıyasın, asıl bu mesele üzerinde kafa yor ve kendine layık bir tavır takin....
Bu dakikadan sonra söyle
olsaydı da böyle olsaydı demenin bir anlamı yok....
Hatta bu bile bir tür
edepsizlik olur. O seni taltif ediyor, sen, ben bunu istemem diyorsun....
Bu dakikadan sonra bunu
söylemenin zaten pratik bir yaran yok....
Bir konu daha var. Eğer
böyle bir şey yapsaydı. O zaman da niçin bana bir fırsat vermedin, diyecektin,
öyle değil mi?”
“Doğrudur hocam. Biz yazdan
sıcaktır diye, kıştan da soğuktur diye yakınırız....
. “ Bu arada Gönül bir iki kere söze müdahale etmek istedi ancak
konuşmanın seyrini bozmamak için sustu. SinHa:
“Sen ne söyleyecektin kızım?”
diye ona söz verdi.
“Efendim bence bütün bu
sorular boş. Madem ki varız, madem ki bu tekliflerle karşı karşıyayız. Bize
niçin bu teklif yapıldı yerine, bu sınavdan nasıl başarıyla çıkarız, bunu tartışmamız
gerekiyor diyecektim.”
“Doğru söyledin. Aslolan bu....
Üstelik siz kutlu kişilersınız
ki, bu sınavda başarılı olasınız diye ben size hizmet için görevlendirildim. Bu
bile tek başına karşılığı ödenemeyecek bir nimettir.”
“Doğrudur hocam. Size nasıl
teşekkür etsek azdır.”
“Teşekkürü hak eden ben
değilim. O'dur....
Bir süre sessizlik oldu.
Sessizliği bozan Bilge oldu:
“Hocam daha önce de geldiğinizi biliyoruz. Yakın geçmişte yardım
ettiğiniz birileri oldu mu?”
“Evet sizden önceki bir
gazeteciydi....
O da Hakk'i arayan ama
sürekli eğriliklere sapan biriydi....”
“Sonra ne oldu?”
“O bir hak, saf bilgi aşığıydı
ama hep aykırı yerlerde Hakk'ı arıyordu. Onu Hakk'ı nerede araması gerektiği
konusuna ikna ettik.”
“Ona da bize göründüğünüz
gibi göründünüz mü?”
“Hayır onu sadece ilhamlar,
rüyalar ve kendi nefsinden geliyormuş gibi hissettirilen telkinlerle
yönlendirdik.”
“Neden ona görünmedınız? “
“Onun tabiatı bu kadar
yüksek bir katkıyı gerektirmiyordu. Zaten inanmış ve inancının 3 gereklerini yapmayı arzu eden birisiydi. Sorumluluğu yüksek
olmasın diye bu yapıldı.”
“O zaman biz büyük bir
sorumluluk altına mı girmiş olduk?”
“Evet.”
“Ama biz bunu istemedik
ki!..”
“Doğrudur ama ben böyle
görev aldım. Size kaç kere söyleyeceşim ki, ben kendi başıma hareket etmem....”
“Hocam bu olağanüstü bir
nimet. Olağanüstü olaylara tanık olanlar eğer gördüklerinin hakkını vermemişlerse
helak olmuilar. Aynı durum bizim için de geçerli mi?”
“Tabi ki bu sizin ilk ve son
şansınız. Eğer müdahalede biraz daha gecikseydim, sınavı bütünüyle
kaybedecektınız....
Bu size ilahî bir rahmettir.
Kıymetini bilmek veya bilmemek size ait....”
“Hocam çok zor bir şey
yüklenmiş olduk. Ne yapacağız şimdi?”
“Samimi olacaksınız. Sadece
samimi....
Bütün sırların başı ihlas ve
iyi niyettir. Çünkü niyet, sıradan fiilleri ibadete dönüştüren bir iksirdir....
Ihlas ise, kişiyi çenette
layık bir konuma çıkarır. Kömürü elmasa dönüştürür....”
“Peki o gazeteci yaşıyor mu
öldü mü?”
“Yaşıyor ama hâlâ kendisine
yapılan iyiliğin tam farkında değil....
Fakat şimdilik 3 istikameti
doğru....”
“Ne demek istikameti doğru?”
“Meselelere doğru bakıyor ve
doğru hareket ediyor, demektir.”
“Meselelere doğru bakmak
nasıl olur?”
“Bu da sana bağlı. Once
niyetin sağlam ve düşüncen samimi olacak. Hep güzeli görmeye çalışmaktır doğru
istikamet. Çünkü güzel bakan güzel görür. güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen
yaşamından lezzet alır....”
“Yani yaşamdan lezzet almak
da imanla mı olur?
Oysa yaşamdan lezzet almak
bize günah gibi sunuldu.”
“Yaşamdan lezzet almak niye
günah olsun?
Ama sen o lezzette kendini
kaybeder ve Yaratıcını unutursan zaten felakete düşmüş olursun. Bak Allah
dostlarına. Sen onlarda hiç keder ve hüzün gördün mü?
Çünkü onlar, hadiseleri
gerçek sahibine isnat ederler ve rahat yaşarlar.”
“Hocam bunlar ne ilginç şeyler
böyle?”
“Daha da ilgincini
söyleyeyim mi?
İman yaşama sevincidir ve
göz aydınlığıdır. Allah'ı bulan neyi kaybeder, O'nu kaybeden neyi bulur?
Bir insan bir kere bile yaşamından
lezzet almamış ve hep karamsar yaşamıisa onda iman karar kılmamıştır demektir....
Bu 3 evrenin gerçek sahibini
dost edinmiş bir insanı, hangi kaybı üzer, hangi kazancı sevindirir ki....”
“Tasavvufun özü de bu galiba
hocam....”
“Elbette. Esas olan Hakk'ı
bulmak ve ona razı olmaktır.”
“O gazeteci bu hale geldi mi?”
“Bir derece. Biz ona
istemeyi yasakladığımız halde, o, zaman zaman nefsinin baskısına kapılıp yine
bir şeyler istiyor ve cezalandırılıyor.”
“Nasıl yani?
Onun herhangi bir şeyi
isteme hakkı yok mu?”
“Hemen hemen. Çünkü onunla
anlaşma yaptık. Biz ona kırkıncı dereceyi verdik. Buna karşılık ondan hiçbir
talepte bulunmama sözünü aldık.”
“Ama bu çok zor hocam!”
“Hayır zor değil. Çünkü biz,
onun istediklerinin onun aleyhine olduğunu ona gösterdik. O da bunu yaşamının
birçok devresinde test etti....
Başta da söyledim ya, o
Hakk'ı yanlış yerlerde arıyordu.”
“Ama Hakk'ı arıyordu....
“
“Elbette o başlangıçta büyük
bir istekte bulundu. Yaratıcı'dan onun sevgisini, yalnız onun sevgisini istedi.
O da bedelim başka şey istememek olarak koydu. Buna rağmen o güzelliğin her
sureti ne kapıldı. Allah'a, yani mutlak güzelliğe giden yol, sayısız tuzaklarla
doludur. Önce suretlerden vazgeçmek gerekir....”
Bilge:
“Bu çok zor." dedi.
“Kolay diyen olmadı. Ama
kuldan istenen budur. Aslında her şeyin başı takdir edileni hoş karşılamaktır.
Neyin sizin için iyi, neyin kötü olduğunu bilemezsınız." Odaya gene
sessizlik hakim oldu....
Sessizliği bu kez SinHa
bozdu:
“Kızım hani sen nasip nedir diye sormuştun ya. işte sana cevabı:
Nasip, Allah'ın sana takdir ettiği şeydir.”
“Ya şans?”
“O da, sana takdir edilen şeyin
sana ulaşabilmesi için yeteneklerinin uygunluğudur. Senin kızın sana takdir
edilmiş bir nasipti. Evlenme yaşma girip evlenmen de o takdirin sana ulaşma
zemini. Yani yeteneklerin artık onu kabul etmeye hazır hale gelince iş oluverdi.”
“Yani insanda yetenek oluşmayınca,
takdir insanı bulmaz mı?”
“Elbette. Burası sebepler dünyasıdır.
Takdir edilenin eline geçmesi için, yeteneğinin onu kabule hazır hale gelmesi
gerekir.”
“Peki islam dünyasının geri
kalmasını da aynı şekilde izah edebilir miyiz?”
“Tabi ki, başka sebepler de
vardır ama temel neden bu. islam dünyası tembellik yolunu seçerek yeteneklerini
köreltti ve gelişmelerin onun eliyle gerçekleşmesini Allah onlara nasip etmedi.”
“Ama hocam, 'Hak galiptir
ona galip gelinmez.' denilmiş. Neden hak olan islam mağlup durumda, hükmü
kaldırılmış bir dinin mensupları galip durumda?
....”
“Hakk'ın ne olduğunu iyi
anlamak gerekir. islam elbette haktır ama siz islam'a olan bağınızı ve güveninizi
kaybettiniz. Onun sizde açığa çıkarmayı amaçladığı yeteneklerınızi, siz
tembellikle körelttınız. O da size küsüp kendine yeni vatanlar edindi.”
“Yani islam dünyasının geri
kalmışlığı bir kader değil, öyle mi?”
“Kader değil ama ilahî
takdir. Yaratıcı’nın size bir garezi yok ki....
Hem demiyor mu ki 'Bir
topluluk kendi halini değiştirmedikçe ben onu değiştirmem.' Demek ki kader
değil. Ama takdir, çünkü siz onu talep ettınız.”
“Evet bu bir ayet. Peki, Müslümanlar,
sahneye çıktıktan kısa bir süre sonra medeniyetin üstatları konumuna geldikleri
halde, neden sonra bu mağlubiyete uğradılar?”
“Bunun sebepleri uzun....
isterseniz bu gecelik bu
kadar olsun. Hem az sonra bebeğınız uyanacak ve Gönül kızımız onunla ilgilenmek
zorunda kalacak....
Başka bir zaman bu meseleyi
konuşuruz. istersen, sen de bu arada düşün. Bakalım ne gibi nedenler bulacaksın....
Hadi Allah'a
ısmarladık." SinHa, her zaman olduğu gibi bir anda kayboldu. Onun
kaybolmasıyla bebeğin ağlaması bir oldu. Gönül, saatine baktı ve "Aaa! Nerdeyse
sabah olacak saat 04.35 olmuş." dedi ve kalkıp çocuğa yöneldi. Bilge,
öylesine kalakalmıştı. ilk defa yüreğinde derin bir pişmanlık duydu. Kendisine
nasıl bir sorumluluk yüklenecekti?
Acaba o gazeteci gibi
kendisinden de söz alınacak mıydı?
....
insanın arzularının,
isteklerinin başına neler açabileceğini hiç düşünmemişti. Demek ki
peygmberlerin yaşamı bu yüzden çok ağır geçiyordu. Hiçbir insanın taşıyamayacağı
garipliklere ve hikmetlere tanık oldukları için sorumlulukları da artıyordu. ister
istemez, Kuran'ın ilk indirilen ayetlerini anımsadı. Peygambere gelen melek,
Hz. Muhammed'e "Çok uyuma, geceleri uyanık kal. Çünkü biz senin üzerine taşınması
ağır bir söz indireceğiz." demişti....
Bilge, sürekli huzurda
olmanın, sürekli Yaratıcı ile yüz yüze bulunmanın insanî ağırlığını ta
yüreğinde hissetti.
“Ben ne yapacağım ya Rabbi?
Niçin bu yükü bana yükledin?
Ben bunu taşıyamam! Taşıyamam
ya Rabbi! Taşıyamam!" Bilge, son kelimeyi defalarca tekrarlayıp durdu.
Yüzüne adeta ölümün gölgesi vurmuştu. Derin bir yalnızlık ve yorgunluk hisset ti.
Bir gecede bütün saçları ağarmış insanların menkıbesini duymuştu ama bunun olabileceğine
hiçbir zaman şimdiki kadar inanmamıştı....
O gazeteciyi düşündü. Nasıl
bir adamdı?
Onda da aynı eziklikler ve
iç devinimler yaşanmış mıydı?
Onunla tanışmak için derin
bir istek duydu. Firavun'un kucağında büyüyen Musa'nın, Şuayb Peygamber'e
duyduğu ihtiyaç gibi bir şeydi bu. Kendisini nelerin bekledığıni ondan
öğrenebilirdi. Nitekim, Hz. Musa da Şuayb'in yanında Tanrı bilgilerini edindi
ve ilk kelamı duyduğunda aklım koruyabildi....
İçinden:
“Zavalli Musa!" dedi. Tuva vadisinde peygamberlik görevini aldığı
zaman dehşetten tir tir titremişti. Değneğinin yılana dönüştüğünü görünce nasıl
korkup da kaçmıştı....
Uzun bir süre kendini
kontrol edemedi Bilge. Dakikalar süren bu zaman dilimi içinde bedeninin sanki
binlerce yıl yıprandığını hissetti. Gözleri yaşardı. Ne yapacağını bilmez bir şekilde
ellerini açtı:
“Ya Rabbi senden bana gelecek bir yardıma o kadar muhtacım
ki!" dedi. Yanaklanndan süzülen iki damlanın yere düşmesiyle çıkan sesten
irkildi. Damlaların bu kadar ses çıkarmış olmasına hayret etti. şazeteci ile
tanışmak için Giddetli bir istek duydu. Acaba onunla tanışabilir miydi?
Neden ismini sormamıştı?
Sorsaydı acaba SinHa söyler
miydi?
....
şimdi aklında ne Gönül, ne
çocuk, ne de yazmak istediği ve mutlaka ses getireceğini umduğu romanlar kalmıştı.
Hem niçin yazacaktı?
Ne biliyordu ki, kime ne
verecekti!..
“Ne kadar da yanılgı
içindeymişim Ya Rabbi! 'inandım' dediğimde bile inkar halindeymişim meğer....”
diye düşündü. Sonra yatsı
namazını kılmadığını hatırladı. Derin bir sarsıntıyla kendine geldi.
“işte sen busun Bilge."
dedi kendi kendine "Başına boyundan büyük işler açtın." Kafasında
asıl imtihanının ne olacağı düşüncesi vardı....
Düşündükçe de belinin iyice
büküldüğünü, omuzlarının düştüğünü hissetti. Bir iç sürüklenme ile aklına Hz. İbrahim
geldi. Rabbi ona "Dostum!" demişti ama bedel olarak ondan oğlunu,
yani dünyada sevdiği en değerli varlık olan ismail'i istemişti. Ve o tereddütsüz
oğlunu bıçağın altına yatırmıştı. Bu nasıl bir istekti ve o nasıl böyle bir
emre itaatle boyun eğmişti....
"Amaaan sen de! Sen
kimsin onlar kim!" dedi Bilge, aklmdakileri kovmak istercesine....
Kalkıp abdest tazeledi.
Yatsı namazını kılmaya koyuldu. Hep ışıkta namaz kılardı ama şimdi loiluk
istiyordu. Salonun ışıklarını söndürdü. Doyasıya ağlamak istiyordu. Belki böylece
iç yangını sönecekti....
Gönül, kucağında çocukla
salona girdığınde o namaza durmuştu. Gönül çocuğun alt bakımını yapmak için ışığı
yeniden yaktı. Bebeğini doyurdu. Çocuk annesinin koynunda tekrar mışıl mışıl
uyumaya başlamıştı ama Bilge hâlâ namaz kılıyordu. Her rekatı Gönül'e bir asır
gibi uzun gelmişti. Mamafih o da gecenin sersemliği ve uykusuzluk arasında
gidip geliyordu. Aynı derin endişeler ve kaygılar onda da vardı. Bilge'nin son
selamı verdığıni görünce "Bitir de uyuyalım." dedi. Bilge bir baş
hareketiyle ona uyumasını işaret etti. Sonra teşbihine ara verip:
“Sen uyu canım! Sabah yakın, uyursam uyanmam. Sabah namazını kılar,
biraz yatarım." dedi. Gönül kucağındaki çocuğuyla birlikte içeri geçti....
Bilge öylece kalakaldı
seccadenin üstünde....
ilk ezan sesini duyduğunda
yorgunluktan bitkin düşmüştü. Biraz daha bekleyip namaz kıldı. Bu yorgunluğa
rağmen zerre kadar uykusu yoktu. Ama uyumalıydı. Çünkü saat 10.00'da dergide
olması gerekiyordu ve oraya zinde gitmek istiyordu. isteksiz tavırlarla yatak
odasına geçtiğinde sabahın ışıkları etrafı aydınlatmaya başlamıştı.
DERVİŞ NURİ
Bilge, son birkaç ayı, SinHa ile yaptıkları son görüşme sırasında
onun "araştır" dediği islam dünyasının gerileme sebeplerini
incelemekle geçirmişti. Dergiye de eski sıklıkta yazı yazmıyordu. Genel yayın
müdürünün bütün ısrarlarına rağmen, neden yazı yazmak istemedığıni söylememişti.
Fakat onun davranışlarında fark edilen değişiklik, çevresini rahatsız ediyordu.
Hemen her akşam takılmadan edemediği Erenler Kıraathanesi'ne de artık pek
uğramıyordu. Bu durum onun kıraathanedeki müdavim dostlarının da dikkatini çekmişti.
Nuri onu en çok merak edenlerdendi. Derviş Nuri eski bir gazeteciydi. Son
zamanlarda kimse onun tam olarak ne yaptığını ve geçimini ne ile sağladığını
bilmiyordu. Ama kimsenin aklına da bu soruyu sormak gelmemişti. Erenler
Kıraathanesi onların dünya gamından kurtulmak için seçtikleri bir mekandı.
Herkes orada en alicenap tarafını gösteriyordu. Derviş Nuri de oranın 3 müdavimiydi
ve çoğu kere eğer Bilge önce gelmişse onun masasına gider, kendisi önce gelmişse
Bilge'yi kendi masasına çağırırdı. Sık sık Bilge'ye takılır, "Erenler, biz
seninle yanlış çağa gelmişiz." derdi. Sonra da gülerek:
“O kadar da bozulma. Hurdacılar çarşısına düşmüş antika gibiyiz.
Meraklanma bir gün mutlaka birileri bizi fark eder. Biz bu âlemin harcıyız
oğlum. ğu kelli felli insanlar var ya, onların hepsi bizim sayemizde ayakta
durabiliyorlar." derdi. Bilge her seferinde onu gülümseyerek karşılar ve
cevap vermezdi. Bilge'nin uzun zamandır ortalıkta görünmemesi Derviş Nuri'yi
iyiden iyiye meraklandırmıştı. Kıraathane sakinlerine sorduğu sorulara doyurucu
yanıtlar alamayınca bir gün dergiye uğramış ve Bilge'yi sormuştu. Bilge'nin
dergiye de sık uğramadığını, ara sıra gelip yazısını bıraktığını öğrenince
merakı daha da artmıştı. Mera kını gidermek için onu evinde ziyaret etmeye
karar verdi. Misafirlik için Bilgelerin kapı zilini çaldığında elinde kitap
olması muhtemel bir hediye paketi vardı. Onu "Kızımıza küçük bir
armağan." diyerek kapıyı açarak kendisini karşılayan Gönül'e uzattı.
Gönül, "Zahmet etmişsınız." diyerek hediyeyi Derviş Nuri'den aldı ve
kendisini içeri buyur etti. Sesleri duyan Bilge, okumakta olduğu kitabı
bırakarak antreye kadar geldi.
“Hayrola Derviş abi,
kızımıza kitap mı getirdin?”
sorusuyla gülerek onu karşıladı..
Derviş:
“Evet. Abdülkadir Geylani'nin 'Futuhu'1Gayb' yani 'Bilinmezlik Aleminin
Fethedilmesi' adlı kitabı....”
Bilge ona takıldı:
“Bizim kız daha okuma çağma gelmemişti ki! Niçin zahmet ettınız?”
“Ne zahmeti?
Hem zahmetle rahmet arasında
bir tek nokta farkı var. Zahmetin noktasına katlanırsan rahmete dönüşür." Bilge,
Derviş Nuri'yi salona buyur ederken, eski Türkçe'de rahmet ve zahmet kelimeleri
arasında gerçekten bir tek nokta farkı olduğunu hatırladı:
“Doğru söylüyorsun abi. Hiç düşünmemiştim." dedi. Derviş,
kendisine gösterilen koltuğa ilişirken; "Sonra, onun okuma yazma bilmedığıni
nereden biliyorsun. Kimse burada okur yazarlığı öğrenmez. Sadece eskiden bilip
unuttuklarını yeniden öğrenir. O da okur yazar biri. Göreceksin, onunla övüneceksin.
Seni bile geçecek." dedi. Bilge, iddiaların bir şaka olduğuna kanaat
getirerek, "Bizi geçmek iş değil. Senin gibi olsun yeter." dedi. Derviş
Nuri:
“Aman! Allah korusun. Ağır bir laf ettin, inşallah kalem bu sözü
yazmadı ve um arım onun nasibi bizim gibi berduiluk olmaz. Bizim bahtımıza düşen
kalenderlik, onun bahtına hikmet ve iffet düisün dilerim....
Biz Gişeyi taşa çalmışız.
Kimse bize itibar etmez." Kısa bir sessizlik oldu. Bilge, Derviş'in
ziyaretinin asıl nedenini merak ediyordu. Çünkü Derviş'le yıllardır görüşürlerdi
ama bir birlerini hiç kendi
mekanlarında ziyaret etmemişlerdi. Hem Derviş'in maksatsız ziyareti de vaki
değildi....
O yüzden de Bilge sabırsızlıkla,
Derviş'in konuya girmesini istiyordu. Ancak Derviş Nuri havadan sudan söz
ederek lafı uzattığı için merakını gideremiyordu. Bilge, sonunda dayanamadı ve
ziyaretin asıl maksadını kendi sormaya karar verdi:
“Eee hayrola Derviş abi. Bu görklü ziyaretini neye borçluyuz?”
“Yok öyle önemli bir maksadımız.
Biz kızımızı ziyarete geldik.”
“Hadi hadi! Doğru söyle. Kız
nerede ise dört aylık oldu. Maksat o olsaydı daha erken gelirdin. Hem sen
hiçbir şeye sevinmez, hiçbir şeye üzülmezsin. Asıl muradını gerçekten merak
ettim.”
“inan ben de seni merak
ettim. Bir hayli de özledim. Son zamanlarda Erenler'e de gelmiyorsun. Her ne
kadar seninle özel hayatlarımızda bir yakınlık olmadıysa da kıraathaneye
gelmeyi kesince eksikliğini duydum. Ne haldesin, gelmeyişinin sebebi ne, bunu
öğrenmek istedim.”
“Özel bir sebebi yok. Biraz
tembellik....”
Bilge bunu söylerken yüzünün
nasıl bir renk aldığını bilemiyordu ama Derviş, onun yüzünün kızardığını fark
etti.
“Gönül kızımızla bir probleminiz
mi var?
Biliyorsunuz, bazen insanlar
bir şeyi çok isterler ama, o onların en büyük imtihanı olur. Bazen de bir şeyi
istemezler ama o onların göz aydınlığı olur....
Eğer bir problem var da
bizim bir yardımımız dokunacaksa hazırız." Bu arada Gönül, elindeki kahve
tepsisiyle içeri girdi:
“Derviş abi, pardon size abi diyebilirim değil mi?
Sizin adinız bizim evde o
kadar sık anılıyor ki, nerede ise sizi kendi abim kadar tanıyorum." Derviş,
bundan bir haz duydu:
“Bilge sağ olsun. Hiç göstermiyordu ama demek bizi seviyormuş. Dilerim,
Rabbim ona gerçek sevgiyi tattırsın" dedi. Sonra tam kalenderce bir
tavırla:
“Bu da dua mı oldu, beddua mı bilemiyorum. Çünkü o zor
zanaat." diye kendisiyle çekişti. Yine bir sessizlik hakim oldu. Bu arada
her ikisi de bolluğu doldurmak için kahvelerine saldırdılar. 104 Gönül, arada
bir salona girip çıkıyordu. Son olarak su getirdi ve bir sandalyenin köşesine
ilişti. Çünkü o da, bu gerçek yaşından çok daha yaşlı görünen insanı merak etmişti.
Adeta, zamanın eliyle değil de bir iç yangının veya ağır bir çilenin etkisiyle yaşlanmış
bu adamı yakından tanımak istiyordu. Tuhaf bir çekiciliği vardı. Gönül, çaktırmadan
onu bütün harianyla inceliyordu. Kendi kendine "Ne kadar aydınlık bir yüz.
Sanki derisi gerilmiş de akma flüoresan lambası takmışlar....”
dedi. Kırlaşmış saçı, belki
bir haftadır kesilmemiş sakalı, yakası açık, eski ama temiz gömleği dikkat
çekiyordu. Yakasinin açık yerinden taşan göğüs kıllan, içindeki yangindan dışa
taşan alevlerin uçlan gibi geldi Gönül'e.
“Bu adam yaşayan bir hasret,
gün dolduran bir gurbet yolcusu." dedi içinden. Dervişle bir ara göz göze
geldiler. Derviş adeta, "İçimi okumaktan vazgeç." der gibiydi. Gönül
irkildi ve hemen kendisine bir iş uydurup salondan çıktı. Derviş, Gönül'ün salondan
çıkmasını fırsat bilerek:
“Bu iş kızımızla ilgili değil, anladım. Çünkü o içi aydınlanmış
biri gibi geldi bana. Kalbi diri ve alnı secdeli." dedi. Bilge:
“Evet Derviş abi, örtülü değil ama çok sağlam bir imanı var. Namazını
da kılar. Allah'a yakındır. Diyebilirim ki benden daha erdemli ve benden daha mümin....”
Sonra da ağzından
kaçırıverdi:
“O bir muhsin. Hocam öyle demişti....”
Bilge bu sözü söyler
söylemez derin bir kaygıya kapıldı. Onu nasıl tevil edeceğini düşünürken. Derviş,
onun korktuğu soruyu sordu:
“Hangi hoca?”
Bilge yakalanmışlığın telaşıyla
ne yapacağını şaşırdı. Yalan söylemek istemiyordu, ondan kimseye
bahsetmeyeceğine de söz vermişti. Fakat Derviş sanki onun zorda kaldığını fark
etmişçesine konuyu değiştirmeyi tercih ederek ilk soruyu hiç sormamış gibi sözü
yazılarına getirdi:
“Dergiye artık fazla yazı yazmıyormuisun. Benim de dikkatimi çekti
ama geçen yazın çok enfesti. Okumaktan büyük keyif aldım, seni tebrik
ederim." dedi. Bilge konunun değişmiş olmasının rahatlığıyla:
“Estağfirullah Derviş abi, senin bizden alacağın bir şey yok. Biz
senin sohbetine meftunuz....”
dedi.
“Yok yok, tevazu göstermene
gerek yok. 'şafleti Arayan Derviş' yazın beni çarptı. O yazı gaybin
sızıntılarını taşıyordu. Öyle yaşanmadan yazılacak şeyler değildi....
Sana bir şeyler olmuş ama
bilemiyorum. Fakat söylemeliyim. Gördüğün veya yaşadığın ne olursa olsun
kendini koyuverme. Hele insanlardan gizlenme. O zaman sana ya deh derler ya da
veli. Her ikisi de tehlikelidir." Bilge:
“Deliliğin tehlikesini anladım ama veliliğin ne tehlikesi var?”
“Keşke deli olsan....
En çok seninle dalga
geçerler fakat sana önem vermezler. O zaman da rahat yaşarsın. Ama adın veliye
çıktı mı yandın?”
“Neden böyle düşünüyorsun?”
“Veli bilirlerse, kimisi
senden kadın ister, kimisi kocasını düzeltmeni bekler, kimisi senin dualarınla
zenginliğe ermeyi diler, kimisi cennetin anahtarlarını talep eder....
Daha da kötüsü seni iyi
bilerek sana ihsanda bulunmak isterler. Bu sayede de senden huzur, güven ve
cennet satın alacaklarını umarlar. Halbuki sen, kendinin iyi olduğunu bilsen,
zaten iyi olamazsın, gerçekten o makamda isen zaten o verdikleri senin bedenine
dert olur. Kısacası o makamlar sana bana göre değil. Amanaman, adını deliye de
veliye de çıkarma. istemezsen de eski bağlantılarını kesme." Bilge:
“Derviş abi herkes ne olduğunu bilir. Benim veli olmaya kabiliyetim
yok. Delilik de elimizde olan bir şey değil. Takdirde ne varsa rıza
göstermekten başka çaremiz olmadığını biliyorum." Bilge biraz rahatlamıştı.
şeriye yaslandı ve konuyu başka bir alana kaydırdı:
“Derviş abi, bir türlü çözümleyemediğim bir problem var. islam
âleminin niye bu denli gerilediği sorusu, beynimi kemirip duruyor. Sen bu
konuda neler düşünüyorsun?”
Derviş, kendinden gayet emin
bir yanıt verdi:
“Hakk'in hatırını bilemediler de ondan....”
Hakk'ın hatırı nedir?”
“Ateşin ateş olduğunu bilmek
ve ona, onun tabiatına göre davranmaktır. Su aktı biz baktık, kuş uçtu biz
ilgilenmedik, rüzgar yıktı biz aldırmadık. Başkalari yeni şeyler öğrenirken,
biz bildiklerimizi de terk ettik. Kısacası Hakk'in hatırinı bilmedik. Allah bize
Kuran'da ibret almamız için, sayısız misaller veriyor. Bak Peygamberin 'Çok okuyun.'
dediği Yasin suresinde Allah yeri anlatır, göğü anlatır; 'işte size bir delil,
ölü toprak....
işte size bir delil daha
karanlık geceden gündüzü çıkarır....
işte size bir delil daha
sizi bütün hayat kaynakları içine konulmuş gemiye bindirdi....
' gibi uyanlarla âlem hakkinda düşünmemizi ve ibret almamızı istedi
ama biz gidip onu ölülere okuduk....
Anlıyor musun?
işte Hakk'ın hatırinı
bilmemek bu....”
Bilge:
“Bunları okuyabileceşimiz bir eser biliyor musun?”
“Var tabi. Ama önce kızma
getirdiğim kitabı oku sen. Sonra sana diğer kitabı da veririm. Doğrudan senin
sorularına cevap verecek kitabı....”
“Adım söyle ben alırım.”
“Hayır söylemeyeceşim. Çünkü
sen isme bakıp reddedersin. Ben sana getirirsem okumak zorunda kalırsın." Bilge,
bu ince iğnelemeden alınmadı. Çünkü, daha önce sergilediği radikal tavırlariyla
insanlari olduğu gibi, kitapları da sınıflandırmış, büyük bir kısmını toptan
reddetmişti. Derviş onun bu halini bildiği için, böyle bir söz sarf etmişti.
Bilge alınganlık yapmadı:
“Derviş abi çok şükür geçti o haller. şimdi çok iyi biliyorum ki
yeryüzünün en şanssız adamı ben değilim ama en cahil adamı benim. En iyi bildiğimi
sandığım konularda bile ayağımın yere basmadığını öğrendim. Bildiklerimin
cehaletime bile yetmediğini anladım. Eski halimizi de cahiliye dönemimizin
adetleri say." Derviş:
“Sen yanan ağacı görmüşsün Bilge. Sana söyleyecek bir şeyim yok. Allah
yardımcın olsun. Bilge, Derviş'in her şeyi biliyormuş gibi görünen tavrından
hayli etkilenmişti. Bir ara onun her şeyi bildiğini ama bilmezlikten geldiğini
sandı, neredeyse SinHa diye bir ruhaninin gelip onu eğittiğini ağzından
kaçıracaktı ama kendisine hakim oldu:
“Yanan ağaçtan neyi kastediyorsun?”
“Bildiğimiz yanan ağaç.
Musa'ya yol gösteren ağaç!" Bilge, SinHa'nin geldiği son gecede, yaşadığı
iç çekişmeyi hatırladı. Kendisi de buna benzer çağrışımlar hissetmişti. şimdi
Derviş'in bazı şeyleri bildığıne biraz daha emin olmuştu. Birdenbire onun bir zamanlar
gazeteci olduğunu hatırladı. şaşkınlıkla:
“Siz eskiden gazeteciydınız değil mi?”
dedi. Derviş Nuri, aniden
kendisine yöneltilen sorudan dolayı afallamıştı. Bu alakasız sorunun neden
sorulduğunu merak etti ama ilgisiz bir tavırla:
“Evet." dedi.
“Ancak, bana uygun bir iş
olmadığını anlayıp ayrıldım." Derin bir soluk alarak iç geçirdi. Eli
masadaki sigaraya uzandı:
“Bir sigaranı yakabilir miyim?”
dedi ve cevap beklemeden
alıp yaktı, bir nefes çektikten sonra Bilge'ye döndü:
“Hayrola nereden çıktı bu?
şazeteci mi olacaksın?”
Bilge:
“Hayır sadece konuyu biraz dağıtmak istedim." Derviş:
“Yani biraz gaflet arıyorsun. Elbette gaflete de insanın ihtiyacı
var. Unutmanın ne büyük nimet olduğunu ancak büyük acıları yaşayanlar bilir. insanın,
hep mukaddes bir huzurda olduğunu bilmesi kadar büyük ve ağır bir şey yoktur.
Ne yiyebilirsin, ne içebilirsin, ne ihtiyacını görebilirsin. Allah gafleti
yarattı ki insanlar huzur içinde yaşasınlar. O huzur hali hep devam etse ve
insan buna dayanabilse sokakta üst boyut yaratıklarla kucaklaşırdı....”
Derviş sözünün burasında
durdu. Sigarasından derin bir nefes aldı. Külünü usluca kül tablasına
silkeledi. Dakikalarca sigarasıyla ilgilendi ve sonra arkasına yaslandı:
“Sen hiç onlarla karşılaştın mı?
Onlardan birileriyle konuştun
mu?”
Bilge sorunun asıl maksadını
anlamamış gibi davran mayı tercih etti:
“Öyle şeyler oluyor mu?
Gerçi bazı Allah dostlarının
ruhanilerle görüştükleri hatta onlardan ders aldıklari menkıbe kitaplarında
geçer ama o tür şeylerin bu asırda olması mümkün mü?
.." Derviş:
“Neden mümkün olmasın?
Çocuklar doğuyor, yağmur
yağıyor ve hâlâ kumrular şehirlerde bulunuyorsa, Allah kullarından ümidini
kesmemiş demektir. Ne zaman ki yağmur yağmaz ve şehirleri kargalar doldurur, o
zaman belki onların gelmesi veya birileriyle ilgilenmesi kesilebilir." Bilge,
Derviş Nuri'deki derin bilgiye hayran kaldı. Gerçi hiç entelektüel ifadeler kullanmıyor,
teknik ifadeler sarf etmiyordu ama benzetmelerle bildiği her şeyi kolay bir üslupla
aktarabiliyordu. içinden "O tam bir irfan eri. Meseleleri kuş bakışı
görüyor. Cümleleri açık. Bütün ifadeleri, olayın tanığıymış gibi duru."
diye geçirdi:
“Sen böyle biriyle konuştun mu?”
“Allah bizi anamızdan,
babamızdan ve sevgililerimizden daha çok sever ve korur. Elbette ki yanlışa
giden kulunu uyarır. Arıya, karıncaya vahyeden Allah, âlemin efendisini de
aralarından seçtiği insanlara niçin vahyetmesin, ilham vermesin, elçiler göndermesin?
.." Biraz durakladı ve sonra:
“Tabi bu vahiy ile Tanrı elçisi peygamberlere gelen vahiyleri
birbirinden ayırm ak gerekir. Peygamberlere gelen vahiyde kuşkuya yol açacak
hiçbir şey yoktur. Ama bizim için risk yüksektir. Muhyiddin ibnül'Arabi
kitaplarında sık sık 'Bana şunlar vahyedildi.' der ve hemen ekler: Ama ben
peygamber değilim.' Çünkü O, peygambere gelen vahiy ile kendisine gelen örtülü
vahyin yani ilhamın aynı şey olmadığını biliyordu. Kendisine verilen bilginin
sağlam ve hak bilgi olduğunu belirtmek için 'Bana vahyedildi.' dedi. Ama
kendisinde peygamber istidadı olmadığını ve bu hak bilgilerin kendi tabiatından
geçerken hak olmayan suretlere bürünme ihtimali olduğunu bildiği için de 'Ben
peygamber değilim.' dedi." açıklamasında bulundu.
“Bu ifadeyi kullanimak
zorunda mıydı?”
“Hayır ama o kendisindeki
bilgiye duyduğu saygıdan dolayı bu yolu seçti. Ama insanlara gelen ilhamın
kaynaklarını bildiği için de, kendisine hak suretinde zahir olan bilginin bir başkasını
yanıltabileceğini anladı ve 'ben peygamber değilim.' dedi. Böylece sözünü
tartışılabilir kıldı.”
“ilhamın kaynaklan nelerdir?”
“Keşif ehli de dahil
insanların ilham sayabilecekleri fısıltılar dört kaynaktan gelir. Rahman,
melek, nefis ve şeytan. Rüyalarımız da bu dört kaynaktan beslenir....
Eğer bir dürtü sürekli ise o
ya Rahman'dandır ya nefisten. Kesintili ve ısrarcı değilse melekten veya şeytandandır.”
“Peki insanlar bir bilginin
ilham olup olmadığım nasıl anlıyorlar?”
“Sen hiç, birdenbire seni
eyleme ve harekete geçiren dürtüler almaz mısın?”
“Alırım.”
“işte o, bir tür ilhamdır.
Hatta bazen dilin kilitlenircesine bir şeyi tekrar eder durursun. Bu sende de
olmaz mı?”
“Hiç dikkat etmemişim. Belki
de olmuştur.”
“Muhakkak olmuştur. insan
bir nefesli saz gibidir. Üfleyen ve üflenen aynıdır ama yetenekler farklı
olduğu için sesler farklı çıkar.”
“Peki bir ilhamın veya
dürtünün Rahman'dan mı yoksa şeytandan mı kaynaklandığını nasıl anlarız?”
“Sana gelen ilhamı veya
içine doğan fikri Kuran ve hadis ölçüsüne vurdun mu, anlarsın. insan muazzam
bir varlıktır. Her bir insan, teorik olarak Cenabı Hakk'a muhatap olacak
donanımda ve yaradılıştadır. Ama o bunu bilmez veya unutur.”
“Unutma nasıl olur?”
"Kuran'da sık sık 'Biz onların kalplerini mühürledik. Gözleri
var görmezler, kulakları var duyamazlar, kalpleri var kavramazlar.' ifadeleri
geçer. Sence bununla Allah bize neyi anlatmak istiyor?”
“Bilemiyorum.”
“Rahmetinin genişliğini. Ve
diyor ki, 'Ey kulum ben sana benden gelecek nimetleri alacak kabiliyeti verdim.
Sen ise yanlışta ve ihsanımı kabul etmemekte ısrar ettin. Ben de senin kalbini
kılıfa soktum ve sen artık duymayacaksın.'“
“Kalbi diri olmak, bu mudur?”
“Elbette. Ama nice kalbi
diri yaratılmış insan var ki, inatçılık ve nankörlükle kalplerinin kapanmasına
yol açarlar. Yani ezelde 'saadet ehli' olarak takdir edilirler ama onlar 'şakiler'
sınıfında kalmayı yeğlerler. Allah da o kalpleri kilitler ve artık Hayırdan nasiplerini
keser....”
“Peki ilahî takdir sabit
değil midir?
Bizim bildiğimiz said doğan
said ölür, şaki doğan şaki ölür.”
“Sabit olanlar vardır,
olmayanlar vardır. Örneğin, ben seni yabancı bir ülkeye teknoloji eğitimine
gönderiyor ama sen gidip şarkıcı oluyorsun”
“Peki O, benim 'şarkıcı'
olacağımı bilmiyor mu?”
“Elbette biliyor. Ama sana
yaptığı takdir evvelkisi. Sen tercihini kullanıyorsun, O da istediğini halk
ediyor." Bilge, iliklerine kadar titredi. Dervişin de duyabileceği bir şekilde
"Rabbim bize hidayet verdikten sonra kalbimizi saptırma." diye dua
etti. Derviş yüksek sesle "Amin!" dedi.
“Peki kader değişebilir mi?”
“Değişiklikten neyi
kastettiğine bağlı. Eğer sen kendini kastediyorsan, sorun yanlış. Sen kaderinin
ne olduğunu bilmiyorsun ki değişip değişmedığıni bilesin. Eğer Allah'ın bilgisinde
bir değişiklik olup olmadığını kastediyorsan, böyle bir şey yok. Onun bilgisinin
dışında bir hareket veya eylem yok ki. O senin hangi zeminde nasıl hareket edip
etmeyeceğini bilir. Bununla birlikte önü ne sayısız alternatifler çıkarır ve
sen kendi iradenle birini seçersin. ğöyle bir örnek vereyim. Örneğin sana bir
bela iner. Ama verdığın bir sadaka onu karşılar ve başından savar. Cenabı Hak
da o belayı kaldırır veya tebdil eder. Buna kaderi muallak yani askıdaki kader
denir. Bu da Allah'ın insan iradesine verdiği önem nedeniyledir.”
“Biraz daha açar mısın?”
“Say ki sen bir tren
kullanıyorsun. Sayısız makasların bulunduğu bir kavşağa geldin. Tam olarak ne
yöne gitmen gerektiğini de bilmiyorsun. Ama sonuçta bir yön seçersin ve o
tarafa gidersin. Hepsine aynı anda gidemeyeceğine göre....
Orada seni etkileyenin ne olduğunu
söyleyebilir misin?”
“Tam değil ama neticede
içime doğan bir dürtü ile bir yönü seçerim.”
“Hah işte mesele orada. Püf
noktası da orası. Az önce sana kalbin dört kaynaktan ilham aldığını ve
dürtülerin de ondan doğduğunu söylemiştim. Eğer elinde sağlam bir ölçü olsa,
hep doğru yönü seçer ve mutluluğa kavuşursun. Ama bazen nefsin, bazen şeytan
sana Sureti Hak'tan görünür ve seni yanlışa sevk eder. Sen de yöneldığın yolda
başına gelecekleri haketmiş olursun.”
“Bunlar çok karışık
meseleler....”
“Doğrudur. Zaten
Peygamberimiz ümmetini kaderi fazla tartışmaktan menetmiş. Ama bu bahsi yine de
anlaşılabilir şekilde izah edenler vardır. Hem de çağımızın bir islam düşünürü
tarafından.”
“Kim?”
“Eee, bunu bilmek de senin
derdin olsun. Zaten bizim temel meselemiz bu kolaycıhk ve hazırcılık değil mi?”
“Nasıl hazırcılık?”
“Cenabı Hak kendi
rahmetinden, bütün peygamberleri bizim yaşadığımız bu bölgede göndermiş. Bu
gösteriyor ki biz Doğu milletlerinin gerçek huzuru ve gelişimi din iledir. Bu
büyük bir nimet. Biz her hikmeti ve bilgeliği hazır bulmuşuz. Bu hazır
bilgelikle medeniyet ve terakkide bir yere gelmişiz, sonra onlan tabu haline
getirip gerçek an 112 lamlarıni bir yana bırakmışız. Zamanla önceki
bilgilerimiz de cahillerin elinde hurafeye dönüşmüş. Çünkü bilgi, cahilin
elinde ancak hurafe olarak kendisini açığa vurabilir. Ama bak diğer milletler,
her hakikati araştırarak elde ettiler Her taşın sertliğini başlarını kırarak
anladılar O yüzden de elde ettiklerinin kıymetini bildiler ve onu bir nesilden diğer
nesle aktararak çoğalttılar Böylece onlar ileri gittiler Biz ise hazır
bilgileri bile hurafeye dönüştürdük. Daha sonra da bir yığın baskılar ve
cehalet içimizde dal budak saldı, o da nifak ve kargaşa getirdi. Ümidimizi
kaybettik. Dünyayı kalben terk etmek yerine kesberi terk ettik. Medeniyet
ocaklarimız söndü. islam da geri kaldı....”
Bilge iyice şaşırmıştı.
Gçinden "Bu adam her şeyi bilerek söylüyor Bana verilen ödevden bile
haberdar" diye geçirdi. Derviş, Gönül'ün ikram ettiği meyvelerden sadece
bir elma yedi. Saate bakıyormuş gibi koluna baktı. Kolunda saat yoktu ama:
“Aaa!....
çok geç olmuş! Ben kalkayım
müsaadenizle" dedi ve sonra Gönül'e döndü:
“güzel gelinim, sana zahmet verdik. Hakkını helal et. Boş laflarla
başını Gişirdik." dedi. Gönül:
“Estağfirullah efendim. Büyük bir zevkle ve merakla dinledim. Hatta
aklıma gelen bazı şeyleri sırf sizin güzel konuşmanızı kesmemek için sormadım.
Ama mutlaka sizleri yine bekliyorum. Sıklıkla gelirseniz sevinirim." Derviş:
“Siz böyle güzel yüzle beni karşılarsanız, ben hep gelirim ama ben,
kendisine yüz verilecek bir insan değilim. Bilge'yi merak ettişim için geldim.
Onu sadece kendinize saklamayın, bizim de ona ihtiyacımız var Bizim fakirhaneye
gelmeyeceğini biliyorum. Ama bari zaman zaman kıraathaneye gelsin de bize yüzünü
göstersin." Bilge:
“Aman Derviş abi beni şımartma! Nefis sünger gibidir Övgüyü hemen
emer" Derviş Nuri'yi, Gönül kapıya kadar, Bilge sokağın başına kadar
uğurladı. Bilge, Derviş'i uğurladıktan sonra eve dönerek kapıdan girince,
Gönül'ün elindeki altın bilekliği dikkatle incelediğine tanık oldu. Gönül,
bilekliği Bilge'ye göstererek:
“Bak seninki ne getirmiş!" dedi. Bilge, kendisine uzatılan
künyeyi alıp inceledi. Bilekliğin üzerinde "Betül" yazılıydı. Bilge,
kızının adını Derviş Nuri'ye hiç söylemedığıni fark etti:
“Bu adam kızın adını nereden öğrendi?
Ben kimseye söylemedim ki!
Sadece dergideki bir iki arkadaş biliyor. Onların da söyleme olasılıkları hem
az, hem anlamsız.”
“Bilge, bu adam boş biri
değil! Konuşmalarını dinlemedin mi?
Meselelere ne kadar vakıf
Bunlar sadece okumakla, öğrenmekle elde edilecek şeyler miydi?”
Bilge Hayır anlamına kaşlarını
kaldırdı. Ve ekledi:
“Ben daha ileri gideceşim. Bana göre bu adam SinHa'nın sözünü
ettiği gazeteci. SinHa adamın hâlâ gazetecilik yapıp yapmadığını söylemedi. Bir
arkadaş, üç dört sene önce, hem de mesleğinin iyi bir yerinde iken gazeteciliği
bıraktığını söylemişti. Ama nedenini söylememişti. Bizi de bilinçli olarak
gelip buldu." Gönül de en az Bilge kadar ürperdi:
“Neler oluyor Bilge, Allah'ını seversen söyle de rahatlayayım!”
“Keşke bilseydim....
Ama görüyorsun ki dünya boş
değil....
Hem anımsıyor musun geçen
yıl okuduğun bir kitapta, 'insanın hilafetinin anlamı, onun evrenin ruhu
olmasında yatıyor' diyordu. Ve yanlış anımsamıyorsam, o cümlenin devamında 'Ruh
mesabesindeki insanlar tükendiğinde evrenin varlığını sürdürmesi de imkansızlaşır'
şeklinde bir cümle vardı." Gönül anımsadığını belli etmek için başını
salladı. O gece Betül rahatsızlandı, onu yakındaki bir kliniğe götürdüler Ateşi
yükselmişti. Küçük bir müdahale ile ateşini düşürdüler ama doktor, her ihtimale
karşı bir süre hastanede kalmasını uygun görmüştü. Sabaha karşı çocuğun ateşi
tamamen düşmüştü. Nöbetçi doktor, artık çocuğu götürebileceklerini söyleyince
rahatlayarak eve döndüler..
ÇÖZÜLME
Bilge daha sonraki günlerde sık sık Erenler Kıraathanesi'ne uğradı.
Fakat bir türlü Derviş Nuri ile karşılaşmadı. Birkaç gün sonra Derviş Nuri'yi
kahve sakinlerinden sormaya karar verdi. Çaycı Arif Baha'ya, Derviş'in gelip
gelmedığıni sordu. Oda:
“Haa! Ya sahi o son günlerde gelmiyor. Acaba başına bir iş mi geldi?
Buraya uğramadan edemezdi.
Hayret neden hiç aklımıza gelmedi ki!" Tek eliyle taşıdığı ve üzerinde en
az otuz çayın bulunduğu tepsiden servis yaparken bir yandan da konuşmasını
sürdürüyordu:
“Tüh be insanlık essahtan ölmüş! Adamı hiç merak etmedik. Yüzde yüz
hastadır. Evini bilen var mı acaba?”
Nargilesinden bir nefes
çeken Hurşit adlı bir müdavim:
“Yine kimin hakkında konuşuyorsun Arif Ağa?
Bana ıhlamur bırak....”
diye seslenince Arif baba
arkası dönük cevap verdi:
“ğu bizim Derviş abiden söz ediyorum Hurşid Efendi. Son zamanlarda
gelmiyor da. Delikanlı sorunca aklıma geldi. Kendi kendime konuşup
hayıflanıyorum. ğu kadar zamandır adam ortalarda yok, hiçbirimiz merak edip
adamı sormadık." Hurşid ciddileşti ve:
“Hakikaten yahu, adam bir süredir ortalıkta görülmüyor. Oysa her akşam
takılırdı." diyerek kendisini ayıpladıktan sonra yüksek tondan çevreye
seslendi:
“Derviş'in evini bilen var mı?”
Hiç kimseden ses çıkmadı. Ertesi
günlerde de Bilge, Derviş'in adresini öğrenmek için defalarca Erenler'e gelip
gitti ama onun kaldığı yeri bilen çıkmadı. Bilge "Bunda bir iş var."
diyordu. Kafası Derviş'le meşgul bir şekilde eve geldi. Kaygılı bir ifade ile:
“Bu gün de bulamadım." dedi. Gönül de üzüntüsünü ifade etti. Gönül
üzüntüsünün yanı sıra bir keşfini Bilge'ye anlatmak için sabırsızlanıyordu. Keşfi
kendisince o kadar önemliydi ki içi içine sığmıyordu:
“Biliyor musun, ben işin sırrını çözdüm.”
“Hangi işin?”
“Bizim kız ne zaman huysuzlaşırsa
bakıyorum ki bilekliği kolunda değil. Ben birkaç deneme yaptım. Bilekliği
çıkarir çıkarmaz ağladı. Onu takınca susuyor....”
Bilge "Hadi
canım!" diyecekti ama vazgeçti. Gönül, onun inanmadığını anladı.
“Bak sana ispat edeceşim!"
dedi ve gidip uyumakta olan çocuğun kolundan bilekliği çıkardı. Daha üç dakika
geçmeden Betül uyandı ve ağlamaya başladı. Sancısı varmış da yardım istiyormuş
gibi ağlıyordu. Bilge çocuğu yerinden alıp kucağına yatırdı ve gazını çıkarmak
için sırtını sıvazladı. Ama bir türlü ağlaması kesilmiyordu. Gönül:
“Bak şimdi sen de inanacaksın!" dedi ve bilekliği kızın
bileğine taktı. Betül ağlamayı kesti. Bilge hayretle:
“Bu bir keramet!" dedi. Gönül "Ben de öyle düşünüyorum."
anlamında başını hafifçe sallayarak onu onayladı. Bilge o güne dek, "Bu
çağda keramet olmaz!" diye düşünüyordu ve bu düşüncesini bütün
tanıdıklarına açıkça söylüyordu. Kendi kendine, gördüğünün bir yanılgı olup olmadığını
sordu. ğartlanmış olarak üst üste gelen rastlantıları keramet olarak mı yorumluyordu
acaba?
Sonra SinHa ile olan konuşmalarını
anımsadı ve in san aklnin kuşatamadığı pek çok kavramı, ilintisiz izahlarla,
akılla yorumlanabilir hale getirdığıni düşündü.
“insan bilmediği şeyin düşmanıdır.
Biz kendimizde o halleri göremeyince hiç kimseye yakıştıramıyoruz galiba."
dedi. Keşfettiği garipliği Bilge'ye anlattıktan sonra, rahatlayan Gönül, o akşam
annesine gideceklerini hatırlattı. Bilge; "Ben bu kıyafetlerle gidebilirim
değil mi?”
diye sordu gülerek. Gönül:
“Amaaan sen del Benimle dalga geçme. Sana bir kere bir şey söyledik
diye ikide bir yüzümüze vurma. Sen babamı bilirsin. Her zaman her yerde resmî
bir adamdır. Ben de o yüzden düzgün bir şeyler giymeni istemiştim. Ne var yani,
bunu iki de bir bana hatırlatıyorsun?
Hem seninle evli olan, onlar
değil benim. Ve ben de senden memnunum.”
“gaka yaptım karıcığım! Sen
de çok alıngansın. inan ben de senden memnunum." O gece kayınpederi
Bilge'ye fazla takılmadı. Herkesin ilgi odağı Betül idi. Betül de herkesi
memnun edecek kadar cilveliydi. Kayınvalide iffet Hanım çocuğun kendisine güldüğünü
söyleyerek, bundan kendisine büyük bir pay çıkardı. Muhsin Bey ise, Betül'ün
kendisine güldüğünü iddia etti. Ama kayınvalide farklı kanıdaydı.
“Hayır sen kucağına alınca
ağladı!" dedi. Muhsin Bey, bu sözden alındı ve "Ne yani torunumun
beni sevmedığıni mi iddia ediyorsun?
Böyle saçma saçma konuşup sinir
bozma!" diye karşılık verdi. Neyse ki Gönül vaktinde müdahale etti ve
ortalığı yatıştırdı. Kızını kucağına alıp, "Tabi ki o dedesini de sever,
anneannesini de." demek suretiyle büyüme istidadı gösteren tartışmaya son
verdi. Ziyaret sonrası eve fazla geç olmayan bir saatte döndüler. Onlar evden
çıkarken Haluk eve yeni geliyordu. Her zamanki gibi şirkette işinin çokluğundan
şikayet etti ve geciktiği için özür diledi. Ama herkes gibi Bilge de bu sözünün
öylesine söylendiğini biliyordu. Çünkü Bilge ile Haluk, birbirlerine pek uyum
sağlayamıyorlardı. Her ikisinin dünyası ve ilgi alanları farklıydı. Bilge o
yüzden onun itici davranışlarına aldırmıyordu. Haluk da zaten Bilge'yi üçüncü
sinıf bir vatandaş gibi görüyordu. Kapıda Betül'den bir türlü ayrılamayan
anneanne ve dedenin uzun süren vedalaşma töreninden sonra görüşme dilekleriyle
ayrıldılar. Bir taksiye atladılar. Eve geldiklerinde saat 23.00'e çeyrek vardı.
Gçeri girdikleri sırada telefon çalıyordu. Bilge apar topar kapıyı açıp
telefona koştu ama yetişemedi.
“Acaba kimdi?
Bu saatte kim arar ki!"
diye hayıflandı. O saatte arayabilecek bir iki arkadaşını aradı. Ama kimse telefon
edenin kendisi olduğunu söylemedi. Bilge telefonu kapattı.
“Acaba kimdi?”
sorusundaki merakı başkaydı.
O hep Derviş'ten bir haber bekliyordu. Onun bir gün çıkıp geleceğini veya
telefon edeceğini umuyordu. Tam ümidini kesmişken telefon bir kere daha çaldı.
Arayan Arif Baba idi. Arif Baba, önce bu saatte rahatsız ettiği için özür
diledi ve hemen konuya geçti. Derviş'ten bir haber aldığım söyledi. Bilge
sevindi. Arif Baba, bir dostundan onun oturduğu mahalleyi öğrenmişti. Bilge
büyük bir heyecanla Arif Baba'nin söylediklerini not aldı.
“Balat'ta Hayal Kıraathanesi
varmış. Orada onu tanıyanlar çıkarmış. Gençliğini orada geçirmiş. Evi de o
civardaymış." dedi. Arif Baba telefonu kapattığında Bilge sevinçten uçacak
gibi oldu. Sevincini paylaşmak için çocuksu bir coşku ile Betül'ü yatırmakla meşgul
olan Gönül'e seslendi:
“Canım onu buldum! Yarın gidip onun nerede olduğunu öğrenebileceşim"
Gönül ses vermedi. Bilge duymamış olabileceğini sanarak, daha yüksek sesle
"Gönül Hanım duydun mu?
Derviş abinin oturduğu
mahalleyi öğrendim." diye tekrarladı.
Gönül'den yine ses gelmeyince Bilge onun uyumuş olabileceğini dügünerek
içeriye bakmaya karar verdi. Yorgunluktan uyuyakalmış olabileceğini dügünerek
usulca çocuk odasının kapısını açtı. Ancak o daha kapıyı aralar aralamaz Gönül,
elini dudaklarına götürerek gürültü yapmaması için onu uyardı. Biraz sonra
iyice dalan Betül'ün üstünü örterek salona gelen Gönül, karanlıkta görme yeteneği
azalmış gözlerle:
“Aman Bilgece, ne sabırsızsın! Ben güç bela çocuğu uyutuyorum, sen
ha bire bağırıyorsun." dedi. Bilge özür diledi.
“ Affedersin canım! O kadar
sevinmiştim ki çocuğun uyumuş olabileceğini tahmin edemedim." Bilge ertesi
gün erkenden kalktı. Sabah namazını kıldıktan sonra sabırsızlıkla hazırlandı ve
evden çıktı. Gönül onun nereye gidebileceğini bile bile yine de sormayı ihmal etmedi:
“Hayrola erken erken nereye böyle?”
Bilge, biliyorsun anlamına
bir işaret yaptı ve kapıyı çekerek çıktı. Fatih'ten Balat'a inen yolda
ilerlerken kafasında sayısız anı canlanıyordu. Öğrencilik yıllarını anımsadı.
“Ne kadar boş şeyler için
kavga etmişiz meğerse." dedi. Çevreden geçenleri, caddenin sağında solunda
yükselen binaları hayretle izledi. Yüksel'in öldürüldüğü yere geldığınde aynı o
günkü gibi yüreği titredi, ürperdi, boğazı düğümlendi. O günden bu güne ne çok şey
değişmişti. Bu, adeta sabit bir çerçevenin içindeki tablonun değiştirilmesine
benziyordu. Çerçeve aynıydı ama içindeki görüntü tanıyamayacağı kadar başkalaşmıştı.
“Bu kadar kısa zamanda bir şehir
nasıl bu kadar çehre değişebilir ya Rabbi! Hey fani dünya....”
Bu büyük değişikliğe akıl
erdiremiyordu. Sahilde zaman zaman gidip akma oturduklari ağaçlan anımsadı.
Acaba şimdi orası nasıl diye düşünürken, ayaklan onu başka bir yöne çekti.
Hayal Kıraathanesi'ni hayal meyal hatırlıyordu. Patrikhane caddesinde
olmalıydı. Acaba o büyük ağaç hâlâ duruyor muydu?
Kestane miydi, çınar ıinydı
unutmuştu. Onu her gördüğünde Osmanlı'nin azametini düşünürdü, içerden ve dışardan
sürdürülen çabalara rağmen zorla çökertilebilmiş o koca imparatorluğun hincini
almaya yeminli bir takipçi gibi her zaman dimdik ve ihtişamli görüntüsüyle
etrafındaki apartmanlar kucaklardı dev ağaç. Adeta etrafında pıtrak gibi
çoğalan ruhsuz ve estetikten uzak beton yapılara meydan okuyor ve "Bir gün
o ruhun yeniden dirilebileceğinin bir kanıtıyım." der gibi duruyordu. Ya
da Bilge, içindeki özlemleri onun bedeninde kalıplaştiryordu. şimdi, o eski düşünceleri
ona biraz komik geliyordu. Bir zamanlar kesinlikle Osmanlı'nın yeniden
dirileceğine olan inancı tatlı bir tebessüm gibi dudaklarında dolaştı:
“Hayır Osmanlı'nın dirilmesi hayal. Bugün artık bunu net olarak
görebiliyorum. Ama bu millet, bir gün o ruhu yeniden yakalayacak. Buna zorunlu.
Aksi takdirde bu topraklarda daha uzun süre varlığımızı koruyamayız." diye
mırıldandı. Patrikhaneyi, Bizans'ı, Ayasofya'yı düşündü. Ayasofya'nın halini düşününce
yeniden içi karardı.
“Helal olsun! Adamlar kendi
topraklarımızdaki varlıklarımıza bile sahip durumdalar." diye söylendi. Ayasofya'nin
yüreğinde onulmaz eski bir yara olarak yeniden kanadığını hissetti. Hâlâ onun
halini düşününce göğsünün üzerinde bir sızı belirmesinde teselli aradı. Bilge
iki dinin mensupları tarafından Allah'a adanmış bu mabedin, bugün ilahî nağmelerden
mahrum kalmış olmasını içine sindiremiyordu. Bu halde kalması yerine orada
pazar günleri ayin yapılmasına bile razıydı. Bu mümin mabedin bir mürtet gibi yaşıyor
olması kanına dokunuyordu. Bilge, büyük kestane ağacının yerinde durduğunu
görünce ümitlendi. Tuhaftı ama sanki o ağacın hâlâ ayakta duruyor olması ona
ümitlerinin gerçekleşeceğinin kanıtı gibi geldi, içinden, "Diren oğlum,
diren! Yıkılma! En azından sen inancını hiçbir zaman kaybetmedin. Burada hep
ayakta durarak, doğacak kutlu günleri müjdeledin." dedi. Cebinden sigara
paketini çıkardı. Üç beş sigarası kalmıştı. Bir paket sigara almak için yolunun
üstüne çıkan büfeye girdi. Yaşlı, orta karar tıknaz büfeci ona sevimli geldi. şüleç
yüzlüydü....
Sanki zamanın bir yerlerinde
onunla müşterek yaşanmış hikayeleri varmış gibi ona baktı. Bilge nerede ise
"Beni tanıdın mı?”
diye soracaktı ama bu
sevimli adam ona fırsat bırakmadı:
“Aman ya Rabbi rüyamda görsem inanmazdım! Bilge hayrola oğlum, ne
arıyorsun buralarda?”
Bilge önce afalladı sonra
kendini toparladı ve sesin de çağrışımıyla yıllar öncesini hatırladı:
“Hasan Amca! Ne kadar çok değişmişsin! " Hasan Amca eski bir
Fatihliydi. Bilge üniversite yıllarında Çarşamba'da bir çatı katında otururken,
bütün alışverişlerini Hasan Amca'dan yapardı. Hasan Amca'nin Bilge'de de, diğer
öğrencilerde de çok hakkı, çok emeği vardı. O, öğrencilerin babasıydı. Sigaralarını,
ekmek ve yumurtalarını hep o verirdi. Paraları olmadığında, "Olunca verirsınız."
der geçerdi. Bir müddet sonra borcunu vermeye giden öğrencilerin en çok karşılaştıkları
söz, "Ben senden öyle bir alacağımın olduğunu hatırlamıyorum."
olurdu. Hatta bir seferinde soğuk ve karlı bir günde Hasan Amca, kendisi için
aldığı paltoyu Bilge'ye zorla vermişti.
“Evladım ben hep bu
kulübedeyim. Evim de şuracıkta. Bana pek lazım olmuyor. Heveslendim aldım ama
giymeye fırsatım bile olmadı. Al da bize dua et." demişti. Bilge almamak
için direndiyse de başardı olamamıştı. Hasan Amca, almazsa ona küseceğini
söyleyerek bir daha ona bu dükkandan bir şey satmayacağı tehdidini savurunca
paltoyu almak zorunda kalmıştı. Tam on üç sene geçmişti aradan. Bilge büyük bir
saygıyla eğildi ve Hasan Amca'nın elini öptü:
“Bana verdığın o palto hâlâ duruyor." dedi. Hasan Amca
anlamazlıktan gelerek "Ne paltosu?”
dedi. Bilge geçmişte yaşanan
olayı anlattı ama Hasan Amca gerçekten hatırlamamış gibi görünüyordu. Bilge,
Hasan Amca'nın sorusu üzerine biraz geç de olsa evlendiğini, bir kızı olduğunu,
eşini sevdığıni, bir dergide zaman zaman yazılar yazmaya çalıştığını anlattı.
Hasan Amca, "Maşallah, sen bunlara layıktın oğlum!" dedi. Bilge'nin
yüzü kızardı. Bir anda tarihin çok uzak bir döneminde kalmış gibi görünen bir olayı
bütün ayrıntılarıyla hatırladı. Hasan Amca kızını ona vermek istemişti. Kendisi
bizzat Bilge'ye bu isteğini söylemişti. Ama Bilge, "Ben okuyacağım. Hasan
Amca. Daha üçüncü sınıftayım. şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum." diyerek
ona olumlu yanıt vermemişti. 3 Halbuki Bilge, Sevde'yi, babasının yanında
gördüğü zaman büyük bir heyecana kapılırdı. Harika bir kızdı. En azından Bilge
onu öyle görüyordu. Başı örtülüydü. O zamanlar örtülü kız. Bilge için
ulanılmayacak kadar uzak ve yüksek bir zirve gibi görünüyordu. Çünkü koca
Gehrin caddelerinde dolaşırken ancak tek tük örtülü kız görmek mümkündü. O
yüzden de Bilge kendisini o kıza yakıştıramıyordu. O, zirvede açmış bir
kardelen çiçeğiydi....
Kız da Bilge'ye pek yüz
vermezdi zaten. Ama yine de Bilge onu sormaktan kendini alamadı:
“gevde nasıl?”
Hasan Amca'nin yüzünde belli
belirsiz bir tebessüm dolaştı. Bilge'nin kendisinden birkaç yaş büyük olan
kızına o zamanlar ilgi duyduğunu ama Sevde'nin ona fazla yüz vermediğini de
hissetmişti:
“iyi" dedi.
“Fatih'ten ayrıldıktan bir
yıl sonra evlendi. Üç kızı bir oğlu var.”
“İstanbul'da mı oturuyorlar?”
“Evet Balat'ta. Zaten onun
ısrariyla buraya yerleştik ya!”
“Hali vakti iyidir inşallah.”
“iyiler, iyiler! idare edip
gidiyorlar işte. Başlangıçta büyük acılar çekti ama şimdi iyi. Kocası
gazeteciydi. iyi bir çocuktu ama biraz çapkındı. O halleri başta hepimizi çok üzdü....
Allah'tan şimdi öyle halleri
yok....”
Bilge, tuhaf bir şaşkınlıkla:
"gazeteci mi?
Peki, hâlâ gazetecilik
yapıyor mu?”
diye sordu. Hasan Amca,
Bilge'nin soruş biçiminde bir hayret ifadesi sezince:
“Hayır yapmıyor! Niye sordun?
şazeteciyle evlenilmez mi?”
“Hayır o anlamda söylemedim.
Birdenbire şaşırdım da! Ben de bir gazeteci ahimi arıyorum da." Bilge,
Derviş Nuri adlı gazeteciyi aradığını, ama soyadını bilmediğini, onu bulmak
için Balat'a geldığıni bir çırpıda özetleyiverdi. Hasan Amca gülümsedi.
“Bizim derviş." dedi.
Bilge, hayret ve merakla:
“Onu tanıyor musunuz?”
“Elbette bizim damat o işte!
Ama adı Derviş Nuri değil. Bu semtte onu o isimle bilmezler. Onun adı Rahmi,
soyadı da Huzursaçan.”
“Demek asıl adı Rahmi
Huzursaçan! Peki onu görebilir miyim?”
Hasan Amca'nın gözleri
dumanlandı. Çok, çok uzaklara bakar gibi daldı. Ne evet, ne Hayır dedi. Gçeri giren
bir müşterinin istediği mah raftan alarak, parasını bozmakla uğraştı. Daha o müşteri
gitmeden bir başkası girdi içeri. Bu durum hemen hemen yarım saat sürdü. Peş peşe
gelen müşterilerden dolayı Bilge bir türlü sorusuna yanıt alma fırsatı
bulamadı. Yarım saatlik süre Bilge'ye bir yıl kadar uzun gelmişti. Bir an önce
müfterilerini savıp yalnız kalmasını istiyordu ama aksi gibi müfterilerin biri
çıkıyor biri geliyordu.
“Ayağın uğurlu geldi. Bilge.
Bu saatte bu kadar müfteri geldiği hiç olmamıştı." dedi Hasan Amca. Sonra
uzun bir hikayeyi anlatmaya koyulur gibi derin bir nefes aldı. Bilge'ye
kahvaltı yapıp yapmadığını sordu:
“Çok iyi bir peynirim var. Gel seninle güzel bir kahvaltı yapalım.
Geçmiş günleri analım." dedi. Oysa Bilge bir an önce Rahmi'yi, yani Derviş
Nuri'yi sormak istiyordu. Hasan Amca ise hiç oralı gibi görünmüyor, kahvaltı
hazırlamaya çalışıyordu. Bir ara işini bırakarak kapıya çıktı ve karşıdaki kahvehaneye
seslendi:
“Hacı bize iki çay!" Çaylar kısa zamanda geldi. Orta yere
konulan bir sandığın üzerine serilen gazete üzerinde kurulan sofrada peynir,
limon, kırmızı biberle zenginleştirilmiş yeşil zeytin, siyah zeytin ve büyük
dilimler halinde kesilip bırakılmış domatesler vardı. Bilge:
“Hasan amca sen de öyle bir sofra kurdun ki yememek mümkün
değil." dedi. Hasan amca ekmek dolabından sıcacık iki somun çıkardı.
Çaylar da hazırdı. Hasan Amca, bir yandan bir iki lokma aldıktan sonra, usul
usul söze girişti:
“Rahmi kız istemeye geldığınde yaşı geçkin bir gazeteciydi. Sıkılgandı.
Uzun müddet kem küm etti ve sonra: 'Hasan amca eğer razı gelirsen Allah'ın
emriyle kızın Sevde'ye talibim.' dedi. Onu fakülte yıllarından beri tanıyordum.
Temiz bir çocuktu. 'Nasipte varsa olur.' dedim, ama kızın da fikrini
sormalıydım elbette. O benden bu cevabı alınca iş olmuş da bitmiş gibi sevindi.
Sonradan öğrendim ki, bir müddettir gevde ile görüşüyorlarmış. Nasıl olmuisa
bize çaktırmadan bir iki sefer de buluşup konuşmuilar. Anlayacağın kendi aralarında
karar vermişler, bize de işi resmileştirmek düşüyormuş. Hülasa, evlendiler. ilişkileri
bir iki sene iyi gitti. Bir akşam eve gittişimde, kapıyı gevde açtı. ilk çocuğu
henüz dört aylıktı. Çocuğuyla birlikte evde olması bana baştan garip gelmemişti.
Herhalde Rahmi sonradan gelecek diye üzerinde durmadım. Yemek vakti geldi
sofraya oturduk. 'Rahmi nerede, o da gelmeyecek mi?”
diye sorduğumda ana kız
birbirlerine baktılar. Bir şeylerin olduğunu sezinledim ama yemeğin başında
meseleyi büyütmek istemedim. Bizim hanım, 'Hasan Efendi, Rahmi gelmeyecek.
gevde de gitmeyi düşünmüyor.' deyince o an on yıl yaşlandım. Elbette ki
insanlar evlenir ve boşanırlar. Benim derdim o değildi. Ben, iyi gitmesi
gereken aile yapısının her tarafta sarsıntı geçiriyor olmasına üzülmüştüm. Sevde
gibi bir kız ve Rahmi gibi bir insan anlatamazlarsa, bu milletin hali ne olacak
diye düşündüm. iki iyi insan niçin birbiriyle iyi geçinemezler gibi şeylerdi üzüldüğüm.
Anlayacağın ben işe başka tarafından yaklaştım. Kızı sakinleştirmek için, 'Olur
böyle şeyler, düzelirsiniz. Her evlilikte böyle sıkıntılar yaşanır.' dedim. sevde
ilk defa o anda konuştu:
“Baba, bu olacak bir şey gibi değil.”
“Nasıl değil kızım, seni
terk etmedi ya?”
“Beni terk etti. Hatta evden
kovdu.”
“Derdi neymiş?”
“Başka bir kadın!”
“Nasıl başka bir kadın?”
“Bir kadına tutulmuş, ona aşık
olmuş, onunla evlenmek istiyor. Onun için de beni başından kovuyor." Hasan
Amca burada epey müddet sustu. Gözleri de sanki buğulanmıştı. Evli bir insanın,
başka birisine aşık olup karısını bu yüzden bırakmasını hiçbir zaman anlamamıştı.
Hatta yıllar önce bunu yapan bir tanıdığından selamı sabahı kesmişti. Çünkü bu
durum ona göre erkekliğin kitabına sığmazdı.
“Ben şunu anlarım."
dedi Hasan Amca, "Karı koca anlaşamazlar, birbiriyle yapamayacaklarını
anlarlar ve eşin dostun da yardımı ve arabuluculuğu ile ayrılırlar. Ama bir
erkek, kendisine sadık ve çocuğunu doğurmuş bir kadını, sırf pis nefsinin
hevesine kapılıp terk edemez. Bunu ne şeriat kabul eder, ne örf kabul eder, ne
de insanlık.”
“Peki ne yaptınız?”
“Dükkanı evdekilerden
habersiz birkaç günlüğüne kapattım. Onu takip etmeye koyuldum. Söylenenler
doğruymuş. Bir gün kol kola yürürlerken aniden karşılarına çıkıverdim. Rahmi, o
kadar şaşırdı ve panikledi ki şaşkınlıktan elindeki paketi yere düşürdü. Paketi
yerden alıp eline tutuşturdum. 'Sen erkek misin?
' dedim, 'Sana her şeyini veren bir kadinı bırakıp kör nefsinin peşinden
koşuyorsun!' Hasan Amca olayı anlatırken bir kere daha sinirlenmişti. O kadar
ki ağzındaki ekmek parçaları sağa sola fırladı.
“Afedersin oğlum!" diye
özür diledikten sonra sözünü sürdürdü:
“Kıza da bir çift laf söyledim. 'Kızım, bu adam benim kızıma aşıktı,
birbirini severek evlendiler, öyle ki biz onlara Hayır diyemedik, sen aklını başına
al. Yarın seni de terk edebilecek bu adamdan uzak dur.' dedim. Kız afallamıştı:
'Efendim ben öyle olduğunu bilmiyordum! Bana çok başka türlü anlatmıştı. Hiç
geçinemediklerini o yüzden de ondan ayrıldığını söylemişti !' Aralarında ne
olup bittiyse kız, adeta yıkıldı. Ben olmasaydım onu parçalayacaktı. Sadece şunu
dedığıni hatırlıyorum: 'Allah senin belam versin murdar herif! Benim de dünyamı
karattın, karının da! Oysa ben seni hiç kimsenin sevemeyeceği kadar sevmiştim!'
dedi ve hızla yanımızdan ayrıldı. Rahmi oracıkta kalakalmıştı. şaşkındı, ne
diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu: 'Git karına! Onun gönlünü nasıl yaparsın
bilemem. Artık ayağını mı öpersin, yalvarır yakarır mısın o senin bileceğin iş.
Onu al, eve götür ve benden asla bahsetmeden durumu izah et. Ona sadık olacağına
söz ver. Eğer eve geldiğimde kız hâlâ evdeyse seni de, onu da yakarım.' dedim.
Adeta koşarak yanımdan uzaklaştı. Akşam eve gittişimde hanım beni kapıda karşıladı
ve durumu anlattı. Köftehor, dediğimi yapmış. Daha da ileri gitmiş; 'Senin
kıymetini bilemedim, senden af diliyorum.' demiş. Hatta onu sırtına almış ve
seni eve kadar sırtımda götüreceşim diye yeminler etmiş. Allah'tan bizim kız.
'Sen benim kocamsın, kölem değil. Senden beni sırtında taşımanı istemiyorum,
yanımda ol yeten Ben sana hizmet ederim.' demiş de işi soytarılığa dökmeden
kapatmışlar. Birkaç gün sonra zavallı kızın intihar ettiğini öğrendim. O zaman
da ben yıkıldım. Çok üzüldüm ya elden ne gelir. O kızın intiharı Rahmi'yi de
çok sarstı. Sakinleşti. Sevde'nin anlattığına göre ondan sonraki dönemlerde
Rahmi sık sık ağlar ve 'Ya Rabbi beni bağışla ve affet.' diye dua edermiş. Bir
gün gevde sevinçle yanıma geldi, 'Baba Rahmi çok değişti, her şeyi bıraktı. inanmayacaksın
ama namaz bile kılıyor.' dedi. Akşamları tam vaktinde eve geldiğini, evden dışarı
çıkmadığını söyleyince doğrusu bu kere de ben telaşlandım. Bir insan kısa süre
içinde nasıl bu kadar değişebilirdi?
Merak edip kendimce onu
anlamaya çalıştım. Bir gün bana gaybdan sesler duyduğunu söyledi. Adı neydi şimdi
hatırlamıyorum, Saadetin Işığı mı ne, öyle bir anlamı varmış. Yasin miydi neydi?
Öyle bir şey. Her neyse ona
göre bir ruhani varlıkla geceler boyu konuşuyormuş." Bilge duyduklari karşısında
dilini yutacaktı ama belli etmemeye çalışıyordu. Çünkü SinHa da nerede ise o
anlama geliyordu. Bilge, mümkün olduğunca heyecanını belli etmemeye çalışırken,
"SinHa mı?”
sorusunu ağzından kaçıverdi.
Bir an, "Ne yaptım ben?”
diye endişelendi. Neyse ki
Hasan Amca anlattığı konuya daldığından yaşanan garipliğe uyanmadı. Hasan Amca
"Öyle bir şeydi galiba!" deyip nerede kaldığını hatırlamaya çalıştı.
Sonra birdenbire durumu anlamış gibi:
“Evet doğru, SinHa! Sin Ha. Tamam öyleydi." dedikten sonra başını
kaldırıp tuhaf tuhaf Bilge'nin yüzüne baktı:
“Sen nereden biliyorsun?”
Bilge, ilk paniği atlatmış
olduğundan soğukkanlı davrandı ve "Öylesine aklıma geldi." deyip geçiştirdi.
Hasan Amca yutmamıştı ama cevabı makul görmüş gibi davrandı. Bu esnada gelen
bir müşteriyi de savdıktan sonra kaldığı yerden sözü sürdürdü:
“Rahmi daha sonra adeta eriyip gitti. Sadece işini yapıyordu. Artık
ne her gece katıldığı kokteyller vardı, ne de iş toplantısı gecikmeleri. Tabi
geçimi de zaman içinde daraldı. Duyduğuma göre 'Eski performansı yok.' diye onu
gazetede geri hizmete vermişler, , sayfa sekreterliği mi ne, öyle
bir şeyler yapmaya başladı. Halinden çok memnundu. Sevde adeta ona yeniden aşık
olmuştu. Başlangıçta ondaki bu değişiklikten çok ürkmüştü ama sonra aralarında
öyle bir ilişki başladı ki. Sevde onu yere konduramaz oldu. Hatta bir
seferinde, 'Baba onu kasten kızdırmak, öfkelendirmek için dalına basıyorum,
sinirlendirmeye çalışıyorum, o her seferinde inanılması güç bir sabırla ve güleç
yüzle beni yatıştırmaya çalışıyor. Hatta bir seferinde ciddi ciddi hakaret
ettim, sen erkek misin, dedim, o yine, sen haklısın, ben sana layık bir erkek
değilim, sen çok iyi bir insansın, benden razı kalman için ne
gerekiyorsa yaparım, dedi. Ona o kadar acıdım ki, boynuna sarılıp ağladım. Sen
evliya mısın, melek misin be adam! Görmüyor musun bütün bunları sana kasten
yapıyorum, niçin tepki vermiyorsun dediğimde, bana hep, insan sevginin bedelini
ödeyemez. Madem ki sen bana kalbinin samimi sevgisini verdin, ben sana köle
bile olurum. Benim bağışlanmam için dua edersen bu da senin yiğitliğin olur,
karşılığını verdi.' diyerek kendi özel hayatlarından bir kesiti bana aktardı. Doğrusunu
istersen on üç senedir ikisi arasında neler olup bitiyor tam bilemiyorum. Bildiğim
tek şey, Sevde onun meftunu. O da Sevde'yi üzmemek için her şeyi yapıyor Son
birkaç senedir sık sık Beyazıt'taki Erenler Kıraathanesi'ne gidiyormuş.
Oradakiler ona Derviş Nuri lakabını takmışlar. Daha önce Derviş Nuri diye
meczup biri oraya takılıyormuş. Onun öldüğünün aynı günü bizim Rahmi oraya gitmiş.
Meğerse bizim Rahmi o zata çok benziyormuş, ona da Derviş Nuri demişler. O da
hiç bozuntuya vermemiş. Sık sık oradaki güzel insanlardan söz eder. Bu civarda
ise ona Toprak Rahmi derler. Bilge "Neden toprak?”
diye sorunca, Hasan Amca,
"Bre oğul, Rahmi gerçekten toprak gibi adamdır Hiç kızmaz, öfkelenmez,
kimseyi küçük görmez, kendisinden küçük olanlara bile yer verir de ondan."
cevabını verdi. Bilge, aynı kişiden söz ettiklerinden artık iyice emin olmuştu....
Sözü edilen kişi tam da kendisinin
aradığı insandı. Yani SinHa'nın talebesi....
içinden şimdi Allah
dostlarının nereden beslendiklerini daha iyi anlıyorum." dedi. Ama bunu
tamamen zihninden geçirdiği için Hasan Amca, sadece onun durgunluğunu
görebiliyordu. Bilge tam Rahmi'nin şimdi nerede olduğunu soracaktı ki içeriye
bir müşteri girdi. Hasan Amca onunla meşgul oldu. Tam bu esnada telefon çaldı.
Hasan Amca, müşteriye parasının üstünü verirken, bir yandan da telefondakine
cevap veriyordu. 128 Telefon görüşmesi sırasında, Hasan Amca'nın
yüzü, birdenbire değişti. Ben hemen geliyorum, diyerek telefonu kapattı. Daha
sonra sakin davranmaya çalışarak Bilge'ye döndü:
“Sen biraz burada bekle, ben dönerim." deyip hızla dükkandan
çekip gitti. Bilge öylece kalakalmıştı. Önceleri, gelen müşterileri
"Sahibi bir yere kadar gitti, biraz sonra dönecek." deyip savdı.
Sonra biri sigara istedi. Bilge, doğal bir eda ile aynı cümleyi tekrarladı. Müşteri
ise "Kardeşim ben bir sigara alacağım! Param da tam! Ver bir paket sigara,
adam gelince parasını verirsin." dedi. Adamın söylediği doğruydu. Bilge
böylece başladı satış yapmaya. Fiyatını bilmediği malları da müşterilerin
yardımıyla halletmeye çalıştı. Derken öğle oldu. Daha bir süre Hasan Amca'nın
gelmesini bekledi. Namazın vakti de daralmıştı. Bilge, karşı komşu olan
kasaptan iki dakika dükkana bakmasını rica etti ve en yakın camiye gitti. Namazını
kılar kılmaz dükkana döndü. Hasan Amca gelmemişti. Derken ikindi ve akşam oldu.
Hasan Amca hâlâ ortalıkta yoktu. Bilge, evini bilen olup olmadığını sormaya
karar verdi. Tam bunu anlamak için çevreye sormaya hazırlanıyordu ki, bir genç
geldi.
“Beni Hasan ahi gönderdi.
Dükkanı kapatacağım. Size de teşekkür edip, selam söyledi. Bir ara sizi yine
bekliyormuş." dedi. Bilge, asıl maksadına ulaşamamıştı ama aradığı
gazetecinin Derviş Nuri olduğunu öğrenmişti. Artık mesele onu bulmaktaydı.
Yarın yine gelecekti ve mutlaka onu bulacaktı. Bilge ilk defa, hayatın hiç de
insanın kontrolü altında olmadığını tam olarak anlamıştı.
“Zaten neyi kontrol
edebiliyoruz ki! Yahut hangi hesabımızı tam olarak tuttu ki!....”
diye geçirdi içinden. Tüm
geçmişi gözünün önünden akıp gitti. Kazandığı ve kaybettiği şeylerdeki kendi
rolünü düşündü.
“ğu benim eserimdir."
diyebilecek bir başarı, "Bu benden kaynaklanan bir kayıptır."
diyebileceği bir yenilgi hatırlayamadı. Hep onun inisiyatifi dışında gelişen ha
129 diseler sonucu birtakım şeyler elde etmiş
veya kaybetmişti:
“Demek ki, âlemin genelinde işleyen bir program var ve biz de o
programın aktörleriyiz. Belki diğer varlıklardan farklı olarak bizim bir tercih
hakkımız var, o kadar." dedi Bilge. Babasının bir sözü aklına geldi. Boğazı
düğümlendi. Babasına derin bir özlem duydu. Bu yoğunlukta onu arzuladığı hiç
olmamıştı.
“O köylü meğerse hakikatin
farkındaymış." dedi. Bilge ilk yıl üniversite sınavını kazanamadığında
babası şu cümlelerle onu teselli etmişti:
“Oğlum bu kadar kahretme kendine. Her şeyin üzerinde Hakk'ın
iradesi vardır. Ne muzaffer kumandanlar var ki, zaferi kendi eserleri bilip
helak oldular, ne mağluplar var ki, yenilgiyi kendilerine mal ettikleri için
galipler safına geçtiler....
Çünkü zafer de yenilgi de
bir takdirdir, insana düşen her ikisinde de Rabbini hatırlayabilmesidir." Fakat
Bilge yine de bu işin hikmetini tam olarak anlayamadığını kendi kendine itiraf etti:
“Her şey onun takdiriyle olup bitiyorsa, insanın suç ve cezadaki
rolü neydi?”
Kuran'da sayısız teklif ve teşvikler
vardı.
“Şükrederseniz
arttırırım.", "iyilik yaparsanız size, kötülük yaparsanız size.”
“Kim bizim zikrimizden yüz
çevirirse, ona dünyada zor bir geçim derdi yazarız. Kıyamet günü de kör
yaratırız." Bilge bu tür ayetleri zihninden geçire geçire Fatih yokuşunu
çıkmıştı. Ta caddeye vardıktan sonra ancak akıl edebildi ki Balat'tan direk
Eminönü'ne geçebilirdi. Niçin böyle yapmadığına hayıflandı. Olanda Hayır vardır
varsayımına bıraktı kendini. Eve bitkin geldi. Sanki sabahtan bu yana bir asır
geçmişti. Kapıda kendisini karşılayan Gönül'e sıkı sıkı sarıldı. Sanki onu
kaybedip de yeniden bulmuş gibiydi. Gönül, onun bu sıcak ve şefkat dolu
kucaklayıcından yoğun bir heyecan ve sevgi duydu. Vücuduna büyük bir haz
yayıldı. Başını göğsüne dayadı. Öylece salona geçtiler. Bir süre ikisi de
sessizliği tercih etti. Ne Gönül ona, "Ne oldu?”
diye sordu, ne de Bilge yaladıklarını
anlattı. Birlikte yemek yediler. Betül yine uyuyordu. Bilge bir ara:
“Ne oldu benim güzel kızıma böyle?
Doğrusunu istersen onun
viyaklamasını özledim! Çocuk maşallah bize hiç problem çıkarmıyor." dedi.
Gönül:
“Aman sus!" dedi, "Nazar değmesin. Ağlayıp dursaydı daha
mı iyi olurdu?”
Bilge yorgundu.
“Bildığın herhangi bir
kanalda iyi bir film varsa izleyelim." dedi eşine. Gönül de bu teklife
sevindi. Uzun zamandır birlikte film izlememişlerdi. Oysa evlendiklerinin ilk günlerinde
sık sık sinemaya gider veya televizyondaki bir filmi birlikte izlerlerdi. Evde film
seyrederken en büyük zevkleri, Gönül'ün bir çırpıda hazırlayıp getirdiği patlamış
mısırlardı. Geceyi film izleyerek kapattılar. Bilge ertesi gün yine Balat'ın
yolunu tuttu. Büfeye bir an önce ulaşabilmek ve Hasan Amca'dan Derviş'e ulaşacak
bilgiyi almak için adeta koşarcasına ilerledi. Sokağa ulaştığında öğle suları
olmasına rağmen büfenin hâlâ kapalı olduğunu gördü. Ne olduğunu anlamak, en
azından Hasan Amca'nin evini öğrenmek için bitişik komşuya sormaya yöneliyordu
ki kapıya yapıştırılmış küçük bir not buldu:
“Cenaze dolayısıyla kapalıyız." Bilge'nin kafası iyice karıştı.
Hasan Amca dün apar topar gidip bir daha da dönmediği için, cenazenin onun bir
yakını olabileceğini düşündü. Ne yapacağını bilmez bir vaziyette çevresine
bakınırken ezan okundu. şimdi önünde yapması gereken bir işi olduğunu bilmenin
rahatlığı içindeydi. Camiye yöneldi. Caminin avlusunda olağan dışı bir
kalabalık vardı. Bir vakit namazına bu kadar insanın gelmiş olmasına sevindi.
Sonra bir kenarda bekleşen kadınları görünce, bunun bir cenaze kalabalığı
olduğunu anladı. Başı önünde avludan geçerken, yan tarafta bekleşen kadınlara
gözü ilişti. Biri özellikle dikkatini çekti. 131 Ne kadar da Sevde'ye benziyordu. Birkaç adım
daha atınca ani bir refleksle dönüp tekrar o yana baktı.
“Aaa bu gerçekten Sevde! Ne
kadar da değişmiş! Yanındaki de kızı olmalı. Annesinin kopyası....”
diye düşündü. Yanlarına
gitmek için tereddüt geçirdi. Ona doğru gitmek istiyordu ama bunun uygun
olmayacağını düşündü. Rastgele birine yöneldi. Bu kimin cenazesi?”
“Bakkal Hasan Amca'nın.”
“Hangi bakkal Hasan Amca'nin?”
“Caddedeki Nasip Büfe'nin
sahibi!" Bilge başının döndüğünü hissetti. Sonra birden etrafındaki her şeyin,
siyah bir bulut içinde kaybolduğunu gördü. Tepsi gibi bir düzlükte buldu
kendini. güneş henüz doğmamıştı ama her bir taraf, güneş oradan doğacakmış gibi
aydınlanmıştı. Dört bir yandan insanlar geliyordu. Gelip etrafında halka
oldular. Dört kişi başına koştu ve onu izlemeye başladılar. Seyredenler sadece
vücut ve baştan ibarettiler. Biçimler, dışbükey aynada yansıyormuş gibi deforme
idi. Sonra bir kadın sesi, "Aaa bu bizim Bilge!" dedi. Bilge, bu sesi
Sevde'nin sesine benzetti. Birinin elinde bir kova su vardı. Onu yüzüne doğru
döküyordu. Birinin elinde ise Bilge'nin çiş sandığı sıvı ile dolu bir Gişe
vardı. Adam onu dökmeye çalışırken. Bilge kendine geldi. Caminin avlusunda yere
sırt üstü yatırıldığını gördü. Başına insanlar üşüşmüştü. O an bayıldığını ve
insanların onu ayıltmaya çalıştığını anladı. Bu arada Bilge'nin bayıldığını
görenler, onun cenaze yakınlarından olduğunu sanarak, tanıyan birilerinin olup
olmâdığını sormuştu. Sevde de o maksatla Bilge'nin başucunu kadar gelmiş ve onu
tanımıştı. Bilge, Sevde'nin yanı başında ayakta mahzun bir şekilde durduğunu
görünce toparlandı ve ayağa kalktı.
“Başınız sağ olsun."
dedi. Sevde, yeniden ağlamaya başladı. Fenalaşmıştı. Onu apar topar götürdüler.
Bilge abdest tazeledi ve camiye girdi. 132
Cemaat
farzı kılmış, sünnetleri eda ediyordu. O sadece farzı kılıp çıktı ve kalabalığı
yararak cenazenin en ön safında ve cenazeye yakın yerde yer tuttu. Kederliydi
ama içinden ağlamak gelmiyordu. Adeta bütün hisleri yok olmuştu. Cenaze namazı
kılınmıştı. Ne yaptığının farkında bile olmaksızın cenazeyi taşıyanlar arasına
katıldı. Bir anda kendini mezarlığa giden bir otobüste buldu. Cenaze, Kozlu
mezarlığına götürüldü. Bilge'nin bedeni kontrolünün dışında hareket ediyor
gibiydi. Hareketleri üzerinde beyninin hiçbir etkisi kalmamıştı. Bir mezar taşma
yaslanıp oturdu ve öylece kaldı. Kendine geldığınde taze mezarın başında hiç
kimse kalmamıştı. güneş batmaya yönelmişti. Bilge, bu kadar süre orada nasıl
kaldığına anlam veremedi. Hafızasında cenaze ile ilgili kalan tek şey hocanın
son olarak söylediği "Fatiha" sesiydi. Yerinden kalktı ama ayakları
onu taşıyamıyordu. Bir süre topallayarak yürüdü. Bir minibüse bindi ve
Edirrekapı'ya geldi. Balat'a mı, eve mi gitsin bilemiyordu. Bu kararsızlık
içindeyken kendisini Mecidiyeköy'e giden bir otobüste buldu. Eve ulaştığında
bitkindi. Gönül, kocasının yüzündeki solgunluğa anlam veremedi.
“Bu ne hal böyle?”
diyecekti ama son zamanlarda
ailecek anlaşılması zor hadiseleri peş peşe yaşadıkları için, sormaktan
vazgeçti. Kendisinin anlatmasını uygun gördü. Bilge sessizce soyundu ve doğruca
kızının yanı başına geçti. Tek kelime etmeksizin dakikalarca minik yavrusunun
başını okşadı. Gönül de yanı başlarına oturarak onları seyretti. Neden sonra eşinin
kendine geldiğini görünce, "Bilge istersen giyin, Mahirler gelecek az
sonra. Yemeğe çağırmıştım biliyorsun." Dedi
"Bugün ikindi namazını kılamadım." dedi. Sesinde büyük
bir felaketi yaşamış olmanın tonu vardı. Gönül bu halin onun gün içinde yaşadığı
olaylardan mı yoksa ikindi namazını kaçırmış olmasından mı kaynaklandığını anlayamadı.
Ama Bilge ikindi namazını kaçırdığını defalarca tekrarlayınca. Gönül, sıkıntısının
ondan kaynaklandığını sandı ve sorusunun cevabını aldığına karar verdi. Çünkü,
Bilge'den öğrendiği bir hadisi anımsamıştı. Bir seferinde bir sahabe, Hz. Muhammed'e
başına gelen felaketi aktarmak istedığınde, Peygamber ona "Felaket dedığın
bu mu?
Ben de 'ikindi namazını
kaçırdım.' diyeceksin sandım." cevabını vermişti. Kapı çalındığında Bilge
akşam namazını henüz kılmıştı. Gönül'den konukları karşılamasını rica etti.
Kendisi de apar topar giyindi.
SİYASET VE DİN
Bilge yorgun argın geçirdiği bir günün akşamında gelecek olan
misafirinin Mahirler olmasına sevindi. Çünkü onlarla beraberken fazla sıkıntı
yaşamıyordu, rahat edebilirdi. Mahir dinî konularda kendisini iyi yetiştirmişti.
Oldukça bilgili, bir o kadar da hoşgörülü ve rahat bir insandı. Haremlik
selamlık oturmayı istememesi de en çok Gönül'ü memnun ediyordu. Daha doğrusu en
çok Mahir'in bu tarafını seviyordu. Bir seferinde bunu özellikle söylemiş ve
gerekçesini de belirtmişti:
“Siz erkekler oturup güzel şeyler konuluyorsunuz. Bizim de onlara
ihtiyacımız var. Biz niye mahrum olalım?”
Sofra hazırdı. Mahirler
gelir gelmez sofraya oturdular. Gönül, Mahir'in çay tutkunu olduğunu bildiği
için, daha yemeğe otururlarken çayı da demlemişti. Ve sabırsızlıkla beklenen
sohbet de yemekten hemen sonra çay servisi ile birlikte başlamıştı. Bilge,
Mahir'e sormak istediği soruyu kafasında tasarlamıştı bile. Gönül ise geçmişte kılmadığı
namazların kaza edilip edilemeyeceği, başını açtığı takdirde abdestinin bozulup
bozulmayacağı gibi konuları açıklamasını isteyecekti ondan. Gerçi sorulacak çok
sorusu vardı ama o, özellikle bu konularda son günlerde ortalıkta dolaşan değişik
söylentilerin gerçeğini öğrenmek istiyordu. Fakat sohbet hiç de onların düşündüğü
şekilde başlamamıştı. Gönül, farkında bile olmadan Mahir'in başörtülü eşinin
Milli Eğitim Bakanlığı'nın son genelgesinden sonra derslere nasıl girdığıni
sormasıyla sohbetin ana mihverini de belirlemiş oldu. 3 Mahir, bu konuda
verilmesi gereken kararı eşine bıraktığını ama dayatmaya da büyük tepki
duyduğunu söyledi. insanların kıyafetleriyle uğraşmanın laiklikle ilgili bir
sorun değil, siyasi ve ideolojik bir tavır olduğuna inandığını söyledi:
“Din siyasete alet ediliyor diye bu dayatmaları yapanlar, aslında
siyaseti dinsizliğe alet ettiklerinin farkındalar mı bilmem. Bu bir demokrasi
sorunu falan da değil. Türk demokrasisinin temel yarası başörtüsü olsa öpüp başımıza
koyalım.”
“Peki nedir?”
dedi, öfkeli bir ses tonu
ile Nagehan. Aksak demokrasinin Nagehan'a yansıyan tarafı başörtüsü konusu
olduğundan dolayı bu denli duyarlı olduğunu belirten Mahir ses tonunu
yükselterek:
“Bu problemlerin başımıza gelmesinde bizim hiç mi kusurumuz yok?
Hanginiz o örtünün hakkını
verdiniz?
Başınızı kapatırsınız ama
bir dakika dedikodudan, kocalarınızı eleştirmekten vazgeçmezsınız. Donattığınız
evlerınızin ihtişamı ve lüksü Karun'un karısında bile yok. Tesettür, göze
batmamak, dikkat çekmemek içindir ama siz maşallah tesettür modası bile icat
ettınız....”
Gönül atıldı:
“Nagehan sakın alınma ama bu konuda ben de Mahir abiye katılıyorum.
Örtülüler, bu işi tam bir gösterişe ve cazibeye dönüştürdüler." Sonra
Bilge'ye dönerek, "Hatırlıyor musun geçen çıktığımız yemekte neler oldu?”
Mahir, "Ne oldu?”
deyince. Gönül başlarından
geçenleri anlattı:
“Her zaman gittişimiz restorana gitmiştik. Sırtım kapıya dönüktü. Bir
ara bütün erkeklerin gözünün kapıya yöneldığıni fark ettim. Belli ki içeri
giren birini izliyorlardı. Ben de ister istemez dönüp baktım. Tesettürlü bir
kadın içeri giriyordu. Yanında eşi vardı. Kadının kapıdan öyle bir girişi vardı
ki, adeta 'Ben kadınım ve hepınıze meydan okuyorum.' diyordu. O kadar dikkat
çekici giyinmişti ki ben bile hayran kaldım. Hatta Bilge'ye takıldım, 'Böyle
birini niye bulmadın.' diye....”
Bilge gülümsedi. Başlarından
geçen o ilginç olayı hatırladığı için üzülmüştü aslında ama nedense
gülümsemekten kendini alamamıştı. Gönül konuşmasını sürdürdü: i 136 I "Ben
şahsen örtünmeden bunu anlamıyorum. Örtünmek, erkeklerin gözünden gizlenebilmektir.
Üzerimizdeki giysi bizi bakışlardan uzak tutmalı. Ben bakışlardan rahatsız
oluyorum. istemediğim birinin beni süzmesine, incelemesine bozulurum. Fakat bazı
örtülü arkadaşlarımız öyle giyiniyorlar ki adeta erkeklerin kendilerine
özellikle bakmasını sağlıyorlar. Kusuruma bakmayın ama gizlenmeyi ve örtünmeyi
içeren bir emrin, manasınin tam zıddıyla uygulanmasını anlayamıyorum. Çünkü aşırı
dekolte giyinmiş bir kadın içeri girseydi ancak o kadar ilgi toplardı. Bence
örtünme emrindeki asıl amaç, ’dişi' olarak görülen varlığı 'kişi' konumuna
yükseltmektir. Çünkü her insan bir bireydir. Karşısındaki kadını önce bir 'dişi'
olarak algılayan insan, onu bir birey gibi dügünemez. Onun dişiliğine
kilitlenir. Ona karşı tavrı da değişir. Ben şahsen toplumda birey olarak
algılanmayı, kadın olarak algılanmaya tercih ederim. Çünkü dişilik olgusu,
ister istemez karşı tarafın, erilliğini anımsamasına yol açar. Bu algılama da
ya korumacılık, ya sahiplenmek, ya da itmek şeklinde size yansır. O zaman da başarılı
olmak ve tutunmak için dişiliğınızi kullanmak zorunda kalırsınız. Elbette ben
bir dişiyim. Feministlerin algıladığı gibi bakmasam bile bu yönüm, sadece evimi
ve kocamı ilgilendirir. Toplumda ise bir kişilik olmayı, bir birey olmayı
yeğlerim. Zaten ayette geçen 'bilinesınız' kelimesi de sanırım bu inceliği
yansıtmak için vurgulanmış....”
Mahir, kendisinin de aynı
görüşte olduğunu belirtti. Gönül'ün ayetteki "bilinçsiniz kelimesinden
böyle bir anlam çıkarmış olmasına hayranlık duydu ve daha da ileri giderek,
"işte ben bu yüzden bazen örtünmeyi din haline getirmemiş hanımların namazının,
dinle ilgisi, başındaki bir parça bezden ibaret olan hanımların ibadetinden daha
makbul olduğu zehabına kapılıyorum." dedi. Nagehan Hanım, örtülü olmasına
rağmen namaz kılmıyordu. Söylenen sözlerden alınmamış gibi davranmak istedi ama
eşine sorduğu sorudaki ses tonu ile de kızgınlığını açık etti:
“istemiyorsan ben de başımı açayım."
"Bak işte senin tavrın bu. Benim için örtünmüyorsun ki ben
istedim diye açasm. Eğer sen bunu Allah için yapıyorsan bu uğurda her şeyi göze
almalısın. Ben bu baskılan ilahî bir sınav gibi görüyorum. Kalbinde marazı
olanlarla olmayanlar belli olsun diye. Fakat maşallah her şey gibi başörtüsünü
de gösteriş malzemesi yaptık, meslek haline getirdik. Bak ortada Müslüman var
mı?
Ama islamcı gırla! Dindarlar
kelaynaklar kadar az. Dinciler sürüyle!" Bilge:
“Ben bir hadis okumuştum. Yanılmıyorsam söyleydi: 'Bir zaman
gelecek, camiler ağzına kadar dolacak ama içinde mümin bulunmayacak.'" Mahir,
buna benzer birçok hadis olduğunu ve bütün o hadislerin, gerçek Müslümanlara
yol göstermeye çalıştığını, ancak herkesin kendi nefsinin esaslarını din
saymasından dolayı itibar görmedığıni ifade etti:
“Yani Türkiye'nin ayıbı olan bu mesele bizler için de bir
"fitne". Adaleti ilahiyye bizi silkeliyor. Ta ki ikisinin de aslı
karbon olan kömür ruhlularla elmas ruhlular birbirinden ayrıisın. Bazıları,
dinin 'furuat'tından olan bu meseleyi imanın erkanı gibi sundu ve onu siyasi bir
sembol haline getirince, kendilerini sistemin sahibi sananlar da arenadaki
kırmızı şal gibi başörtüsüne saldırdılar. Elbette onlar zulmediyorlar ama islam'ın
esaslarını, siyasal mecraya çekenler de dinin tabiatında açtıklari yaralarla
cinayet işliyorlar. Dinin ve özellikle de islam'ın temel misyonu, bireyin
dünyevi huzur ve barışını temin ve ahiret hayatına hazırlık olmasına rağmen, bu
asrın en gaddar ve insafsız iktidar vasıtalarından olan Batı endeksli siyaseti,
dine hizmet aracı haline getireceklerini sananlar, sadece dini tahrip etmeyi
amaçlamış tağutların ekmeğine yağ sürdüler....
Onların gaddar tuzaklarına düştüler.
Evet kabul etsek de etmesek de yeryüzünde şeytanın aydınlığa ve inanca karşı
mücadelesi sürmüştür ve sürmektedir. Bu mücadele çifte standartlar,
insafsızlıklar ve gaddarlıkla doludur. Tuzak üstüne tuzak kurarlar. Zor olan şudur
ki, şeytani düşünceler hep şeytani olmuyor. Bakin bizde inananlara dayatılan
zorbalıklar hep sevimli bir sima takmış; ya demokrasi, ya çağdaşlık, ya da
laikliği sahiplenme kisvesi altında sunulmuştur. Oysa herkes biliyor ki, bu
mücadele, doğrudan doğruya inanan insan tipine karşı sürdürülüyor. Onların hazmedemediği,
mümin insandır. Ama bunu asla bu şekilde dile getirmezler. Tağut ve yandaşları
çağın imkanları bakımından daha donanımlı ve daha stratejik davrandıkları için,
inanca hizmet ettiklerini sananları hep açığa düşürmüşlerdir. Bakınız, sürekli
ve planlı saldırılarla inananları tahrik ediyorlar, sonra da herhangi bir tepkiyle
karşılaştıkları zaman hemen, 'Bakın bunlar zaten hep böyle. Eğer barış ve huzur
ortamı istiyorsanız bu gericilerden kurtulmalısınız.' diyerek, medyayı ve
kamuoyunu oluşturan vasıtaları inananların üzerine saldırtıyorlar....
Araya bir sessizlik girdi.
Gönül, bu arada çayları tazeledi. Bilge söze girdi:
“Haklısın. Bu meselede Müslüman kardeşlerimizin hatası olabilir ama
günümüzde münkirlik vasfının daha ağır bastığını dikkatten kaçırmamak lazım.
Laikliği din haline getiren toplumlarda benzer olaylar yaşanıyor. Maalesef bize
uygulanan sistemin ideolojisi keyfî, küfrî, cebrî ve askerîdir. Bence bu, yaşanmakta
olanları izah ediyor." Mahir, bu yoruma karşılık verdi:
“Sen de haklısın ama dini siyasete alet etmenin tehlikeleri daha
büyüktür. islamin ilk yıllarında yaşanan iktidar kavgaları ve ehli beytin başına
gelenler, dini, siyasetin vasıtası haline getirmenin ne büyük acılara sebep
olduğunu, en parlak şekilde bizlere göstermiştir. Nagehan öfkesini gizlemeye
çalışan bir ses tonuyla:
“Ne yani! Müslümanların iktidar olmaya hakkı yok mu?”
Mahir:
“Var elbette. Var ama Müslüman sadece senin partine oy verenler mi?
Sen bu söylemi kullanamazsın.
'Ben islam'ı temsil ediyorum' dersen, hiç de islâm'a hizmet etmiş olmazsın.
Aksine ona zarar verirsin. Senin dışında kalan herkesi, karşı taraf, yani islâm
muhalifi haline getirirsin. Buna hakkın var mı?
Sen bile 'Müslümanların
iktidar olma hakkı yok mu?
' derken, iktidara gelenleri islâm'ın dışına atmış oluyorsun. Bu
tavır yanlış ve tahrik edici”
“Ama bunun karşısında yer
alanlar da fırsatı ganimet bilerek bilinçli şekilde siyaseti din düşmanlığına
alet etmiyorlar mı?”
“Ediyorlar. Bazı inanç
özürlü insanlar, böyle yapıyor diye bize dini siyasete alet etme hakkı doğar mı?
Yasin suresinde bir ayet
var; 'Yaptıkları tebliğ karşısında sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar
doğru yoldadırlar.' deniliyor. Yani bir insan halkı islâm'a davet ediyorsa,
Allah'ın rızasından başka maksat gütmemeli. Bir elinde topuz, bir elinde ışık
tutarak insanları aydınlığa çağıranlar(!), zaten zihni yeterince karışmış günümüz
insanını daha da şaşkın hale çeviriyorlar. Bu şekilde taraftar oluşturulabilir ama
birilerinin inanması sağlanamaz. Biz tebliğ ile propagandayı birbirinden ayırmadıkça
bu sıkıntılarla hep karşılaşırız. Benim itiraz ettişim, sistemin kurallarıyla
hareket etmek zorunda olan bir siyasi partinin 'Oslam'ı temsil etme'
iddiasıdır. Onananların servet "edinmesine veya siyaset yapmasına niye karşı
çıkalım ki!.. Bilge söze girdi:
“Doğru söylüyorsun. Bence de dindarların öncelikli sorunu 'temsil'
sorunudur. Ben dinin siyasallaştırılmasını tehlikeli buluyorum. Nasıl ki
siyasallaşmış Yahudilik olan Siyonizm, başta biz Müslümanların ve genelde tüm
dünyanın başına bela olmuisa, siyasallaşmış islâm da aynı tehlikelere gebedir.
Çünkü islam kuşatıcıdır, kucaklayıcıdır. Herkesin ona ihtiyacı var. Ama onu bir
ideoloji ile döllerseniz, o bir kavmin veya bir milletin dini haline gelir. Milliyetçilik
gibi o milletin çıkarı doğrultusunda kullanılır....
Mahir:
“Evet bu mühim. Çünkü ideolojik yapı kazanmış bir din, insafsızdır.
Asıl sıkıntı bu. Dini acilen siyasallaşmaktan kurtarmalıyız' derken bunu kast
ediyorum zaten. Çünkü bu çağ insanlarının en çok ihtiyaç duydukları şey, saf
inanç ve doğru imandır. Oysa siyasetin amacı, iktidar ve çıkardır. Bu ikisi bir
arada olmaz diyorum. Yoksa elbette inananlar da siyaset yapacak, siyasi kuruml
ar içinde yer alacak ve bir birey olarak
toplumlarına hizmet verecekler. Bu onların en temel hakkıdır." Bilge:
“Mahir abi bizdeki sıkıntı dünya genelindeki sıkıntılardan biraz
farklı galiba. Bize demokrasi diye sunulan sistem, bir tarafın her kusurunu
görmezden gelirken, diğer tarafın en küçük hatasını abartılı bir şekilde
cezalandırıyor. Sistem, inanç öncelikli taleplerin hepsini, kendisine yönelik
tehlike sayıyor. Bu ön kabul, diyalog ortamını yok ettiği gibi, dinin ve
dolayısıyla inanların, kamu alanlarından büsbütün dışlanasina yol açıyor. Peki
bu çok mu vicdanî?”
Mahir:
“Ben bunun vicdanî olduğunu söylemiyorum ki. Ama birileri inanca
karşı olmayı rant ve iktidar vasıtası yapıyor diye bizim de inancı iktidar ve
rant vasıtası yapmamız doğru değil diyorum. Çünkü bizim ilgi alanımız sadece üç
beş günlük dediğimiz şu dünya hayatı değil. Ölümün ötesi için de dine
ihtiyacımız var. Herkesin buna ihtiyacı var. Siz herkese gerekli olan bu
cevheri kendi özel çıkarlarınız için kullanmaya kalkışırsanız, ihtiyacı olan
binlerce insanı kendınızden ve o nimetten uzaklaştırmış olursunuz. Herkes her şeyi
kendi çıkarı için kullanıyor diye bizim de dini, çıkarlarımız için kullanmamız
gerekmiyor, savunduğum düşünce bu." Nagehan:
“Siz o insanlara kendini ifade etme fırsatı tanıdınız mı ki onları
böyle yargılıyorsunuz?”
diye çıkıştı. Bilge,
Nagehan'in sesine de yansıyan öfkesini yatıştırmaya çalıştı.
“Nagehan, bu konuda Mahir
abi hakli. Bak İran, bak Afganistan. şücü tamamen ele geçirince neler yaptılar.
Kesmek, asmak, dayatmak hayatı çekilmez hale getirmek....
dinin insanlara sunacağı
hayat tarzı bu mu?
'Bunlar kötü örnek'
diyeceksin ama neticede eldeki örnekler bunlar. Doğal olarak insanlar, aynı
söylemleri tekrar edip duran her partinin, iktidara geldığınde ve güçlendığınde
aynı şeyleri yapmasından korkuyorlar. Evet herkesin kanun karşısında eşit
olduğu, azınlıkların haklarının da korunduğu demokrasiye ihtiyacımız var ama
bizim demokrasiyi gerçekten doğru anladığımızı sergilemeye daha çok ihtiyacımız
var....
Adam konuşmaya
başlayınca, cumhuriyetin de demokrasinin de canı cehenneme diyor adeta. Laiklik
dinsizliktir diyor. Böyle bir tablo karşısında da sistemi ayakta tutan güçlerin
tedbir almaları kaçınılmaz oluyor. Gerçi onlar da vehimlerini abartıp sapla
samanı birbirine karıştırıyorlar ya....”
Gönül:
“Ben Müslümanların demokrasiyi niçin hazmedemediklerini
anlayamıyorum. Aynı kaynaklan ben de okuyorum. islam dininin özünde demokrasiye
mani olacak hiçbir bulgu göremiyorum. Demokrasi ve laiklik herkesin inandığı
gibi yaşadığı bir alan. Hiç kimseyi münafıklık yapmaya zorlamıyor. inanan
inandığı gibi, inanmayan da bildiği gibi yaşamak istiyorsa bize de 'Lekum
dinikum ve liye din.' demek düşüyor. Yanlış mı düşünüyorum Mahir abi?”
“Demokrasiyi ve laikliği
hazmedememelerinin nedeni şu: Çağdaş demokrasilerdeki tabi ki pozitivist düşüncenin
etkisi ile özgürlük tanımı ile islam'ın özgürlük anlayışı biraz çatışıyor.
Demokrasinin en son ulaştığı özgürlük anlayışında, kişiye 'Başkasına zarar verme
de ne yaparsan yap.' deniyor. islam ise bu noktada, 'Hayır, sen başkasına zarar
veremediğin gibi kendine de zarar veremezsin.' diyor. işte bu noktadan itibaren
dayatma geliyor. Biri çıkıyor, 'Namaz kılmayan insan ahretine zarar veriyor. Öyle
ise ben onu zorlarsam ona iyilik yapmış olurum.' diye düşünüyor. Veya 'Gçki
içmek haramdır, ben kişiyi zorla da olsa bundan alıkoymak hakkına sahibim.'
diyor. Çıkış noktası bu olunca da kendisini sistemin ve yargının yerine
koyuyor. Üstelik bunu yaparken de sadece baskı uyguladığı kişiye iyilik
ettiğini sanıyor. Oysa bu anlayış artık gerilerde kaldı. Kimsenin kimseye karışma
hakkı yoktur. Müslümanların çağa hâlâ gelememiş olmalarının nedeni, sanayi
öncesi dönemde kaleme alınmış eserleri referans edinmelerinden kaynaklanıyor.
Referansları arasında çağı doğru değerlendirebilecek ne doğru tefsir var, ne de
yeni yorum. Var olan bir iki kaynağı da kendi önderlerinden veya şeyhlerinden başka
kuş tanımadıkları için reddediyorlar. Oysa bu çağı doğru şekilde anlamamızı
sağlayacak eserler var ve üstelik Türkçe....
Türkiye'de ve dünyada
bulunan Müslümanlar artık referans olarak da çağa gelmelidirler. ğu anda referansları
ortaçağa ait olduğu için tavırları da o dönemlere ait oluyor. Bu tavırlarından
dolayı da tepki topluyorlar. Müslümanların artık şunu içlerine sindirebilmeleri
lazım; eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal. Artık herkesin dini kendisine.
Din devletin malı olmaktan tamamen çıktı ve ferdin kutsal değeri haline geldi.
Kimsenin kimseye zorla bir inanç dayatma hakkı kalmadı. Artık dinde zorlama
yoktur. Çünkü her şey ortaya çıkmıştır. Kişinin cennete gitmek kadar cehenneme
gitme hakkı da saklıdır. Ama sen uygun zeminlerde ve uygun üslupla insanları
yüreğinden yakalayıp ikna edebiliyorsan ne ala. Evet Müslümanlar bugün
mağdurlar, evet dışlanıyorlar ama buna sebebi, bizim çağ içindeki duruşumuzdur.
Bu duruG, gücü elinde tutanı her gün biraz daha tedirgin ediyor ve uyanık
olmaya yöneltiyor. işte Arabistan, işte Taliban, işte Suriye ve Libya....
Bu insanlar da islamiyet'i
temsil ettiklerini söylüyorlar. Radyoları ve televizyonları her gün Kuran
okunarak açılıyor. Ağızlarından Allah lafzı düşmüyor. Ama kendi halklarına reva
gördükleri, ortaçağın dayatmacı despotizminden başka bir şey değil. Böyle
olunca özgür ve bağımsız hatta başıboş yaşamayı çağdaş tavır bellemiş olan
birisine karşı islam'ı nasıl savunabilirsin?
Aynı argümanları kullanıp, 'İktidar
istiyorum!' dedığın zaman, doğal olarak bu insanlar, 'Haa! Bu adam ülkeyi
Arabistan'a, Libya'ya benzetecek.' diyerek karşı çıkıyorlar. şimdi onların
yerine siz kendınızi koyun, bakalım olayları nasıl değerlendireceksınız?”
Bilge: Mahir abi ben zaman
zaman şunu merak etmişimdir: Peygamberimiz bugün ortaya çıkmış olsaydı,
demokrasiye ve cumhuriyete nasıl bakardı?”
Mahir:
“Bence onun ölçüsü var. Bugün Türkiye'de bunun nasıl olması
gerektiğini anlatan eserler bulunuyor. Ama sen bu eserleri 'filancı' damgası
yememek için reddediyorsun." Mahir'in bu sözlerine kulak kesilen Gönül,
hangi eserler diye sormaya niyetlenmişti ki Bilge'nin "Bardaklarımız boşaldı
Gönül, sohbetin havasına dalıp tazelemeyi
unuttun." uyarısı ile bardakları toplamaya koyulunca sorusunu da unuttu. Mahir
Bilge'nin Gönül'den çayları tazelemesini istemesi üzerine sözlerine kısa bir
ara verdi. Konuşmaya kendini kaptırdığı için çayını içmeyi unutmuş olduğunu
fark etti. Soğumuş olan çaydan bir yudum içtikten sonra sözlerini sürdürdü. Mahir,
sözlerine bir ara daha verdi. Çayından birkaç yudum aldı. Herkesin kendisinin gözüne
baktığını görünce sözünü sürdürdü:
“Ne ise bırakalım bu mevzuları. Daha güzel şeyler konuşalım.
Siyaset bir sohbete girdi mi orada kalpler ayrışıyor. Oysa bizim 'kalplerin
birliğine' ihtiyacımız var." Bilge:
“Doğru söyledin Mahir abi! inan ben de siyaset konuşmayı pek
sevmem. Muhabbeti dağıtıyor." Mahir:
“Elbette. Çünkü muhabbet siyasetin işi değil. Siyasetin işi ve
amacı iktidardır, hırstır, elde etmektir. Bunlar da kavga ve düşmanlığın
kuzenleridirler. O yüzden de din ile bugünkü siyasetin bağdaşması asla mümkün
değildir." Nagehan:
“Neden bağdaşmasın ki?”
“Çünkü siyasetin amacı
iktidardır, dinin amacı ise Allah'ın rızasını kazanmaktır. Amaca varmak için
siyasetin kullandığı vasıta propaganda ve reklamdır, dinin kullandığı vasıta tebliğdir.
Propaganda bir av sanatıdır; yalan ve tuzak onun doğal hizmetçileridir. Tebliğ,
birine hakkı bildirmek ve kişiyi vicdanına uygun hareket etmeye sevk etmektir. Propagandanın
tabiatı, ne olursa olsun sonuç almaktır. Tebliğin tabiatı, aktarmak ve akla
kapı açmaktır. Din, akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz. Oysa propaganda
insanı sersemlettirir ve istemediği bir şeyi ona istetir. Reklam da öyle. Bu
ikisi yani reklam ve propaganda islâm'ın hizmetine (!) sokulduğundan bu yana islâm'ın
başı dertten kurtulmuyor. Bakın bir propagandacının, propagandasını yaptığı şeye
inanması gerekmez. Çünkü o bir sanattır. Mesela bir Amerikalı propaganda uzmanı
Türkiye'ye gelip herhangi bir partiye hizmet edebi 144 lir O partinin fikrinin güzelliğine inansın
veya inanmasın mesleğinin esaslarını kullanarak, bir sonuç alır. Ve başarılı
bir adam olur. Sonuç alamazsa başarısızlıkla itham edilir. Ama bir tebliğci
için durum farklı. Tebliğci önce kendisi yaşar, nefsine tatbik eder ve sonra
der ki; 'Bakın bu iş böyle böyledir. Ben yaşıyorum ve şu, şu yararlarını
görüyorum. Sizin ihtiyacınız varsa siz de alın....
' Karşıdaki bunu kabul de red de etse, sonuç değişmez. Tebliğ eden
vazifesini yapmış olur. Sonuç almak gibi bir zorunluluğu yoktur. Bir insan,
'Namaz kıl, sana araba alacağım' diyorsa ve o insan da namaz kılıyorsa, bu
münafıklıktır. Kişi namaz kılacaksa bunu Allah için yapar ve ona namaz kıl
diyene pratik bir faydası da olmaz. Bizim İslam'ı iktidar yapmak gibi bir
vazifemiz yok. Onu hayatımıza hakim kılmakla mükellefiz. Söz gelişi bir devlet
kafir de olsa Müslüman'ın dinini yaşamasına karışmıyorsa bugünün ortamında ona
karşı mücadele etmek ahmaklık olur. Mesela Amerika'da, ingiltere'de Almanya'da
Hollanda'da yaşayan arkadaşlarımız var. Bizi islam'ı özgürce yaşayabilmemiz
için oralara çağırıyorlar. Çünkü burada yaşadığımız sıkıntıların hiçbiri
oralarda yok. Efendim neymiş, o ülke insanlarının ahlakları bozukmuş! Bizim
ahlakımız düzgün mü?
Ticarette de insan ilişkilerinde
de onlar bizden daha ahlaklılar. Amerika'da yaşayan bir dostum vardı. şöyle demişti:
'Siz bir Amerikalıya 40 tane çocuğum var deseniz, size 'Hadi canım!' demez,
inanır. Ama bir kere de yalan söylediğinizi anlarsa 'Allah bir' deseniz size
inanmaz. Çünkü adamların hayatında yalan yok. Öncelikle kişinin doğru
söyleyeceğini esas almışlar. Biz ise, yalanı öne çıkarmışız. Yemin ederek
yalanımızı pekiştirmeye çalışırız. Eee işte durumumuz ortada! Bu yüzden de
Cenabı Hak, izzeti onlara, sefaleti bize yazdı....
Biz hak etmeseydik, bu hale
gelir miydik?”
Mahir sohbetin, tek kişinin
hutbe vermesine dönüştüğünü görünce, rahatsızlık duydu ve konuşmasını kesti....
Kendisinden daha farklı düşünen
kimse yoktu. Bu durumlarda gayba taş atar gibi konuşmak birilerini eleştirmek
faydasızdı. Biraz da eşinin bakışlarından bu işi yapması gerektiğini kavradı. 145 Çünkü
Nagehan, eşi Mahir'i, meclislerde kimseye söz bırakmamakla suçlardı her zaman.
“Hep sen konuşuyorsun.
Birileri de bir iki cümle söylemek istediğinde sözü ağızlarına tıkıyorsun. insanları
dinlemesini bilmiyorsun." diyordu. Mahir, bu durumun farkındaydı. Dinleme
özürlü olduğunu biliyordu. eşinin deyimiyle 'dil şehveti' vardı. Nitekim, konuşmayı
kesince Nagehan, gerçek niyetine espri gömleği giydirerek:
“Üfff yeter Mahir! Kendimi konferans salonunda hissettim. Biraz da
başkaları konuisun." dedi. Gönül, Mahir'i rahatlatmak için, "Ama biz
onun konuşmasını çok seviyoruz Nagehan Hanım. Siz her zaman dinledığınız için
size sıkıcı gelebilir ama bizim gerçekten bu tür konuşmalara ihtiyacımız
var." dedikten sonra konuyu değiştirmek için:
“Mahir ahi, biliyorsun ben namaza geç başladım. Geçmişte kılmadığım
namazları belli bir sıra ile kaza etmeye çalışıyorum. Geçenlerde bir televizyon
programında, vaktinde kılınmayan namazı kaza etmenin faydası olmadığı söylendi.
Böyle bir şey var mı?”
Mahir bey sinirlendi.
Sinirlendiği zaman boyun damarı şişerdi. Yine öyle olmuştu. Bu sinirli haline
rağmen sakin, sözlerinde o sinirlilik hali yoktu:
“Bu adamlar" dedi, "dine hizmet mi ediyorlar, dini
hezimete mi uğratıyorlar belli değil!" Sonra kesip attı:
“Kıl kardeşim. Bu deccal müsveddelerinin oyununa gelmeyin. Ben size
basit bir şey söyleyeyim. Artık inanç ve din konusunda anneannelerınızi veya babaannelerınızi
taklit edin. Ölçülerınız onlar olsun. Peygamberimiz, belki de bu günlerimizi
kastderek 'Aleykum bidinil acaiz.' buyurmuş Yani, 'Kocakarı dinine uyunuz.' demiştir.
Bence bu hitap, doğrudan doğruya bugünkü din bilginlerine yönelik bir tavır.
Yani, 'Onların, güya Kurana dayandırdıkları ama aslında tamamen nefis ve
hevanın taleplerini kolaylaştırmayı esas alan tavır ve tavsiyelerine uymaktansa
acuze olmuş, dünya ve o nun içindekilerle bir alakası kalmamış yaşh kadınları
taklit edin. ''ortna: 10 146 Allah'a
daha yakın olursunuz." demek istiyor. İman bir teslimiyettir. Dört işlem meselesi
değil." Sohbet açıldıkça açıldı. Kadınların özel hallerinde oruç tutup
tutamayacağı, abdestli bir kadının başını açması durumunda abdestinin bozulup
bozulmayacağı, kadınlann cenaze namazı kılıp kılamayacağı, kılacaklarsa
erkeklerle karışık mı yoksa arkadaki saflarda yer alarak mı kılacakları, kolonya
sürünmenin abdesti bozup bozmadığı konuları uzun uzun tartışıldı. Hayızlı halde
Kuran okunup okunamayacağı, cünüpken dua edilip edilemeyeceği, namazın üç vakit
mi beş vakit mi kılınması gerektiği meseleleri konuşuldu. Mahir:
“Bütün bu konularda anneannelerınızin, babaannelerinizin yaptığını
yapın. Size mantıklı gelmese bile bu tavrın daha Rahmani olacağı
kanaatindeyim." deyip kestirdi.
“Ruhsatın sının yok. O
kapıyı bir kere açtınız mı, işin nerede duracağını bilemezsınız. Elbette biz
dinin sahibi değiliz. Allah . her kulunu kuşatmak için dinsel alanı olabildığınce
geniş tutmuştur. Ta ki hata yapan insanlar, ümitsizliğe düşüp bütün bütün kendilerini
tövbeden mahrum bırakmasınlar diye, helal dairesini geniş tutmuş. Ama arkasından
da 'Helalin güzel olanını tercih edin.' buyurmuş. şimdi çekirge yemek helaldir
diye kalkıp çekirge mi yiyelim?
Ama I. Dünya Savaşı'nda,
Arabistan çöllerindeki Türk birlikleri afiyetle çekirge yemişlerdir. Başka
çareleri de yoktu zaten. Yani olağanüstü durumlar için tanınmış hakları normal 3
zamanların adetleri haline getirmemeliyiz. Ben böyle düşünüyorum." Bilge,
sözü dinde reform konusuna getirmek istedi:
“Dinle alakası olmayan bir yığın insan güya dinden yana tavır alıp
'Bizim dinimiz güzel bir din ama içinde çok hurafeler ve zamanımıza uymayan şeyler
var. Bunların ayıklanması gerekmez mi?
' diyorlar. Gerçekten böyle bir şeye ihtiyaç var mı?
islam bir reforma ihtiyaç
duyuyor mu?”
Mahir:
“islam'ın reforma ihtiyacı yok ama yeni içtihatlara ihtiyacı var.
Fakat ihtiyaçların doğru belirlenmesinde de bazı ciddi sorun lar var.
Dolayısıyla içtihat konusunda da aynı sorunlar gündemde....”
Gönül atıldı:
“Ne gibi sorunlar bunlar Mahir abi?”
Bilge, Mahir'in cevap
vermesine fırsat bırakmadan araya girdi ve öncelikle reform ile içtihat konusunun
birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini vurguladı.
“Bence" dedi Bilge,
"reform dinde olmaz. Özellikle de orijinalliği kabul görmüş Kuran hakkında....
Reform beşeri ve sosyoloj ik
bir kavramdır. Kurum sal değişiklikleri öngörür. Gçtihat ise bir ana kaynağın
iyi anlaşılmasını sağlama ve ondan, gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni hayat şartlarına
hükümlerin adapte edilmesi çalışmalarıdır. Böyle olunca Kuran'in herhangi bir
hükmünü değiştirmek bizim hakkımız değil. Ama onun farklı anlaşılması mümkündür.
Burada içtihat devreye girer." Gönül:
“şimdi herkes Türkçe ibadetten söz ediyor. Kimileri olmaz diyor,
kimileri olur diyor. Bizim gibiler ise şaşkın." Mahir, Bilge'nin cevap
vermesine fırsat vermedi. Biraz da kızgınlığını açığa vurarak:
“Türkçe ibadet etmek isteyene engel olan mı var?
Bu isteğin ilginç olan yanı
ibadetle ilgisi olmayanlardan gelmesi....
Bizce zararı yok. Türkçe
ibadet yapmak isteyen yapsın. Ama diğer türlü ibadet etmek isteyenlere de
karıkmasınlar." Gönül:
“Peki birileri çıkıp, 'Bundan sonra ibadet Türkçe yapılacak.' derse
ve bunu da devlet eliyle uygulamaya koyarlarsa ne olacak?”
“Bu içtihat olmaz, dayatma
olur. içtihat fikir belirtmektir, dayatmak değildir, yanılıyor muyum?”
Bilge:
“Doğrusunu söylemek gerekirse bu konular beni aşar. Ben sadece
genel bilgilerle islam'ın reforma değil içtihatlara ihtiyacı var, diyorum.
Çünkü, geçmiş din bilginlerinin, Kuran ve hadiste detaylı açıklanmamış
meselelerle ilgili, o dönemin ihtiyaçlarına göre yaptıkları izah ve tespitler
ve onlardan çıkarılan hükümler, hâlâ yürürlükte. 148 Osmanlı döneminde çıkarılan ve hâlâ yürürlükte
olan Memurin Muhakematı Kanunu nasıl bugün değişiklik gerektiriyorsa, aynı şekilde
geçmiş din bilginlerinin bazı hüküm ve fetvaları da yeniden ele alinmayı
gerektiriyor. Bu konuda yapılacak çalışmalar da reformun değil içtihadın
alanına girer." Mahir:
“Doğru söylüyorsun. Biz Kuran'ın hükümlerini doğru anlama konusunda
bir çaba gösterebiliriz ama bizce henüz anlatılamayan hükümlerini, bugünkü
hayat tarzına uymuyor diye yok sayamayız. Fakat benim tavsiyem bunu, konuyu iyi
bilen birisiyle tartışmaktır." Bilge'nin de Gönül'ün de aklından aynı şey
geçmişti:
“Keşke, SinHa olsaydı da ona sorsaydık.”
“O olmasaydı ortaya
çıkardım." dedi bir ses. Dört bir taraftan geliyormuş gibi odanın içine
yayılan bu ses Nagehan hariç herkesi ürpertti. Bilge, Gönül ve Mahir
gayrıihtiyarî etrafa bakındılar:
“Neydi o?”
diye biraz da korkuyla
etrafına bakman Mahir, elindeki bardağı düşürdüğünü bile anlayamadı. Bu hayret
ve şaşkınlığı bozan, Nagehan oldu:
“Ne yaptın Mahir, kızcağızın halısını berbat ettin!" Nagehan,
üçünün de bön bön etraflarına bakmasına anlam verememişti. Gönül'ün tepkisizliği
onu büsbütün rahatsız etti. Mutfağa kurulama bezi almaya koştu. Mahir:
“Siz de duydunuz mu?”
dedi. Bilge durumu kurtarmak
için "Neyi?”
deyince Mahir:
“'O olmasaydı ortaya çıkardım.' dedi, sanki biri." Gönül, boş
bulunarak kendisinin de o sesi duyduğunu söyledi. Mahir, bu arada içeri giren
Nagehan'a da sordu aynı soruyu. O biraz da kocasının yaptığı hareketten utanmışlıkla:
“Ne sesi! Ses de nereden çıktı?
Benim duyduğum tek ses, yere
düşen bardağın sesiydi!" dedi.
“Bir de oturmuşsun hâlâ
kendini savunuyorsun. Bak kızın halısını berbat ettin. Üstelik şekerli çay!
Nasıl çıkacak şimdi?
ğu sakarlığını bırakmadın bir
türlü!" 149 Mahir çayı döktüğünü ancak o zaman fark etti
ve ev sahibinden özür diledi. Ama Gönül, hiç de üzülmüş görünmüyordu:
“Hiç zararı yok. Onun adı halı. Elbette üzerine basılır, bir şeyler
dökülür. Önemi yok." deyip geçiştirdi. Bilge ise, 'SinHa kendisini
gösterecek mi?
' merakıyla hâlâ çaktırmadan etrafını kolluyordu....
Uzun bir sessizlik
döneminden sonra Mahir yine:
“Allah! Allah! Demek çok yorulmuşum. Çok net duydum oysa
sesi." dedi. Nagehan eşinin bu haline sinirlendi:
“E artık yakında gaybdan sesler aldığını da söylersin. Yandık kine
yandık!" Mahir karısının bu hallerine alışkın bir tavırla, "Senin
kalbin mühürlü, sana gaybdan ses gelse bile imana gelmezsin." dedi. Nagehan,
bu ithamdan ciddi şekilde alındı. Sustu. İçindeki öfkeyi sonraya bıraktığı yüz hatlarından
belliydi. Beş on dakika oyalandıktan sonra da artık geç olduğunu, gitmeleri gerektiğini
söyledi. Gönül:
“Olur mu canım, daha saat 11.00 bile olmadı!" dediyse de
Nagehan, ayağa kalkmıştı bile. Mahir de kalkmak zorunda kalmıştı. Çayı döktüğü
için defalarca özür diledi. Ama sesi net duyduğunu da tekrarlamayı ihmal
etmedi.
BİLİNCİN ATÖLYESİ
Misafirlerini kapıdan
uğurladılar. Mahir Bey ve eşinin gidişinden sonra Bilge gülümsedi:
“Bu gece Mahirlerde kıyamet kopar. Eminim kavga ederler.”
“Bence o kadar gecikmez! Nagehan
Hanım daha kapıdan çıkar çıkmaz kavgayı başlatır." dedi Gönül, eşine
tebessümle bakarak. Bilge bunun üzerine gayrîihtiyarî pencereye yöneldi. Camdan
baktıktan sonra, Gönül'e:
“Haklısın galiba." dedi.
“Sesi duyulmuyor ama, el kol
hareketleriyle Mahir'i haşladığı anlaşılıyor." Gönül:
“Peki SinHa'nin sesini üçümüz duyduğumuz halde, Nagehan niye
duymadı?”
diye sordu. Bilge, omuz
silkme hareketiyle sebebini bilemedığıni anlattı. Demek ki kalbi bu tür şeylere
kapalı." dedi. Gönül "Allah korusun." demekten kendini alamadı:
“Gerçi Nagehan çok dünyacı ve menfaatçidir. Biraz kibirlidir ama
yine de inançlı bir insandır. Bu kadar da gönlü kararmış olmasa gerek.”
“Kibirle iman bir gönülde
barınmaz.”
“Sen de ne insafsızsın!
Kadının bir hareketinden gıcık aldın diye niye böyle düşünüyorsun?
"şıcık alınmayacak bir
hareket değildi ki. Ta Bostancı'dan taksi tutup Etiler'e geleceksin, iki yaşındaki
kızına bir külot alıp tekrar taksiyle Bostancı'ya döneceksin. Bu düpedüz israf
ve görgüsüzlük. Mahir ahinin iki yakası niye bir araya gelmiyor sanki! Bundan....”
“Bu onun kalbinin ölü
olduğunu göstermez ki?”
“Diri olduğunu da göstermez
ama!"
"Fakat sesi niçin duyamadığını gerçekten merak ettim."
dedi Gönül.
“Biz istediğimize sesimizi
duyururuz, istediğimizden gizleriz." diyen SinHa, birdenbire odanın
ortasında belirmişti. Gönül de. Bilge de büyük bir sevinçle:
“Hoş geldınız hocam!" dediler....
Gönül hemen sordu:
“Hocam Nagehan sesınızi niçin duyamadı?”
“Bunu rahat anlayabilmeniz
gerekir, insanlar bile bunu pekala yapabiliyorlar. Sizin şifreli yayın yapan
televizyonlarmız yok mu?”
“Var tabi de konunun bununla
alakası ne?”
“Siz onları izleyebiliyor
musunuz?”
“Hayır, izleyebilmek için şifre
çözücü decoder lazım.”
“Peki tek bir decoder, bütün
şifreli yayınları alabilir mi?”
“Hayır. O şifre decodere
tanıtılmış olmalı.”
“işte sizin kalbınız de,
sizlere ulaşacak mesajların çözümünü sağlayan decoder gibidir. Ben o sözü, onun
eşik alanının üzerindeki bir frekansta söyledim. O yüzden siz duydunuz o
duymadı.”
“Ama Mahir Bey duydu."
dedi Gönül.
“Duydu çünkü onun da alma
kapasitesi yeterli. Ama yine de şartlanmışlığı çok yüksek biri. Size göre çok
bilgisi var ama o yüksek dereceli bir şartlanmışlık içinde. Bazen aşırı bilgilerle
yüklenmek de zarar verir. Tabi o bilgiler sizde tam karşılık bulamamıisa.”
“Nasıl yani, ilimde bizden
daha iyi olan biri değil mi o?”
“Her bilgi üst boyuta ulaşmanız
için bir anahtardır. Onu elde ettikten sonra kullanmazsanız ve onunla bir üst
kademeye çıkamazsanız, o bilgi daha sonraki basamaklarda atacağınız adımları
ters yönde etkiler.”
“Yani bilgiyi hemen irfana
dönüştürmek ve hayatımıza uygulamak zorundayız, öyle mi?”
diye sordu. Bilge. 1 152 I "Siz
irfan dersiniz. Çünkü irfan, doğru yolu belirleme sezişidir. O sezi, sizi
Yaratıcı'ya götürür. Bu da bilgileri doğru ve yerinde kullanmakla ortaya çıkar.”
“Kuran, o yüzden mi
bilgisiyle amel etmeyen bilginleri 'kitap yüklü eşeklere' benzetir?”
“E tabi ki. Bilgi insanın
ürettiği en sağlıklı ve en yararlı enerjidir. Onu üretip de kullanmamak insan
formuna yakışır bir şey değildir....
Çünkü insan, evrenin
imarında bile fonksiyon üstlenebilecek bir varlık. Bu misyonu üstlenebilecek
forma ulaşabilmesinin tek yolu da kendisi ve bir parçası olduğu evrenin gerçeği
konusunda yeterli bilgi birikimini elde etmesidir.”
“Mahir, bilgisinden
yararlanmıyor mu?”
“Yararlanamıyor demek daha
doğrudur.”
“Yararlanamamasınin sebebi
ne?”
“Aşırı şartlanmışlık. Çünkü şartlanma,
çoğu kere hakikati kavramada insanı köreltir. Mahir, şartlanmışlıkları yüzünden
sağlıklı tercih yapamıyor. Sosyal konumu bunu engelliyor. Daha doğrusu o bunu
bir engel sayıyor.”
“Nasıl yani?”
“Onun yaşamak istediği yaşam
şekli bu değil. Ama eşinin ve çevresinin etkisiyle hem kendisi için hem de diğer
insanlar için yapabileceklerini yapmıyor. Çünkü birçok konuda eşi ona muhalefet
ediyor. O da eşinden çekindiği için kendisini hep geri çekiyor.”
“Kişinin karısından korkması
kötü bir şey mi?”
“Mesele birinden korkmak
meselesi değil. Korkunun sonucu önemlidir. Eğer o korku seni saf bilgi ve
pozitif değer üretmeye yönelmekten alıkoyuyorsa evet, kötüdür. Çünkü, kendisinden
gerçekten korkulacak biri varsa; O da, bu 'Evrenin Yaratıcısı'dır ve pozitif değer
üretememektir. insanın nihayette varacağı O'dur. O'na varmadıkça ıstırap ve acıları
tekrarlanıp duracaktır. Mutlaka O'na varmak zorundasınız....
Sizi O'ndan uzaklaştıran her
şey kötüdür ve mutlaka bertaraf edilmesi lazımdır. Bu karınız da olsa, ba 153 banız
da olsa fark etmez. Herhangi bir şey, kalbınızde Yaratıcı'dan daha fazla yer işgal
ediyorsa ve sizi Allah'tan ve O'na kavuşmaktan uzak tutuyorsa onu hemen terk
etmeniz gerekir. Aksi takdirde dönüşümünüzü tamamlamak için sayısız geri dönüşümlerle
yeni baştan o hedefe yönelmek zorunda kalırsınız.”
“Hocam bunu tam anlayamadım.
Yani reankarnasyon gibi bir şey den mi bahsediyorsunuz?”
“Hayır. Sen kaç yaşındasın?”
33 yaşındayım" dedi
Bilge:
“34 yıl önce neredeydin?”
“Herhalde babamın sulbünde.”
“Oraya nereden geldin?”
“Babamın yediklerinden ve
içtiklerinden!”
“Yani çıkış noktan toprak.
Daha da geriye gidebilirsin. Bir insanın ana rahmine düşünceye kadar geçirdiği
merhaleler sayısız bitiş ve başlangıçlar serisidir. Yaratıcı senin var olmanı
dilediği zaman, saf enerjiden yola çıkarsın, enerji âleminden dalga boyutuna,
oradan maddesel yapının bir kademe öncesi olan atom boyutuna ve nihayet madde
boyutuna geçersin. Eğer takdirinde insan olmak varsa o enerji bir bitkiye, veya
insanların yiyebileceği bir hayvana yüklenir ve nihayet insanda karar kılar.
Elbette ki insan da son aşama değil.”
“insan, bir ara olgunluk
noktasıdır, varlık zuhuru için. O ana kadar bu varlığın seyir defteri, tamamen
ve yalnızca kainatın bütününü kuşatmış olan ve sizin 'küllî irade' dedığınız
evrensel yönlendiricinin inisiyatifindedir. insan formuna bürünüp de aklı külliyi
yansıtabilecek boyuta, yani bilinç boyutuna erince, onda ortaya çıkan aklın
yönelmeleri ile yeni bir seyahat başlar. Cennetlik veya cehennemlik
diyebileceğınız eylemler dizini de bu evrede disketinize yüklenir. Bu evreyi
sağlıklı geçebilmenin tek vasıtası iman ve 1 154 I bilgidir. Doğru ve
kullanılabilir bilgi....
Ama insanların büyük bir
kısmı, bu evreyi, şartlanmışlıklarından dolayı, sizin için sonsuz sayılabilecek
bir süreçten sonra geçebilir: Sizin cehennem, bizim ise 'sartlanmıslıklardan
kurtulma süreci' dediğimiz dönem....”
Gönül, SinHa'nın bir anlık
duraksamasını fırsat bilerek merakla:
“Yani cehennemin bir ceza yeri olmadığını sık söylüyorsunuz ama ben
şahsen bunu anlamakta güçlük çekiyorum?”
dedi.
“Sizdeki bir hastalığın
ameliyat veya uzun süren acılı tedavilerle yok edilmesi bir ceza ise cehennem
de bir cezadır. Ama bunun mutlak gerçeğe varmanız için zorunlu bir ameliye
olduğunu kabul ettiğınızde ceza olmaktan çıkar.”
“Nasıl yani?”
“Mesela siz uzun süren bir
eğitim ve öğretim döneminden sonra bir sınava tabi tutulursunuz. O ana kadar
öğrenmiş olmanız gereken şeylerden sorular sorarlar. Siz onları bilmezseniz bu
sınavı geçemezsiniz ve yeniden başa dönüp o bilmediklerinizi öğrenmek, o
bilgilerle donanmak zorunda kalırsınız. Bunu acı veya ceza olarak değerlendirmeniz,
tamamen size ait bir yargıdır." Bilge:
“Ama hocam biz bazı insanların ebediyyen cehennemde kalacağına
inanıyoruz. Bu bizim kutsal metinlerimizde de geçiyor. Biz mi yanlış anlıyoruz,
yoksa siz mi farklı bir şey söylüyorsunuz?”
“Hayır ne siz yanlış
anlıyorsunuz, ne ben yanlış söylüyorum. Elbette cehennem var oldukça oranın da
sakinleri olacaktır. Ahkaf, sonu olmayan bir sonluluktur. Sizin için ebediyet
sayılır. Ama önü ve sonu olmayan Yaratıcı için bir andır. Alemde ne varsa; iyi kötü
ne yaratılmıisa her şey O'nun kudretinin ve sanatının bir yansımasıdır.
Neticeleri de yalnız O'na bakar. Bu âlem bütün sonuçlarıyla O'nun kudret ve
azametini göstermeye hizmet eder. Her bir şeyin özüne mutlak kemalini bulmak
için bir zevk atmıştır. O zevk o varlığı önünde sonunda mutlak kemal noktasına
vardırır. Anvak o eşya veya varlık o noktaya vardığı zaman vazifesini tamamlamış
olur" 155 "Yani
temel amaç, mutlak gerçeğe varmaktır öyle mi?”
“Öyle ama bu o kadar kolay değil.
Bütün negatif çekim alanlarını geçebilecek hafifliğe ulaşmanız gerekir. Yani gerçeği
görmenizi engelleyen bilgisizlikten ve eylemlerınızle kendınıze yükledığınız negatif
enerjilerden kurtuluncaya ve şafakla ulaşıncaya kadar bu süreç uzar.”
“Yani hocam öldükten sonra
da işimiz bitmiyor, öyle mi?”
dedi Gönül.
“Ölüm, insan olma bilincine
erdikten sonra başlayan seyahatin ilk aşamasıdır. Sadece maddesel bedeni
bırakıp bir üst beden kazanmaktır.”
“Yani öldükten sonra sizler
gibi mi olacağız?”
“Tam değil. Size yine
cismanî bir beden giydirilecek ama bu beden inkırazlara, değişmelere,
kırılmalara, eksilmelere m aruz kalmayacak. Sizin farkınız, başlangıç noktanızdan
kaynaklanıyor. Siz sonsuz kemale varmaya adaysınız, biz ara doruklarda görevliyiz.
Yani en aşağılardan çıkıp en yukarılara varmak sizin programinizda var. Biz ise
bu programı sağlıklı yürütebilmeniz için saf aklın tezahürünü sağlamakla
hizmetli varlıklari....”
“Peki sizin için de olgunlaşma
süreci yok mu?”
“Var elbet. Bizim olgunlaşma
sürecimiz evrenin sırlarına tam vakıf olma sürecidir. Bu da kendimizi yetiştirme,
diğer varlıkları ve onlarda işleyen evrensel kuralları tanıma ve nihayet
bizatihi evrenin herhangi bir bölgesinde evrensel oluşum sürecinde görev
almaktır.”
“Peki sonra?
Yani siz de bizim gibi mı olur
musunuz?”
SinHa'nın renginde bir değişim
oldu. Biraz daha koyulaştı....
Sonra daha ağır bir tonla ve
sanki metalik bir tınlama ile:
“Evrende tek değişmez gerçek, olumun herhangi bir haliyle ilgisi
olmayan tek varlık Allah'tır. Biz onun tasavvurlarıyız. O, tasavvuru bıraktığı
an hiçbir varlık kalmaz. Nitekim size gelen me 1 155 I sajda, 'Her sey helak
olacaktır O'nun yüzü müstesna....
' denilir. Gönül:
“Yani siz de öleceksiniz öyle mi?”
“Bundan, eylemsel
varlığımızı kast ediyorsanız, evet, yok olmayı anlıyorsanız, hayır. Çünkü
aslında siz ve biz zaten Mutlak Yaratıcı'ya göre ölüleriz. Hepimiz ve her şey O'nun
tasavvurdan ibaretiz. Ama bu tasavvur var oldukça biz de var olacağız."
Bilge:
“Hocam bu konular benim algılama kabiliyetimi aşıyor. Sonra
pratikte bu bilgilerin bize ne gibi yaran olacak onu da bilemiyorum.”
“Doğrudur çünkü, siz daha işin
basındasınız. O yüzden de bu bilgiler size ağır yahut lüzumsuz gelebilir. Fakat
az önce konuştuğunuz bilgilerden daha yararlı olduğu muhakkak. Çünkü bu
bilgiler, sizdeki şartlanmışlıkları giderecek aktivitelerdir. Bu da hakikate
kolay varmanızı sağlar. Daha doğrusu doğru inanca varmanızı....”
“Hocam, inanç demişken az
önce konuştuğumuz konuyu açabilir miyim. Siz gelmeden önce içtihat konusunu
tartışıyorduk, bu bizim için faydasız bir bilgi miydi, neden?”
“Gçtihattan kastın nedir?”
“Bilinenlerden
bilinmeyenleri çıkarmak için çaba göstermektir.”
“Peki şu anda farklı bir şey
mi yapıyoruz?”
“Yani içtihat mı yapıyoruz?”
“Senin ne anladığına bağlı.
Eğer bu bilgiler, seni yeni ve daha kıymetli bilgilere ve pozitif değer
üretecek eylemlere sevk ediyorsa, bu gerçek içtihattır. Çünkü Yaratıcı son mesajında
'fakih' olmayı tavsiye ediyor.”
“Fakih nasıl olunur?”
“Yaratıcı’nın bu evreni ve
insanı yaratma gayesinin ne olduğunu kavramak için kafa yorarak.”
“Ben fıkhı, ibadetle ilgili
meseleleri anlamaktan ibaret sanırdım." "işte sizi yanlışa götüren budur. Siz,
bilgiyi, dinî ve dinî olmayan diye ayırıyorsunuz ve tek lisanla konuşan Yaratıcı’nın
kitabını değiştirip birbirinden ilgisiz sayfalara ayırıyorsunuz....
Oysa bilginin dinisi ve
ladinisi yoktur....
Kuran'ı anlamak mı
önemlidir, evrenin şifrelerini çözmenize yarayan matematik bilgisi mi?”
“Tabi ki Kuran.”
“Elbette Kuran'ı yani
'Yaratıcı'nın Mesaj ı'nı kavramak insanın en büyük gayelerinden biridir. Ama
matematiği de yabana atamazsınız. Çünkü Kuran dedığınız mesaj, evreni doğru
algılamanız ve Yaratıcı'nın dilini anlamanız için size gönderilmiş bir
rehberdir. Matematik ise, bizatihi Yaratıcı’nın kullandığı dil ve sanattır....
Siz, hepsi Yaratıcı’nın sanatının
bir başka açıdan anlatımı olan bilimi dinin dışına attınız. Böylece bugün içine
düştüğünüz acıklı akıbeti hazırladınız. Evrenin değerleri üzerinde düşünüp onu
anlamak şeklinde anlamanız gereken fıkhı, Kuran'ı anlamak şeklinde daralttınız.
Oysa Kuran bile okumaktır. Yani Yaratıcı’nın kitabı olan evreni okumanın
elifbası....
Siz hep elifba ile meşgul
oldunuz. Kuran maksat veya amaç değildir; araçtır, vasıtadır. Yaratıcı’nın dilini
anlamak için bir araç....
Siz Yaratıcı'yı unutup araca
takılıp kaldınız....
Bari onun hakkını verseniz....”
“Yani dini alanda içtihat
gereksiz mi?”
“Niye gereksiz olsun?
Ben dikkatınızi bir alana
çekmeye çalışıyorum. Yaratıcı'ya ulaşma konusunda Kuran da bir vasıtadır, bir
yol rehberidir, diyorum. Amaç rehber kitapçığını ezberlemek değil, onun varmak
istedığınız yere sizi doğru götürecek bir rehber olduğunu kavramanızdır.
Yaratıcı’nın diğer mesajları gibi Son Mesajı da, evrenin bütün şifrelerini, saf
bilgiye ulaşmanın bütün yöntemlerini, hem de dikkatınızi sürekli Yaratıcı'ya
yönlendirerek size aktarır Öncekiler, mesajı anlamak yerine onu kendi arzuları
istikametinde yorumlamak ve öyle algılamak için kelimeleri bile yerinden
oynattılar. Yaratıcı'yı bile büyük babaları gibi sundular. Eğer siz kitabınız
olan Son Mesajı, doğru kavramazsanız onların düştüğü yanılgılara düşersınız.
Siz Mesajı gerçekten algılasaydınız ve onun 158 prensiplerine
göre hareket etseydınız, konumda mı olurdunuz?
Bugün, bu kinadıklarmızın
evreni ve Yaratıcı’nın sanatını anlama yolunda yaptıkları çalışmaların eteğine
bile varamıyorsunuz. Çünkü içtihat yapıyoruz derken bile hükümleri, fikirlerinizin
güçlendirilmesine araç yapıyorsunuz....
Evet içtihat ne gereksizdir,
ne de faydasızdır. Ama, ne sen ne de konuştukların, bu konuda bir görüş
belirtme veya içtihat yapma donanımına sahiptir. Dolayısıyla bu işi konuşmak
sizin için faydasız olur." SinHa, uzun sayılacak bir süre sustu. Bilge de,
Gönül de başlarını öne eğmiş vaziyette sessizce onun sözünü sürdürmesini beklediler....
SinHa sözü başka bir alana
getirdi ve:
“Siz insanlar iki şeyin kıymetini bilmiyorsunuz: Zaman ve sağlık.
Abur cubur yiyerek enerjinizi anlamsız kullanıyor ve vücudunuza gereksiz yükler
yükleniyorsunuz. Bunun sonunda da sizin deyiminizle hasta oluyorsunuz. Yani,
vücudunuzun doğal enerji a kışını bozuyorsunuz. Çok daha önemli bir konu var
ki, henüz bunu algılamaya hazır değilsiniz." Gönül:
“Nedir o hocam?”
“Ömür!. Sizin türünüz en
fazla yüz, yüz on yıl yalayabiliyor. Oysa size yüklenmiş donanımlar ve bu
donanımların pili en az bin yıl dayanabilecek kapasitede. Ama siz, yemenizi,
içmenizi dengeli yapamadığınız için, pilınızi vaktinden önce tüketip gidiyorsunuz."
Bu konu Gönül'ün oldukça ilgisini çekmişti:
“Nasıl yani?
Bizler bin yıl yaşayabilecek
varlıklar mıyız?
"Bunu niye garip
buluyorsunuz?
Son mesajda, Suyun
Efendisi'nin 950 yıl yaşadığı belirtilmiyor mu?”
“Suyun Efendisi kim ki?”
“Siz ona Nuh dersınız. Onun
duasıyla dünyanızın tamamı sular altında kaldı ve sizin için bu küre üzerinde
ikinci devre başlamış oldu....”
Bilge: "Ben
bunu hiç düşünmemiştim....
Yani biz sağlık esaslarına
iyi uyarsak bin yıl yaşayabilir miyiz?”
“Niye olmasın....
ileride insanlar bu bilgiyi
de elde edecekler ve uzun yaşamayı becerecekler. Ama maalesef bu uzun yaşama,
onların sadece daha çok negatif enerji üretmelerini arttıracak.”
“Peki hocam, ikincisi zaman
dedınız. Onunla ilgili ne söyleyeceksiniz?”
“Evet kıymetini bilmedığınız
diğer en kıymetli değer ise zamandır. Kıymetini hiç bilmiyor ve size hiçbir
katkısı olmayan eylemlerle o anı yaşanmamış kılıyorsunuz. Oysa sizin en
kıymetli materyaliniz zamandır. Evrende toplam görünüm zamanınız yıldız
takvimine göre en fazla iki üç dakikadır. O da bir asır yaşayanınız için. Bizim
bir günümüz ise sizin bin yılınızdır. Buna rağmen bizim yapmak istediklerimiz
için vaktimiz yetmez. Siz ise sanki çok uzun zamanınız varmış gibi, onu boşu boşuna
harcıyorsunuz. Halbuki sizin maddesel varlık boyutunda görünebilme zamanınız,
bize göre saniyelerle ifade edilebilecek kadar kısadır. Bu kısacık süre içinde
ölüm ötesi hayatta size lazım olabilecek bilgi birikimini sağlamak ve beyinsel
açılıminizı tamamlamak zorundasınız. Aksi takdirde sizin cehennem dedığınız
çileli, acılı ve zor dönemi yaşamak zorunda kalırsınız. Oranın bir dakikası
binlerce yıla denktir....”
“Hocam anlaşılan işimiz çok
zor ve öldükten sonra da bitmiyor....”
“Siz ölümü çok önemsiyor ve
onu bir son zannediyorsunuz. Hayır, Hayır! Ölüm bir son değildir, o sadece yeni
bir başlangıçtır. Ölüm, yani maddesel kayıttan kurtulma, kimilerınız için huzur
ve evrensel oluşumlara katılabilme döneminin başlangıcı, kimilerınız için de
eksik bıraktıklarını çok daha zor şartlarda tamamlama sürecinin ilk adımıdır.”
“Bu kural sadece insanlar
için mi geçerli, yoksa bütün bilinçli varlıklar bu süreçten geçerler mi?”
"Evrende bu süreci yaşayan ve yaşayacak üç tür varlık var.”
“Biri biz isek diğer ikisi kimler?”
“Birinci tür, dalga
boyutunda varlıklarını sürdüren melekler, ruhaniler ve şeytanlar....
ikinci tür, moleküler
boyutta varlıklarını sürdüren cinler ve onların türdeşi ifritlerdir. Üçüncüsü
de madde boyutunda varlıklarını sürdüren insanlar. Bu üç tür de evrenin her
zerresinde varlığını hissettiren 'küllî aklın' yani evrensel aklın yansıtıcılarıdır.
Bu türlerin doruktaki mutluluğu, bu evrensel akim işlevlerini kavramak ve onu aksettirebilecek
konuma gelmektir.”
“Tasavvufta, 'tasarruf
sahibi' denilen insanlar o tür insanlar mıdır, acaba?”
“Evet. Onlara tasarruf ehli
denildiği halde, evrende hiçbir tasarrufta bulunmazlar, olaylara asla müdahale
etmezler. Çünkü onlar, her hadisenin ve her olgunun ancak olması gerektiği gibi
gerçekleteceğini bilirler. Bu saf bilgiye ulaşmış olduklari için de kendi
iradelerini bile 'Evrensel Kudret'e terk ederler."
DUANIN İŞLEVİ
Bilge, kafasını kaşıyarak
hayretini belli ettikten sonra zihnine takılan soruyu SinHa'ya yöneltti:
“O zaman bir problem daha çıkıyor ortaya; her şey olması gerektiği
gibi oluyorsa, duanin fonksiyonu ne?”
“Dua, öncelikle, sonsuz
ihtimaller içinde en olgun belirişle varlık sahnesinde yer almanın doğal
sonucudur. insan aklı, evrensel aklın yansıtıcısı olmak bakımından, hem kendisini
hem yaratıcısını bilir. Bir yaratıcının varlığını kabullendiği andan itibaren a
kıl, üstesinden gelemediği problemlerde o küllî akla müracaat etmeyi zorunlu
bilir. işte bu eyleme dua diyorsunuz. Nitekim, insan boyutuna ulaşmış bir
varlığın, temel işlevi 'taallümle tekemmül, ubudiyet ve duadır' zaten.”
“Hocam bu son cümleyi
anlayamadım." dedi Gönül. SinHa:
“Yani öğrenerek mükemmelleşme ve Yaratıcı ile sıkı bir iç diyalog
kurabilmektir. Kurulan diyalogun adıdır dua.”
“O yüzden mi Cenabı Hak,
'Duanız olmasaydı neye yarardınız?
' buyuruyor." dedi Bilge.
“Elbette." Gönül:
“Bunu anladım hocam. Ama 'Allah her yakaranı duyar, her duaya cevap
verir' deniliyor. Ama birçok duamızın kabul olmadığını da görüyoruz. Bunun
sebebi ne peki?”
“Önce şunu anlayalım. Cevap
vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duaya cevap vermeyi Allah kendisine
yazdı. Ama herkesin her istedığıni vermeyi, hem de aynısıyla vermeyi garanti
etmedi. Hatta size gelen mesajda, 'Herkesin her istediği verilseydi, yeryüzü
sapkinlarla dolardı.' denilir."
"O zaman dua etmenin
ve istemenin ne anlamı var?”
diye sordu Gönül.
“Duanin kendisi baslı basina
bir yükselmedir. Bir üst boyuta çıkıp yücelmektir. Yaratıcı ile muhatap
olmaktır. Onun sonsuz rahmetine, şefkatine sığınmaktır. Onunla buluşmaktır. Bir
dolum, yani şarjdır.”
“Ama insan illa da
istedığınin verilmesini arzu ediyor. Bunun verilmesinin. Yaratıcı açısından ne
sakıncası var ki?
Onun hâzinesi mi eksilir?”
“Hayır, O'nun açısından bir
sakınca yok. Sakınca senin açindandır....”
“Nasıl yani?”
“Örneğin bir hasta doktora
seslenir: 'Doktor Bey bakar mısınız?
' Doktor cevap verir: 'Buyurun ne istiyorsunuz?
' Hasta bir ilacı göstererek, 'ğu ilacı bana ver!' Hekimin bu talep
karşısında üç şekilde hareket etmesi uygundur. Birincisi, onun istediği ilacı
vermesi, ikincisi, onun istediğini vermeyip, oradaki başka bir ilacı vermesi;
üçüncüsü ise hiçbir şekilde ilaç vermemesi....
. şimdi hiçbir ilaç vermedi diye hastanın ondan şikayetçi olması,
benim çağrımı duymadı demesi doğru mudur?
Hayır. Çünkü doktor O'dur,
hangi ilacın iyi geleceğini, ilaç verilip verilmeyeceğini bilen de O'dur. Elbette
Allah ile kulunun ilişkisi, doktor hasta ilişkisine indirgenecek kadar sıradan
ve basit değildir. O'nun kuluna olan sevgisi ne annenin sevgisine, ne doktorun şefkatine
benzer. Annenizin sevgisi bile O'nun sevgisinin yetmiş bin perde zayıflatılmış
gölgesidir Dolayısıyla kulunun talebini karşılamak veya reddetmek doğrudan
kulun tabiatının gereğidir.”
“Hocam dua edenin, kendisini
duyan kudret sahibi bir yaratıcısının var olduğunu bilmesi, talebin
verilmesinden daha lezzetli değil mi?”
dedi Bilge.
“Elbette. Zaten duanın özü
budur O yüzden de dua bir ibadettir. Gbadetlerin neticesi uhrevidir. Yani ölüm
sonrası hayata yö 163 neliktir.
Dünyevi maksatlar, amaçlar olsa olsa o ibadetin zamanını belirler....”
“Nasıl olur bu belirleme?”
dedi Gönül:
“Mesela siz yağmur yağmadığı zaman yağmur duasına çıkarsınız. Ve
topluca namaz kılıp dua edersınız. Bu bir ibadettir. Yağmursuzluk ise o
ibadetin vaktidir. Yoksa dua ve namaz, yağmurun yağmasını n sebebi değildir
"ilginç, ben hiç böyle düşünmemiştim." dedi Bilge. Gönül:
“O yüzden mi her yağmur duasından sonra yağmur yağmıyor?”
“Tabi ki....
insanlar, duayı doğrudan
doğruya yağmur yağmaya yönelttikleri için ibadetin ruhu zedeleniyor. Yani
duanın kabul edilme şartı bozuluyor. Çünkü dua, doğrudan Yaratıcı'ya
yakarmadır. Araya vasıtalar ve talepler girdi mi duanın özü zedelenmiş olur.
Kabul edilmeyi de imkansız kılar.”
“O zaman husuf ve küsuf
namazları da böyle." dedi Bilge. Gönül:
“ilk kez duyuyorum. Bunlar ne tür namazlardır?”
SinHa:
“Husuf, ay tutulmasında, küsuf güneş tutulmasında yapılan bir tür
ibadet ve duadır." Gönül; "Ama hocam, ay ve güneş tutulması gibi, ne
zaman başlayıp ne zaman biteceği belli olan bu gök hareketleri için ibadet veya
dua etmenin anlamı ne?”
“Size verilen nimetleri
kavrama anlamı var. Dügünebiliyor musunuz, güneş gibi muazzam bir hayat kaynağı
sizin emrınıze verilmiş ve ay sizin için bir gece lambası ve takvimci yapılmış.
Onların tutulmalari, bu iki nimetin sizin için anlamını hatırlatmaktır Bunların
tutulmasıyla yapılan ibadet ve dualar ise sizin Yaratıcı'ya tefekkürünüzü açığa
vurmanizdir. Bundan şunu da anlamalısınız ki, her ibadetin bir vakti, her
vaktin kendine has bir ibadeti vardır....
Sıkıntılar, belalar,
hastalıklar, kederler, korkular, nimetler, vs de dua ibadetinin zamanlandın
Mademki dua da bir ibadettir, dua ile talep ettiğınız şeylerin hemen
verilmemesini, 'Duam kabul olmadı.' şeklinde yorumlamamanız gerekir....
"Daha önceki
sohbetimizde, duanın başka anlamları da olduğunu söylemiştınız." dedi Gönül.
SinHa:
“Doğru. Dua, evrenin imarı misyonunu tam üstlenebilmeniz için size
verilmiş bir güçtür. Dua ederek, evrenin tamirinde çalışan varlıklara enerji
transferi yapıyorsunuz. Evrenin devamını sağlıyorsunuz. Dua aynı zamanda,
evrensel küllî akıl ile sürekli bağlantı kurup enerj i alışverişi yapmanızı
sağlar. Bu, karşılıklı bir etkileşimdir. Siz dua ederek kendi bataryalarınızı
doldurursunuz, sonra da o olumlu enerjiyi çevrenize yayarak evrenin devamını
sağlarsınız." Bilge:
“Yani şimdi biz dua ile evrenin devamını mı sağlıyoruz?
Bizim bu devamlılığa ne katkımız
olabilir ki?”
“Kendini basit görme.
Yaratıcı seni arzın halifesi atamakla, sana onu imar veya harap etme gücünü de
verdi. Dua ve ibadet imar yönünü, ibadetsizlik, daha doğrusu özellikle inançsızlık,
ikinci konumu hızlandırır. Kısacası dua sadece Yaratıcı'dan bir şeyler isteme
eylemi değildir. Evrene bir katkıdır. Siz öğreniminizi tamamladıkça, üst
bilgilere ulaştıkça, istek gibi tutkulardan ve taleplerden kurtulacaksınız
zaten....
O zaman göreceksınız ki,
olması gereken zaten oluyor. Sizin istemeniz veya istememeniz pek bir şey
değiştirmiyor. Ama siz yine de isteyerek kulluğunuzun gereklerini ortaya koymuş
olursunuz.”
“Yani her şey daha çok
bilgiye bağlı öyle mi?”
“Elbette. Bakın sizin gibi
maddesel varlıklar olan hayvanların işlevleri farklı olduğu için, ne öğrenmeye
ne de duaya ihtiyaçları vardır. Onlar, yaşamları süresince gereksinim
duyacaklain tüm bilgilerle donanmış olarak sahneye çıkarlar. Sizin grubun,
bilinç bo yutuna ulaşamamış türü olan hayvanların yaşam biçimlerini incelerseniz
göreceksınız ki onlar, adeta başka bir âlemde, kendileri için gerekli
donanımları yüklenip de gelmiş gibidirler. Hepsinin yaratılış amaçlarına uygun
mükemmelliğe sahip olduğunu görürsünüz. Ya iki saatte, ya iki günde, ya iki
ayda yaşam şartlarını, evrenle olan ilişkilerini, hayatın kanunlarını öğrenir
ve onları kullanabilme becerileri kazanırlar. insanın yirmi yılda öğrendiği 'yaşamını
sürdürebilme ve iş görebilme yeteneğini' serçe ve arı gibi hayvanlar yirmi
günde öğrenirler. Meleke sahibi olurlar. Bu durum gösteriyor ki, hayvanların
vazifesi öğrenerek mükemmele varmak, bu tarz bilgi edinerek terakki etmek
değildir. Aczini göstererek medet istemek, dua etmek de değildir. Onların
vazifesi, yalnızca yaradılış formuna uygun hareket etmektir. Arının bal yapması,
yılanın zehir üretmesi, ipek böceğinin koza yapması, eşeğin yük taşıması kendi
doğal ibadetidir. insan ise, doğduğunda, yaşamıyla ilgili her şeyi öğrenmeye
muhtaç, hayat kanunlarından habersizdir. Hatta yirmi yılda bile hayat
kanunlarını yeterince öğrenemez. Belki ömrünün son anına kadar öğrenmeye
muhtaçtır. Üstelik de gayet zayıf ve aciz bir şekilde dünyaya gönderilir. iki
senede ancak ayakları üzerine kalkabilir, üç dört yılda ancak konuşmasını
düzeltebilir. Zarar ve menfaatini on beş yılda ancak fark edebilir. Ve ancak
sosyal yardımlaşma ile hayatı için gerekli şeyleri elde edebilir. Kendisi gibi maddî
olan varlıklarla karşılaştırıldığında, donanım bakımından, hepsinden daha zayıf
olduğu görülür. Doğal bir örtüsü bile yoktur. Onun tek farkı, tek üstünlüğü
aklıdır. Bu da onu, en zayıf olmasına rağmen, hepsinden güçlü kılar. Çünkü akıl
sayesinde her şeyi kavramaya, her tehlikeyi savmaya, her faydayı elde etmeye
bir yol bulur. Demek ki insanın temel vazifesi öğrenerek mükemmelleşme, ibadet
ve dua ile Yaratıcısına yakınlaşmaktır. Bu yakınlaşma onun için bir
zorunluluktur. Çünkü insan, âlemin tamamında hükümran olan küllî bir aklın
aksettirdiği gibidir. Akıl sahibidir. Akıl, kendi mahiyeti de dahil her şeyi
sorgulayan bir cevherdir; niçin var edildiğini, amacının ne olduğunu, bu varlık
âlemine niçin çıkarıldığını, çıkmıisa amacının ne 166 olması gerektiğini merak eder. Muhtaç olduğu
birçok şeyin, o, bu sahneye çıkmadan önce kendisi için hazırlandığını fark
ederek, onu böyle besleyenin, onu bu sahneye gönderenin kim olduğunu sorgular.
Niçin böyle bir lütfa erdirildığıni, bunu hak edip etmedığıni inceler. Yaradılışın
amacını irdeler. Sonunda şunu görür ki, akh bütün evreni kuşattığı halde, eli
kısa, iradesi zayıf, gücü yetersiz, arzuları sonsuz, onları gerçekleştirme
yetisi sınırlıdır. Evrendeki düzeni, kanunları, dengeyi, mükemmelliği,
anladıkça, onun her şeyi gören ve bilen, her şeye gücü yeten ve her yerde
bulunan küllî bir aklın eseri olduğunu kavrar. O'nunla bağlantı kurmanın
yollarım arar. işte bu çabanın adı, bilgi elde etmek; yani taallüm ve duadır. Bilgisini
arttırması oranında evrenin nimetlerinden yararlanır ulaşamadığı gayelerini
Yaratıcı'dan ister. Kısacası insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla olgunlaşmaya
ve saf bilgi bütünlüğüyle karılmaya gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla
her şey ilme bağlıdır. Bütün ilimlerin aslı, özü ve ışığı ise küllî aklı, yani
evrenin Yaratıcısı'nı bilmektir. Onun temeli de imandır. Bir Yaratıcı’nın
varlığına, bu Yaratıcı'nın her şeyi bir amaç için yarattığına, kendilerine akıl
bahşettiği varlıklarla evreni zenginleştirdığıne inanmaktır. Bu bilginin doğal
sonucu olarak insan üstesinden gelemediği problemler karşısında O'na sığınır,
O'ndan yardım ister, O'nun kendisini doğru yola iletmesini bekler. Dua eder. Dua,
karanlıkta ışığı, zayıflıkta direnci, korkuda ümidi, çaresizlikte çareyi bulma gücüdür."
İBADET
"Hocam bilgi edinmeyi, dua etmeyi anladım. Peki tapınma nedir
ve niçin Yaratıcı insanlardan ibadet etmelerini istiyor?”
“Elde ettiğınız bilgiden
yararlanmak ve evrenin temel gerçeği olan sevgiyi açığa çıkarmak için. Bütün
evren mutlak bir sevginin eseridir Her zerresinde sevginin izini bulursunuz.
Fakat siz ondan bile nefreti tahsil ediyorsunuz. Ve böylece âlemdeki gerçeğin
üzerini örtmüş olursunuz. Ölüm ötesi hayatta size gerekli olabilecek enerjiyi üretme
olanaklarınızı yok ediyorsunuz. Size açık söyleyeyim; ibadet dedığınız şeyler ölüm
sonrasındaki hayat için, sizin zenginlik veya yoksulluğunuzun belirleyicisidir.
Nasıl burada fakirlik ve zenginlik, ayrıcalıklar varsa ölüm ötesi yaşamda da
buna benzer artılar ve eksiler vardır. Bunu da burada yaptığınız veya
yapmadığınız çalışmalar, yani ibadetler belirler. Duyularınızın,
organlanrimizin,, latifelerınızin yani sizi siz yapan donanımlarınızın bütün
olarak size verilebilmesi için de ibadet gereklidir..”
“Hocam böyle bir şeyi hiç
duymamıştık. Yani insanlar orada kör, sağır, topal olabilirler mi?
"Tabi. Size gelen
mesajda bunlar açık açık zikrediliyor." Gönül:
“Ben hiç fark etmemişim. Nasıl zikredildığıni açıklar mısınız?”
deyince SinHa:
“Yaratıcı buyuruyor: 'Kim benim zikrimden yüz çevirirse ona dünya
hayatında zor bir geçim yazarım, ahirette (yani ölüm ötesi hayatta) da onu kör
yaratırım. O bana sorar: 'Ya Rabbi ben dünyada görüyordum. Burada göremiyorum,
neden?
' Yaratıcı ona söyle der: 'Sen bize ibadet etmeyi unuttun, biz de
gözünü açmayı unuttuk.' Olamaz mı?”
168 Gönül:
“Hocam Allah'ın unutması mümkün mü?”
diye sordu.
“Hayır! Bizim yanımızda
O'nun zatına eksiklik atfeden sözler sarf etmeyin. Bu bizim varlığımızı zorlar
ve yok olma sınırına getirir. Enerjimizi söndürür.”
“Özür dilerim hocam. Ben
unutmayı Allah'a yakıştıramadığım için sordum.”
“Doğrudur zaten yakışmaz ve
böyle bir şey de yok. Bu söyleyişte bir uyan var, onu görmek lazım....
Yani eğer, kişi burada
yapması gereken ibadetleri yapmazsa orada kör, sağır, dilsiz, kalabilir."
Bilge:
“Ama hocam, yanılmıyorsam daha önceki konuşmalarımızda ibadetin
cennete girmekle ilgisi olmadığına değinmiştınız. Öyle değil miydi?”
“iki şeyi karıştırmayın. Cehennemden
kurtulmanın tek çaresi imandır. Gman, cennete girmenin olmazsa olmaz koşuludur.
Ama orada nasıl bir yaşam süreceğiniz, zengin mi yoksul mu olacağınız, cennetin
yukarı semtinde mi aşağı semtinde mi oturacağınız tamamen ibadetınızle
belirlenir.”
“Orada da sınıflar var
olduğunu ima ediyorsunuz?”
“Tam değilse bile evet.
Sınıflar arası kesin bir ayrım yok. Ancak sahip olduğunuz olanaklara göre aynı ortamlarda
olsanız bile farklı boyutlarda, farklı frekanslarda yaşarsınız.”
“Cennette olacağız ama başka
boyutlarda mı yaşacağız?”
“Size algılayacağınız bir
örnekle cevap vermeye çalışayım. Beş arkadaş, içinde her lezzette nimetlerin
sunulduğu, en muhteşem müziklerin çalındığı, gözün hoilanabileceği en
harikulade manzaralann seyredilebildiği, en nefis kokuların yayıldığı bir
bahçeye davet edildiniz. Diyelim ki birinizin kulağı sağır, birinizin gözü
görmüyor, birinizin tatma duyusu kaybolmuş, birinizin koku alma duyusu
arızalanmış olsun. Böyle bir durumda, leziz yemeklerin, tatma duyusunu kaybetmiş
arkadaşınıza verebileceği bir lezzet yoktur. O güzel manzaralardan köre ne?
O harika müzikler sağira ne
verebilir?
O hoş kokulardan koku alma
duyusu kaybolmuş arkadaşınız ne anlar?
Beşınız de bir arada
bulunduğunuz halde her birınızin alacağı lezzet farklıdır. Aynı yerde aynı
bahçede bulunmanıza rağmen, aynı olanakları kullanamamış olursunuz. Cennet
hayatı da böyle....”
“Hocam, gerçekten şaşkınım!.
Bunlar ne tuhaf bilgiler böyle! Bizim işimiz çok zor öyleyse. Demek ki iman
etmek esastır diyenler de işin tam farkında değil....”
“Hayır iman esastır diyenler
yanlış söylemiş olmuyor. Çünkü imansızlık körlük ve nankörlüktür îman olmadan
cennete giremezsınız ama ibadetsiz girebilirsınız. Biz cennette zengin ve
müreffeh olmanın icaplarını söyledik burada. Eğer bilseniz, bir vakit namazı
terk etmemek için dünyanın bütün nimetlerini terk edersınız....
Ama siz ne yapıyorsunuz, en
küçük bir dünyevî vazifenizi terk etmemek için en önemli ibadet olan namazı
bile terk ediyorsunuz Kısacası ibadeti ihmal etmenin temelinde gerçeği görmezlik
ve bilgisizlik vardır. Yani görmezlikten gelme. O yüzden de inanm am aya küfür
denmiştir. Küfür, gerçeğin üstünü örtmektir, inkar etmek değildir. Çünkü inkar,
öncelikle varlığı zorunlu kılar. Siz ancak var olanı inkar edebilirsınız.
Olmayan bir şeyin inkar edilmesi diye bir durum olmaz. güneş olmadan onu yok
sayamazsınız. Var olanı inkar etmek onun varlığını kabul etmenin başka bir şeklidir.
En çok gözlerini kapatarak onu kendinden örtersin. Onu yok sayarsın ama bu yine
de onu yok etmez. işte ibadetin zorunlu bir emir olarak ortaya çıkması, insanı
körlükten ve nankörlükten kurtarmaktır. Bu zorunluluk da evrenin Yaratıcısı
için değil, sizin için gereklidir....
Var olan güneşi gözünü
kapatarak yok saymaya çalışmak ne kadar boş bir eylem ise, bütün âleme yayılmış
olan sevgiyi görmezlikten gelmek de öyledir....”
“Ama hocam," dedi
Bilge, "Biz ibadet deyince namaz kılmayı, oruç tutmayı anlıyoruz. Sizin
ibadetle kastettiğınız daha farklı. Hangisi ibadet?”
170 "ikisi
de. Çünkü size yapmanız emredilen bu ibadetler, sadece geniş ve küllî olan ibadeti
yakalamanız için verilen ön hazırlıklardır. Mesela namaz, sizi günde beş vakit Yaratıcınızın
huzuruna çıkararak bu dönemler arasında yüklenmiş olduğunuz nefret kırıntılarından,
negatif atıklardan kurtulmanızı sağlar. Varlık ve nimet konusunda kalbinizi
gölgeleyen hallerden kurtarır. Gerçek ibadet, evrenin ruhuna sinmiş olan
sevgide yok olmaktır. O sevgiye kavuştuğunuzda, sizde de evrendeki Rahmanî
kurallar hüküm sürmeye başlar. O'nun gözüyle görür, O'nun kulağıyla duyar,
O'nun eliyle dokunursunuz adeta. O zaman hiçbir küfür hali sizde karar kılamaz.
Her an ve her adımda mükemmelleşmeye doğru bir adım daha atarsınız. Nihayet,
O'nunla bir olursunuz.”
“Fenafillâh dedikleri hal bu
mudur?”
“Evet fenafillâh, evrendeki
sevgiye karılmaktır. Yaratıcı kendi zatında tek ve kavuşulmazdır. Hiçbir varlık
onun Zatına ulaşamaz. O müteâl ve mutlaktır. Ama O'nun rengiyle boyanır, O'nun
sizin için tavsiye ettiği ahlak ile donanırsanız sanki O olursunuz. Sonunda
O'nun rahmetinin öfkesini, sevgisinin nefretini örttüğünü görür, kendinizde
O'nu yaşarsınız. Nihai amacınız da budur.”
“Peki bu amaç niçin her
insan için gerçekleşmez?”
“Daha önceki konuşmalarımızda
açıklamaya çalıştığım gibi sizin seçim yapabilme yeteneğınızden kaynaklanır bu.
Çünkü siz akıl nimetiyle Gereflendirildınız. Akıl ise gerçeği bulma yetisine
sahiptir. Ama aklın da kavramları kavramada kullandığı sayısız araçları vardır.
Bunlar, ruh, gönül, idrak, hafıza, his, hayal, nefis, duyular, gadab ve Gehvettir.
Bunların her birisinin de kendine özgü bir doğası, etkilenme ve bu etkiyi dışarı
vurma yöntemi vardır....
Evrenin özünden yayılan
sinyalleri, bu merkezlerin her biri başka şekilde algılar ve yansıtır. Onlardan
gelen yansımaları akıl değerlendirerek bir sonuca varır. Buna irfan diyorsunuz.
Eğer gönlünüz yeterince cilalı ve berrak değilse ona yansıyan şeyler de o o randa
karanlık ve bulanıktır. Eğer algılarınız yeterince gelişmemiş 171 ve
şartlanmışlıklarla daralmıisa, hiçbir hakikati tam olarak kuşatamaz. Örneğin bilgisayar
dedığınız aletleri siz belleklerine göre sınıflandırıyorsunuz değil mi?
64 kilobyte hacmindeki bir
cep bilgisayarı ile yüz gigabyte kapasiteye sahip bir bilgisayarın aynı
fonksiyonu sergilemesi mümkün olabilir mi?
Eğer belleğiniz yeterli değilse
hiçbir görsel detayı resmedemezsınız. Eğer hislerınız iyi gelişmemişse her şeyi
maddesel anlamda algılar ve eşiklerin altındaki ve üstündeki boyutlardan
habersiz kalırsınız. Yine bir örnekle açıklamaya çalışayım. Kulağımız ancak
saniyede 16 ile 365 titreşimli sesleri duyabilir. Bunun üstündeki ve altındaki
titreşimleri yok saymanın sizi hangi nimetlerden mahrum bırakacağını bilim sayesinde
bu gün artık öğrenmiş bulunuyorsunuz....
Eğer hayal gücünüzü
yeterince kullanabilecek seviyeye ulaş mamıisanız, evreni daracık bir tastan
ibaret bulursunuz....
Nefis, yaradılışı gereği kolaycı,
çıkarcı ve hayvansıdır. Üst âlemlerle ilgisizdir. O hep sizi aşağıya yani, ilk
çıkış noktanıza sürükler. Maddesel formda kalmayı telkin eder. Yemek, içmek,
lezzet almak ve seks yapmak....
Bu durum sizi basitleştirir,
hayvansılaştırır, sizdeki zenginliklerin açığa çıkmasını engeller. Fakat onu
iyi anlamak gerekir. Çünkü nefis, ibadet ve evrenin gerçeği ile ilgili saf bilgiye
erişme konusunda, hem sizin en büyük engelınız, hem en büyük yardımcınızdır. Eğer
onun taleplerini esas alıp hareket ederseniz, o, sizin önünüze çıkabilecek en acımasız
ve en güçlü düşman olur. Engelli koşulardaki bariyerler gibi. Siz onun engellerini,
oyunlarını, tuzaklarını geçebildiğiniz oranda evrenin gerçeklerini kavrama yolunda
ilerleme sağlarsınız. O sizin lokomotifınızdir. ğu da bir gerçek ki, nefis
kapasiteniz ne kadar yüksek ise o kadar ileriye gitme imkanınız var ve tabi o
kadar geriye düşme olasılığınız. Onu, motorun beygir gücü gibi algılayın....
O, sizi diğer bütün varlıklardan
ayıran gücünüzdür. Yaratıcı’nın bütün incelikleri de onda gizlidir. Onu mahiyeti
ve işlevleri açısından iyi tanıdığınız zaman Yaratıcı’yı da kavrarsınız....”
"Bu nefis konusunu biraz daha izah edebilir mısınız?”
“O çok uzun bir konu. Ama şimdilik
size vereceşim bir örnek ile yetinin. Ancak o örneği vermeden önce sana bir
sorum olacak." SinHa, Bilge'ye Gönül'ü göstererek:
“Bu kim?”
Gönül!”
“Hayır onu sormuyorum. Senin
açından kim?”
“Benim karım!”
“Ya bu?”
dedi SinHa, Bilge'ye elini
göstererek:
“Benim elim.”
“şimdi bunu bütün uzuv ve
duyuların için tekrarla!”
“Benim başım, benim vücudum,
benim bedenim, benim gözlerim, benim....”
“Peki senin canın ve ruhun
yok mu?”
“Var!”
“Onları da say.”
“Benim aklım, benim canım,
benim ruhum, benim varlığım, benim nefsim, benim egom, benim....”
“Peki bütün bu saydıkların
seni sen yapan değerler olduğuna göre sen kimsin ki, bütün bunlara 'benim'
diyorsun?”
Bilge de. Gönül de bu
örnekleme karşısında şaşkına döndüler.
“Doğru ya, eğer bizi biz yapan
ruhumuz, nefsimiz ve egomuz ise, bunlara 'Benim ruhum, benim canım, benim egom'
diyen kimdi?”
sorusunu aynı anda kendi
kendilerine sordular. SinHa:
“Eğer bu noktada kafanızda ciddi bir soru oluşmuisa şimdi çözümüne
yardımcı olacak örnekleri verebiliriz: Yaratıcı'ya ait bütün ad ve sıfatlardan
belli gramajlarda aldığımızı ve onu bağımsız bir birim haline getirdiğimizi
varsayalım. Biraz akıl, biraz ilim, biraz yaratma, biraz görme, biraz diriltme,
biraz kudret, biraz sahiplik, biraz benlik, biraz öfke, biraz garip, biraz
sevgi....
. 173 Bütün bunları bir birim olarak bir araya
getirdiğimizde, bu özelliklerin her biri aslında ölümsüz ve sonsuz olan
Yaratıcı'ya ait olduğu için o birim de, sonradan var edilmesine rağmen ölümsüz
olur ve bütün tanrılık hallerini kendisinde barındırır. Size daha önceki
sohbetlerimizin birinde, insan 'mikro bir tanrıcık'tır demiştim. O zaman ne
söylemek istediğimi anlamadınız. işte kasdettişim buydu. Yaratıcı’nın Adem'in
ruhuna üfledığıni söylediği ruh, işte budur. Yani kendisine ait bütün
sıfatları, mahiyetini belirleyemedi ğınız bir birim haline getirerek onu sizin
genlerinize sakladı. Siz, sizdeki bu ölçülerle O'nu anlamayı başarıyorsunuz. Sahiplenme
bilgisi sizde olmasaydı, Yaratıcı’nın "Yerde ve gökte ne varsa hepsi Rahman'ın
eseridir." sözünü anlayamazdınız. Eğer ilim olmasaydı, evrenin tamamen ve yalnızca
bir bilginin eseri olduğunu kavrayamazdmız. O birime "nefs" yani
sizin deyiminizle nefis diyoruz. Siz eğer nefsi ait olduğu asıl Kudret ile ilişkilendirmezseniz,
o , kendi bağımsızlığını ilan eder. Ne Tanrı'yı tanır, ne kimsenin ona
kanmasina izin verir. Çünkü ilaha ait özellikleri taşıdığı için kendi başına o
da bir tür ilahtır. işte sizin en büyük çabanız ve amacınız, size emaneten
verilen bu değerleri bulandırmadan, kirlendirmeden gerçek sahibine iade
edebilmenizdir. Bu, eninde sonunda gerçekleşecek. Testi kırılacak ve sular
birbirine karılacak. üsteseniz de, istemeseniz de bu kavuşum sonunda
gerçeklenecek. Bu kavuşumu engellediğiniz süreyi ne kadar uzatırsanız; hasretiniz,
ıstırabınız ve evrenin sonsuzluğunda yitik varlıklar gibi sürüklenmeniz o denli
uzun sürecek. Nefsin mahiyeti çok karmaşıktır. Onu detaylı anlatmak uzun zaman
alır. O yüzden onu başka bir zamana bırakalım." Bu sözleri söyler söylemez
SinHa kayboldu. Gönül ilk defa onun gerçekte gidip gitmediğini merak etti.
“Sence o gerçekten gitti mi?
Yoksa hep bizimle beraber de
bizim onu görmemiz mi mümkün olmuyor?”
“Sanırım o hep bizi
izliyor."
"O zaman bu çok kötü bir durum. Bizim her halimizi, her
hareketimizi görüyor demektir." Bu düşünce Gönül'ü allak bullak etti:
“Görülmeyi istemediğimiz zamanlarda da bizi görüyor öyleyse!"
dedi. Büyük bir utanç duydu ve yüzü kızardı. Bilge:
“Sen ne sanıyorsun ki?
O görmese bile bizi her
zaman gören, her davranışımızı 3 kaydeden sayısız melek var. Biz onları görmediğimiz
için yok sayıyoruz ama aslında her eylemimiz, her ayıplı halimiz gözlem
altında." Bilge bunu söyledi ama kendisi de bugüne kadar bunu hiç düşünmedığıni
hatırladı. O da bozuldu ve utandı.
“Ne tuhaf bir durum."
dedi Gönül.
“Ben artık tedirgin olmadan
hiçbir şey yapamam.”
“Allah gafleti yaratmasaydı
halimiz gerçekten perişandı. Allah'tan gaflet bize hakim oluyor da biz sürekli
izlendiğimizi unutuyoruz. Yoksa hayat biterdi. Dünya bir cehennem olurdu.”
“Düşünsene" dedi Gönül,
"Birileri sürekli seni izliyor. Bu ne büyük göz hapsi böyle....”
ikisi de yorgun düşmüştü.
Yatak odasına geçtiler. Yatakta Bilge eşine sarılmak istedi ama Gönül
gözlendığınin bilinciyle onu eliyle itti....
Tuhaf bir ikilemdi yaşadıklari
şimdi....
Ne yapacaklaruu bilmez bir
vaziyette uykuya daldılar.
SEÇİM
Ertesi gün Bilge dergiye gidecekti ama ayakları onu yeniden Balat'a
sürüklemişti. Hasan Amca'nın evini bulmayı başardı fakat içeri girip girmemekte
tereddüt geçirdi. Uzun süre sokağın bir ucundan diğerine turladı. O kadar ki
onun turları sokağın' sakinlerinin dikkatini çekti. Bakışların üzerine
kilitlendiğini anlayan Bilge birilerinin kendisinden rahatsız olabileceğini düşündü.
Tam o anda bir kalabalığın Hasan Amca'nın evine girdığıni fark etti. O da
aralarına dalıp içeri girdi. Gçerisi oldukça kalabalıktı. Yeni grubun içeriye
girdığıni görenlerden bir kısmı izin isteyerek ayrıldılar. Birileri baisağlığina
gelen insanlara hizmet ediyordu ama ne o kimseyi tanıyabilmişti, ne de onu
tanıyan biri vardı. O da diğer ziyaretçiler gibi birilerinin "Hoş
geldiniz." sözüyle karşılanmıştı. Ama bu geleneksel olarak söylenen
sıradan bir ağırlama sözüydü. Uzun süre konuşmadan oturdu.
“Tanıdık birileri çıkar da
ondan Rahmi'yi soranın." diye bekledi....
Gruplar birbiri ardına
geliyor, oturuyor ve baisağlığı dileklerinden sonra kalkıp gidiyorlardı. Bilge,
sonunda misafirleri karşılayan gence sormaya karar verdi. Usulca yaklaşıp:
“Ben, Hasan Amca'nın çok iyiliğini görmüş biriyim. Yakınlarından
birisiyle görüşmek istiyorum. Bana yardımcı olabilir mısınız?”
dedi. Genç "Buyrun, ben
oğluyum." dedi. Bilge duraksamadan:
“Ben Rahmi'yi de görmek isterdim, burada mı acaba?”
diye tereddütlü bir cümle
sarf etti. Genç:
“Hayır ama kardeşim burada, istiyorsanız onunla görüşün." dedi
ve hemen içeriye geçip Sevde'yi çağırdı.
Sevde kadınların oturduğu bölümün kapısından başını uzattı. Oldukça
solgun ve bitkindi. Adeta iki gün içinde on yıl yaşlanmıştı. O kadar perişan
haldeydi ki neredeyse Bilge'yi tanıyamayacaktı. Bir süre boş boş baktı. Sonra
birdenbire hatırlamış gibi:
“Aaaa, Bilge Bey siz mısınız?
Buyurun benimle mi görüşmek
istedınız?”
dedi. Bilge afalladı. Ne
diyeceğini bilemiyordu. Kendini toparladı:
“Ben Rahmi'yi merak etmiştim aslında, onu sordum ama delikanlı sizi
çağırdı." Sevde, Bilge'nin delikanh dediği gence baktı.
“Kardeşim" dedi.
Sevde'nin yüzü gölgelenmişti.
“O gitti." dedi.
“Sanırım bir daha da
gelmeyecek. şimdi pek iyi değilim, daha sonra gelebilir mısınız?”
dedikten sonra yanıt
beklemeksizin kapıyı kapattı. Bilge yeniden içeri girmek ya da kalkmışken
gitmek arasmda bocaladı. Sonra tekrar içeriye döndü. Sevde'nin kardeşim dediği
gence sordu:
“Rahmi nereye gitti?”
Gencin yüzü dalgalandı:
“Cehenneme gitti! Zaten bütün bunlar o serseri yüzünden başımıza
geldi! Babamın ölümüne de o neden oldu....”
Bilge, allak bullak olmuştu,
"Nasıl?”
diyecekti ama genç elindeki
çay tepsisiyle içeri geçmişti bile. Bilge artık istenmeyen adam konumuna düştüğünü
anladı. Apar topar kalktı, ayakkabılarını ayağına geçirdi. Tam çıkacağı sırada
Sevde odanın kapısından başını uzattı:
“Teşekkür ederim Bilge. Dün olduğu gibi bugün de bizi yalnız
bırakmadığınız için sağ olun. Eğer daha uygun bir zamanda gelirseniz, size
durumu anlatırım." dedi. Ama Bilge bir daha Balat'a gelemeyeceğini düşündü,
nedenini bilmeksizin. Zamanın çok eski bir yerinde kalbine işlediği Sevde imajı
da silinip gitmişti. Rahmi ile karşılaşmayı zamana bırakmaya karar vererek
dergiye gitti.
Bilge, sanki büyük bir yükü üzerinden atmış gibiydi. O gün dergide
espri üzerine espri yaptı. Arkadaşları onun eski neşesine kavuştuğunu görerek
sevindiler. Hatta editör İrfan, o günü Bilge'nin yeniden hayata dönüşü olarak
ilan edip, yakındaki pastaneden pasta ısmarladı. Bilge sohbeti koyultmuştu. Kendisine
yöneltilen sorulara her zamankinden daha detaylı cevaplar veriyor, hoşgörüsünü
her cümlesinde hissettiriyordu. Bir zamanlar sergilediği radikal tavırlarından
eser kalmamıştı. Herkesi asıp kesen, her cemaati İslam'a ihanet etmekle
suçlayan, hemen silahları kuşanıp dışarıya fırlamak gerektiğini savunan Bilge gitmiş,
yerine öze dönmeyi, kendini yetiştirmeyi esas alan bir Bilge gelmişti.
“Müminin temel sorunu iman
etmektir, doğruluk üzere durmaktır, Müslüm an'ın ana amacı ise dini anlamaktır."
diyordu. Editör İrfan ondaki değişikliğe hayret etmişti. Masa başında
oturanların hemen hemen tamamının aklında oluşan soruyu o sordu:
“Yahu Bilge, Allahını seversen neler oluyor?
Bir yıl içinde bu kadar değişiklik,
bu kadar berraklaşma nasıl oldu?
Sana ilham mı geliyor,
gaybdan ders mi alıyorsun?”
deyince Bilge adeta yakalanmışlık
hissiyle afalladı: Ne alakası var?
Sadece bugüne kadar
okumadığım kaynaklara yöneldim ve basmakalıp düşüncelerimizin komikliğini
anladım, hepsi o kadar." Ama Bilge'nin bu cevabından kimse tatmin olmamıştı.
Durumu irfan kurtardı:
“Ne ise fazla ciddiye alma benim sorumu. Şendeki gelişmeler iyi.
Ama bizim asıl problemimiz daha iyi bir dergi yapmak, daha çok satmak ve para
kazanmak....
Hadi ver şu yazım da
dizsinler, yoksa bu sayıya da imzan girmeyecek." dedi. Bilge çantasına
eğildi. Yazısını çıkarıp masaya bıraktı:
“Hayır" dedi, "Bizim asıl amacımız para kazanmak
değildir. Bizim asıl amacımız sağlam, bir imana kavuşmak ve Hakikat konusundaki
bilgimizi arttırmaktır. Çünkü insanın amacı 'Taallümle Forma: tekemmül,
ubudiyet ve duadır.'" Sonra ekledi:
“Bu bizim kişisel meselemiz. Ama toplumsal problemlerimizi
kastediyorsan o zaman diyebilirim ki 'Bizim temel problemimiz, cehalet, zaruret
ve ihtilaftır.'" Hasan atıldı:
“irfan abi. Bilge filozof gibi konuşuyor değil mi?”
Hepsi birlikte gülüştüler.
Bilge de güldü. Bilge'nin de güldüğünü gören Refet, İrfan'a bakıp:
“Vallahi abi. Bilge gerçekten büyük bir değişim geçirmiş. Baksana
kendisinin tiye alınmasına bile gülüyor. Eski Bilge buluttan nem kapardı. Hemen
bozulurdu. Biz ona nasıl davranacağımızı şaşırırdık." dedi. Bilge, bir el
hareketiyle Refet'in saçlarını dağıttı ve:
“Sen ne zaman değişecek, ciddi olacaksın?”
“Boş ver be abi! Ben değişip
de ne yapacağım, neyi ciddiye alacağım?
Allah bir, peygamber hak,
gerisi yalan. işi matraklığa vurmazsan yaşayamazsın. Benim değişmem, hayatı
ciddiye almam demektir. Bunu da yapamam. Bazen hayatı ciddiye almaya kalkışıyorum,
hemen yüzümün asıldığını hissediyorum. Canım sıkılıyor, dünya daralıyor, yerle
gök arasında sıkışıp kalıyorum." Bilge araya girecekti ki Refet
açıklamalarını devam ettirdi:
“Bazen gerçekten hayatı ve onun içindeki rolümü düşünüyorum. O
zaman her şeyim olsun istiyorum. Sonra onları teker teker sahibine bırakıyorum.
Bakıyorum elimde hiçbir şey kalmıyor. 'Bir canım var.' diyorum, onun kontrolü
bile bende değil. Kalbim var, ne zaman duracağından haberim yok. Aklım var, en
basit sorunumu bile çözmeye yetmiyor....
Allah günah yazmasın ama
Allah'ın iGine akıl erdiremiyorum. Ben şu aklımla bir tek kendimin işlerini
göremiyorum. O'nun işi çok zor. Yani bu kadar yaratığın, bu kadar varlığın isteklerini
yerine getirmek....
. Çok zor. Dügünebiliyor musun; tazı tavşanı kovalıyor, tavşan
Allah'a yalvarıyor; 'Beni kurtar ya Rabbi' Tabi aynı anda tazı da yalvariyor
'Ya Rabbi ne olur şu tavşanı tutayım.' diye. Ve O, ikisini de memnun
edebiliyor. Anlıyor musun?
O Allah, işini bilir, ben
O'nun işine karışmam. Hayatı da ciddiye alıp yükümü ağırlaştırmam. Bugün yiyeceşim
var mı?
şerisini boş ver. Yarına ulaşacağım
belli değil ki....”
Bilge gözleri fal taşı gibi
açılmış ve biraz da hayranlıkla Refet'e baka kalmıştı:
“Bu söylediklerini kulağın duyuyor mu?”
“Niye duymasın abi! Ben
Allah'ın işine karışmam." Sonra Refet doğrudan İrfan'a hitap ederek
"Ya İrfan abi, bu Bilge'nin de hiçbir şeyden haberi yokmuş....”
dedi. Hepsi birden gülüştüler.
Refet bu gülmeyi fırsat bildi ve Bilge'ye "Abi be ya sen essahtan hiçbir şey
bilmiyorsun. Peki bu yazıları nasıl yazıyorsun ya!. Bak sana bir Karadeniz fıkrası
anlatayım da aklın başına gelsin." dedi. Hadi bakalım! Anlat da dinleyelim
o zaman.”
“Temel bir gün biraz
dinlenmek için bir ceviz ağacının altında uzanmış, yattığı yerden çevresine
bakınıyormuş. Bakmış çitin üstünde kocaman bir bal kabağı. Merak etmiş. 'Yahu şu
Allah'ın işine akıl ermez diyorlardı da inanmazdım. Öyleymiş da. ğu koca kabağa
bak, şu koca ağacın minnacık meyvesine bak. Ha punun neresi akilluca?
....
' demiş. Bu sırada bir karga cevizin tepesindeki cevizlerden birini
kurumuş kabuğundan çıkarmaya çalışıyormuş. Uğraşırken cevizi aşağı düşürmüş.
Temel ne oldu, ne oluyor diyemeden havadan inişini gördüğü ceviz gelip, 'trak'
diye Temel'in alnına çarpmış. Cevizin kafasına düşmesiyle yerinden fırlayan
Temel: 'Tövbe! Tövbe Ya Rabbi! Uyyy ha bu düşen kabak olsaydı nolurdi halim da?
şimdi kesin ölmüştün Temel.'
demiş. Ertesi gün Karadeniz'e açılmış Temel. Denizde fırtına patlamış. Taka ha
battı, ha batacak. Herkes canhıraş feryatlarla içeriye dolan suları boşaltmaya,
azgın dalgaların kucağına düşmemek için bir yerlere tutunmaya bakarken. Temel ortaya
bir iskemle koymuş. Üstüne oturarak yaşanan paniği seyretmeye başlamış. Onun
umursamazlığını görenler, demişler ki, 'Temel, hadi kalk, sen de bir şeyler
yap". Temel, cevap vermiş: 'Siz beni deli sanaysunuz ama 1 180 I tegilum.
Ben Allah'ın işüne karuşmam da! Ha bi kere karuştum kafamı kıraydi.' Fıkrayı
anlatan Refet alınması gereken hisseyi kendisine çevirdi:
“Belki Temel'inki biraz abartı ama hiç de anlamsız değil. Ben onun
mesrebindenim....”
Refet, yeni ve daha önemli
bir şey anımsamış gibi bir ani el hareketi yaptı:
“Dur, dur sana Merkez Efendi'yi anlatayım!”
“Merkez Efendi mi?”
“Evet!”
“Kim o?”
“Hadi canım sen de! Sanki
bilmiyorsun. Benimle dalga geçme." diyen Refet biraz da utanmıştı. Çünkü o
hep şaka yapar ve insanları güldürürdü. Ciddiye alındığını görünce şaşırdı ve
kızardı:
“Ya öyle dik dik bana bakma Allahıni seversen! Ben öyle konferans
verir gibi konuşamam. İrfan abi anlatsın. Ben bundan sonra hiçbir şey
anlatamam." Bilge, İrfan'a döndü.
“Hadi! Sen anlat bari şu
Merkez Efendi'yi." İrfan "Biliyorsundur ya!" dedi.
“Ama hadi bir de benden
dinle:
“Asıl adı Yusuf olan Merkez Efendi, Sümbül Efendi'nin öğrencilerindendi.
Çevresinde bir yığın öğrencisi var Sümbül Efendi'nin. Ama o Yusuf'u hepsinden
çok farklı seviyor. Onun küçük Yusuf'a aşırı ilgisi diğer öğrencileri
kıskançlığa sevk eder ve kıskanan arkadaşları onu ezmeye çalışırlarmış. Sümbül
Efendi onlara bir ders vermek için bir gün bütün öğrencilerini huzuruna toplamış
ve her birine tek tek sormuş:
“Olmaz ya farz et ki Allah sana bir saatliğine istedığın her şeyi
yapma hakkı verdi. Daha doğrusu Tanrılık yetkisi aldın. Söyle bakalım o bir
saat içinde neler yaparsın?”
Kimisi, bütün kafirleri
kesip atmış, kimisi Hıristiyanları ve Yahudileri Müslüman yapmış, kimisi
karaları deniz, denizleri kara yapmış ama her yapılan eylemin sonucunda
ortalığı kan götürmüş....
Derken sıra talebelerin en küçüğüne
Yusufa gelmiş. Hocası sormuş. 'Sen ne yapardın Yusuf?
' Yusuf, ıkınmış sıkınmış, 'Haşa! Efendim, böyle bir şey olur mu?
' diye dirense de hocası sorusunu tekrarlayıp cevap vermesini istemiş.
Sonunda çaresiz kalan Küçük Yusuf şu cevabı vermiş: 'Efendim, böyle bir şey
olmaz. Olsa bile bütün yapacağım, âlemi devraldığım gibi, yani her şeyi asıl
merkezinde muhafaza ederek yine onu gerçek Sahibine teslim etmek olurdu.' Sümbül
Efendi oturduğu yerde secdeye varmış. Sonra yüzünü kaldırıp aydınlık ve parıltı
saçan bakışlarla Yusuf'a bakmış ve 'Allah'a hamd ederim ki seni bana öğrenci yaptı.
Sen ki sözü merkezine oturtun. Âlem durdukça hep merkezde olasın.' demiş."
Refet, İrfan'in sözü uzatmış olmasından adeta sıkılmışçasına daha o son
cümlesini tamamlamadan Bilge'ye döndü:
“Gördün mü, erlik Allah'ın işine karışmamaktır. Hayatı ciddiye
alacakmışım. Ben deli 3 miyim ya! Refet sözünü tamamladığında, irfan'm
Bilge'nin dönüşü Gerefine pasta almaya gönderdiği Sırrı Amca da kapıdan içeri
giriyordu. Pasta yerine tatlı almıştı. Aslında kendisi pasta sevmediği için
bunu yapmıştı ama İrfan'a, "Taze pasta yoktu ben de tath aldım."
diyerek yapılacak itirazlardan kurtulmaya çalıştı. Tatlı kutusu açılıp masaya
kondu. Eller birbiri ardına kutunun içine yöneldi. Daha çaylar gelmeden kutuda
tek bir tatlı bile kalmamıştı. Refet elinde tuttuğu son baklava dilimini
göstererek:
“Kutunun tüm bereketi bu dilimdeydi. Onu da ben aldım. Açık
arttırma ile satıyorum, alan var mı?”
diye sordu. Hasan atıldı:
“Yine sigarayı bedavaya getireceksin değil mi?”
“Ne yapayım kardeşim, İrfan
abi bize para vermiyor ki?”
İrfan uzaktan laf attı:
“Ulan nankör olma. Daha geçen gün sana bir karton kaliteli sigara
aldım, ne çabuk tükettin." Refet:
"Abi ya geçen gün dedığın, geçen hafta başıydı. On gün oldu.
Hesap et bana hak verirsin." Bilge, gülerek cebinden para çıkardı:
“Al kendine bir karton sigara alırsın." dedi, Refet parayı
aldı ve:
“Müzayede kapanmıştır beyler, sattım." dedi ve tatlıyı
Bilge'nin ağzına götürdü. Bilge yemeyeceğini söyledi ve 'onu da kendin ye'
dedi. Bu arada Sırrı Amca:
“Maşallah, maşallah Bilge, Edremit'ten gene maddî destek geldi
galiba." Bilge bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Nitekim, Bilge Sırrı
Amca'ya zaman zaman yardım ederdi. Üç çocuğu vardı, emeklilik yaşına gelmişti. şarip
bir insandı. O yüzden de Bilge her fırsatta ona yardımcı olmaya çalışırdı. Uzun
zamandır onunla ilgilenemediğini anımsadı. Çıkarken "Üç beş kuruGçuk
bırakırım." diye geçirdi içinden. Tatlılar yeni bitmişti ki, masaya çaylar
geldi. Çayları getiren Hasan'di. Hasan gerçekten ciddi, ağır başlı ve çalışkan
biriydi. Bilge ile sohbet etmeyi de öteden beri severdi. şimdi ise o Bilge'de
farklı bir boyut hissediyordu ve onu biraz daha konuşturm ak istiyordu:
“Bilge abi!" Aslında Hasan, Bilge ile yaşıttı ama sözün gelişi
Bilge'ye abi diye hitap ederdi.
“Sen Refet'e takılıp kalma.
O soytarı hiçbir şeyi ciddiye almaz. Ama ben gerçekten dinlemek istiyorum. ilginç
bir noktada kalmıştın. Hani 'Toplumsal olarak temel meselemiz, cehalet, tefrika
ve zarurettir' demiştınız, yanılmıyorsam. Onu biraz açabilir misin?
Refet her zamanki haliyle:
“Be mübarek, kompütür müsün yahu. Gerçekten de öyle bir cümleydi
Bilge'nin son söylediği. Ben ne konuştuğumuzu bile unutmuştum." Sonra da
Bilge'ye dönüp: 183 "Hadi anlat bari. Bu zavallı çocuk
bunları anlatmazsan sabaha kadar uyuyamaz. Anlat da rahat uyusun.”
“Geç oldu gitmem lazım, ama
bir iki şey söyleyeyim, dilimin döndüğü kadar. Bence kişi ve toplumun bir üyesi
olarak, yapmamız gerekenler birbirinden farklıdır Bir bilinçli varlık olarak,
temel misyonum, bu evrenin yaratıcısını bilip ona inanm ak ve kulluk etmektir. Ama
şu kadar mükemmel cihazlarla donatılmış bir insan olarak ise amacım, yaratıcının
Allah olduğunu kavramam ve O'nu her şeyden çok sevmemdir. Bununla da iş bitmez.
Varlığını sürdürmek için, türünün diğer bireylerine muhtaç olan, sevmeye ve sevilmeye
müştak, müşfik ve gönül taşıyan, sorumluluk bilincine sahip bir varlık olarak da
'marifetullah'tan 'muhabbetullah'a geçmek ve o sevgiyi insanlara ve eşyaya
yaymaktır. Bu bizim fert olarak görevimizdir." Refet, gülerek konuşmanın
arasına girdi:
“Ya Bilge sen ne diyorsun Allahını seversen! Kafayı mı yedin?
Yani fert olarak yapmamız
gerekenler bu ise diğerlerine hiç girme....
. Merak ediyorsa Hasan bir gün sana gelsin, istedığınız kadar konuşursunuz.
Bu işler bana ağır Ben birilerinin koluna, eteğine takılıp yırtmayı düşünüyorum,
öbür tarafta. Böyle görev mörev bana göre değil bunlar....
Hadi sen en iyisi eve git! Gönül
ablayı bekletme! Saygılar, hürmetler!.." Hasan atıldı:
“Ulan ne kıl adamsın be! ğurada iki laf ettirmedin!" şülüştüler.
Herkes şakadan sonra neler olacağını merak ederken. Bilge ayağa kalkmıştı bile.
Gçeri çay ocağına geçti. Sırrı Amca'yı bir köşeye çekerek halini sordu....
. Dergideki arkadaşları ziyaret etmek Bilge'ye ilaç gibi gelmişti.
Eve rahat ve huzurlu bir yürekle döndü. SEVGiNiN SINIRI Bilge'nin yaşantısı
eski sıradanliğma dönmüştü. Erenler Kıraathanesi'ne eskiden olduğu gibi sık sık
uğruyordu. Ama çok arzulamasına rağmen Rahmi ile bir türlü karşılaşmıyordu. Aradan
aylar geçmişti. Koca bir kış geride kalmış, yaz günleri kapıya dayanmıştı. Bilge
Gehrin yoğunluğundan kaçacak fırsat arıyordu. Oysa daha tatile çıkma planları
bile yapmamışlardı, Bilge'nin konuyu her gündeme getirmesinde Gönül, Betül'ü
öne sürerek onunla birlikte tatilin tadını çıkaramayacaklarını söylüyordu.
Fakat Gönül'ün böyle yapmasindaki asıl neden başkaydı. Gönül, henüz kendi iç
tereddütlerini yenemiyordu. Artık anne olduğu için genç bir kız rahatlığı ile
mayo giyip yüzlerce bakışın altında vücudunu sergilemek ona ağır gelmeye başlamıştı.
Bilge ise bu yaz en azından memleketi Edremit'e gidip bir süre orada kalmak
istiyordu. O sabah da bu düşünceler içinde idi. Kahvaltıdan henüz kalkmışlardı.
Bilge biraz da ne yapması gerektiğini bilmeyen işsiz güçsüz bir adam edasıyla
kendisine işler üretmeye çalışıyordu. Ama kafasındaki planın asıl unsuru
tatildi.
“Çocukların rahat
edebilecekleri bir yer" arattırıyordu kafasında....
Dedesinden kalma yazlıkta
birkaç hafta geçirebilirlerdi. Hem orası Gönül'ün denize rahat girebileceği bir
yerdi. Bir tek problem vardı. Amcasının çocukları da gelebilirdi. Bunu her düşündüğünde
Bilge'nin keyfi kaçardı. Çünkü kuzeni Harun'un eşi Aysun'Ia Gönül pek
geçinemiyorlardı. Gönül "Bu kadının her şeyi bana batıyor." derdi
hep. Aysun da Gönül'ü kızdırmak için elinden geleni ardına koymamakta
kararlıydı. Halbuki Harun iyi bir çocuktu ve Bilge'yi seviyordu. Ne olduysa elli
kağıt oynadıkları o gece olmuştu. Bilge ile Gönül, Harun ile Aysun, bir yaz
gecesi eşleşip kağıt oynamışlardı. Bilgeler, Harunlari
yenmişti. Bu yenilgi Aysun'a dokunmuş ve o anın tesiriyle, daha sonra bir araya
gelmelerini güçleştirecek sözler sarf etmişti. Gönül de sert sözlere sert
yanıtlar verince nerede ise saç saça, baş başa kavga edecek hale gelmişlerdi.
Yaşanan tartışmanın ertesi günü Gönül, eşyasını toplayıp istanbul'a dönmüştü. Ondan
sonra her ne zaman Bilgeler yazlığa gitseler, Aysun da nisbet olsun diye
gelirdi. Bilge bunları düşününce yine keyfi kaçtı. Kafasında yazıp bozduğu bu
senaryolardan tamamen habersiz olarak salona girip çıkan Gönül'e:
“Bu sene Akçay'a gidelim. Orada hem sen rahat edersin hem de çocuk
için problem olmaz." Gönül:
“Ne Akçay'ı?
O da nerden çıktı, ne
yapacağız orda?”
“Amaan afedersin! Ben
kafamda tatil planlan yapıyordum da, kafamdakini söyleyiverdim.”
“Canım bu sene de tatil
yapmayalım! gart mı yani?
Gerçekten bu yaz, bir
yerlere gitmek istemiyorum. Hem bu kadar acele etme. Daha yazın başındayız. şün
doğmadan neler doğar." Bilge, bu kere de girişiminde başarısız kalmıştı.
Gönül'ü yine razı edememişti.
“Tatile çıkmaya, seyahat
etmeye, eğlenmeye bayılan bu kıza ne oldu böyle?”
demekten kendini alamadı.
Sanki bütün heyecanını, hevesini, dünyaya olan bağlarını yitirmiş gibiydi. Bilge
bu durumdan oldukça rahatsızdı; "Yaşanan ruh hali gerçekten imanının
kemâlinden mi kaynaklanıyordu yoksa psikolojik bir bıkkınlık, bir hayattan bezmişlik
mi yaşıyordu?”
Gerçi zaman zaman, Betül'den
ve onun ayak bağı olmasından sıkıldığı, bazı akşamlar Bilge eve gelir gelmez,
çocuğu ona verip, "Biraz da sen ilgilen, vallahi bıktım!" dediği
oluyordu ama kızını yere bile koymadığını da biliyordu. Bilge kadınların bu
haline hiç akıl erdiremiyordu. Canları sıkılınca en çok sevdikleri şeyi bile
görmezlikten gelebiliyor, bin bela okuyor, onun yüzünden hayattan bıktıklarını söylüyorlardı
ama daha iki dakika geçmeden çocukları için canlarını verebilecek bir tavır
sergiliyorlardı. Kendi kendine "Demek ki anaların o yüzden 186 çocuklarına
bedduası kolay kolay tutmuyor." dedi. Anasının bir sözünü hatırladı:
“Sen bize bakma oğlum. Biz anayız, her hatanızı affederiz, sen asıl
babanı gücendirme. Onlar gücendi mi dünyan da yanar, ahretin de....”
Bilge'nin yüzünde bir
tebessüm belirdi. Anacığını uzun zamandır ihmal etmişti. Onu aramak için hemen
telefona sarıldı. Uzun uzun sohbet etti. Zeytinlerin durumunu, Mehmet emminin
bağlara iyi bakıp bakmadığını, geçimlerini, amcasının durumunu sordu, selamlar
söyledi. Annesi de ona "zeytin bağlarının sökülüp yerine yazlık villaların
yapıldığını, memleketlerinin artık tadının kalmadığını, yaz ayları gelince
kasabanın en büyük şehirlerden bile kalabalık hale geldığıni, artık yaşlandığını,
bu işlerle uğraşmak istemediğini, yanında kimseciklerin olmamasından duyduğu
sıkıntıları anlatarak, Bilge'nin ablası olan Asude'nin çocukları ara sıra
ziyaretine gelmese sıkıntıdan öleceğinden şikayet etti....
Bilge onun gönlünü aldı,
rahatlattı. Yazın inşallah fırsat bulurlarsa gelebileceklerini söylemeyi de
ihmal etmedi. Gönül uzaktan söze karıştı:
“Benden de selam söyle." Bilge Gönül'e işaretle, "Gel konuş,
seni de istiyor." dediyse de Gönül, kucağında avutmaya çalıştığı Betül'ü
göstererek, "gu anda görüşemem." dedi. Aslında Bilge iyi biliyordu
ki, Betül olmasa bile Gönül yine de bir bahane bulur ve konuşmaktan geri dururdu.
Bilge annesiyle vedalaşarak, telefonu kapattı:
“Niye böyle yapıyorsun." dedi Gönül'e.
“Annemle konuşmamak için her
yola baş vuruyorsun.”
“Ne konuşacağım annenle.
Selamsa zaten söylüyorum. Hem o seninle konuşmaktan hoilanıyor. Beni oldum
olası sevmedi, biliyorsun.”
“Hayır sen yanılıyorsun,
onun seni sevmesine izin vermiyorsun. Kadın sana ne yaptı ki?
O ne de olsa bir taşralı.
Senin gibi diplomatça, ince konuşamaz. Size göre pot kırar. Sen o insanları hoş
göreceksin."
Gönül çok ender hırçinlaşırdı. Kendini aştığı zaman onu durdurmak
da mümkün olmazdı. Sinirleri yatışıncaya kadar babası bile ona yaklaşamazdı....
Öyle bir hal vardı üzerinde.
Birdenbire sesini yükseltti ve bağırdı:
“Ne demek istiyorsun sen?
Ben sana politika mı
yapıyorum?
Ne zaman annenle konuisan,
bana çatma bahaneleri buluyorsun! Bıktım şu senin ailenden! Hiç birisi beni sevmedi!
Ben size ne yaptım?”
Dizlerinde uyutmaya çalıştığı
Betül'ü, minderle birlikte kaldırarak kenara bırakıp, içeri geçen Gönül'ü sakin
tavırlarla izleyen Bilge, karısının bu tarz tepkilerine alışkındı. Gönül sık
olmasa da zaman zaman bu nöbetlere girerdi. Deneyimlerinden biliyordu ki şu
dakikada onunla ilgilenmek, peşinden gidip gönlünü almak boşunaydı. Ama Gönül'ün
bu seferki tehevvürü biraz farklıydı. Sanki o başka bir şeyden alınmış da bu olayı
bahane yapıp parlamıştı. En azından Bilge durumu öyle algılamıştı. Bilge, ne
yapması gerektiğini tam bilemiyordu. Yerde oturmakta olan kızı Betül'ün yanına
çöktü. Betül "anne" diyerek ellerini babasına doğru uzattı. Dili yeni
yeni çözülüyordu minik yavrunun. Gönül, onun bir iki kere kendisine
"anne" dediğini söylemişti. Fakat babası ilk kez konuştuğuna şahit olmuştu
ve Betül "Anne" kelimesini o kadar açık söylemişti ki Bilge bile şaşirmişti.
Bilge içerdeki Gönül'e seslendi, sanki hiçbir şey yokmuş gibi:
“Gönül çabuk gel! Bak seninki ne diyor sana?”
' "Anne, anne, anne,
anne....”
Gönül içerden sesleri duymuştu.
Kendini tutamayarak salona geldi. Kızının "Anne, anne" tekrarları
ondaki bütün sıkıntıları alıp götürmüştü. Doğrusu o, kendisini şu anda evrenin
merkezine oturtulmuş kadar yücelmiş hissediyordu. Bilge çocuğun gerçekten
farklı olduğunu seziyordu. Daha şimdiden onları kontrol ediyor ne zaman
sıkıntılı bir ortam olsa adeta müdahale edip ortalığı yatıştırıyordu. Bu sefer
de öyle olmuş i 188 I tu....
Gönül iyice sakinleşmişti.
Bilge sabahki olayin nedenini sordu, niçin öyle aniden parladığına anlam
veremediğini söyledi. Gönül, kötü bir rüya gördüğünü söyledi. Sonra da;
"Sen benden gizli birtakım şeyler çeviriyorsun. Yakında anlaşılır."
dedi ve ekledi:
“Biz evde senin çocuğuna bakalım, sen gidip dışarılarda fingirde.
Zaten siz Müslüman erkeklerin tek anladığı bu. Evdeki karınızın kıymetini
bilmezsiniz, gidip dışarıda ikinci, üçüncü el kadınlara kur yaparsınız. Size
maddî manevî hiçbir yararı olmayan bir yığın kadına gösterdığınız nezaketin
yarısını evdeki hanımlarınıza gösterseniz, Allah evınıze ve işınıze bereket indirir.
Ama Hayır ille de nefislerınızin peşine düşeceksınız....”
“Yine başlama Allahını
seversen! Nereden çıkariyorsun bunları?
Bir rüya görüyorsun, sonra
kalkıp bana saldırıyorsun. Biz neler görüyoruz....”
“Eski sevgililerini mi
görüyorsun?
Herhalde beni görmüyorsundur....”
“insafsız olma! Yine kavga
etmeyelim. Sana bu son günlerde bir şeyler oldu ama ben anlayamıyorum. Sana
nasıl yardımcı olabileceşimi de bilemiyorum.”
“Dürüst ol yeter. Sen
insanların örnek aldığı bir insansın; yanlış yaparsan kendini de, seni seven
insanları da helak edersin. Ben sadece bunun için endişe ediyorum. Seni sevmemin
ve evlilik için tercih ediğimin en büyük nedeni güvenilirliğin. Eğer buna gölge
düşürürsen sana hakkımı helal etmem....”
Bilge gerçekten şaşkındı.
Gönül "sanki gerçekten bir şeyler varmış ve bunları biliyormuş da
bilmezlikten geliyormuş gibi" konuşuyordu. Böyle bir konuşmaya muhatap
olmayı kendisine yedirememişti. Çünkü karısını gerçekten seviyordu ve onu aldatmak
hiçbir şekilde aklının ucundan bile geçmemişti. Ama kendi kendine sormadan da
edemiyordu:
“Bu kadın niye bu hale geldi?
Dindarlaşmak, Allah'a yakınlaşmak,
size yaramadı galiba." diyordu içinden bir ses Bilge'ye. Ona karşılık başka
birisi konuşuyordu Bilge'nin yüreğinde:
“Allah sevdiği kullarına dünyayı
dar eder. Onları en çok sevdikleri şeylerle cezalandırır. Bak sen de sevdığın karının
eliyle tokatlanıyorsun. Allah'tan başka dost edinirsen, bu cezayı hep
çekersin." Sonra bir başka Bilge sahneye çıktı. O çok daha farklı konuşuyordu:
“Dindar insanların, dünyadar hanımları yüzünden sıkıntı çekip
manevi tokatlar yemeleri nedendir biliyor musun?”
Asıl Bilge, içindeki Bilgelerden
üçüncüsünün sorduğu soruya cevap verdi:
“Hayır.”
“Ben sana söyleyeyim. O
mütedeyyin zatlar, dindarlık anlayışları gereği, kadın özgürlüklerinin
olabildığınce istismar edildiği bu zamanda, öyle serbest kadınlar tarafından
dünyaya bağlandıkları için, kaderi ilahî, o dindar erkekleri, dünyadar hanımları
eliyle tokatlayıp cezalandırıyor.”
“Bu bir ceza mı, yazgı mı?”
“Bu bir yazgı ama aynı
zamanda bir ceza.”
“Neyin cezası?”
“Kadın konusundaki yargının
cezası.”
“Hangi yargının?”
“Evliliğe fazla önem vermen
ve kadını kendi iç dünyanda hakkı olmadığı yere oturtmandır. Sen gönlünde O'na
vermen gereken yeri ve değeri karına verirsen, Allah da seni o kadinin eliyle
cezalandırır. Kadının tapınmaya layık olmadığını gösterir. Yoksa bir kadının
seni bu hallere düşürebilmesini nasıl izah edebilirsin?”
Bilge, bir yığın sanal Bilge
arasında bocalıyordu. Bunların hangisi gerçek Bilge idi?
Ve hangi fikre güvenmeliydi?
iyice bunaldığını hissetti. Yüreğinde
kabaran bir öfke seli Gönül'e hücum ediyordu. Hatta onu saçlarından tutup bir
güzel pataklamak istiyordu. Daha o düşünce sona ermeden bir başka fikir hücum ediyordu
kafasına:
“Olur mu canım! Bu çile senin çilen ve bu yazgı senin yazgın. Sen kadıncağıza,
senin çilende kötü rolü üstlenmiş olmasından dolayı acımalısın. O seninle mutlu
olmak için evlendi. Senin böyle bir çi leden, böyle bir sınavdan geçeceğini
bilseydi belki de seninle hiç evlenmezdi" Bilge, "Keske ben hiç
evlenmeseydim. Bu işleri beceremiyorum. Elin kızını da beraberimizde
yaktık." dedi kendi kendine.
“Bak biraz işin özüne yaklaştın."
dedi bir ses. Bu sesin kaynağı sanal Bilgeler değildi. Bunu fark eden Bilge bir
sevinç çığlığı attı:
“Neredesiniz hocam?
Sizi ne çok özledim
bilseniz!" O bu sözleri söyler söylemez, SinHa karşısında alışageldiği ihtiyar
insan suretinde beliriverdi. Bilge kırk yıllık bir ahbabıyla karşılaşmış gibi
ona doğru koştu ve sarılmak istedi. Ancak sarmak için uzattığı kolları, ihtiyar
adamın görüntüsünün içinden geçti, boilukta kalan elleri kendi bedenine
sarılıverdi. Bilge büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu çünkü şu an gerçekten
ona sarılarak doyasıya ağlamak istiyordu. SinHa'nın görüntüsünde bir oynama
oldu. Işık haleleri şeklinde görünen bedeni biraz daha matlaştı. Üzerinde dokunmuş
deriye benzer ama Bilge'nin hiç görmediği cinsten bir elbise beliriverdi.
“şimdi yaklaş." dedi
SinHa. Ve Bilge ile kucaklaştı. Bilge daha önce hiç tatmadığı tarifi imkansız
bir doyuma ulaştığını hissetti. SinHa'nın dokunuşundan içine akan sıcaklığı tarif
edemiyordu ama o müthiş enerji bütün moleküllerini ayrı ayrı, kelimelere dö külemez
bir lezzetin doruğuna ulaştırmıştı. Bilge tuhaf bir haz yaşamanın sarhoiluğundaydı.
Kısık sayılabilecek bir tonla içeriye seslendi:
“Gönül gel, hocamız geldi." Gönül içeri girdığınde elinde bir şeyler
vardı. SinHa'yı ilk defa bir insan formunda ve maddesel görüyordu. Çığlık
atmamak için kendini zor tuttu. Gönül gördüğü manzaranın şaşkınlığını üzerinden
atamadan, SinHa onu kendine doğru çekti. Gönül sanki aniden başlayıveren 191 bir
fırtınada sürüklenircesine SinHa'nın önünde buldu kendini. SinHa iki koluyla
onu sararak göğsüne bastırdı. Sırtını sıvazladı. Sonra bıraktı. Gönül vücuduna
yayılmış tarifi imkansız hazzın sarhoiluğu içindeydi ve kendisini sanki hava boiluğuna
düşmüş kuş gibi hissediyordu. Sarhoiluğun verdiği etkiyle Bilge'nin ayaklarının
dibine yığıldı. SinHa, Bilge'ye döndü ve:
“O artık sana bağırmayacak. Ve asla senden başkasını gözü
görmeyecek. Sana hayranlık duyacak ve ne seni, ne de aileni eleştirecek. Ama
sen de bana söz vermelisin. Onu üzecek hiçbir hareket yapmayacaksın. Unutma ki siz
birbirınıze katıldınız. Ne sen ondan daha iyisin ne de o, senden daha kötü. O
senin negatif aynadaki görüntün, sen onun pozitif aynadaki yansımasısın. Onda sevmediğin
her bir hal, senin mizacindaki bir negatif resimdir. Onun sende gördüğü her
kusur, onun kendi nefsindeki çirkinliktir." dedi. Bilge:
“Ben onu cefasına rağmen seviyorum ama o benden hep şüpheleniyor.”
“Peki sence şüphelenmekte
haksız mı?”
Bilge karar veremedi. Sonra
umursamaz bir eda ile:
“Ama ben onu hiç aldatmadım ki." dedi. SinHa:
“Fiilen aldatmamış olabilirsin. Zaten asıl aldatma da o değil.
Aldatma yürekte, gönülde olur. Siz insanlar yaradılışınız gereği aldanmaya ve
aldatmaya eşimlisınız. Hanginızin göğsünde ikiden fazla kalp yok ki?”
“Hocam insanların bir tek
kalbi yok mu?..”
“Ama sayısız sevgililerınız
var, nasıl oluyor?”
“Her sevgili bir kalp
anlamına mı geliyor?”
“Hayır, münafıklık anlamına
geliyor?”
“Bir insanın iki kişiyi
sevmesi nasıl münafıklık olarak yorumlanabilir ki?”
192 "Bak, Yaratıcı, size gönderdiği Mesajda
'Biz hiçbir erkeğin göğsünde iki yürek yaratmadık.' diyor. Yani demek istiyor
ki, 'insan, ancak Yaratıcı'yı gerçek anlamda sevebilir. Ve o sevgi kalbinde
karar kılmıisa başka sevgilere önem vermez.' Ama siz karınızı seversınız,
çocuğunuzu, mevkiınızi seversınız. Hatta Allah'tan ve O'nun buyruklarını
getiren Elçiden daha fazla seversiniz....
Oysa O, diyor ki; 'Beni ve
Elçimi kendi nefsinizden bile çok sevmezseniz, inanmış olmazsınız.' işte asıl
aldatma bu. Yaratıcı size bir sevgi için bir yürek verdi. Siz tek yürekte
sayısız tanrıya yer açtınız. Üstelik Allah'ı çok sevdığınızi de iddia ederek.”
“Yani bir başka sevgi
kalbimizde var olamaz mı?”
“Görünüş olarak mümkün.
Zaten bunu hep yapıyorsunuz. O yüzden de hep aldatıyorsunuz. Senin karın, o
yürekteki diğer suretleri görünce kendi adına sinirleniyor ve senin onu
aldattığına karar veriyor, öfkeleniyor. şüya kendi hakkını savunuyor. Ama unutuyor
ki orada yer tutmak onun da hakkı değil. Hakkinı ararken, Allah'ın hukukuna müdahale
ettiğini aklına bile getirmiyor. O kalp ki sadece Yaratıcı'yı sevmek üzere inşa
edilmiş. Ama siz oraya, Allah'ın sevgisi dışında her şeyi sokuşturuyorsunuz.
Yaratıcı merhametli olduğu için sizi cezalandırmıyor. Eğer her yaptığınızı
aninda cezalandırmayı murat etseydi, emin ol yeryüzünde yürüyen bir canlı
kalmazdı....
Sadece bu sevgi meselesi
yüzünden. Çünkü evrenin en kıskanılır maddesi insanın yüreğinden doğan bilinçli
sevgidir....
Çünkü o sevgi bir aynadır.
Yaratıcı o aynada güzelliğini seyrediyor. Ama siz onu sürekli
bulandırıyorsunuz. Hepınız birbirinizi dürüst olmaya, aldatmamaya davet
ediyorsunuz ama, bunu yaparken bile Allah'ı aldattığınızı unutuyorsunuz." Bu
sırada yerde yatmakta olan Gönül, gözlerini açmış, derin bir saygı ve
hayranlıkla Bilge'ye bakıyordu. Adeta iradesi elinden alınmış seçeneksiz bir
bağlılık halindeydi. Gönül'ün içinde bulunduğu hal Bilge'ye dokundu:
“Gönül hep böyle mi kalacak?”
diye sordu. SinHa, ona
gülümseyerek cevap verdi:
"Ne o, şimdiden onun
seninle kavga etmesini mi özledin?”
“Hayır ama bu hali doğal
değil. O bir insan. Hırçınlığı olacak, kaprisi olacak, sevgisi olacak, küsmesi
olacak. Ve sonra barışacak ve her barışın ardından, sanki ilk defa tanişıyormuşuz
gibi birbirimizi yeniden sevmenin hazzını yaşayacağız.”
“Ama az önce farklı düşünüyordun.
Evlenmiş olmaktan pişmanlık duyuyordun.”
“Öyle ama ben onu o haliyle
seviyorum. Çünkü biz insanız. Kavgalarla, tekrar barışmalarla, sevgilerle,
nefretlerle birbirimizi oyalayıp gideriz. Bazen onun kavgasını, çığlıklarım
özlüyorum. Öfkeyle sarsılırken yarım saat sonra büyük bir pişmanlık içinde
gelip boynuma sarılması, bendeki bütün yorgunlukları alıp götürüyor."
SinHa:
“Meraklanma hep böyle kalmayacak. Eski duruma gelecek ama artık
eskisi kadar sert esmeyecek....”
“Ona ne yaptın?”
“Vücudundaki hormon
dengesini, sana yakınlık duyduğu anlardaki dengeye getirdim ve sabitledim.
Sizin tabirinizle rölanti ayarinı yükselttim. şimdi hâlâ o haz içinde. Ayrılırken,
onu istediğin ayara getiririm.”
“Hocam bu ne iştir böyle?
Yani bizler de motorlar ve
makineler gibi ayarlanabilir varlıklar mıyız?”
“Elbette. Ama bunu yapabilme
gücü herkese verilmiş değil. Çünkü o takdirde insanın bilinci, diledığıni
seçip, diledığıni yapabilme özgürlüğü, elinden alınmış olur ki bu da sınanmanın
özüne aykırı düşer. Ama sizden bazıları da bu güce sahipler.”
“Kimdir bunlar?”
“Peygamberler ve kimi saf
bilgi erleri....
Sizin aranızdan öyle
insanlar çıkmıştır ki elde ettikleri Hakikat bilgisiyle bizim bile bilmediğimiz
sırlara eriştiler ve birçok insanın kimyasında değişiklik yaptılar. Hâlâ da
böylesi var yeryüzünde. Kızını diri diri gömecek kadar acımasız bir adamı bir
bakışla adalet ve merhametin numu 194 nesi
haline getiren Elçiyi düşün. Avucuna aldığı kum ve çakıl taneleri onun bakışının
etkisiyle zikretmeye başladılar. Yine aynı bakışla parmaklarından sular akıttı.
Bu, ona özgü bir davranış değildi elbet. Ondan önce de ondan sonra da bu gücü
kullananlar hep olageldi. O'nun takip ettiği yolu takip ederek aynı hakikat
bilgilerine ulaşan bir çok insan geldi geçti. Onların arasında öyleleri vardı
ki, sadece üç beş saniyelik bir bakışla kömürleşmiş bir kalbi elmasa dönüştürebildiler.
Benim burada yaptığım çok basit bir şey Onun kimyasında zaten var olan bir
maddenin miktarını yükselttim o kadar. istersen tekrar düşürürüm, eski haline
gelir." Bilge ciddi bir seçim yapması gerektiğini düşündü. Çok önemli bir
karar verecekti. Ya hep ona hayranlık duyan ve ne zaman ne yapabileceği bilinen
bir eş, ya da zaman zaman onunla kavga eden ve ne zaman ne yapacağını tam
olarak bilemediği bir eş için karar vermesi gerekiyordu. Bilge düşündü ve:
“Hocam, bu halde kalmasın ama eski hali de olmasın." dedi.
SinHa şefkatle Gönül'e baktı. Gönül de ona bakıyordu, ayağa kalktı. SinHa
elinin ayasını Gönül'ün göğsüne koydu. Gönül bu temastan utandı ve geri çekildi.
“işte şimdi oldu."
diyen SinHa şekil değiştirerek her zamanki holigramik görünüme geçti:
“Bugünlük bu kadar yeter. Gitmem gerekiyor. Ben sizin kavganızı
izliyordum. işin istemedığınız boyutlara varacağını gördüğüm için müdahale
etmek zorunda kaldım. Bana verilen emirler arasında bu da olduğu için bunu
yapmaya mecburdum." Gönül tamamen kendine gelmişti. Bedenine ne olduğunu
anlayabilmek için organlarını tek tek kontrol etti. Daha sonra omuzlarını
silkeleyerek şaşkinhğinı belli edercesine başını sağa sola salladıktan sonra
koltuğa hemen Bilge'nin yanına ilişti:
“Hocam, siz gittiğınız zaman gerçekten gidiyor musunuz?”
dedi Gönül.
“Hem evet, hem Hayır."
"ikisi birden nasıl
olabilir?”
“Sizi kendimden gizlersem
gitmiş olurum, kendimi sizden gizlersem hep yanınızdayım demektir....”
“ikisi aynı şey değil mi?”
“Hayır iki durum aynı değil.
Ben ancak sizi görmek istemediğim zaman görmem. Görmek istersem, izlemek
istersem, başka binlerce görev ve yerde olmama rağmen sizi de onlarla birlikte
izlerim.”
“Bizim size göre veya en
azından bizim dışımızdakilere göre ayıp sayılabilecek bir yığın eylemimiz var.
Bu durumlarda beni görmenizi istemem örneğin?”
“Neden?”
“Utanırım.”
“E kızım zaten bizim size
vermeye çalıştığımız da bu bilincin süreklilik kazanmasıdır. Keşke hep bu
kavrayış durumunda olsan da gerçeğe ersen.”
“Burada gerçekten kasıt ne?”
“Sen zaten her saniye
gözaltındasın. Ben olmasam bile benim türüm den ve diğer türlerden en az yüz
yetmiş altı varlık seninle hep beraber. Senin en çok utanacağın hallerinde bile
onlar senin yanı başında ve seni izliyorlar. Bütün bunları geç. Yaratıcı seni
her saniye bizatihi izliyor ve görüyor. Utanacaksan asıl O'ndan utan.”
“Ama hocam, bu duyguları ve
ilişkileri yaratan da Allah'tır.”
“Doğru. O yüzden de size
gafleti bahşetti ki rahat edesiniz. Sürekli izlendiğinizi düşündüğünüzde
hayatiniz zehir olur. Yaptik larimzdan haz alamazsiniz." Gönül:
“Peki hocam siz, bir anda çok yerlerde bulunabileceğinizi söylediniz.
ğu anda, kaç yerdesiniz?”
“Zaman olarak mı, mekan
olarak mı?”
“Allah, Allah! Ben mekanı
kastetmiştim ama siz farklı zamanlarda da mı bulunabiliyorsunuz?”
“Zaman sizi bağlayan bir
kavramdır. Sizin zamanınız ile bizim zamanımız farklıdır. Sizin 'yüz yıl sonra'
dedığınız zaman dilimini ben şu anda yaşamaya başladım bile. Ve tabi size göre
bin yıl geride kalmış zaman da öyle....”
“Peki zaman içinde farklı
yerlerde bulunmanin gereği ne?
Yani bunun pratikte bize faydası
ne?”
“Biz kendi başımıza hareket
etmeyiz. Daha önce de söylediğim gibi bize verilen talimatlara göre hareket
ederiz”
“Örneğin?”
diyerek açıklama istedi
Gönül.
“Mesela kızın Betül, ömrünün
bir yerinde öyle kötü bir iş yapacak ki, bu iş hem onu hem de sizi olumsuz
etkileyecek. Belki üçünüzün de sizin deyiminizle cehennemlik olmasına yol
açacak. Eğer Yaratıcı size merhamet eder de, sizi yeniden ta başa dönmek cezasıyla
cezalandırmak istemezse, bize emredilir, biz de kızınızın o fiili işlemesine engel
oluruz. Tabi tamamen aldığımız emir doğrultusunda. Yani size göre geleceğe
gideriz ve o işi yapmadan önce müdahale ederiz, o işle karşılaşmasını önleriz.
O da o işi yapmamış olur....
Böylece siz de o da
Yaratıcı’nın bağışına ermiş olursunuz.”
“iyi ama çocuğumuzun işlediği
bir suçtan dolayı biz niye cezalandırılıyoruz?”
“Çünkü onu siz
formatladınız.”
“Biz mi fomatladık?”
“Mesela bilgisayarınız için
boş bir disket aldınız. Onu hangi sisteme göre formatlarsanız o da ancak o
sisteme göre çalışır. Hiç formatlanmamış bir disket kullanılamaz. illa birileri
onu formatlayacak. insan tabiatı da böyle.”
“şimdi anlıyorum." dedi
Bilge. Gönül, Bilge'ye dönerek:
“Neyi anladın?”
“Çocuklarla ilgili bir hadis
vardı, onun hikmetini bir türlü çözemiyordum.”
“Hangi hadisi kastediyorsun?”
“Peygamberimiz, 'Her çocuk islam
fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne babası Y ahudileştirir, Hıristiyanlaştırır
veya Mecusileştirir....
' Doğru anlamışım değil mi hocam?”
dedi Bilge. SinHa:
“Doğru anladın. Tam da bu anlama gelir. Onu siz formatladığınıza
göre ondan hasıl olacak şeyler de size döner.
“Hocam Kuranı Kerim'de,
Hızır ile Hz. Musa'nın birlikte yaptıkları bir yolculuktan söz edilir. Onunla
ilgili hikayeyi biliyorsunuzdur. Orada da Hızır bir çocuğu öldürüyor aynı gerekçe
ile." SinHa:
“Hızır zamanın tersinden gelen bir kuldur. Yapı olarak bizden çok
size benzer. O insan türüyle çok daha ilgilidir. Herkese ömründe en az bir iki
kere yardımı olur. O tam bir insan dostudur ve zaman gezginidir. isterse yiyip
içebilir. Bir anda sayısız yerde belirir ve sayısız insana yardımcı olabilir.
Gerektiğinde yiyip içebilen bir varlığın bu kadar geniş bir değişim ve düfüzyon
kudretine sahip olması bizleri hep hayrete düşürür. Mesela biz asla yiyip
içemeyiz.”
“şey, konuyu bölüyorum ama
izin verirseniz kafam a takılan bir soruyu unutmadan sorayım. Yiyip
içmiyorsunuz. Peki üremeniz yani eksilip çoğalmanız nasıl?
Biz cinsel yaklaşımlarla
yani sıvı transferi ile birbirimize türümüzü yüklüyoruz ve aramızdan dişi
olanlar bunu içinde besleyip sonra doğuruyor. Sizde erkeklik dişilik var mı,
siz de eksilip çoğalıyor musunuz?”
“Evet biz de eksilip
çoğalirız. Ama sizinki gibi değil. Tabii bizdeki cinsiyet de sizin bildığınız
gibi değil. Siz erkek ve dişi diyorsunuz. Biz negatif ve pozitif diyoruz. Siz çoğalmak
için enerjınızi birbirınıze yüklemek zorundasınız, bizde böyle bir zorunluluk 198 yok. Siz aileler halinde yaşarsınız, biz
türler....
Her bir türün çoğalma şekli
farklı da olsa üç aşağı beş yukarı aynıdır. Örneğin şu anda ben sizinle
beraberim. Bir varlık olarak karşınızdayım. Sizinle bu sohbeti yaparken aynı
anda yine adı SinHa olan diğer benler, bin sekiz yüz on dokuz yerde benzer ve başka
işler yapıyorlar. Bu, sayı bana emredilen işlerin sayısına göre artar ve
eksilir. ğu anda üç yerdeki işim bitti ve benim var olan sayım bin sekiz yüz on
altıya düştü. Bu saniyeler ve dakikalarla ifade edilebilecek bir zaman içinde
değişebilir. Birkaç dakika içinde sizi terk edeceşim. O zaman da diğer SinHa
diyecek ki filanca yerdeki SinHa eksildi. Yani size göre öldü. Kısacası bizim
çoğalıp eksilmemiz sizinkine benzemez. Çünkü biz hem dişiyiz, hem erkek. Bunu
anlayasınız diye söylüyorum. Dolayısıyla çoğalmamız da işin gereği olarak sizin
deyiminizle eşeysizdir. Sizin fotokopi dedığınız tekniğe benzer bir çoğalmamız var.
Bizi ilgilendiren işlerin miktarı kadar çoğalır, aynı oranda da azalırız. Ama
sonuç olarak bizim de bir gün ışığımız söner.”
“Işığınızın sönmesi ne
anlama geliyor?”
“Sizin deyiminizle ölüm.”
“Hocam, Havva'nın annesiz,
Hz. İsa'nın da babasız doğduğuna inanırız. Siz bunu nasıl algılıyorsunuz?”
“Demek ki sizde de eşeysiz
üreme mümkün. Yerınızde olsam bu konu üzerinde biraz düşünürdüm. Ki bu konu
gelecekte çok tartışacağınız meseleler arasında yer alacaktır, iyilikler içinde
kalın. Selam!" Bilge ve Gönül aynı anda ayağa kalktılar ve
"Selam" dediler. SinHa onlar gözünü açıp kapatmcaya kadar görünmez olmuştu....
DOĞALLIK VE YAPAYLIK
Gönül, SinHa'nin gittiği inancında değildi. Daha sonraki günlerde
ve haftalarda da bu duygusunu hep canli tuttu. Gönül SinHa'nin hep kendileriyle
beraber olduğuna ve onları izledığıne yönelik inancını sürdürdü. O yüzden de
müthiş bir utanma duygusu kaplamıştı içini. Her ne yapsa, her neye yönelse,
hatta zihninden, kalbinden bir şey geçirecek olsa, SinHa tarafından fark
edileceğine inandığı için büyük bir ıstırap haline getirmişti hayatını. Bilge
onu zaman zaman uyarıyordu:
“Biz beşeriz, zaaflıyız, eksikliyiz, iyi ve kötü hallerimiz var,
yer içer, tortu bırakır ve çiftleşiriz. Bunların hiç birisi ayıp değil. Bizi
yaratıp varlık sahnesine atan kudret bu formlarla bizi kabul etmiş. Bak abdest
almamız, Allah'ın huzuruna çıkılabilecek temizliğe yetebiliyor. Oysa O da
biliyor ki, içimiz maddî manevî pisliklerle dolu. şimdi O, bana Abdest al, seni
temiz sayarım.' diyor, sen de 'Hayır ben temiz olmadım.' deyip kendine
kahrediyorsun. Bu da bir tür edepsizliktir. Demek ki teslim olmaktan ve O'nun
koyduğu ölçülere uymaktan başka çare yok." Gönül de kendisini sakinleştirmek
için yapılan bu açıklamalara karşılık her seferinde; "Onu biliyorum ama
yine de utanıyorum." yanıtını veriyordu. Bu kez de verdiği cevap
öncekilerin aynısı oldu. Betül'ün ağlama sesi geldi içerden. Hemen çocuk
odasına geçti ve Betül'ü alarak salona getirdi. Onu Bilge'nin kucağına
bıraktıktan sonra, mama hazırlamak üzere acele ile mutfağa geçti. Bilge çocuğun
altını pislettiğini fark etti ve Gönül'e seslendi:
“Canım bu altını kirletmiş, istersen önce temizle sonra mamasını verirsin."
Gönül, mutfaktan yumuşak bir ses tonu ile cevap verdi:
“Peki canım, hemen geliyorum." Bilge şaşırdı. Çünkü o,
Gönül'ün "Peki canım, hemen geliyorum." demesini beklemiyordu.
Normalde onun, "Eee canım, sen de babasısin! Ne olur altım sen temizlesen
yani!" diye tepki vermesi gerekiyordu. Hep böyle yapardı....
Bilge biraz da test etmek
için:
“Tamam canım, sonra da bana bir kahve yapabilir misin?”
Gönül yine oldukça memnun ve
rahat bir eda ile; "Olur tabi canım. istiyorsan önce senin kahveni yapayım
sonra çocukla ilgilenirim." dedi. Bilge'nin içine bir hüzün çökmüştü.
Karısının bu hale düşmesinden büyük bir utanma hissetti.
“O benim eşim, bu kadar
bağlılığı ondan isteyemem." dedi içinden. Kalktı mutfağa geçti. Gönül, su
ısıtıcısına suyu koymuş fincan ve kahveyi hazırlamıştı bile. Bilge, arkadan eşine
sarıldı. Sanki Gönül ölümcül, tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış da
bundan habersizmiş gibi, onu bağrına bastı. Ensesinden öptü:
“güzel kadınım, sen git çocuğunla ilgilen. Ben kahvemi yaparım, çocuğun
mamasını da hazırlarım. Sen de kahve içmez misin?”
“Ama canım ben sana hizmet
etmekten düşünemeyeceğin kadar haz alıyorum. Sen otur, ben her şeyi
yaparım." Bilge:
“Hayır hayır! Sen git çocuğunla ilgilen. O beni daha çok memnun eder.”
“Eğer sen memnun olacaksan,
peki işte gidiyorum." Bilge duygulandı ve "Ne yaptık biz bu kadına
böyle?”
dedi. Gözleri nemlenmişti.
“Yanlış yaptım. Beni kendi
arzusuyla seven kadınımı geri istiyorum." diye geçirdi içinden. Başka
türlü davranma hakkı olduğu halde içinden gelerek beni seven kadın nerede,
daima ve hep iradesizce beni sevecek bu robot nerede?”
Bu sorunun sonrasında
birdenbire büyük bir keşif yapmış gibi sarsıldı:
“Aman ya Rabbi sen ne büyüksün! Senin insanlara verdiğin önemin
içeriğini şimdi anladım. Seni tenzih ederim ve senin huzurunda kendi iradem ve
arzumla eğilirim, sana kulluk ederim. Demek senin yanında bizi diğer
varlıklardan farklı kılan yanımız bu." Coşku içinde mırıldanmaya başladı;
"Sen benim efendimsin, Rabbimsin, Yaradanımsın, sahibimsin. Sena kurban
olayım Rabbim. Seni seviyorum. Bana sevmeme hakkını verdığın halde onu reddedip
sana geldim, isteyerek sana inandım ve sana kulluk etmeye hazırım." Bilge
yüreğinin ferahladığını, bütün kainatı kuşatacak kadar genişledığıni, âlemdeki
her şeye karşı sonsuz bir sevgi duyduğunu hissetti. Adeta bütün âlem yuvası,
bütün insanlar ise çocukları kadar sevimli göründü ona. eşi ve çocuğu bir anda
başka anlam kazandılar gözünde. Tanımadığı, hiç şahit olmadığı bir iç coşkuyla
Allah'ın adını zikretmeye başladı. Coşku içindeydi ve bilinci elinden almamışçasına
"Allah, Allah, Allah" diyordu. Vücudu zangır zangır titriyordu.
Hiçbir hareketini kontrol edemiyordu. Kendine hakim olmamaksızin sayısız kere
tekrar etti "Allah, Allah, Allah....”
Gönül sesleri duyarak
mutfağa koştuğunda, onun hâlâ sarsıla sarsıla Allah lafzını tekrar ettiğini
gördü. eşine sımsıkı sarıldı ve "Sakin ol canım! Kendine gel canım!"
diyerek, onu yatıştırmaya çalıştı. Kadın sesi Bilge'yi insanî boyutlara döndürmüştü.
Az önce yaşadığı halin ne olduğunu bilemiyordu. Acaba cezbe dedikleri bu muydu?
Eğer buysa, daha önce meczup
denilen insanlara ne kadar da haksızlık yapılmıştı.
“Seni tenzih ederim Rabbim,
ne hallerin var da biz ondan habersiziz." dedi....
Gönül eşine sarılmış öylece
duruyordu. Bilge sakinleşmişti. Normal davranmaya başladığını göstermek için eşinin
kollarını çözdü. Birlikte salona geçtiler ve hazır bekleyen kahvelerini sessizce
yudumladılar. 202 Bilge
SinHa'yi düşündü. Bir an önce gelip, Gönül'ü eski haline çevirmesini istiyordu.
Ama onu nasıl yeniden gelmeye razı edeceğini de bilemiyordu.
“Niye böyle bir şey istedim
ki. Arzular insanin başına neler açabiliyormuş meğer." Bilge kendi kendine
konuştuğunu sandığı son cümleyi, Gönül'ün de duyabileceği bir sesle söylemişti.
Gönül hemen atıldı:
“Ne arzu ediyorsun canım?”
“Hiçbir şey”
“iste, sana canımı bile
veririm kocacığım. Seni çok seviyorum." Bilge, onun gönlünü hoş etmek için:
“Ben de seni seviyorum canım." dedi ama içinden de "Ne
yaptık böyle bu kadına?”
sorusunu tekrar etmekten
kendini alamadı. Sonra içine düştükleri olumsuz atmosferi yumuşatmak için,
Gönül'e bir öneride bulundu:
“Canım istiyorsan kalk biraz sahile inelim. Hava da güzel biraz
geziniriz." dedi. Gönül programlanmış olarak olumlu cevap verdi:
“Peki canım! Hemen hazırlanıyorum." Hemen içeri geçti. Kısa
zamanda hem kendisi giyinmiş hem de çocuğu hazırlamıştı. Bilge ise onların
giyinmesini beklerken çocuğun arabasını hazırlamıştı. Evden çıktıklarında saat
13.00'e geliyordu. Bilge bir taksiyi çevirdi ve boğaza indiler, ikisi de
yoruluncaya kadar sahilde dolaştılar. Gönül hiç yakınmadı. Bu da Bilge'nin dikkatini
çekmişti. Çünkü Gönül, uzun süre yürümekten hoşlanmazdı. Ama bu sefer gıkını
bile çıkarmamıştı. Vaktin ikindiye yaklaştığı dakikalarda sahildeki bir balık
lokantasına girdiler, içeride Kanal X'te medya üzerine program yapan Ahmet
Muhip ve eşiyle karşılaşmak ikisi için de hoş bir sürpriz oldu. Ahmet Muhip onları
kendi masalarına çağırdı. Bilge de kendilerine yapılan çağrıyı memnuniyetle kabul
etti. Ahmet Muhip, geçmişte tarikatlerle yakından ilgilenmiş, hatta bir süre
bir şeyhe bağlanarak tarikat deneyimleri yaşamış ama nispeten rahat, hoşgörülü
ve geniş bir hayat anlayışı olan bir insandı. Bilge ile de geçmişe yönelik
güzel anıları ve dostlukları vardı. Yemeği birlikte yediler. Uzun ve zevkli bir
beraberlik oldu bu her ikisi için de. Anılarını tazelediler. Elleri ise bu süre
içinde birbirlerine başlarından geçenleri anlatmayı yeğlediler. Yemek
bittiğinde gaziye, onları evde kahve içmeye çağırdı. Bilge, eşinin fikrini de
almak istemişti. Gönül kendi kararını açıklamak yerine gene Bilge'nin isteğine uyacağını
belirtmekle yetinerek, "Sen nasıl istersen canım." dedi. Gönül,
Bilge'ye, ancak bir hipnozun etkisiyle mümkün olabilecek derin hayranlıkla bakıyordu.
Onun hali, Ahmet Muhip'in de karısı gaziye'nin de gözünden kaçmamıştı. Yapılan
öneriler ve değerlendirmeler sonrası birlikte gitmeyi kararlaştırdılar. Tabi ki
bu kararda gaziye'nin ısrarının büyük rolü oldu. Lokantadan çıkarak Ahmet
Muhip'in arabasına bindiler. Kadınlar arabanın arkasına oturmayı tercih
ettiler. Ahmet Muhip arabaya binerken arkada konuşmaya dalmış hanımlara
çaktırmadan Bilge'ye sordu:
“Yahu kardeşim, sen Gönül'ü nasıl bu hale getirdin! Bana da anlat
Allah aşkına! Kadın sana bakarken, kendinden geçiyor adeta. Vallahi
bizimkilerin bizi bir dövmedikleri kaldı.
“Bilemiyorum, özel bir şey
yaptığım yok.”
“Sen onu benim külahıma
anlat! Bu zamanda hiçbir kadın durup dururken bu duruma gelmez. Sen buna ya
büyü yapmışsın ya da okutmuşsun. Oğlum zamane kadınlarında böyle şey olur mu?”
"Bırak be kardeşim, benimle dalga geçme Allah'ını seversen!
Gönül zaten iyi bir kız, sen de biliyorsun....
Bugün biraz daha şefkatli
anlaşılan. Bu senin dikkatini çekmiş....”
“Peki, peki öyle olsun....”
gaziye, arabaya binmekte
geciken erkeklere takılmadan edemedi:
“Yine bizi çekiştiriyorsunuz değil mi?
Gözünüze dizınıze duracak emeklerimiz!
Size yaranamayız! Ne zaman bir araya gelseniz bizi çekiştirirsınız!" Ahmet
Muhip, eşinin sataşmasını beylik sözlerle geçiştirdi. Arabayı çalıştırdıktan
sonra Bilge'ye döndü. Neden bir gazetede veya televizyonda çalışmadığını
sorduktan sonra eğer çalışmayı düşünürse kendisine yardımcı olabileceğini
söyledi. Bilge, yapılan ö neriyle ilgilenmedi. Eve geldiklerinde akşam olmak üzereydi.
Bilge apar topar ikindi namazını kıldı. Ahmet Muhip namazını genelde
aksatmamasına rağmen bu kez kılmamıştı ama aldırmadı....
"Kaza ederim."
dedi. Bir saatliğine misafir olmuşlardı Ahmet beylere, bir kahve içip
kalkacaklardı ama umdukları gibi olmadı. Sohbet koyulaştıkça koyulaştı. Söz
döndü dolaştı medyaya geldi. Medyanın kirlendığınden, medya patronlarının
gazeteci kökenli olmamasından kaynaklanan sorunlardan söz edildi. şazeteciler Cemiyeti'nin
fonksiyonunun Kelaynakları Koruma Derneği'nin işlevinden ileriye gitmediğini,
kalemini satmayacak nitelikteki gazetecilere hiçbir gazetenin sayfalarını
açmadığını yana yakıla anlatan Ahmet Muhip, eski haysiyetli gazetecilerin de
yavaş yavaş sahneden çekildığıni söyledi. Sonra birdenbire hatırlamış gibi:
“Ya duydun mu Rahmi abi de ölmüş." Bilge, bahsedilen kişinin
kim olduğunu bilmiyordu, ayıp olmaması için sordu:
“Hangi Rahmi?”
"Hani şu Cerrahi tekkesine takılan Rahmi abi vardı ya. Çok
güzel bir insandı, bir süre onunla beraber çalışmıştık. O sıralar gazeteciliği
bırakmayı düşünüyordu. Sonunda bir gün geldi Ahmetçişim!' dedi, 'Ben bu kirli
zeminden kaçıyorum. Allah geride kalanlara merhamet etsin ve tez zamanda seni
de kurtarsın.' Gerçekten de o gün istifasını verdi, gitti ve bir daha da
mesleğe geri dönmedi." Uzun bir sessizlik yaşandı. Sonra yine Ahmet Muhip
söze başladı:
“Rahmi ahinin bende çok emeği vardır. O Babıali'nin en derviş, en
kalender, en hoşgörüşlü adamıydı. Allah rahm et eylesin. Soyadıyla o kadar uyuşan
hiçbir insan görmedim. Bir gün bu soyadını nereden aldıklarını sormuştum. 'Dedemden
bize kalmış.' 3 demişti. Dedesi Hızır gibi adammış. Kim gelip onun yanına oturursa
mutlaka huzura erermiş. içindeki sıkıntılardan kurtulurmuş. Soyadı kanunu
çıkınca köyün muhtan ona bu soyadı uygun görmüş: Huzursaçan!" Bilge
Rahmi'nin kendi arkadaşı Rahmi Huzursaçan olduğunu anladığı anda beyninden vurulmuşa
döndü:
“Neeee! Rahmi Huzursaçan mı öldü?”
Ahmet, sergilenen ani
heyecana şaşırdı. Oysa Bilge'nin onu tanıyıp tanımadığını bile tam bilmiyordu.
Belki tanıyordur diye anlatmıştı. Ama ilk andaki tepkisizlikten dolayı tanımadığını
zannetmişti. Bilge'deki ani heyecan ve adeta kendinden geçercesine sergilenen
ilgi, Ahmet'i şaşırttı:
“Sen onu tanıyor musun?”
“Evet yaaa! O bizim Derviş
abimizdi. Nerede, ne zaman, nasıl ölmüş?”
“Tam bilemiyorum. Ama evini
terk ederek güneyde bir kasabaya yerleşmiş. Orada tam bir uzlete çekilmiş. Naaşım,
vefatından üç beş gün sonra bulmuşlar Bir mektup bırakmış geride kalanlara. Ben
de o mektup dolayısıyla öldüğünü öğrendim, işin en acı yanı 206 ise, bulunduğu
anda yakınlarına ulaşılamadığı için orada belediye ekipleri tarafından gömülmesi....”
“Nasıl bir mektup?”
Ahmet Muhip çalışma odasına
geçti. Mektubun basılı bulunduğu sayfası açık katlanmış bir dergi getirdi ve
okumaya başladı:
“şazeteci'nin ölümü ve Muhatabı bulunamayan Mektup" Bilge
dergiyi ani bir refleksle Ahmet Muhip'in elinden kaptı ve hemen okumaya başladı.
Mektuba bu başlık verilmişti. şazeteci, mektubu yazan gazetecinin hayatını özetledikten
sonra şu hükme varıyordu:
“Onun Betül diye bir kızı yok. Ailesinin tanıdıkları arasinda ismi
Betül olan bir kız da yokmuş. Karısı Sevde Hanım da herkes kadar bu kızı merak
ediyor. eşinin başka bir karısından doğmuş çocuğu olabileceğini sanıyor." şazeteci,
mektubun orijinalini de dergiye koymuştu. Mektup söyleydi:
“Az önce üstadım geldi ve bu gece hasretimin sona ereceğini
söyledi. Yani size göre öleceşim. Bu gece 24.12'de beni alacaklar. Herkesten
uzak, Rabbime çok yakın olduğum şu dakikalarda, hiçbir zaman tam anlaşılmamış
olmanın acısıyla Yaratan'a gidiyorum. Mutluyum, huzurluyum. Çünkü ardımda beni
takip edecek insanlar ve bir kız bırakıyorum. Sırrımı ona taşıdım, o benim ruhumu
yaşatacak. O benim sırrımı anlayacak ve bizim gibilerin yaşadıklarını gün ışığına
çıkaracak. Haber vermeden kendisini terk ettişim karımdan, bana daima hoşgörü
gösteren kayınpederimden ve kendilerine iyi bir babalık yapamadığım
çocuklarımdan, kendilerine sadece acı çektirdiğim dostlarımdan özür dilerim.
Temiz kalpli kadınım, sana asla yaranamadım. Zaten sana layık da değildim. Çünkü
buraların usulünü bilemedim. Aslında tam anlamıyla buralı da değildim. Geldim,
göründüm ve kayboldum. 207 Esselam dostlarıma ve tüm zaman gezginlerine!
Sizden ricam, cenazeme yalnızca beni sevenler gelsin." Bilge, mektubu
sonuna kadar okuyamamıştı. Ahmet onun külçe gibi yana yığıldığını görünce ne
yapacağını şaşırdı. Gönül ise Bilge'den pek farklı durumda değildi, o da Goka
girmişti....
Kendinde olan tek insan
ğaziye hanımdı. Telefona sarılarak hemen ambulans çağırdı. Bilge'yi apar topar
bir kliniğe kaldırdılar. Gönül perişan ve bitkindi. ilk defa böyle bir durumla
karşılaşmıştı. Bütün vücudu tir tir titriyordu. Ne yapacağını bilmez durumdaydı.
Kızı Betül de yanındaydı. Allah'tan çocuğun arabasını yanlarına almayı akıl etmişti
gaziye hanım. Betül şimdilik uyuyordu ama Gönül bitkin düşmüştü. Ahmet Muhip,
kadınların eve gitmesini istedi.
“Siz eve gidin. Çocuk da
perişan olmasın. Ben her gelişmeyi size bildiririm. Zaten fazla uzak bir yer
değil. gaziye arabayı kullanmasını biliyor, gerekirse çağırırım, gelirsınız. Ben
burada beklerım. Gönül gitmek istemiyordu. Ama Ahmet Muhip ve karısı onu ikna
etmeyi başardılar. gaziye'nin kullandığı araba ile Ahmet Muhiplere gittiler. Bilge
neden sonra kendine gelmişti. Ama perişan durumdaydı. Doktor Ahmet Muhip'in tanıdığı
idi.
“Bu gece burada kalsın.
Sabah kendi ayaklarıyla gider." dedi. Gönül aslında rahat uykuya geçemeyen
biriydi. Ama o gece iyice bitkin düştüğü için kafasını yastığa koyar koymaz
uyumuştu gaziye ve Gönül, sabah
uyandıklarında Ahmet Muhip ile Bilge mutfakta kahvaltı hazırlıyorlardı. Gönül
uykusunda düş gördüğünü anımsadı. Fakat biraz zaman geçtikten sonra gördüğünün
düş mü yoksa gerçek mi olduğunu anlamakta zorlandı. Rüyasında SinHa'yı görmüştü.
Betül güya yatakta Gönül'ün yanında yatıyordu. O da dalgınlıkla kızı Be ! 208 i
tül'ün üzerine yatmıştı. Betül havasızlıktan boğulurken SinHa gelip, onu
kurtarmıştı....
Gönül gayrîihtiyarî kızını
yatırdığı kanepeye baktı. Betül bıraktığı yerde değildi. Aklını yitirecek gibi
oldu. Hemen ayağa kalkmaya yeltendi. O anda çocuğun kendisinin yanında yatmakta
olduğunu fark etti: Allah Allah! Ben bu kızı ne zaman yanıma aldım ki?
Yoksa! Yoksa gerçekten
üstüne yattım da onu gerçekten SinHa mı kurtardı?
....”
Tüyleri ürperdi. Ayağa
kalktı ve üstüne başına çekidüzen verdi. Bilge'nin sesini duyduğu için hemen
sırtına bir şeyler geçirip dışarı çıktı. Kocasına sarıldı. Gözleri nemlenmişti.
“Beni çok korkuttun! Bir ara
aklımı oynatacaktım ! Seni öldü sandım. Ben sensiz ne yaparım?”
Gönül'ün son cümlesi, sanki
birkaç kez tekrarlanmış gibi geldi Bilge'ye Cümle adeta sonsuz bir yansıma ile
Bilge'nin içinde kendisini tekrarlayıp durdu:
“Ben sensiz ne yaparım?”
Cümlenin içeriği, özellikle
de söyleniş biçimi, Bilge'yi gerçekten rahatsız etmişti. Çünkü Gönül, her
zeminde, her halükarda ayakları üstünde kalmasını bilen ve bu yüzden de eşine
fazla gereksinimi yokmuş gibi davranan birisiydi. Zayıf yanlarını veya birisine
olan gereksinimi, bu kişi babası da olsa açığa vurmaktan sakınırdı. Oysa şimdi kocasına
sarılmış ve hem de başkalannın da önünde "Ben sensiz ne yaparım?”
diye soruyordu. Bilge
"Bu kadın benim eşim değil!" diye düşündü.
“İradesi yok olmuş, kişiliği
silinmiş bu kadın benim karım değil!" Gönül'ün hali Ahmet Muhip'e de dokunmuştu.
O da Gönül'ü bu kadar çaresiz bir durumda hiç görmemişti. O yüzden de
çaktırmadan göz işaretiyle Bilge'ye akşamki sorusunu hatırlattı:
“Sen bu kadına ne yaptın da bu hale geldi?”
diye sormuştu Ahmet Muhip.
Soruyu hatırlayan Bilge, artık kesin kararını vermişti. SinHa gelir gelmez ilk işi
ondan Gönül'ü eski haline getirmesini istemek olacaktı. Zaten söz vermemiş
miydi?
Giderken, onu eski haline
getiririm." diye. Ama nedense her ikisi de unutmuştu....
Bilge, SinHa'nin
unutmayacağını hatırladı ve "Demek ki benim unuttuğumu bildiği için,
kasten öyle bıraktı. Acaba maksadı neydi?”
“Maksadım, otomat bir sevgi
ile iradeli bir sevgi arasındaki farkı anlamandı." dedi SinHa'nın sesi.
Bilge, şaşkınlıktan neredeyse elindeki tabağı düşürecekti:
“Hocam burada mısın?”
Bilge, farkında olmadan
soruyu yüksek sesle sormuştu. Durumu fark edince korkuyla, duyan oldu mu diye,
etrafına bakındı. Allah'tan o sırada Ahmet Muhip mutfağa geçmiş, Gönül de
uyanan kızının sesi üzerine içeriye koşmuştu....
SinHa:
“Sesimi duyacaksın ama beni görmeyeceksin. Bu sefer böyle olsun.
Sorularını sadece aklından geçir. Ben de sadece senin duyabileceğin bir
frekansla konuşacağım.”
“Hocam önce Gönül'ü eski
haline getir?”
“Nedeh?”
“Çünkü onun, beni gerçekten
sevip sevmediğini, ondan istediğim şeyleri arzusuyla mı yoksa zorunlu olarak mı
yaptığını anlayamıyorum. Karşımdaki bir robot gibi geliyor bana. Bu durum bana
hiç haz vermiyor. Ne onunla beraber olmam, ne onun itaati, ne de gülüşü beni
mutlu ediyor Sanki her şeyi zorunlu olarak yapıyor. İradesizce. Her şey yavan
yani....”
“Doğru. Gerçekten o istese
de istemese de senin istediğin her şeyi yürekten istiyormuş gibi yapar Ama o
kendi halinde iken sana 'hayır' diyebilirdi. şimdi ise 'Hayır' diyebileceği şeylere
bile 'evet' diyor ve diyecek....”
Tam o sırada Gönül kucağında
Betül ile salona geldi. Bütün pencereler açıktı. Gönül cereyan yapmasın diye
bir pencereyi kapatmak istedi. Pencereye doğru giderken, Betül, tam da
SinHa’nın durduğu yeri parmaklarıyla göstererek:
“Baba!" dedi. Oysa parmağı boiluğu gösteriyordu. Gönül, onun
yüzünü babasına çevirerek "işte baba" dedi. Betül, annesinin
kucağında başını tam arkaya bakacak şekilde çevirdi, "Cici adam" dedi.
Bilge, onun SinHa'yı gördüğünü fark etti. Zihninden:
“Hocam Betül seni görüyor mu?”
“Evet”
“Nasıl görebiliyor?”
“O daha saf. Hiç bir şartlanmaya
tabi olmamış durumda. Kendi formatında iken bile beni görür....
Gözleri henüz perdelenmedi.
Kullandığı sözlük de evrenin yani benim kullandığım sözlükle aynı....
Ama zamanla siz, çocukların
gördüğünü söylediği varlıkların hepsine 'Hayal. Yok bir şey.' diye diye
çocukları köreltirsiniz. Oysa onlar sizin melek dediklerinizi de, cin
dediğinizi de görürler. Sonra her gördüğünü inkar ettire ettire, ondaki safliği
yok edersiniz. Zamanla da kendisi gördüğü şeylerin hayal olduğunu var sayar. Ta
ki ölüm ondaki bu perdeleri kaldinncaya kadar böyle devam eder. Yaşamin son
dakikalarindan itibaren eski diline ve kimliğine yeniden bürünür.”
“Yani zamanla göremez
dururuma gelir öyle mi?”
“Evet, normalde öyle. Ama
Betül kızımız başka. Onunla ilişkilerimiz devam edecek. O seçilmiş bir ruh.
Daha sonra bizlerden çok üst seviyeden birisi onunla yakından ilgilenecek.”
“O niye bu kadar önemli ki?”
“Ben bilemem. Kime önem
verip vermeyeceşimiz bize emirle bildirilir, biz de ilgileniriz. Yaratıcı’nın
kimi, ne amaçla seçip seçmeyeceği tamamen O'nun bileceği bir şey. O her şeyi
bilgisinin derinliği ve hikmetiyle yapar. Hiçbirimizin, O'nun herhangi bir fiilini
değerlendirmeye tabi tutma hakkımız da, gücümüz de yok. Biz, sizin yasa dedığınız
evrensel kurallan görmekle memuruz."
"Hangi yasaları?”
“Sizin doğa yasaları
dediğiniz işlerin sürekliliği ve tekrarlanabilir olması da, bizim işlerimiz
arasındadır. O yaratır ve emreder, biz yaparız. Bizim kudretimiz bile, doğrudan
O'nun kontrolü altındadır. Dolayısıyla kime ne kadar önem verileceğini, O belirler.”
“Betül kaç yaşında iken
onunla iletişim kurulacak?”
“Onunla iletişim kurulmuş durumda.
Üç aylık iken bağlantı kuruldu.”
“Niçin ona bu kadar önem
veriliyor?”
“Bunu biz de zamanla öğreneceğiz.
Yaratıcı’nın ona yüklediği misyonun ne olduğunu tam bilemiyoruz. En azından
benim bilgilerim arasında böyle bir şey yok....”
“Peki hocam, Mevla görelim
neyler! Unutmadan tekrar rica ediyorum, Gönül'ü eski haline getirir mısınız?”
“istiyor musun?”
“Evet.”
“Sonra pişman olmayasın. Bu
kadar uysallık ve yumuşaklıktan sonra büsbütün eski haline dönmesi seni
sarsabilir.”
“Öyleyse en azından onu aşırı
öfkesini yutabileceği bir konumda bırak." SinHa, pencerenin önünde ayakta
duran Gönül'e baktı. Bilge'nin ses tonuyla:
“Bu yana dön." dedi. Gönül boş bulunmuş da bir ses duymuş gibi
arkasına döndü. Bilge'ye "Bir şey mi dedin?”
diye sordu. Bilge "Hayır"
dedi. Ama Gönül, Bilge'nin cevabını bile duyamadan sanki birdenbire başı dönmüş
de düşmekten kendini zorlukla engelleyebilmiş gibi sarsıldı. Bilge, düşmesin
diye onu tutmak için ayağa fırladı. Gönül, sanki inanamadığı bir şey gözüne ilişmiş
de ondan kurtulmak istiyormuş gibi başını iki yana hızla silkeledi:
"Biz bu gece burada mı kaldiki"' diye sordu. Bilge
"evet" deyince, "Hayret yani Bilge! Evimiz şuracıkta niye
gitmedik ki?”
diye çıkıştı. Bilge, onun
olanları hatırlamadığını anladı, içinden, SinHa'ya seslendi:
“Hocam bu sefer de hafızası mı "Hayır!”
“Peki niye hatırlamıyor?”
“insanın bilinçsizce
yaptığı, daha doğrusu içinde seçimi bulunmayan hiçbir eylemi bellek kaydında
yer almaz. Onlardan sorumlu da olmaz. Ancak bilinçli davranırlarından sorumludur
ve onlar kalıcıdır. Nitekim iradesiyle yaptığı her şey hafızasında duruyor ve hatırlıyor.
Sen onun neyi isteyerek, neyi istemeyerek yaptığını buradan anlayabilirsin. Eğer
bir şeyi hatırlamıyorsa anla ki o iGi kendi rızasıyla yapmamıştır. Hatırlıyorsa
isteğiyle yapmıştır. Korkma. Seninle dün geziye çıktığını hatırlıyor. Ahmet
Muhip ve eşi ile yemekte beraber olduğunuzu da biliyor ama onlara oturmaya
geldığınızi ve yattığınızı hatırlamıyor. Çünkü o aynı şehirde ve hele imkan da
varken birilerinin evinde kalmayı sevmez. Biliyorsun. Bilge "Biliyorum....”
dedi. SinHa, o gece yeniden
geleceğini söyledi ve selam vererek ayrıldı. Bu arada gaziye, kahvaltı
sofrasını tam anlamıyla donatmıştı. Bilge ve Gönül'e masaya gelmeleri için
seslendi. Gönül ve Bilge birbirlerine baktıktan sonra, birlikte kahvaltı masasına
oturdular. Bilge'deki durgunluk hem Ahmet'in hem de Gönül'ün dikkatini çekmişti.
Gönül, sanki derin bir uykudan uyanmış gibi Bilge'ye bakıyordu. gaziye'nin "Buyurun."
sesiyle herkes masanın başına oturduğunda Gönül, Bilge'nin kulağına eğilip bu
saatte niçin burada bulunduklarım sordu. Bilge: 213 "Dün yemekten sonra buraya geldik ya.
Gece de bırakmadılar burada kaldık." dedi. Gönül, cevaba hiçbir anlam
veremedi.
“Evimiz şuracıkta! Niye
kaldık ki!.." diyecekti ama sustu. Uzun bir uykudan uyandığını ve bazı şeylerin
yerli yerine oturmadığını fark etti. Yemekte hiç konuşmadı. Bazı şeyleri
hatırlamıyor olmasından ciddi endişe duydu.
“Ben kafayı mı yiyorum acaba?”
diye düşündü. Bilge onun
durumunun farkındaydı ama ne diyeceğini ve nasıl açıklayacağını da bilemiyordu.
Kahvaltıdan sonra vedalaşarak birlikte eve döndüler. Gönül gerçekten endişe
içindeydi. Uzun süredir yaşandığı iddia edilen çok şeyi hatırlamıyordu. Oysa
Bilge onları birlikte yapılmış olaylar gibi anlatıyordu. Gönül sonunda Bilge'yi
karşısına oturttu:
“Ben iyi değilim.”
“Neyin var?”
“ğu birkaç haftadır yaşanmış
gibi anlattığın birçok şeyi hiç hatırlamıyorum. Acaba aklımı mı kaybediyorum,
yoksa hafızama mı bir şeyler oldu?”
“Sanmıyorum. ğu sıralarda
biraz yoruldun. Çocuk da seni bunalttı. O yüzden de bazı şeyleri hatırlamıyor
olabilirsin. Geçer, istiyorsan bir yerlere tatile gidelim, illa deniz kenarı
olması gerekmez. Sadece gündelik sıkıntılardan uzak olabileceşimiz bir yer olsun
yeter. istemez misin?”
“isterim. iyi olur. Çünkü
durumumdan hiç memnun değilim. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var doğrusu." Gönül
yorgun olduğunu, uykusunu da tam alamadığını ve biraz uyum ak istedığıni söyledi.
Aslında Bilge'nin de biraz daha uykuya ihtiyacı vardı. Gerçi kendine gelmişti
ama üzerinden yük kamyonu geçmiş gibi vücudunu kırık dökük hissediyordu....
"Benim de biraz uyumaya
ihtiyacım var." dedi Bilge. Gönül, "Çocuk da uyumuşken, uyuyalım
bari." dedi.
TAHRİBİN ANASI ZAN
Gönül, Betül'ün ağlamasıyla
uyandığında neredeyse ikindi olacaktı. Bilge'yi uyandırdı. Bilge apar topar
kalkıp namaz kıldı. Sonra mutfağa geçerek atıştırabilecekleri bir şeyler hazırladı.
Mamafih çoğu zaman sıkışınca akşam da kahvaltı yaparlardı....
Çay koydu. Saat 6'ya doğru
öğle yemeği niyetine bir şeyler yiyebildiler. Gönül dışarı çıkarak biraz hava
almaktan yanaydı ama Bilge'nin pek keyfi yoktu. Sonra birdenbire anımsamış gibi
"Aaa! iyi ki hatırladım, bu gece SinHa gelecek." dedi....
Gönül, "Nereden
biliyorsun." der gibi Bilge'nin yüzüne baktı....
Bilge, gözlerle ima edilen
soruyu sesli olarak yanıtlandırdı:
“Ahmetlerde iken bana göründü ve akşam geleceğini söyledi.”
“Peki ben niye göremedim?”
dedi Gönül. Bilge ne
diyeceğine karar veremedi önce. Sonra "Sen içerdeydin" diye geçiştirdi.
Oysa SinHa tamamen onun isteğiyle gelip, Gönül'deki halin giderilmesini sağlamıştı....
Bilge yalan söylemişti....
Doğruyu söylese karısının
nasıl tepki vereceğini bilmiyordu....
Derin bir sıkıntı çöreklendi
içine....
Aslını söylese. Gönül
kızacaktı. Bu yalanı da sürdüremezdi....
Yoğun bir utanma duygusu
içine gömüldü. Tam bir şeyler söyleyecekti ki Gönül:
“Ahmet abi epey değişmiş, değil mi?”
“Nasıl değişmiş?”
dedi Bilge.
“Ne bileyim biraz tuhaf.
Eskiden daha sıcak ve daha candandı. Bilemiyorum, bana garip geliyor son
dönemdeki halleri....”
Bilge aslında Gönül'ün ne
demek istedığıni biliyordu ama yorum yapmak istemiyordu....
215 "Eminim
içki falan da içiyordur artık." dedi Gönül.
“O kadar da değil."
dedi Bilge....
"Ama namaz kılmıyor
artık....
Bence daha önce namaz kılan
bir insanın onu terk etmesi çok şeyi anlatır....”
“Bir dönemdir, geçer. şimdi
ulaştığı mevkiler onu sarhoş etmiş olabilir. Hayat standardı da yaşam tarzı da
değişti. Zamanla aslına döner." Gönül tatmin olmamıştı. Onunla ilgili bir şeyler
daha söyleyecekti ki, SinHa pat diye birdenbire odanın ortasında beliriverdi....
"Daha ilerisi gıybet
olur." dedi ve ekledi:
“gıybet ise size yakışmaz!" Onun aniden ortaya çıkması ikisini
de oldukça ürkütmüştü....
Bilge toparlandı ve "Hoş
geldiniz hocam." dedi....
Aynı kelimeleri Gönül de
tekrarladı....
Bilge, Rahmi'yi soracaktı.
SinHa ona fırsat bırakmadı, "insanlar gelirler, görünürler ve kaybolurlar.
Hiçbir varlık, yüklendiği misyonu tamamlamadan gitmez. Artık o işin peşini
bırak." dedi....
Bilge, daha soramadığı
soruya aldığı yanıt karşısında donup kalmıştı. SinHa sözlerini sürdürdü:
“Gerektiğinde o, size ulaşmanın yolunu bulur." ikisi arasında
gerçekleştirilen iç diyalogu Gönül duymuyordu....
Bilge içinden
"Peki!" dedi ama merakını tam gideremediği için kalbi de yatışmamıştı....
En azından Rahmi ile
kayınpederi Hasan Amca'nin ölümü arasındaki bağı merak ediyordu....
Gönül:
“Hocam az önce konuştuklanmız gıybete mi giriyor?”
diye sordu....
SinHa:
“Evet" dedi ve sözünü sürdürdü:
“Bir insanın yüzüne söyleyemediğiniz sözü onun olmadığı yerde
söylerseniz, gıybet olur....”
“Ama söylediklerim doğru şeyler."
"Zaten o yüzden gıybet dedim. Diğer türlüsü iftira olur..
Gftira, gıybetten de kötü bir beladır insan sayısız iyilikler yapar, bir yığın
müspet enerji üretir ama onu iki dakikalk gıybetle yok eder gıybet ve iftira,
bilgisayarlardaki virüs gibi insanın iç programlarını bozar. Kârda iken iflas
etmis duruma gelmenize neden olur....
"Hocam gıybetten nasıl
kendimizi koruyabiliriz?”
“Sabır ve insafla." Gönül:
“Nasıl insafla?”
“Bir insanı
değerlendirirken, insaflı davranmak gerekir. insanın bir iki kötü huyundan dolayı,
bütün iyi özelliklerini yok saymak, insafsızlık olmaz mı?”
“Yani insanlardaki her bir
sıfat ve özelliği ayrı ayrı mı değerlendirmek gerekir?”
“Elbette. Örneğin bir gemide
yüz insan var diyelim. Bunların içinde on tanesi cani. Caniler yok olsun diye
bu gemiyi batırmanız doğru olur mu?”
“Olmaz. On tane caniye karşılık
gemide doksan tane de masum var Cinayet olur”
“Peki doksan tane cani on
tane masum bulunsa o gemiyi batırmak cinayet olmaz mı?”
Bilge biraz düşündü. Sonra
bir ayeti hatırladı ve söyle dedi:
“Gemide bir tane bile masum bulunsa o gemiyi batırmak ilahî adalet
açısından cinayet olur..”
“Peki öyleyse siz hangi
adaletle bir insanı, yüzlerce masum sıfatı ve güzel huyu dururken sadece
sevmedığınız bir iki huyundan dolayı bu kadar ağır eleştirebiliyorsunuz ve
böyle yerden yere vuruyorsunuz?”
Gönül:
“Ben hiç öyle düşünmemiştim. insan böyle dügünebilse hiç kimseyi eleştirmez.
O zaman niza ve çekişme de olmaz." 217
"Doğru. Siz bunu yapamadığınız
için bugün gruplara ayrılmış, birbirınızle didişir hale gelmişsınız....
Bu durumunuzdan da karşınızdakiler
yararlanarak sizi kullanıyorlar”
“Sahi hocam, aralarında çıkar
ilişkisinden başka dostluk bulunmayanlar, gıpta edilecek birliktelikler
kurdukları halde, neden biz inananlar yani çıkar için değil de Allah için
birbirlerini sevenler birlik olamıyor ve sürekli birbirimizle didişiyoruz?
Oysa bizim birlik olmamız için
sayısız nedenlerimiz, onların birbirine düşmeleri için sayısız gerekçeleri var....
Buna rağmen, birlik ve
ittifak onlara, ayrılık ve nifak bizlere düşmüş. Neden?”
dedi Gönül. SinHa:
“Bu önemli ve müthiş bir soru. Basireti derine inemeyen, meseleleri
yeterince kavrayamayan her insan bu noktada çelişkiye düşebilir Sizin çelişkiye
düştüğünüz gibi....
insanlar siz Müslümanların
haline bakıp çok rahatlıkla 'Eğer Müslüm anhk bu ise benim ona ihtiyacım yok.'
diyebilir.”
“Bunu söylemekte hakli
değiller mi?”
dedi Bilge.
“Hayır", dedi SinHa ve
ekledi:
“Ne onların birliktelikleri evrensel bir gerçeklikten
kaynaklanıyor, ne berikilerin ayrılıkları hakikatsizliklerinden....
Onlar toplumsal yapılarını
ve yaşam şekillerini iyi düzenlemişler. Her sınıfın, her , gurubun,
her ekolün, her mahfilin görevi, çıkarı ve kârı belirlenmiş. Buna karşılık
aldıkları ücretler, bulundukları mevkiden doğan itibarları, halktan gördükleri
rağbet bellidir. Bu gizli ve sağlam bir ittifak yaratır. Çünkü çıkarını, bir başkasının
belli bir pozisyonda bulunmasında gören biri, onun orada bulunmasını ister ve
destekler Dayanak noktaları çıkardır, yarardır, hazdır. Böyleleri, çıkarlarını
ve elde ettiklerini kaybetmemek için dayanışma içinde çalışmalarını sürdürür.
Yani onlardaki ittifak, zaaftan ve dayanma noktasının maddeciliğinden
kaynaklanmaktadır.
“Hocam ben tam
anlayamadım." dedi Gönül. Bilge de ona katıldı....
"şöyle diyeyim."
dedi SinHa ve sözünü sürdürdü:
“Onların toplum düzeni ve hayat tarzı dünyevi çıkar ve faydalara
dayalı olduğu için, çekişmeye konu olacak bir durum yok....
Yaptıkları hizmet karşılığında
alacakları ücret ve elde edecekleri maddi manevi nimet bellidir. Ama
inananların durumu çok farklı." Farkı açıklar mısınız?”
“Onananların her birisinin
durumu genele bakar. Onandığı ve inancına uygun yaşadığı için alacağı belirli
bir ücret yoktur. Yaşam tarzları yüzünden halktan görebilecekleri ilgi bile
farklıdır. O yüzden bir makama çok kimseler talip olabilir. Maddi ve manevi pek
çok ücrete birçok el uzanabilir. Bu da çekişmeyi, didişmeyi getirir....”
“Hocam biraz daha açar
mısınız?”
dedi Gönül.
“O zaman siz, bana dine ve
inanca hizmet ettiklerini iddia eden kaç tane cemaat veya tarikat olduğunu
söyleyin önce....”
Salonda bir sessizlik oldu. Sessizliği
Bilge bozdu:
“Ohooo! Hocam saymakla bitmez.”
“Ama hepsi samimi değiller
ki!" dedi Gönül. SinHa:
“Nereden biliyorsun bunu kızım?
Sen kalplerinin içini açıp
gördün mü?”
Gönül bu soruya yanıt
veremedi....
SinHa onun mahcup olduğunu görerek,
daha fazla üzülmemesi için sözlerine devam etti:
“işte sıkıntı burada kızım. Her grup, her cemaat imana ve dine
hizmetin bu zamanda en iyi kendi yaptıkları tarzda olabileceğini sanıyor.
Diğerinin hizmetini eksik, yanlış, hatta gereksiz buluyor." Bilge atıldı:
“Evet hocam doğru söylüyorsunuz. Ben bir süre önceye kadar inananların
hemen silaha sarılıp bu baskı düzenine karşı mücadele vermeleri gerektiğine
inanıyordum. O yüzden de bu yaklaşımı onaylamayan bütün dinî cemaat ve grupları
'düzenle barışık, düzenin kuklaları' olmakla suçluyordum." SinHa:
“Siz hâlâ bana kaç cemaat veya grup olduğunu söylemediniz?”
“Hocam ben size kaç cemaat
olduğunu söyleyemem ama kaç tür yaklaşım olduğunu söyleyebilirim. ilk olarak
bir grup var ki, ne pahasına olursa olsun hemen geriat gelsin istiyor. Bunun için
de silaha sarılıp tıpkı islam'ın ilk devrelerinde olduğu gibi din için ö lümü
göze almak gerektiğini savunuyor." SinHa sordu:
“islam'ın ilk döneminde öyle mi oldu?”
“Evet.”
“Öyle olmadı mı?”
“Peki size gönderilen elçi,
niçin uzun süre gizli gizli tebliğde bulundu. Hatta o dönemin en güçlü
simalarından bazılarını yanına almadan kendini açığa bile vurmadı. Savaşmak için
on üç sene bekledi....”
Bilge, SinHa'nin ne demek
istedığıni hemen anladı:
“Ben öyle düşünmüyorum." dedi. Gönül atıldı: Yalan söyleme!"
dedi Bilge'ye. Sen hep bunu savunuyordun”
“Öyle ama ben bunun doğru
olmadığını anladım." dedi. SinHa yeniden söze girdi:
“Peki başka?”
Bilge:
“Bir başka grup da 'Bu asırda değil din inanç bile tahrip olmuş
durumda, önce inançların takviye ve tamir edilmesi gerekir. inanmadan, imanı
güçlendirmeden islam olmaz. Öyleyse bugünün temel problemi imanı kurt arm ak ve
imanlı insan yetiştirmektir.' diyor.”
“Peki sence bunların yanlışı
ne?”
220 "Bunlar kılıçla islam'a hizmeti tamamen
reddediyorlar. 'Medenilere üstünlük ikna iledir. Söz anlamayan barbarlar gibi
icbar ile değildir.' diyorlar. Yani din uğruna savaşmayı yok sayıyorlar.”
“Peki dinınız sizden ille de
savaş mı istiyor?”
Bilge tereddütsüz:
“Ama hocam birçok cihat ayeti var. Bunları nasıl anlayacağız?”
SinHa: Hiçbir dinin misyonu
savaş değildir. Hele islam'ın. Çünkü islam'ın kendisi barış, güvenlik ve
esenlik demektir....
Böyle bir din sizi niçin
savaşa zorlasın?”
Bilge:
"Peki hocam dini tebliğ
etmeyecek miyiz?”
“Tebliğ başkadır, savaş başkadır.
Tebliğ davettir ve buyur ettiğin inancı yaşamaktır, ondaki lezzet ve huzuru başkalarıyla
paylaşmaktır. Bireysel ve toplumsal anlamda barışın taşıyıcısı olmaktır.
Birileri de sizdeki güzelliğe özenerek, sizde gördüğü güzelliği ve pozitif yaşamı
hayatına taşımaya karar verirse görevınızi yapmış olursunuz. Siz inancınızı
doğru belirler doğru yaşarsınız ve birileri de sizin gibi yaşamak isterse, onu
zorla engelleyecek kim var?”
“Ama hocam, biliyoruz ki,
Ebu Eyyub ElEnsari, islam'ı yaymak için, 80-90 yaşında istanbul'a kadar geldi.”
“Peki savaşmaya mı geldi?
"Cihat için gelmedi mi?”
“Elbette cihat için geldi.
Ama sizin anladığınız cihat değil. Savaşçı kavimlerin dini yayma misyonunu
üstlenmelerinden dolayı, siz bugün dini yayma yolunun sadece kılıçla, savaşla
olabileceğini sanıyorsunuz. Oysa dinin, özellikle de islam'ın aktarılmasını n
yolu tebliğdir, savaş değil. Adı barış olan bir dinin savaşa ne ihtiyacı var?”
Gönül söze girdi:
“Hocam bu konuyu hep tartışıyoruz. Ben insanların artık
aydınlandıklarını, doğruyu ve Hakk'ı kabule engel kalmadığını dola yısıyla,
insanları kılıç zoruyla inanca davet etmenin islam'a ve bu zamana uygun olmadığını
hep söyledim ama uzun zaman Bilge ile anlaşamadık. Bunlar kendilerine 'radikal'
diyorlar....
Ne demekse?”
SinHa:
“Her zamanın, her zeminin tarzı ve yaklaşımı farklı olduğu gibi
tebliğin tarzı da değişir. Aslında hangi zeminde ve zamanda nasıl bir tebliğ
sergilenmesi gerektiğini, elçinin varisleri bir şekilde gelerek sergilerler. Bu
asrın başında da böyle birisinin bu topraklarda yaşadığı, benim bilgilerim
arasında....
O 'son uyarıcıların
öncüsüdür....”
“Son uyarıcı mı?”
diye sordu Gönül, şaşkın bir
ses tonu ile....
"Yani kıyamete mi yaklaşıyoruz,
yoksa?
.." SinHa:
“Evet, son uyarıcıların öncüsü....
Kıyamete yaklaşmaya gelince....
Ses ve biçim hareketi ışıktan
daha yavaş olduğu için, sadece ta başlangıçta gerçekleşen bir olguya varmış olacaksınız.
Zaman kendisiyle örtüşecek. Evren var edildiği anda, tahrip de edildi aslında.
Oraya ulaştığınız an, bütün yaladıklarınızın bir tınıdan ibaret olduğunu göreceksınız.”
“Son uyarıcıların öncüsü
dedınız. Daha gelecek var mı?”
“Evet ama dağınık olan
sözlerin tamamını tek cümle haline getirmek için ilk adımı atan odur.”
“Nasıl yani?”
“Onun misyonu,
uzlaştırmaktın Dinleri ve toplumlari uzlaştırmak. Her dine o dinlerin taraftarlarınca
sokuşturulmuş evrensel gerçeklere aykırı söylemleri ayıklamak ve tek bir kelime
etrafında: 'Allah'tan başka ilah yoktur.' gerçeğinde birleştirerek....
O görevini tamamladı ve
gitti. Tabi ki son değil. Son uyarıcılann sonuncusu Mesih'tir. Mesih ilk gelişinde
Musa'nın dininde bazı düzenlemeler yaptı. Son Uyancı da son dinde meydana gelen
bazı anlayış sapmalarını düzelterek, iki şeriat arasında uzlaşma zemini meydana
getirdi.”
“Yani Hıristiyanlık ile
islamiyet'i mi kastediyorsunuz?”
"O sizin verdiğiniz isimdir. Ben size son çağın dininden söz ediyorum....
Örgütlü inanç toplumlarından
bireysel iman çağına geçiş zamanından....”
Gönül:
“Böyle bir zaman mı gelecek?”
“Geldi bile. Artık bireysel
inanç çağına girildi. Çünkü bireyin inancına ipotek koyma imkanı kalmadı.
Sizler de tıpkı insanlık ailesi gibi daha da özgürleşeceksınız. Ama ne yazık ki
bu özgürlük aynı zamanda sonun başlangıcı olacak. Çünkü Yaratıcı’nın hoilanmadığı
tek şey, nankörlük ve evrensel şamatadır.”
“Peki islamiyet artık
iktidar olmayacak mı?”
diye sordu Bilge.
“Siz iktidardan ne
anlıyorsunuz?”
“Yani devlete hakim olup islam'ın
kurallarını uygulamak!”
“islam'ın kurallarını
uygulamak için neden iktidarı ele geçirmek gerekiyor?”
“Hocam, bu hep böyledir.”
“Son Mesajcı öyle mi yaptı?
"Hz. Muhammed (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) aynı zamanda bir devlet başkanıydı”
“Yani dini yaymak için önce
devlet başkanı mı oldu?”
“Hayır ama güçlenince
devleti de kurdu.”
“iki şeyi birbirine karıştırmayın.
'Son Mesajcı'nın konumu farklıydı. O bir peygamberdi ama aynı zamanda kendi
dönemi için iyi bir yöneticiydi. Sizin ifadenizle iyi bir askerdi....
O, mesajcı olmasaydı da iyi
bir yönetici olurdu....
Her mesajcının yönetici mi olması
gerekiyor?
Bu yanlışı yapmayın. Yüz
binlerce mesajcı geldi, sadece üç beş tanesi aynı zamanda iktidar mevkilerini işgal
etti. Musa'ya bile halkını idare etme yetkisi verilmedi. Üstelik o aynı zamanda
dünyevî bir kurtarıcıydı.”
“Bu ne anlama geliyor?”
“Dinin iktidar olmak derdi
hiçbir zaman olmadı anlamına geliyor. insanlara inancı aktarmak farklıdır, yaşadığın
ortamı inancına göre düzenlemek farklıdır. Ben iktidarı zorla ele geçirip,
inancı uygulayacağım, demek daha farklıdır....
Dinin böyle bir derdi yok.
Dini size gönderenin de.”
“Ama hocam yıllar boyunca islam
topluluklarını yönetenler aynı zamanda halife yani dinin başı idiler..”
“Dinin başı Allah'ın size
gönderdiği mesajdır, yani sizin deyiminizle Kuran'dır ve onu anlamanızı
sağlayan Mesajcının yorumlarıdır." Gönül:
“Hocam peygamberlerin yorumlarının doğru olmama ihtimali var mı?”
“Hayır ama söylemediği halde
ona dayandırılan sayısız yorum var.”
“Sahi hocam uydurma konusuna
gelmişken uydurma hadislerden de söz ediliyor. ğu sıralarda moda haline geldi.
'Sadece Kuran'a bakalım. Hadislere takılıp kalmayalım.' diyorlar.”
“Bir sözün Elçiye ait olup
olmadığını nasıl anlıyorsunuz?”
“Bilemiyorum!”
“Bu, henüz fikrî derinlikte
olgunlaşmadığını açığa çıkaran bir yanıt. Eğer evrenin tek gerçeğinin Yaratıcı
ve O'nun gönderdiği Mesaj olduğunu bilseydin, bunun cevabını da bilirdin. Çünkü
saf bilgiyi kavramış biri için ölçü Yaratıcı’nın Son Mesajı'dır. Eğer El çi'ye
dayandırılan söz, ilahî Mesaj'ın ruhuna aykırı ise o sözü elçiye isnat etmek
iftira olur." Bilge:
“Öyleyse, dini bizden daha iyi bildiklerini var saydığımız geçmiş
bilginler niçin böyle bir yola başvurdular?”
“Böyle bir yola başvurmadılar.
Onu hazır buldular. Dinin ruhuna asla uymayan saltanat yönetimini yönetim
biçimi olarak benimseyen saf bilgiden habersiz, yöneticiler, iktidarlarını
güçlendirmek için insanların en soylu zaafları olan inancı kullandılar. Böylece
din, iktidarı elinde tutanların, inanç da dahil hayatın her alanını kontrollerinde
tutmak ve saltanatlarını güçlendirmek isteyenlerin emirleri doğrultusunda bu
anlayışı kazandı.”
“Hocam inanın kafam çok karıştı.”
“Doğrudur, çünkü kafan şablonlar
ve önyargılarla dolu. Bunları kaybedince inancın da uçup gidecek gibi gelir.
Oysa bizim asıl çabamız da sizi o şablonlardan ve o önyargılardan kurtarmaktır.
Hak din sizin bu şartlanmışlıklarımz yüzünden Son Mesaj'ın kınadığı 'atalar
dini' haline geliyor. O duvarları yıkmadıkça inancın saflığına ve hakikate
varamazsınız....
Peki başka ne tür yaklaşımlar
var?”
“Bir grup da var ki, 'geçmişi
olduğu gibi korumak esastır.' diyor. Hayatın getirdiği her yeniliği bid'at diye
reddediyorlar ama zamanla bakıyorsunuz ki, bid'attır dedikleri şeyi sistemli
olarak kendileri yapıyorlar. Faiz haramdır diyorlar, bakıyorsunuz, banka kurmuilar.
Sigorta haramdır diyorlar, sigorta şirketleri kuruyorlar. Müziğin her türlüsü haramdır
diyorlar, sonra kurdukları televizyonlarda her türlü estetiksizliğe çanak tutuyorlar.”
“Geçmişi, daha doğrusu Son
Elçi'nin zamanındaki doğru anlayışı muhafaza etmek elbette mühim. Son Elçi 'Sizin
en Hayırlınız benimle birlikte yalayanlardır, sonra sonrakiler gelir, sonra
sonrakiler gelir....
' diyor.”
“Yani onlar mı hakli?”
“Onu demek istemedim.
Kaynağın saflığının korunması gerektiğini söylüyorum. Ama hayat daima
tazelenir. 'Ben her anda bir şandayım.' dedığıne göre asıl Yaratıcı, hayatın
gelişmelerle ve değişmelerle dolu olduğunu hatırlatır. Bu gelişmelere ve değişmelere
ayak uyduramazsanız, kendinizle birlikte, sahiplendiğiniz iddiayı da
zedelersınız. Özellikle bu zamanda, dinin savunuculuğunu yapanlar, insanlardan
asla herhangi bir talepte bulunmamalidirlar, insanlardan bir şey talep edip
sonra da onlara hizmet vermeye kalkiştiğinizda onlar, size verdikleri para
karGiliğinda, sizden cenneti isterler. Bu da dine verebileceğiniz en büyük zarardır."
"Hocam inanın sizi dinlerken hiçbir zaman kafam bu kadar karışmamıştı.
Hiçbir sohbetimizde bu kadar yorulmamıştım." dedi Bilge....
"Bak Bilge, iki şeyi
birbirine karıştırmak tehlikelidir. Sizin şeriat dedığınız şeyle din birbirinden
farklıdır. Din tekdir ama şeriatlar toplumlar miktarinca değişir." Salonda
bir sessizlik hakim oldu....
Aslında konuşma Bilge'yi de
Gönül'ü de yormuştu. Anlamakta ve algılamakta güçlük çekiyorlardı....
Daha doğrusu birçok
doğrularının yıkıldığını görmekten bir tür yorgunluk duymuilardı. SinHa, iki
elini uzattı ve alınlarına koydu. Her ikisi de sanki derin bir uykuya yattıktan
sonra uyanmışçasına zindelik kazandılar....
SinHa sözüne devam etti:
“iki tür kurallar manzumesi vardır. Bunların birincisi, Tevrat, incil
ve Kuran ile bildirilen sözlü kurallardır. Diğeri ise, hiçbir yazılı kayda
dayanmadan sizin doğa dedığınız evrende bulunan kurallar, kanunlar ve
pratiklerdir. Onlar da tıpkı ayetler gibi haktır ve geçerlidir....
Birincisi sizin insanlar ve
türler arası hareket tarzınızı, diğeri ise sizinle çevre arasındaki diyalog ve
ilişkilerınızi düzenler. Birincisine uymazsanız, 'günah' işlemiş olursunuz. Diğerinin
kurallarına uymazsanız, hayatın nimetlerinden mahrum kalırsınız, ikisi de asla
ihmale gelmez. Sözlü kurallar, evreni daha iyi tanımanıza, evren ise sözlü
kuralların hakikatini iyi anlamanıza yardımcı olur....
ikisi birden size
Yaratıcı’nın kullandığı dilin gizemini verir....
Onu gerçek mahiyetiyle anlamanızı
sağlar." SinHa devamla:
“Başka ne gibi anlayışlar var?”
diye sordu. Bilge:
“Bir kısım da var ki biz onlara tarikatçılar diyoruz. Onlar mümkün
olduğunca kendilerini kamufle ediyorlar. Evrat çekiyor ve kendilerine has
zikirler yapıyorlar.”
“Evrat ve zikirle neyi
kastediyorsun?”
“Müzik veya ritim eşliğinde
veya tefekkürî anlamda Allah'ın bazı isimlerini tekrar edip duruyorlar.”
“Peki sen nasıl
değerlendiriyorsun onları?”
! 226 I "Ben
yaptıklarını kınamıyorum ama sanki bu zamanda bu tür yaklaşımların uygun düşmedığıni
düşünüyorum.”
“Allah'ı anmak mı, bu anışla
birlikte ritim, müzik gibi araçlar kullanmak mı sana garip geliyor?”
“Çok muhtelif zikir tarzları
var. Kimisi ayakta sallanarak, kimisi müzik ve tef çalarak kimisi vücudunu Gişleyerek
Allah'ı andıklarını sanıyorlar. Bunlara gerek yok gibime geliyor.”
“Neden?”
“insanlar onların hallerini
görerek dinden soğuyorlar”
“Peki Allah'ı anmak niye ürkütüyor
insanları?”
“Aslında tam bilemiyorum.
Belki tarikat isminden ürkütüldüğürıüz için bize öyle geliyor....
Bu zamanda sadece kalp ayağı
ile yürümek, inancın harici delillerini görmezlikten gelmek insanları tatmin
etmiyor. Çünkü bu zaman akıl ve ispat zamanı. Hükmünü akla ispat ettiremeyen
rağbet görmüyor.”
“Peki insanların akılları
gözlerine inmişse ve sadece gördüklerine inanabiliyorlarsa bu onların problemi
değil mi?
Görülmediği halde varlığını
reddedemedığınız sayısız varlık var. işte ben! Sen beni başkalarına nasıl
anlatacaksın ve varlığımı nasıl kanıtlayacaksın?”
“Ben sizden hiç söz
etmiyorum ki....
Söz etsem bana da kaçık
derler. Hem de başta inanan insanlar olmak üzere.”
“Demek ki akıl yeterli
değil.”
“Öyle ama sadece kalp de
yeterli gelmiyor. Çünkü kalbin egzersizleri tespit edilip tekrarlanamıyor. Ama
aklın eserleri tekrarlanabiliyor. Tekrarlanamayan şeye ilim demiyorlar şimdi."
SinHa uzun sayılacak bir süre sustu. Dikkatle Bilge'ye baktı....
"Siz insanlar çok şeyınızi
kaybetmişsınız....
Bak, sana zikrin ve evradın
sırrını anlatayım. Bu âlemde gördüğün bütün gelişmeler bizim katımıza ulaşan
pozitif ve negatif enerjilerınızle düzenleniyor. Negatif alandaki bir insan
samimi çalışmalar yapsa Allah onun da arzusunun tahakkukunu istiyor ve onun
isteğini yaratıyor. 227 Anlıyorsun
değil mi?
işin özü samimiyet. Çünkü
sizin arzularınız ve eylemleriniz, bizim reddetmeyeceşimiz talepler olarak bize
aktarılıyor ve biz de onları yapıyoruz. Bütün sözler, davranışlar, etkinlikler,
çabalar, dualar, zikirler ve evratlar her gece toplanıp arz edilir. Bu
eylemlerin içeriğine bakılır. Yürekten samimi yapılanlar kabul edilip gereği
yapılır, diğerleri reddedilir veya beklemeye alınır....
Çatışan talepler âlemi örnek
terazisinde tartılir. Hangi tarafın metaı ağır basarsa yeryüzünde de onların
istediği icra edilir....
Dolayısıyla sizin yaptığınız
dualar, ibadetler ve zikirler çok ama çok mühim. Özellikle samimi dua ve
zikirler. Alemin devamı tamamen bu pozitif enerjilerin devamına bağlıdır. Eğer
dua ve ezkâr bitse Yaratan, bu âlemin devamına son verir.”
“Nasıl yani?”
dedi Bilge.
“Biz dua etmezsek, bu âlem
harap mı olur?”
“Tam da öyle. Eğer insanlar
kulluk yapmasa, 'Son Mesaj'ın hayat üzerinde etkisi kalmasa bu iş biter....
Çünkü insan âlemin ruhu
gibidir. Her bir insan, büyük bir insan farz edilebilecek olan şu âlemin yani
evrenin bir beyin hücresi gibidir. Pozitif enerji üreten insan sayısı kadar
sağlıklı hücre var demektir. Sağlıkli hücreler beyinde çoğunluğu kaybettiği
zaman bu âlem sekarâta başlar; beyin fonksiyonları durmuş insan gibi yavaş yavaş
ışığını kaybeder.”
“Yani ölür mü?”
“Sizin deyiminizle evet”
“Peki şu anda inanan, yani
pozitif enerji üreten insan sayısı daha mı çok ki âlem devam ediyor.”
“Elbette!”
“Hocam nasıl olur?
Müslümanların hepsi sayılsa
bile, ortalama insan nüfusunun beşte birini ancak oluştururlar.”
“işte yanlişınız burada. Siz
sadece Müslümanları inananlar ve pozitif enerji üreten varlıklar sayıyorsunuz.
Sizin Hıristiyan veya Yahudi dedığınız yahut bunların dışinda kalan insanlar
Yaradan'a i 228 nanmiyorlar
mi?
Allah her topluluğa elçi
gönderdi. Evet onlar elçilerin getirdiği mesajı bozdular, deforme ettiler ama
ruhu devam ediyor. Çünkü inanmanın özü Yaratan'ı bilmek ve ölüm ötesi yaşama
inanmaktır. Yani yeniden dirilmeye. Bir insan gerçekten bir Yaratıcı’nın
varlığını kabul ediyor ve yeniden dirilmeye inanıyorsa o bir mümindir....
isterse herhangi bir elçinin
yolunda gitmiyor olsun.”
“Hocam siz ne diyorsunuz!
Yani Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyen inançsız sayılmaz mı?”
“Hayır! Hıristiyanlar veya
Yahudiler ya da diğer dinlere tabi olanlar Yaratıcı'yı veya peygamberlik
müessesesini inkar etmiyorlar ki!.. Sadece onun sıfatları konusunda hata ediyorlar....
günah işlemek ise ayrı şeydir.”
“Yani bir insan Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsa biz onu mümin mi kabul edeceğiz?”
“Senin kabul etmen veya
etmemen seni bağlar. Ama bizzat Son Elçi böyle kabul ediyor?”
“Nasıl yani?”
“Bir gün Son Elçi 'Kim
Allah'tan başka ilah olmadığına inanırsa cennete girer.' buyurdu. Yanında
bulunan bir bağlısı sordu 'Muhammed Allah'ın elçisidir, demese de mi?
' O da 'Evet' dedi. O zat, nerede ise bu söze kızacaktı. Oysa Son
Elçi ona tam da bu hakikati vermek istemişti." Gönül:
“Biz ne kadar dar düşünüyormuşuz" dedi. SinHa, Gönül'e:
“Sen hakikati hemen kavrıyorsun. Ancak diğer elçileri kabul eden
birinin son elçiyi reddetme sebebine dikkat etmek gerekir. Eğer bu bilinçli bir
reddediş ise, o insan peygamberlik kurumuna da şüpheyle bakıyor demektir ki o
zaman mümin sayılmaz. Ama bunu kendi dinine duyduğu sevgiden veya eksik
bilgiden yapıyorsa onu inançsızlar sınıfına koymak yanlış olur." dedi. Bilge,
Sinha'nın Gönül'e iltifat etmesine üzülür gibi oldu ama bunu yansıtmamaya çalıştı.
SinHa onun içindeki dalgalanmayı gördü ve Bilge'ye:
"Sen gereğinden fazla bilgiyle donatmışsin kendini. Ve hepsi
de şartlanmalı bilgiler. Benim amacım seni onlardan kurtarmaktır. O zaman
şendeki bilgi saflaşır ve hikmetin özüne ulaşırsın....
insanları kınamak da aklına
gelmez." SinHa bir süre hiçbir şey yapmadan Bilge'ye baktı. Sanki onu
hipnoz altına almıştı. Bilge, bir boiluğa düşüyormuş gibi irkildi. Gerçekten
koltuğa oturup oturmadığını anlamak için iki eliyle oturduğu koltuğu yokladı....
Tam da boiluğa düşmüşçesine dalgınlık
içindeyken, SinHa ona bir soru yöneltti:
“Sence bu cemaatlerin hangisi haklı, hangisi haksız?”
Bilge:
“Bütün bu konuşmalardan sonra ne diyeceşimi bilemiyorum
hocam." dedi. Söze Gönül girdi:
“Benim anladığım şu ki; hiç biri ne tam doğrudur, ne tam yanlış.
Daha doğrusu iyi tarafları çok ama yanlışları da var. Ama bu yanlışlar bizim
bulunduğumuz konumdan görünmelerine endeksli. Biraz da bizim onları önyargıyla
değerlendirmemiz var işin içinde....”
“Kızım senin bu çocuğa ana
olarak seçilmiş olmanın hikmetini şimdi daha iyi anlıyorum." Gönül yapılan
övgüden dolayı mahcup oldu. Bilge ise gururlandı. Böyle yüreği hakikati kavramaya
açık bir kadını kendisine eş olarak takdir ettiği için Allah'a şükretti....
SinHa:
“Eğer siz birbirınıze insafla bakacak olsanız göreceksınız ki, her
bir cemaat diğerinin ihmal ettiği işi tamamlıyor. Her bir cemaatin şahsı
manevîsi, küllî olan inananlar cemaatinin şahsı manevîsini oluşturan manevî
olgun kişiliğin bir vazifesini görüyor. Hepsinin hizmet ve gayretleri, sonuçta
o muazzam ve kamil manevî şahsiyetin sıfat ve fiilleridir. inananlar bir beden
gibidir. Bedenin her bir organının başka görevi ve hareket şekli var. El tutar,
ayak yürür, kulak duyar, göz görür, saç ve kirpik korur....
El, ayağa bakıp, 'O da niçin
benim gibi tutmuyor?
' derse haksızlık yapmış olur. Keza kulak, gözün işitmedığıni ileri
sürerek yaptığı işlerin yanlış olduğunu savunursa, haksızlık yapmış olur. Tabi
bir fiil veya inanç size gelen ilahî Mesaj'in açık hükümlerine aykırı ise o başka.
O zaman da sadece o fiili eleştirebilirsınız. Tabi kanıtlarıyla ve insafla....
Bir yanlış hareketten dolayı
bir cemaati bütün üyeleri ve hizmetleriyle reddeder veya yanlışlıkla itham
ederseniz büyük bir zulüm işlemiş olursunuz. Bu da sizi ilahî adalet nezdinde
cezaya çarpıtılacak varlıklar konumuna düşürür. Niçin başınızdan belaların
eksik olmadığını hiç düşündünüz mü?”
“Belalar bu yüzden mi başımıza
geliyor?”
“Çoğu kere. Tarafgirlik
inananlar için en tehlikeli şeydir. Siz önyargılarınızla ve elınızde gerçeğe
dayak bir kanıt da olmaksızın karşınızdakini sadece size ve düşüncenize uygun
hareket edip etmemelerine göre yargılarsınız. Üstelik kullandığınız ölçünün
doğru olup olmadığını bilmeden....”
Bilge:
“Yani biz olaylara kendimizi ölçü alarak baktığımız için mi hata
ediyoruz?
"Elbette. Ölçü sen
olduğun takdirde birileri mutlaka sana göre yanlış veya doğru konuma düşer.
Halbuki sen de yanlış içinde bulunuyor olabilirsin. Tabi bunun çok daha tehlikeli
bir şekli vardır ki asıl bela o.”
“Nedir o bela?”
“Sizin siyaset dediğiniz,
inananları sınıf sınıf, bölük bölük, grup grup parçalayıp birbirine düşman
eden, birbirine karşı ilgisizleştiren şey.. Bu, bir müthiş hastalıktır. Sizi bu
evrende yıkıma götürecek tek şey odur. Aranıza soktuğu nifak yüzünden
taraftarınız olan bir münafığı size taraftarınız olmayan bir veliden daha
sevimli gösterir." Gönül:
“Hocam inanın bu hallerin hepsini yaşıyoruz.”
“Ben sizden biri değilim.
Sadece bana verilen hak bilgi ile halinizi tahlil ediyor ve görüyorum.
Birbirinize karşı bu kadar insafsız hareket ettiğiniz halde, sizi
inançlarınızdan dolayi hor görerek yok etmeye çalişanlari rahatlikla bağışlayabiliyorsunuz."
Bilge: 231 "Bu doğru hocam. Biz inananlar
birbirimize göstermediğimiz yakınlığı Yaratıcı ile ilgisi olmayanlara daha
cömertçe sunuyoruz.”
“Onananların bu fevkalade
safderunluğu, dehşetli canileri bile alicenap şekilde affetmesi, bu zamanın
anlaşılmaz bir belası....
Nice inanan var ki, sayısız
günahlar işlemiş, binlerce, yüz binlerce insanın hukukunu çiğnemiş, zulmü
meslek edinmiş bir münkirde gördüğü küçük bir iyilikten veya görünür bir güzel
özellikten dolayı onun bütün cinayetlerini affeder, görmezlikten gelir. Ama
inanan bir insanı yüz güzel özelliğine karşın bir tek hatasından dolayı
büsbütün siler, yok sayar....
O zalimin mesleğine ve işlerine
taraftar olur. Aslında azınlığı teşkil eden o zalim münkirler, onlara
taraftarlık gösterenler veya sessiz kalarak yaptıklarını onaylayanlar sayesinde
çoğunluk olur. Böylece ancak çoğunluğun hatası sonucu meydana gelen umumî
belaların sürmesi için ilahî kadere fetva verdirirler. O zulüm halinin
Giddetlenerek sürmesini sağlarlar....
işte şu anda dünyanın yaşadığı
durum budur. Böyle giderse ya yok edilirsınız ya da kendınıze gelinceye kadar
başınız belalardan kurtulmaz....
Çünkü siz siyaset ve çıkar
öncelikli yaklaşımlarınızla zalimlere taraftar oluyor, böylece de 'Biz bu
hallere müstahakız!' demiş oluyorsunuz."
GÜNLERiN SONU
"Hocam bugün çok tuhaf konuluyorsunuz. Bize hiç de iyi bir
gelecekten söz etmiyorsunuz." dedi Gönül.
“Ben size iyi bir gelecekten
söz etmek için gelmedim. Hiçbir zaman da bunu söylemedim. Ben size hakikat
bilgisini aktarmakla yükümlüyüm. Onu doğru uygulamak veya uygulamamak ise sizin
işınız. Ben saf aynayım. Size kendi gerçeğinizi gösteriyorum. ğu anda yaptığım
da kalplerinizi karartan ve sizleri birbirinize düşman e den öğeleri
anlatmaktan ibarettir. Sizden önceki toplumlari, kaybolmuş medeniyetleri,
kendilerine dair iz bile kalmamiş atalannizi düşünün....
Onlar da sizin gibi
toplumlardi. Hirslari ve çikarlari uğruna gerçekleri kabul etmeye yanaşmadiklari
için evrensel kudret onları kendi inatları ile felakete götürdü. Yani her
topluluk ve medeniyet kendi sonunu hazırladı....”
“Kıyamet de insanların
eylemleri sonucu mu kopacak?
..”
“Kıyamet mi?”
“Evet, kıyamet." diye
vurguladı Bilge....
"Haa kıyamet! Sizin
kıyamet dedığınız şey bu kürenin ölümüdür. Hızın durduğu yere, eşyanın da ulaşması
anı. Evet. Zaten siz daha önce de kıyametler yaşadınız. Hatırlamıyor musunuz?”
“Kıyameti nasıl yaşamış
olabiliriz?
Kıyamet yaşamış olsak yaşamamız
mümkün olur muydu?”
“Sizin atalarınız, bu küreye
gelmeden önce başka kürelerde de testten geçirildiler. Aslında sizler evrenin
en kudretli ve en donanımlı varlıklarısınız. Nedense hep yanlışları talep
ediyor ve hayrınızı ister gibi serlere koşuyorsunuz....
Mamafih bu sizin mukadderatınız....”
"Nasıl yani?”
“Bu evrendeki hiçbir şey
sonsuza kadar yaşamak üzere formatlanmadı. Bütün gördüklerınız sizin
tabirınızle bir demostrasyondan ibarettir. Yani kısa süreli bir gösteri....
Her programın içinde onu bir
gün imha edecek programcıklar vardır.”
“Bilgisayar programlarındaki
virüsler gibi mi?”
“Evet ona benzer. Hani bazı
programlar vardır. Serbest kullanıma açılırlar. Ama siz vaktinde ücretini
ödemezseniz, içindeki gizli program harekete geçer ve o programı kullanılmaz
hale getirir....
şimdi sizin yaptığınız da o.
Yani cehalet ve inatlaşmalarla daha uzun süre kullanılabilecek bir programı,
içindeki virüsleri açığa çıkarmaya zorluyorsunuz. Tıpkı en az dört beş yüzyıl dayanabilecek
şekilde yapılandırılmış bedenınızi ancak yüz yıl kadar ayakta tutabildığınız
gibi....”
“Hocam kıyamet sadece
insanın hatası sonucu mu kopacak?”
“Tam öyle değil. Yani bu küre
önünde sonunda ölecek. Sizin deyiminizle kıyamet kopacak. Ama siz onu hızlandırıyorsunuz.
Normal zamanını tamamlamadan programın kendisini kilitlemesine neden
olabilirsınız. Bu sadece sizin bulunduğunuz alanla ilgili bir problem.”
“Hocam kıyamet aşağı yukarı
ne zaman kopacak?”
diye sordu Gönül....
"Bu dünyanızın yok
olmasını mı kastediyorsun, bütün evrenin sonunu mu?
"Kıyameti soruyorum,
hangisi kıyamet?”
“ikisi de. Sen öldüğün zaman
zaten senin için de kıyamet kopmuş olacak.”
“Peki dünyamız ne zaman yok
olacak?”
“Bu dünyanız ile âlemin
yokluğu beraber gerçeklenecek. Daha öncekiler birer duraksam a idi.”
“Hangi öncekiler?”
234 "Daha önce tükettiğiniz gezegenler. Onlar
için kıyamet koptu. Ama gördüğünüz gibi evren hâlâ devam ediyor.”
“Neden bu son küre?”
“Nedenini ben de bilemem.
Bizim elimizdeki veri bu. Ama O, dilerse yine uzatir. Ne zaman işi bitireceğini
O bilir. Aslında iş olup bitmiş de siz ve biz 'ol ve öl'ün çarpılmasından doğan
küçük tınıları yaşıyoruz.”
“O zaman bu tını ne kadar
daha sürer diye sorayım?”
“Ben size tahmini bir zaman
verebilirim. Ancak bu konuda kimsenin elinde net bilgi yoktur. Bu, evrenin ana
belleğinde kaydedilmiş şifreli bir bilgidir ve Yaratıcı'dan başkasının o
bilgiye ulaşma yetkisi ve gücü yoktur....”
“Ama bazıları kıyametle ilgili
tahminler veriyorlar.”
“Kıyametle ilgili
tahminlerde bulunanların çoğunun bilgisi, kendi süj elerinden kaynaklanır.
Bunlar da iki kısımdır. Bir kısmı içsel duyularıyla bunu algıladıklarını sanırlar,
bir kısmı da ilahî mesaj lardaki şifreleri çözerek bazı tahminlerde bulunurlar.
Ama hiçbirisi kesin doğruları içermez. Çünkü bu evrenin en değişmez sabitesi
’değişim', en belirgin gerçeği ise 'belirsizlik'tir. Bir başka yanılgı daha var
tabii....
"O yanılgı nedir hocam?”
“Sizler Yaratıcı'yı, ya
kendi özelliklerinizle algılıyorsunuz, ya da onu bir 'ilk sebep' gibi görüyorsunuz.
Oysa O, her saniye evreni yemden organize eder....”
SinHa uzun bir süre sustu.
Bu arada Gönül, oturduğu yeri değiştirdi. Uykusunu bastırmak için koltuktan kalkıp
sandalyeye oturdu....
SinHa:
“işte ben de bundan bahsediyorum." dedi. Bilge:
“Bu dediğiniz ne?”
“Gönül koltuktan kalkıp
sandalyeye oturdu. Bunu yaparken bu hareketinin evrende nasıl bir değişim
yaratacağını hiç düşünmedi. Oysa bu hareketi, senin ve onun hayatında ve tabi
ki çocuğunuzun hayatında binlerle ifade edilebilecek devinim ve değişime neden
olabilir. Çünkü her eylem ve hareketin sayısız sonuçları ve o sonuçlara göre değişen
sayısız yaşam biçimleri vardır....
işte Yaratıcı, sizin
hareketlerınızle değişen verileri sürekli kontrol ederek, sonuçlarıyla oluşan
hayat tarzlarını programın bütünü içine yerleştirerek evreni yeniden kendi
mihverine oturtur....”
“Hocam bu konuyu biraz daha
açabilir mısınız?”
“Sen 19 yaşındaydın. Üç
arkadaş Kaz Dağı'na ava gitmiştınız. Arkadaşının tüfeğinden çıkan kurşun tam başına
isabet edecekti ki ayağın takılıp sendeledin. Kurşun enseni yalayıp geçti.
Hatırladın mı?”
Bilge bir anda o güne gitmiş
gibi oldu ve titredi:
“Hocam, ben o arkadaşın bana şakadan nişan aldığını ama elinin kaza
sonucu tetiğe dokunduğunu sanmıştım. Gerçekten öyle miydi, yoksa bir kasıt var
mıydı?”
“Bu şimdi neyi değiştirir?”
Bilge sustu....
Sonra SinHa sözünü sürdürdü:
“Eğer o gün sen ölseydin, ne Gönül ile karşılaşırdın, ne çocuğun
olurdu. Senin hikayen orada biterdi....
Oysa bugün senin etrafında
kurulmuş bir dünya var; karın var, çocuğun var. Ve tabi daha da gelecekler.
Onların da sayısız çocukları ve âlemleri olacak....
işte o kurşunu sana isabet
ettirmeyen kudret, bütün bu hayatların geleceğini, o anda tasarladı.”
“Bütün bunlardan neyi
anlamamızı istiyorsunuz?”
dedi Gönül:
“Yaratıcı’nın, her an ve her saniye bütün olayların ve davranışların
içinde varlığını görmenizi....
Daha da ileri gideyim. gu
anda benimle konuşurken, beni dinlerken, aklınızla kalbınız arasında sayısız
gidip gelmeler var. Kendi içınızde konuşuyorsunuz. Ben onları görebiliyorum....
işte o konuşmaların metnini
dahi yazan O'dur. Ama siz canım çekti, içimden öyle geldi der, işin içinden
çıkarsınız.”
“Ama o zaman insanın bir
inisiyatifi, bir sorumluluğu kalmaz ki!" 236 "Olur mu hiç?
.." dedi SinHa.
“Seçim yapan sensin....
Sizler bilgisayar
programları kullanıyorsunuz. Her program hazırlanmış bir yazılımdır. Hayat da
böyle; her olay, kader dedığınız her olay, evrensel bir yazılımdır. Ama seçim
size aittir. Neyi, niçin seçtiğınızi sadece siz kendınız bilirsınız."
SinHa bir süre sustuktan sonra Bilge'ye:
“Etrafında bir yığın kız varken, neden Gönül'ü seçtin?”
diye sordu....
"O bana diğerlerinden
farklı göründü." dedi Bilge.
“Nasıl farkli?”
“güzel, akıllı ve yumuşak....”
“güzellik, akıllılık ve yumuşaklığın
seçim nedeni olmasını n sence izahı var mı?
Belki bir başkası, onu hiç
de güzel, yumuşak ve akıllı görmüyor olabilir....”
“Tabi ki bu mümkün.
“Öyleyse senin bu
özellikleri tercih etmene neden olan asıl etken ne?”
“Belki de aldığım eğitim....
Veya ailemden aldığım
ölçüler....”
“Evet, işte istediğim yanıt bu....
Yani bir şeye yönelirken,
kendi tabiatınıza yüklenmiş verilerle karar verirsınız. Bunlar o kadar da ilahî
değil. Eğer ilahî olsaydı saf bilgiye dayanırdı. O zaman da hiçbir insan
yaptığı hiçbir işinden pişman olmazdı. Bir şeyden pişman oluyorsanız bilınız ki
işin öncesinde kendi şartlanmışlıklarınız geçerlidir....”
“Hocam şu kıyamet konusunu
bize biraz daha açabilir mısınız?”
“Size söyleyeceklerim, sizin
bileceklerınızden farklı olmaz. Ama ilahî mesajları iyi anlar ve şifreleri
çözebilirseniz, onun zamanını da belirleyebilirsınız. Örneğin 'şünlerin Sonu'na
dikkat edin....
"şünlerin Sonu ne demek?”
diye sordu Bilge.
"Sizin anlayacağınız benzetme ile Matrix'in bozulmaya başladığı
dönemdir.”
“Matrix dedığınız nedir?”
“Evren ve içinde bulunan
varlıkların kendi formatlarında kalmalarını sağlayan evrensel programdır.”
“Evrensel Program mı
bozulacak?”
“Evet, sizi belli kurallar
ve prensipler içinde tutan, yaşadığınız sanallığı reel gerçeklik olarak
algılamanızı sağlayan evrensel program bozulacak. Bu da kıyametin başlangıcı olacaktır.”
“insanlar Matrix'in
bozulmaya başladığını algılayabilecekler mi?”
“Evet, fakat fazla bir şey
yapma şansları olmayacak. Çünkü önemli olan Matrix'i hiç bozmamaktır.”
“Peki bu algılama nasıl
olacak?”
“işaretleri gelecek. Onu
bilenler bilecek. Dış ve iç dünyanızda sizi korumaya çalışanlar birer birer yok
olacaklar. Örnek olarak dış dünyanızı koruyan kalkanların artık ortadan kalktığını
görebilirsiniz. Delinen atmosfer tabakası bunun en bariz örneği. Aynı bozulma
iç dünyanızda da yaşanıyor. Belli başlı işaretler arasında insanlardan 'yetinme
duygusu'nun yok olmasını gösterebilirim, insanlar ne kadar çok kazanırsa
kazansınlar, sürekli daha çok kazanmak isteyecekler. Bu da insanların birbirine
olan saygı ve sevgi temellerini sarsacak." Bilge sözün arasına girmekten
kendini alamadı:
“Korkarım bu gerçekleşti. Etrafımızdaki insanların çoğunluğu bu ruh
hali içinde." SinHa Bilge'nin yorumunu belirtmesinden sonra sözlerini
sürdürdü.
“ikinci aşamada 'utanma
duygusu' yok olacak. Bu duygu Matrix'in en dış çerçevesidir. Utanma duygusunu
kaybeden insan yalnızca çevresine değil Tanrı'ya karşı da pervasız olacak ve
evrende 'kan dökücü, yıkıcı bir bozguncu' haline gelecektir. Bu da kısmen gerçekleşti.
238 Üstelik bu son derece önemli olduğu için Son
Mesaj'da da özellikle belirtilmiştir. Üçüncü adım 'koruma programı'nin yok
olmasıdır. Yani insanı başkalarının hukukuna tecavüz etmekten alıkoyan iç
kodlama1ar bozulacaktır bu aşamada. Başkalarının can ve mal varlığına saygı
duymayı sağlayan bu iç kodlar bir kez bozuldu mu artık insanlar hiçbir yasa
tanımazlar. Bu durum şimdilik sizde yüzde 50 oraninda söz konusu. Dördüncü aşamada
'güven şifreleri'nin zedelenmesi yer almaktadır. insanı tanrıtanımazlığa
yönlendirmekle görevlendirilmiş 'karanlık settiler', zedelenmiş güvenlik
Şifrelerini Matrix'in tamamını bozmak için kullanırlar. Böylece şünlerin Sonu denilen
etin etle ödeŞtiği, hiçbir yerde can ve mal güvenliğinin kalmadığı, herkesin sadece
kendi can ve mal güvenliğini koruma endiŞesine düŞtüğü dönem baŞlar.”
“Şyi ama Matrix'in
bozulmasına yardım için görevlendirilenler varsa, onun korunması için
görevlendirilenler de olmalı. Bütün bu olumsuzluklar aşamasında onlar ne yapacaklar?”
“ğu anda biz ne yapıyoruz?”
“Yani sizin göreviniz
Matrix'i korumak mı?”
“Evet. Çünkü Yaratıcı ile ilişkisi
kesilmiş her insan, Matrix'in , bozulmasına katkıda bulunan gönüllü
virüs programı gibidir. Biz sizleri mümkün olduğunca Yaratıcı'dan uzak düşürmeyerek
şünlerin Sonu başlamadan Matrix'in bozulan programlarını onarmaya çalışıyoruz. Çünkü
ana program bozulduğu zaman artık tamir edilmesi mümkün değildir. Ama biz pek
de başarılı olamıyoruz. Çünkü insanlar sizin şeytan dedığınız karanlık setrilere gönüllü
olarak yardımcı oluyorlar. Televizyonlarınız, gazetelerınız, radyolarınız ve
bilgisayar iletişim sistemlerınız artık onların gönüllü yardımcıları gibi çalışır
hale gelmişler. Matrix'i tahrip edecek negatif değerleri üretmeniz için sizi teşvik
ediyorlar. Siz bu oluşumlara gönüllü destek verdığınız için de bizim başarılı
olma şansımız gittikçe azalıyor.”
“Peki sizin başanh
olamamanız durumunda bizi neler bekli yor?”
“O zaman Mehdi ve Mesih
sahneye çıkar.”
“Mehdi Son Programcıdır. O
hem insanlardaki iç programların hem de evrensel Matrix'in bozulmuş olan bölümlerini
onarır. Karşı tarafın Matrix'e hangi yöntemleri kullanarak girdiklerini deşifre
eder ve onların etkilerini olumsuzlaştıracak programlar geliştirir. inançları
takviye eder. Matrix'in doğal korunması olan imana yönelebilecek şüphe ve
saldırıları bertaraf eder. Daha doğrusu yeni ve eski bütün Matrix metinlerini bir
araya getirerek o yazılım programlarının içine sokulmuş virüsleri ayıklar. Son sağlam
metinleri ve programı oluşturur....
Ondan sonra Mesih gelir.
Mesih, Mehdi'nin hazırladığı programı esas alarak Matrix'i onarmaya çalışır. Ve
bunu da başarır; ancak Matrix'in şifresi bir kez ele geçirilmiş olduğu için bu
onarımın kalıcı olması mümkün değildir. Nitekim Mesih'in müdahalesiyle Matrix
bir süre daha insanların yeryüzünde huzur içinde yaşamalarını sağlar. Ancak ne
yazık ki artık Matrix'in şifreleri garmuta'nın eline geçmiştir. Karanlık
settiler yakaladıkları ilk fırsatta yeniden Matrix'e girerek insanın evrendeki
güvenliğini sağlayan tüm programları yok edeceklerdir. Bu da sizin kıyametiniz
demek oluyor.”
“Mehdi ve Mesih ne zaman
gelir?”
“Mehdi geldi ve gitti. Mesih
ise gelmek üzeredir. Sizin takvimleriniz şu an hangi zaman dilimini işaret
ediyor?”
“Öyle ise Mesih de evrenin
rahmine düşmüştür." Bilge, kendinden geçmişti. Gönül ise şaşkınlıktan
küçük dilini yutacak durumdaydı. Her ikisi de darağacınin önünde ölüm sırasını
bekleyen mahkumların az sonra okunacak olan adını beklemesini andırır bir tedirginlik
içinde SinHa'ya bakıyorlardı. Gönül mırıltıyı andıran bir ses tonu ile sordu:
"Hocam ben kıyamet birdenbire olacak sanıyordum. Ama sizin
anlattığınız hayli uzun bir süreç. Bu durumda Kıyamet birdenbire değil de yavaş
yavaş mı kopacak?”
SinHa alabildığıne yumuşak
bir ses tonu ile yanıtladı:
“Yavaşlık size göredir. Yaratıcı bir şeye 'Ol derim o da olur.'
diyor. Siz, 'kopacak' diyorsunuz, O, ise, 'koptu' diyor....”
“Geçmiş zaman kullanmasını n
nedeni ne?”
“Bu konuya daha önce değinmiştik.
Sana bir örnek vereyim....
ğu anda saat kaç?”
Gönül duvardaki saate baktı
ve sorulan soruyu yanıtladı:
“20.30" ğu dakikada güneşin ışığı sona erse, siz bunu ne kadar
süre sonra fark edersınız?”
Bilge atıldı:
“8 dakika sonra!”
“Yani saat 20.38'i
gösterdiği anda. Demek ki siz, burnunuzun ucundaki bir olayı bile 8 dakika
sonra fark ediyorsunuz....”
“Bu neden böyle?”
“Çünkü sizin takviminizle
Yaratıcı’nın katındaki zaman, birbirinden farklidir. Yaratıcı’nın bir günü
sizin saydıklarınızla 50 bin yıldır. Sizin üç beş dakika dedığınız bir sürenin
O'nun zamanıyla ne kadar olduğunu hesap edin....”
Bilge:
“O zaman bizim ömrümüz bile dakikalarla ifade edilecek kadar
kısadır,”
“Elbette. Son Elçi'nin
sözünü hatırla. O, 'Sizin dünyadaki ömrünüz, hızlı koşan bir atla, bir ağacın
gölgesinden geçtiğiniz bir zaman kadardır.' diyerek size bunun izahını yapmıştı."
Gönül:
“Aman Allah'ım! Bütün kavga ve endişelerimiz bu kadarcık bir zaman
için mi hocam?”
“işte ona siz karar
vereceksınız." Bilge:
“Hocam kıyametin bilgisi gerçekten sizde de mi yok, yoksa söylemeye
memur mu değilsiniz?”
"ikisi de doğrudur....
Ama şu kadarını söyleyeyim, şu
andaki takviminizle, 2500 yılını bulamayabileceğinizi söylersek abartı olmaz.”
“Ondan sonra her şey bitecek
mi?”
“Bitme diye bir şey yok. Hem
bitmesi sizi niye ilgilendirsin ki?
Siz, zaten o kadar yaşamayacaksınız.
Niye onu dert ediyorsunuz?
Dikkat edin, dinî kitaplarda
'Kıyamet kopacak.' denmiyor. 'Kıyamet koptu.' deniliyor.”
“Yani kıyamet aslında koptu
da henüz biz farkında mı değiliz?
Bunun anlamı da bu mu?”
“Öyle de denilebilir. Çünkü
bir şeyin varlık sahasına çıktığı an, onun için sonun başlangıcıdır. Filiz
süren bir çekirdek, kendi kıyametini de başlatmış olur. Evren çekirdeğinin
filiz sürüp şekillenmesi de üç saniyelik bir zaman aldı. Her şey o anda oldu ve
bitti. Ondan sonrası, yok oluşa doğru atılan adımlardır. Ve Yaratıcı’nın bütün
bilgisi maluma tabidir. Sizin gelecek dediğiniz olayların tamamı, onun için
malumdur. Dolayısıyla onlara ait bilgiler gayb olmaktan çıkar....
şayb sizin için gaybdır,
yaratıcı için değil. Size göre bilmem kaç bin yıl sonra gerçekleşecek bir olay
onun için olmuş bitmiş olduğundan bilgisi de sarsılmaz ve yanılmazdır.”
“Kaderimize dair bilgisi de
öyle mi?”
diye sordu Gönül.
“Evet.”
“Öyleyse, Allah'ın
kaderimizi bilmesi ve 'Bu senin kaderindir.' demesi bizim onu yapmamızı zorunlu
kılan bir faktör değil, sadece hayatımızı nasıl yalayacağımızı bilmesinden
kaynaklanan bir bilgidir, değil mi?
"Bu bütün evren için
geçerlidir.”
“Peki biz hayatımızı yaşamakta
tamamen hür müyüz?”
diye sordu Gönül.
“Hayır. Tam öyle denilemez. Çünkü,
tam bağımsızlık sadece Yaratıcı'ya aittir. Siz ancak çerçevesi belirlenmiş
programlar içinde iradenizi kullanabilirsiniz." 242 "Örneğin?”
“Örneğin, siz herhangi bir
araç kullanmadan ancak bir, bir buçuk metre sıçrayabilirsiniz. Bu bir
sabitedir. Keza havasız ortamda yasayamazsınız. Bu da bir kaderdir. Bu bedenınızin
bir kaderidir ve bağlayıcıdır. Ruhu bağlamaz. Ancak beynınız aracılığıyla, bir
üst programa geçebilirsınız....”
“Nasıl yani?”
“Örneğin yapay bir atmosfer
oluşturarak Dünya'nın dışında veya su altında bedenınızi yaşatabilirsınız. Yer
çekimini, değişik araçlar kullanarak yenebilirsınız. Bu da sadece bir üst
programı kullanmaktan ibarettir. Ama ne yazık ki her üst program, bir alt programdan
daha dar imkanlar içerir. Yani siz bu bedensel form da oldukça her zaman
birtakım kısıtlamalar ve engellemelerle karşılaşırsınız ki bu da kader
çerçevesine girer. Kısacası her programın kendine özgü kuralları vardır. Bir
futbol sahasında oyun oynayan insanları düşün. Onlar her istedığıni
yapabilirler mi?”
“Hayır oyunun belli
kuralları vardır. Örneğin elini kullanma hakkı bir tek kaleciye aittir. Başkasının
oyun içinde topa eliyle dokunması yasaktır.”
“Dokunursa ne olur?”
“Kuralı çiğnemiş olur ve
ceza alır.”
“işte kader de böyledir....
Tamamen de bağımsız
değilsiniz. Kurallar çerçevesinde her türlü yeteneğınızi gösterebilir ve oyunu
en iyi şekilde oynayabilirsınız. Hepsi o kadar....”
Gönül, başını sallayarak o
ana kadar anlatılanları anladığını ima ettikten sonra:
“Peki hocam, herkes rolünü kendi mi seçer, yoksa bize roller biçilmiş
midir?”
diye sordu.
“Rol seçimi Yaratıcı'ya
aittir. Size düşen rolünüzü iyi oynamaktır. Ancak bu takdir o kadar gizlidir
ki, o rolü siz seçtiniz sanırsınız....”
“Kötü yola düşmüş bir kadın
için de bu geçerli mi?”
243 "Evet
ama az önce size Yaratıcı’nın takdirinin maluma dayandığını söylemiştim. Yani
kulun hangi rolü arzuladığını bilir ve ona göre takdir eder." Uzun süren
bu konuşma sırasında dışarda güneş tamamen batmış, gecenin karanlığı Gehrin
üstüne çökmüştü. Betül uyanmış yatağında mızıklanıyordu. Gönül'ün akh fikri Betül'deydi
ama sohbetten de ayrılmak istemiyordu. Gmdadına SinHa yetişti ve hayli uzun süren
sohbete son verdi:
“Bugünlük bu kadar yeter. Yeniden buluşmak üzere." dedi ve
kayboldu. Gönül hemen salonun ışıklarıni yaktı ve çocuk odasina Betül'ü almaya
gitti....
BEKLENMEYEN YOLCULUK
Bilge ikindi namazını kaçırmıştı.
Yaptıkları sohbetin buna neden olmasına anlam veremedi. Onları saf bilgiye ulaştırmak
için geldığıni söyleyen SinHa'nin niçin kendilerini uyarmadığını merak etti.
SinHa hakkında kuşkuya kapıldı, içinden, "Acaba yanlış mı yapıyoruz?”
dedi.
“Ruhanî olduğunu belirten
bir varlık ile olan beraberlişim beni nasıl namazdan alıkoyabilir?”
diye düşündü. Sayısız
tereddüt içinde ayağa kalktı. Namaz için hazırlığa koyuldu. Gönül kucağında Betül
ile birlikte salona dönmüştü:
“Namaz kılmadan bir mama yapsan ne olur?”
dedi Bilge'ye. Bilge kızdı:
“Zaten ikindiyi kaçırdık. Bari akşamı da kaçırmayalım."
diyerek lavaboya yürüdü. Gönül arkasından sözü yetiştirdi:
“Zaten sen hep böylesin! Ne zaman senden yardım istesem, hep ya
namaz kılacağın tutar, ya da duymazliktan gelirsin!" dedi. Bilge, tuhaf bir
sevinç yaşıyordu:
“Hoş geldin eski Gönül!" dedi. Ama yine de Gönül'ün son
sözlerini duymazlıktan gelmeyi tercih etti....
Gece sıradandı. Geç saatlere
kadar oturdular ama her ikisi de kendi âlemindeydi. Özellikle Gönül derin bir
kaygıya gömülmüştü. Bir süre kendi içinde sorgulamayı sürdürdükten sonra,
sonunda içindeki fırtınayı Bilge'ye aktardı:
“Ne olacak bizim halimiz bilemiyorum!" dedi. Bilge kastedileni
anlamazlıktan "Ne var halimizde, iyiyiz çok şükür! Geçiniyoruz. Maddi
sıkıntımız yok. iyi dostlarımız var, güzel bir yuvamız var."
Ben onu kastetmedim. Onananların halini düşünüyorum. Gerçekten
çevreme baktığımda, 'Bunlar iyi insanlar....
' denilecek dostlarımızı ve halimizi düşündüğümde irkiliyorum.
Bizler gibi insanların dünyaya bu kadar dalması bana hiç iyi gelmiyor." Bilge
kasvetli havayı dağıtmak için "Allah Kerimdir." dedi ve uyumak
istedığıni söyleyerek yatak odasına yöneldi. Pijamalarını giydi. Gönül de
Betül'ü yatağına yatırdıktan sonra yanına gelmişti. Yatağa uzandılar ama
ikisinin de gözüne uyku girmiyordu. Bilge, eşine biraz daha sokuldu. Gönül onu
geriye itti:
“Aklın fikrin ....”
dedi ve ekledi:
“Öyle zamanlar var ki helal lezzetler bile mekruh hale gelir. ğu
anda ben öyle bir durumdayım, beni rahat bırak." Bilge, içinden Gönül'le
tartışmasını sürdürdü. Bu şekilde ne kadar zaman geçtiğini bilemedi....
Kendisini uçsuz bucaksız bir
çölde buldu....
ikindi ile akşam arası bir
zamandaydı. Neredeyse akşam olacaktı ama hangi tarafın Doğu, hangi tarafın Batı
olduğu belli değildi. Sanki her taraf Batı, her taraf Doğu idi. Ne yana baksa,
sanki güneş oradan batıyormuş zannediyordu....
Bilinçsizce yürüyordu.
Aslında hangi yöne gitmesi gerektiğini de bilemiyordu. Her taraf çöldü. Bastığı
her yerde kum vardı. Çöl uzuyordu. Baktığı her yer çöldü. Kumlar altın tozu
gibi sapsarıydı, önce bunun, kaynağı belli olmayan ışığın renginden kaynaklandığını
sandı. Eline bir avuç kum aldı. Bu gerçekten altındı. Uçsuz bucaksız bir altın
çölünün ortasindaydı. insanlar bugüne dek burayı nasıl keşfedememişlerdi?
Çok uzaklarda bir vaha
görünüyordu, ö tarafa yöneldi. 'Belki orada bir rehber bulurum.' diye düşündü.
“Buraya nasıl düşmüştü ve
neredeydi?”
Bunu bir türlü kestiremedi....
Vahaya yaklaştıkça,
yığinlarca insanın bir yerde toplandıklarını ve bir şeyin etrafında halka
olduklarını gördü. Eski çağlarda putperestlerin yaptıkları türden bir tapınma şekli
sergiliyorlardı. Bilge kalabalığa iyice yaklaştı. Binlerce insan vardı. Hiç
kimse bir 246 diğeri
ile ilgilenmiyordu. Herkes, derin bir vecd içinde secdeye varıyor, doğruluyor, tekrar
secdeye varıyordu. Bütün insanlar yara bere içindeydi. Vücutlarından irine
benzer sıvılar akıyor, pis kokular yayılıyordu. Ama herkes halinden memnundu.
Üstlerine başlarına pislik sürüyorlardı. Hatta her taraflarına sürdükleri bu pislikleri
bir taraftan da iştahla yiyorlardı....
Bilge'nin şaşkınlığı her
adımda biraz daha artıyordu. Bilge iyice yaklaştı. Ortada, yüksekçe bir taşın
üstünde bir somun ekmek vardı. Herkes sanki o somuna tapıyordu. Bütün eller
somuna uzanıyor ama hiç birisi bir türlü ona ulaşamıyordu. Birden bir boru sesi
duyuldu. Herkes bulunduğu yere oturdu. Ceplerinden bir dilim ekmek çıkardılar. Yerdeki
pislikten üzerine bir parça sürüp yemeye başladılar. Öyle iştahla yiyorlardı ki
Bilge hayrete düştü, içi kalktı ve öğürmeye başladı....
Bu haldeyken uyandı.
Gözlerini ovuşturdu. Her şeyin bir rüya olmasına o kadar sevinmişti ki bunun
tarifi mümkün değildi.
“Aman ya Rabbi, bu nasıl
rüya böyle!" diye mırıldandı. Gördüklerine inanamamıştı. Bu ne anlama geliyordu?
.. Gönül'ü uyandırıp rüyasını ona anlatmak istedi. Saate baktı ve
bu fikrinden vazgeçti. Saat sabahın 4.30'uydu. Sabah namazına bir saat vardı.
Öyle dehşete düşmüştü ki korkusundan ne uyuyabiliyor, ne de yataktan
çıkabiliyordu. Susamıştı. Kalkıp mutfağa gitti. Bir bardak su içecekti. Suyu
bardağa doldurdu. Bardaktaki o insanların vücudundan akan irine benziyordu. Dehşetle
irkildi. Bardağı elinden düşürdü. Bardaktan dökülen irinimsi sıvı çoğalmaya,
odanın her tarafını doldurmaya başladı. Bilge büyük bir dehşet ve panik içinde
mutfaktan kaçmak istedi ama ayaklarını kıpırdatamıyordu. Sıvı çoğalmaya ve
yükselmeye devam ediyordu....
Bilge "Allah!"
diye bir çığlık attı ve yataktan fırladı. Onun çığlığı Gönül'ü de uyandırmıştı....
Hayretle daha önceki uyanmasını n da rüya içinde gerçeklettiğini
sandı. Zangır zangır titriyordu. Gönül onun halinden ürkmüştü. Bilge'yi
kollarıyla sardı.
“Yok bir şey canım! Geçti
merak etme! Kabus görmüş olmalısın." diye onu kendine getirmeye çalıştı. Bilge
sakinleşmişti.
“Çok acayip bir rüya
gördüm." dedi. O anda sabah ezanı okundu....
Saate baktı. Saat 5'i 20
geçiyordu. Saat onu kuşkuya düşürmüştü?
Gördüğü tek bir rüya mıydı
yoksa ilk rüyayı gördükten sonra yeniden dalıp başka bir rüya mı görmüştü, anlayamadı....
Ondan sonra hiç uyumadı.
Üstelik son derece yorgun ve bitkindi. Saatine baktı. Zaman bir türlü geçmek
bilmiyordu. Rüya tabircisi Mustafa Amca'nin iş yerine gelmesini bekliyordu. Ona
rüyasını yorumlatacaktı....
Televizyonun kumandasına
dokundu, rasgele bir kanal açtı. Reklamlar vardı, insanlar hızla bir bankaya
doğru koşuyorlardı....
Bankanın etrafında büyük bir
halka oluşturuyorlardı. Sonra ışığın içinden bir kadın çıkıyor, "Gelin,
gelin! Faizınıze faiz katıyoruz. En küçük paranıza bile repo imkanı
tanıyoruz." diyordu. Ardından kalabalıktan canhıraş bir bağıriş
yükseliyordu:
“Yaşa! Bravo!....”
Nedense rüyası ile bu reklam
arasında bir bağlantı kurdu....
"Acaba rüyamda gördüğüm
olay bu muydu?”
diye geçirdi. Sonra
birdenbire kendisinin de annesinden gelen bir miktar parayı bir finans kurumuna
yatırdığını hatırladı....
Acaba o da faize mi
giriyordu?
ilk defa düşünüyordu bu
konuyu. Sonra birdenbire onların da daima belli oranda kâr verdiklerini
hatırladı.
“Madem kâr ortaklığı
veriyorlar. Bunlar hiç mi zarar etmiyorlar?
Bu kadar iflaslar, yıkımlar
yaşanırken, finans kurumları neden hep kâr ediyormuş gibi banka faizlerinin bir
iki puan altında veya üstünde kâr veriyorlardı?”
ilk kez ayrımına vardığı keşfinden
dolayı irkildi "Tabi ya! Gerçekten kâra ve zarara ortak etseydi hangi Müslüman
parasını yatırırdı ki! Demek ki hepimiz gırtlağımıza kadar faize batmışız da
haberimiz yok. Daha doğrusu böylesi işimize geliyor." dedi. Saatin 9.30'a
geldığıni fark etti. Telefonla Mustafa amcayı aradı. Rüyasını anlattı. Telefondaki
ses rüyayı dinledikten sonra:
“Sen de mi?”
dedi. Bilge:
"Ben de ne?”
“Sen de mi paranı faize
yatırdın?”
Bilge şaşkınlıkla önce
"Hayır!" dedi. Sonra "Filanca finans kurumuna yatırdığım bir miktar
param var. O da faize girer mi?”
diye sordu. Mustafa Amca,
ona bir karşı soru yöneltti:
“Sana hiç, 'Bu yıl zarar ettik, kâr veremiyoruz.' dediler mi bugüne
kadar?
"Hayır, hep belirlenen
kân verdiler....”
“Hangi kurum hep kâr ediyor?
Hem de önceden belirlenen
oranda kâr! Böyle şey olur mu?
Senin rüyanda gördüğün o
insanlar bugünkü Müslümanlardır. Evet temize ulaşmayı murat ediyorlar ama
mevcut olanaklardan da ne pahasına olursa olsun yararlanmaya bakıyorlar. Ceplerinden
çıkardıkları ekmek parçaları kazandıkları helal paradır. Ama hepsi o helal
parasına murdarı katık ediyor....
Senin için de aynı tehlike var.
Allah seni sevdiği için uyarmış....”
“Peki ne yapacağız?
Bir işe yatırsak çar çur
olur. Birisine çalıştırması için versek korkarım ki üstüne yatar. Ne yapacak bu
insanlar?
Başka kapı yok ki!”
“Vallahi ben bilmem. Benim başımı
ağrıtacak kadar hiç param olmadı. Hem Allah, 'Size ticareti helal, faizi haram
kıldım.' diyor. Elbette ticaretin riski de olacak. Zaten bütün problemlerin başı
bu güvensizlik değil mi?”
“Haklısın." dedi Bilge
ama içi yatışmamıştı....
"Bak" dedi,
Mustafa Amca, "Yeryüzündeki bütün belaların, kargaşaların, sosyal
patlamaların iki kaynağı vardır. Birincisi 'Sen çalış ben yiyeyim.' kolaycılığı
ve zulmüdür, İkincisi ise, 'Benim keyfim yerinde ise başkası açlıktan ölmüş
bana ne!' mantığıdır....
Din bunların birincisini,
faizi yasaklayarak bertaraf etmiş, ikincisini ise 'zekatı farz kılarak' ortadan
kaldırmaya çalışmıştır. insanlık ise bugün birincisini ekonominin temeli yapmış,
diğerini ise görmezlikten gelmektedir....
Biz Müslümanlar da aynıyla bu
şablona uyuyoruz." 249 "Peki ne yapabiliriz?”
“Vallahi ben bilmem. Benim
yapabildiğim tek şey, 'Ya Rabbim, beni kendisiyle meşgul edecek parayı verme.'
diye dua etmektir.”
“Peki Müslümanlar hiç mi
zengin olmayacak, hiç mi ticaret yapmayacak?”
“Ben öyle bir şey demiyorum.
Elbette ki onların da hakkı var. Ama ceremesini de öderler....
Hem ben bu konuları bilmem ki!
Neden bana soruyorsun?
Senin Mahir Hoca ile aran
iyi. Ona sor. Ben cahil bir adamım!" Bilge, "Estağfirullah" dedi
ve ekledi:
“Zamanını aidimi Hakkını helal et! Telefonu kapattı....
Uzun süredir Mahir beylere
gitmediklerini, onların da gelmediğini hatırladı. Oysa en az on beş günde bir
gelir giderlerdi. Kendisi de hiç aramamıştı....
Saatine bir kere daha baktı.
Saat 10.00'a geliyordu.
“Uyanmışlardır, arayayım da
bugün bize gelsinler." dedi içinden. Sonra Gönül'ün fikrini almanın uygun
olacağını düşündü. Gönül, henüz uyanmamıştı. Mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya
koyuldu. Mutfaktan balkona açılan kapı açıktı. Bilge kahvaltı hazırlamak için
uğraşıyordu. Bu arada balkondan içeri giren bir kumruyu fark edince ürperdi.
Ürkütmemek için olduğu yerde kaldı. Bir ara nasıl olduysa göz göze geldiler.
Tepeden tırnağa irkildi Bilge. iradesizce "Ve aleykümselam." dedi. Hiç
alakası yokken Rahmi'yi hatırladı. Kumru olduğu yerde durarak öylece Bilge'ye
bakıyordu. Bilge daha çok ürperdi. Ani bir refleksle "Kışt!" dedi.
Kumru, biraz ileriye gitti ve durdu. Sonra tekrar aynı yere geldi.
“Hayırdır kumrucuk! Bana bir
haber mi getirdin?
Hayır mı getirdin şerle mi
geldin?”
dedi Bilge....
Kumru hafifçe boynunu büktü
ve Bilge'yi süzdü. Bilge bir kuştan korkabileceğini hiç düşünmemişti. Bir ara
mutfaktan çıkmak istedi. Ama ayakları
zemine adeta çakılıp kalmıştı. Bir adım bile atamıyordu. iki yaratık ilginç bir
şekilde birbiriyle bakışıyordu....
Telefon imdada yetişmeseydi
Bilge daha uzun süre orada öylece kalacaktı. Telefon çalınca, açmak için salona
geçti. Arayan kuzeni Harun'du. Harun selam verdikten sonra çok kısa konuştu:
“Acele gel Bilge, annen çok hasta, seni istiyor!" Bilge
beyninden vurulmuştu. Bunun anlamını iyi biliyordu ama kabul etmek istemiyordu.
Telefonu kapatır kapatmaz telaşla mutfağa geçti. Kumru yoktu....
Hemen yatak odasına koştu. Gönül'ü
uyandırdı:
“Kalk, annem çok rahatsızmış. Harun aradı, beni istiyormuş." Gönül,
hemen kalktı. Betül'ü uyandırdı. Apar topar ona mamasını yedirdi. Kendileri de
bir şeyler atıştırdılar. Gönül bu arada valizleri hazırlıyordu. iki büyük
valizi de indirmişti. Bilge, Gönül'e "Bu kadar hazırlığa gerek yok, tek valiz
hazırla. Fazla kalmam dönerim." dediyse de Gönül, hiç oralı olmadı. iki
valizi de tıka basa giyecekle doldurdu. Çocuğun da bütün ihtiyaçlarını
hazırlayıp bir başka valize yerleştirdi....
Bilge, "Ne yapıyorsun
sen?”
deyince, Gönül:
“Biz de geliyoruz. Hem sen tatil istemiyor muydun?
Gitmişken tatil de
yaparız." dedi. Bu arada gözleri doldu. Gözlerini, Bilge'den kaçırmaya çalıştı
ama Bilge fark etti. Bilge buna anlam veremedi ama bir şey de söylemedi. Ondan
sonra hiç konuşmadılar. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra taksi çağırdılar. şaraja
geldiklerinde saat 12.30'a geliyordu. Bilge "Neye niyet, neye
kısmet." dedi içinden. şüya bu gece Mahirlere gideceklerdi veya onları
çağıracaklardı. şimdi ise hiç hesapta olmaksızın Edremit'e gidiyorlardı. Otobüs
saat 13.00'te kalkacaktı. Saatine baktı, hareket için 10 dakikalık bir
zamanları kalmıştı. Koltuklarına oturarak hareket saatini beklediler.
Gönül hâlâ suskundu. Betül ile ilgileniyordu. 10 dakika bir türlü
bitmek bilmiyordu. Bilge için bekledikleri süre yüzyıllar sürmüş gibiydi. Neden
sonra araç hareket etti. Otobüs İstanbul'dan çıkmak üzereydi. Bilge, Gönül'ün
fısıltıyla "Allah'a ısmarladık istanbul." dedığıni duydu....
"Hayrola Gönül! Veda
ediyor gibisin!" Gönül yanıt vermedi....
Uzun bir sessizlikten sonra
Betül'ü biraz da güneşten korumak için, Bilge'nin kucağına verdi. Sonra büyük
bir şefkatle kocasına sarıldı ve "Metin ol!" dedi. Bilge de annesiyle
ilgili kötü şeyler düşünüyordu ama, Gönül'ün bu tavrı onu daha da meraklandırdı:
“Hastaymış! inşallah kötü bir şey yoktur. Harun'un sesi o kadar da
kötü değildi." dedi. Gönül yine yumuşak bir sesle, "Kendini en
kötüsüne hazırla!" dedi. Bilge:
“Sen bir şeyler biliyorsun ama benden gizliyorsun." Gönül
yüzünü dışarıya çevirdi:
“Hepimiz bir gün öleceğiz. Önemli olan barışık bir gönül, selim bir
akıl selametiyle gitmektir. Her ne kadar yıldızlarımız barışmıyor idiyse de ben
onu severdim. Sen kabul etmesen de öyle. Çünkü saf ve temiz bir insandı. Taşralılığı
zaman zaman sinirime dokunurdu o kadar....”
“Ne söyledığınin farkında
mısın sen?
Bir ölüden bahseder gibi
anlatıyorsun!" Gönül daha fazla dayanamayarak gördüğü rüyayı anlatmaya
karar verdi:
“Sen beni uyandırmadan önce rüya görüyordum. Rüyamda anneni gördüm.
Beyaz bir elbise giymişti. Ve çok gençti. Muhteşem bir güzelliği vardı. Elinde
flüoresan lambasına benzer ışıldayan bir kılıç tutuyordu. 'Sana veda etmeye
geldim kızım, kadrini yeterince bilemedim. Hakkım helal et!' dedi....”
Sonra kendisini tutamadı ve
ağlamaya başladı....
Bilge'nin de gözleri dolmuştu....
Onu bağrına basmak istermiş
gibi Gönül'e sarildi. Betül dışarıyı gösterdi ve "Cici adam!" dedi.
Aynı anda ikisi de camdan dışarı baktılar. Bir kumru otobüsün yanında üstelik
tam da kendilerinin oturduğu camın hizasında uçuyordu. Bilge bu kez gerçekten
korktu. Titreyen bir ses tonuyla "Bu kumru sabah evdeydi!" dedi ve
sonra sabah mutfakta yaşadığı olayı Gönül'e anlattı....
Edremit'e vardıklarında saat
21.00'e geliyordu. Annesinin evi oldukça kalabalıktı. Gönül haklı çıkmıştı.
Bilge annesinin cenaze namazına bile yetişememişti. Annesi o gece sabaha karşı
ölmüştü. Akrabaları sünnete uygun olarak cenazeyi fazla bekletmemişler ve öğle
namazından sonra cenazesini kılarak gömmüşlerdi....
Bilge çocukları eve bırakır
bırakmaz, mezarlığa gitti. O ana kadar ağlamamıştı. Ne zaman ki taze mezarın başına
geldi, kendisini tutamadı. Dakikalarca ağladı. Kuzeni Harun yanı başında öylece
duruyordu. Eve döndüklerinde gece olmuştu....
ilk bir iki gün, taziye için
gelip gidenlerle meşgul olmanın telaşıyla yaşadığı acının ağırlığını
hafifletebildi Bilge. Sonra insanlar azalmaya başladı. Beşinci geceydi. Evde Bilge
ve Gönül'den başka, sadece Bilge'nin ablası, eniştesi ve iki çocuğu vardı. Bilge
odada namaz kılıyordu. Pencere açıktı. Bir ara rüzgar açık pencereyi sarstı. Rüzgarın
etkisiyle perde savruldu. Sanki pencereden içeriye biri girmişti. Bilge iliklerine
kadar ürperdi. Acele ile selam verdi ve istanbul'dan bu yana peşlerinde olan kumrunun
kanepenin üstünde durduğunu gördü. Bilge:
“Rahmi abi sen misin?”
dedi iradesizce....
Kumru öylece durup Bilge'ye
bakıyordu. Sonra kendi kendine "Bu nasıl olur?
Üçüncü kere seninle karşılaşıyoruz.
Gerçekten sen nesin, kimsin?”
Bu arada Bilgenin ablası başını
kapıdan uzatıp; "Pardon namaz mı kılıyordun?
Seni merak ettim."
dedi. Bilge ablasına baktı. Onun da kumruyu gördüğünü sandı. Bu arada göz
ucuyla yeniden kanepedeki kuşa baktı. Ortada kuş muş yoktu. Artık iyiden iyiye
bu kumrunun Rahmi ile bir bağlantısı olabileceğinden kuşkulanır olmuştu....
Namazının kalan rekatlarını tamamladı.
Annesinin ruhuna Yasin okuduktan sonra ellerini yüzüne sürerek kalktı ve içeriye
geçti. Ablasıyla mirası konuşmak istiyordu. Salonda bulunan herkes sessizce oturuyor
ve birilerinin sözü açmasını bekliyordu. Kısa süren bir sessizlikten sonra sözü
açan Bilge oldu:
“Bak abla, bu kadar bağ bahçenin hakkından ben gelemem. Zaten uzun
süredir siz ilgileniyordunuz. Hangi bağı istiyorsan onu sana vereyim. Benim de
bağlardan başka gelirim yok ama senin de gönlün kalsın istemiyorum." Ablası,
"şimdi zamanı değil" dediyse de Bilge:
“Biz fazla kalmak niyetinde değiliz. Annemin kırkı çıkınca gideriz.
Bu arada bu işleri de halletmek istiyorum." dedi.
“Ben bana düşen hisseden
Hayır görmek istiyorum. O yüzden de sana tavsiyem, her şeyi üçe bölmek. ikisi
senin, biri benim olsun. Ben Kitab'in emrine aykırı bir şey yapmak
istemem." Bu öneri Bilge'nin de hoşuna gitti:
“O zaman seçme hakkını sana bırakıyorum....
Sen önce almak istediklerini
söyle gerisi kolay. Hem ben burada kalmayı düşünmüyorum. şücünüz olursa hissemi
size satarım. Benim buralara yerleşip kalmam biraz zor. Uzaktan da bağ bahçe
idare edilmez." Eniştesi kendilerinin Bilge'nin hissesine de
bakabileceklerini söylediyse de, Bilge buna yanaşmadı:
“Hem Gönül buralarda yapamaz. O büyük şehir insanı. Onu alırken babasına
da söz verdim, uzağa götürmeyeceşim diye....”
Gönül anlamlı anlamlı eşine
baktı:
“Sen içinden nasıl geliyorsa öyle karar ver. O zaman başka idi, şimdi
başka. Sen nerede kalmak istersen ben de orada kalırım." Bilge, Gönül'ün
sözlerinden son derece memnun olmuştu....
KADIN VE MUMIN
şünler birbirini kovalıyordu. Annesinin kırkı çoktan çıkmıştı. Yaz
günleri geride kalmış, havalar hararetini kaybetmişti. Kışın eşiğindeydiler.
Betül artık yürümeye başlamıştı. Onun minik adımları, yaşına göre iyi sayılabilecek
konuşmaları Bilge'yi de Gönül'ü de mest ediyordu. Gönül kasaba hayatına iyiden
iyiye uyum sağlamıştı. Sık sık arayıp Ne zaman geleceksiniz?”
diye soran anne ve babasına,
"Burası çok güzel....”
diyor, onları da Edremit'e
gelip yerleşmeleri için ikna etmeye çalışıyordu....
Annesi razı oluyordu ama babası
bu düşünceye yanaşmıyordu.
“Tek başınıza orada ne
yapacaksınız?
Gelin buraya. Hem Haluk da ingiltere'ye
yerleşti. Gelin, hayatınızın kalanında bari dinlenir, şehir gürültüsünden uzak
bir ömür sürersiniz." diyordu....
Gönül gerçekten halinden
memnundu. Sadece evin sobalı olması onu düşündürüyordu.
“Kat kaloriferi yaparız, onu
da hallederiz." diyordu içinden. Ekim ayı sonlarıydı. Bilge bu küçük
Şehirden artık sıkılmıştı. Gerçi bir süredir yazı yazıp dergiye fakslıyordu ama
Şstanbul'un o kirli kokusu burnunda tütüyordu. Erenleri, boğazı, sandalda balık
yemeyi, özellikle de Mahir'i özlemişti....
Sonra birdenbire aklina gelmiş
gibi, sofrayı kaldırmaya çalışan Gönül'e döndü:
“Mahir bizi hiç aramadı. Buraya geldiğimiz gün, onu aramak istemiştim
ama Harun telefon etmiş buraya gelmiştik. Acaba ne yapıyorlar?”
“Sen haber vermediysen
burada olduğumuzu nereden bilecekler?”
“Öyle ama uzun zamandır bizi
hiç aramadılar."
"Biz de onları aramadık." dedi. Gönül.
Sonra da ekledi:
“Ama yine de bu sağlıklı değil. Mahir ahi bizi mutlaka arar
bulurdu. Başlarına bir iş gelmiş olmasın?”
Bilge telefonun başına
geçti. Mahirlerin telefonunu uzun uzun çaldırdı. Ama yanıt veren olmadı....
Bir ara ne yapacağını bilmez
şekilde, öylece telefonun başında kaldı. im dadına yine Gönül yetişti:
“Vedat Amca'yı arasana!" Vedat, Mahir'in babasıydı. Eski
müftülerdendi. Bilgisi çok derin adamdı....
"Doğru söyledin, bu
benim aklıma gelmedi! " Bilge, Vedat amcaları aradı. Telefona Mahir'in
çıkması, Bilge'yi şaşırttı.
“Aaa sen misin Mahir abi! ?
Ben de seni arıyordum! Sizin
telefon yanıt vermeyince, bir haber alabilmek için babanları aradım."
Mahir'in sesi sitem doluydu:
“Bir kerecik olsun aramadın! 'Bunlar ne yapıyorlar' diye sormadın.
Bu mu senin dostluğun?”
Bilge iyiden iyiye şaşırmıştı.
"Abi annem öldü! Uzun zamandır Edremit'teyim. Aramayı
unuttuysam bu yüzdendir." Mahir:
“Ya bilmiyordum! Çok üzüldüm! Allah rahmet eylesin. Demek Emine Ana
Hakk'ın rahmetine kavuştu! Allah rahmet eylesin. Eeee artık bu dünya iyileri taşımaya
tahammül edemiyor! Bir bir göçüp gidiyorlar. Allah bize iman selameti versin....”
Mahir'in sesi boğuktu. Büyük
bir acıdan yeni çıkmış gibiydi. Bilge, ondaki bu durgunluğu merak etmişti:
“Abi iyi misin?
Sesin pek iyi gelmiyor!”
“Sen bilmiyorsun anlaşılan.
Biz Nagehan'la ayrıldık.”
“Deme yahu! Neden?
Ne oldu ki?”
“Size geldiğimiz günü
hatırlıyor musun?”
“Evet”
“işte o gün başlayan
tatsızlık, işi bitirdi."
"Ne oldu ki?”
“Kendisine her mecliste hakaret
ettişimi söyledi. Kendisinin asil bir aileden geldiğini, benim gibi köylü
kılıklı biriyle evlenmesinin zaten hata olduğunu tekrarlayıp durdu. Ertesi gün
çekti gitti. Ben de gidip almadım. Kısa bir süre sonra da boşanma davasıyla
ilgili mahkeme emri geldi.
“Deme yahu! Allah Allah!
Nagehan aklı başında biriydi. Nasıl böyle yaptı ki?”
“Kadının aklı başindası yok
denecek kadar azaldı. Çoğunluğunun gözü dünya malında ve parada. Mümin gibi
görünürler ama hiç birisinin Allah'a itimadı yoktur.”
“E ne yapacaksın şimdi?”
“inan kendimi kuş gibi hafif
hissediyorum. Tek problem çocuklar. Onlara da şimdilik annem bakıyor. Çocukları
istemedi. Hayatını mahvetmek istemiyormuş. Kendisini istemediği adamın
çocuklarını ne yapacakmış....
Öyle dedi. Mamafih, buna
memnun oldum. Çocuklarım da kendisi gibi muhteris, kaprisli ve aç gözlü
yapacaktı.”
“inan Mahir abi aklım
almıyor. Dindar kadınlarımıza ne oldu böyle, anlayamıyorum.”
“Eee ahir zamandır,
Müslümanlar kadın yüzünden helak olacaklar. Dışarıdakiler ahretimizi, evdekiler
dünyamızı helak ediyorlar.”
“Doğru söyledin. Oysa bu
zamanda bir mümin için tek sığınak evidir. Orada da huzur kalmadı mı, dünya
çekilmez bir zindana dönüşüyor." Mahir konuyu değiştirmek için sordu:
“Bu arada siz nasılsınız?
Gönül kardeşim ne durumda?
Betül nasıl, yürüyor mu
artık?”
“ikisi de iyi, Allah'a şükür
Betül yürüyor ve konuşuyor artık. Gönül buralarda kalmak istiyor, ama ben pek
gönüllü değilim.”
“Sen Allah'ın sevgili
kulusun Bilge." dedi Mahir.
“Nereden çıkardın bunu şimdi
Mahir abi?”
"iyi bir evlilik yaptın. Gönül çok müstesna bir insan. Allah
bir kuluna hayrı murat etmişse ona saliha, anlayışlı bir eş nasip eder." Mahir
bir süre sessiz kaldı. Sonra sözünü sürdürdü:
“inan Bilge senin yaptığın en akıllı iş, makul ve mutmain bir kızla
evlenmek oldu. Onlar nispeten kaprissiz ve tok oluyorlar....
Bizim çektiklerimizin
hiçbirini sen yaşamıyorsun. Dindar görünürler ama dinle alakaları yok gibi
dünya işlerine meylederler. Dinle tek alakaları başlarındaki örtü. Onu da bir
moda gösterisine dönüştürdüler ya....
Neyse! Gönül'ün kıymetini
bil....
Sen bizim gibilerin neler
çektiğini bilemezsin!" Bilge Mahir'e katıldığını gösterir bir eda ile:
“Abi neden böyle?
Vedat öyle, Hasan öyle,
Mehmet Baki öyle. Örtülü olup da kocasına problem çıkarmayan tek tanıdığım Hüsniye..
Onun da kökü sağlam.”
“Bu biraz da bizden
kaynaklanıyor. Biz evlenirken, sağlam ölçüleri esas almıyoruz. Daha çok
arzularımızı ve çevrenin telkinlerini esas alıyoruz." Sonra ekledi:
“Aslında bu zamanda evleneceğin kadının önce ailesine bakacaksın.
Annesine evet daha çok da annesine....
Maalesef dindar ailelerin
kızları kocalarının evlerine maddî ve manevî açıdan aç geliyorlar. Baskıdan oluşan
veya yapay îslamî kimlikten dolayı babalarının evinde yapamadıklannı
kocalarında yapmak istiyorlar....
Çoğunda tevekkül duygusu tam
oluşmamış. Acıma ve fedakârlık hissi zayıflamış....
'Hep bana, hep bana.'
diyorlar.”
“Doğru!" dedi Bilge.
“Hepsi diyemem ama
tanıdıklarımın çoğunluğu öyle. Hepimiz dünyaya çok meylettik Mahir abi. Hiç
ölmeyecekmiş gibi dünya hırsına müptela olduk....”
Mahir:
“Öyle! Sen bilirsin, ben bekarken birçok öğrenciye bakabiliyordum.
Evlendikten sonra bir tek gence burs vermek nasip olmadı. 'Eve lazım, mescide
haram' diye diye, her hayra mani oldu. iki yılda bir evin eşyalarını değiştirdi.
Çocuğuna don almak için taksi tutup Etiler'e gidip geliyordu. Ama bir fakire
yardım ettişimde, evde kavganın bini bir para olurdu.”
“inan Mahir abi, biz senin
halini görüp acıyorduk ama, ne yapacaksın?”
“Neyse Hayırlısı olsun, ikimiz
için de iyi oldu!”
“Ne yapıyor peki şimdi
Nagehan?”
“Duyduğum kadarıyla zengin
bir müteahhit bulmuş. Bir iki ay sonra evleneceklermiş.”
“Deme yahu! Bu kadar erken
mi?”
Bilgenin aklına çok kötü şeyler
geldi. Nagehan gibi bir kadının bu kadar sürede yeniden evlenmesi ona tuhaf
geldi. Sonra Gönül'ün Nagehan'dan duyduğu sözü hatırladı:
“Benim gibi güzel ve çekici bir kadının karşısında diz çökmeyecek
erkek yoktur." Bilge'nın yüzü kızardı. Bir şey demedi. Mahir'in "Ne
zaman istanbul'a geleceksiniz?”
şeklindeki sorusuyla kendine
geldi:
“Gönül buraları çok sevdi. Gelmek istemiyor ama ben dönmeyi düşünüyorum.
Kış bastırmadan dönmeyi planlıyorum doğrusu." Mahir, Bilge'nin
Edremit'teki telefon numarasını kaydetti, vedalaştılar. Bilge telefonu kapattı.
Gönül konuşmaların bir kısmını duyduğu için, üç aşağı beş yukarı konuyu anlamıştı
ama merakla sordu:
“Ne olmuş?”
“Nagehan, Mahir abiden boşanmış!”
“Neden?”
“Bizim evde tartışmışlardı
yal O olay büyümüş ve Nagehan çekip babasının evine gitmiş. Sonra da boşanma
celbi gelmiş.”
“Vallahi çocuklara acıdım
ama, umarım ikisi için de Hayırlı olur." Biraz durdu. Sözünü üzgün bir
tavırla sürdürdü:
"Bu belalar, bu sıkıntılar hep bizim mala ve paraya olan
hırsımız sebebiyle geliyor başımıza. Müslümanlar olarak dünyaya çok meylettik.
Allah da bu zaafımızla imtihan eyliyor bizleri." şünün kalanı sıradan işlerle
geçti. Akşam yemeğinden sonra birilerinin gelmesini beklediler ama gelen
olmadı. Söz döndü dolaştı, Mahir'e geldi. Bilge bir şeyler söyledi ama olayları
yerli yerine oturtamıyordu. Bilge yoğun bir istek duydu; keşke SinHa gelseydi
de biraz sohbet etselerdi....
Gönül dikkatle eşinin yüzüne
baktı:
“SinHa'yı mı düşünüyorsun?”
dedi. Bilge, nereden bildin
der gibi Gönül'e baktı. Gönül de "Ne bileyim bir anda o aklıma geldi."
diyecekti ki ikisi de irkildi:
“Selam dostlanm, nasılsınız?”
Gönül sevinçten çığlık attı:
“Hoş geldin hocam! Nerelerdeydiniz?
Bizi çok ihmal ettiniz?”
Bilge birden baskına uğramış
birinin telaşıyla ayağa kalkıp saygı vaziyeti aldı....
"Otur Bilge, rahat
ol!" dedi SinHa....
Sonra kendisi de koltukların
birine oturuyormuş gibi yaptı....
Dokunulabilir insan
formatındaydı. Tam bu sırada, Betül uykudan uyanmış, pıtır pıtır adımlarıyla
salona girmişti....
Doğruca SinHa'nin yanına
gitti. Işıktan kamaşan gözlerini ovuşturuyordu. Betül'ün, dedesinin kucağına
gidiyormuş gibi rahat bir şekilde gidip SinHa’nın kucağına oturması Gönül'ü de,
Bilge'yi de şaşırttı. SinHa göğüs cebinden tıkanyormuş gibi lâl taşma benzer
bir şey çıkardı. Ucunda bir zincir vardı....
Onu Betül'ün boynuna taktı....
Odanın içi bir anda hiç
duyulmamış hoş bir koku ile doldu....
SinHa, Gönül'e:
“Dikkat et kızım bunu onun boynundan hiç çıkarma. Sakın
kaybetmesin." Gönül, "Bu nedir?”
diyecekti ki, SinHa:
"O artık evrensel koruma altına alındı.
Onu korudukça kendine de size de şer ve fitne bulaşmaz....”
şimdi Betül'ün de etrafında
ışık halkaları oluşmuştu. Her ikisinin de dış çerçeveleri parıldıyordu....
Sonra Betül usulca SinHa'nin
kucağından indi ve yürüyerek annesine geldi....
Bilge, hâlâ olayın Gokunu
üzerinden atabilmiş değildi:
“Bu koku nedir hocam?”
“Saflığın ve temizliğin
kokusudur. Yeni doğduğunuzda bu koku hepinizde az çok vardır. Ama siz
kirlenerek onu kaybedersiniz....
Bir daha o kokuyu hiç duyam
azsınız. Sonra ruh temizlendikçe ve kişi Yaratıcı'ya yakınlaştıkça, o koku
yeniden hissedilir ama artık yine de o saflıkta olmaz. Çünkü artık
tabiatınızdan bir şeyler katmış olursunuz.”
“Peygamberimizin teri gül
gibi kokarmış, ondan mı?”
“Elbette. O evrensel
saflığın en büyük temsilcisidir. Diğer büyük temsilci ise Mesih'tir.”
“Hocam Hz. İsa'nın yeniden
geleceğine dair rivayetler var. Doğru mudur?”
“Hem evet, hem Hayır.”
“Nasıl olur bu?”
“Sizin bundan ne
anladığınıza bağlı....
Eğer inancın zaferini anlıyorsanız
evet, yok eğer birinin çıkıp ben İsa'yım demesini bekliyorsanız Hayır. Çünkü o
bile kendisinin İsa olduğunu bilemeyecek uzun süre....
Ona inananlar da İsa olduğu
için değil, imanlarının gücüyle onun yanında yer almak gerektiğini kavrayanlar
olacaktır....”
“Onu nasıl tanıyacağız,
nasıl bileceğiz?”
“Dedim ya ferasetınızle....
Daha önce size onun ortaya
çıkış şartlarım anlatmıştım. Ama onu tanımak veya tanımamak sizin sorununuz.
Eğer açık açık gelse ve son derece olağanüstü hallerle donatılmış olsa bu eşyanın
tabiatına aykırı olur. Çünkü Yaratıcı sizinle ilgili her hakikati gizli
bırakmayı kendisine yazdı."
"Mucizelerin bile inkar
edilebilmesinin nedeni de bu mu?”
Yaratıcı’nın sizin alanınıza
giren her fiili, her takdir ve tecellisi, kabul veya reddedilebilirlik
özelliklerini beraberinde getirir....
Yaratıcı’nın hiçbir emrinde,
hiçbir teklifinde icbar, zorlama yoktur. Aklınıza kapı açar ama iradenizi
elinizden almaz. Aksi takdirde size teklifte bulunmuş olmanın anlamı kalmaz.
Hepınız inanmak zorunda kalırsınız. Bu da asla olmaz....”
“Peki geldi mi, gelecek mi?”
“Bu neyi değiştirecek?
Size evet desem, gördüğünüz
her üstün özellikli insanı o sanacaksınız ve aklınız karışacak....
Hayır desem, bugün size
doğruları söyleyen hiçbir öğütçüye itibar etmeyeceksınız....
Oysa ben size daha önceki sohbetlerimizde
Son Uyancı'nın geldiğini söylemiştim....
Onu iyi anlarsanız, İsa'nın
mahiyetini de, görevinin ne olacağını da kavrarsınız....
İsa'nın şeriatını iyi
anlayın. Kim Muhammedi üslubu isevî meşrebe yaklaştırıyor ve tevhit üzerinde
kalıyorsa ona dikkat edin.”
“Hocam ben anlamadım."
dedi Gönül.
“Bak kızım, İsa'ya niçin
Mesih denildiğini iyi anla.”
“Niçin?....”
“O Tevrat'ta var olan bazı
hükümleri tadil etti. Bazı yasakları kaldırdı. O yüzden de bütün dindar Yahudiler
onu dine bid'at sokmakla suçladılar....
Siz onları kınayabilir mısınız?”
“Hükümler Allah'a aittir,
O'nun tadil etmesi gerekmez mi?”
“Elbette. Nitekim O tadil
etti zaten. İsa O'ndan bir kelime değil mi?
Ve Yaratıcı ona 'ruhum'
demedi mi?
Demek ki o onu, Yaratıcı’nın
emriyle yaptı. Ama önlerinde şaşmaz kurallarla dolu Tevrat'ı tutanlar, bu
davranışı bid'at yani dinde olmayan bir şeyi dinin içine sokmak gibi kabul
ettiler ve yine Allah rızası için İsa'ya karşı mücadele ettiler....
Oysa İsa bir muvahhid idi.”
“Muvahhid ne demek?”
“Yaratıcı’nın tekliğini
hücrelerine kadar içmiş kimse."
"Yazık etmişler....”
dedi Gönül. Sonra da:
“Onun için mi çarmıha gerdiler Hz. İsa'yı diye sordu. Bilge:
“Çarmıha germek istediler demek istiyorsun." Gönül:
“Yani çarmıha gerilmedi mi?”
SinHa:
“Hayır. Siz kendi kitabınızı okursanız bunu anlayacaksınız....
Ama birini çarmıha gerdiler.
Ve onlar çarmıha gerdiklerinin İsa olduğunu sanıyorlardı....”
“Bu nasıl olur?”
“Bir illüzyonist bile sizin
gözünüzün önünde son derece asılsız işler yaptığı halde siz onu
garipsemiyorsunuz da, Yaratıcı’nın bir toplumun bakışlarını şaşırtmasına mı
hayret ediyorsunuz?”
“Doğru." dedi Bilge,
"Zaten Kuram Kerim de ’Ona benzettiler.’ diyor....
’ "Bütün bunların anlamı ne hocam?
Niye her şey bu kadar
perdeli bir bilmece?
Biraz daha açık olsa olmaz
mıydı?”
“Olurdu ama o zaman siz, siz
olmazdınız.”
“Peki hocam, İsa hangi hükmü
değiştirdi ki israiloğulları ona o kadar düşman oldular?”
“Bir kere onun doğumu başlı
başına bir fitneydi....
Hangınızin aklı, bir kadının
erkeksiz doğurmasını alıyor ki?
Siz bu kadar inancınızla
bunu anlayabiliyor musunuz?
Sadece inandık diyorsunuz....
ikincisi, o bazı haramları
helal kıldı....
Sonra hiçbir dindarın terk
etmesi uygun görülmeyen evlenip çoğalma sünnetini terk etti.”
“Sahi hocam, Hz. İsa neden
evlenmedi?”
“Tabiatındaki sırdan dolayı....
Hiçbir kadın o tabiatı
yüklenip taşıyacak donanımda değildi. Nasıl ki Meryem de sizin sandığınız gibi
bir kadın değildiyse....”
“Hıristiyan rahipleri de
onun için mi evlenmeyi terk ettiler?”
"Onlarınki sahte bir taklitten ibaretti. şüya İsa'nın
sünnetine uymak istediler ama her peygamberin her hareketi ümmeti tarafından
yapılmak zorunda değildir....”
Bilge:
“O yüzden mi gece namazı Peygambere farz, bize değil?
diye sordu....
"Sayılır....”
Gönül:
“Çağımızda da bazı Müslüman alimler evlenmek istemediler. Ama
peygamberimiz evlendi. Onlar İsa'yı mı taklit ediyorlar?”
“Eğer bu maksatla
evlenmiyorlarsa zaten hatadadırlar....
Eğer yüklendikleri misyon onları
bundan alıkoymuisa onlara dikkat edin.”
“Nasıl yani?”
“Evlenmek dünyaya
bağlanmaktır....
Oysa bugün ancak dünya ile
bütün gönül bağlarını kesmiş müminler inanca hizmet edebilir....
. Bu çağ, insanlığın hiçbir döneminde görülmemiş fitneler ve
cazibelerle dolu. Oysa iman ve inanç davası saflık gerektirir. Dünyayı talep
edenler bu işi başaramazlar. Evlenmiş kimsenin dünyayı talep etmemesinin imkanı
kalmadı.”
“Neden?”
“Çünkü, insanlardan kanaat
ve tokluk alındı. Bir insan geçim derdine düştü mü dünyaya dalar. Dünyaya daldı
mı ihlâsinı kaybeder O zaman da Hakk'm ve saf bilginin taşıyıcısı olma vasfını
kaybeder....”
“ilginç" dedi Bilge,
"Demek ki bugüne kadar hiç anlamamışım ayeti.”
“Hangi ayeti?”
dedi Gönül. SinHa yanıt
verdi:
“Sizin Yasin dedığınız surede yer alan 'Hiçbir ücret istemeden size
Hakk'ı anlatan ve kendileri de gerçekten Hak üzere bulunanlara uyun.' ayetini....”
“Evet." dedi Bilge. Bir
sessizlik oldu....
Nedense Gönül'ün aklına
Mahir gelmişti. İçinden "Acaba Mahir abi de evlenmemesi gerekenlerden
miydi ki bunlar başına geldi?”
diye düşündü....
SinHa aklından geçenleri
okudu:
“Hayır" dedi, "Evliliğinde terslikler yaşanan herkesi
böyle algılamanız yanlış olur.”
“Peki nasıl anlamamız lazım?”
diye sordu Gönül.
“Siz" dedi SinHa
"kendi hatalarınız ve gizli arzularınızı açığa vurarak yaptığınız yanlışlıkları
kaderınıze atarsınız. Siz yanlışı arzu etmeseniz, Allah onları size niye takdir
etsin?”
“Yani biz mi arzu ediyoruz
problemleri?”
“Hayır problemi arzu
etmiyorsunuz. Arzularınızla yaptığınız tercihler, o problem ve sıkıntıları
doğal olarak getiriyor." Gönül:
“Hocam bu zamanda bütün erkekler eşlerinden şikayetçi....
Kadınlar da eşlerinden memnunlar
diyemeyiz. Bunun sebebi ne?”
“Sebebi sizlersınız....
Örneğin sen kızım, Bilge ile
niçin evlendin?”
“Onanın hocam, ben kendi
çevremde gördüğüm yanlışlıkları yapmayacak birisi olacağını umduğum için Bilge
ile evlendim.”
“Peki umduğun gibi buldun mu?”
“Eh!" dedi Gönül....
Bilge anlamlı anlamlı eşine
baktı. Kendisinin de teste tâbi tutulacağını dügünerek sıkıldı....
Nitekim SinHa sordu:
“Bilge, peki senin Gönül'ü seçmenin gerekçesi neydi?”
“Onu sevdim.”
“Peki senin sevginin
evrensel doğrulara yani Hakk'a uygun bir sevgi olduğunu söyleyebilir misin?
Yani bu sevginin açığa
çıkmasında etken olan neydi?
Nefsi arzuların mı inançsal
kaygıların mı?”
“Hiç böyle düşünmemiştim. Sevdim
ve evlendim.”
“Eğer şendeki sevginin açığa
çıkmasını n kaynaklarını iyi değerlendirirsen, Hakk'ı değil, nefsinin
arzularını tercih ettiğini hemen anlarsın....
Üstelik bu konuda bile tam
emin değilsin." 265 Bilge kalbini yokladı ve SinHa'ya içinden hak
verdi....
"Yani bazı dindar
insanların hanımları yüzünden sıkıntı çekmeleri veya huzursuz bir evlilik
sürdürmeleri bundan mıdır?”
“Sayılır. Çünkü o dindar
zatlar, dindarlıklarının gereklerini değil, arzularının ve dünyevi çıkarlarının
yönlendirmesiyle o eşleri seçiyorlar....
Kendilerinde açığa çıkan
sevgiyi de yeter bir gerekçe kabul edip evleniyorlar. Sonra da o dünyadar eşleri
aracılığıyla kaderin tokatlarını yiyorlar.”
“Peki bunda kaderin hiç mi
rolü yok?”
“Kader dedığınız şey, sizin
arzu ve seçimlerınızle açığa çıkar, bunu unutmayın”
“Peki, böyle bir durumda boşanmak
mı gerekir?”
“O da başka bir yanlış. Sizi
boşanmaya götüren şeyi de iyi irdelemeniz gerekir. Eğer rahatınızı dügünerek boşanırsanız
farkında olmadan daha büyük bir şerrie kapı açmış olursunuz. Oysa sabretmeyi
tercih etmeniz, sizin için daha Hayırlı da olabilir. Eğer bir evlilik sizin
ölüm ötesi yaşaminizı zedeleyecek boyutlara varmıisa yani sizin deyiminizle
ahiretınıze zarar veriyorsa eşınızden ayrılabilirsınız. Ama siz bunu
yapmıyorsunuz ki....
Önce çıkarınıza bakıyorsunuz.
Çıkarınıza uygunsa size verdiği zarar ne kadar büyük olursa olsun onu bırakmıyorsunuz,
idare ediyorsunuz. Demek ki orada da yanlışlarınız var. Temel olan, her
hareketınızde Yaratıcı'nın size yüklediği misyona uygun hareket etmenizdir.”
“O zaman yapılan
evliliklerin büyük bir kısmı yanlış temeller üzerinde kurulmuş desene hocam."
dedi Gönül.
“Yanlışınız sadece bu değil.
Daha derinde yanlışlık yapıyorsunuz.”
“Ne gibi?”
“şimdi dikkat edin; size
yüklenilen görevler ve yapmanız yasaklanan işlerin özüne bakın....
Örneğin evlilik. Yaratıcı’nın
size yüklediği zorunlu bir görev değil. Bir öneridir. Nesli yaratm ak ve 266 çoğaltmak doğrudan Yaratıcı’nın işidir. Ama
siz o göreve seve seve gönüllü oluyorsunuz....
Neden?”
Bilge de Gönül de aynı anda
sordu:
“Neden?”
“Yaratıcı bu görevi sizden
murat ettiği zaman bu işe bir ön ücret belirledi. Siz ona arzu ve Gehvet
diyorsunuz....
Oysa bunlar sadece
yüklendığınız göreve rahatlıkla razı olabilesınız diye tabiatınıza yerleştirilmiş
bir peşin ücrettir. Siz eğer birbirınızden lezzet almasaydımz ve birleşmeniz
sizde bu kadar derin hazlar yaratmasaydı, diğer görevleri ihmal ettiğınız gibi
neslınızi sürdürm e işini de yapmazdınız. Ama o bu işin mukaddemesini öyle
güçlü bazlarla donattı ki, siz seve seve o işe talip oluyorsunuz. Böylece her
birınız neslin devamı olan tecelliye araç oluyorsunuz. Yaratıcı dileseydi
sizleri de evrendeki birçok yaratık gibi eşeysiz var edebilirdi....
Ama bunu yapmadı, görevi
size yükledi. Böylece birbirınızden üreyip çoğalmanızı takdir etti ki siz
aileler, topluluklar ve milletler olabildınız. Bu durum sizin birbirınızle yarışıp,
evreni imar etmenize gerekçe kılındı. Aksi takdirde yeryüzünde kalıcı hiçbir
eser bırakmazdınız. Demek ki evlilik size kesin bir emir değil. Sadece bir
öneridir. Nitekim siz evlenmeye 'sünnet' diyorsunuz. Yani bir tür örfi"
Gönül:
“Sadece neslin devamı için mi evleniyoruz?
Oysa biz tarafların
birbirine yardımcı olması ve birbirinde sükunete kavuşması için de evliliğin
yapıldığını biliyor ve inanıyoruz." SinHa:
“Doğru ama asıl amaç o değil. Bu saydıkların size yüklenilen
görevin peşin ücretleridir. Asıl amaç neslin devamıdır. Hal böyle olduğu halde
siz bu işi de haz ve lezzet aracı yaptınız. Sizin bedenlerınızin doğal
gereksinimi yirmi üç günde bir birleşmeyi yeterli bulurken bu konuda da aşırıya
gittınız. Haz almak bu işin bir ön ücreti olmasına rağmen, siz her seferinde
ücreti alıp işi erteliyorsunuz. Bu gerçek bir israftır. Yeryüzünde hiçbir insan
bundan daha büyük bir israf yapamaz. Çünkü kullandığınız sizin dirlik suyunuz
ve hayat kaynağınızdır. Siz onu bitimsiz sanırsınız ama tıpkı nefeslerınız gibi
267 size
verilen hayat suyunuzun miktarı da belirlidir ve israfla vaktinden önce tüketebilirsınız.
O zaman da yaşama kudretınızi kaybedersınız. iktidarınız uçup gider, ne
medeniyet üretebilirsiniz ne yeni bir dünya kurabilirsiniz, ne de hayatınızı geliştirebilirsiniz.
Bu durum, ayni zamanda bir suistimal, kötüye kullanma olduğu için,
birlikteliğiniz size mutluluk getirmiyor. Birliktelikleriniz bir hazzin paylaşimi
haline dönüşüyor ki hiçbir hazzin devami, sizin zamaninizla birkaç yildan fazla
sürmez. Sonra rutin bir hal alır. Lezzet vermez. Oysa evlenirken, bu eylemin
doğrudan bir görev yüklenmek olduğunu bilip öyle hareket etseniz, birbirınızden
usanma veya birbirinizden uzaklaşma da gerçekleşmez. Eğer Yaratıcı aranıza
koyduğu meveddeti yani uzun süre aynı mekanları paylaşmanın doğurduğu
mıknatıslanmayı kaldırsa bir dakika bile birbirınıze tahammül edemez, hayatı
kendiniz için cehenneme çevirirsiniz." Bilge adeta Goka girmişti. Gönül de
öylece kalakalmıştı. Ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Gönül, anlamli anlamlı
Bilge'ye baktı..
“Peki hocam, insanın sırf
haz için o işi yapması günah mı?”
“Öyle bir şey söylemedim.
Sadece sizin bu işi gerçek amacına uygun yapmadığınızı söyledim....
Bir şeyin haram olması başkadır,
serbest bırakılmış bir nimetin kötüye kullanılması başkadır.
“Yemek yemek helal bir
lezzettir. Ama işi aşırıya vardırırsanız....
Yani çok eski zamanlarda bir
kavmin yaptığı gibi sırf damak zevki için yiyip yiyip sonra çıkarır ve tekrar
yemeğe oturursanız, ağır bedeller ödersınız. Nasıl ki o insanlar zamanla yeme lezzetini
kaybediyorlarsa, siz de size takdir edilen hazzı yanlış kullanırsanız, ya erken
o nimetten mahrum kalırsınız, ya da elinizdeki nimetten lezzet almamaya başlarsınız.
O da sizi başka yerlere ve yasaklanmış bazlara sevk eder. Kendi ellerınızle
hayatınızı ve ölüm ötesi yaşaminizı mahvedersınız" Bilge:
“Aman Ya Rabbi! Bunlar ne ince meselelermiş böyle! Hiç düşünmeden
yaşayıp gidiyormuşuz." dedi kendi duyabileceği bir sesle. Sonra:
"Demek ki biz evlenmemeliymişiz hocam." dedi boş
bulunarak....
Gönül bu söze içinden bozuldu
ama dışarıya vurmadı. SinHa onun gönlündeki dalgalanmayı gördü:
“Kızım yanlış anlama, Bilge senin anladığın şeyi kasdetmedi.
Üzerine aldığı sorumluluğun idrakine vardı ve onun dehşeti karşısında nefsini
kınadı. ğu an duyumsadığı gerçek, senden memnuniyetsizlik değil." Sonra da
Bilge'ye:
“Olacak olur. Sizin beraberliğiniz ta ezelde takdir edilmişti.
Meyveniz de bu çocuk....
Siz onu doğru ve saf bilgi
ile donatır ve üstleneceği göreve hazırlarsanız, sizden bekleneni yapmış
olursunuz.”
“Hocam bu nasıl bir görev
olacak ve niçin bu iş için bir kız seçilmiş olabilir ki?”
“Görevi saf bilgiyi taşımak,
anlaşılabilir kılmak ve külli aklın yansıtıcısı olmaktır....
Bu göreve niçin seçildi onu
tam olarak bilemem. Ancak, bildiğim kadarıyla ileride kadın her konuda erkeğe
üstün gelebileceği için ihtimal ki kaderi ezeli böyle takdirde bulundu. Bu
konuda fazla bilgim yok." Gönül bundan gizli bir sevinç duydu. Biraz da
gururlandı.
“Ya gördün mü, kıymetimi
bilmelisin!" der gibi Bilge'ye baktı.
“Hocam peygamberimiz bu
durumu kıyamet alameti olarak anar ve 'Kadın her konuda erkeğine galip
gelmedikçe kıyamet kopmaz.' buyurur. Bu, iyi bir şey mi ki?”
SinHa:
“Ben iyidir veya kötüdür demedim. Sadece sizi bekleyen gelişmeyi
haber verdim. insanlığın son perdesini....”
Gönül:
“Hocam bunun işaretleri görülmeye başlandı zaten. Kadınlar her
alana girdiler. Daha da önemlisi, kız çocuklar, erkek evladın görevi olan anne
babaya bakma görevini bile yüklenmeye başladılar....
Kızlar anne babalarına karşı
daha müşfik hale geldiler....”
Bilge manalı manali Gönül'e
baktı:
“Sizin yüzünüzden! Hiçbir erkek anne babasına bakmak için karısını
ikna edemiyor ki....”
269 "Öyle ama buna yine siz sebepsiniz."
dedi SinHa.
“Erilliği ve tabi
görevlerinizi bırakarak, zaaflarınıza uydunuz. Ellerınızi kırmamak, onlardan
aldiğiniz lezzetten olmamak ve rahatınızı bozmamak için anne ve babayı kırmayı
göze alıyorsunuz. Oysa anne ve babaya hizmet özellikle erkek çocuklara vasiyet
edilmiştir. Bu bir ilahî yasadır. Ama çoğunuz bunu unuttunuz. O yüzden de
cezalandırılıyorsunuz.”
“Nasıl yani?”
“Bakın Yaratıcı’nın
önerisinde erkek evladın baba mirasından payı üçte iki iken, ikide bire indi.
Siz zannediyor musunuz ki, ilahî onay olmasa bu kanunlar size dayatılır. Erkek
evlat, doğal görevlerini terk ettiği için, bu doğal görevden doğan haklarını da
kaybetti. Kadın ise gittiği yerde gerçek sevgi ve şefkati görmediği için,
yeniden anne ve babanın şefkatine dönüyor ve onlara yapışıyor. O yüzden de
onların mirastan alacaklarına yarım puan daha eklendi.”
“Yani bu medeni kanunun
getirdiği durum aynı zamanda ilahî mi?”
“ilahîdir demedim ancak
vicdanîdir. Adaletullah'tır. Evrende bir küllî adalet, bütünsel yasa vardır.
Onun kuralları sizin bildiğiniz kurallara benzemez. Örneğin bir aslan,
yavrularını beslemek için bir ceylanı parçalar. Halbuki onun da yavrulari
vardir. Tabiatın leş yemekle görevli kıldığı aslan, hayvanı hırsına kapılıp bir
canlının hayatına son verir. ilahî adalet de onun bir avcı tarafından
vurulmasına fetva verdirir.”
“Peki hocam ilahî cezaya
çarpılmak için akıl ve şuur gerekmiyor mu?”
“Bu kural insanlar için
geçerlidir. Evrendeki prensipler farklıdır. Çünkü her bir ilahî isim ve sıfat
bağımsızdır ve kendi alanını korumak ister. Böyle olunca mutlak bir adalet hükümran
olur. Sizdeki adalet ise nispeten görecelidir. Evrensel acıma ruhu ve merhamet,
zaman zaman müdahale ederek, sizi hakettiğınız cezadan kurtarır."
"Peki hocam anneye babaya saygısızlığın başka ne türlü
sonuçlan vardır?”
“Anneye saygısızlık
toplumsal düzende merhameti, acıma hissini kaybetmenize sebep olur, babaya
saygısızlık ise güven duygusunu yok eder. Her iki durumda da toplumda huzur ve
güven kalmaz. Bu da dünyada cehennemi yaşamak demektir....”
Bu arada Betül mızmızlanmaya
başlamıştı. Annesinin eteklerini çekiştirip duruyordu. Acıkmıştı. Gönül ona bir
şeyler hazırlamak istiyordu ama sohbetten de ayrılmak istemiyordu. Aslında
burada kalmasını n kendileri için ne gibi sonuçlar doğuracağını da soracaktı ama
SinHa buna olanak tanımaksızın veda ederek gidivermişti. SinHa'nın ani kayboluşu
kısa süreli şaşkınlıklarına neden oldu. ilk toparlanan Gönül oldu. Bir şeyler
hazırlamak için mutfağa geçti. Vakit de hayli ilerlemişti. Bilge yatsı için
hazırlık yapmak üzere lavaboya gitti....
TAHMİN VE YORUM
Günler günleri, haftalar haftaları izliyordu. Kış bütün Giddetiyle
bastırmıştı. Kaz Dağları bir iki kez tamamıyla beyaza boyanmıştı....
Bilge eşinin en az bu kışı
burada geçirelim önerisini kabul etmiş ve Edremit'te kalmışlardı. Sade ve
tekdüze günler geçiriyorlardı. Aysun'la Gönül bu süre içinde iyi dost olmuilardı.
Sık sık birbirlerini ziyaret ediyorlardı....
iki gecede bir ya Aysunlar geliyordu,
ya da Gönüller gidiyordu. O gece de beraberdiler....
Hatta Aysun erkenden gelmiş,
birlikte akşam yemeği hazırlamışlar, erkekler de sonradan gelmişti....
Aysun Gönül'den çok etkilenmiş,
namaz kılmaya başlamıştı. Zaman zaman başını da örtüyor ve soranlara
"Kendimi alıştırıyorum." diyordu. Göriül, Aysun'daki bu hızlı ve kararlı
değişimden çok etkilenmişti.
“Ben şu kadar zamandır, bu
bilgileri en ehil insanlardan aldığım halde, kapanmak hâlâ nefsime ağır
geliyor, ama bu kadın hemen örtünmeyi dügünebiliyor." diye içinden ona
gıpta ediyordu. Gönül, Aysun'a nasıl olduysa bir gün SinHa'yı anlatmıştı. Daha
doğrusu ağzından kaçırmış, sonra da toparlayamamıştı. Sonunda da yalan
söylemektense gerçeği olduğu gibi anlatmaya karar vermişti. Aysun büyük bir
merak içindeydi.
“Ne olur bir daha gelirse
bizi de çağırın." demişti de. Gönül öylesine "olur" cevabını vermişti....
Bir yandan da "Ya o da
Nagehan gibi kapalı ise." diye korkuyordu. Yemekler yendikten sonra herkes
kendi dünyasına dalmıştı. Gönül Betül'ü uyuttuktan sonra mutfakta mısır patlatmaya
koyulmuştu. 1 272 1 Harun içerden bağırdı:
“Gönül Hanım haydi gelin de elli bir oynayalım!" Aysun itiraz
etti:
“Ne elli biri?
Ne gereği var! Sohbet
edelim." Harun ısrar etti. Bilge de uzun zamandır kağıt oynamadığını
anımsadı. Eskiden kağıt oynamayı severdi ama şimdi içinden hiçbir istek
duymuyordu:
“Boş ver be Harun, sohbet ediyoruz! Oyun oynarken boş yere zaman
geçirmiş oluyoruz." dedi. Harun:
“şimdi ne yapıyoruz ki?
Zaten boş zaman geçiriyoruz.
Vallahi bana televizyon izlemektense kağıt oynamak daha az günahmış gibi
geliyor." dedi bilgiç bir edayla....
"Evet bu konuda
haklısın. şünümüzde televizyon en büyük zaman katili.”
“Sadece vakit kaybı olsa ne
âlâ. Resmen pislik akıyor bu kutudan inan. Ben sıkılıyorum. Ama ne yaparsın ki,
bir kere düğmesine dokundun mu seni esir alıyor. Ne kitap okuyabiliyorsun, ne
konuşabiliyorsun." Tam bu sırada Gönül içeri girdi. Harun'un bu son
cümlesini duymuştu:
“Ben daha kötü şeyler düşünüyorum televizyon için. Bence Deccal'in
penceresidir o. Geçenlerde raftaki şu kitapların birinde okudum. Hadis olarak aktırılmış.
Doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama bana ilginç geldi....”
“Ne diyor?”
diye sordu Bilge. Gönül:
“Deccal'in sesi pencereden gelir, insanlar merak edip pencereden dışarı
bakarlar Hemen boynuzları çıkar ve artık başlarını içeri çekemezler. Ve
Deccal'e tabi olurlar....
Böyle bir şey....”
Harun:
“Ben bu işlerden anlamam ama bu pek mantıkli bir olaya benzemiyor. Biraz
hurafe kokuyor. Son zamanlarda bu konular sık tartışılıyor, malum!" Aysun:
“Yaşar Nuri'den söz ediyorsun değil mi?
....
Ben o adama laf söyletmem.
Hepimizi Kuran okumaya alıştırdı....
Gerçi bazı dindarlar onun
hakkında kötü konuşuyorlar ama, ben onun konuşmalarına bayılıyorum....”
Sonra da Bilge'ye döndü:
“Sen ne diyorsun Bilge?”
“Ben o insanları eleştirecek
bilgiye sahip değilim. Belki de bizim gibi insanların diyalog kurmasını n
olanaksız olduğu insanlara ulaşıp, onların dinle bağlantı kurmasını sağladığı
için hepimizden daha çok hizmet ediyordur." Bilge daha sözünü sürdürecekti
ki Harun atıldı:
“Sahi Bilge, bu Deccal olayının iç yüzü nedir?
Geçen gün Cuma saatini
beklerken cami avlusunda konuluyorlardı. Ben de merak edip dinledim. Mehdi
gelecekmiş, Deccal'i öldürecekmiş, nedir bunlar?
Böyle bir şey var mı
Kuran'da?”
Bilge konuyu tam olarak bilmiyordu
ama bir yerlerde bununla ilgili bazı şeyler okuduğunu anımsadı:
“Bazı şeyler okumuştum ama size tam olarak izah edebileceşimi
sanmıyorum. Bu iki isim de kıyamet alametleri arısında sayılıyor. Gelecekleri
hadislerde yer alıyormuş ama ben bilemiyorum. Sonra o konudaki rivayetler de
çok kanşık. Tam bir uzlaşma da yok. Hatta bazı alimler böyle bir şeyi kabul
bile etmiyorlar....”
Harun:
“Yani Deccal gelmeyecek mi?”
“Öyle bir şey demiyorum, ben
iç yüzünü bilmiyorum. Ama ğafiilerde gelenek haline gelmiş ve sabah namazından
sonra parmak uçları aşağıya doğru tutularak yapılan bir dua var. O duada Deccal'dan
Allah'a sığınılır." Gönül sözünü kesti:
“Bence Deccal çoktan geldi ve hepimiz onunla yaşıyoruz." dedi.
Aysun:
“Nasıl yani?”
“Peygamberimiz Deccal'dan
Allah'a sığınmamızı tavsiye etmiş. On dört asırdır da her Müslüman ondan
Allah'a sığınmış. Bence o doğrudan insanın imanına zarar veren bir şahıs veya başka
bir şey."
"Nasıl bir şey. Yani o
bir nesne mi?”
dedi Harun.
“Belki bir nesne değil ama
bir şahıs da olmaması daha güçlü ihtimal. Çünkü bir şahıstan bu kadar korkmak
bana mantıklı gelmiyor. Bir şahıs olsa onu bir başka şahıs öldürebilir. Oysa
Deccal'i ancak, Hz, İsa'nın öldürebileceği haber veriliyor....”
Bilge karısının bu derin
bilgisine şaşırdı. Hayretle yüzüne baktı. Sen bunları nereden biliyorsun?”
diye şaka yollu takıldı.
Gönül biraz da alınmış görünerek:
“Ne yani, bir tek sen mi okuyorsun?
Biz de okumaya çalışıyoruz."
Bilge ciddileşti:
“Hemen bozulma. inan hoşuma gittiği için takıldım. Ben bilmiyorum
örneğin!" Gönül ilk defa bir meseleyi Bilge'den daha iyi bildiği için,
içinde bir gurur hissetti:
“Geçenlerde, kitapçıda gördüğüm bir dergide okudum. Aslında o sayfa
açık olduğu için dikkatimi çekmişti. Alacağım bir iki kitaba bakarken birkaç
dakika ona da göz atmıştım." Harun:
“Tabii bu arada benim kağıt oynama önerimi de güme getirdınız."
Sonra da ekledi:
“Ben anlamam. Ya bu Deccal olayını bütün ayrıntıları ile
anlatırsınız ya da kağıt oynarız." diye üsteledi. Gönül:
“Maalesef oynayamayacağız. Çünkü, Betül nereden bulduysa kutuyu
çıkarmış kağıtların çoğunu yırtmış." Harun:
“Bizde bir deste var." dedi ve karısına baktı. Gidip almasını istiyordu.
Aysun:
“ğu havada hiçbir yere gitmem. Hatta bu gece burada bile
kalabilirim. Bak ne güzel sımsıcak. Kalorifer yanıyor. Bu soğukta gidip o
sobalı evde yatamam....”
Aysun'un bu sözünde iğne
vardı. Çünkü Bilgeler kalorifer takınca o da Harun'dan aynı şeyi istemiş, ama
Harun, "paramız yok" deyip geçiştirmişti....
Gönül, atıldı:
“Sahi Harun neden kalorifer yaptırmıyorsun?”
diye sordu.
Harun, bu konudan pek hoilanmadığını belirten bir ses tonu ile
parasının olmadığını söyledi. Bilge:
“Eğer istersen ben size borç verebilirim." dedi. Harun bu kere
de:
“Kış geldi. Kış ortasında böyle bir şeye soyunamam. Bu kış böyle
gitsin. Gelecek sene düşünürüz." deyip geçiştirdi....
Biraz da konuyu dağıtmak
için:
“Eee hadi şu Deccal olayını bir izah edin be kardeşim!" dedi.
Bilge:
“inan ben konuyu iyi bilmiyorum. Gönül biliyorsa anlatsın!" Gönül
tam "Ben nereden bileyim!" diyecekti ki, duyduğu bir sesle irkildi.
Bir anlam veremedi. Başının hafif döndüğünü hissetti. ikinci kere aynı sesi
duydu. Sesin SinHa'ya ait olduğunu fark edince rahatladı. Çevresine bakındı.
Gönül'de tuhaflık olduğunu ilk hisseden Aysun oldu:
“Ne oldu Gönül?”
dedi. Gönül "Yok bir şey!"
dediyse de içindeki sesi net duyuyordu. SinHa oradaydı ve bir tek o
duyabiliyordu. Gçinden:
“Hocam bu nasıl oluyor?”
diye sordu. SinHa:
“Sana anlatacaklarımı sen onlara aktar. Ama bir kitaptan okumuisun
da anlatıyormuisun gibi yap." dedi. Gönül toparlandı. Bilge'ye:
“Ben konuyu bir kitaptan okumuştum. Aklımda kalanları size
aktarayım. Yanılırsam beni düzelt." dedi. Harun adeta kulak kesilmişti:
“Helal yenge! Zaten sana gıpta ediyorum. Bilge ile evlendığınde
buna en çok muhalefet edenlerden biri olarak bugün sana saygı duyduğumu
söylemekten Geref duyuyorum." Gönül:
“Estağfirullah" dedi o da Aysun için bunu söyledi.
“Ben de Aysun'dan
sıkılırdım. Ama kader beni onunla en iyi dost olmaya sevk etti. Bugün şunu daha
iyi anlıyorum ki, burada kalmaya beni sevk eden güç, bu muhabbetin doğmasını
murat etmiş. Aysun hiç ummadığım kadar iyi bir dost çıktı....
Ben de bunu 276 söylemek
zorunda hissediyorum kendimi....
Geçmişte olup bitenlerden
dolayı ondan özür diliyorum." dedi....
Bilge:
“Bu kadar sevgi ve övgü gösterisi yeter, hadi ne biliyorsan
anlat." Gönül toparlandı.
“Bismillahirrahmanirrahim."
dedi. Üç kere salat ve selam getirdi.
“Deccal hadisesiyle kıyamet
alametleri hep birlikte anılmıştır. Çünkü Deccal, kıyamet alametlerinin en
büyüğüdür. Deccal çıktı mı artık sonun başlangıcı gelmiş demektir. O yüzden de
Deccal'in ne olduğunu iyi bilmek gerekiyor....”
Gönül o kadar seri ve düzgün
cümlelerle konuşuyordu ki Bilge dahil herkes şaşırdı. Gönül, adeta bir kitaptan
okuyormuş gibi net, düzgün ve açık seçik anlatıyordu....
Bilge de, Harun da, Aysun da
şaşkındı....
Gönül:
“Eee! Böyle pür dikkat yüzüme bakarsanız aklım karışır, beni rahat
bırakın!" dedi.
“Yahu hatun seni bilmesem,
gerçekten hayret edeceşim! O kadar değişik konuşuyorsun ki, sanki birileri
kulağına fısıldıyor da, sen de onları aktarıyorsun diyeceşim geliyor." Gönül:
“Yok daha neler! Sen zaten beni hep küçük gördün. Yani sadece sen
mi bu dini bilmek zorundasın. Cehennem bizim için de var. Herkes kendini
kurtarmakla görevlidir." Harun:
“Helal sana yenge! Ben seni dinliyorum, sen bunların sataşmalarına
aldırma, kıskanıyorlar." dedi....
Gönül:
“Peygamberimizin gelecekle ilgili haberleri iki sınıftır. Bunların
bir kısmı Kuranı Kerim'deki ’müteşabihat' gibidir. Bunlar, üzerinde akıl
yorularak anlaşılmaz. Ancak olay olup bittikten sonra ihbarın ne anlama geldiği
anlaşılır. Bir kısmı da 'muhkemat'tır. A kıl yorarak, üzerinde dügünerek anlaşılabilir.
Birinci kısmı 'tevil' yoluyla, ikinci kısım 'tefsir' yoluyla anlaşılır veya
anlaşılmaya yaklaştırılır."
Harun:
“Yenge, Allah'ını seversen anlaşılır konuş! Muhkemat, müteşabihat,
tevil, tefsir ben bunların hiçbirinin anlamını bilmiyorum. Bunları açsana
biraz!" dedi. Gönül, bir an boş bulunarak "Ben de bilmiyorum."
diyecekti ki birdenbire açık verdığıni sanarak toparlandı:
“Dilimin döndüğü kadar anlatayım." dedi ve anlattı:
“Müteşabihat, 'akıl yoluyla anlaşılmayan meselelerdir.' Herkes
ancak kendi yorumunu yapar, 'Ben böyle anlıyorum.' diyebilir ama 'Bunun aslı
ille de budur.' diyemez. Verdiği hüküm bağlayıcı da olmaz. Bu yoruma 'tevil'
denir. isteyen inanır, isteyen inanmaz.. Muhkemat ise 'Rabbin için namaz kıl ve
kurban kes.' ayetinde olduğu gibi, akıl yoluyla anlatılabilecek konulardır.
Ayette "Namaz kıl, kurban kes" diyor. Ne zaman namaz kılınacağı,
kurbanın nasıl olacağı belli değildir. Ama üzerinde düşünülerek, diğer verilerden
yararlanılarak ayetin ne demek istedığıni anlarız. Buna da tefsir denir. Tefsir
bağlayıcıdır ve ona inanm ak gerekir. Örneğin 'Domuz eti haramdır.' diyor
Kuranı Kerim. Bunun üzerinde tevil yapıp, 'söyle olursa böyle olur böyle olursa
böyle olur demek' olmaz. Çünkü açık bir hükümdür." Harun:
“Allah razı olsun yenge! Peki, bizi çok yakından ilgilendiren bu
konular neden böyle bilmece gibi saklı bırakılmış?”
Gönül boiluğa düştü. Ne
diyeceğini şaşırdı, bir iki dakika öylece kaldı, içinden de "Hadi SinHa,
beni mahcup etme!" diyordu. SinHa fısıldadı:
“Bu konular açık anlatılsaydı ve eğer anlatıldığı netlikte
çıksaydı, o zaman kendi arzusuyla inananlarla, inanmak istemeyenler zorunlu
olarak birlikte onaylayacak ve teslim olacaktı. Allah ve O'nun Peygamberi,
ancak kendi arzusuyla inanm ak isteyen inansın, inanmak istemeyen de
reddedebilsin diye gaypla ilgili olayları perdeli anlatmışlar." 3 "Ahiret
hayatı da gayptır ama Kuranı Kerim ve hadisler, çok geniş bilgi vermişler ve
nerede ise oradaki hayat tarzını bile geniş geniş anlatmışlar, neden?”
Gönül:
“Sen de bilmiyormuisun gibi beni sınama! Ahiret hayatının kendisi
gayptır. Kimsenin onu burada gözleme olanağı yoktur. Bu bilgiler ne kadar doğru
olursa olsun, kimse ölmeden önce onların doğruluğunu ispat edemez. isteyen
inanır, isteyen reddeder. Öldükten sonra da sınav sırrı ortadan kalktığına göre
bizi ilgilendirmez." Aysun:
“Sınav sırrı ne?”
diye sordu.
“Sınav sırn şu. şimdi burada
hepimiz birtakım emir ve yasaklarla karşı karşıyayız. Hepimize bazı öneriler
yapılmış. Bir kısmımız inanıyor ve onu onaylıyoruz. Bir kısmımız da bazı
kanıtlar öne sürerek reddediyoruz. Eğer öneri çok açık yapılsa ve hiç kimsenin
reddedemeyeceği bir kanıt olsa, insanların onunla denenmesine gerek kalmaz. Çünkü
herkes ister istemez ona inanacaktır o zaman. O zaman da insanların onunla sınanması
saçma olur." Bilge, karısının derin bilgisine iyice şaşırdı. Adeta dilini
yutacaktı.
“Bu kadın bütün bunları ne
zaman öğrendi, nasıl bu kadar rahat anlatabiliyor?”
diye derin bir hayret
içindeydi....
Sonra sahabeyi düşündü.
Onların da kısa bir dersten sonra nasıl birer allame olduklarını hatırladı.
“Bu imanın sırrı olsa
gerek." dedi....
Gönül devam etti:
“Gman ve onunla ilgili teklifler ve emirler, kabul veya
reddedilmesi tamamen insanın iradesine bırakılmış bir sınavdır, bir
müsabakadır. O yüzden de ne iman zorunludur, ne de imanın gereklerini yerine
getirmekte evrensel bir zorlama vardır. Yani nefes alıp vermek gibi zorlayıcı
gerçekler olsaydı, bunlarla sınanm aya gerek kalmazdı....
279 Emir ve yasaklar insanın aklına kapı açar ama
iradeyi elinden almaz....
Örneğin gökyüzünde Allah
birdir ve ondan başka ilah yoktur.' diye yazsaydı ve zorunlu bir tasdik
olsaydı, bu dünyanın yaratılmasına ve insanın akıl ile donanmasına gerek kalmazdı!
Kıyamet alametleri de böyle. Bu alametler ve işaretler, hiç kimsenin
reddedemeyeceği bir kesinlik ve açıklıkla ortaya çıksalardı, inanmak
istemeyenler de inanm ak zorunda kalacaklardı....
Bu da gerçekçi olmazdı....
Mademki hayat bir sınavdır,
Hakk'ı onaya razı olanlar kabul, etmeyenler red seçeneğini kullanır." Harun:
“Tamam da yenge bunların Deccal ile ne alakası var?”
“Olmaz olur mu! Bu söylediğim
şeyleri kavramadan daha sonra söyleyeceklerimin bir anlamı olmaz. Önce zihninizi
hazırlamalıyım ki, sonradan söyleyeceklerimi kavrayasınız! " Harun:
“Eyvallahyenge dinliyoruz!" dedi. Bu arada Aysun kalkmış
mutfağa gitmiş, tabaklar dolusu patlamış mısırla salona dönmüştü. Bilge:
“Allah razı olsun Aysun. Bu sohbet de ancak böyle çekilir."
dedi. Gönül:
“Ne yani, sizi sıkıyorsam bırakayım ! Hem kendınız istiyorsunuz
anlatmamı, hem de baltalıyorsunuz.
Bilge:
"Aman sen de hemen bozulma! Aysun'a iltifat ettik ne var bunda?”
Gönül sanki bir tek Harun'a
anlatıyormuş gibi yaptı ve sözünü sürdürdü:
“Şu anlattıklarımın neden önemli olduğunu biraz daha açıklayayım.
Örneğin Hz. İsa gelecek deniliyor. Bugüne kadar sayısız insan çıkıp 'Ben İsa'yım'
demiş. Hangisinin doğru İsa olduğunu nasil bileceğiz?
İkincisi eğer Hz. İsa,
gerçekten anlatılan şekilde çıksa ve herkesi aciz bırakacak şekilde ortaya
çıkıp varlığını zorunlu kabul ettirse, doğru olur mu?”
Aysun:
“Niye olmasın?”
Gönül:
“O zaman ona yetişemeyip inançsız gidenlere haksızlık olmaz mı?
Olur. öyleyse Hz. İsa da
rivayetlerdeki gibi ortaya çıkamaz. Yani herkesin gözü önünde bir adam gökten inecek,
her dokunduğuna iman nasip edecek, eşeğinin bir kulağında ateş, bir kulağında cennet
bulunacak! Aklınız alıyor mu böyle bir şeyi?”
Harun:
“Öyle bir şey gerçekten olacak mı?”
“Olur mu öyle şey! Ama bütün
bunlar rivayetlerde var. Öyleyse o eşeğin ne olduğu, onda görülen hallerden ne
anlamamız gerektiğini ciddi ciddi düşünmemiz gerekiyor.”
“Nasıl yani?”
dedi Harun. Gönül:
“Belki bütün bunlar onun geleceği zamana ait gelişmeler ve teknik
imkanlardır?”
“Ha bu olabilir! Ve güzel
bir yorum olur. O zaman bir çok şey daha rahat izah edilir." dedi Harun.
“Evet öyle. Hz. İsa bile
büyük olasılıkla ilk zamanlarında kendisinin İsa olduğunu bilemeyecek.
Dolayısıyla insanlar da bilemeyecek. Ancak olaylar gelişip, biçimlendikçe iman
edenler kendi ferasetleriyle onun Isa olduğunu bilebilecek veya tahmin
edecekler. Yine de kesin bir bilgi olmayacak bu. Deccal de öyle. Deccal, 'Ben
Deccal'ini.'diye ortaya çıkmayacak. Tam tersine kendisini 'zamanın gerekleri'
ile açığa vuracak. Bak insanlara, çağdaşlaşma adı altında bir yığın sapıklık
telkin ediliyor ve bizler de 'Bu zamanda başka türlü olunmazmış.' deyip o sapıklıklara
uyuyor veya göz yumuyoruz....
Sonra kıyametle veya
gelecekteki olaylarla ilgili haberler daima açık ve anlaşılır da anlatılmamış.
Teşbih ve temsillerle anlatılmışisteyene istediği gibi yorumlama imkanı verilmiş....
Teşbih yani benzetmelerde
kastedilenler ancak olay ortaya çıktıktan sonra anlaşılır....
Örneğin bir gün
Peygamberimiz mescitte oturuyormuş. Bir gürültü duyulmuş. Peygamberimiz,
"Yetmiş yıldır cehenneme doğru yuvarlanan taş dibe vurdu." demiş....
Orada bulunanların hiçbiri
bundan bir şey anlamamış. Ama biraz sonra bir sahabe gelip 'Ya Resulallah yetmiş
yaşındaki filan Yahudi adı en hızlı islam düşmanları arasında yer alıyordu âz
önce öldü.' deyince, orada bulunanlar Hz. Peygamberin ne demek istediğini anlamışlar.
3 işte gelecekle ilgili birçok olay böyle benzetmelerle anlatıldığı için,
herkes onları vaktinden önce tahmin edemez ve bilemez. Ancak ilimde kendilerine
ruhsat verilenlerin bazıları onu hissederler. Onlar da bu hislerini net
bilgiler şeklinde değil, yorumlar halinde aktarırlar. Kimisi inanır, kimisi
inanmaz.”
“O zaman Hz. İsa gelecek
diye beklemenin bir anlamı yok." dedi Harun.
“Daha da önemlisi verilen
haberleri, ancak iş olup bittikten sonra anlayacağız demektir." Gönül:
“Biraz öyle. Tabi bu haberlerin anlaşılmaz hale gelmesinde onları
rivayet edenlerin de kusuru var?”
“Nasıl?”
diye sordu Harun?
"Benzetmeler, temsiller
şeklinde aktarılan bazı olaylar, zamanla halk tarafından gerçek zannedilmiştir....
Örneğin geçmiş gök
bilimciler ay veya güneş tutulmasını anlatmak için, yılan diye bir tabir
kullanmışlar. Yuvarlak olan dünyanın gölgesi, yine yuvarlak olan ayın üzerine düşmeye
başladığı anda gölge dar bir elipsi andırır. Eski astronomlar buna 'hayya' yani
yılan demişler. Bu görüntü, tutulmanın başladığını gösterir. Oysa zamanla,
cehaletten dolayı, bu kelime gökte gerçekten bir yılan var da o yılan ayı yutuyormuş
gibi algılanmış. Gökteki yılan ayı yutuyor, denilmiş. Oysa gökte yi lan
olmadığı ortada. şimdi bu söylemin iç yüzünü bilmeyen birisi bu yorumu saçma kabul
eder....
Yine Arşı taşıyan iki
meleğin adı, hadiste "Sevr" ve "Hut" olarak belirtilir.
Bunların biri balık, diğeri öküz anlamına geldiği için zamanla dev bir balık ve
öküz var kabul edilmiş, dünyayı bu ikisinin taşıdığı sanılmış....
İkincisi ise, o haberleri
aktaran kimselerin, evrendeki sürekli değişikliği ve bu değişikliklerin
getireceği yeni Şartları hesaba katmamalarından kaynaklanıyor." Bu nasıl
oluyor?”
“Örneğin aktarılan hadisin
metninde 'hilafet merkezi yakınlarında' ifadesi geçmesine rağmen, aktarıcılar,
o dönemde gam veya Medine islam merkezi olduğu için ve hep öyle kalacağını
sanarak, 'hilafet merkezi' yerine 'gam veya Medine' demişler.”
“Hz. İsa, gam'a inecek
denmesinin nedeni de bu mu?”
“Evet. Kıyametle ilgili
olayların tamamı bu iki şehir etrafında tasvir edilmiş. Bu merkezlerin zamanla
değişeceğini, Mısır'ın veya istanbul'un islam merkezi olacağını düşünmemişler....
Hükümlerini de ona göre vermişler.”
“ilginç!" dedi Bilge.
“Vallahi hanım muhteşemsin!
Yahu sen bu kadar bilgiyi ne zaman edindin?
inan seni bilmesem ilham
altında konuşuyorsun diyeceğim." Gönül nerede ise "Evet ilham altındayım."
diyecekti ki SinHa onu uyardı:
“Devam et!" Gönül, işi şakaya vurarak sözlerini sürdürdü:
“E herhalde bir tek sen okumuyorsun! Buraya geldiğimden bu yana
sürekli okuduğumu sen de görüyorsun." dedi. Aysun atıldı:
“Vallahi ben de şahidim. Ne zaman ona habersiz gelsem onu hep
okuyorken buluyorum. Bu kadın bu çocuk ve bu kadar iş arasında nasıl fırsat
bulup da okuyor hayret ediyorum!" dedi. Sonra da ekledi:
“Bilge gerçekten şanslı bir insansın."
Bilge yerinden kalktı,
karısının yanına gidip başını öptü ve omuzlarim tutup sarstı:
“Ben onunla her zaman övünüyorum, Aysun Hanım." Gönül bu
davranıştan etkilendi. içinden SinHa'ya, "Teşekkür ederim." dedi....
Sonra "Bir
dakika!" deyip mutfağa gitti, geldi ve tekrar yerine oturdu. Kısa bir
sessizlikten sonra sözünü sürdürdü:
“Bir yanılgıya daha düşmüşler.”
“Nasıl bir yanılgı?”
diye sordu Harun. Bilge şimdi
karısını daha bir dikkat ve hayranlıkla izliyordu. Onun kendi karısı olduğunu
düşündükçe "insan ne garip! En yakinmdaki cevheri bile fark
edemiyor." dedi.
“Özel ve dar kapsamlı bazı
rivayetler, genel ve herkesi kuşatır bir gerçek sanılmış.”
“Örneğin rivayetlerde 'Bir
zaman gelecek Allah diyen kalmayacak.' denmiş....
Harun:
“Evet böyle bir rivayetin varlığını ben de duymuştum. Bu da
kıyamete doğru hiç inanan kalmayacak diye anlatılırdı. Böyle anlamak yanlış mı?”
“Doğru mu?”
“Tabi!" dedi Harun,
"Müslümanlar azalıyor, inanmayanlar çoğalıyor.”
“Doğru! Bize göre
inanmayanlar çoğalıyor. Ama unuttuğumuz bir gerçek var. Örneğin Hıristiyanlar
Allah demez mi, Yahudiler Allah demez mi, hatta diğer dinlerin mensupları
Allah'ı inkar mı ediyorlar?
Onu anmıyorlar mı?”
“Anıyorlar.”
“Öyleyse, böyle hiç kimsenin
Allah demediği bir durum nasıl gerçeklenebilir?
gayrımüslimler kafir değil
ki!.. Onlar Allah'ı inkar etmiyorlar, sadece sıfatlarında hata ediyorlar....
'İsa Tanrının oğludur.'
diyerek hata ediyorlar. Allah'ın 'doğurmayan ve doğrulmayan 1 284 h tek varlık
olduğu' gerçeğini görmezlikten geliyorlar. Varlığını yok saymıyorlar.”
“Peki o zaman bu rivayetten
ne anlayacağız?”
“Bundan özel bir şeyi, hatta
bu haberi veren peygamberin takipçileriyle ilgili bir şeyi anlamamız
gerekiyor. Bunu da hepınız biliyorsunuz.”
“Nedir o?”
“ğudur, içinde Allah'ın
bolca zikredildiği tekke ve zaviyeler, medreseler doğal işlevlerini kaybedip
hurafelerin üretildiği merkezler haline gelecek. Birileri de çıkıp onları
kapatacak. Kapatılmadı mı?”
“Kapatıldı.”
“Ezan gibi islam'ın en temel
çağrı sembolü değiştirilmedi mi?
işte peygamber bunu haber
vermiş olabilir. Biz ise bütün insanlık kesin inançsızlığa düşecek sanmışız....
işte Hz. Peygamberden gelen
haberlere böyle dikkatli bakmak gerekir." Bilge:
“Fesübhanallah! Yahu hatun, vallahi sana bu gece bir şeyler oldu!
Yahu bütün bunları nereden çıkarıyorsun?
Bunlar ne muazzam izahlar
böyle! Tam doğru olmasalar bile insanı ikna ediyor." Harun:
“Helal sana yenge. Sabaha kadar seni dinleyebilirim." dedi.
Gönül: Sağ ol Harun." dedi ve Aysun'a döndü:
“Aysun, çaya bakar mısın, demlemiştim. Sana zahmet servis yaparsan
sevinirim." dedi....
"Çay mı demledin?
Ne zaman?”
“Az önce mutfağa gitmiştim
ya!" Bilge iyice kuşkulanmaya başlamıştı. Gçinden "Bilge yandın
oğlum! Bu kadın tekin değil! Hiç incitmeye gelmez. Onun gönlünü hoş edemezsen
belanı bulursun." dedi....
Tuhaf bir şekilde SinHa aklına
geldi. Acaba onunla bağlantısı mı var....
"Ama olmaz, o burada
olsaydı ben de hissederdim." deyip geçti....
Gönül sözünü sürdürdü....
"Çok daha önemli bir
konu var ama onu aynntılı olarak anlatabileceşimi sanm ıyorum. Yine de dilimin
döndüğünce anlatmaya çalışayım. insanın eceli ve ölümü gibi, insanlığın ve
dünyanın eceli ve ölümü de bazı sırlar ve hikmetlerden dolayı saklı tutulmuş.
Bunları hiç kimse bilmez. Peygamberlerin bile bu konuda ipucu verme yetkileri
yok....
Sadece uzaktan uzağa, işaretler
ve temsillerle o anın yaklaştığını hissettirirler." Aysun, "Keşke
insan ne zaman öleceğini bilseydi! Bari tövbe ve istiğfar ederdi....
Öbür taraf için hazırlık
yapardı”
“Öyle ama bunun diğer tarafı
da var.”
“Hangi tarafı?”
dedi Aysun. Harun atıldı:
“Yahu bırakın da anlatsın! ikide bir limon sıkmayın, Allah aşkına!"
diye parladı. Gönül:
“Zararı yok. Hatta iyi bile oluyor. Hiç sormazsanız bir yerden
sonra ben de ne anlatacağımı unuturum.”
“Tamam yenge, sen anlat....”
“Örneğin sen Harun, yirmi
gün sonra öleceğini kesin olarak bilseydin, bu kadar rahat olabilir miydin?
Bir şeyler yapmak için
çabalamaz miydin?”
“Hayır oturur, heyecan ve
kederle o günü beklerdim”
“Yani ölüm sana gelmeden
elli kere ölürdün korkundan veya üzüntünden....”
“Doğru....”
“Peki daha bin yıl yaşayacağını
bilseydin, neler yapmazdın....”
“Ohoo sen de yenge! En
azından dokuz yüz doksan dokuz sene gezer tozar, her tehlikeli oyunu dener, yaşamanın
tadını çıkarırdım.”
“Yani gafletle geçirirdin.”
“O anlamda söylemedim!"
"Ama yapacaklarının
hiçbirinde yarın ölebilirim kaygısı olmazdı. Öyle değil mi?”
“Öyle.”
“Eee bu da zaten gaflette
olmanın ta kendisi! Oysa bu âlemin kendi kuralları var. Allah insanla ilgili
bir şeyi yaratmayı diledığınde, önce o şahısta o iş için yetenek bulunup
bulunmadığına, sonra da gerçekten isteyip istemedığıne bakar. Daha sonra da o
insanın o şeye kavuşmak için yapması gereken eylemleri yapıp yapmadığına bakar....
Bize nice iyilikler ve
ikramlar takdir edilmiş ki biz onları tembellişimizden dolayı kaybetmişiz, elde
edememişiz." Bilge:
“Doğru. Bu âlemde her şey bir sebebe bağlanmıştır. O sebebe baş
vurulmadıkça onun arkasına bağlanmış nimet de gelmez....
Belalar da öyle.”
“Doğru. Tıpkı bunun gibi
eğer kıyametin zamanı belli olsaydı, geçmiş topluluklar, ahiret korkusunun insan
hayatında ortaya getirdiği yapıcı fonksiyonlardan etkilenmeyecek, hayatlarını
gaflet ve sefaletle geçireceklerdi. Son ümmetler ise feryat ve figanla
ömürlerini geçireceklerdi. Bu zaten sınav sırrına da aykırı olurdu....
Ama kıyametin saati gizli
kaldığı için, beş bin yıl önce de insanlar kıyameti bekleyerek, hayatlarına
çeki düzen vermişler, bugün de....”
Mutfağa geçen Aysun çay
tepsisi ile içeri girdi. Bilge karısına "Biraz ara ver de keyifle çaylarımızı
içelim." dedi....
Gönül:
“Aslında ben de yoruldum." Harun:
“Aman yenge sen onlara bakma! Fırsat bu fırsat! Anlat. Daha
Deccal'e hiç gelmedin. Biraz da Deccal'den bahset de sonra konuyu kapatırız.
Tabi bu arada bizim kağıt oyunumuz da iyice güme gitti !" dedi.
“Aslında....”
dedi Bilge, "Kıyamet ve
ölüm korkusunun insan hayatında ilginç işlevleri var. Ölümü hatırlayan insan
bence hayatını daha verimli ve daha yararlı kullanır."
"Ama
hep ölüm düşünülerek de yaşanmaz ki!" dedi Aysun....
Gönül:
“Doğru. Çünkü biz ölüm korkusunu yerli yerinde kullanamıyoruz. Ya
ölümü unutup görevlerimizi arkamıza atıyoruz, ya da onu öne sürerek dünyadan
elimizi eteşimizi çekiyoruz....
Oysa hayatı sevmek gerek.
Hayatı sevmeyen, hiç mutlu olmayan bir insanın inancı da Allah sevgisi de
yetersizdir. Çünkü bu âlem de insanın gönlünü okşayacak sayısız güzelliklerle
donatılmıştır....
Örneğin en çok yakındığımız
gaflet halimiz, yani Allah'ın her an bizi gördüğü düşüncesini unutmamız insanın
görevlerini unutmasına neden olduğu gibi, insanın hayattan lezzet almasını da
sağlar....
Allah'ın insanı izlediği, sürekli
insanla beraber olduğu fikrini bir düşünün. insan nasıl yaşar, nasıl yer içer,
nasıl sevişir, nasıl ihtiyaç giderir?
Ama O, kendini ve rahmetini
insandan gizledi ki insan, dünyanın da tadına varsın, sürekli izlendiği fikrini
unutup yaşantısından haz duysun....”
Bu arada çaylar içilmişti.
Ay sun ikinci servisi yaptı....
"Hadi hanım biraz da şu
Deccal'den söz et!" dedi Bilge.
“Aslında önce, onun ne
olduğunu iyi anlamak gerekir. Bu nasıl bir şeydir ki Hz. Muhammed, ümmetini,
ondan Allah'a sığınmaları için uyarmış. Deccal imana ne gibi bir zarar verecek
ki bütün inananlar ona karşı uyarılmış....
Bunu iyi belirlemeliyiz. O
bir insan mı, bir fikir mi, bir düşünce mi, bir yaşam tarzı mı, yeni bir anlayış
şekli mi?
.. Mahiyetini bilmek gerekir....”
“Sence nedir?”
diye sordu Harun.
“Rivayetlerden, onun
olağanüstü sıfatlarla donatılmış bir insan olduğu anlaşılıyor. Ve onun ancak
Hz. İsa tarafından öldürülebileceği söyleniyor. Ama ben onun bir insan olduğuna
inanamıyorum. Çünkü o bir insan olsa, ne kadar güçlü de olsa birileri
tarafından öldürülebilir. Bu nasıl bir varlık ki ancak Hz. İsa tarafından
öldürülebilecek! Dolayısıyla onun bir insan olması akla ağır geliyor....
Bu olsa olsa, tanrıtanımaz
bir düşünce sistemidir. Çünkü insanlar, bu düşüncelerden etkilenerek, kendi
arzularıyla dinlerin ! 288 I den ve inançlarından vazgeçiyorlar....
işte Deccal'in tehlikesi de
burada ortaya çıkıyor. Çünkü o, inanan insanları, kendi istekleriyle
inançlarından vazgeçmeye ikna ediyor. Deccal ile ilgili işaretler ve özellikler
iyi anlaşıldığı zaman, onun bir şahıstan çok, bir fikir hareketi, toplumsal
bir eğilim olduğu anlaşılıyor. Onun şahsına ait gibi gösterilen şeyler ise bu
eğilimin toplumlara egemen olduğu döneme ait teknik imkanlar gibi görünüyor....
Bunu iyi anlamak için size
bir örnek vereyim. Örneğin deniliyor ki, Deccal öldüğü vakit, ona hizmet eden şeytanlar,
dikili taştan bağırırlar ve herkes o sesi duyar....
şimdi bu rivayette geçen
dikili taşı televizyon veya radyo vericisi olarak düşündüğünüzde kendiliğinden iş
anlaşılır. Demek ki onun zamanında iletişim çok gelişmiş olacak, bir olay
ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra bütün dünya tarafından işitilecek....
Sonra deniliyor ki, 'Onun eşeği
kırk günde dünyayı dolaşır.' Bugünkü ulaşım araçlarını düşündüğünüz zaman,
değil kırk günde, dört beş günde dünyayı dolaşmak mümkün. Hatta bugün yirmi
dört saatte dünyanın etrafını turlayabilecek araçlara sahibiz....
Demek ki, Deccaliyet dediğimiz
düşünce şeklinin, yani inançsızlık hareketinin hakim olacağı dönemlerde iletişim
araçları ve ulaşım araçları çok gelişmiş olacak." Gönül biraz nefes aldı. Beklemekten
dolayı soğumuş olan çayını bir yudumda içti sonra da:
“şimdi size bir soru: Deccal'den niçin bu kadar korkulmuş ve ümmet
ona karşı uyarılmış?”
“Neden?”
dedi Harun.
“Bence, Deccallik veya
Deccal diye isimlendirdiğimiz şey, insanları kendi arzularıyla inançsızlığı
benimsemelerine zemin hazırladığı için tehlikeli. Onun tarzı doğrudan insanları
inançsızlığa çağırmak değil. Belki insanların zayıf damarlarını kullanarak onları
kendine çeker ve sersemleştirir. Böylece onları inançlarından m ahrum eder....
Örneğin, komünizmi seçen insanlar, dini reddetmek veya inançsızlığa
erişmek için değil birtakım haksızlıklara ve adaletsizliklere dur demek için o
yöne yönelirler. Onlara, bu adaletsizliklere dinin neden olduğu telkin edilir,
inançların insan uydurması olduğu, toplumların din aracılığıyla sömürüldüğü
söylenir. Onlar da çaresiz dinden ve inançtan soyunurlar. Hepimiz bu tür
olayları çevremizde yaşadık, gördük ve görüyoruz....
Örneğin ben bir zamanlar
genel geçer yaklaşımla solcuydum. Bunun iki nedeni vardı. Solculuk ilericilik ve
çağdaşlık diye telkin ediliyordu. ikincisi de, var olan adaletsizliklerin dinci
kesimin iktidarlarla işbirliği yapmasından kaynaklandığına inanmamdı. Ben de
çağdaştım ve dine karşı olmalıydım. insanlar inandıkları gibi yalamadıkları takdirde
zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar....
Ben Bilge'yi sevmeseydim,
belki hâlâ o düşüncede olacaktım. Belki daha da pekiştirecektim inançsızlığımı.
Hatta, o nunla evlenerek onu da kendi safıma çekebileceşime inanıyordum. O iyi
bir insandı, benim gibi çağdaş olmaya layıktı....
Meğer kader bize başka ağlar
örmüş. Ben onu çağdaşlaştırayım derken, Allah benim kalbimin kapılarını açtı da
beni yapay ve zorlama bir inançsızlığin karanlığından çıkarıp inancın
aydınlığına kavuşturdu....
O kavramların da ne kadar
anlamsız olduğunu öğrendim....
Size özet olarak şunu
söyleyebilirim; Deccal inançların dışlandığı bir yaşam şekli önerecek ve bunu
'gerçek hayat' diye yaygınlaştıracak. Bundan da sadece Müslümanlar değil,
inançlarını doğru kabul edelim etmeyelim, bütün inananlar etkilenecek....
Bilimin tanrısızlaştirldığı,
ölüm sonrası yaşamın reddedildiği, dünyevi hayatın tek ve temel yaşantı
olduğunun benimsendiği, inançların yaşamı yönlendirme özelliliğini kaybettiği
bir anlayış" Bilge söze karıştı:
“O zaman Deccal'i beklemenin bir anlamı yok. Çünkü söylediklerinin
tamamı bugün var." 290 "Elbette"
dedi Gönül, sözünü sürdürecekti ki Aysun söz aldı ve "Ben anneannemden işitmiştim.
'Deccal'in eli delik olacak.' diyordu. Gerçekten böyle eli delik biri olmayacak
mı?”
“Tabi ki olacak. ğu anda
hepimizin eli bir parça delik. O yüzden de hiç inançlanriıza uygun olmayan bir
yaşam biçimi sürdürüyoruz.”
“Nasıl yani?”
diye sordu Harun.
“Filanca adamın eli delik,
dendiğinde ne anlarsınız?”
“Elinde para tutamadığım
anlarız.”
“Yani israfçı olduğunu....”
“Evet!”
“Demek ki israf eden
insanların, Deccaliyet diye tanımlanan yaşam biçimini benimsemeleri olasılığı
daha çok. Onun tuzağına düşme ihtimalleri daha yüksek. Gelirleri, meşru,
olmayan giderlerine yetmediği için tuzağa düşerler. Haram, helal
aramazlar." Harun bundan kendine bir pay çıkardı ve:
“Gördün mü hanım, 'Bunu da al, bunu da yap!' diyorsun hep. Demek ki
israf etmemek gerekiyor....”
Gönül:
“Bakıyorum bu iş hoşuna gitti Harun! Ama anlatılmak istenen tam da
bu değil.”
“Ya nedir?”
“Kanaatsizlik ve aç gözlülük
yüzünden insanların gelirleri, giderlerine yetmeyecek. O zaman da insanlar
gelirlerini yükseltmek için meşru, gayrı meşru bütün kaynakları kullanarak,
gelir elde etmeye çalışacaklar....
Yani kimse haram helal
aramayacak. Para gelsin de, nereden gelirse gelsin, derdine düşecek. Bu da
insanların, hayatı ve yaşamayı temel amaç haline getirmelerine sebep olacak.
Zaten hayat temel amaç haline geldikten sonra insanın daha rahat yaşamak için yapmayacağı
kalmaz. Ne ahlak kalır, ne erdem kalır, ne Allah korkusu."
"Ben bir hadis hatırladım." dedi Bilge.
“Hz. Peygamber Cebrail'e,
kendisinden sonra dünyaya gelip gelmeyeceğini sorar. Cebrail, 'üç veya dört
kere daha geleceğini' söyler. Peygamber, gelişinin amacıni sorar o da yanıt
verir: 'Birincisinde kanaati alacağım, aç gözlülüğü bırakacağım. Böylece
insanlar servete doymayacak hale gelecekler. 'ikincisinde iffeti alacağım,
insanlarda utanma ve haya duygusu kalmayacak. Üçüncü gelişimde güveni alacağım.
Yeryüzünde huzur, asayiş ve itimat kalmayacak.' Belki kelimeler itibariyle tam
olarak böyle değil ama aklımda bu şekilde kalmış....”
Harun:
“Vay anasını be! Ne zamana kalmışız. Yahu bütün bunlar var, yaşıyoruz!"
diye hayretini dışa vururken, Gönül:
“Gtimat ve güven az da olsa var olduğuna göre, hâlâ ümit var
olabiliriz." dedi. Bu sırada uyanan Betül, salona gelmiş uykulu gözlerle
annesine sarılmıştı. Gönül sözü kesti ve onu doyurmak için mutfağa geçti....
Yerinden kalkmadan önce
birileriyle selamlaşır gibi davrandığını bir tek Bilge fark etti. O zaman
SinHa'nın orada olduğuna kesin kanaat getirdi. Bu, onu derinden yaraladı.
“Neden SinHa ona değil de
Gönül'e görünmüştü?
Bir hata mı yapmıştı da
SinHa kendisini ondan gizlemişti?”
Yüzünde derin bir endişe
bulutu dalgalandı....
Harun Bilge'deki bu değişikliği
fark etti ama anlam veremedi....
"Ne oldu Bilge?
Birdenbire sapsarı kesildin?”
Bilge:
“Konuşulanlardan etkilendim. Halimiz pek iyi görünmüyor. Doğrusunu
istersen derin kaygılara düştüm. Çünkü söylenen her şey her birimizde
var." dedi....
Harun:
“Allah büyüktür!" demekle yetindi....
Saat bir hayli geç olmuştu.
Ancak konuşulan konunun çekiciliği ve dinleyenlerin merakı yüzünden kimse
sohbetin kesilmesini istemiyordu. Mutfaktaki işini bitirip yeniden salona dönen
Gönül'e, Bilge bir soru daha sordu:
"Peki bu Deccal denilen şeyi hangi eylemleriyle anlayacağız?
Nereden bileceğiz ki o Deccal'dir?”
Gönül duraksamadan yanıt
verdi:
“İki Deccal vardır. Biri Dünya genelinde dinin yaşam üzerindeki
etkisinin zayıflamasına zemin hazırlayacak, diğeri de Müslümanlar arasından
çıkacak. Ona eski bilginler Süfyan demişlerdir. Süfyan, islamiyet'in bazı
kutsal değerlerini ve toplum hayatını düzenleyen hükümlerini kaldıracak veya
zedeleyecek, toplumu bir bütün haline getiren bağlan koparacak....
Her ikisinin sonucu da
toplumsal tahribata, bireysel ve toplu terörün artm asina yol açacak....
Ama ne yazık ki her iki
hareket de çağdaşlaşma adıyla ortaya çıkacak." Bilge bu yanıt karşısında şaşırdı.
“Demek ki. Gönül kendi
bilgisiyle konuşmuş yanılmışım." dedi ve bir kere daha karısının bu engin
bilgisinden etkilendi.
DOĞU BATI
Kış ayları da yaz aylan gibi çarçabuk gelip geçmişti. Gönül hiç
sıkılmamıştı. Zaman zaman Bilge'nin daralmaları olmuştu ama edindikleri yeni
dostlarla hoş günler geçiriyorlardı....
"Farkında mısın?”
dedi Gönül, "Küçük
kasabalarda dostluklar ne de çabuk gelişiyor?”
Bilge, elindeki dergiden
gözlerini ayırmadan onu doğrular şekilde başını salladı....
Gönül onun kafasını
salladığını göremedi....
"Tabi sen buraları
sevmiyorsun!”
“Aman sen de abartma! Niye
sevmeyeyim?
! Buralar doğup büyüdüğüm yerler. Elbette zaman zaman istanbul'un
kirli havasını, eski dostları özlüyorum.”
“Ben pek özlemiyorum."
dedi Gönül. Bilge:
“Burada herkes bizden bir şey bekliyor. Oysa istanbul'da her an
birileri sana katkıda bulunuyor. Kendini geliştiriyorsun, yeni şeyler öğreniyorsun.
Bilmiyorum. Burada mutluyuz ama sanki yaşantımız boş geçiyor.”
“Hem....”
dedi Bilge, elindeki dergiyi
koltuğa bırakarak, "Uzun zamandır, SinHa da ziyaretimize gelmedi. Gönül de
birdenbire çok eski bir dostu hatırlamış gibi:
“Doğru." dedi, "Üç aydır hiç gelmedi....
Acaba ters bir şeyler mi
yaptık?”
“Sanmıyorum. Burada ne
terslik yapılacak ki....
Doğru dürüst günah işleme
olanağımız bile yok." 294 "Sen öyle san! Buraların günahları daha
fena. Küçük ve sakin gibi görülen yerlerde şeytan daha derin hatalar yaptırıyor
insanlara....
En azından o kadar yoğun
dedikodu var ki....”
“Dedikodu küçük yerlerin
eğlencesidir Zararsız dedikodulardır.”
“Dedikodunun zararsızı olmaz
bence....
insanlar birbirlerinin
arkalarından neler söylüyorlar Bir araya gelince de hiçbir şey yokmuş gibi
davranıyorlar Beni burada rahatsız eden tek şey bu....
Biraz da tembellik var Hem
fakirler, hem de kendilerini rahatlatacak fazla bir girişimde bulunmuyorlar.”
“Çalışkanlık bir kültür ve
medeniyet olayıdır Bizim medeniyetimiz yoruldu ve geriye düştü, şimdi yeni bir
devinim içinde....
Ya çürüyüp yok olacak bu toplum,
ya da yeni bir yaşam biçimiyle kendisini diriltecek.”
“Ahlaksızlık gün geçtikçe
yayılıyor Daha iyi günlere gittişimizi sanmıyorum.”
“O kadar da ümitsiz olmamak
gerekir Ümitsizlik her türlü gelişmenin en büyük düşmanıdır. En dindar insana
bakıyorum, o da umutsuz. Düşünce ve eylem olarak kendini koyuvermiş. Oysa
Peygamberimiz 'Kıyamet koparken bile elindeki ağacı dik.' diyor Yani 'Hayattan
umudunu kesme!' çağrısında bulunuyor ama biz bunu anlamıyoruz.”
“Biz Doğulu bir toplumuz.
Rahatı severiz. Hatırlarsın Urfa'ya arkadaşına gitmiştik. Karısı bana yörede
giyilen bir şalvar vermişti giymem için. Rahat edersin demişti....
Ben o şalvarı giyince neden
gark'ta rehavetin hakim olduğunu anlamıştım.”
“Neden?”
“O şalvarı giyince, ne
oturup kalkmama dikkat etme gereği duydum, ne de kalkıp iş yapma isteği. insan
o şalvarı giyince yan gelip yatmak istiyor”
“Bence sorun o değil.”
“Ya ne?”
“Kolaycılık! Kolaycılığa
kaçmak, sıcak bölge insanlarının genel karakteridir"
"Doğru, ama bu kolaycılıkta, bütün peygamberlerin Doğu Akdeniz
bölgesinde, daha doğrusu Doğu'da gelmesinin de payı var Eski Yunanlılar
gerçeğe, daha doğru deyimle hakikate ulaşmak için ne kadar kafa patlatmışlar.. Oysa
Hintliler, iranlılar, Araplar, Çinliler ve tabi ki bizler, hikmeti ve hakikati
hep peygamberlerin dilinden hazır lokmalar olarak almışız. Üstüne bir taş
koymamışız....
Geldikleri gibi dogma
kaldılar”
“Bu kadar da haksızlık etme....
Koca bir islam medeniyeti
gelip geçmiş. Bundan 56 asır öncesine kadar medeniyet de, teknik de, refah da
bizde idi....
Bugün iyi bir eğitim için nasıl
Avrupa'ya, Amerika'ya gitmek gerekiyorsa, geçmişte de Bağdat'a, Basra'ya, Herat'a
Semerkant'a, gam'a, Kahire'ye, şırnata'ya ve İstanbul'a gelinirdi. Hatırlasana
bundan bir iki sene önce okuduğun Anadolu şünlüğü'nü....
O Alman gezginin 15461560 yıllan
için söylediklerini hatırlamıyor musun?
O gün anlattığı toplumumuz
nerede, bugünün insanları nerede?
Zaman zaman ya bu tarih
yalan, ya bugünkü insanlar dünkü insanların soyundan değil demekten kendimi
alamıyorum.”
“Peki niye bu duruma düştük?”
“Doğrusunu istersen
bilemiyorum. Daima dürüstlüğü, doğruluğu, iyiliği, çalışmayı, gelişmeyi,
güçlenmeyi, üretmeyi emreden bir dinin üyelerinin bu hale gelmesini net olarak
açıklayabilecek birine de rastlamadım." Bilge sonra ani bir kararla
yerinden kalktı....
Gidip çantasını aldı ve
içinden artık iyice buruşmuş bir yazı çıkardı....
Bu yazıyı epey bir zaman
önce bir gazeteden kesmiştim. Bu konuyla doğrudan ilgili. Dur sana da okuyayım:
'Takdir mi önce gelir, liyakat mi, bilemiyorum Yani insan bir şeyi lütuf veya
kahır hak eder de sonra o verilir mi, yoksa ilahî bir tecelli gereği,
mevsimlerin değişmesi gibi insanların da iyi ve kötü günleri var da insanlar
çaresiz ona tabi mi oluyorlar?
296 Birincisine kayıtsız şartsız
'evet' demek Mutezile tarzı düşünceyi kabul anlamına gelir, ikincisi ise bir
derece Cebriye'yi çağrıştıriyor. ikisi arasında bir tercih yapmak da zor. Çünkü
öyle olaylar var ki insan, onun kendi gücünü aştığinı görür ve hisseder. Ve
yine öyle olaylar da var ki insan, vicdanen 'Bu işte benim de şu kusurum oldu....'
der. Türk tarihinin son 200 yıllik macerasını düşündüğüm zaman, bu ikileme düşmekten
kendimi alamıyorum. Çünkü öyle olaylar var ki, bunlar hiç de bizim
inisiyatifimizde değil. Bizim dışımızda, müdahale alanımızdan çok uzakta
cereyan etmiştir ama bizi çok yakından ilgilendirmiştir. Keşifler ve Batı'da
gelişen fikrî ve sınaî gelişmeler gibi. Başlangıçta bu gelişmelere bigane
kalmamız, bizim kusurumuz sayılabilir. Ancak bu gelişmelerin bizim sahamızın dışında
cereyan edip ortaya çıkması biraz da ilahî tecellidir. Bizim onlari kontrol
etmemiz, karşı durmamız zaten mümkün değildi. Tıpkı gelmekte olan bahar
mevsimini engelleyemediğimiz gibi....
Beşeriyet macerasında bazen
öyle gelişmeler olmuş ki, bunlar adeta insana rağmendir. Çünkü biz inanıyoruz
ki hayatın da, evrenin de gerçek sahibi Allah'tır. Elbette ki Allah, koyduğu
kurallara (Sünnetullah) uymayı kendine vacip kılmıştır. Ama 'Eyyamullah' dediği
zamanlar var ki, bizatihi beşerin hayatına müdahale ederek onu bir yöne sevk
etmiştir. Daha önce yazdığım bir yazıda buna "üçüncü faktör" demiştim
ki, bu üçüncü faktör, nihai belirleyicidir. Tıpkı, Musa'nın Firavun'un himayesinde
büyütülmesi ve onun ordularından kurtulması gibi. Tıpkı, bütün dünyanın
aleyhimize ittifak etmesine rağmen Anadolu'daki varlığımızı sürdürmemiz gibi. Elbette
ki, toplumların huzuru ve devamı için onların da üzerlerine düşen beşerî tedbirleri
almaları gerekir. Ama mevsimi gelip de ağaçların bedenine su yürüdü mü, yeşillenip
meyveye durmaması mümkün değildir. Ve keza hazan mevsimi geldiğinde, yaprak
döken hiç bir ağaç, 'Hayır ben yaprak dökmeyeceşim.' diye ona karşı koyamaz. Her
iki mevsimde de beşere düşen vazifeler vardır ama, bu nihai neticeyi pek
etkilemez. Milletlerin hayatında da işte böyle mevsimler vardır. Cenabı Hak,
her kavme, her ırka, her millete kendi tabiatındaki yetenekleri, özleri,
kabiliyetleri açığa çıkarma imkanı verir. Beşerin ortak mirası olan medeniyete
katkıda bulunmaları için ona fırsat tanır. Nitekim, bilim ve medeniyet
tarihçileri, bu ilahî nimetin, tarih boyunca mevsimler gibi, küremizin her bir
yanını dolaştığı ve her kavme kendi özündeki meyveleri açığa çıkarması fırsatinın
verildiği üzerinde hemfikirdirler. işte Asya! Her bir köGesinden bir başka
medeniyet fışkırmış ve her birinin meyveleri günümüze kadar ulaşmıştır. Çin,
Hint, Uzakdoğu, Ortaasya, Gran, Mezopotamya, islam ve islam içinde her milletin
kendi özgünlüğünü ortaya koyması gibi....
işte Avrupa! Birbirini takip
eden sayısız, medeniyetler ve kavimler. Bugün insanlığın ortak medeniyeti
haline gelmiş gibi görünen çağdaş Batı medeniyeti. Batılıların, geçmiş bütün
medeniyetlerden yararlanarak ve buna biraz inkar ve çılgınlık katarak ortaya koydukları
bir medeniyet....
Birçok meyvesi kekre,
zehirli ve insanlığın tükenişini hazırlayan tuzaklar içeriyorsa da büyük bir
bilgi birikimi üzerine oturmuş bulunuyor. Biz onu kabul veya reddedelim,
neticede o da Avrupa toprağinin bir meyvesidir. Zahiren hoş ve Girindir. Ama
insanlığa mide bulantısı, baş ağrısı, hazımsızlık, haksızlık, kayırmacılık,
kin, nefret, kan ve göz yaşından başka tat vermemiştir. Çünkü ağacı, zulüm ve
sömürü toprağında, kan ve göz yaşıyla beslenmiştir. 3 298 Hem de tarihi boyunca akıtılmış bütün
kanlardan daha çok bir kanla....
işte bu ağacın meyvesi; muhteşem
maddî görüntüler içinde mutsuz ve yalnız bir beşer!. Bu toprağın meyvesi bu. Bizim
ağacımızın meyvesi farklıydı. Tadı hâlâ damaklarda. Hatıraları hâlâ dillerde. Bizim
toprağımızın son ağacı Osmanli, bütün dünya tarihinde ancak bir kere görülmüş bir
ortaklığın, hoşgörünün, birlikte ve insanca yaşanırlığin meyvelerini sunmuştur.
Ne yazık ki biz kıştayız onlar yazda. Ama görülüyor ki, bizim kışımız bahara,
onların yazı güze yönelmiş. Batıda hazan mevsimi başlıyor. Bizde ise, ağaçların
bedenine su yürümeye başladı. Bunu hissetmemek mümkün değil. Fakat bilemiyorum,
bu mevsim, yeni bir medeniyet inşa etmeye yetecek mi yetmeyecek mi! insanlık
yalnız ve yakıcı bir hasret içinde, insanlık garip ve mustarip, insanlık muhtaç
ve aç, insanlık üşüyor. Onu yalnızlığından kurtaracak, hasretini giderecek,
ıstırabını dindirip göz yaşlarını silecek, onu bedenen ve ruhen doyurup tatmin
edecek, onu sevgi ve şefkatle bağrına basıp koynunda ısıtacak biri var mı?
Müslümanlar buna talip mi?
Eğer yanıt 'evet' değilse,
biz yeryüzündekiler birbirimize merhameti unutmuşuz demektir. Cenabı Hak,
müminleri Allah'a kavuşmayı ummayanlara' karşı bile merhamete çağırırken,
(Casiye Sûresi, 14) biz bizden biraz farklı dügünen Müslümana dahi tahammül
gösteremezsek, bizim ağacımızın meyvesi de kekre olur, yavan olur. Fakat
hepsinden daha önemlisi, biz bu büyük sorumluluk gerektiren yükün altına girmeye
hazır mıyız?
Bu güç ve donanım bizde var
mı?
Onanın pek emin değilim....
Çünkü geçen süre içinde
hayat suyu taşıdığımız mataralarımıza, şarap doldurdular....
Ayılmak için mataralarımıza
sarıldıkça daha bir sarhoş oluyor, kendimizden ve i benlişimizden
uzaklaşıyoruz. Medeniyeti temsil etme sırası bize. geldiğinde, gafil yakalanacağız
diye korkuyorum....
Zira toplum olarak,
medeniyet mimarlığı yapacak milletlerde kaçınılmaz olarak bulunm ası gereken,
doğruluk, insana saygı, geniş ufukluluk, hoşgörü, gayret, bilgi ve birliktelik
gibi hasletler, bizim diyarlan terk edeli hayli zaman oldu....
Önce fert fert toplumu
diriltmeliyiz. Her şeyden önce de 'Evrenin Kitabı'nı okumayı, daha doğrusu ona
doğru bakmayı öğrenmeliyiz....
Tabi elimizdeki "ilahî
metinleri" de yeni bir gözle okumalıyız....
Başka çaremiz yok....”
Bilge okumayı bitirdikten
sonra bir süre, değişik paragraflara bakıp tekrar tekrar okumaktan kendini
alamadı....
"Bu biraz kaderci bir
yaklaşım." dedi Gönül....
"Hayır" dedi Bilge.
“Kaderci değil, 'hikmetçi'
desen daha doğru olur....
Bence adam, işin sırrını
kavramış ama düşündüğünü iyi aktaramamış.”
“Her ne ise, insana çalışma
hırsı vermiyor....
Bence en önemli tespiti
'Evrenin Kitabı'na doğru bakmayı öğrenmeliyiz.' cümlesidir....
Sonra ilahî metinleri doğru
okuyamadığımız görügüne de katılabilirim....
Herkes Kuran'ı okuyor, ama başka
şeyler anlıyor....
Birilerinin çıkıp herkes
adına ve herkesin rahat katılabileceği bir şeyler söylemesi gerek....
Tamam Kuran'ın tek bir anlamı
yok. Evet, herkes kendi yeteneklerine göre bir şeyler anlayabilir ama ondan çıkarılacak
ortak doğruların da olması gerek.”
“Sen bir müctehit arıyorsun.”
“Müçtehit veya neyse o.
Birileri çıkıp, 'Siz bunu böyle anlıyorsunuz ama doğrusunun böyle olması
lazım.' demeli ve beni ikna etmeli....”
“Asırların kemikleştirdiği
'yanlış doğruları' kim hemen düzeltebilir ki?
Çoğumuzun dini bilgisi
kulaktan aktarma....
Sonra din ta temellerinden
darbe yedi....
Dinin doğru anlaşılmasının
zemini kalmadi. Daha doğrusu dinin telkin ettiği amaçlarla bugünkü medeniyetin
yüzyıllardır telkin ettiği amaçlar taban tabana zıt!”
“Yine rağbetler değişti
diyeceksin, değil mi?”
dedi Gönül.
“Ama öyle değil mi?
Bugünkü insanın temel amacı
ne?
Para, para, para. Dindarı
da, dinsizi de 'para' diyor. Eskiden şehirlerin kalbi mabetlerdi. şimdi ise
bankalar. Erdemli insan mı yeğdir, paralı insan mı?”
“Elbette erdemli insanlar.”
“Öyle diyorsun ama sen bile
nispeten varlıklı dostlarımızı daha çok seviyorsun.”
“Olur mu canım öyle şey! Ne
kadar kötüsün! Ben ne zaman ayrım yaptım?
Biliyorsun Nagehan çok
paralı ama hiç sevmedim.”
“Olayı kişiselleştirme. Sen
onun kaprislerini sevmiyorsun. Oraya gittiğin zaman rahat ettiğini hep
söylerdin.”
“Ne yani rahat yaşamak
inananların da hakkı değil mi?
şünah mı yani?”
“Ne ilgisi var?
Söylediğim o değil ki. Ben
insanların tanrılarını değiştirdiklerinden söz ediyorum, insanlar, küçük bir
dünyasal kazanç için, büyük bir erdemden, uhrevi kazançtan hemen
vazgeçebiliyorlar. Yanlış olan bu." Bu arada Gönül kahvaltı sofrasını hazırlamıştı:
“Hadi Bilge! Betül uyanmadan kahvaltı yapalım. Bana doğru dürüst
yemek yedirmiyor." Fakat Gönül'ün umudu kursağinda kaldı. Çünkü Betül
gözlerini ovuştura ovuştura salona giriyordu. Bilge onun uyanmasina sevindi....
Onun sofrada bir şeyleri
dağıta dağıta yemek yemesinden büyük lezzet alıyordu....
Kızını kucağına aldı ve
doyasıya sevdi. Birlikte lavaboya geçtiler. Betül'ün yüzünü yıkadı....
Tam mutfağa geçiyorlardı ki,
kapı çaldı. Gelenler Harun ile Aysun'du....
Aysun rahat bir eda ile
içeriye girdi ve:
“Ohhh! maşallah bu saate kadar uyudunuz da şimdi mi kahvaltı
yapıyorsunuz?”
dedi. Gönül gülerek: 301 "Yok canım, söyle böyle bir saattir
Bilge, Doğu toplumlarını nasıl kurtarabileceşimiz konusunda nutuk çekiyordu,
ben de onu dinledim." dedi. Sırtındaki ceketi çıkarmaya çalışan Harun, bu
son cümleyi duyunca kulak kabarttı:
“Ya sahi Bilge, sık sık kendime sorduğum ve başkalarından da
duyduğum bir soru var!”
“Nedir o?”
Madem islam bilime, çalışmaya,
gelişmeye bu kadar önem veriyor, neden islam ülkeleri böyle perişan?
'Hak üstündür mağlup
olunmaz.' deniliyor ama Hak olan islam mağlup durumda....
"Aslında bunun cevabını
bilmiyorum desem yalan olmaz. Ama bana göre mağlup olan islam değil,
Müslümanlar....
Bugün araştınp islam'ı
seçenler çok, ama araştırıp kıyaslayarak islam'dan çıkanlar yok gibidir. Dinini
bilmeyip sırf bir hayat özentisiyle Hıristiyanlaşan insanlar, konumuzun dışındadır.
Çünkü onlar kendi dinlerini öğrenmeden, araştırmadan, salt bir özentiyle
Hıristiyan veya Budist oluyorlar....
Hiç kimse islam'la
kıyaslayıp başka bir dini kabul etmiyor. Tabi dinden çıkmak, dinsizleşmek başka."
Bu arada Gönül masaya iki tabak daha getirdi. Aysun pek yanaşmadı ama Harun masanın
başında yerini almıştı bile....
Kahvaltı masası zengindi....
Harun ilk lokmayı yuttuktan
sonra:
“Ama geri kalmış bulunan toplumlar hep Müslüman. Demek ki islam gelişmeye
engel. En azından bunu söyleyenlerin elinde kanıtları var.”
“Nedir kanıtları?”
“Bak Hıristiyanlar
dinlerinde reform yaptılar ve sonra ileri gittiler. Bizim de ileri gitmemiz
için dinde reform yapmamız gerekiyor, öyle değil mi?”
“Tam da öyle değil. Gelişmeye
mani olan islam değil ki. Müslümanların tembelliğidir, onları mağlup hale
getiren. Yani islam'ın mağlup olduğu yok. Mağlup olan Hakk'a, burada Haktan
kastım din değil, evrendeki kurallara ve eşyanın hakikatine uyumluluktur
uymayan Müslümanlardır.”
“Tamam da sonuçta islam,
Müslümanların sergiledikleri hal ve hareketle bilinebiliyor. Görünen de şu;
Müslüman olmayanlar Müslümanlardan daha üstün, kuvvet de 'Hak'tan üstün durumda....
Yani hem Müslümanlar hem de
Hak mağlup gorunuyor." Bilge iyice sıkıştığını hissetti. Aslında zaman
zaman bu işin tersini savunuyor olsa bile kendisi de aynı durumdan şikayetçiydi....
O da bu kadar gelişmişlikten
sonra islam dünyasının bu fakirliğe ve geri kalmışlığa mahkum olmasına anlam
veremiyordu....
Gerçi, Batı'nin sömürgeci
emperyalizminin bu durumda büyük payı vardı ama, Müslümanların niçin
sömürülecek kadar zayıf ve fakir düştüklerini izah edemiyordu.
“Dört noktaya dikkat
et." dedi bir ses....
Bilge sesi tanıdı ve
etrafına bakındı. Kendisinden başkasının sesi duymadığına emin olunca ne
yapacağını şaşırdı. Etrafına bakındı. Hiç kimsede olağan dışı bir hal yoktu.
Demek sesi yalnız kendisi duymuştu....
Gönül'e biraz daha dikkat
kesilerek baktı. Acaba o da duymuş muydu?
Fakat Gönül'de hiçbir tepki
yoktu.
“Meraklanma senden başkası
beni duymadı." dedi ses. Bilge içinden "Hocam hoş geldiniz. Uzun
zamandır bizi ziyaret etmedınız. Ben artık iyice telaşlanmaya başlamıştım. Hocam
bizi terk etti diye üzülüyordum." dedi. SinHa:
“Henüz değil. Ama gelişiminizi tamamladığınız zaman zaten bize
ihtiyacınız kalmaz.”
“Hocam yani sonunda bizi
terk mi edeceksiniz?”
“Evet ama henüz değil. Her şeyin
bir zamanı ve süresi var." Bilge'nin sessizliği herkesin dikkatini çekti.
Bakışları boiluğun derinliklerine kilitlenmiş gibi görünüyordu. Gönül:
“Ne oldu canım?”
diye telaşla sordu. Çünkü
Bilge'nin son zamanlarda sık sık kendinden geçtiğini ve uzun süre dış dünya ile
ilişkisinin kesildığıni biliyordu. Yine öyle olduğunu sandı ve korkuya kapıldı....
Bilge: 303 "Bir
şey yok iyiyim, korkma." dedi. Sonra yine içinden SinHa'ya "Dört
noktaya dikkat et, dedınız. Nedir bu noktalar?”
diye sordu.
“Ben sana söyleyeceşim sen
aktaracaksın." dedi SinHa ve devam etti:
“Ona varm adan önce Hakk'in ne olduğunu ve Hak'tan neyi anlamak
gerektiğini bilmek gerekir." dedi....
Bilge kendisine fısıldanan
sözleri olduğu gibi aktardı:
“Bence mağlup olan Müslüman halklardır, islamiyet değil ve yine
yenilgiye uğrayan eşyanın gerçeğine uygun düşmeyen eylemlerimizdir, Hakk'm
kendisi değil." Harun:
“Yani islamiyet Hak değil mi?”
“islamiyet Hak'tır, ama
kendilerinin Müslüm an olduklarını söyleyenlerden sadır olan eylem ve fikirler
Hak değil”
“Nasıl yani?”
dedi Gönül.
“Hak, bildiğimiz hak değil
mi?
Sanki farklı bir anlam yüklüyorsun
Hakk'a.”
“Evet" dedi Bilge.
“Demek ki önce Hakk'in ne
olduğunu bilmek gerekir. Bunu bilemezsek Hakk'in mağlup olduğuna inanm ak
zorunda kalırız." Harun: Peki sence Hak nedir?”
“Bencesi yok bu işin....
Hak ne ise odur." Gönül
sordu:
“Peki biz ne anlayacağız?”
“Hakk'in birçok anlamı var
ama en önemlisi 'mutabakat'tır. Her bir şeyin, takdir edildiği biçim ve
formatla açığa çıkmasıdır, ilmin maluma mutabakatıdır.”
“Yahu kardeşim bizim
anlayacağımız bir dil kullan! Sen de Gönül gibi kelimelerdeki Arapça dozajını
kaçırdın. Vallahi ben hiçbir şey anlamadım." Bilge güldü, masada duran
bardağı eline alarak sordu:
“şimdi şu nedir?”
“Bardak!”
“Bunun bardak olduğunu
nerden biliyorsun?”
“E izin ver de bardağın ne
olduğunu bilelim artık.”
“Bil tabi ama neye göre
biliyorsun?
işte ben tam da bunu
kastediyordum. Yani sende var olan bardak bilgisine mutabık düşen bu cisme, sen
bardak dedin. Yine aynı maddeden yapılmış ve nerede ise biçimleri de birbirine
yakın olan şu cisme de vazo diyorsun. Şendeki 'doğru tasarım'in, gerçeğin
kendisine uymasına Hak denir....
Hak, inkarı mümkün olmayan
olgudur....
O yüzden de Hak aynı zamanda
Allah'ın isimlerinden biridir....
Dolayısıyla olması gerektiği
gibi var olan her bir şey Hakk'tır. Bu açıdan Allah'ın Zatı, Hak olduğu gibi
O'ndan sadır olan her bir fiil de Hakk'tır....
Aynı nedenlerle islam'a, Kuran'a,
Kuran'in esaslarına da Hak denmiş. Nasıl olması gerekiyorsa öylece gerçekleşmiş
hüküm de Hak'tır....
Varsayalım ki Türkiye bir
ülke ile savaşa girişti....
Bu zamanda savaşın gereçleri
nelerdir, bir düşün....
Silah, uçak, asker, mühimmat
ve ileri teknoloji....
işte savaşın gerektirdiği
bütün bu araç ve gereçler ve stratejilerin tümü birden savaş söz konusu olunca
'Hakk' olurlar....
Savaşan tarafların biri savaşın
hakkı olan bu donanımların hepsine uyuyor ama diğeri uymuyor. Sonuçta kim galip
gelir?”
“Savaşın hakkini veren.”
“Demek ki Hak, bir değildir,
her bir eşyanın hakkı ve hakikati farklıdır....
şimdi Allah'tan gelmesi
açısından Kuran, Hakk'tır. Eğer onun önerilerine birebir uymayıp hareket
ederseniz, siz ne kadar inanıyor olursanız olun, Hakk'a uymuş olmazsınız. Yenilgınız
de Hakk'in yenilgisi olmaz....”
“ilginci" dedi Harun....
"Yahu siz ikınız bu
bilgileri ne zaman edindiniz kardeşim?
Nasıl biliyorsunuz bütün
bunları?
Geçenlerde Gönül bize ders
verdi şimdi de sen." Sonra kansma döndü:
“Ne kadar cahil kalmışız Aysun görüyor musun?”
“Estağfirullah." dedi
Bilge ve sözünü sürdürdü:
“Bir şey daha var. Örneğin birisi bir şeyi elde etmek için o kadar
çok çalışır ki sonunda onu başarır. Biz de 'Helal olsun, adam bunu hak etti!'
deriz....
Veya birisi kötülük işler işler,
sonra başına bir bela gelir 'Oh oldu, hak etmişti!' deriz. 305 Allah da Kuranı Kerim'de 'Allah âlemi ancak
hak ile yarattı.' buyurur. Yani hiçbir şey olması gerekenden ne eksiktir ne
fazla....
Dolayısıyla, 'Hakk mağlup
oldu.' demek yanlıştır....
Bunu daha iyi anlamak için
dört özelliğe dikkat etmek gerekir.”
“Nedir onlar?”
“Birincisi Hak olan şeyin
her aracinın ve her aracısının Hak olması gerekmez....
Örneğin biz son ve Hak din
olan islamiyet'e nandığımız halde, her hareketimizin islam'a uygun olduğunu
söyleyebilir miyiz?”
“Söyleyemeyiz.”
“Öyleyse yaptığın her işin
başarıya varması da mümkün değildir. Halbuki her işimiz Hakk'a tam mutabık
olsaydı, ne mağlup olurduk, ne gerilerdik, ne de şu anda bu konuyu konuşurduk. Doğaldır
ki batıl yani Hakk'in karşıtı bildiğimiz şeylerin bütün araçlari da batıl olmayabilir.
Örneğin Hıristiyanlık hükmü kaldırılmış bir dindir. Ama Hıristiyanlar dünyanın
hakikatini bizden daha iyi anladıkları ve Hakk'in gereklerine daha iyi
uydukları için birçok alanda bizden ileri gittiler....
Ama bu ilanihaye olmaz.
Araçları Hak oldukça üstünlüklerini sürdürürler. Örneğin ilerlemenin hakkı
nedir?
Doğru bilgidir ve onu
gerçekleştirmek için çok ve uygun araçları kullanarak çalışmaktır. Eğer siz bu
halinizi korursanız hep ileri gidersınız. ister Allah'a veya Hakk'a inanın,
ister inanmayın. Çünkü teknolojide ileri gitmenin vasıtası, Hakk'a iman değil,
bilgi ve çalışmaktır....
O'nun hakikatine uyan kim olursa
olsun ondan yararlanır....
ğöyle çevrene bak, yani
inandığını, Müslüman olduğunu söyleyenlere....
Her hareketi Hak ve doğru
olan kaç kişi var?
Bakıyorsun bir yığın Müslümanda
kafirde olması gereken huylar ve hareketler var....
Oysa kafir dedığın nice insan
var ki hareketleri ve tavırları birçok Müslümanınkinden daha hak ve daha îslamî'dir....
Öyle olunca onların bizden
ileri gitmesi Hakk'tır ve haklarıdır....
Halbuki her Müslüman'ın her
vasfının islam'a uygun olması vaciptir. Oysa her fasıkın, her kötünün her
hareketi hiç de kötü olmak zorunda değildir....
Sanırım iş anlaşılmıştır....”
Harun: "Biraz biraz
anladım ama aynı zamanda ümitsizliğe düştüm.”
“Neden?”
“Neden olacak kardeşim! Teknolojide
ileri gitmiş toplumların ticari ve mesleki ahlakları bizimkinden fersah fersah
ilerde. Biz ise her gün biraz daha Hak ve hakikatten uzaklaşıyoruz. Tembellik
bizde, yalan bizde, hile bizde, ahlaksızlık bizde, müşterisini kazıklamak
bizde, cahillik bizde....
Adamlar, hayvanlarına bile
bizim insanımıza verdiğimiz değerden daha çok değer veriyorlar." Bilge:
“Peki sen Yaratıcı olsan, kimlere yardım edersin?”
“Tabi ki onlara.”
“O da öyle yapıyor zaten.
Aslında Hakk'a uygun hareket edenin ayrıca yardım görmesine de gerek yok. Çünkü
evrenin kendi hakkaniyetinden kaynaklanan kuralları vardır. Onlara uydun mu
zaten doğal olarak sonuçlarını toplarsın....
güneş varsa aydınlık vardır....
Çünkü hak ile hakikat güneş
ve ışık gibi birbiriyle ilgilidir. Biri diğerinin gerçeğidir.”
“ikincisi ne?”
“Aslında ikincisini de
anlattım. Hani dedik ya, Hak üzere hareket ettiği sanılan birinin bütün
hareketlerinin Hak olması gerekmediği gibi, batıla hizmet eden birinin de bütün
araçlarının ve davranırlarının batıl olması gerekmiyor. işte o ikincisiydi....
Onanan kimsenin inancına
aykırı hareketleri ve huyları olduğu gibi inanmayanın da bir müminde olması
gereken özellikleri ve hareketleri görülebilir. Onananın Hakk'a uygun olmayan
özellikleri onu mağlubiyete götürürken, inanmayanın Hakk'a uygun özellik ve hareketleri
onu başarıya ulaştırır....
Üçüncüsü çok önemli....
Müslümanlar en çok da bu
üçüncü konuya dikkat etmedikleri için geri kaldılar.”
“Nedir o?”
“Din tektir ama 'şeriat' dediğimiz
kurallar bütünü ikidir. Yani bir din, iki şeriat var....
Birinci şeriatı
biliyorsunuz. ilahî mesajlarca bildirilen 'sözlü şeriat'; bugün için Kuranı Kerim.
Dün için incil ve Tevrat....
Sözlü şeriat, insanların
birbirleriyle ilgili ilişkilerini tanzim eder....
Diğer bir şeriat yani
kanunlar bütünü vardır ki o da eşya ile insan arasındaki ilişkileri düzenler.”
“Bu nasıl bir şey?
Ben hiç duymadım." dedi
Harun. Gönül ve Aysun da böyle bir şey duymadıklarını söylediler....
Aslında Bilge kendisi de
hayrette idi. Çünkü o da ikinci bir şeriat olduğunu o ana dek hiç işitmemişti....
Oysa din denince aklına şeriat
geliyordu. O da kol ve bacak kesmekten ibaretti....
Veya daha iyimser bir
ifadeyle insanların bütün eylem ve düşüncelerinin ilahî mesaja uygun olmasını
gerekli kılan şeriat....
Harun Bilge'nin sustuğunu
görünce sorusunu tekrarladı:
“Nedir ikinci şeriat?”
“Eşyanın hukuku....”
dedi Bilge....
.
“Yani fizik yasaları....
Yani evrensel doğrular. Ki
onlar herkese açıktır ve ancak çalışmak ve eşya üzerinde düşünmekle ortaya
çıkar....
Fizik, kimya, matematik,
termodinamik....
Aslında 'kelâmi şeriat'
denilen Kitap ve onun açıklayıcısı olan Peygamber sözleri de bu evrensel şeriatın
ipuçlarıni verir. işte o kadar....
Dinin insana yüklediği emir
ve sorumluluklar ne kadar uhrevî cezayı gerektiriyorsa, evrensel doğrulara,
daha doğrusu eşyanın hukukuna uymamak da o kadar dünyevî meşakkati, zorluğu,
çaresizliği sonuç verir....
Örneğin dua ederiz. Ama
hepimiz biliyoruz ki en güçlü dua fiili duadır. Sen Rabbine dua edersin, bana
buğday ver diye. Oysa O, buğday sahibi olmanın yollarını yaratmış ve evrensel
bir kural olarak herkese eşit bir şekilde yaymıştır....
Tarlanı sürmeden, ona tohum
ekmeden, onun bakımını yapmadan buğday istemek abestir. Yaratıcı buğday istemenin
kurallarını ikinci şeriat (dediğimiz kitapta yazmış....
Bu kitabın ipuçlarını da
insanlara gönderdiği mesajlarda örneklerle izah etmiştir....
Nasıl ki teşrii emirlere karşı
gelmek bir isyan ise, tekvini iradeye karşı gelmek de bir isyandır. Birinci şeriata
uymamanın cezası ahirette çekilir, ikinci şeriata uymamanın cezası ise burada
yani dünyada çekilir....
Nitekim bakın bizler, yani Hakk'a dayandığını söyleyen bizler
geriyiz, bizim dısımızdakilerin çoğu ileri....
Örneğin sabrin ödülü yani
zorluklara karşı yılmadan mücadele etmenin sonucu, zaferdir. Tembelliğin cezası
da sefalet....
Çalışmanın sevabı servettir,
cezası ise fakirlik....
Bak Son ilahî Mesaj'da 'insan
için çalışmaktan başka hakikat yoktur.' denilir. şimdi siz ona inandığınız
halde bu gerçeğe uymayıp tembellik yaparsanız geri kalırsınız. Ama bu buyruğu
içeren kitaba inanmadığı halde bu emre uyan kimse de başarılı olur ve sizden öne
geçer." Gönül, 'Son ilahî Mesaj' tabirini duyunca irkildi. Çünkü bu ifade
SinHa'nındı. SinHa, Kuran demez, 'Son ilahî Mesaj derdi....
O yüzden de Bilge'nin bu
sözleri ondan aktardığını anladı. Gönlünde bir dalgalanma yaşadı.
“Niçin SinHa, ona kendisini
hissettirmiyordu acaba?”
Sonra SinHa'nin son
ziyaretinde aynı şeyi kendisine yaptığını hatırladı....
Gçinden "SinHa burada
mısın?
Bana kırgın mısın?”
diye sordu.
“Hayır kızım.", dedi
bir ses. Bu SinHa'nin sesiydi ama Gönül onu görememişti....
şaşkın şaşkın çevresine
bakındı ama bir şey göremedi. Başka ses de işitmedi. SinHa'nin böyle huylan
olduğunu biliyordu....
Gönül, içinden durumu
sorgulamaya devam edecekti ki, "Kızım, bunu size vahyin hikmetini
anlayasınız diye yapıyorum. Bak Peygambere, bizim Efendimiz, siz onu Cebrail
olarak tanıyorsunuz ilahî mesajları aktarırken, yanında bulunanların hiçbirisi
onu algılamazlardı....
Bizim için gizlenmek veya
kendini açığa vurmak basit şeylerdir....
şimdilik kocanı dinlemekle
yetin....”
Gönül sessizliğe gömüldü....
. Ama onun hali Bilge'den kaçmadı.
“Neyin var?”
“Ha! Hiçbir şey! Öylesine
daldım....
Bize gelen mesajdan ne kadar
habersiz olduğumuzu düşündüm. işimizi hep duaya bırakmışız. Bize düşen hiçbir şeyi
yapmamışız. En iyimiz bile tevekkülden tembelliği anlamış. Bizim işimiz çok
zor." Harun:
"Ya Bilge! Gerçekten şu tevekkül konusunu da anlatsana hazır
söz açılmışken. Ben de bu tevekkül konusunu anlayabilmiş değilim. Bazı hocaları
dinliyorsunuz, 'Dünya gereksiz, murdar, onunla meşgul olmaya değmez.' diyorlar....
Bazılarını dinliyorsun, nerede
ise kaderi inkar ediyorlarmış gibi görünüyorlar. Bunların hangisi doğru?
Bizim gibilerin işi
zor." Ays un, konunun dağıtılmamasını istedi ve Bilge'ye:
“Sen dört nokta demiştin. Üç tane anlattın. Ya dördüncüsü ne?”
Bilge, toparlandı....
Bu arada SinHa'nin hâlâ
orada olup olmadığını anlamak için içinden "Hocam burada mısın?”
diye sordu. Yanıt alamadı.
Acaba gitmiş miydi?
Halbuki onun gitmesi veya
kalması diye bir şey yoktu. Bilge, "SinHa evrenin diğer ucunda olsa bile
kendisine yapılan bir çağrıyı duyar." diye düşündü....
"Hayır" dedi
SinHa, "Biz her istediğimizi duyamayız. Sadece izin verilenleri duyarız. Bu
özellik seni de, beni de var edene ait. Bir tek o duyar ve duyurur. Eğer izin
vermezse ben de seni duyamam. gu anda diğerlerinin beni duymadığı gibi.”
“Efendim dördüncüsü ne?”
SinHa:
“Dördüncüsünü anlamanız biraz zor ama sana anlatayım." Bilge'nin
sessiz kaldığını gören Harun:
“E hadi Bilge anlat da dinleyelim!" dedi. Bilge:
“Bunun anlaşılması biraz zor....
Bazen Hak olan bir şey,
'kuvve'de kalır. Onun açığa çıkması için insanın iradesi lazım gelir. Yani o
hakkı inkişaf ettirmek ve kuvvet vermek gerekir....
Örneğin şu anda islam bizim şahsımızda
mağlup olmuş durumda....
Biz mağlup ve geri kaldıkça islam
da mağlup ve geri kalacak. Çünkü, Kuran'da Yaratıcı, 'Bir toplum kendi halini
değiştirmek istemedikçe biz onlan değiştirmeyiz.' buyurur. Bu da bir tür
Hakk'tır. Yani mademki bu evreni kuran Allah, toplumların değişimini onların
arzu ve çabalarına bırakmış, öyleyse o çaba gösterilmeden o toplumun halinin değişmesinin
imkanı yoktur....
310 şimdi bu toplum bir de Hakk'ı temsil ediyorsa,
o toplumun iki görevi var demektir Birinci görevi çalışmak ve gayret etmek
ikincisi de böylece Hakk'in üstünlüğüne aracı olmaktır" Harun:
“Desene biz Müslümanlar bir de Hakk'ın yerine oturmasına engel
olduğumuz için hesaba çekileceğiz.' "Elbette! Çünkü Son Mesaj'da Yaratıcı
sizin için, 'Biz sizi örnek bir topluluk olarak çıkardık.' buyurur. Yani biz
diğer insanların iyiye gitmesi için örnek olacakken, kendimizi bile kurtaramamış,
hatta kötü örnek olmuşuz....
Bakın bugün Müslüm an denince
akla cahillik, tembellik, sahtekarhk, yalan, terör ve pislik geliyor....
Oysa islam, 'ilim Çin'de de
olsa gidip alın.' diyor, 'Alimin mürekkebi Gehitlerin kanından üstündür. diyor,
'Sizin için çalışmaktan başka hakikat yoktur.' diyor. 'Doğruluk islam'ın
özüdür.' diyor, 'Müslüman her şeyi yapabilir ama asla yalan söylemez.' diyor, 'islam
barıştır esenliktir.' diyor, 'Temizlik imandandır.' diyor ama bizim
toplumlarımız bu hakikatlerin tersiyle açığa vurmuş kendini....
Peki bu durumda islam
toplumları Hak üzerindedir, denilebilir mi?
Ama bütün bunlar bizi acilen
Hakk'a yönelmeye zorluyor. Hak, şu anda bizim batıl hareketlerimizden dolayı
sönmeye yüz tutmuş. Biz o kandile yeniden nefes vermek zorundayız....
Hakikatin hatırı için, onun
güçlenmesi için, bizim Hakka imtisal etmemiz gerekir." Bilge, son kısmı
kendisi de tam anlamamıştı ama "Hocam anlamadım." deme şansı da
yoktu. Buna rağmen SinHa ona yanıt verdi:
“Zaten yeterince anlamış olsaydınız, bugün toplum olarak bu halde
olmazdınız. Ama meraklanma, islam'ın galebe etme zamanı yaklaşıyor.. Hiçbir
durum, sonsuza dek devam etmez. Medeniyetler de nimetler gibi milletler ve
devletler arasında el değiştirir Bugün sende ise yarın başkasında olur. Ama kim
bilgiye ve bilmeye değer verirse o kazanır.. Davası hak veya batıl olsun değişmez.
Yıkılmayacak ve değişmeyecek tek şey saf ve doğru bilgidir. Her şeyden önce
bilgiyi yakalamalısınız....”
Bilge sustu. Çünkü SinHa
kulağına fısıldamayı bırakmıştı. Bir ara onun gittiğini sandı ama, SinHa'nin
"Hayır buradayım." demesiyle rahatladı. Ama SinHa gitmek zorunda
olduğunu da söylüyordu.
“Bir dahaki sefere reform
konusunu görüşürüz. Bu arada sen de bu konuya eğil. islam'ı, daha doğrusu Son Mesaj'ı
takip ettiğini iddia edenlerin gerçekte neye ihtiyaçları olduğunu düşün....
Çünkü size verilen akıl,
evrende mevcut her hikmeti çözmeye yetkilidir. Yeter ki onun yönelmelerini kalp
ve vicdan şakülüyle test etmeyi ihmal etmeyin." Odaya sessizlik hakim
oldu. Herkes Bilge'nin ağzına bakıyordu ama o tabağındaki son zeytin tanesini
yakalamaya çalışmakla meşguldü....
Gönül sofrayı kaldırmaya başladığında
vakit öğleye geliyordu....
Sela okunmaya başlayınca,
Harun da, Bilge de o günün Cuma olduğunu anımsadılar.. Aysun:
“Cumaya gitmeyecek mısınız?”
dedi. Harun:
“Vallahi benim aklımdan çıkmış bugünün Cuma olduğu.”
“Benim de dedi!" Bilge
ve ekledi:
“Görüyor musun, bazen adetler ne kadar önem taşıyor. Sela aslında sonradan
konulmuş bir gelenek. Bizim gibi gafilleri uyarmak için. şimdi bu hadiste
yoktur, ayette yoktur deyip bundan vazgeçmek mi lazım?”
Harun:
“Niye vazgeçelim ki. Sıra buna mı geldi şimdi de?”
Aysun söze karıştı:
“Yaşar Nuri Hoca, Kurandan başka bir şey kabul etmiyor ya!.."
Gönül:
“O adama haksızlık yapmayın. Adam bizimle iletişim kurmaya yanaşmayan
kesimlere hitap ederek birçok insanda Kuran okuma merakı uyandırdı. Kötü mü?
Onun sayesinde islam'a
yönelen bir yığın insan var. Onların yüzde beşi hakiki iman sahibi olsa yeter. Nedense
o adamı herkes diline doladı." Harun:
“Onu eleştirenlerin hiç mi hakkı yok! Adam hep Müslümanlara
çatıyor, hep Müslümanları kınıyor islam'a bu kadar zulüm yapılıyor, o yine
çıkıp Müslümanlari eleştiriyor" Bilge:
"Aslında bence o büyük bir restorasyon yapıyor. Kuran'dan ve
onun özünden uzaklaşmış insanları yeniden O'na çağınyor. Geçmişte Kuran
etrafmda yapılan çalışmalar, zaman içinde örf ve hurafe çamuruyla, Kuran'ın
etrafında kırılması güç bir kabuk, kalın bir duvar oluşturdu. Adam o duvarı
yıkmaya çalışıyor. Balyozunu öyle sert savuruyor ki, bazen bir hurafe duvarım
yıkmak isterken, onun arkasındaki temeli de sarsıyor. Hepsi bu! Bizim o kadar
çok yanlışlarimız var ki, adam nasıl ayıklasin, tırpanı bodoslama sallayınca
bazen, ayrık otları içinde kaybolmuş gülleri de buduyor. Yanlışı orada. Eski tefsirlere
bakin, eski din kitaplarına bakın. O kadar malumatfuruşluk yapmışlar ki, onun
içinde anlatılmak istenen hakikatin özü kaybolup gidiyor....
Örneğin Yasin suresinin çok okunması
tavsiye edilmiş. Neden?”
“Neden?”
“içeriğinden dolayı. Yasin
suresinde neler anlatılıyor, biliyor musun.' "Türkçesini hiç okumadım ki,
bileyim!" dedi Harun....
"Peki Arapçasını okudun
mu?”
“Defalarca....
Hemen hemen her hafta bir
iki kere okurum”
“Peki bu surede neler
anlatıldığını hiç merak etmedin mi?”
“Vallahi büyük sevabı
vardır, diye okuyoruz....
Yani dua eder gibi.”
“Bu nasıl bir dua?
Dua ediyorsun ne dedığıni
bilmiyorsun." Aysun atıldı:
“Ne yani okumayalım mı?”
“Söylediğimden bu mu anlaşılıyor?”
“Eee manasını bilmeden
okumayın demek bu anlama gelir. Benim anneannem, annem her fırsatta Yasin
okurlardı....
Sevaptır. Kaza belayı önler
diye okuyoruz.”
“Tabi ki Kuran aynı zamanda
bir dua kitabıdır. Ama o öncelikle okunup anlaşılması ve yaşantımıza
uygulanabilmesi için gönderilmiştir....
Sana bir ceviz versem, dış
kabuğunu yiyip de içini yemesen mantıklı mı olur?
.. Halbuki önce cevizin en dış kabuğu soyulur, ikinci sert kabuğu
kırılır ve ancak o zaman özüne ulaşılır....
Elbette Kuran'ın okunmasında
büyük sevap vardır. Ama ondan asıl almamız gereken; manalandır, hikmetleridir....
Peki biz ne yapmışız?
Kuran'ı hep yüzünden okuyup
durmuşuz. Bir kere olsun anlamı nedir merak edip bakmamışız....
Bunun sebebi ne?
Birileri çıkıp, Aman kendi
başınıza Kuran'ı okumayın, anlayamazsınız, hataya düşersınız.' diye
insanlarimızı korkutmuilar....
Niye anlamayayım?
Elbette her ayetini herkesin
anlaması mümkün olmaz. Sen bir bahçeye girsen, bahçede bir yığın meyve ağacı
var. Herkesin kameti farklıdır. Kimisi alt dallardaki meyvelere ulaşır kimisi
merdiven kullanır en uçtaki meyveleri de toplar. Ama hiç kimse nasipsiz kalmaz....
Kuran da böyle meyveli bir
ağaç. Herkesin her meyvesine ulaşması mümkün olmaz ama ulaşabildiklerin sana
yeter." Aysun:
“Vallahi ben de merak ettim. Ne anlatılıyor Yasin suresinde?”
Gönül:
“Sizde meal yok mu?
Yoksa ben vereyim, bende bir
tane var....
Süleyman Ateş'in. Al oku.
Sonra gerekirse tefsirleri de okursun." Bilge:
“Tefsirler konusunda benim bir itirazım var. Birçok tefsir bugün
için eskimiş durumda. Çünkü geçmiş tefsirciler, Kuran'ın ayetlerini o dönemin bilgileri
ışığında anlatmaya ve izah etmeye çalışmışlar. O bilgiler eskidiği ve bir kısmı
da değiştiği için, o bilgiler ı şığında yapılan tefsirler de eksiktir.”
“Nasıl yani?”
dedi Harun:
“Örneğin şimdi kaç gezegen var?”
“Yedi?”
“Olur mu en az on, on bir
tane gezegen olduğu biliniyor." Gönül:
"Ben geçen bir kitapta okudum, Hz. Yusuf un gördüğü rüyadan
hareket ederek, en az on iki gezegen olması gerektiğini söylüyordu. Nitekim
geçenlerde bir yeni gezegen tespit edildi ve on ikiye tamamlandı”
“Ne diyordu kitapta?”
diye sordu "Hani Hz.
Yusuf küçükken bir rüya görüyor ve babasına 'Baba ben bu gece bir rüya gördüm.
Rüyamda ay güneş ve on bir yıldız bana secde ettiler.' diyor ya. işte o ayeti tefsir
ederken, diyor ki. Baba güneşi, anne Ay'ı, on bir yıldız da kardeşleri temsil
ediyor Yusuf'un kendisi de dahil edilirse on iki olur. Yani ay ve güneşten başka
en az on iki gezegen var diyor." Bilge, mal bulmuş mağribi gibi atıldı:
“Peki Harun efendi sen bu ayetten böyle bir anlam çıkartabilir miydin?”
“Ben alim miyim kardeşim?
Ben, 'Ne güzel hikaye imiş!'
deyip geçerim!”
“Elbette. Ama ben bu anlamı
çıkaramam deyip Kuran okumaktan vazgeçersen, Yusuf'un bu rüyasından da habersiz
kalırsın. Kuran ayetleri, iç içe girmiş sayısız matruGkalar gibidir. Sen bir
anlam çıkarırsın, bir başkası onun arkasinda başka bir anlam bulur. Bu böylece
devam eder....
Ama okumazsan hiçbir şey
alamazsın." Harun:
“Biz hapı yutmuşuz zaten. Ne dünyayı becerebildik, ne ahiretimiz
için bir şey yapabildik. Bu yaşa boş geldik, boş gidiyoruz." dedi. Gönül:
“Hiçbir şey için geç değildir. şimdi adinı hatırlamıyorum ama
mezhep imamlarından biri kırk yaşından sonra dini tahsile başlamış ve sonra
kendi konusunda hüccet olmuş, imam olmuş." Bilge:
“Hem canım kimse senden din âlimi olmanı istemiyor ki! Sana lazım
olacak kadarını bilsen yeter. şerisi Allah'a karşı samimi davranmaktan
ibarettir." Bu arada Gönül, erkekleri cumaya gitmeleri konusunda uyarınca
Bilge ile Harun apar topar kalkıp camiye gittiler.
TUHAFLIKLAR
Bilge ile Harun namazdan
dönmüşler her biri bir koltuğa yığılıp kalmıştı. Herkese bir sessizlik çökmüştü.
Sessizliği Aysun bozdu:
“Biraz geç oldu ama pikniğe gitmek ister mısınız?”
Gönül; "Ay vallahi
güzel olur!" diyerek ellerini çırptı. Bilge itiraz etti:
“Araba yok. Nasıl gideceğiz?”
dedi. Harun kalkıp telefona
gitti. Bir arkadaşını aradı ve eğer bir yere gitmeyeceklerse arabayı vermesini
istedi. Olumlu yanıt almış olacak ki, hemen üstünü giydi.
“Siz hazırlanın." dedi.
“Ben gelirken kasaba da
uğrarım. Et alırım. Siz biraz domates ve salatalık alın. Taze ekmek de alırım
ben." deyip çıktı....
Evde hazırlık telaşı başladı.
Gönül Betül'ü hazırlayacağını söyleyerek malzemeleri hazırlama işini Aysun'a
bıraktı....
Harun'la Bilge'nin çocukluk zamanlarında
sıkça gittikleri ağaçlı pınara gitmeye karar verdiler. Gerçi oranın adı ağaçlı
pınar değildi ama onlar o ismi vermişlerdi....
O zamanlarda söylenenlere
bakılırsa pınarın başındaki ağaç, Bizans zamanından kalmaydı. Kökünü beş insan
ancak sarabiliyordu....
Bilge çocukluk hayallerine dalmıştı
bile....
"Hey gidi günler! Zaman
nasıl da akıp gidiyor. Acaba o koca ağaç ne durumda?”
Tuhaf bir burukluk doldu
içine.
“Ya ağaç kesildiyse, ya o
yerler değiştiyse?”
Acaba çocukluğunda üzerine
çıktıkları, oyuğunda saklanıp herkesi atlattıkları ağaç hâlâ duruyor muydu?
Merakını gidermek için
Aysun'a rastgele sordu:
“Pınarlı ağaç duruyor mu?”
“Ağaç iki sene önce kurudu.
Hem su da eskisi gibi gür akmıyor. Fakat bu mevsimde daha suyu vardır sanırım.
Artık yaz ortalarında suyu çekiliyor ama şu sıralarda su vardır." 316 Bilge derin bir sarsıntı geçirdi. Sanki
kuruyup giden o koca ağaç değildi, onunla birlikte çocukluğu da uçup gitmişti....
Bu dalgınlıkla uzun süre ne
yaptığını bilemedi. Bilge ve Aysun hazırlıkları tamamlamışlardı ki dışarıdan
korna sesi duyuldu. Harun aşağıdan bağırıyordu:
“Yardıma ihtiyacınız var mı, yukari geleyim mi?”
Bilge, gelmesine gerek
olmadığını, söyledi. Malzeme torbalarıyla aşağı indiler ama Bilge keyifsizdi.
Betül'ü Aysun indirdi. Aysun kucağındaki Betül'ü bırakıp torbalan bagaja
koymaya çalışırken, Betül'ün kaşla göz arasında torbadaki bir ekmeği alıp az
ileride oturan bir adama verdığıni gördü. Adam çok memnun olmuş gibi ekmeği
aldı. Sonra Betül'ü elinden tutup arabanın yanına getirdi:
“Bu kız iyi yürekli biri. Bu ekmeği bana verdi. Ama herhalde
pikniğe gidiyorsunuz. Buyurun ekmeğinizi." dedi. Aysun, elini uzatıp
alacaktı ki, Bilge müdahale etti:
“Amca kızımı kırma, al o ekmeği. Alırsan çok sevinirim." dedi.
Adam ekmeği aldı ve uzaklaştı....
Bilge bir süre adamın arkasından
baktı.
“Arkadan ne kadar da Rahmi
abiye benziyor" diye geçirdi içinden. Harun'a:
“Ben tanımadım bu adamı sen tanıyor musun?”
diye sordu. Harun adamın
arkasından bir kere daha baktı:
“Hayır" dedi.
“Buralı olduğunu da
sanmıyorum. Yoksa mutlaka tanırdım....”
Bu arada Gönül de inmişti.
Birlikte arabaya bindiler. Arabayı Harun kullanacaktı....
. Tam şehirden çıkıyorlardı ki, önlerinde bir kumru beliriverdi. Kumru
adeta onlara refakat ediyordu. Ancak kumrunun hareketleri olağan bir kuşun
hareketlerinden farklıydı, sanki büyük bir telaş içindeymiş gibi anormal davranışlar
sergiliyordu. Arabanın önünden geçerken, öyle yakından geçiyordu ki, bir iki
kere arabaya çarpacak sandılar....
Harun lakayt bir şekilde: "Yahu bu kuş bizden ne istiyor?
ikide bir önümüzü
kesiyor!" Betül'ün "Cici adam" demesine kadar, kendi dünyasına
dalmış olan Bilge hiçbir şey dügünememişti. Betül'ün sözü bir anda tüylerini
diken diken etti. Bu, istanbul'dan ayrıldıklarında uzun süre otobüsü takip eden
kumruya çok benziyordu. Sonra Edremit'e geldikleri ilk günlerde de bir iki kere
evin içinde görmüştü onu:
“Rahmi abi!" dedi. Bu nidayı andıran sözcükten bir tek Gönül
etkilendi.
“Ne dedin?”
“Rahmi abi, dedim.”
“O da nereden çıktı?”
“Hatırlasana İstanbul'dan
ayrıldığımız zaman bizi, böyle bir kumru takip etmişti de yine Betül, 'cici
adam, cici adam' diye onu sevmeye çalışmıştı." ikisi de ürperdi....
Aysun:
“Ne oluyor kuzum size. Bu Rahmi abi de kim?”
Bilge:
“Anlatması zor." dedi. Sonra da Harun'a "Bu kuş gitmemizi
istemiyor." dedi....
Harun:
“Aman Bilge sen de başımıza evliya kesilme! Üç beş güzel laf
ediyorsun diye kendini Allah'ın kıymetli kulu mu sandın?
Bir kuş işte! Büyük
ihtimalle buralarda bir yuvası vardır. Yavrularını korumak için analık içgüdüsü
ile bazen böyle şeyler yaparlar." dedi....
Bu esnada karayolundan
çıkarak dağ yoluna girmişlerdi. Kıvrilan yolu takip ederek, dağa
tırmanıyorlardı....
Kıvrımları gittikçe yoğunlaşan
ve buna bağlı olarak dikleşen dağ yolunu çıkarken kumru yine gözüktü....
Bu kez Harun da korktu.
“Ya bu kuş bizden ne istiyor
Allah aşkına?”
dedi....
Bilge endişeli bir şekilde
"Bilmiyorum!" demekle yetindi. Gönül de endişeli idi ama kuşun hareketlerinden
bir anlam çıkarmaya çalışıyordu....
Aysun, Bilge'nin de Gönül'ün
de bu kuştan bu kadar ürkmelerine bir anlam veremiyordu. Harun ise içine yeni
yeni çöreklenmeye başlayan telaşı bastırmak için neşeli gözükmeye çalışıyor ve
hiç de yeri olmayan espriler yapıyordu. 318
Harun'un
çığlık atmasıyla arabanın şarampole yuvarlandığını fark etmeleri bir oldu....
Harun'un yuvarlanmadan önce
son sözü:
“Ya bu kuş değil bir adam, baksanıza!" olmuştu....
Araba dört metre kadar uçmuş
ve tuhaf bir şekilde toprağa yumuşak iniş yapmıştı....
ilk şaşkınlıkları geçer
geçmez herkes kendini arabadan dışarı attı. Kimsede bir şey yoktu....
Ama dehşet bir korku ve telaşla
hepsinin çenesi vuruyordu. Bir tek Betül hiçbir şey olmamış gibi rahattı.
Annesi bir ara onun birilerine el salladığım gördü....
Dağın yamacına bakıyordu. Yamaçta
küçücük bir sis bulutu yükseliyordu....
Dikkatle baktı. Bir ara
Sanki Rahmi'yi gördü. Evlerine ilk geldiği gündeki gibi perişan ama aydınlık
bir yüzü vardı. Mütebbessimdi....
Telaş, yavaş yavaş dağılmıştı.
Harun da Bilge de emanet arabayı buradan nasıl çıkaracaklarını bilemiyorlardı.
Öyle bir yere düşmüşlerdi ki iki metre sağa veya sola düşmeleri halinde araç
hurdaya dönecek, kendileri de paramparça olacaklardı. Sanki görünmeyen bir el
onları tutup o dar, topraklı zemine indirmişti. Araba stop etmişti. Küçük bir
incelemeden sonra sağ ön tekerleğin patlak olmasından başka bir hasar görmediler....
Bu arada yolda nereden
çıktıkları belli olmayan köylüler belirdi. O civarda piknik yapmaya gelmiş
olmalıydılar. Arabanın durduğu yeri görenler, bunun nasıl olabildığıne akıl
erdirmeye çalıştılar. Köylü olduğu kıyafetinden ve Givesinden anlaşılan biri
saf bir merakla oraya nasıl indiklerini sordu....
Durumu izah ettiler. Yakın
yerden bir traktör getirdiler. Uzun süren bir çabadan.sonra arabayı yola
çıkarmayı başardılar....
"ğehre kadar idare
ederiz." deyip tekeri tekrar Gişirdiler. Gerçekten de arabada gözle
görünür bir hasar yoktu....
Dönüşte hiç kimse konuşmadı.
Betül ise aksine görülmemiş bir sevinç ve coşku içindeydi, Aysun teyzesinin
kucağında oturmuŞ, durmadan önde araba kullanan Harun'un saçlarını
çekiştiriyordu. Harun 319 tepkisizdi. Ama Betül'ün saçını
çekiştirmesinden rahatsız gibi de görünmüyordu. Hatta küçük bir haz alıyordu
denilebilir. Bir ara Betül'ün elini tuttu ve öptü.
“Bizi sen kurtardın."
dedi....
Kimse başlangıçta bu sözden
bir Şey anlamadı....
Gönül:
“Gerçekten hayret ettim, hiç korku göstermedi çocuk." dedi....
Bilge:
“Tabi o çocuk. Ne olup bittiğini anlamadı ki." diyecekti,
sustu. SinHa'nın "Bu çocuk farklı." sözü aklına geldi....
Aysun, kazadan kendisine bir
pay çıkarmıştı:
“Biliyor musunuz," dedi, "araba yoldan çıkınca herkes
Allah!' diye bağırdı....
inşallah ölürken de bunu
tekrar ederiz. Bu, bana bunu yapabileceşimize dair bir umut verdi....
O zor anda ağzımızdan Allah
adının çıkması güzel." Harun:
“insanlar zora girince öyle derler zaten." dedi ve:
“Yahu siz de gördünüz mü?
Bak şimdi hatırladım!
Uçarken sanki arabanın bir yanında Betül, bir yanında tıraisız ama yüzü aydınlık
bir adam vardı. Sanki bizi tutup aşağı indirdiler. Gördüm ya! Gördüm! Vallahi gördüm
! Anaaa, şimdi birdenbire hatırladım ! " Ani bir frenle arabayı durdurdu
ve dönüp Betül'e baktı:
“Arkadaş vallahi hatırladım. Aynen öyle oldu." Gözleri bir dehşete
tanıklık etmiş birinin gözleri gibi açılmış ve hayranlık mı, korku mu olduğu
bilinmeyen bir bakışla Betül'ü süzüyordu. Betül, onun burnunu tuttu ve sevecen
bir şekilde ona sarıldı....
"Vallahi bu kız
evliya." Arabaya tam bir sessizlik hakim oldu. Harun Betül'e bakmaktan
kendini alamıyordu. Tekrar tekrar:
“Vallahi yalan söylemiyorum! Ben düşerken onu gördüm arabayı tutmuştu!
Aman ya Rabbi! Ben bunu nasıl hatırlayamadım!" Gönül durumu kurtarmak
için: 320 "Aman
Harun sen de. insanlar fevkalade zamanlarda böyle garip şeyler görürler....
Seninki de öyle bir şeydir."
Harun yalancı duruma düşmüş gibi:
“Yapma yenge yahu! Vallahi gördüm!" Bilge söze girdi:
“E tabi kardeşim! O günahsız bir çocuk. Bizim gibi günaha batmamış.
Demek yaşayacağı varmış. Allah onun hatırına bizi kurtardı." dedi. Gönül
de küçük sis bulutunu hatırladı. Harun'a içinden hak veriyordu ama itiraf etmek
de istemiyordu....
ğehre döndüklerinde güneş
batıyordu. Nerede ise akşam olacaktı ama, Harun önce tamirciye uğramak
istiyordu. Doğrudan Gönül'e:
“Yenge biraz zamanınızı alacağız ama, önce şu tamirciye uğrasak ve
arabada ne gibi hasar olduğunu öğrensek kızar mısınız?”
dedi. Gönül:
“Ne münasebet, iyi de olur. Varsa bir hasar yaptırıp
götürelim." dedi. Harun, tanıdığı bir tamirciye götürdü arabayı. Tamirci
Enver Usta, aracın yoldan çıkıp dört metre uçtuğunu dinleyince, arabaya
sağından solundan dikkatlice baktı ve sonra:
“Ya siz benimle dalga geçmiyorsunuz değil mi?”
dedi.
“Neden dalga geçelim Enver
Ustam, valla dağdan aşağı uçtuk." dedi Harun:
“Yahu söyledığınız yerden uçmuş bir araba böyle hasarsız olmaz! Sizin
sadece tekeriniz patlamış." dedikten sonra kafasını kaşıdı. Doğru söylenip
söylenmedığınden emin değildi. Kafasını sağa sola sallayarak, hayretler içinde
kaldığını gösterir tavırlarla arabayı tepeden tırnağa yeniden inceledi. Sonra
gülerek:
“Tek hasarlı parça bu patlak tekerlek. Çıkarıp halledeyim de binin
gidin, arabada hiçbir şey yok....”
Tamircinin tekerleği tamiri
on, on beş dakika sürmüştü. Tekerleğinin tamiri bittiğinde birlikte araca
binerek, doğruca Bilge ilere
geldiler. Zaten torbalarından bile çıkmamış olan piknik malzemelerini araçtan indirerek,
doğruca yukarı çıktılar....
Herkes elindeki malzemeleri
mutfağa bıraktı. Aysun ile Gönül mutfakta malzemeleri torbalarından çıkarırken,
Bilge tuvalete yöneldi, Harun ise bir penceresi açık olan salona geçti. Harun'un
salona girmesiyle çığlık atması bir oldu:
“O burada! O burada!" diye bağırarak mutfağa kaçtı....
Cin görmüş de çarpılmış
gibiydi. Nerede ise dili tutulmuş gibi kekeleyerek konuşuyordu.
“O! O! O burada!" deyip
duruyordu. Harun'un çığlığını duyan Bilge işini yarım bırakıp koştu:
“Kim burada Harun?”
diye sordu. Harun:
“O kuş! Yolda bize musallat olan kumru kanepenin üstünde
oturuyor." Bilge ürperen vücuduyla ayaklarının ucuna basa basa salona
doğru gitti. Kafasını usulca uzatıp içeriyi kontrol etti. Harun da hemen
arkasından onun omuzu üzerinden içeriye bakmaya çalışıyordu....
Bilge içeriyi kontrol etti.
Hiçbir şey görmedi....
"Ee hani?
Yok bir şey!" dedi.
Harun, bu cevaptan cesaret alarak kafasını iyice uzattı ve salonu kontrol etti.
Gerçekten de bir şey yoktu....
Harun yatışmıştı ama bu
sefer ürperme sırası Bilge'ye gelmişti. Çünkü çıkarken salonun açık olan
penceresini kapattığını iyi hatırlıyordu. Oysa pencere açık duruyordu. Birileri
onu açmıştı....
Ama bunu Harun'a söylemedi....
Birdenbire kafasında çok
sayıda görüntü bir araya geldi. Betül'ün ekmek verdiği adamın Rahmi'ye çok
benziyor olması, sonra yolda adeta gitmelerini önlemeye çalışan kumru. Arabanın
uçması sırasında Harun'un gördüğünü söyledikleri....
"Demek ki ruhaniler var
ve bizi koruyorlar." dedi içinden. Bundan derin bir haz duydu ve inancının
daha bir güçlendığıni hissetti. Yüreğine belli belirsiz bir sevinç dalgası
yayıldı. Kırda yapamadıklarını evde yapmanın doğru olabileceğini düşündü:
“Etimiz var, mangalımız da var. Hadi yakalım da balkonda et
yapalım." dedi. Bu iş Harun'a düşüyordu ama balkona çıkmaktan ürküyordu.
Bunu belli etmedi. Bilge, Gönül'e kömür olup olmadığını sordu. Gönül kömürü
getirdi. Harun mangalı yaktı ve:
“Ateş kor oluncaya kadar ben arabayı bırakıp, geleyim." dedi. Gerçekten
de Harun arabayı bırakıp döndüğünde ateş ızgara yapılacak hale gelmişti....
O akşam, balkonda birlikte piknik yaptılar....
Yemek sırasında Harun
dudaklarının uçukladığını fark etti.
“Vay be! Korkmuşum demek
baksana dudağım uçuklamış!" dedi. Gönül, sarımsak sürmesinin iyi
geleceğini söyledi....
Geç saatlere kadar balkonda
kaza konuşuldu. Betül dağ havasının getirdiği rehavetle erken uyumuştu. Aysun
biraz da havayı dağıtmak i çin:
“Kağıt oynayalım mı?”
dedi. Böyle bir teklifi
hiçbir zaman geri çevirmeyen Harun:
“Hayır, bu gece öyle şeyler yapmayalım." dedi. Aysun
"Neden?”
diye sorunca:
“Gözetleniyoruz. Sanki birileri bizi gözetliyor. Gçimde tuhaf bir
korku var." Gönül:
“Size bir kitap getireyim de Bilge bize bir şeyler okusun,
dinleyelim." dedi. Bilge hiç hali olmadığını aslında uyumak istedığıni
söyledi....
"isterseniz siz de
burada kalın, zaten yoruldunuz bir de eve gitmek için yorulmayın." dedi.
Harun:
“E vallahi bugün beni kovsamz da gitmem zaten!" Aysun da hiç
itiraz etmedi. Bilge, Harunların kalacağını anlayınca Gönül'e:
“O zaman sen bize çayı yenile!" dedi. Gönül:
"Zaten yeniden demlemiştim." dedi. Aysun:
“Bilge, şu Rahmi kim?”
diye pat diye sorunca Bilge
afalladı. Pek anlatmaya niyetli değildi ama Gönül'ün "Hadi anlat
bari!" demesi üzerine Rahmi'yi, onunla nasıl karşılaştıklarını, onun eve
nasıl geldiğini, çocuğun adını bilmediği halde ona üzerinde adı yazılı bir
altın bileklik getirdığıni. Sonra nasıl öldüğünü anlattı. Gönül ise, Betül'ün
koluna bilekliği ne zaman takmışlarsa şıp diye uyuduğunu ve o kolundayken asla
huzursuzluk yapmadığını söyleyince, Aysun ve Harun daha da etkilenmişlerdi:
Harun:
“Yahu sizi Hızır ziyaret etmiş de siz anlamamıisınız. Bana böyle
bir şey olsa, ben onun yolundan asla ayrılmam. şimdi Gönül'deki bu muazzam değişikliği
daha iyi anlıyorum." dedi. Aysun:
“Sahi Hızır varmış ve güya her insanı ömründe bir kere de olsa
ziyaret edermiş ama herkes onun Hızır olduğunu anlamazmış." diye bir yorum
yaptıktan sonra da Bilge'ye, Hızır'dan bahsetmesini istedi. Gönül, Hızır ile
Hz. Musa'nın birlikte yaptıkları bir yolculuğun Kuranı Kerim'de anlatıldığını
hatırlattı:
“Dur ben Kitabı getireyim de Bilge bize o ayetleri okusun."
dedi. Harun:
“Yahu yenge dinime imanıma sen mektep gibi kadınsın! Yahu bütün
bunları ne zaman okudun, nasıl öğrendin, helal olsun sana Gönül, doğal bir
tevazu ile ona teşekkür etti ve içeriden Kuranı Kerim mealini getirdi. Bilge
bahsi geçen ayetleri bulup okudu. Aysun özellikle, annesini babasını
cehennemlik etme ihtimali olan çocuğun Hızır tarafindan öldürülmesinden
etkilenmişti. Harun ise, gemiyi batırmasından etkilenmişti. 3 Bilge ise:
“Benim bu kıssada en çok hoşuma giden olay, onların yıkık evin
altındaki hazine açığa çıkmasın diye duvar örmeleridir....
Eğer insan Allah'a gerçekten
itimat edebilse, her işi ona kolaylaşır. Adam evinin temeline gömdüğü
hazinesini Allah'a emanet ediyor. Ve yıllar sonra yaptığı ev harap olmaya yüz
tutunca Cenabı Hak Hızır'ı o binayı
sağlamlaştırmakla görevlendiriyor. Çünkü o duvar örülmese, hazine açığa çıkacak
ve birileri onu alacak. Anlayabiliyor musunuz?
Allah'a böyle tam itimat etmedikçe
herhalde gerçek iman etmiş sayılmayacağız." Gönül:
“Kuranı Kerim'de de geçiyor ya. Bir insan Allah ve Resulünü kendi
canından çok sevmezse iman etmiş olmaz diye....
insan sevdiğine elbette
sonuna kadar itimat da eder." Harun Aysun'a dönüp:
“Hatun! Sen de bana itimat ediyor musun?”
Aysun biraz da takılarak:
“Herhalde senden bahsetmiyor." Gönül:
“Ben Bilge'ye itimat ediyorum. Yoksa buralara kadar gelir miydim?
Ben tam bir ana kuzusu gibi
yetişmiş Gönül, sevdiği erkeği için buralarda!.. Bu itimat sayilmaz mi?”
dedi. Harun:
“Ulan Bilge ne şanslı adamsın! Bak bizimki şaka yollu bile, bizi
sevdiğini söylemiyor." Aysun alındı:
“Eee sen de uzatma! Hangi şartlarda seninle evlendiğimi, senin için
neleri göze aldığımı bilmiyor gibi konuşma." Vakit hayli gecikmişti....
Gönül yatakları açtı. Herkes
odasına çekildi. Bilge dalgındı. Başlarından geçen olayları düşünüyordu.
Yatakta ellerini başının altında kenetledi ve düşünceye daldı. Onun dalgın
halini gören Gönül, "Sana bir şey söyleyeyim mi?
Kazadan hemen sonra, ben
dağın yamacına baktım. Küçük bir sis bulutu vardı. Bir ara o bulutun içinden
Rahmi abiyi görür gibi oldum. Bize geldiği günkü kıyafeti vardı sanki
üstünde." Bilge de, arabaya binerken, Betül'ün kaşla göz arasında
torbadaki bir ekmeği alıp bir adama verdiğini, adamın arkadan yürüyüşünü Rahmi
abiye benzettiğini söyledi....
ikisi de söylediklerinden
ürpermişti....
Gönül:
“Bu dünya boş değil." dedi. Bilge:
“Boşaldığı gün zaten kıyamet kopacak. Elbette boş değil."
dedi.
Gönül çok yorulduğunu belirterek, uyuyacağını söyledi ve "Gyi geceler
"dedikten sonra, yan döndü. Bilge, uzun süre sırt üstü öylece kaldı. Olup
bitenleri çözümlemeye çalışıyordu....
Demek ki geçmiş evliyalarla
ilgili anlatılanların hiçbirisi yalan değildi....
"Demek ki Kaf Dağı da
var, Anka da var, Serendip Adası da var. Ama biz anlayamıyoruz....
.”
“Onlar gayba
inanırlar." ayetini hatırladı. Bugüne kadar bu ayeti neden anlamadığını düşündü.
insanlar birtakım iç deneyimlerden ve kalbî değinmelerden geçmedikçe bazı şeyleri
anlamıyorlarmış demek ki....”
diye geçirdi içinden. Bilge'nin
kafası karmakarışıktı. Daha önce öğrendiği ve doğru bildiği şeyleri birer birer
hayal meydanına getiriyor, onları yeniden gözden geçiriyor, sağlam bir yargıya
varmaya çalışıyordu....
Dört bir tarafından gelen
sesle irkildi:
“Bildığın her şey yalan!.. Çünkü hiçbir şey gördüğün gibi
değil." Bilge korkudan sıçradı, yataktan fırladı, Gönül'e baktı. Karısı
herşeyden habersiz mışıl mışıl uyuyordu....
Saatin tik takları beynine
balyoz gibi iniyordu. Saatin bu kadar gürültülü çalıştığını, bugüne kadar hiç
fark etmemişti. Her tik tak, adeta gök fanusuna çarpan dev bir gezegenin
gürültüsü gibi geldi ona. Parmaklarıyla kulaklarını tıkadı. Ama hiçbir şey değişmemişti.
Adeta sesin kaynağı saat değildi. Ses sanki beyninin derinliklerinden
kaynaklanarak saatte yankılanıyor gibi geldi ona....
Tik taklardan bunalır hale
gelmişti ki Betül'ün odasından gelen mırıldanmayı duydu. Yataktan çıktı ve
Betül'ün odasına yöneldi. Usulca ve büyük bir korkuyla başını uzattı....
Betül yatağının üstünde oturmuştu.
Etrafında küçük sinekleri andıran yüzlerce ışık uçuşuyordu....
Bilge o anda başındaki bütün
saç diplerini tek tek hissetti. Çocuk, birileriyle konuşuyordu. Konuşulan lisan
Arapça'ya benziyordu ama değildi. Bilge hiçbir G6y anlamıyordu ve ne yapacağını
da bilmiyordu....
şayrı ihtiyari "Betül
kızım!" diye seslendi. Bu ses, sihrin dağılmasına neden oldu ve ışıklar
bir anda kayboluverdi....
Betül sanki babasını hiç duymamış gibi yeniden kafasını yastığa
koydu ve uykuya daldı....
Bilge büyük bir saygıyla ve
ürpertiyle kızının üstünü örttü....
"Aman ya Rabbi! Ne
oluyor böyle?
Ben aklımı mı
yitiriyorum!" diye geçirdi içinden....
Gördükleri gerçek miydi,
halüsinasyon muydu karar veremedi. Gerçekse neden Betül onu duymamış gibi
yeniden başını yastığa koyup, uyumaya başlamıştı?
Değilse, hangi hayal halinde
insan bu kadar kendinde olabilir ve vücudundaki tüm hücrelerin canlı olduğunu
hissedebilirdi?
Salona geçti....
Işığı yaktı. Canı bir sigara
yakmak istedi. Oysa aylar önce bırakmıştı....
Masada Aysun'un sigarası
duruyordu. Birini alıp yaktı....
Öylece koltuğa yığıldı....
Ne kadar geçti tam
bilemiyordu....
"Selam sana ey iyiliklerin
talibi!" dedi bir ses. SinHa'nın sesine hiç mi hiç benzemiyordu. Bilge şaşkınlıkla
etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi ve hissedemedi. Uzun süre etrafı dinledi.
Bir ara büfeden duyduğu bir çıtırtı ile irkildi. Bunun ahşap yorulmasından kaynaklanan
bir ses olduğunu farz etti. Aldırmadı. Tam bu sesin etkisinden kurtulacaktı ki,
daha Giddetli bir çıtırtı duydu. Sanki ahşap içten içe kırılıyordu....
"Kesinlikle kafayı yiyorum!"
dedi kendi kendine.
“Allah'ım bana yardım
et!" dedi içinden....
"Allah sana hep yardım
ediyor zaten." diye karşılık verdi ses....
Bilge yine çaresiz bir şekilde
etrafına bakındı....
Aptallaşmıştı. Sesin
kaynağını ve yönünü belirleyememişti. Tanış olduğu bir ses değildi, irkildi.
Daha toparlanamadan ses yine odanın dört bir yanma yayıldı:
“Allah hiçbir zaman senden yardımını kesmedi ki şimdi ondan ek
yardım istiyorsun. O seni varlık halinde tutmasaydı sen nasıl var olabilecektin?”
“Sen kimsin?”
“Ben sendeki benim!" sın
"Nasıl bendeki ben!?”
Sendeki benim işte!”
“Sen bendeki bensen, ben
kimim?”
“Sen bensin, ben senim!”
“Ben bu ikilemleri
anlamıyorum, daha açık konuşamaz mı"Niye anlamıyorsun. Sen felsefeci değil
misin?
Hani aklınla her şeyi
çözebiliyordun?”
“O bir gayrı salih amelimdi.
Ondan pişmanım. Şu anda bildiğim tek şey, bir şey bilmediğimdir.”
“Hah! şöyle yola gel
bakalım.”
“Peki benden ne istiyorsun?”
“Seni istiyorum. Ya erkek
gibi ol, ya bırak.”
“Neyi bırakayım?”
“Senliği!”
“Tamam da bunu nasıl
yapacağım?”
“Teslim ol, teslim. Bana
teslim ol, sana hazların her türlüsünü yaşatayım.”
“Ben inanan bir insanım. Her
istediğimi yapamam.”
“Sen inanan bir insan mısın?”
“Öyle sanıyorum.”
“Zaten hep sanıyorsun. Daha
kim olduğunu bile bilmiyorsun.”
“Ben Müslümanim!”
“Deme ya! Gerçekten mi?
islam barışıklık ve güven
demektir. Sen kendinle bile barışık değilsin. Nasıl Müslümansın böyle?”
“Ben kendimi öyle
zannediyorum.”
“Zannediyorsun ha! Bilmez
misin zanların çoğu ithamdır.”
“Neyi itham”
“Yaratıcı'nın kudretini.
"Zannetmek Yaratıcı’nın kudretine nasıl itham oluyor?”
“Zannetmek, sağlam bir
bilgiye dayanmadığın halde bir şey hakkında hüküm vermektir.”
“Ben insanım. Başka türlü
yapamam ki. Önce zannederim, sonra doğru bilgiyle yanlışımı tashih ederim.”
“Hayır! Marifete ermek
istersen zannı bırakacaksın." Marifet nedir?”
“Derk etmektir?”
“Derk etmek nedir?”
“Bilmeyeceğini bilmektir!”
“Ama bizim bilme vasfımız da
var, onu ne yapacağız?”
“Bilme vasfına sahip olmak başkadır,
bilmek başkadır. Marifet daha başkadır.”
“O zaman ne yapmam
gerekiyorsa söyle onu yapayım.”
“Bunda samimi misin?”
Evet!”
“Hadi oradan! Sen
bildiklerinin hangisini nefsine uyguladın ki, benim söylediğimi yapacaksın?”
“Ben başlangıçta neleri
bilmem gerektiğini bilemediğim için bulduğum her şeyi hakikat diye aldım. Sen
benim içinde yaşadığım çağı biliyor musun?”
“Senin çağına ne olmuş?
Akıl dünkü akıl, hikmet
dünkü hikmet. Değişen ne?”
Bilge yanıt veremedi....
Gerçekten "Ne yapalım
zaman böyle." deyip geçiyordu ama neyin değiştiğini bilmiyordu. Birdenbire
hatırlamış gibi:
“Öyle diyorsun ama bu asrın getirdiği bazı hassalar var ki
insanların imanlarını koruması oldukça güçleşti.”
“Nasıl?”
329 "Bırak
dine karşı lakayt olanları, dindarlar bile en basit bir dünyevi menfaat için en
kıymetli uhrevi ibadet veya fiilleri terk edebiliyorlar." O sizin kendi
zaafınız....
"Elbette. Ama insanları
çaresiz bırakan durumlar da var.”
“Ne gibi?”
“insanda üç latife var, üç
sır. Bunlar insana hakim oldu mu günah işlememek, yanlış yapmamak imkansız
gibidir. Bu duygular insana hakim duruma gelmişse ve insan da o anda herhangi
bir günahla yüz yüze bulunuyorsa, o yanlış fiili işlememesi çok zor.”
“Tamam da, bunun asırla ne
ilgisi var?”
“ilgisi var....
Bak birçok dindar insan,
hatta takva sahibi insanlar, dindar olmayı severler ve hatta dinin emirlerini
yerine getirirler. Niçin?”
“Niçin?”
“Dünyada rahat yaşasınlar
diye....
Dua eder, namaz kılar, zekat
verir, ta ki dünyada işleri rast gitsin, daha rahat yaşasın diye....
O ibadetlerdeki asıl gayeyi gözetmez
hatta tarikatı bile, keşif ve keramet için isterler. Gider bir şeyhe intisap
eder, iki gün sonra uçacağını, her şeyi bir dua ile halledeceklerini sanırlar.
Hatta şahsi görevlerinin yapılmasını bile şeyhine yüklerler. Onu taşeron gibi
kullanır....
Ahiret arzusunu ve dinî
görevlerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak yapar. Bilmezler ki, ahiret
saadeti gibi dünya saadetine dahi sebep olan dinî hakikatlerin temel gayesi
Allah'ın rizasını kazanmaktır....
Bu ibadetlerden doğan
dünyevi nimetler ise sadece bir teşvikçidir Allah için yapılan ibadete bile
dünyevi bir çıkar gözeterek meylederler. Böylece de ne ibadetlerinden Hayır
görür, ne de umdukları dünyevî saadetlere kavuşur. Bak dindarların başından
bela eksik oluyor mu?”
“Olmuyor.”
“işte nedeni bu. Bu anlayış
bu asrın özelliği, bir hastalığı, bir modasıdır. Yani bu asrın belası
anlayacağın....
O yüzden yaptığımız ibadetlerin
sevabını göremiyoruz. Duaların kabulüne tanık olamıyoruz. Böyle bir ortamda ben
ne yapabilirim?”
“Ne yapıp yapamayacağın
senin problemin. Ben yine de bunun, bu asırla bir ilişkisini göremiyorum.”
“Bak sana bir ayet
hatırlatayım. Tam bu çağa bakıyor. şöyle diyor, 'Onlar, yani inananlar, bile
bile ve seve seve dünya hayatını ahiret hayatına tercih ederler.' işte bu ayetin
de işaret ettiği gibi bu asır dünyevi hayatın lezzetlerini ve dünya hayatını
ahiret hayatına hem de Müslümanlara bilerek ve severek tercih ettirdi.”
“Tamam da o ayet sizdeki
zaafı açığa vuruyor. Size ruhsat vermiyor ki?”
“Öyle ama her mevsimin kendi
kuralları vardır.”
“Bunların hepsi bahane.
Mamafih, senin bu tembelliğin benim işime yarıyor. Bana karşı seni daha da
zayıf düşürüyor. Ben sana istediğimi rahat rahat yaptırıyorum.”
“Benden ne istiyorsun?”
“Yaratıcı'ya baş kaldırmanı.”
“Bunu neden istiyorsun?”
“O beni senin gibi adi bir
varlığın içine hapsettiği için?”
“Adi sensin?”
“Ben adi değilim. Ben
Yaratıcı'ya ait özellikleri taşıyan bir edilgenin. Sen bana hakaret ederek
Yaratıcına isyan ettin bile.”
“Ama sen beni kışkırtıyorsun?”
“Bu benim görevim.
Yaratıcı’nın bana yüklediği misyon bu. Ben seni kışkırtacağım, sen de ya bana
itaat edecek, ya da direneceksin.”
“Ben sana direndiğim zaman başka
şeyler yapıyorsun....
Hem sen niye bu kadar
insafsızsın?”
“Ben insafsız değilim.
Görevimi yapıyorum. Senin foyanı açığa çıkarmakla görevliyim. inandım demekle
kurtulacağını mı sanıyorsun?”
331 "Hayır
inandım demekle kurtulacağımı sanmıyorum. Bu çağda inandığım gibi yaşamanın
zorluklarını anlatıyorum.”
“Sen bahane arıyorsun. Yok
insanlar söyle bozuldu, yok asır söyle oldu diyerek, kendine bahane üretiyorsun.”
“Peki çok iyi bir ortamda mı
yaşıyorum?”
“O senin bakış açına göre
değişir. Ama Yaratıcı’nın varlığı o çağa, bu çağa göre değişmez. Yaratıcı'ya
inanıyorsan şartlar ne olursa olsun, O hep vardır. inanmıyorsan, daha doğrusu
inanıyor gibi görünüp de aslında inanmıyorsan, her bahane sana makul görünür!
Sen inandığını söylüyorsun, ama seni Yaratıcı'ya götürecek eylemleri yapmakta
zorlanıyorsun. Bu nasıl olur?”
“Bu asrın bize bulaştırdığı
hastalıktan dolayı....
Dinsiz veya en azından dine
karşı lakayt olan hayat tarzı bir moda ve aşılama suretinde bütün insanlığa bulaştı.
Bu bulaşıcı bela ve rejim, 1334 tarihinden itibaren islam yurtlarına da girmeye
başladı....
islamiyet düşmanları
Müslümanlara galebe çalmakla, bu tamamen dünyevi olan hayat tarzını, muahede şartları
olarak Müslümanlara dayattılar ve dünyayı dine tercih ettirdiler.”
“Siz güçlü olsaydınız, siz
hayat tarzınızı onlara dayatsaydınız!”
“Arrıa biz zayıf düştük!”
“Neden zayıf düştünüz?
Hani dinınız sağlam bir
dindi?
Hani yaratıcı sizden yanaydı?”
“Biz cahil kaldık, onlar
bizi geçti.”
“O zaman bundan yakınmaya
hakkınız yok. Kendi düşen ağlamaz. Öyle değil mi?”
“Sen bunu benden daha iyi
bilmelisin. Ben gaybı bilmem ki?”
“Peki benim gaybı bileceşimi
nereden çıkarıyorsun?”
“Sen benden daha ileri
olmalısın. Çünkü ben seni göremiyorum ama sen beni görüyorsun?”
“Seni görüyor olmam gaybı
bilmeme yetmez.”
“Sahi sen nesin?”
"Ben senin 'ego'num?”
“Nasıl ego?
Yani nefsim misin?”
“Öyle de denilebilir?”
“O zaman seni tanımam
gerekir. Çünkü kurtuluşumun yegane yolu seni bilmekten geçiyor. Zira, 'Nefsini
bilen, Rabbini bilir.' denmiş.”
“Beni nasıl bileceksin ki?”
“Bilemiyorum. Sen kendini
tarif edemez misin?
"Niye işin kolayına
kaçıyorsun. Beni bilmek senin işin. Bil veya bilme beni ilgilendirmez. Ben
kendimi biliyorum.”
“Bana bir ipucu da veremez
misin, seni anlamam için?”
“Haa onu yapabilirim! Eğer
kafan daha da karişmayacaksa ben söyleyeyim. Ben tanrıyım!”
“Bayağı. Taptığın Ilah'ta
hangi özellikler varsa bende de var.”
“ilah tektir ve O da
yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah'tır.”
“Tamam da O'nu bilmenin yolu
benden geçer. Ben senin ayağına basıp seni sürekli dibe doğru çekerken, sen
nasıl yükselip O'nun yüceliğine kavuşacaksın ki?”
“Niçin böyle inatçı ve
isyankarsın?”
“Benim vazifem bu! Madem ki
O, beni bu kafese mahkum etti, ben de bu kafesi hiçliğe mahkum edeceşim?”
“Kafes dedığın ne?”
“Senin binlerce kayıtlarla
sınırlandırılmış bedenin?”
'Teki ben seni
anlayamamaktan dolayı cezaya çarptırılırsam sen de azap çekmeyecek misin?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Çünkü sana azap diye
vaadedilmiş şey benim tabiatım için gıdadır. Sen ateşte yanarsın, ben ondan
hayat bulurum."
"Peki sonsuzluk enerjisi olan Allah'tan mahrum kalmak senin
için ceza değil mi?”
“Cezadır elbet. Ve şimdi ben
zaten o cezayı o ıstırabı çekiyorum?”
“Neden ıstırap çekiyorsun?”
“Çünkü aslî vatanımdan ayrı
düşmüşüm.”
“Aslî vatanın ne?”
“Sonsuzluğun kendisi.”
“Peki sen niçin bu bedene
hapsedildin?”
“Sen Yaratıcını tanıyasın
diye?”
“Bu nasıl oluyor?”
“Ben Yaratıcı'ya ait isim ve
sıfatlardan mürekkep bir ölçü, tartı aletiyim. Anlayacağın bir tür tanrıyım ve
ölümsüzüm. Dolayısıyla kendi bağımsızlığımı korumak zorundayım.”
“Yaratılmış hiçbir şey
Yaratıcı'dan bağımsız olamaz. Sen nasıl bağımsız olabiliyorsun?”
“Elbette sonsuza kadar
bağımsız kalamayacağım. Bu bir inatlaşmadır, ya sen beni alt eder Rabbine kavuşursun,
ya ben seni alt eder, kendimle birlikte seni de yakarım.”
“Bu inatçılığınla nasıl
ölçü, tartı oluyorsun?”
“Dedim ya ben Yaratıcı'ya
ait isim ve sıfatlarla donatılmışım. Sen sınırlı olan isim ve sıfatları
kavramadan, sonsuz ve sınırsız olan ilahî isim ve sıfatları nasıl anlayacaksın?
Kiloyu bilmeden ağırlığı,
metreyi bilmeden mesafeyi nasıl kavrayacaksın?
Mekanın olmadığı yerde
boyutları nasıl bileceksin ki?”
“Doğrudur bilemem. Benim
bilme aracım akıldır. Akıl da ancak bildiği şeyleri birbiriyle kıyaslayarak
benzetmeler yoluyla yeni bilgilere ulaşır. Onun da doğru olup olmadığını tam
bilemez.”
“Ya gördün mü?
Sen bana muhtaçsın.”
“Tamam ama sen de bana muhtaçsın.”
“Hayır ben sana muhtaç
değilim." 1 334 1 "Niye muhtaç değilsin?”
“imtihanda olan ben değilim
ki, sensin.”
“Sahi neden bu imtihana tabi
tutul dum ?”
“Onu Yaratıcina sor, ben
bilmem. Ben bir kere ona isyan ettim, beni bu bedene hapsetti. Bir kere daha
ona karşı gelmem.”
“Ama şu anda bile isyan
ediyorsun.”
“Hayır isyan etmiyorum,
vazifemi yapıyorum. Ben senin gerçek yüzünün açığa çıkarılmasına memurum. Senin
erliğin de bana karşı koymakla ortaya çıkar.”
“Sana nasıl karşı koyacağım?”
“Niye sana kopya vereyim?
Bak sana Yaratıcın,
peygamber gönderdi, kitap gönderdi. Neyi nasıl yapacağının bütün sırlan ve
ipuçları onlarda var. Sen onları okuyup anlayamamıisan bana ne senden?”
“Çok insafsızsın!”
“insaf ne?”
“Yani acıma!”
“Sana niye acıyayım ki! Seni
yaratan seni bu sınava tabi tutmuisa, ben sana niye acıyayım !”
“Haklısın ama bu ikimizin
problemi?”
“Niye anlamak istemiyorsun!
Bu senin problemin, benim değil! Ta ezelde, O beni var ettiği zaman, beni şeytan'ın yardımcısı olarak atadı....
Ben de vazifemi yapıyorum.”
“Bu vazifen ne kadar devam
eder?”
“Bu sana bağlı.”
“Nasıl bana bağlı?”
“Sana bağlı. Ben, seni aşağıların
aşağısında tutmakla görevliyim. Sen de bu aşağılıktan kurtulup yükselmekle
görevlisin. Benim pazumu bükersen, o zaman ben senin emrine girerim.
“Bunu başarabilmiş insan var
mı?”
“Az ama var.
“Araban var mı?”
“Hayır ama kullanmasını
bilirim.”
“Hiç kullandın mı?”
“Evet.”
“Nasıl bir şey araba
kullanmak?”
“Bayağı dikkat gerektiren
bir şey.”
“Yani?”
“Yani direksiyona hakimiyet,
hızı ve freni yerinde kullanmayı ve daima arkadan gelen ve önden giden araçları
kollamayı gerektirir." Peki sen arabanın içine oturup onu kendi haline
bırakırsan ne olur?
"Bu doğru bir soru
değil?”
“Neden?”
“Çünkü onu direksiyon ve
frenle kontrol etmezsen yoldan çıkar ve devrilir.”
“Peki sen bunu yapmayıp
arabayı devirirsen motora kızma hakkın olur mu?”
“Hayır.”
“Öyleyse niye bana
kızıyorsun?”
“Ne yani sen motor musun?”
“Hemen hemen öyle. Ben seni
gitmek istediğin yere taşıyacak gücüm. Ama beni kontrol etmeyi bilmezsen, ben
seni mutlaka yoldan çıkanr ve şarampole yuvarlarım.”
“işte şimdi seni anladım.”
“şimdi anladım diyorsun ama,
yarın ben seni yine yoldan çıkarırım, göreceksin?”
“Nasıl yapacaksın bunu?”
“Biraz sonra gidip
uyuyacaksın. Ve sabah namaza kalkamayacaksın. Yani araban bir kere daha
devrilecek.”
“Doğru söylüyorsun. Zaten
arabamız hurda hale gelmiş.”
“Peki bana ne kadar muhtaç
olduğunu anladın mı?”
“Sayılır.”
“Sayılır ne demek?”
“Yani az çok anladım.”
“Sana şunu söyleyeyim. Bensiz
sen bir hiçsin! Eğer ben olmasaydım, senin var edilmene bile gerek yoktu. Nefsi
bulunmayan sayısız yaratıklar var ve onların hiç birisinin sınav diye bir derdi
yok.”
“Peki niçin biz insanlar bu
sınava tabi tutulduk?”
“ilahîleşmek için.”
“Nasıl başaracağız bunu?”
“Benim sayemde size sonsuza
ulaşma kabiliyeti verildi. Evet bedenle kayıtlısınız ama bana karşı vereceğin
mücadele ile pozitif enerjini o kadar arttırabilirsin ki, sonunda melek denilen
üst boyut varlıklardan bile ileri gidebilirsin.”
“Ama sen çok gaddar
davranıyorsun.”
“Hadi canım sen de! Sen
gaddar nefis görmemişsin. Sen Firavun'u biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“işte o bizim efendimizdir. Hepimiz
ona büyük bir saygı duyarız.
“Ne kadar aşağılık olduğunuz
anlaşılıyor.”
“Bana iltifat ediyorsun.”
“Peki başka kime saygı
duyarsınız?”
“Gerçek Allah dostlarına.”
“Bu bir çelişki değil mi?”
“Hayır! Biz nötür
varlıklarız. Kullanıcıya göre değişiriz. En iyi araba hangisi?”
“Mercedes?”
“Neden?”
“Motoru çok güçlü ve sağlam?”
“iyi veya kötü arabayı motor
gücü mü tayin eder?”
“Sayılır.”
“Peki motorun gücünü nasıl
anlıyorsunuz?”
“Beygir gücü deriz. Beygir
gücünün azalıp çoğalmasına göre motorun gücü de değişir. Öyle motorlar vardır
ki ancak bir kişiyi taşıyabilir, öyle motorlar var ki, dev dağları andıran
gemileri suyun üstünde yürütür.”
“Peki hangisi kıymetlidir?”
“Yerine göre değişir ama
güçlü olan makbuldür.”
“işte biz oyuz. Bazımızin taşıma
kapasitesi bir tondur, bazımızın taşıma kapasitesi milyon tondur. Milyon ton
kapasitede olan bir motorla yapacağın işle, bir ton kapasiteli bir motorun
yapabileceği iş farklıdır. Firavun'un nefsi milyon ton kapasitesinde idi.
Kontrol edemedi ve sonunda kendini tanrı zannetti. Musa'nın kapasitesi ondan
geri değildi. O da peygamber oldu ve onu denize gömdü.”
“şimdi biraz daha iyi
anladım.”
“Umarım....
Hadi bana eyvallah!”
“Dur nereye gidiyorsun?”
“Bir yere gittişim yok. Ben
hep seninle beraberim. Dedim ya ben sendeki senim. Sen de bendeki bensin. Ne
sen benden kurtulabilirsin, ne ben senden." Bilge'nin kafası kazan gibi
kaynıyordu. Öylece kalakalmıştı. Derin bir uyku dalgası vücudunu sardı.
Yerinden kalkmadan önce duvardaki saate baktı. Saat 04.00'e geliyordu....
Kalktı ve yatak odasina
yöneldi....
Birden nefsinin sözünü
hatırladı.
“Biraz sonra gidip uyursun
ve ben seni namaz kılmaktan alikoyani." 338 Bilge irkildi. Yatağa gitmekten vazgeçti.
Banyoya geçti ve abdest aldı....
Tekrar salona döndü. Bir ara
ne yapacağını bilmez bir şekilde öylece kaldı. Sonra Gidip Kuranı Kerim'i aldı.
“Seher vaktidir. En iyisi
biraz okuyayım." dedi. Rast gele bir sayfa açtı. Gözüne ilk ilişen ayetle
irkildi:
“Ey mutmain nefis, ey tatmin olmuş benlik Rabbine dön. Sen ondan
razı, o senden razı olarak....”
Bilge iliklerine kadar
irkildi. Demek ki nefis tatmin edilebilirdi. O bu tatmin sözünden, onu kontrol
etmeyi anlamıştı....
"Seni hain, seni! işte
seni yakaladım. Artık benden çekeceğin var!" dedi. Sabah ezanı okununcaya
kadar okumaya devam etti. Müthiş bir sevinç ve sarhoiluk içindeydi. Sabah
namazını öyle bir vecd içinde kılmıştı ki, şu ana kadar kıldığı namazların hiç
birinden bu kadar haz almamıştı. Hastanede kıldığı ve ilk defa namazın hakikatini
anladığını sandığı namaz da dahil....
Seccadeden kalktığı zaman
hava aydınlanmaya başlamıştı....
Yüzünde derin bir tebessümle
kalkıp yatak odasına geçti. Kendisi yatağa girerken, Gönül'ü uyandırdı. Gönül
uykulu gözlerle ona baktı.
“Sonra kılarım." dedi.
Bilge kararlı bir tonla, "Sonra dedığın, çok geç olabilir. Kalk ve
namazını kıl." dedi. Yatağa uzanır uzanmaz daldı. Gönül'ün kalkıp
kalkmadığını anlamadı ama Gönül kalkıp namazını kılmıştı. Yatağa geldığınde
Bilge çoktan uykuya dalmıştı bile....
BEKLENMEYEN MİSAFİR
Ertesi gün uyandıklarında
Aysun çoktan uyanmış, kahvaltı sofrasını hazırlamış ve ev halkının uyanmasını bekliyordu.
Beklerken bir yandan da erken uyanmış Betül'e kahvaltı yaptırmıştı bile. Gönül
uyandığında ikisi masa başında konuluyorlardı. Aslında Gönül, Aysun'la Betül'ün
seslerini duyup uyanmıştı. Aysun, Gönül'ün uyandığını görünce, hayrette kalmış
bir insanın şaşkinlığıyla:
“Kızım senin çocuğunda bir tuhaflık var! Sorduğum sorulara öyle
yanıtlar veriyor ki, onun daha dün doğduğunu bilmesem, bu büyümüş de, küçülmüş
diyeceşim. Bana öyle yanıtlar veriyor ve öyle sorul ar soruyor ki, aklımı
yiyeceşim!" Gönül pek ciddiye almamış gibi göründü ama sormadan da edemedi:
“Ne soruyor sana?”
“Niçin bir burnumuz, iki
kulağımız var diyor, saçımız niye çok da kirpiklerimiz niye az diyor.. Cevabını
bilmediğim bir yığın soru....”
Gönül, "Kızım Aysun
yengeni üzme....”
demekle yetindi....
Ama böyle sorular sormuş olmasına
o da akıl erdiremedi....
Gönül sofraya baktı, eksik
bir şeyler var mı diye kontrol ettikten soıira tam mutfağa gidecekti ki Betül
küçük ellerini kapıya doğru uzatarak:
“Anne! Dayı." dedi....
Gönül, "Ne dayısı?
Dayını nerden biliyorsun
kızım?”
“ diye kekeledi ama "Ne
zaman gelecek?”
diye sormaktan da kendini
alamadı.
Bu sırada Betül, elindeki çatalı hızla bardağa vurmuş ve bardak
kırılmıştı. Aysun yengesinin yaptığı paşa çayı da masaya dağılıvermişti....
Gönül içinde öfkeli bir ses
tonuyla "Ne yaptın?”
deyince Betül dudaklarını
büktü ve ağlamaya başladı. Daha sonraki dakikalarda Gönül, onun gönlünü yapmaya
çalıştı. Bu arada onun söylediklerini de unutup gitmişti. Öte yandan Betül'ün
ağlaması herkesin uyanmasını sağlamıştı. Harun ve Bilge'nin de gelmesi üzerine
birlikte sofraya oturdular. Birkaç dakika geçmişti ki zil çaldı. Bilge kalkıp
kapıya gitti. Kapıyı açmasıyla "Aaa!" diye bağırması bir oldu....
"şaşırırsınız tabi!
Beni beklemiyordunuz, değil mi?
Benden kaçabileceğınızi mi sandınız?”
Gönül, kardeşinin sesini
tanımıştı. O da şaşkınlığını gizleyemedi:
“Aaa bu Haluk'un sesi!"Sofradan fırladığı gibi kapıya koştu.
Haluk'un boynuna sarıldı ve ağlamaya başladı. Onu bu kadar özledığıni bilmiyordu.
Dakikalarca öyle kaldı. Sonra hemen büyük bir sevinçle, mutfağa koşup, tabak ve
çatal getirdi. Kendi yerini ona bıraktı. Gönül, sevinçten adeta uçuyordu.
“Ne güzel ettin Haluk! güzel
bir sürpriz oldu ama niye geleceğini haber vermedin?
Seni karşılardık." dedi
Bilge. Harun'u ve Aysun'u tanıştırdı. Haluk, masada bir yandan kahvaltı
edenlere eşlik etti, bir yandan da kendisine meraklı gözlerle bakanların
sorduğu soruları yanıtladı. Uç beş gün önce istanbul'a döndüğünü söyledi ve
ekledi:
“Annem Edremit'e yerleştiğınızi söyledi. Sizin adınıza sevindim.
Doğrusu buralar büyük şehirlere göre daha rahat. Ben de bir ay kalıp, yeniden
İngiltere'ye döneceşim. Gelmişken bir de tatil yaparım, diye düşündüm."
Gönül:
“Ne iyi yaptın....
Biz de sayende güzel günler
geçiririz." dedi, sözlerini tamamlayacaktı ki Betül, elindeki çatalla Haluk'u
gösterip "Dayı!" dedi. Aysun, birdenbire uyanmış gibi, Gönül'e:
“Kızım senin bu çocuğun tekin değil! Hatırla sana yarım saat kadar
önce dayım gelecek dememiş 341 miydi?”
“Aaa sahi! Durup dururken
'Dayı' demişti." Haluk, "Kız sen medyum musun?”
diyerek, Betül'ün
yanaklarını sıktı. Onunla çocuksu bir üslupla konuşmaya başladı:
“Biliyor musun, özellikle seni görmeye geldim." Betül, Haluk'a
öyle enteresan yanıtlar veriyordu ki, Haluk toparlandı. Gönül'e baktı:
“Bu kaç yaşında?”
“Dur bakim....
Bir kaç hafta geçti galiba
ama iki yaşında." Haluk bu yanıt üzerine:
“Maşallah kız! Sen ne çabuk konuşmaya başlamıisın böyle?
Dayını sen kurtardın biliyor
musun?”
Harun:
“Ohoo! Dayısı, sen bu kızın marifetlerini öğrensen, dilini yutarsın.
imanıma sanki gaybı biliyor bu kız." Gönül; "Sen de abartma!"
dediyse de Harun konuşmasını sürdürdü:
“O bizim görmediğimizi görüyor, bilmediğimizi biliyor, sanki
görünmez birinden ders alıyor da konuşuyor. Konuşması ve anlayışı geometrik gelişiyor....
Herhalde üç beş yaşında bize
vaaz verir." Bilge, bu sözlerin etkisiyle akşam gördüklerini hatırladı.
Evet bu kıza birileri ders veriyordu ama bunu nasıl söyleyebilirdi. işi şakaya
vurdu:
“Oğlum maşallah de! Çocuklara, arılara ve sürülere göz çabuk
değer." Bu tekerlemeyi duyan Haluk eniştesine baktı:
“Enişte mektep gibi adamsın vallahi! Yahu nereden bulursun böyle
sözleri?
Fakat bir şey söyleyeyim mi,
ingiltere'de sizlerin kıymetinizi daha iyi anladım. Biliyorsun, ben hep Avrupa
Avrupa diyordum, gittim gördüm. Gçleri çürümüş adamların. Evet zenginler, ama
yalnızlar ve karanlıktalar. Sürekli bir oyalanma ile yaşamlarını tüketiyorlar. Toplumun
belli bir kesimi var. Çalışıyor ve üretiyorlar. Gençlik tam anlamıyla kendisini
eğlenceye vurmuş. Hızlı bir Giddete yönelme var. Kısacası Batı, içinde kurt
kaynayan ama henüz deride uç vermemiş derin bir yaraya benziyor."Onun bu
konuşması özellikle Gönül'ü derinden sarsmıştı. Konuşan kesinlikle bildiği
ağabeyi Haluk değildi. Bu başka biriydi. Ona bir şeyler olmuştu besbelli....
Aynı izlenim Bilge'de de uyanmıştı ama o bir şey belli etmemeye çalıştı....
Gönül:
“Haluk, bunları sen mi söylüyorsun?”
“Niye şaşırdin.
Elhamdülillah biz de Müslümanız, doğru nedir, yanlış nedir, biz de az çok
biliyoruz." Gönül:
“Elbette sen de Müslümansin ama sen hep Müslümanları eleştirirdin.”
“Doğru. insan elindeki
nimeti kaybedince değerini anlıyor."
Bilge: "Bu düşüncelere nasıl ulaştın
Haluk?”
“Ya enişte sorma! Orada bir
ingiliz'le tanıştım. Acayip yardımcı oldu! O kadar ki, sanki ingiltere'ye
gitmemişim de Anadolu'nun herhangi bir kasabasında bir akrabama gitmişim gibi
yardımını gördüm.”
“Eee!”
“Adam birkaç yıl önce
Türkiye'ye gelmiş. Burada müzeleri, camileri filan dolaşırken, bir iki gençle
tanışmış. Gençler onu evlerine davet etmişler. Bir hafta onlarla kalmış. Yedirmiş
içirmişler, istanbul'u gezdirmişler. Giderken de "Yeniden Dirilme
Kitapçığı" ve "Doğa Kitabı", yani ingilizcesi bu anlama gelen
iki kitap vermişler. Said 3 Nursi'ninmiş....
Adam bunları okuya okuya islamiyet'i
sevmiş ve Müslüman olmuş. Adamın evinde o kadar dinî kitap vardı ki bizim gibi
Müslümanların evinde onda biri bile yok....
Birkaç tane meal var. Adam şu
sıralarda Kuran'ı Kerim'in Arapça metnini okuyabilmek için Arapça öğreniyor....
Benim Müslüman olduğumu
öğrenince bana hocaymışım gibi davrandı. Ben başlangıçta aksi davranmaya
utandım. Sonra bana yüklediği misyonu sevdim. Ondan gizli olarak ben de
kitapları okumaya başladım." Sözünü burada keserek:
“Sen okudun mu 'Yeniden Dirilme Kitabı'in?”
diye Bilge'ye sordu. Bilge:
“Said Nursi'nin böyle bir kitabı mı varmış?”
“Bilmiyorum?”
Gönül atıldı:
“Nasıl bilmezsin. Haşir Risalesi yok mu?
Sanırim Doğa Kitabı dediği
de. Tabiat Risalesi olsa gerek." Haluk:
“Risale ne anlama geliyor?”
Bilge:
“Yani küçük kitap."
"Haa! demek o anlamdaymış.
ingilizce'si epistle. şimdi kelime kafama oturdu. Zaten tam anlamadığım için
kitap dedim. Daha çok mesaj gibi anlamıştım. O kelime de tam kitap anlamına
gelmiyor zaten....
Bunların Türkçe yazılmışları
var mı?”
“Onun bütün kitapları Türkçe
yazılmış zaten?”
“Allah, Allah! Biz niye
bilmiyoruz?”
Gönül, hafif bir tebessümle:
“Senin o taraklarda bezin yoktu ki!”
“Doğru. Aslında size bir şey
söyleyeyim mi, adam bana namazı niyazı sordu. Kendi başına bir şeyler yapıyor.
Bir namaz hocası kitabı almış ondan öğrenmiş. Ben de baktım, ama tam da
beceremedim. Burada kaldığım sürede bana şu işi öğretin de mahcup
olmayalım." Gönül:
“Yani Haluk! Hâlâ eski Haluk'sun. Bir ingiliz'e mahcup olmamayı düşünüyorsun
da, seni Yaratan'a karşı mahcup olmamayı hiç düşünmüyorsun.”
“Yok be Gönül, pek de öyle
değil artık. Sana yaşadığım ilginç bir şey anlatacağım, aklını yersin.”
“Anlat bakalım, neymiş
kafamızı yedirtecek hadise?”
“Bir gece acayip, ilginç bir
rüya gördüm. Saçları kır, kırk beş, elli yaşlarında bir adam beni daracık
sokaklarda kovalıyor. Aslında pek de korkulacak bir tip değil ama ben korkuyorum
ondan. Karanlık, pis, çamur sokaklarda ben kaçıyorum o kovalıyor. Bağı rıyorum,
birilerini yardıma çağırıyorum, imkanı yok, adamdan kurtul am ıyorum. Adamın
elinde bir şeyler var. Beni yakalayıp yakacak....
Korkudan çıldıracağım.
Aklımı yitireceşim anlayacağın. Derken bir meydana çıkıyorum. Meydanın dört bir
tarafı yüksek duvarlar. Meydandan çıkmanın tek yolu var, geldiğim yol. Artık
korkudan ne yapacağımı bilemiyorum. 'Tanrım bana yardım et!' diye bağırmaya başladım.
Çünkü ondan başkasının beni kurtarma şansı yok artık....
Birdenbire meydanda, etrafindan yıldızlara benzeyen ışıklar uçuşan
bir kız belirdi. On dokuz, yirmi yaşlarında ama, sanki kırk yaşlarındaymış gibi
görünüyor. Elinde bir asa vardı. Flüoresan lambası gibi yanıyordu. Tam o
esnada, beni kovalayan adam da meydana girdi. Doğruca üstüme geliyordu.
Korkudan ölmek üzereydim. Kız ona 'Dur!' dedi. Adam durdu ve ona karşı saygılı
bir tavır takındı: 'Efendimiz, bu çocuk kendisini de, anne ve babasını da
felakete götürüyor. Kendisi Cehennemlik olacak beraberinde annesini, babasını
da sürükleyecek. Ben de onu durdurmak istiyorum.' dedi. Kız metalık ve insanın
iliklerine kadar işleyen ürpertici bir sesle: 'O benim dayımdır, onu bana
bırakın. Yakasından tuttum onu Rabbin huzuruna götüreceşim!' dedi. Adam bu
sözler üzerine, eğilip reverans yaptı. Kız, elindeki asayı ona uzattı. ikisi de
ışık oldular. Sonra yükseldiler, kumru gibi uçup gittiler. Ben uyandığımda
ingiliz arkadaşım, başımda çırpınıyordu. Dakikalardır beni uyandırmaya çalışıyormuş.
'Ne oldu?
' diye sordu, bir kabus gördüğümü söyledim....
Sonra rüyamı ona anlattım.
Bana Kuranı Kerim'deki rüyalardan söz etti. Üç türlü rüya varmış. şimdi unuttum
ama agas ve bir de ihtilam anlamına gelen bir başka şey söyledi. Bir de doğru
rüya varmış." Bilge araya girdi:
“Edgas, ablam ve sadık rüya”
“Doğru, birincisi edgastı
ama ikincisini tam hatırlamıyorum. Bu ilk iki rüya türü şeytan'dan, doğru rüya
ise....”
Bilge, sözün arasına girerek
"sadık rüya" diye düzeltti. Haluk sözünü sürdürdü:
“Ne ise, sadık rüya ise Rahman'danmış....
"Ben rüya yorumlamaktan
anlamam ama, senin kız yeğenin var mı?
' diye sordu. Ben de küçük bir yeğenim olduğunu, ama onu hiç görmediğimi
söyledim. O da bana 'O senin kurtarıcın olabilir.' dedi." Haluk mutlu bir
eda ile sözlerini noktaladı:
“işte benim burada bulunmamın asıl nedeni bu." Salona
tam bir sessizlik hakim oldu. Bütün gözler çaktırmadan Betül'ü süzüyordu. Bilge
durumu fark etti. Ortamı dağıtmak için:
“Yahu altı üstü bir rüya! O daha bir çocuk! Önünde uzun bir serüven
var. Nasıl bir hayat yaşayacağı belli değil. Hangimizin sonu garanti ki, onun
kurtuluşu garantili olsun. Kendisini kurtaramayanın başkasına yararı olmaz....”
Gönül:
“Haluk bir çay daha ister misin?”
Haluk teşekkür etti ve eniştesine
döndü:
“Enişte mahzuru yoksa bir süre burada sizinle kalmak
istiyorum." Bilge bu teklifi, ciddi ve yürekten bir sevinçle karşıladı.
“Sayende biz de çevreyi
gezeriz. Kardeşin ev kuşu olmuş. Hiçbir yere gitmek istemiyor. Hep evde
otursun, okusun okusun istiyor." Haluk hayranlıkla Gönül'e baktı:
“O eskiden de farklıydı. Hiç yılışmazdı, hep ciddiydi. Onu bir kere
arkadaşlarımla bir araya getiremedim. Bizi pislik gibi görürdü." Gönül:
“Amaan Haluk! Ne kadar da abartıyorsun!" Bir iki saniyelik
sessizlikten sonra Gönül:
“Ben şimdi banyoyu hazırlayayım da, sen bir duG al, rahatlarsın. Ondan
sonra neler yapacağınızı sakin kafa ve dingin bedenle kararlaştırırız." Haluk,
"iyi olur." dedi, "Otobüste hiç uyuyamadım. Biraz kes tirsem
fena olmayacak."
ASTRAL YOLCULUK
Aysunlar gitmek için, izin
istediler. Tam çıkarlarken, Gönül:
“ikindiye doğru gelin, gidip bir yerlerde beraber
piknik'yapalım." dedi. Aysun "olur" demekle yetindi. Harun ise şaka
yapmadan edemedi:
“Demek hâlâ, aklınız başınıza gelmedi ha!" şülüştüler....
Haluk bir parça kestirmek
için yatağa uzanınca Gönül, yanma Betül'ü de alıp yakındaki pazara gitti. Biraz
sebze, meyve almayı düşünüyordu....
Bilge evde yalnızdı....
Kahvaltıdan kalma çaym
altını ısıttı ve balkona bir iskemle atıp biraz kitap okumak istedi....
Bu arada kafası hep Haluk
ile meşguldü. Bir türlü ondaki değişikliği anlayamıyordu. Gerçi filmlerde,
kitaplarda veya bazı gazetelerde birtakım insanların değiştiğinden, dünyaca
ünlü bazı fikir adamlarının islam'ı seçtiğinden, eski bazı şantöz ve
artistlerin tövbe edip kendilerini dine verdiklerinden söz edildığıni duymuş,
okumuştu....
Yine de bunu tam
anlamıyordu. Bu insanlar nasıl bir değişim ve ne gibi iç çekişmeler yaşıyorlardı
ki hayatlarında bu kadar radikal değişiklikler yapabiliyorlardı....
Kendisi acaba böyle bir değişim
yaşamayı göze alabilir miydi?
Böyle bir durumu
kabullenebilir miydi?
.. Çünkü bu tür değişiklikler beraberinde bir yığın problem getiriyordu.
Bir kere insanın çevresini, ilgi alanlarını, eğilimlerini bütünüyle ve hatta istemese
de dostlarını değiştirmesi gerekiyordu. Her gün birlikte olduğu insanları bir kenara
bırakıp yeni insanlar, yeni yüzler edinmek....
Her Şey serbestken, istediği
zaman, istediği Şeyi yapmak varken, hayatını birtakım kurallar içine sokmak,
haramlar ve helallerle sınırlandırmak kolay iş değildi....
347 Acaba
Haluk yine viski isteyecek miydi?
Çünkü o sadece viski içer ve
eniştesinin evinde içki olmadığı için onlara gelmezdi. Her geldığınde de
"Yahu enişte sende içilecek bir şey yok! Çaydan başka bir şey bilmiyor
musunuz?
Ot gibi yaşıyorsunuz
vallahi!" derdi....
"Belki artık içki de
içmiyordur." dedi kendi kendine. Tuhaf bir şekilde ona acıdı, içinde bir
çelişki yaşıyordu. Evet biz birtakım şeyleri iddia ediyoruz ama, acaba onların şartlarında
yetişseydik, biz de onlar gibi yaşamaz mıydık?
Muhsin Bey onun babası
olsaydı, belki o da içerdi ve Haluk gibi düşünürdü....
"Sen ne büyüksün
Rabbim. Bu ne müthiş senaryo böyle?
Kim niye inanır, kim niye inanmaz,
senden başka bilen yok. Kim ne olacak, kimin sonu nasıl bitecek belli değil....
." Düşündükçe Bilge'nin içinde, tersine bir düşünce gelişmeye
başlamıştı. Haluk'a gıpta ediyordu....
"O her şeyi deneyip
sonunda gerçeğe geldi. Eminim onun inancı ve gerçek bilgisi benimkinden güçlü.
Çünkü o, bütün yasak denilen sınırları aştıktan sonra dönüp sınırın bu
tarafında karar kıldı....
Sınırın öbür tarafında ne var
biliyor." Oysa kendisi asla sınırın öbür tarafına geçmemişti. Haluk ise
sınırın öbür tarafından gelip yolunu belirlemişti. Kendisini nasıl bir sonuç
bekliyordu acaba?
Ömrünün ikinci yarısında
hayatını tamamen değiştimıiş sayısız insan vardı. Kimisi inanmazlıktan, imanın
limanlarını sığmıyor, kimisi yalancı bir inançlı hayattan inançsızlığın sorum
suzluğuna yelken açıyordu....
istanbul'a ilk geldiği
yıllarda sık sık buluştukları bir arkadaşınm yeğenini hatırladı. Henüz on üç,
on dört yaşlarındaydı. Abdestsiz dolaşmaz, namazlari hep camide kılar, en küçük
bir hata yapanı inançsızlıkla suçlar ve sıksık "Bilge abi, bu inancımı
korumam için bana dua et. Yolunu şaşıranlardan olmayayım." derdi. Ve ne
yazık ki, o genç daha sonraki yıllarda bütün bütün inançsızlığı seçmiş, inancın
ve dinin bir aldatmaca olduğuna kanaat getirmiş ve bölücü bir terör örgütüne
katılarak bir çatışmada öldürülmüştü....
348 Yirmi dört yıllık bir ömrün son üç beş yılı
inkar, önceki yılları ise aşırı bir dindarlıkla geçmişti. Acaba Allah onu hangi
yaşam tercihiyle yargılayacaktı?
En azından görünürde inanan
bir genç olarak yaşadığı on dokuz yılı mı, yoksa inanmayan ama kendine göre
inandığı bir insanlık davasını gerçekleştirmek yolunda can vermesi erdemini mi?
Zaten tanrısına da adaletsizliklere
engel olmadığı için kızmış ve sonra da onu tamamen bırakmıştı....
Derin bir acıma duygusu ile
irkildi Bilge. Kendisini yalnız, çaresiz ve nasıl bir akıbetin bekledığıni
bilmezliğin verdiği derin bir mutsuzluk içinde gördü....
Önünde belirsiz, sonsuz bir
yaşam olabilirdi ama ölüm korkunç bir olaydı....
Bütün sevdiklerini arkada
bırakarak ve hiç ölmek istemediği halde göçüp gitmek....
Gçinde hızh bir düşüş, derin
bir boiluk hissetti Bilge. Yoksa kendisinde de mi inanç eksikliği vardı?
Gerçekten ölüm ötesi bir yaşama
inanıyorsa ve o yaşamın daha güzel olduğuna yönelik inancı varsa neden ölmekten
korkuyordu?
Bu insansı bir korku muydu,
yoksa inanç eksikliğinden kaynaklanan yaşama hırsı mıydı?
"Belki ikisi de....”
diye cevaplandırdı, sorduğu
soruyu sesli olarak. Sonra art arda yeni sorular sıralandı düşüncesinde; "Kim
kendisini garantide bilebilir ki?
Peygamber kendi kızma bile,
'Bana güvenme.' demişse ve Ömer gibi bir insan, 'kendisinin de münafık o labileceğinden
kuşkulanmış' ve 'Eğer bütün insanlar cennete gidecek, yalnız bir insan cehenneme
girecek dense, korkarım ki o benim.' demişse ise bu işin garantisi yok....”
“Peki önemli olan ne?
Hangi eylem ölüm ötesindeki
yaşamın garantisi olabilir?”
“inanç ve inançtaki
samimiyet, içsellik." dedi bir ses. Bilge irkildi. Kısa sürede toparlandı:
“Hoş geldin hocam." dedi. Sonra alışılageldik
alışkanlıklarından olduğu için, bilinçsizce sordu:
“Çay içer mısınız?”
sorusuna Bilge kendisi de
güldü. Ama SinHa ona karşılık verdi: 349
"Beni kendinle karıştırdın Bilge. Bilirsin
ben yemem ve içmem. Bizim gıdamız evrendeki temel enerjidir. Sizin dua ve zikir
dedığınız şeyle besleniriz. Yaratıcı’nın adını anmak ve onun evrene yayılmış
varlığını hissetmek bizim bataryalarımızı doldurur.”
“Siz pille mi çalışıyorsunuz
hocam?”
Siz farklı mısınız?”
“Yani biz de pillerle mi
çalışıyoruz?”
“Hemen hemen. Sizin gıdanız
yaratıldığınız nesnenin cinsindendir. Siz topraksı gıdalarla beslenirsınız. Biz
saf enerjiyle. Siz bizim gıdamızın semtine bile uğramadınız henüz. O sizin için
karanlık bir enerjiden ibaret çünkü. Bizim yakıtımızın atığı yoktur, sizin ise
yakıtınızın üçte ikisi atıktır.
“Peki pillerimizin ömrü değişir
mi?
Yani yarılanmış bir pili şarj
etme şansımız var mı?”
“Ne o, ölümden korkuyor
musun?”
“Gtiraf edeyim ki evet.”
“Neden, bu hayatı çok mu
sevdin?”
“Sevilmeyecek gibi değil ki?”
“Bu güzel?”
“Nasıl güzel?”
“Hayatı sevmek inancın
yürekte karar kıldığını gösterir. Çünkü sizi çevreleyen şu güzellikten
etkilenmeyen insanın yüreğinde arıza var demektir.”
“O yüzden mi Peygamberimiz,
'Bir kere bile hayattan lezzet alamamış insanın inancında zaaf vardır.' buyurdu....
"Belki. Çünkü uzun veya
kısa, bu yaşaminiz da sayısız nimetler ve güzelliklerle bezenmiştir Cennet veya
cehennem dedığınız ölüm sonrası hayatı da bu yaşamı da yaratıp dizayn eden aynı
kudrettir....
Sadece bir farkla. Bu
hayatın bütün oluşumları birbirinin ardı sıra gelir ve varlıklarını birbirine,
yani nedenlere borçludurlar.
Daha sonraki yaşamda ise zıtliklar değil, kudretin kendisi esastır.
O yüzden de burada sebeplere sarılmak zorundasınız.”
“Peki hocam, daha önce de
sormuştum ama bir kere daha tekrar edeyim; kıyamet dediğimiz olay bütün evrenin
yok edilmesi mi yoksa bizim güneş sistemimizin yok olması mı?”
“Bu sizce neyi değiştirir?
Sizin içinde bulunduğunuz
sistemin temeli güneştir. güneş de evrendeki milyarlarca yıldızdan sadece biri,
hatta en küçüklerinden biri. Onun da pili önünde sonunda bitecek ve kararacak.
O zaman sizin buradaki varlığınızın bir anlamı kalır mı?”
“Tamam da hocam, bu bütün
evrenin yok olması anlamına gelmez ki.”
“Doğru ama siz yok olduktan
sonra bu evrenin devam etmesi veya etmemesi sizi ne ilgilendirir?”
“Yani belki bu evren sonsuza
kadar devam eder ve bütün yaşamımız da bu yaladığımızdan ibaret kalır.”
“Bu evrenin sonsuza kadar
devam etmesi, neden yaşamın bu yaladığınızdan ibaret olmasına sebep olsun?
Yani evren devam ederken,
Yaratıcı size başka bir galaksiyi yeni bir formda başlatamaz mı "Peki o
zaman, o da ölümlü bir mekan olmaz mı?
Madem ki bu evren,
kırılmalar, değişmeler ve ölümlerle sürekli yenileniyor ve madem ki değişen ve
kırılan bir şey sonunda bir bitişe varıyor, cennet ve cehennemin de sonlu
olması gerekmez mi?”
“Siz tek zamanlı düşünmeye şartlanmış
varlıklarsınız. Dünden geliyor, yarma gidiyorsunuz. Dünün de yarının da bir
andan ibaret olduğu zaman türü de var dersem buna ne dersin?”
“Böyle bir zaman türü nasıl
olur?
Ona nasıl zaman diyebiliriz?
Zaman dediğimiz şey, eşyanın
değişmesinden edindiğimiz bir intibadan ibaret değil mi?”
“Doğru ama değişimin nedeni
zıtların iç içeliğidir. Karanlık, aydınlığa müdahale eder. Soğuk sıcağa, iyi
kötüye, çirkin güzele. yaşlılık ise gençliğe müdahale etmese, siz de
zamanın farkına varmazsınız....
. Sizin evreniniz, sizin zaman ölçülerinize göre kaç yaşında?”
“Yirmi sekiz veya yirmi
dokuz milyar yıl!”
“Peki Yaratıcı otuz milyar
yıl önce yok muydu?
Yahut, sizin kıyamet
dedığınız evrensel reorganizasyon gerçeklettikten ve sizin türünüz varmak
istediği yere vardıktan sonra Yaratıcı yaratma eyleminden vaz mı geçecek?
Yine böyle bir evreni var
etmesine engel ne?
"Hocam benim aklım
bütün bunları almıyor, ama ben gerçekten bu evrenin yıkılıp gideceğini aklıma
sığdıramıyorum....
Yani bu evren nasıl yok edilecek, yok edilmesine gerek var mı?
Eğer varsa, bu evren
gerçekten yeniden cennet ve cehennem olarak inşa edilecek mi?”
“Bu aslında önemli bir soru
ve biraz uzunca açıklamalar yapılmasını gerektiriyor....”
“Peki bu açıklamaları yapma
yetkiniz yok mu?”
“Var, var ama sizin
tahammülünüz olur mu bilmem.”
“Hocam inşallah beni
sabredenlerden bulacaksın.”
“Sana bunu örneklerle
anlatayım....
Örneğin bir sarayı veya bir
Gehri dügünelim. Biri çıkıp 'Bu şehir yıkılacak ve yeniden daha sağlam ve daha
güzel bir şekilde inşa edilecek.' diye iddia etse ona altı soru sormak gerekir?
Nedir bu sorular?”
“Sabırh ol ve dinle. Gddia
sahibine önce şu soruları sormak gerekir: Neden, zaten
kurulu bu Gehri yıkmak istiyorsun?
Gerçekten
Gehri yıkabilir misin?
Yıktığın
Gehri yeniden yapabilecek misin?
Yıkıldıktan sonra tamir edilmesi
mümkün mü?
Eğer iddia sahibi bütün bu
sorulara 'evet' der ve ispat ederse elbette ona inanmak gerekir.”
“Hocam, bu soruların her
birinin sende cevabı var mı?”
“Olmasaydı soru da soramazdım.”
“Doğru affedersınız. Hatam
büyük. Buyurun hocam sizi dinliyorum.”
“Bu soruların cevabından
önce sizin 'Ruh' dediğiniz konu üzerinde durmak gerekir. Ruh dediğiniz şey,
bizim türümüzün bir başka çeşididir ve yine sizin deyiminizle ölümsüzdür. O
enerji bütünü siz bu beden formatma bürünmeden önce de vardi, sonra da var
olacaktir. Benim varlişim onun için yeterli kanittir sanirim.”
“Evet efendim." dedi
Bilge....
Bilge "efendim"
sözcüğünü biraz da vurgulayarak söylemişti. SinHa:
“Niçin bu kelimeyi vurguladm?”
“Efendim, siz artık benim
için bir "öğretici" olmaktan ötesiniz. Beni sanki yeniden inşa ettiniz.
Size yüksek bir saygı duyduğum için böyle deme zorunluluğu hissettim.”
“Hatırlar mısın,.'Benim için
kullanacağin sözcük, sadece senin, beni, nasıl algıladığını açığa vurur, o
kadar.' demiştim.”
“Hatırladım!”
“Böylece bizim, niçin
Yaratıcı nezdinde dilsiz, damaksız ve iradesiz varlıklar olduğumuzu ve
istiğrak halinde Yaratıcı’nın huzurda birtakım insanların niçin kendilerinden
geçtiklerini de anlamış olmalısın!”
“Hissedebiliyorum,
diyebilirim.”
“güzel, öyleyse sohbetimiz
kolay olacak. Önce şu kadarını söyleyeyim, eğer gözlerinin eşik alanlarını
biraz genişlersem, hemen yanı başında binlerce ruhun o vaadedilen zamanda
yeniden bedenleşmek için kafile kafile beklediklerini görürdün. Ama görme eşiklerınız
onları görmeyi imkansız kılıyor" Bu sözlerden sonra SinHa, ani bir el
hareketiyle Bilge'nin gözlerini kapatmasını sağladı....
Bilge, kendisini bilim kurgu
filmlerinde seyrettiğine benzer bir enerji girdabının ortasında buldu. Asla dügünemeyeceği
bir hızla mesafeleri yarıp geçiyordu....
Sonsuz ışıklar ve
karanlıklar birbirini takip ediyordu. Kara delikleri andıran bir koridorun
içinde adeta uçarak gidiyordu. Sonsuz bir ışıkla kendine geldi. Adeta iğne deliği
gibi dar bir imbikten süzülüp, bir sonsuzluk meydanına düşmüştü. Saçları
dalgalı kumral, gözleri yanıp sönen otuzkırk yaşlarında biri onu meydanın
ortasında bekliyordu. Bilge korkular ve ürpertilerle etrafını görmeye, içinde
bulunduğu alanı algılamaya çalışıyordu. Adam, elini havada kuş uçuşunu taklit
eder bir şekilde dalgalandırınca Bilge, içini rahatlatan bir melodi işitti.
Sanki el hareketleri, görünmeyen bir piyanonun tuilarına dokunmuş gibi hiç
duymadığı bir müziğin yayılmasına neden olmuştu....
Bilge bilinçsiz ve kendinden
geçmiş bir şekilde ona doğru yürümek istedi. Adım atmaya başlayınca, her bir
adımının bir piyanonun tuilarına dokunur gibi ses çıkarıp muhteşem bir müziğe
dönüştüğünü fark etti. Her harekete müzikal bir ses eşlik ediyordu....
Bilge ürktü. Olduğu yerde
çakılıp kaldı. Adım atmaya cesaret edemiyordu. Adama dikkatle baktı ve bir şeyi
fark etti. Karşısında duran adam, kendisinin aynadaki yansıması gibiydi. Ama o
biraz daha olgun gibi görünüyordu....
Adam yine bir el hareketiyle
'Yaklaş!' dedi. Bilge bir adım daha attı. Bu adımı da bir önceki adımı gibi bir
tuşa basılmışçasına ses çıkardı. Artık her hareketinin bir bestenin notasını
seslendirmekten ibaret olduğunu anlamıştı. iki adım ötesinde durdu:
“Sen kimsin?”
“Ben senin yedi göbek önceki
deden Hasan'ini."
"Burada ne yapıyorsun?”
“Din gününü bekliyorum?”
“Din gününü mü?”
“Evet din gününü. Yani
Yaratıcı’nın herkesten her yaptığının hesabını soracağı günü.”
“Yani kıyameti mi?”
“Hayır haşri. Benim
kıyametim 261 yıl önce Sancak'ta koptu." Nasıl yani?
"Ben OsmanlIların
Sancak vilayetinde yaşıyordum ve orada öldüm. O zamandan beri burada
bekliyorum." Bilge atalarının Balkanlar'dan gelip Bursa civarına, daha
sonra da Edremit'e gelip yeıleştiklerini hatırladı....
"Peki daha ne kadar bekleyeceksin?”
“Onu ben bilemem....”
“Peki senin oğlun ve
torunların da seninle beraber mi?”
“Yani diğer dedelerini merak
ediyorsun, öyle mi?
Onlarla da zaman zaman görüşüyoruz
ama benim oğlum ile onun torunu olan babanın dedesi burada değil?”
“Neden?”
“Onların ikisi de farklı bir
yol izlediği için başka bir yerde?”
“Nasıl yani?”
“Savaşlarda Gehit düştüler.
inançları da sağlam olduğu için, onlar ölümsüzlük vadisinde bekliyorlar.”
“Yani onlar ölmediler mi?”
“Size göre onlar da öldüler.
Ama onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar....
Hatta oğlumla zaman zaman
karşılaştığımızda bana hâlâ dünyayı, kardeşlerini ve ailesini soruyor. 'Biz burada
bir süre dinleniyoruz, döneceğiz.' diyor..”
“Yani şehitler öldüklerini
bilmiyorlar öyle mi?”
"Evet öyle....”
“Peki sen burada ne
yapıyorsun, böyle tek başına sıkılmıyor musun?”
“Tek başıma değilim ki.
Hayat dereceleri benimle eşit olan milyonlarca insan var burada, hep beraber
bekleşiyoruz.”
“Peki sıkılmıyor musunuz?”
“Neden sıkılalım?”
“Beklemenin kendisi sıkıntı
verir..”
“Ama biz beklediğimizin
farkında değiliz ki....
Bekledığınin farkında
olanlar diğerleri....”
“Diğerleri dedığın kim?”
“Dünyada görevlerini yapmamış
bazı Müslimler ile bazı Hristiyanlar. Örneğin benim komşum Georgi de orada.
Beni her gördüğünde, 'Komşu beklemekten sıkılıyorum.' " diyor.
“Yani Georgi de
Müslümanlarla birlikte mi bekliyor?”
“Evet!”
“Bu nasıl olur?
Hani Hristiyanlar direk
cehenneme gidecekti.”
“Evladım, burada işler bizim
bildiğimiz gibi değil.”
“Peki nasıl?”
“Önce yüreğinin içine
bakıyorlar Onanıp inanmadığına yani....
Sonra da yararlı bir ömür sürüp
sürmedığıne bakıyorlar.”
“Yararlı dedığın şeyler
neler?”
“insanlara ve hayvanlara
faydalı olmak....
Aç bir köpeğe verdiğin bir
lokma seni kurtarabiliyor Georgi, yolda rastladığı yaşlı Müslüman bir kadının
yükünü alıp evine kadar taşıdığı için onu da iyiler arasına kattılar.”
“Peki seninle birlikte
kalanları ben niye göremiyorum." Adam, elini uzattı ve bir perde açıyormuş
gibi hızla yana çekti....
Bilge bir anda, bir aynaya
yansımış milyonlarca yüzün kendisine baktığını hissetti....
Bilge çok etkilenmişti. Ona biraz daha yaklaştı. Ve elini uzattı.
Dedesi de elini uzattı. Elini tuttu ama elinde kalan boiluktan başka bir şey
değildi.”
“Neden elini tutamıyorum?”
“Tutabileceğin bir yapıda
değilim de ondan....”
“Ama seni görebiliyorum!..”
“Doğru beni görüyorsun ama
bu sanal bir beden. Yani harici vücut giymiş bir ruhum ben. Görürsün ama
yakalayamazsın.”
“Hep böyle mi olacaksınız?”
“Hayır hesap vereceşimiz gün
geldiğinde hepimize asıl bedenlerimiz verilecek?”
“Asıl beden ne?”
“Kendisiyle sonsuza kadar
beraber olacağımız beden.”
“Bu nasıl olacak?”
“insanlar ömür boyunca
sayısız biçimler, şekiller alirlar. Bunların hepsi hücrelerden oluşur. Her
hücre beş altı sene vücudunda yaşar, sonra ölür. Sen onları fhrk edemezsin. Zaman
içinde bu ölüm hızlanır ve yaşlanırsın. Yetmiş beş yıl yaşayan bir adam en az
on iki kere hücrelerinin tamamını değiştirmiş olur. Ama bu hücrelerin hepsi
kodlanmış gibidir.”
“Nasıl bir kodlama?”
“Sen askerlik yaptın mı?”
“Yaptım.”
“Peki eğitim alanında size
hiç teneffüs vermediler mi?”
“Verdiler.”
“Teneffüslerden sonra
mangadaki yerini bulmakta zorluk çektin mi?”
“Hayır. Çünkü herkes
bölüğünü, mangasını ve takımını bilir. Arkadaşlarını tanır. Çavuşun düdüğünü
çalması, herkesin uygun sıralar halinde yerini alması için yeterlidir.”
“işte sur da böyle bir şey.
"israfil'in suru mu?”
“Evet, israfil'in suru. O,
sura üfleyince âlem sahnesine çıkmış ne kadar hücre varsa toplanır ve her bir
hücre senin manganı ve takımını bulduğun gibi gider, yer alacak bünyede yerini
alır." Bilge bir anda, "yeniden dirilmenin göz açıp kapama süresinde
gerçekleteceği" anlamındaki ayeti hatırladı.
“Allahuekber!" dedi....
"Peki dede, biz yetmiş
yılda bu kadar hücre üretiyoruz. O zaman bizim bedenlerimizin dev cüsseler
halinde olması gerekir....”
“Hayır, bu Yaratıcı’nın
takdirine bağlı. O diledığıni imha eder, dilediğini bırakır....”
“Peki babam nerede?”
“Baban bir üst katta?”
Neden, orada?”
“O ahir zaman insanı olduğu
için onları bir üst katta bekletiyorlar.”
“Ahir zaman insanı ne demek?”
“Onların tabi tutulduğu
sınav daha zor ve karmaşık olduğu için bizden daha farklı ilgi gördüler." Farklı
mı?”
“Bizim zamanımızda inancı yaşamaya
engel olacak hiçbir durum yoktu. Onun zamanında durum çok farklıymış. inananlar
ve inancını yaşamak isteyenler büyük sıkıntılara maruz kalıyorlarmış. Buna
rağmen onlar inançlarını yaşadıkları için bizden bir üst mertebede
bulunuyorlar." Bilge "Ben sendeki senim." diyen sesle yaptığı konuşmayı
düşündü.
“Nefsim haklıymış. Zorluklar
aynı zamanda birer nimet oluyormuş demek ki....”
diye geçirdi içinden. Adam Bilge'nin
içindeki dalgalanmayı görmüş gibiydi: 358
"Eğer
hayatları zor geçip de buna katlananlara burada neler verildiğini bilselerdi,
hayatı rahatlık ve bolluk içinde geçenler, derilerinin makaslarla doğranmış
olmasını tercih ederlerdi.”
“Sen de içimden geçenleri
görebiliyor musun?”
“Buna engel yok ki. Peki şu
anda durumunuz nedir?
Çünkü bildiğime göre
inanların hayatı giderek daha da zor hal alacakmış. Sizler ve sizden sonra
gelenler, sahabelerle aynı mertebede yer ala cakmışsınız. Hatta onlardan
bazılarının sahabeler gibi muamele göreceklerini söylüyorlar.”
“Kim söylüyor. Siz bu
haberleri nasıl alıyorsunuz?”
“içimizden bazılarına zaman
zaman çağrı geliyor ve onlar gidip, geliyorlar. Gördüklerini bize anlatıyorlar....”
Bu arada dünyada eşini
benzerini görmediği güzellikte bir kadının, dedesinin arkasında belirdiğini
gördü Bilge.
“Bu kim?”
demeye fırsat kalmadan,
dedesi "Bu senin nenen Hatça kadın?”
dedi....
"Hangi nenem?”
“Benim karım ama Şimdilik
ona yaklaşamıyorum.”
“Neden?”
“Onun yeniden bana verilip
verilmeyeceğini bilemiyorum da ondan.
“Peki ben dokunabilir miyim?”
“Tabi ki sen onun evladısın.
Dokunabilirsin." Bilge ani bir hareketle kendisini nenesinin önünde buldu.
güzelliği karşısında başı döndü adeta.
“Sen ne kadar güzelmişsin nene!.."
demekten kendini alamadı Bilge.
“Bu, imanın güzelliğidir
evladım. Senin hanımım gördüm. O bizden de güzel biri." Bilge'nin Gönül'ü
hatırlamasıyla kendini balkonda oturuyor bulması bir oldu....
"Efendim, ne oldu?”
diyecekti ki, SinHa:
"Sus. Bu gördüklerin sadece sende
kalsın." dedi ve sordu:
“Ruhlar baki midir?”
“Ne diyorsun hocam
gözlerimle gördüm!”
“Hayır gözlerinle görmedin.
Gözlerin kapalıydı.”
“Peki nasıl gördüm?”
“Sanal gözlerinle, yani ölüm
ötesindeki varlığınla.”
“Aman Ya Rabbi!" dedi
Bilge "Seni tenzih ederim Allah'ım!”
“Çoğunuz ölmüş babalarınızı,
atalarınızı rüyada görürsünüz. Hatta hiç görmedığınız hiç tanımadığınız ölmüş
bir yakınınızı görürsünüz. Sonra onun resmini kafanızda korursunuz. Bir gün
onun resmiyle karşılaşırsınız ve onu hemen tanırsınız.”
“Ama efendim, bu tür
rüyaların başka açıklamaları var.”
“Ne gibi?”
“Bilinçaltimizin oyunları
gibi....”
“Bilinçaltınız, hiç
görmediği bir işi nasıl resmedebilir ki size?”
“Efendim ben sizin
söylediklerınızin doğruluğuna inanıyorum. Hele birkaç dakika önce yaşadığım
zihinsel yolculuktan sonra....”
“O zihinsel bir yolculuk
değildi. Belki astral bedeninle yaptığın kısa mesafeli bir yolculuktu
denilebilir. Aslında gittiğin mesafe burnunun ucundaki bir yer. Ancak bu yere
maddesel boyutta kaldığınız sürece varmanızın imkanı yoktur....”
“Tamam da efendim! Hadi ben
inandım ve kesin bir kanıya ulaştım. Diğer insanlara bunu nasıl ispat
edebilirim?
Onları nasıl ikna edebilirim?
Once benim aklımın bu işe
basması gerekir ki, sonra başkalarına da anlatabileyim....”
“Sen anlattıklarımı başkalarına
aktarabilmek için mi dinliyorsun?
Oysa ben bütün bunları senin
ihtiyacın olduğu için anlatıyorum. Bir sözü dinlerken, öncelikle senin ona ihtiyacın
olup olmadığına karar ver, ben bunu başkalarına nasıl anlatırım diye dü 360 şünürsen, sözün özünü kaçırırsın....
Din yaşansın diye indirilir,
onunla başkasına tafra yapasin, bilgi sataşın diye değil.”
“Ama insan illa da akılcı
bir açıklama istiyor....”
“Bu konu iman meselesi. Sen
yüzde yüz inandığın ve akılcı bulduğun halde bir başkası onu asla
kabullenmeyebilir ve akılcı bulmayabilir....
Madem istiyorsun, sana
akılcı bulabileceğin şeyler de söyleyebilirim. Ama unutma ki inançla ilgili şeylerin
akla uygun olması yeterli değil.”
“Nasıl?”
“Söz gelişi hiçbir insana şu
sandalyenin kendiliğinden meydana geldığıni kabul ettiremezsin. Ama aynı
insanlar pekala evrenin yaratıcısız oluştuğunu ileri sürebiliyor ve buna
inanıyorlar.”
“Peki efendim, inanma
yeteneği olan bir insanla, inanamayan bir insan arasında fizyolojik fark var mı?”
“Bundan neyi amaçladığına
bağlı.”
“Yani beyinsel bir eksiklik
falan.”
“Hayır beyinsel bir eksiklik
olmaz. Örneğin senin bilgisayarının kapasitesi ne kadar büyük olursa olsun,
eğer ona çizim programları yüklenmemişse ondan çizim yapmasını bekleyemezsin.”
“Peki neden herkese bu
program yüklenmemiş?”
“Bu önemli bir soru. Ve
açıklanması da zor, ama anlatmaya çalışayım. Yaratıcı’nın bilgileri bizimkisi
gibi sonradan edinilme bilgiler değildir. Onun bilgileri eşyaya ait olan bilgilerdir.
Eskiden buna 'ilim maluma tâbidir.' derlerdi. Yaratıcı’ nın belleğinde, önce eşya
vardır, sonra onunla ilgili bilgiler gelir....
O, sizin bu programı
kullanmayacağınızı bildiği için, onu size yüklemez....”
“Ama efendim. Kuranı
Kerim'de, 'Biz onların kalplerine kılıf geçirdik. Artık duymazlar ve
inanmazlar.' diyor. Demek ki program yüklendiği halde bunu kullanmayanlar da var....”
“Doğru. Aslında Giddetli
azaba çarptırılacak olanlar da onlardır. Çünkü onlar iradelerini kötü yönde
kullanmayı prensip edinmişlerdir." i
361 "Peki Yaratıcı, o insanın
iradesini bu yönde kullanacağını bilmiyor muydu?”
“Elbet biliyordu. Bunu sadece
kendilerine program yüklenmemiş olanlara delil olarak sunar.”
“Efendim ben yeterince
anlayamıyorum.”
“Doğrudur çünkü O'nun bütün işlerini
kavramak için, en az O'nun kadar derin bilgiye sahip olmanız gerekir. Bu mümkün
olmadığına göre ancak sizi ilgilendirdiği kadarını alıp onu hayatınıza
uygulamanız yeter de artar bile....”
“Peki efendim, şu ruhların
ölümsüzlüğü olayını biraz daha açabilir mısınız?”
“Sen gerçekten Yaratıcı’nın
sonsuz zamana sahip olduğuna inanıyor musun?”
“Farz edelim ki inanıyorum.”
“Farz edelim olmaz.
Onanmanın ve inanm am anın arası yoktur. Ya inanıyorsun ya inanmıyorsun.
Bilemiyorum dedığın zaman inanmıyorsun demektir.
“Peki inanmıyorum dersem
cevabın ne olur?”
“Ölümsüzün gölgeleri de
ölümsüzdür derim. Karşıdaki suya bak. güneş ebedi olsaydı, onun o göldeki
yansımaları da sonsuza kadar sürerdi.”
“Yani?”
“Yani eğer Yaratıcı
sonsuzluğun sahibi ise, güzelliğini seyreden ve onun yarattıklarını algılayabilen
yaratıklarının da ebedi olmasını ister....
Ebedi, sonsuz ve benzersiz
bir güzellik, elbette güzelliğinin yüceliğini yansıtan ve ona karşı hayranlık
ve aşk duyan seyircilerinin de ebedi ve sonsuz olmasını ister....
Kusursuz ve sonsuz bir
mükemmelliğe sahip bir sanatkâr, eserlerinin kıymetini anlayan sanat severlerin
de daim olmasını ister....
1 362 1 Nihayetsiz rahmet ve
bağış sahibi bir zat, daima verdiği nimetlerden yararlanıp onlara karşı teşekkür
edenlerin varlığını ister.. Yaratıcı’nın bu kudret ve ikramlarının, bu güzellik
ve sanatlarınin en iyi okuyucusu ve en iyi takdir edicisi insan ruhu olduğuna
göre, Yaratıcı’nın, bu ruhları sonsuz hayatla ödüllendirmesi akıl dışı olmaz.”
“Peki bu bir zaaf değil mi?”
“Neden zaaf olsun?
Sonsuz kudret sahibinin
kudretini açığa vurması ve açığa vurulan bu kudreti algılayan varlıkları
yaratması neden zaaf olsun ki....
Tam tersine biri diğerinin zorunlu
neticesidir. Eğer rızkı vermek varsa, o rizıktan yararlanması gerekenler de
olur. Ortada bir güzellik varsa, birileri o güzelliğe tutulur....
Eğer Gifa vermek varsa hasta
da olmalı....
Bunu arttırabilirsin. Yani
ortada güneş varsa, zorunlu olarak ışık da var demektir. güneş olduğu halde
ortalığın karanlık olmasını nasıl hayal edebilirsin?
Üstelik sadece yaratılışı
itibarıyla mükemmel olan insan ruhu değil, en basit yaratıklarda bile bir
devamlılık vardır. Dikkatle bakıldığında o varlıkların bir daha hiç görünmemek üzere
yok olmak için yaratılmadıkları görülür. Ruhu olmayan basit bir çiçeği düşün. O
bile solup gittikten sonra sayısız şekillerde varlığını sürdürür Hem bu âlemin
fanusunda hem onu gören insanların hafızasında sureti kalır. Oluşum kanunları
sayısız tohumlarda varlığını sürdürür Madem ruhun basit bir taklidi olan o oluşum
kanunları, böyle bekaya ve sürgit bir hayata sahip oluyorlar, elbette âlemin en
büyük kaşifi ve Yaratıcı’nın en donanımlı eseri olan insan ruhu da ebedi olacaktır
ve ebediyen yaşayacaktır.. Tıpkı bir çiçeğin öldükten sonra ruhunu başka bir
baharda yeşeren tohumuna yüklediği gibi insan ruhu da haşir sabahında kendisini
o âleme uygun şekilde yeniden inşa edilen bedenine yükleyecek ve varlığını
sürdürecektir. Aslında ruh dedığınız şey, harici vücut giymiş ilahî bir
kanundur. Siz yerçekimi kanununu ancak elmanın dalından kopup düş 363 mesiyle anlayabiliyorsunuz. O elma düşmeseydi
yer çekimi kanunu yoktur diyebilir miydiniz?
Ruh da öyle ama çok daha
kapsamli bir evrensel kanundur..”
“Efendim, harici vücut ne
demek?
Bir de dahili vücut mu var?”
“Vücudun kendisini biliyor
musun?”
“Yani bedenimiz veya
varlığımız....”
“O kadar da basit değil.
Çünkü var olmak da bir 'vücüt'tur.”
“O zaman evren de bir
vücuttur”
“Elbette.”
“Efendim bir de eski
kitaplarda 'Vacibül'vücut' diye bir kavram var o ne anlama geliyor?
"Vacip zorunluluk
demektir, vücut ise varlık olduğuna göre 'Varlığı zorunlu olan' demektir Öyle
bir varlık düşün ki onsuz hiçbir vücut, hiçbir varlık varlığını sürdüremez, onsuz
yapamaz. O da Yaratıcı’nın kendisidir. Sadece O'dur. Onun dışındaki her varlık,
ister evrenin kendisi olsun ister onun içinde yer almış başka bir varlık olsun
ancak Yaratıcı’ nın onun varlığına izin vermesiyle varlığını koruyabilir.”
“Ama efendim, evrende bir
enerji var ve bu enerji bütün varlıkların özüdür. Ve sanki sonsuz ve tükenmez
bir enerjidir....”
“Doğru. O enerji dedığın şeyi,
şuna benzetebilirsin: Senin evinde elektrik Gebekesi varsa her bir elektronik
aletini onunla çalıştırabilirsin. Yapacağın tek şey onun düğmesine dokunmaktan
ibarettir Sen sanırsın ki o enerj i kendi zatında mevcuttur Oysa o enerjiyi evine
taşıyan hat kopsa aletlerin ne kadar güçlü olursa olsun bir kıymet ifade
etmezler.. Evrendeki her oluşumun kaynağı olan o enerji, doğrudan Yaratıcı’nın
zatından onun santralinden beslenir O, onun varlığına müsaade ettikçe o da var
olmaya devam eder.. Fakat bu enerjinin kendisini açığa vurması değişiktin”
“Nasıl?”
"Örneğin, o enerji, senin radyonda kendini ses olarak açığa
vurur. Televizyonunda hem görüntü, hem sestir, fırınında hararettir, arabanda
harekettir bunun gibi....”
“Vücudun mertebelerini de
böyle mi anlamak gerekir.”
“Hemen hemen. Örneğin sen de
o enerjiye bağlı bir aletsin. O enerji sende de insan olarak açığa çıkmış....
Yani varlığı vücut haline
getiren öz, ki o hayattır, içine girdiği eşyanın kabiliyetine göre kendisini
açığa vurur....
Bu da hayatın mertebelerini
meydana getirir. O yüzden vücut âlemleri ayrı ayrıdır....
Bir çekirdeği düşün, içinde
onun türüne dair program yok mu; "Var.
“işte o çekirdeğin, türünün
bütün biçim ve formlarını koruyarak yeşermesi, o kanunun harici vücut giymesi
anlamına gelir. Aslında her insan, bunu, biraz derin düşünce ile kendinde de
fark eder.”
“Nasıl fark edebilirim?”
“şimdi kaç yaşındasın?”
“Yirmi sekiz”
“Demek ki seni sen yapan
kanun, yani senin bedeninle kendini açığa vuran kanun, yani ruh, bugüne kadar
en az yirmi yedi beden değiştirmiş. En azından dört kere senin üzerinde mevcut
bütün hücrelerin tamamen ölmüş ve sen yeniden vücut giymişsin....”
“Bu nasıl mümkün olur?”
“Deden sana söylemedi mi?
insan bedenini oluşturan
hücreler her altı yılda bir tamamen tazelenir; yok olur yerine başkaları gelir.
Bu yavaş yavaş gerçekleştiği için siz farkına varmazsınız. Değişmeyen tek organ
vardır, o da beyin dedığınız bilgisayarlarınızı yapan hücreler.
“Neden onlar değişmiyor?”
"O sizin anlayacağınız
ifadeyle hard diskınızdir. Ondaki bilgileri bir başka yere aktarabilir, tamamen
boşaltabilir ve yeniden yükleyebilirsiniz ama ciplerini değiştiremezsiniz. O
zaman tamamen yok olur. Bu da sizin ölümünüz demektir....”
“Demek ki beyin hücreleri
tazelenebilseydi daha uzun yarayabilirdik?”
“Teorik olarak belki. O
zaman da yaratıcı baŞka bir açmaz yaratırdı sizde. Ama Şu gerçek ki sizi canlı
kılan, beyninizi canlı ve çalışır hale getiren, ruhtur. Sizin zaman ölçünüzle
altmış yıl yaşayan bir insan, en az on kere vücudunu tamamen değiştirmiş olur
ama siz hep aynı şahıs kalırsınız. Çünkü sizi siz yapan kanun aynıdır. Sadece
harici vücudunu değiştirir o kadar.”
“Ama efendim, bu yavaş yavaş
oluyor dedınız. Yani tamamen beden yok olmuyor. Ama ölüm dediğimiz olayda beden
tamamen ölüyor?”
“Beden yokken de o kanun
vardı. Vücuda bürünmesi onu nasıl etkilemiyorsa vücut dediğiniz bedenden
tamamen soyutlanması da ona zarar vermez. O, varlığım korur....”
“Efendim siz bu evrenin
harap olması ve yeniden yapılması olayinı anlatıyordunuz, konuyu ruha
getirdınız. Neden?”
“ğunu anlaman için. Beden
gibi evren de küllî bir ruhun hanesi, evi ve bedenidir. Nasıl ruh kendi
bedenini ikame ediyorsa, bu âlemin ruhu da; bu evren dağıldıktan sonra, yeniden
bir beden giymeye elverişlidir. Onu anlatmaya çalışıyorum....
Hiç sanal beden diye bir şey
duydun mu?”
“Evet ruh çağıranlar öyle
bir şeyden bahsederler....
." ’’işte o sanal beden dediğimiz şey, bir tür ruh kanununun
elbisesi gibidir. Topraktan olma bedenle fazla ilgisi yoktur ruhun....
Ondan soyundu mu, misali
yani sanal bedeni giyer ve varlığını yeniden sürdürür....
Nasıl ki bu evrenin her bir
cüzü, her bir parçası dağılmaya ve çözülmeye mahkum ise bu dünya da bu evren de
çözülmeye ve da 1 366 I ğılmaya mahkumdur....
Parçası bozulan bütün de
bozulmaktan kurtulamaz.”
“Efendim bunlar çok ağır
konular ve ben anlayamıyorum. Daha doğrusu zihnim kuşatamıyor....”
“O zaman kendine bak. Sen
bir çocuktun, büyüdün, geliştin olgunlaşıyorsun. Sonra bedeninde girdi ve çıktı
dengesi bozulacak ve yavaş yavaş yaşlanacaksın. Bir gün gelecek, bedenin
içindeki kanunu taşıyamayacak duruma gelecek ve sen de bu bedeni bırakmak
zorunda kalacaksın....”
“Efendim, okuduğumuza göre
bu evrenin kendi formatını korumasını sağlayan bir enerji var. Bu enerji bir
gün tükenir mi?”
“Senin enerji dedığın şey de
saf bir kanundur ve ilahî bir emirdir. Dilerse, ki dileyecek; o enerjiyi, bu
evreni ayakta tutma görevinden terhis eder. O zaman her şey bir an kadar kısa
bir zamanda kendi üstüne abanarak yok olur, ilk aslına dönüşür.”
“Nasıl bir dönüşüm?”
“Varsay ki bir hayal
kuruyorsun. Sen o hayali kurmaya devam ettikçe o hayal âleminin içindeki her
nesne varlığım koruyacaktır. Ama sen hayal kurm ayı bıraktığın an o âlem bütün
varlığıyla yok olur gider. Alemi de Yaratıcı’nın bir hayali say. O, bu hayali sürdürmekten
vazgeçtiği an o âlem de yok olur." Bilge tam "Yaratıcı’nın hayal
kurmaya ne ihtiyacı var?”
diye soracaktı ki zil çaldı.
“Gönül gelmiş olmalı."
dedi ve balkondan aşağıya baktı. Elinde torbalar vardı. Bilge kısa bir
tereddütten sonra ona yardım etmesi gerektiğini düşündü....
"Efendim....”
dedi ama, SinHa gitmişti
bile....
Bilge acele ile aşağı indi.
Gönül niye yavaş davrandin diye sitem edecekti ama Bilge, SinHa'nın geldiğini
onunla konuştukları için geciktiğini söyleyince Gönül:
“Ya!....
Hâlâ duruyor mu?”
“Hayır gitti.”
“Ne konuştunuz?”
"Doğrusunu istersen hiçbir şey anlamadım. Belki de bugüne
kadar yaptığımız en ağır sohbetti." Haluk da zilin sesine uyanmıştı.
Doğruca sesin bulunduğu mutfağa yöneldi:
“Selam millet, epey uyumuşum." dedi. Gönül, zile basmak
zorunda kaldığı için özür diledi. Ama Haluk uyanmış olmaktan memnundu:
“Bilge bir ara biriyle konuşuyordun, kimdi o?”
“Sen duydun mu?”
“Duydum, tuhaf bir sesti.
Metalik bir ses. Ben bir ara bilgisayarla konuşuyorsun sandım ama uykulu
halimle bir şey de anlamadım.”
“O kadar yüksek mi konuşuyorduk?”
“Bilemiyorum ama bazı şeyleri
duydum. Beden ruh vesaire şeyler. Kimdi o, gitti mi?”
Bilge ne diyeceğini
bilemedi. Gönül:
“Sonra anlatırım, şu anda anlayacağın bir şey değil.”
“Ne saklıyorsunuz benden?”
“Bilge bazen böyle kendi
kendine konuşur." Haluk şaşkm şaşkın Bilge'ye baktı.
“Hiç de rahatsızmıism gibi
görünmüyorsun! Kafayı mı yedin enişte?”
dedikten sonra gülerek
sözlerini sürdürdü:
“Espri yaptım alınma. Esrarengiz insanlarsınız vesselam. Ne ise ben
kurt gibi acıkmışım. Buraların havasından galiba. Hadi Gönül bir şeyler hazırla
da yiyelim.”
“Haluk sen bir şeyler atıştır.
şimdi Harunlar gelir birlikte pikniğe çıkarız. Harun iyi mangal yapar....”
“Deme ya! Böyle imkanlarınız
da var ha! iyi valla, harika! Çok da özledim doğrusu....
Keşke bizim ingiliz'i de
getirseydim....”
DÜĞÜM
Haluk'un Edremit'teki dokuzuncu günüydü. O sabah oldukça erken ve
yorgun uyanmıştı. Oysa onu yoracak hiçbir şey yapmamıştı.
“insanlar dinlenmek için
uyurlar, ben yorgun uyanıyorum, ne tuhaf!" diye mırıldandı....
Kalktı, balkona geçti. Kül
tablaları akşam içilen sigara izmaritleriyle doluydu. Gece çok geç uyuduklarını
hatırladı. Saatine baktı. Saat 07.15'ti.
“Topu topu dört buçuk saat
uyumuşum. Demek ki yorgunluğum bundan....”
dedi. Sabahın serinliği, iyi
gelmişti. Derin bir nefes çekti. ğehir uykudan yeni uyanmış, esnemekte olan bir
insan görünümündeydi....
Ufuk çizgisinin ötesinde
büyük bir karaltı vardı. Siyah bir bulutu andırıyordu. Hızla yaklaşıyordu.
Merak etti. Daha dikkatli baktı. Hiç de buluta benzemiyordu. Ürperdi. Yaklaşan şeyin
ne olduğunu anlamaya çalıştı. Rüzgar yoktu ama bulutun yaklaşması çok
süratliydi. Karaltı yaklaştıkça şekillenmeye de başladı. Gördüğü, bulut kümesi değil,
bir kuş sürüşüydü....
Kalabalık kuş sürüsü, yaklaştı,
yaklaştı ve Gehrin üzerini kuşattı. Haluk, bazı kuiların düştüğünü gördü. Böyle
bir şeyi hiç görmemişti. Milyonlarca belki milyarlarca sığırcığın çığlıkları kulaklarında
çınlıyor, adeta dayanılmaz bir uğultu gibi beynini zorluyordu. Haluk kulaklarını
kapattı. Öylece durup gökyüzüne baktı. Bir anda, ayaklarının dibinden gelen bir
patırtıyla kendine geldi. Kuilardan birisi bulunduğu balkona düşmüştü. Onu
eline aldı. Yüreği hâlâ çarpıyordu. Onunla göz göze geldiler. Haluk'un zihninde
birtakım cümleler oluştu. i 369 Sanki
biri onunla konuşuyordu. Sesi duymuyordu ama "Bana yardım et!"
diyordu. Haluk bilinçsizce:
“Nasıl?”
dedi.
“Sevdiğin bir şeyi feda et!”
“Neyi feda edeceşimi
bilmiyorum?”
“Sevdığın hiçbir şey yok mu?”
“Annemi severim.”
“Onu benim için feda
edebilir misin?”
“Bunu neden yapayım?”
“Beni yaşama döndürmek için?”
“Ama annem benim için,
senden çok daha kıymetli.”
“Başka sevdiğin şey yok mu?”
“Kız kardeşimi severim, kız
arkadaşımı severim.”
“Benim için bağışlayacağın
bir şey yok mu?”
Haluk'un kafası allak bullak
olmuştu....
Ne diyeceğini, ne yapacağını
bilemiyordu. Sonra kendini toparladı:
“Senin için neden bir sevdiğimi feda edeyim?”
“Sana dünyada en çok
istediğin şeyi vaadedebilirim....”
“Kendi varlığını
koruyamazken bana vaadettiğin şeyi nasil ya pacaksin?”
“Bunu ben yapmayacağım,
senin tercihin yapacak.”
“Nasıl?”
“Sen bana yaşamımı bağışlayacak
fedakârlığı yaparsan, Evrenin Kitabı da sana vaadedileni, zamanın halkasına takar.
“Bu ne demek?”
“Önünde sonunda sen ona kavuşacaksın,
demek.”
“Ne isteyebilirim senden?”
“istedığın şeyi.”
“Ben öyle bir kitap yazmak
isterim ki okuyan her insan ondan etkilensin. Ve her okuyan onu bir kere daha
okumak istesin.
Ama her okuduğunda da daha
önce hiç bilmediği şeyler öğrensın....
"öyle bir kitabı sana
verebilirim. Fakat bedeli çok yüksek o lur.”
“Sen kendi ömründen bana
otuz yıl ver, ben de sana o kitabın verilmesini sağlayayım....”
“Ben toplam ne kadar yaşayacağım?”
Sen bana söz verdikten sonra
söylerim....
Ama seni uyarıyorum, söz
verirsen bunun dönüşü olmaz....”
“Peki ben sana ömrümün otuz
yılını nasıl vereceşim?”
“Gözlerini kapat. Kalbinin
atışlarını duy ve içinden yüreğinden gelerek, 'Sana ömrümün otuz yılını
verdim.' de, yeter." Haluk gözlerini kapattı ve yüreğini dinledi. Peş peşe
vuruilar ve sonsuzluk içinde kıvranan bir girdabın eşiğinde buldu kendini.
“Söz veriyorum." dedi.
Gözlerini açtı. Balkonda, tırabzanlara yaslanmış, boiluğa bakıyordu. Gök yüzüne
baktı, ne bulut vardı, ne elinde kuş....
Uzakta gökyüzünde asılı duran
bir bulut kümesi dikkatini çekti....
Dikkatle baktı, güzel bir
kadının yüzünü andırıyordu. Daha dikkatle baktı. Bu apaçık, bir kadının
yüzüydü. Bir anda gök yüzünü sayısız benzer bulutlarm kapladığını gördü....
Her bulut kümesini beyaz
kanatli kuilar taşıyordu....
Ta ötelerde bir yerde, eski
bir Gehrin; türlü türlü mabetlerin, camilerin, kiliselerin, çan kuleleriyle
minarelerin iç içe geçtiği bir Gehrin görüntüsü vardı....
Gördüğü, sayısız renklerden
oluşan görüntülerinin üst üste bindirilerek tam bir resim oluşturması gibiydi.
Görüntüler üst üste bindirilmişti ama net bir resim ortaya çıkmıyordu. En arka
planda ise Arap harfleriyle yazılmış bir kelime dikkat çekiyordu. Sanki ufkun
görünmez duvarına, eski unutulmuş bir Gehrin gravürü çizilmişti. 371 Daldığı
bir hayalden kurtulmak ister gibi başım iki yana salladı Haluk. Başını sallamasıyla
yatağından fırlaması bir oldu. Bütün gördüklerinin rüya olduğunu anladı. Aynı
anda yanı başında öylece durup ona izlemekte olan Betül'ü gördü. Öylece
bakıyordu. Haluk bu gözlerin bütün yaladıklarına tanık olduğunu hissetti. Onu şefkatle
kucağına almak istedi. Betül gelmekte nazlandı. Uzanıp onu aldı ve yatak üzerinde
kucağına oturttu. Betül öylece ona bakıyordu. Haluk saate bakma ihtiyacı duydu.
Saat dokuz otuza geliyordu. Bilge de. Gönül de uyuyorlardı.
“Dayın tuhaf bir rüya gördü
Betül!" dedi Haluk. Betül sadece "Kitap" dedi....
Haluk bu kelimeden öyle
etkilenmişti ki adeta dehşete kapıldı ve elinde ateş varmış gibi Betül'den
elini çekti. Betül usulca yataktan indi....
Haluk uzun bir süre yatakta
öylece kaldı, yaladıklarına bir anlam veremiyordu. Rüya mıydı, yoksa zihni ona
bir oyun mu oynamıştı?
Kalkıp lavaboya geçti.
Aynaya bakar bakmaz, öyle bir çığlık attı ki, bütün ev halkı uyandı. Sakalı bir
gecede olabileceğinden fazla uzamıştı. Saçlarında ve sakalında beyazlar vardı. Bilge
de. Gönül de hızla yataktan uyanıp sesin geldiği tarafa yöneldi. Hızla banyodan
çıkan Haluk, Bilge ve Gönül ile yüz yüze gelince ne yapacağını şaşırdı. şayrîihtiyarî
yüzünü kapattı. Gönül:
“Haluk ne oldu?”
diye ona sarıldı. Ama Haluk,
hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gönül de. Bilge de yaşananlara bir anlam
veremediler. Haluk o yüzünü elleriyle kapatmış ve öylece duruyordu. Gönül'ün
sayısız kere "Ne oldu?”
sorularına yanıt vermek için
ellerini çekti:
“Bakın yüzüme bakın, ne olduğunu görürsünüz." dedi....
Bilge de. Gönül de hayretle
ona baktılar ve yüzünde hiçbir şey olmadığını söylediler. Haluk, "Nasıl
olur?”
diyerek, yeniden aynaya koştu.
Gerçekten yüzünde hiçbir şey yoktu....
Ellerine baktı, defalarca yüzüne baktı, gerçekten bir şey yoktu....
"Ben hastayım ve galiba
deliriyorum Bilge!" dedi....
Bilge:
“Hakikaten ne oldu sana niye çığlık attın?”
“Anlatsam da
anlayamazsınız!" dedi. Sonra birdenbire Betül'ü hatırladı; "Sizin kız
büyücü. Ben daha bir dakika burada kalamam." Gönül:
“Ne oldu Haluk, Betül sana ne yaptı?”
Bu arada Bilge hızla
Betül'ün odasına yöneldi. Betül mışıl mışıl uyuyordu:
“Bak dayısı Betül, mışıl mışıl uyuyor. Sana ne yapmış olabilir ki?”
Haluk inanmadı, o da Betül'ün
yanı başına geldi. Uyuduğundan emin olmak için onu hafifçe dürttü. Betül
gerçekten uyuyordu.
“Olamaz! Olamaz! Daha iki
dakika önce benim yanımdaydı! Yatağın üstünde kucağıma oturdu. Bu nasıl olur?”
“Rüya görmüş olmayasm?”
dedi. Gönül....
"Evet rüya gördüm. Ama
Hayır, rüya değil sanki kabus gördüm ben....”
Tam anlatmaya başlayacaktı
ki Bilge:
“Bize anlatma, ikimiz de rüyadan anlamayız ve tabir etmesini
bilmeyiz. Rüyanı ehil olan bir tabirciye anlatsan daha iyi edersin." dedi.
Sonra da ekledi:
“Gece çok fazla abur cubur şey yedik. O seni rahatsız etmiş
olabilir." Haluk sessiz kaldı. Yeniden banyoya geçti. Yüzünü yıkayıp
çıktı. Gönül kısa sürede kahvaltı masasını hazırladı ve birlikte sofraya
geçtiler. Tam o sırada Betül de uyanmıştı. Bütün sevecenliğiyle doğruca
dayısına yöneldi. Haluk, onun kucağına alıp almakta büyük te 373 reddüt
geçirdi. Gçini titreten müthiş ürpertiye rağmen onu yerden aldı ve kucağına
oturttu. Gönül'ün bütün ısrarlarına rağmen Betül, Haluk'un kucağından inmeye
yanaşmadı. Sonunda Haluk kucağındaki Betül ile birlikte kahvaltı yapmak zorunda
kaldı. Gönül bu tablodan etkilenmişti:
“Haluk çocuk sana çok yakışıyor! Antrenman da yaptın sayılır. Seni artık
evlendirelim." dedi. Haluk tuhaf bir tepki verdi:
“Ben çok yaşamayacağım." Bilge:
“O da nereden çıktı Haluk?”
“Hep siz kehanet gösterecek
değilsınız ya!" Gönül:
“Keramet demek istiyorsun herhalde?”
“Ne ise keramet veya kehanet....”
Bilge:
“Estağfirullah, biz keramet meramet göstermiyoruz. Alınma öylesine
sordum." Haluk incitmek niyetiyle söylememişti ama Bilge'nin incindığıni
sanarak:
“Seni incitmek için söylemedim. Öylesine bir sözdü." Gönül:
“Öyle şeyler söyleme. Evrenin kulağı var. insanın kalbinin
katıldığı her söz, evrenin kitabına yazılır ve bir gün mutlaka karşısına çıkar.
O yüzden öyle şeyler söyleme”
“Evrenin Kitabı! Evrenin
Kitabı mı dedin sen?”
Haluk'un şaşkınlığına şaşan
Gönül, evet anlamında başını salladı. Haluk bu sözü o sabah ikinci kere
duyuyordu. O kuş da öyle dememiş miydi:
“Sen söz verirsen, dileğin, evrenin kitabına yazılır ve gelir seni
bulur." Haluk:
“Evrenin kitabı nedir?”
diye sordu. Gönül:
“Olmuş ve olacak her şeyin içinde yazılı olduğu kitap.”
“Böyle bir kitap mı var?”
Bilge:
“Dinî metinlerde onun adı 'Levhi Mahfuz' yani 'Korunmuş Levha' diye
geçer. inancımıza göre âlemde olacak ve olmuş ne varsa her şey orada yazılıdır
ve her yazılan zamanı geldiğinde kaza haline gelir. Yani gerçekleşir.”
“Peki, o kitapta yer alan
bir ibare değişebilir mi?”
“Değişip değişmedığıni biz
bilemeyiz ki! Değişiyor olsa bile bunu ancak, onu yazan Allah bilir." Gönül
söze girdi:
“Kuranı Kerim'de bir ayet okumuŞtum. Hatırladığım kadarıyla 'Allah
dilediğini siler, dilediğini sabitler.' diyordu. Ben o ayetten öyle anladım ki,
o kitaptaki hükümlerden Allah diledığıni gerçekleştirir, diledığıni
gerçekleştirmez, değiştirir, yeniden yazar veya yazılanı olduğu gibi tatbik
eder....”
Bilge:
“Sana anlayacağın bir dil ile anlatayım. Bu evrenin tamamı bir
hesap ve kitapla oluŞmuŞtur.. Yaşadığımız günlük olaylar işlenebilir bellekse;
Levhi Mahfuz, bütün bunların harddiski gibidir.”
“Peki söylediğin o
harddiskte bir insanın ömrü belirlenmişse onun uzayıp kısalması mümkün mü?
Örneğin benim ömrüm farz
edelim ki, altmış yıl. Ben sana 'otuz yılımı feda ettim.' dersem bu otuz yıl
benim ömrümden düşer mi?”
Gönül: Bu senin yoğun
talebine bağlı. Eğer bir insan bir şeyi yürekten ister ve bunda samimi olursa,
bu gerçekleşebilir. Ben bir menkıbe kitabında okumuştum. Büyük bir zat çok hasta
imiş. Herkes onun ölümünü beklerken, onu çok seven bir müridi Allah'a nez retmiş
ve 'Ya Rabbi, şeyhimi alma. Onu bize bağışla. Onun yerine benim canımı al.' diye
öyle niyaz etmiş ki, sonunda o şahıs orada düşüp ölmüş. geyh, kendine gelmiş. 'Bana
filanı bulun. O ömrünü benimle takas etti.' demiş. Evine gitmişler ve onu ölü
bulmuilar. Yani bu işler, inanma ve yürekten isteme meselesidir....
isan bu evrenin en güçlü
varlığıdır. Kalbi ise olayların anahtarı. O kilidi iyi kullanırsa insanın başaramayacağı
şey yoktur.”
“Öyleyse insan, eylemlerinin
yaratıcısıdır." Bilge:
“Hayır. Tam öyle değil.”
“Ya nasıl?”
"Bir fabrikatör olduğunu düşün. Fabrikana değişik özelliklerde
işçi alacaksın. Bunun için bir program hazırlattın. Programın amacı, istedığın
elemanları almanı sağlayacak. ğartların, alınacak işçilerin yirmi beş yaşından
büyük olmaması. Eğer yirmi beş yaşından büyük iseler en az iki dil bilmeleri
veya en az beş yıllık iş deneyimi olması gerekiyor. Eğer üniversite mezunu ise
dil bilmesi gerekmiyor ama o iş alanında eğitim yapan bir fakülteden mezun olması
gerekiyor....
Ama ailenden biri ise ona
herhangi bir şart koşmuyorsun fakat güvenilir olmasını bekliyorsun....
şimdi düşün insanlar geliyor
ve baş vuruyorlar. Binlerce insan, her birisi vereceği yanıta göre kaderini
tayin eder. Onları verecekleri yanıtta muhayyer bırakıyorsun. Herkes kendisindeki
bilgi ile hareket ediyor. Alınıyor veya reddediliyor. Hepsi bu....
Ama var sayalım ki iş başvuru
yapanların her birinin özelliklerini biliyorsun. Daha işin başından şu, şu, şu
kazanacak dersen, yanlış olmaz. işte Allah insanın her halini bildiği için
kaderi de o şekilde yazmış. Kişinin nasıl bir eylem sergilediğini biliyor ve
bunu yapacaksın diyor....”
“Peki bu bilginin pratikte
ne değeri var?”
“ğu değeri var. Bir
yenilgiye uğradığında veya büyük bir felaketle karşılaştığında bütün bütün koy
vermemek ve Allah'a güvenip hayatı sürdürm ek için mücadele vermek....
"Ama toplum tam tersini
yapıyor....”
Toplum bildiklerinin büyük
çoğunluğunu yanlış yapıyor....”
Sofrada bir sessizlik oldu.
Sanki bir anda herkes kendi dünyasına dalmış ve öylece kalmıştı. Haluk,
balkonun açık duran kapısından uzaklara baktı. Dağların ve ovaların ta ötelerinde
ufkun ötesinde bir yerde o Gehrin siluetini gördü. Derin bir hasret içinde
orasının, mutluluğun kayıp ülkesi olduğunu düşündü. Daha bir dikkatle baktı.
Bulutların arasında gördüğü kadının yüzü ona Gehrin semasında gülümsüyordu. Haluk'un
bu derin dalgınlığı Gönül'ün dikkatini çekti. Bir delinin sabit bakışlarını
andırıyordu. Ürperdi: 376 "Ne oldu Haluk nereye bakıyorsun öyle?”
“Saadetimin sakli olduğu
kent.”
“Efendim?”
“Saadetimin saklı olduğu
kent.”
“Orası da neresi?”
“Bilemiyorum. Ama bir gün
onu bulacağıma inanıyorum....”
Derin bir sessizlikten sonra
eğilip kucağında oturan yeğeninin yüzüne baktı. Uzun zamandır tuttuğu nefesini
bırakırken:
“Ah Betül Ah!" dedi derinden gelen bir fısıltıyla....
Gönül ve Bilge birbirine bakıştılar.
Ani bir kanat çırpışı oldu. Balkonun kapısından bir kumru uçup gitti. Anı
Defterim "Karalamalar^ Ayse Bulut Hani söze başlarız ya "Ah o eski bayramlar....”
diye. Evet, ah o eski
bayramlar....
Ailece her bayram Biga'ya
giderdik. Biga'daki ev cumbali, ahşap, iki katli, Girin mi Girin....
Giriş kapısı çok ilginç.
Kapının kilidine bir ip bağlanmış, ip kapının dışına bir delikten çıkıyor. Gpi
çekip rahatça eve girebiliyorsunuz. Kapı, ev sahipleri gezmeye giderken
kilitleniyor, bir de geceleri....
Ev halkından herhangi biri
evde ise kapı her gelene açık....
Sabah herkes bayramlaştıktan
sonra dedem yaŞlı olduğu için birçok misafir gelirdi. Umurumuzda değildi. Bizi
ilgilendiren, ayağımızdaki rugan papuçlarımız, elimizdeki Şekerli
leblebilerimizdi. Bayramın son günü Şstanbul'a dönüş ve özlemlerin yeniden başlaması....
Artık her bayram Biga'ya
gidemiyorum....
Ne oldu bana bilmiyorum....
Hislerimin adı ve sanı yok....
Dedem yok, anneannem yok....
Cumbalı ev yok....
Velhasıl geçmişin güzel hiçbir
şeyi yok....
Dedim ya....
Dedem vardı, anneannem
vardı, sade gazoz vardı ve ben çocuktum.. ütopya Değil Gerçek Fatma Zehra Fidan
Onda benim gördüklerime mukabil, görünen bir şey daha vardı: Belli belirsiz dudaklarına
oturmaya çalışan bir tebessüm....
Ruhunun feryatlarından
tebessümünün sesini işitmek pek mümkün görünmüyordu ama, yine de kırmızıya
boyanmış dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı işte. Kadının karşısındaki
medya mensubu: Hayat kadınlığından emekli olan ilk kadınsınız. Bize neler
söyleyeceksınız, neler hissediyorsunuz, dedi. Kendisine sorulan soru karşısında
biraz afalladı kadın. Kırmızıya boyanmış dudakları biraz daha aralandı. Dudaklarındaki
bu aralanış, tebessümden ziyade yoğun bir şaşkınlığın, afallamanın ifadesiydi.
“Bize neler söyleyeceksiniz,
neler hissediyorsunuz.'" Böylesi bir soru belki de hayatında ilk defa
sorulmuştu ona. Gözünü dünyaya açtığı günden beri adımlamaya başladığı hayat
merdivenlerinin basamaklarında hoyratça ırgalanmıştı ve hiçbir zaman ne düşündüğü,
ne hissettiği, neyi umut ettiği hiç sorulmamıştı. Nasıl ve ne şekilde olduğu
önemli değildi ve tam da şu anda birileri parlak ışıkların karşısında ona ne
hissettiğini soruyordu. — BlGE — Aşk günlüğü Ozcan Umut Geceye kaçmayı
sevmiyorum biliyorsun, ama kaçmalıyım. Gçim ezik, yorgun, isyan sınırlarında
oynaşan ve fakat içimdeki kapıları kendime kapatma cesaretini göstersem de, bir
gerçek dilenci gururuyla kaçmalıyım geceye....
Ama ben bitmem gülüm....
Sonsuzluk, kendine özgü
rüzgarını ümitle üflemiştir kalbime....
Bu maceranın bilinmedik sonu
yalnızlık da olsa, ben bitmem; biz bitmeyiz gülüm, öyle görünsek de....
Bir ümit var yarın için.
Küçücük bir ümit. Sessizliğinin, fırtına öncesi olduğunu kabul ediyorum. Öyle
bir sessizlik ki bu, beni belki de kendi içselliğine doğru çeken kurtuluşum.
Kaçtıkça, aslında bana doğru koşan biri gibi düşünüyorum seni. Düşlerden çıkıp,
hayatımın bir parçası olacağın günler için bir hazırlık olarak mı kabul
etmeliyim bugünleri?
Söylesene bana gülüm,
aslında ben sen miyim?
Var mısın gerçekten de?
.. içimizdeki Mevlana Cihan Okuyucu Her şey sahibinden öğrenilir. AGkın
hocası da âşıktır ancak. Pası kiri yakan kutsal alevi bulmuştu. Herkesi oraya,
o kudsi ateşe davet etti Mevlana. Mecusiyi, Ermeniyi, tevbesini bin kerre
bozanı, doğruyu ve eğriyi....
Onlar oraya farklı
libaslarda girdiler, bir olup çıktılar. Bütün bu insanlar kendilerini ayıran
dillerini unuttular, yeni ve ortak bir dil buldular. Üzüm demeyi yeniden
öğrendiler. Mevlana bir aş ustasıydı; kırk yumurtayı bir sahanda kaynatıp tek
yumurta etmenin sanatını elde etmişti. Bir ney gibiydi; kendinden boşalmış
sahibinin soluğuyla dolmuştu. Bir beşer beşeriyetinden ne kadar sıyrılabilirse
o kadar sıyrılmıştı kendisinden. Demirdi ama ateşte erimişti, şekerdi ama suda
yok olmuştu. Tevazuyu topraktan öğrenmişti, cömertliği yağmurdan; insan
seçmezliği güneşten bellemişti. Onun için rahmet gibi her tarlaya yağıyor, güneş
gibi her bacadan giriyordu.. Biliyordu ki Tanrı katında alçak da birdi yüksek
de; padişah da aynıydı kul da. O yüzden cümle cihana bir nazarla baktı. Burası
Dünya siyah gözlüklerinizi çıkarın" Niyazi Sanlı Bazıları hayata bulanık
bakarlar. Bazıları şaşı. Bazıları da berrak bakarlar. Kimi insanlar hayatın
olumsuzluklarını görmek ve dile getirmek için yaratılmışlar sanki. Bir kısmı
ise sadece güzellikleri görmek, güzel düşünmek, güzel yaşamak ve bunları dile
getirmek için....
Her insanın kendine ait
"özel bir dünya"sı vardır aslında. Ve hayata, bu özel dünyasından
bakar hep....
işte bu, bakış açısıdır aynı
olaylar ve kişiler hakkında farklı yorumlara neden olan şey....
insanlar ne kadar tuhaf.
Sevdikleri insanların hiçbir kusurunu görmezler. Adeta onları melekleştirirler.
Onların da insan olduklarını ve hata yapabileceklerini kabullenmek istemezler. iş
bir de sevmedikleri insanlara gelince....
işte onların her yaptığı
davranış, söylediği her söz; tabiri caizse "batar". Rahatsız eder.
Görmek ve duymak istemezler. Bir gün gelip de çok sevdikleri insanla araları
bozulduğunda ise; onu artık hiç sevmezler. Kötüdür artık o. Kusurludur. insan
değildir. Halbuki o insan aynıdır. Fakat bizim bakış açımız değişmiştir. Ve
kusurlu yanlar göze görünmeye başlamıştır bir kere....
Beni Affeder misin Sevgili Fatma
Zehra Fidan "Yoksa artık affa ihtiyacın mı kalmadı?”
dedikten sonra telefonu
kapatmıştı. Ne demek affa ihtiyacı kalmamak?
Ben günlerdir çölleri, aşmaya,
dağları delmeye azmettim de, bana çöle düşme kapısı, dağı delme yolu bile
açılmadı. Ben günahkar, ben merhametsiz, ben kalbi kin ve düşmanlık hisleriyle
dolu bir bendeyim. ilahi, senin bendeliğini, sana köleliği bana çok görme.
Biliyorsun ki. Sultana sultanlık yaraşır, gedaya da gedalık....
Bana açtığın kapılara, bana
verdiklerine karşın, ben başkalarına kapıları kapadım, verebileceklerimi
sakındım. Bütün ihanetime, nankörlüğüme, bana rağmen, her şeye rağmen, beni
affeder misin sevgili?
.. Biliyorum affedebilirsin, ama affeder misin?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder