NEDEN COĞRAFYA
İnsanlık tarihi ile birlikte
başlayan toplumlararası çekişme ve çatışmalara farklı bir açıdan yaklaştığım bu
çalışmamda, sizi etkileyecek çokça ayrıntıyı bulacağınızı düşünüyorum.
Araştırdığım eserlerde, göç konusuna bu kadar ayrıntılı olarak yaklaşan başka
bir esere rastlamadığımı içtenlikle söyleyebilirim. Dilerim bu kitap, çok
kişiye ulaşır ve herkes tarafından beğenilerek okunur.
Dünyamız üzerinde bulunan bazı
coğrafyalar insanın medeniyet kurmasına ve devamında da gelişmesine imkân
sağlarken, bazı coğrafyalar ise bırakın zorlaştırmayı imkânsız hale
getirmektedir. Tarih boyunca oluşan dünya düzenlerinin en önemli etkeni
coğrafyadır. Bugün dünya hâkimi olmak veya hâkimiyetini devam ettirmek isteyen
devletlerin, dünyamızı karanlık okyanus diplerinden yalçın dağların
doruklarına, uçsuz bucaksız kutup çöllerinden uzayın sonsuz boşluğuna kadar her
noktasında bilgili ve güçlü olmasını gerektirir. Çeşitli sebeplerle medeniyet
kurmaya müsait olan coğrafyalarda bulunan ülkelerde, insan nüfusunun azalması,
medeniyet kurmaya müsait olmayan diğer coğrafyalarda ise nüfusun hızla artıp
dünyanın yaşanılabilir bölgelerine nüfus baskısı yapması, bu günün gelişmiş
ülkeleri için en büyük tehlikedir.
Göç, göçmen, mültecilik gibi nüfus
baskısı yaratan unsurları iyi anlayabilmemiz için pek çok bilgi ile donanımlı
olmamız gerekir. İnsan doğduğu anda cinsiyetini, ailesini seçemediği gibi
yaşadığı ülkeyi ve mensubu olduğu cemiyeti de seçemez. İnsanoğlu girdiği şablon
içerisinde beklentilerini karşılayamadığı an değişik coğrafyalarda değişik
yaşam alanları arar ve bulduğunda da bulunduğu şablonu zorlar. Üstün
coğrafyalar üstün yaşam alanları demektir ve bu yaşam alanlarını elde etmek
isteyen nüfus hareketleri, tarihin her devrinde şablona sığmayanlara çeşitli
örnekler vermiştir. İşte bu kitap, insanlığın ilk günden itibaren en büyük
sorunlarından olan nüfus baskısını, sebep ve sonuçları ile açıklamak için
yazılmıştır.
Sh:5
Bugünkü dünyada yönetici ve idareci
olmayı bir kenara bırakın; normal bir vatandaş olarak dahi pek çok konuda uğraş
vermemiz gerekir. Yönetici ve idareciler çok şey bilmek zorundadırlar. Her
olayı sınıflandırmalı, listelemeli, kayıt altına almalıdır. Yönetici ve
idarecilerin en dikkat etmesi gereken husus, yönettiği ve idare ettiği halk
olmalıdır. Halkı yönetmek ve idare etmek için, halk ile ilgili her şeyin
bilinmesi gerekir. Dünya hâkimiyeti için dünya yöneticileri çoğu zaman
insanları sınıflandırmış, listelemiş, kayıt altına almış, her hareketini
kontrol etmeye çalışmış ve insan ile ilgili olan her şeyi şablon içerisine
koymaya uğraşmıştır. Ülke içi ve uluslararası insan göçü ile mültecilik, insan
kaçakçılığı ve sığınmacılık kavramları insanlığın ilk gününden itibaren olduğu
gibi bugün ve gelecekte de idareciler için en önemli uluslararası unsur
olacaktır. Dünya hâkimiyeti için şablona sığmayanların kontrolü en önemli
meseledir.
Evrende insan, diğer bütün
canlılara üstünlük kurmuştur. Ait olduğu aile, mensup olduğu toplum, bireyi
onlar için çalışır hale getirmiştir. Öncelikle hayatının idame ettirebilmesi
için, mevcudunu koruması, devamında da geliştirmesi için gerekli çabaları sarf
etmiştir. Başlangıçta yaşadığı çevreyi iyi tanıyıp, onun verdiklerinin
fazlasını istemek, bunu gerçekleştiremediği veya daha iyi yaşam şartlarını
keşfettiği an oralara gitmeyi, gittiği anda da yeni keşfettiği veya bulduğu
yerlerde kendinden başka, insan dahil bütün canlıları menfaati doğrultusunda
öldürmekten hatta soyunu kurutmaktan çekinmemiştir. Kitabın ilerleyen
bölümlerinde de görüleceği üzere, insan diğer bir mücadelesini, mevcudunun
bulunduğu yaşam alanını (ekümenlik alanı) korumak ve muhafaza etmek için
yapmıştır.
Bugün yaşadığımız dünyanın durumunu
açıklayabilmek için geriye dönük insan hayatının her evresini iyi incelemek gerekir.
Binlerce yıllık geçmişi olan insanoğlunun gerçekleştirdiği tüm davranışlarını
ve düşüncelerini bir kitaba yazmayı bırakın; her yıl için bir sayfa özet
çıkarsak dahi on binlerce sayfalık ve yüzlerce ciltlik bir eser ortaya koymak
gerekir. Bu hem anlatan, hem de anlamaya çalışan yazar ve okur için
imkansızdır.
Bazen çok büyük bir gelişme olarak
gördüğümüz olayların, iyi incelendiği zaman küçük bir ayrıntı olduğunu
gördüğümüzde öncelikle inanamaz, çeşitli yollarla inkâra yeltenir ve sonunda
üzülerek kabulleniriz. İnsanın bireyselliğinden başlayarak, toplum içindeki tüm
görevlerinde ve davranışlarında üzerine düşen, bilmesi gereken şeyler önemli
olmaktan ziyade hayatidir. Yaşamını ve varlığını sürdürebilmesi için gerekli
gerçek pek çok bilgi, kitapların içinde ve satırların arasında saklıdır. Çok
ufak ayrıntıları büyük bir teori gibi ortaya sunan, bireyin ve kamuoyunun
aklını ve zamanını komplo teorileri ile meşgul eden birtakım kişi ve kamuoyu
yaratıcıları ülkemizin daha yaşanabilir, güçlü ve müreffeh hale gelmesini
geciktirmektedir. İmkân ölçüsünde olabildiği kadar hızlı bir şekilde gerçeği
öğrenmek, ülke insanımızın bilgi kirlenmesini ve ülkeye hizmetinin
yavaşlatılmasının önüne geçer. Bu çalışmalar hedefimize daha önce gitmemizi
sağlar.
Sağlıklı akli melekeleri yerinde
olan her insan kendi filminin başrol aktörüdür. Bazen fabrika işçisi rolünde
görev alan ünlü bir baş rol oyuncusu, rol icabı günlük yevmiye ile çalışan
fabrikatör rolündeki figürandan hakaret işitebilir yada emir alabilir veya
taksi şoförü rolündeki yine ünlü bir başrol oyuncusu, zengin bir iş adamı rolü
verilmiş figüranın kaprisini çekiyormuş gibi görünebilir.
Yaşadığı coğrafya üzerinde hiçbir
zaman figüranlık yapmamış bir devletin çocuklarıyız. Zaman zaman yaşanan
sıkıntılar veya geçici buhranlar dahi bizi dünya üzerindeki başrolümüzden
alıkoyamamıştır. Tüm dünya ülkelerinde ve sistemlerinde olduğu gibi bizde de
yönetimden, ait olduğu ülkeden ve coğrafyadan gayri memnun olanlar çıkabilir.
En müreffeh ülkelerde dahi intihar vakalarının yükseldiği, ailenin ortadan
kaybolduğu, çeşitli madde bağımlılığı ve fuhuşun arttığı görülmektedir. Pek çok
ülke insanı için örnek gösterilen coğrafyalar, devletler ve sistemlerde dahi
sorunlar bulunmaktadır. Şüphesiz ki ülkemiz içinde pek çok eleştiri ve sitem
hakkımızdır fakat bazılarının yaptığı gibi psikiyatrik tedaviye ihtiyaç
duyacağı izlenimi verecek şekilde ülkemizi eleştirmek ve sevmemek alçaklıktır.
Unutulmamalıdır kİ Türkiye Cumhuriyeti kendi filminin başrol aktörüdür.
Eksikliklere rağmen başarısı devam edecektir
Yaşadığımız ülkenin öğretmen sayısı
kadar veya güzel ülkemin öğrenci sayısı kadar nüfusu olan, bir kenara sıkışmış
küçük ağırlık ülkeleri ile ülkemiz hiçbir şekilde kıyaslanamaz. 36-42 kuzey
paralelleri, 26-45 doğu meridyenleri arasında kurulmuş olan güzel memleketimin
karşılaştırılması ancak kendi konumunda olan bir diğer ülke ile yapılabilir. Bu
kitabın okunması süresince elimizin altında dünya fiziki ve siyasi atlası
bulundurmamız ve karşılaştırma yapılarak okumamız gereken bir çalışma hazırladık.
Dünya tarihini ve coğrafyasını incelediğimiz zaman diğer devletlerin ve
coğrafyaların, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile karşılaştırılamayacağı, hatta
mukayese dahi edilemeyeceği görülecektir. Türkiye Cumhuriyetinin kendisini
kıyaslayabilecek hiçbir coğrafya ve ülke yoktur.
Ülkeler, coğrafyaları üzerinde
vardır. Ülkeleri karşılaştırırken, mukayese ederken coğrafyaları göz önünde
bulundurmak zorundayız. Ülkenin iç politikası dış politikası ve her şeyden
önemlisi kültürü ve ekonomisi coğrafyası ile incelenerek anlaşılabilir.
İnsanlık tarih filde yapılan savaşların tamamına yakını, topraklar yani
coğrafyalar için yapılmıştır. Sürdürülebilir yaşam, kültür ve medeniyet
sürdürülebilirliği olan coğrafyalarla mümkündür. İnsan, ait olduğu milletin
devamını sağlamak için her zaman teyakkuzda ve donanımlı olmalıdır.
Nüfus, coğrafya mücadelelerinin en
önemli aracıdır. Öncelikli hedef olabildiği kadar geniş, verimli ve faydalı bir
araziye sahip olmak ve bu alanı kontrol edebilmektir. Coğrafyalar insan ile
kontrol edilebilir. Coğrafya ilminin ve coğrafya savaşlarının nihai hedefi
aslında nüfus savaşlarıdır. Dünya üzerinde bazı bölgeler insan yaşamını
kolaylaştırıcı, bazı bölgeleri ise zorlaştırıcıdır. Bazı bölgelerin diğer
bölgelerden olan üstünlüğü, o bölgeler için daha kanlı ve durmak bilmez
savaşlara sebep olmuştur. Dünya üzerinde devam eden savaşların ve gerilimlerin
en önemli sebebi ilgili coğrafyanın verimli ve ekonomik olmasıdır. Sağlıklı,
eğitimli, meslek sahibi ve her yönü ile donanımlı nüfus, bir ülkenin en büyük
gücüdür. Tarih içerisinde görüleceği üzere nüfusu az ve cılız olan bazı
medeniyetlerin çok önemli ilişmeler sağlayıp ” eserler bırakmasına rağmen
kaybolup gittiği görülmektedir. Pek çok hizmeti için kendi nüfusunu çoğaltıp
kullanmak yerine dışarıdan köleleştirerek veya taşıma yoluyla nüfus getiren
medeniyetler, vatandaşlığını dahi vermediği insanların hizmetine girmiştir.
Coğrafyayı ve üzerinde bulunduğu ülkeyi ayakta tutan en önemli unsur donanımlı
bir nüfustur. Nüfus her yönüyle ve ilişki kurduğu her başlık ve kesim ile ayrı
ayrı incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Gerçek stratejik bilgiler, nüfus
bilgileridir.
Coğrafya, savaşmak içindir. İnsan
varlığını coğrafya ve onu paylaştığı ve paylaşamadığı diğer canlılar ile
yaptığı amansız savaştan başarısı oranında birikim sağlar, kültür yaratır;
bugünü ve yarını için sürdürülebilir politikalar üretebilir. İnsan ve doğa
arasındaki mücadele çeşitli şekillerde devam eder, insanın bu mücadeleden galip
çıkması sürdürülebilir politikalar üretmesine ve geliştirmesine bağlıdır. Bu
politikalar coğrafya çerçevesinde yapılır.
Ehlileştirdiğimiz veya kontrol
ettiğimiz sadece hayvanlar değildir. Bitkileri, imkânlarımız ölçüsünde havayı,
suyu ve doğa olaylarını kontrol edebildiğimiz oranda hayatta kalırız.
İnsanların diğer canlılar ve toplumlardan gelişkin olmasının sebebi,
coğrafyasıyla yaptığı mücadeledeki başarısından geçer.
İnsanın yaşamını kolaylaştıran her
şeye, teknoloji diyoruz. Sürekli bir şekilde gelişen teknoloji, insana yaşadığı
coğrafyayı kullanmasında çok büyük faydalar sağlamaktadır. Kontrol edilebilen
dere yatakları, aşılmaz denilen okyanusları aşan gemiler, makineli tarım
vasıtasıyla artan üretim, kontrol edilebilir hale gelen; teşhis ve tedavisi
yapılmış pek çok hastalık, yeri geldiğinde akıl almaz boyutlara ulaşan iletişim
ve haberleşme teknolojilerini kullanan insan topluluklarının oluşturduğu
devletler, dünya üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır.
Bir teknoloji güvenliği ve “kontrol
edilebilirliği sağlanabilir olduğu oranda arz edilir. Kontrol edilemeyen güvenliği
sağlanamayan güç, güç değildir”. Güvenliği sağlayanların izin verdiği ölçüde ve
oranda teknoloji halka arz edilebilir.
Dünya oluşumu ile yaşama kolaylık
ve üstünlük veren bazı coğrafi bölgelerde yaşayan toplumlar, teknoloji
sayesinde yeraltı ve yerüstü özelliklerini de iyi kullanılır ve kontrol ederse
dünya hâkimiyeti üzerinde büyük avantajlar sağlar.
İnsanlığın başlangıcından itibaren
yapılan bütün mücadelelerin, savaşların, barışların, anlaşmaların ve
anlaşmazlıkların sebebi; avantaj sağlayan coğrafi üstünlüğe sahip bölgelerin
ele geçirilmesi, kontrol edilmesi ve denetlenmesi mücadelesidir.
İhtiyaç duyulan stratejiler
doğrultusunda teknoloji geliştiren devletler, kontrol edilemeyen teknoloji
karşısında stratejilerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. İnsan geliştirdiği
her teknolojiden sonra doğayı biraz daha anlayabiliyor, kontrol edebilmeye
çalışıyor. Yüzyıllardan bu yana insan davranışlarını, faaliyetlerini ve
hedeflerini incelediğimiz zaman ya insanın coğrafyayı ya da coğrafyanın insanı
etkilediğini görürüz.
Yaşadığımız, ait olduğumuz ve
uğruna kanlı savaşlar yaptığımız toprak parçasıyla çeşitli şekillerde
bütünleşebiliyoruz. Bir topluluğun gelenek ve görenekleri veya şu ana kadarki
tüm birikimi kültür olarak adlandırılmaktadır. İnsan topluluklarının farklı
coğrafyalarda, farklı kültürler oluşturduğu muhakkaktır.
Devletler halkı ve coğrafyası ile
vardır. Güçlü halkı ve coğrafyası ile devlet diğer devletler ile yaptığı
anlaşmalarla varlığını tescil ettirir. Mevcut rejimini meşru kılar.
Bir ülke insanının, devleti ile
olan bağına, vatandaşlık denir. Bu bağ, kanun ile düzenlenir. Vatandaşlık
kanunları ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. Farklı coğrafyalarda farklı
vatandaşlık kanunlarının olması, bazı coğrafyalara üstünlük ve avantaj
sağlamaktadır.
Rakibi ve düşmanı tanımak,
öncelikle kendinden olanı tanımak, bilmekten geçer. Tabiiyetinde bulunan
vatandaşını, sistemi ile ilişkilendiren devletler, mevcudiyetini koruma ve
geliştirmede en önemli adımı atmış olur. Vatandaşlık kayıtlarını düzgün ve
anlaşılabilir, yeri geldiğinde, gizlilik esasında tutulması gerekir. Çok
sevdiğim ülkemin, nüfus cüzdanlarının bir yerde unutulduğu zaman, kapı
camlarına asılması, müracaat duvarlarına dizilmesi, hatta halk ekmek büfeleri
ve otobüs bileti satılan yerlerde sahibinin aranması, ülkenin onurunu kırmakta
ve yüreğimi sızlatmaktadır. En küçük şirketlerin, kuruluşların dahi, giriş
kartlarının arkasında, başka bir yerde bulunması durumunda iade adresinin
verilmesine rağmen, kişinin devleti ile en büyük ilişkisini kuran nüfus cüzdanının
sahipsiz kalması çok üzüntü vericidir. Vatandaşın ait olduğu ülkenin sınırları
içerisinde yeri geldiğinde sınırları dışında rahat dolaşabilmesi ve yerleşmesi
o ülkenin gücünü gösterir.
Kişi ve kişi ile ilgili tüm
kayıtlar (Nüfus kâğıdı, pasaport, eğitim, sağlık durumu... vb) her bir birey
için ayrı dünya ölçüsüdür. Toplum hareketleri incelenirken, toplumu oluşturan
bireyler hakkındaki verilerin güncel ve doğru olması, o toplum ve ülke ile
ilgili analizlerin sağlıklı yapılmasını kolaylaştırır. İşte bu analizlerle elde
edilecek bilgiler gerçek stratejilerdir
Bu stratejik analizlerden elde
edilen bilgilerin toplumsal şablonlar oluştururken göz önünde bulundurulması
gerekir. Yanlış toplumsal değerlendirmeler, uygulanabilirliği imkânsız
şablonlar ortaya çıkarmaktadır. İşte şablona sığmayanlar bu noktada ortaya
çıkmaktadır.
Göç olgusu insanlık tarihiyle
özdeştir, savaşlar ile üstünlüğü olan bölgelerin ele geçirilmesinin
imkânsızlaştığı günümüzde daha iyi yaşam şartları olan bölgelere, ülke içi ve
dışı sürekli yaşam için yapılan yer değiştirmelere, göç denir. Bugün ülkemizde,
coğrafya, hala nedeni bilinmeyen bir şekilde ve ısrarla göz ardı edilmekte ve
coğrafya ve coğrafyanın önemli etki ve katkıları bilim, siyaset, ekonomi ve
sosyokültürel alandaki katkıları ikinci plana atılmakta ve dikkate
alınmamaktadır.
Savaş meydanlarında silah, anlaşma
masalarında kalem ile sahipliği tescillenmiş bölgelere mağlup ettiklerinin
yandaşları tarafından çeşitli yollarla doldurulması, coğrafi üstünlüğü olan
devlet düzenleri tarafından tedirginlikle karşılanmaktadır.
Bugün dünya konjonktüründeki göç
hareketleri ile olası göç hareketleri, coğrafî üstünlükler mücadelesiyle
şekillenen dünya sisteminin siyasal yelpazesini sarsabilecek boyuttadır.
Kendinden olanı tanımak ve bilmek
insanın doğasındadır. Çoğalan nüfus ile görevi fazlalaşan devlet, asıl gücü
olan insanın kaydını tutabildiği, onu iyi coğrafyalara yerleştirip
koruyabildiği, başka ülke insanlarıyla itilaflarında arkasında durup hak ve
menfaatini savunabildiği oranda güçlüdür. Bir devletin ve onun sisteminin
güvenliği, güvenliği sağlayan güçler tarafından sağlanabilir. Güvenliği
sağlayanlar silahlı veya silahsız kuvvetler olabilir. Kendinden olanı, olmayanı
ayırt edecek sağlıklı vatandaşlık kayıtları, yeri geldiğinde bir topçu
taburundan daha etkilidir.
Bugün yaşadığımız anın
değerlendirmesini yaparken bilgileri getiren iletişim organları (kamuoyu
yaratanlar) arasındaki çelişkiyi görünce, geçmişte olan olayların yazımı ve
aktarılması konusu kafaları kurcalar. Kişiyi, toplum haline getiren, toplumu
ülkesi ve dünya içinde bir yere oturtmaya çalışan ve kamuoyu yaratan iletişim -
görsel ve yazılı medya - ne hikmetse bazen bulunduğu, ait olduğu toplumu
aydınlatma değil de karartma yapıyormuş gibi geliyor. Yada aydınlığı da kendi tarafından
kontrol edip, perdede Hacivat ile Karagöz oynatıyor. İnsanlığın varoluşundan
itibaren en büyük sorunu, çarpıtılmış bilgi ve enformasyonla uğraşmasıdır.
Günümüzde görsel ve yazılı iletişimin ilk hakimi, fînans ve libor hesaplarıdır.
Basın ve iletişim özgürlüğü, yazıdan veya seyredilmek üzere hazırlanan
programlardan daha çok matbaa makinesine, kağıda, mürekkebe ve frekans
hatlarına sahip olmaktan geçer. Basın ve yayın özgürlüğü demek matbaa makinesinin, kağıdın, mürekkebin ve frekans hatlarının özgürlüğüdür. Yani kamuoyu yaratanların
elinde bulunan bu araçlar kamuoyu özgürlüğünü de kendileri belirlemektedir.
Okunacak onlarca kitap varken,
neden bu kitabın yazıldığı konusuna gelince; dünyanın ve ülkenin kafasının
karışık olduğu bir dönemde cevabı aranması bir kenara, sorulması dahi akla
gelmeyen ve getirilemeyen sorulara doğru bir şekilde cevap vermek; teknoloji,
bilgi ve kamuoyu kirliliğinin arasında temiz bir eser bırakmak içindir.
Dünyada coğrafya bilgisine sahip olan tek millet İngilizlerdir.
Amerikalılar, İngilizlerin öğrettiği kadar bilirler. Bizim Türkiye ise en
cahili olanlar arasındadır. Türk siyaset adamları coğrafyayı hiç bilmezler. İlber ORTAYLI (TV Sohbetinden)
Kendimize ve ait olduğumuz topluma karşı sorumluluğumuzu çok iyi
bilmeliyiz. Dünya adını verdiğimiz gezegenin neresinde ne olup bittiğini
öğrenmek ve edindiğimiz bilgileri bizim gibi düşünen insanlarla paylaşmak, “yeri
geldiğinde düşünmeyen, düşünemeyen, ama bizden olduğu için onların yerine de
düşünmek zorunda olduğumuz vatandaşlar” için bilgilenmemiz ve bilgi
paylaşımı yapmamız gerekir. Ancak bu bilgiler doğru analizler ışığında yol
alırsa bizi anlamlı bir sonuca götürebilirler.
Var olduğundan bu yana, insanoğlu, bir ‘dünya düzeni’dir tutturmuş gidiyor.
Peki, nedir bu dünya düzeni. Bazen bunun adına “Yeni Dünya Düzeni” diyoruz,
bazen de "Büyük Ortadoğu Projesi”. Coğrafi, ekonomik, kültürel,
siyasal-sosyal özelliklerin çakışmasından oluşan bu düzenler veya
organizasyonlar her dönem farklı karakterlerde dünya sahnesinde rol almıştır.
Avrupa Birliği, Afrika Birliği, G-8, D-8, EFTA, NAFTA, Şanghay organizasyonu
gibi uluslararası kuruluşlar bugünün dünya düzeninde en önemli etkenlerdir. Bu
kuruluşların ne gibi etkilerinin olacağını kestirebilmek için bu düzenin
doğasını bütün boyutlarıyla ele almak gerekir. Dolayısıyla Dünya Düzeni
üzerinde söz söyleyebilecek, fikir yürütebilecek bir kimsenin mutlak kir
suretle dünyayı iyi tanıması ve bilmesi gerekmektedir.
Dünya Düzeni esasta iki evrenin üzerine oturur. Bunlardan birincisi coğrafi
evre, İkincisi ise insan evresidir. Coğrafi sistem kendi başına bir sistem
oluşturmasının yanında insanı da kapsar. Bu yüzden her iki evre de iç içedir.
Her iki evre de birbirini etkileme kapasitesine sahiptir. Ayırım çizgisi net
olmamakla beraber, birbirlerini etkileme güçlerini iyi anlamak açısından, her
iki evreyi ayrı ayrı inceleyebiliriz.
Dünya Düzeni’ni yerleştirdiğimiz bu iki evreden birincisi olan coğrafyaya
be bölümde değinmeye çalışacağız. Dünya Düzeni’nin işleyişini ortaya koymak
bakımından coğrafyayı bilmek son derece önemlidir. Ancak coğrafyaya dair söz
konusu bilgileri verirken, önceliğimiz; bilinenleri hatırlatmaktan ziyade,
Dünya düzeni içindeki önemli işlevlerini açığa çıkartıp vurgulamak istiyoruz.
Bu bölümde söz konusu bilgi dağarcığında önemli olduğunu düşündüğümüz;
coğrafyanın temel olarak ne anlama geldiğini ortaya koymak, coğrafya-insan ilişkisini
betimlemek, Dünya’nın içinde bulunduğu Güneş Sistemini, evren yapısını ortaya
koymak, Yer’in iç yapısını,
Jeomorfolojinin konularını aktarmak, rüzgarlar, okyanuslar ile bunların
akıntıları, atmosfer nemi ve toprak olmak üzere coğrafyanın genel konularına
değinmek yani Dünya Düzeni’nin coğrafi açıdan fotoğrafını ortaya koymak
olacaktır.
Dünya üzerinde herhangi bir konuda söz söyleyebilmek, karar alıp uygulamak
için bırakın idarecileri, yöneticileri, siyaset ve siyaset mühendisliği
konularında görev almış kişileri, yaşanan her alanda her vatandaşın dünya ve
coğrafya ile ilgili bilgilere sahip olması gerekir.
Şu ana kadar yaptığım araştırmada; bahsedeceğim bilgileri kısa bir şekilde
derleyen, anlamlı ve anlaşılır bir bütün içerisinde veren herhangi bir esere
rastlamadım. Okuyacağınız bir takım bilgiler daha önce okuduğunuzu ve
bildiğiniz konular olabilir. Ancak anlatmak istediğim konunun daha
anlaşılabilir olması için bunları tekrar etmekte fayda görüyorum. Bazı
bilgilerin üzerinde durup, geniş açıklamalar yapmam, bazılarında ise sadece
başlıklarla açıklayıp, yalnızca tanımını vermem ilgili konuların önemli veya
önemsiz olduğunu göstermez. Bunları bir bütünün parçası olarak kabul
etmelisiniz.
Coğrafya ile insanı ve insanın tüm davranışlarını ilişkilendirip, bunun iç
ve dış göç ile uluslararası insan kaçakçılığındaki önemini vurguladığım bu
çalışmadaki amaç; Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu coğrafyanın önemi ve
Türkiyesiz bir dünya düzeninin olamayacağıdır.
Gelin bu dünya düzeni neymiş birlikte bir bakalım.
Coğrafyanın temel konularıyla ilgili bilgiler aktarmamızın önemli
gerekçelerinden biri ; özellikle ülkemiz için söz konusu edilen stratejik, jeo-
stratejik, jeopolitik pozisyonun her ne hikmetse ne tür bir coğrafi üstünlüğü
getirdiğinin bu güne kadar açıklanmamış olması ya da açıklanmasından kaçınılmış
olmasıdır. Üstünde bulunduğumuz ülkenin Dünya Düzeni’nin neresinde olduğunu
bilmek, onun coğrafi önemini kavramakla başlar.
Yeryüzünde görülen bütün toplumların genel yapısı dört temel başlık altında
toplanabilir. Bunlardan birincisini, habitat (arazi üzerinde yaşayan toplumun
yapısı) oluşturur. İkincisi bölgesel ve küresel ilişkileri ( komşu ülkelere
yakınlığı, ekonomik ve askeri gücü ve bunun sonucunda ortaya çıkan stratejik çizgisi),
üçüncüsü halkın kendisi (etnik yapısı, yaşam şekilleri ve koşulları) ve son
olarak tarihsel mirası (önyargıları, sembolleri, gelenekleri ve kanunları)
belirler. Ama bunların ortaya çıkmasındaki temel belirleyici coğrafyadır.
Coğrafya terimi, birleşik bir terimdir ve iki kavramın birleştirilmesi
yoluyla oluşturulmuştur. Bunlar, Grekçe (eski Yunanca) kökenli ge’ ve graphe
kavramları olup, ge’ (je veya jeo) yer (yeryüzü, Dünya, yerküre), graphe
(graphein) ise, tasvir (yazı ve şekille anlatmak) anlamlarına gelir. Bu
kavramların birleştirilmesinden, coğrafya ilmi adının özgün yazılış
biçimi olan, gegraphe (geographe) terimi ortaya çıkmıştır. Terim; geographein,
geographica veya jeographica gibi imlalarla da değişik kaynaklarda
yer alır. Hemen her dilde bu ilmin adı, az çok birbirine benzer biçimde
yazılır. Bu yazılış biçimi, yani imladaki benzerlik, aynı dilden (Grekçe) Dünya
dillerine girdiğinin açık bir kanıtıdır. Benzerlikte esas rolü, gegraphe
teriminin çok az değiştirilmiş oluşu oynamıştır. Aynı şekilde, coğrafya ilmi
ile ilgili bütün her şey anlamına gelen coğrafi sıfatı ve coğrafya ilmi
araştırmaları yapan kimse ya da coğrafya ilmini kendine meslek edinmiş meslek
elemanı anlamına gelen coğrafyacı terimi de, değişik dillerde, temelde benzer
bir imla ile yazılırlar.[1]
Richard Harstshome’a göre coğrafya, mekansal farklılıkları ve bunların
nedenlerini araştıran bilim dalıdır.[2]
Uygulanabilirlik, doğruluk ve kesinlik gibi nitelikleri olan yöntemli
(metodlu) ve sistemli bilgiler topluluğu, bilim ya da ilim diye tanımlanır.
Coğrafya ilmi de, bu tür yöntemli ve sistemli bilimlerden biri olup, uzun bir
geçmişi bulunan, köklü (yerleşmiş, çok iyi tanınan) bilimler arasında yerini
almıştır.
Coğrafya teriminin, ilk kez Eskiçağ’da M.Ö. III. yüzyıl başlarında,
gegraphe ya da geographein biçiminde, eski Mısır’ın İskenderiye kentinde
yaşamış olan Eratosthenes (M.Ö. 275-195) tarafından kullanıldığı kabul edilir.
Daha çok bir coğrafyacı, aynı zamanda da düşünür (filozof) ve matematikçi
olduğu sanılan bu düşünür ve gözlemci, İskenderiye Coğrafya Ekolü’nün de
kurucusudur. Bugünkü bilgilerimize göre coğrafya terimi, ilk kez bu düşünür
tarafından söz konusu eserde kullanılmıştır. Bu tarihten dolayı coğrafya
ilmi için, felsefe ilimleri ile birlikte, tarihi en eski bilimidir diyebiliriz.[3]
Coğrafya sadece coğrafyacıları ilgilendirmiyor, tam tersine bütün
vatandaşları ilgilendiriyor. Öğretmenlerin coğrafyası olan bu pedagojik
söylem, medyanın oyunlarını sergilediği oranda sıkıcı görünmekte ve herkesin
gözünde coğrafyanın, iktidar sahipleri için korkunç bir güç aracı olduğunu
saklamaktadır. Zira öncelikle coğrafya, savaş yapmaya yarar, iler bilim için
kuramsal önkoşullar sorunu ortaya atılmalıdır; bilimsel süreç bir tarihe
bağlıdır ve bir yandan ideolojilerle ilişkileri içinde, öte yandan uygulama ya
da iktidar olarak düşünülmelidir. Coğrafya önce savaş yapmaya yarar sözü,
sadece “askeri harekata yarar” anlamına gelmez; şu ya da bu düşmana
açılması gereken savaş olasılığına karşı değil, aynı zamanda devlet örgütünün,
üstünde güç kullandığı insanları daha iyi denetlemek amacıyla, bölgeleri
düzenlemesine yarar. Coğrafya, önce siyasi ve askeri uygulamalar için stratejik
bir bilgidir ve ilk anda karışık, çok çeşitli bilgilerin bir araya gelmesini
gerektiren de bu uygulamalardır. Bilgi için, bilginin parçalara ayrılması
gerçeğinin dışına çıkmazsa, bu bilgilerin varlık nedenleri ve önemleri
kavranamaz.[4]
Coğrafyanın savaş arenası olma özelliği, her tarihi dönemin karakterinden
dolayı farklı nitelikler almasına neden olmuştur.
Sun Tzu, şematik bir hal alan coğrafyayı, askeri hareket sahası olarak
kabul eder. Ona göre, arazinin yapısı, muharebede en büyük yardımcıdır. Bu
yüzden zafere ulaşmak için düşmanın durumunu tahmin etmek, mesafeleri ve
arazinin zorluk derecesini hesaplamak üstün bir generalde olması gereken
niteliklerdir. Bütün bu faktörleri bilerek savaşan biri doğal olarak
kazanacaktır; bunları bilmeyen de kuşkusuz yenilecektir[5] diyen
Tzu, taktiksel olarak coğrafyanın birliklerin konuşlandırılmasında stratejik
olarak önemli olduğunu vurgulamıştır.
Öte yandan, yeni savaş yöntemlerinin kullanımı, “coğrafi unsur”ların, insan
ve “doğal çevre” arasındaki ilişkilerin çok kesin şekilde incelenmesini
gerektirir. Çünkü tam anlamıyla bir bölgeyi yaşanmaz hale getirmek ya da bir soykırımı
başlatmak için insanı ve “doğal çevre” yi yok etmek veya değiştirmek söz
konusudur. Vietnam Savaşı, coğrafyanın top-yekün bir savaş yapmaya yaradığını
en iyi şekilde göstermiştir. En ünlü ve dramatik örneklerden biri, 1965, 1966,
1967 ve özellikle 1972’de, Kuzey Vietnam’ın son derece kalabalık ovalarını
koruyan bentler ağını sistemli olarak yok etme planı ile uygulanmıştır. Bu
bentlerden akan debisi yüksek ırmaklar, vadiler yerine alüvyonlarının
oluşturduğu yığıntılara, setlere yönelmişlerdi. Gerçekten yaşamsal önem taşıyan
bu bentler, yoğun, doğrudan ve açıkça bombalanamazdı; çünkü uluslararası
kamuoyu, orada bir soykırım suçu işlendiğinin kanıtını bulabilirdi. Şu halde,
belirli ve ölçülü şekilde, dağlarla çevrili bu küçük ovalarda yaşayan on beş milyon
kadar insanın korunduğu başlıca bölgelerde, bu bentler ağına saldırmak
gerekiyordu. Bentlerin, su baskınının en yıkıcı sonuçlara yol açacağı yerlerde
parçalanması gerekiyordu.[6]
Zira, coğrafi koşullar stratejinin gözü gibidir ve coğrafya strateji geliştirmenin
en temel bilgisidir. Bu yüzden gerçekte amaç, yalnız siyasi ve askeri sonuçlara
ulaşmak için bitki örtüsünü yok etmek, toprağın fiziki yapısını değiştirmek,
kasten yeni erozyonlar yaratmak, sulu tabakaların derinliğini değiştirmek üzere
birtakım lıidrografık ağları alt üst etmek, (kuyuları ve çeltik tarlalarını
kurutmak için) bentleri yıkmak değildi. Çeşitli yollarla, “stratejik köycükler”
de toplanma ve zorunlu kentleşme siyaseti uygulanarak nüfus dağılımını kökten
değiştirmek söz konusuydu. Bu yıkıcı hareketler, yalnız, günün teknolojik ve
sanayi savaşı tarafından belirli hedefler üstünde kullanılan yıkım
yöntemlerinin büyüklüğünden kaynaklanan istem dışı bir sonuç değildir. Bunlar
aynı zamanda, bilimsel şekilde düzenlenmiş, bilinçli ve çok dikkatli
hazırlanmış bir stratejinin sonucudur.
Çin-Hindi Savaşı, savaş ve coğrafya tarihinde yeni bir aşamayı dile
getirir. İlk kez hem “fiziki” hem “beşeri” bakımından coğrafi ortamı değiştirme
ve yıkma yöntemleri, on milyonlarca insanın yaşamı için gerekli coğrafi
koşulları ortadan kaldırmak için kullanıldı.
Vietnam savaşı, Uluslararası pek çok
soruna sebep olan Asya halklarının özellikle Amerika, Kanada, Avustralya, Yeni
Zelanda gibi ülkelere göç etmesini uzun süre durdurmuştur. Savaşa bu açıdan
bakıldığı zaman çok çarpıcı gerçekler ortaya çıkacaktır.
Diğer önemli bir örnek Kamboçya’da yaşananlardır. Kamboçya’da silahlı
çatışma ile iktidara gelen Pol Pot, ilk iş olarak deniz kenarlarında veya
denize yakın alanlarda bulunan halkı denizden daha iç kesimlere göndermek için
zorlamış; gitmeyenleri İse öldürmüştür. Pol Pot’un yaptığı vahşet
Vietnam vahşetinde olduğu gibi Asyalıların gelişmiş ülkelere göç etmesini
yavaşlatmış insanları yaşam alanlarından uzaklaştırılarak gerçek anlamda bir
soykırım yaratmıştır. Göçü yavaşlatması Dünya Düzeni’nde coğrafi
üstünlüklerini korumak isteyenler için son derece stratejik bir başarıdır.
İlerleyen bölümlerde göç konusuna geldiğimizde, bu konuya ayrıntılı olarak
değineceğiz. Burada vurgulanmaya çalıştığım nokta, coğrafyanın ne maksatla
kullanılabileceğini berrak bir şekilde göstermektir.
Uzun yıllar Türk solunun devrimci çizgisinde yer almış, hatta meslek olarak
da “Ben devrimci oldum. Mesleğim de devrimcilik” diyen gazeteci- yazar
Hasan Cemal, kitabının bir bölümünde aynen şunları yazıyor:
“Günlüğündeki şu nota bak: “Doğan Bey,
arada bir 'Hasan, devrimci şiddet, devlet terörü neymiş, biz iktidara
geldiğimizde görürsün! ’ derdi. Öfkeli ya da çakırkeyif olduğu anlarda... ”
Bu notu, Doğan Bey 'in gençlik yıllarını
geçirdiği ve sevdiği Paris ’te düşmüşüm günlüğüme. Cafe Flöre, 21 Mart 1993.
Doğan Bey’in ölümünden on yıl sonra...
Kargacık burgacık bir yazı. Sayfanın bir
köşesinde “Bu tepki, bu nefret niçin?” diye bir cümlem var. Tıpkı Doğan Bey
gibi, 1950’li yıllarda Paris'ten geçen bazı “Üçüncü Dünya’’ devrimcilerinin,
komünistlerinin isimleri okunuyor: Ho Chi Minh, Pol Pot, Frantz Fanon...
Pol Pot isminin yanından bir çıkma
yapmışım: Killing Fields... Ölüm Tarlaları isimli filmin İngilizcesi.
Kafatasları ve kemiklerle dolu o tarlaların korkunç görüntüsü...
1970’lerin Kamboçyası’nda,
“Marksizm-Leninizm” adına, “devrim ” adına bir, bir buçuk milyon insanı
katletmişti Pol Pot ’un Kızıl Kmerleri. Aydınları, doktorları, avukatları,
öğretmenleri, rahipleri, devlet memurlarını, öğrencileri göz kırpmadan
öldürmüşlerdi. Yeni bir toplum, yeni bir insan yaratmak için... Kendi ülkesinin
insanlarını soykırımdan geçirmişti Pol Pot...
Hatırladın mı? 1970’lerde Ölüm
Tarlaları'nın ilk haberleri fotoğraflarıyla birlikte Batı basınında patladığı
zaman, Türk solunun bazı kesimleri buna inanmak istememişti. Katliamları
Amerikan emperyalizminin, CIA’nın uydurması, dezenformasyonu olarak
nitelemişlerdi. O zamanlar çalıştığın Cumhuriyet gazetesinde de kimileri bu
kafadaydı. Hatta Cumhuriyet o tarihte bu olayı manşetlere çıkarmamıştı.[7]
“Aslında önemli olan, unutulmaması
gereken noktalardan biri, Pol Pot’un tahsilini 1950’li yılların başında
Fransa’da yapmış olmasıdır.
Evet!
Aydınlanma çağı ’nın, ilk üniversitenin,
insan hakları ve kutsal demokrasinin ülkesi Fransa 'nın Pol Pot 'u da üretmiş
olduğu, asla ve asla unutulmamalıdır. Acaba tarihin ve bilimin hangi
cilvesinden dolayı?
Sürekli hatırlatılması gereken bir
gerçek var ortada. Pol Pot ’un kafasını donatacak fikirler gerekmişti. Bu
fikirler de büyük çapta bize aitti. Böylesine korkunç bir soykırım, belli bir
ideolojinin çoğaltıcı etkisi olmaksızın gerçekleşemezdi. Ve bu ideoloji Batı
’nın bir yönünü bir şekilde yansıtmaktaydı. ” [8]
“Coğrafi savaş”, bölgelere göre farklı yöntemlerle bütün ülkelere
uygulanabilir.[9]
Bu önermenin farkında olan günümüzün gelişmiş ve Dünya Düzeni’nde söz sahibi
ülkelerin idarecilerinin hemen hepsinin çok iyi coğrafya bilgisi vardır. Ülke
idaresinde görev alan görevlilerin hatta ülke ve dünya meselelerine ilgi duyan
herkesin çok iyi coğrafya bilgisinin olması gerekir ve bu bilge pratikte iyi
kullanılabilmelidir. Ancak bunu ülkemiz için söylemek ne yazık ki pek mümkün
değildir.
Kurmaylar ve subaylar coğrafyası, hiç de azımsanmayacak sayıda uzman
personelle, önemli araçlarla, kanıtları ve yöntemleriyle, saygınlığını
yitirmeden ölçülü olarak varlığını koruyor; çağlardan beri korkunç bir iktidar
aracı olmayı sürdürüyor. Harita betimlemeleriyle, yeryüzü alanı ve devletin
farklı uygulamalarındaki ilişkileri kapsamında düşünülen çok değişik bilgiler
bütünü; yönetici azınlık tarafından açıkça stratejik bağlamda toplanmış bir
bilgiyi oluşturur. Bu bilgi, iktidar aracı olarak kullanılır. Taktik ve
stratejilerini haritalarına göre belirleyen subaylar coğrafyasının alanını;
eyaletler, iller, ilçeler olarak biçimlendiren devlet yöneticilerinin
coğrafyasına; sömürge fethini ve "değerlendirme”yi hazırlayan kaşiflerin
(genellikle subayların) coğrafyasına; bölgesel, ulusal ve uluslararası alandaki
yatırımlarının yerini kararlaştırılan büyük firmalarla büyük banka
yöneticilerinin coğrafyası da katılır. Askeri, siyasi, mali uygulamalara sıkı
sıkıya bağlı bu farklı coğrafya incelemeleri, ordu yöneticilerinden büyük
kapitalist örgütlerin yöneticilerine kadar “kurmaylar coğrafyası”nı oluşturur.
Ama, iktidar aracı olarak kullanmayanların, kurmaylar coğrafyasından hemen
hemen hiç haberi yoktur.[10]
Jeopolitiğin “kurucusu” olarak geniş bir üne sahip olan Sir Halford
Mackinder Emperyalist bir İngiliz düşünürü olarak parlamento üyeliği de
yapmıştı. Mackinder “ulusal yeteneği” savunuyordu, ancak onun düşüncesindeki
“ulus” Britanya’nın çok büyük sayıdaki sömürgelerinden faydalanabilecek, beyaz
Anglo-Sakson hakimiyetini sürdürebilecek ve imparatorluktaki “ikinci sınıf
ırkları” ve ülkeleri zapt edebilecek yetenekte olan beyaz İngiliz
centilmenlerinden oluşuyordu. Mackinder, Coğrafya bilim dalını İngiliz
İmparatorluğu’nu modernleştirmeye yönelik geniş kapsamlı tasarısının bir
parçası olarak görüyordu.
Coğrafya, İngiliz okul çocuklarına
“imparator gibi düşünmeyi” öğretmek için kullanılması gereken bir bilim
dalıydı. [11]
Mackinder’in esasen yerleştirmeye çalıştığı tasavvur etme, harita yapma,
çizim, tanımlama teknikleri, tüccarlık, sömürge yöneticiliği ve devlet adamlığı
gibi “iş adamlığı” için uygulamaya yönelik yetenekler kazandırmayı amaçlıyordu.[12]
Ancak şaşırtıcı olan, gelişmiş ülkelerde olmazsa olmaz olarak öğretilen
coğrafya ilminin bizde henüz niçin yapıldığı sorusu bile açıklık kazanmış
değildir. Coğrafya ilminden uzak yetişmiş bürokratlara ve siyasilere, iç ve dış
politikayı, milli birlik unsurunu ve her çeşit konuda yapılan planlamayı izah
ederken zorlanmakta ve neden, nasıl, niçini anlatamamaktayız. Dolayısıyla
planlarımızda kurmaylar coğrafyası da ne yazık ki genel coğrafya gibi hep eksik
kalmıştır.
Coğrafi bilgilerden uzak yetiştirilmiş kişiler, kendini ülkesine sorumlu
hissetseler dahi yeterince verimli çalışamazlar. Coğrafyayı önemsemeyeni,
coğrafya da önemsemez. Önemi anlaşılamayan ve bundan dolayı da önleminin
alınmaması sebebiyle gerçekleşen doğal afetler (sel, deprem, heyelan v.b.)
ilgili kişileri cezalandırarak coğrafyanın da ilgili kişileri önemsemediğini
gösterir. Dolayısıyla coğrafya, her bakımdan hayati önem taşımaktadır.
Coğrafya bilmek, dünyayı görmek demektir. Bu ilmin bir siyasal gücü vardır.
Devlet adamlarına yol göstermesi, rehberlik etmesi yanında, aynı zamanda da,
milli kültürlerin kaynağı durumundadır. Adına vatan dediğimiz bir coğrafi ünite
olmaksızın, devlet kurulamaz; milli kültürler ve medeniyet eserleri oluşamaz.
Bu, vatan diye tanımlanan sınırları belirli ülkenin, yeraltı ve yerüstü doğal
kaynakları zengin değilse, ya da zengin olduğu halde mevkileri belirlenip
işletilmeye açılmamışsa; o ülkeyi vatan tutan toplum, müreffeh bir toplum
olamaz; ilimde ve fende geri kalır. Hatta böyle bir toplumun, dünyada
uygarlık yarışı yapıldığından haberi bile olmayabilir. Yeryüzünün herhangi bir
yerinde cereyan eden aktüel bir olay, bu bireyler için ay kadar, yıldız kadar
uzaktır.[13]
Ayrıca hatırda tutmak gerekir ki, vatan sevgisi, bir bütün olarak ülke
coğrafyası ve birey olarak da, onun öznel ve nesnel kaynaklarında saklıdır.
Örneğin nesnel kaynaklardan; dağlarını, platolarını, denizlerini, göllerini,
akarsularını, bölgesel yazları-kışları ve baharlarını tanıdıkça; öznel
kaynaklarından, örneğin yine köylerini, kasabalarını, kentlerini, her türlü
bayındırlık eserlerini, turistik değerlerini öğrenip tanıdıkça, ülkeye yönelen
sevgi duygularının şiddeti artar, boyutları genişler ve giderek bütün ülkeyi
kucaklayacak şekilde, tüm benlikleri sarar. Bakış açısı bu olunca, o ülkenin
insanları için, örneğin soğuk rüzgarlı sert kara kışları, ılık mevsim
rüzgarları gibi gelecek; yalçın kayalıklardan oluşan yüksek dağları, delice
akan coşkulu ırmakları onlara, yaşama azmi ve başarma heyecanı verecektir.
Nitekim Japonlara göre dünyanın en romantik manzaralı dağı Fuji ise, bize göre
de hiç şüphe yok ki Ağrı, Erciyes... ve Uludağ’dır.[14]
Ancak, daha önce de işaret ettiğimiz gibi coğrafyanın stratejik bir bilgi
olması, bugün hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok ülkesinde göz ardı edilen
önemli bir noktadır. Coğrafi bilincin toplumda gelişebilmesi ancak; siyasal bilimler
öğrencilerinin sadece ülkeler coğrafyası değil, jeopolitik, tarihi coğrafya,
iktisadi coğrafya ve diğer alanlardaki coğrafyayı da okumalarına ve aynı
şekilde diğer bilim dallarında okuyan öğrencilerinde bahsettiğimiz coğrafi
disiplinleri öğrenmesine bağlıdır. Yani coğrafyanın bütün stratejik bilgisi her
alanda paylaşılmalıdır. Diğer taraftan herhangi bir ülke için “bu bilgilerin
stratejik olması aleni olmamasına bağlanır”. Bundan dolayı coğrafi bilincin gelişmesi için bu stratejik bilginin bütün
toplumlarca paylaşılmaması ve eğitimde bütünlüklü olarak verilmemesi;
uluslararası çapta coğrafi üstünlüğü olan bölgelere sahip devletler için de
önemli bir stratejidir. Bu yüzden bırakın Türkiye gibi ülkelerdeki coğrafi
bilincin gelişmemesini, bugün dünya sisteminde coğrafi üstünlükler açısından
merkez görülen ABD’ de bile bu bilinç toplumda çok geri bırakılmaktadır.
Amerikan okullarından mezun olan gençlerin gerçekten coğrafya bakımından cahil
olmaları işte bu yüzdendir.[15]
Bazı ülkelerde üst düzey bürokrat, politikacı ve güvenliği sağlayanların
coğrafya ve coğrafi bilinçten yoksun olmaları şaşırtıcıdır. Paraleller ve
meridyenler arasındaki dakika farkının ne olduğunu bilmeden, yükseklik ve rakım
kavramının önemini anlamadan, sağını sarımsak, solunu soğan örneğiyle öğrenen
yöneticilerin, coğrafya öğrenimini gereksiz görmeleri, coğrafyanın i nemini
kavrayamamaları bu yüzden normaldir.
Mesela yağış ve kuraklık ölçümlerinden haberi olmayanlar; lodos ve poyraz
rüzgârlarının özelliğini bilmeyenler; deprem fay hatları üzerinde veya dere
yatakları içinde insanlar felakete uğradığı zaman bilinçsizliklerinin farkına
varamamaktadırlar. Amazon nehrinin uzunluğunun ve kollarının dünyanın en büyük
yağmur ormanı olan Amazon Ormanlarından beslenmesi ve Amazon ırmağının kolları
vasıtasıyla bu ormanı beslemesinin kendi yaşadığı ülkede iklim için önemli
olduğundan haberi olmayanlar tarafından yönetilmek ızdırap vericidir. Yine aynı
şekilde Meksika Körfezinden başlayan Gulf Stream sıcak su akıntısının Baltık
Denizi’nden en kuzeydeki Norveç fiyortlarına kadar yaptığı olumlu etkinin,
diğer paralellerde mevcut olmadığını göremeyen insanlar’da yine aynı
yöneticilerdir. Halbuki Gulf-Stream sıcak su akımı Avrupa kıtasının kuzey ve
batısının dünyanın ey yoğun nüfusuna sahip ve gelişmiş ülkeler olmasını
sağlamıştır.
Aslında coğrafya nerede vardır değil de, "coğrafya nerede yoktur?”
diye sormak, daha uygun olur. Coğrafya insan içindir, insanın tüm
davranış ve düşüncelerinde coğrafyanın etkisi gözükür. İnsan kendi
mevcudiyetini korumak ve geliştirmek için coğrafya temelinde pek çok bilim
konusu üretmiş ve geliştirmiştir. Bütün ilimlerin inceleme konulan, belli
coğrafi çevrelerin eseridir. Örneğin, bir yerin coğrafi konumunu tanımadan ve o
yerin jeopolitik özellikleri bilinmeden, o yer için niçin savaşıldığı, savaşın
nasıl kazanıldığı ya da kaybedildiği gibi unsurları açıklayamayız.
İktisat ilmi, kazanç (rant) sağlayıcı esaslar dahilinde işletilmeleri
ilkelerini belirlemek amacıyla, iktisadi kaynakları konu alır. Tarım, ormancılık,
hayvancılık, madencilik, ulaşım ve ticaret gibi. Ancak bunlar, oluştukları
coğrafi konumlar ve dağılışları bakımından, iktisadi coğrafyanın başlıca
araştırma konuları arasında yer alırlar.
Aynı şekilde bugün bir devletlerarası hukuk ilmi, büyük ölçüde coğrafi
esaslara dayanmaktadır. Örneğin, deniz, kara, kıyı, şelf alanı ve deniz
ekonomik yararlanma bölgesi gibi coğrafi terimler hukukçular tarafından
öğrenildikten sonra bu konulardaki milletlerarası hukuk kuralları belirlenir.
Yine, akarsularda ana akarsu, kol akarsu, talweg hattı, su toplama havzası ve dağlar ya da tepelerin su bölümü çizgisi,
diye tanımlanan coğrafi terimlerin anlamları yeterince bilinmeden, buralardan
geçirilecek devlet sınırları, zaman içinde devletlerarası siyasi sorunlara yol
açabilmektedir. Bir devletin siyaset adamları, kuvvete başvurmadan ülkesinin hava
sahası ve deniz sahası haklarını savunmak için bunlar ve benzer coğrafi
terimlerin detay anlamlarını bilmek zorundadır. Görülüyor ki, siyaset ilmi
okuyan diplomatlar ve devlet adamları, aynı zamanda da coğrafya ilmi
bilmek zorundadırlar. Örneğin, boğazlar hukuku, kıyı ve deniz hukuku, hava
hukuku ve savaş sanatı, mutlaka coğrafya ilmi bilmeyi gerektirir.[16]
Ekonomi eğitimi alan bir kişi, piyasada oluşan arz ve talep denklemleri
doğrultusunda işlem yaparken yaşadığı dünyayı, iklimleri, bitki türlerini ve
bununla beraber pek çok coğrafi olayı bilmek zorundadır. İnsanların barındığı
evleri, çalıştığı fabrikaları yapan mühendisler, inşaatların yapıldığı alanın
bütün coğrafi özelliklerini bilmek zorundadır. Ülkemizde en sert kış geçiren
bölgelere yapılan kamu binaları ile yine yılın tamamında soğuk görmeyen
bölgelere yapılan kamu binaları aynı özelliktedir. Ülke bürokratının
uygulanabilir planlar yapması için kıyı kenar çizgisi, dere yatağı kavramı gibi
pek çok coğrafya bilgisine sahip olması gerekir. Bunları bilmeden ülke iyi yönetilemez. Ancak bazı siyasetçilerin dediği
gibi sadece “idare” edilebilir! Bazı ülkelerde siyasetçiler; Güney
Kutbundaki penguenleri Kuzey Kutbunda aramış, bulamamasına rağmen partileri
iktidara geldiğinde bakan dahi olabilmiştir. Ya da bir başbakan yardımcısı
Karadeniz’deki bir açık hava toplantısında “fıstıklar nasıl?” diye sorduğunda,
halktan gelen tepkiyi gören il başkanınca kolundan çekilerek “fındık deyin
fındık” diye uyarılmıştır.
Bir gazetede; Türk heyetinin Cezayir devletine yaptığı bir seyahatte devlet
konuk evinin duvarında asılı olan dünya haritasında Karadeniz ve Azak denizini
göremediklerini okuyunca irkilmiştim. Karadeniz’e akan Tuna, Volga, Dinyeper,
Çoruh, Kızılırmak, Sakarya gibi pek çok nehir, ırmak ve derenin nereye aktığı
konusuna herhalde Cezayir Dışişleri bakanlığı bir çözüm bulmuştur!
Coğrafya ilminin önceliği, insandır. Bütün araştırmalarda ağırlık merkezi
insan, yani toplumdur. İnsan ile ilgili yapılacak bütün araştırmalar,
uygulanacak kararlar, coğrafya ilmi ile karşılaştırılarak yapılmalıdır.
Coğrafi etkiler, bazen insan faaliyet ve yaşamını kolaylaştırırken, bazen
de zorlaştırmaktadır. Sıcaklık-soğukluk, su havzalarına yakınlık-uzaklık,
denizden yükseklik veya denize yakınlık, ada ülkesi olmak gibi pek çok coğrafi
özellik; üzerinde yaşanılan veya yaşanılmak istenen bölgede hayatımızı sürdürmemiz
ve medeniyet kurmamız açısından tercih sebebi olur. Kitabın ilerleyen
bölümlerinde de görüleceği üzere bazı coğrafi bölgeler insan ve medeniyetin
varlığı için çok büyük imkanlar sunarken bazı bölgeler ise bırakın
zorlaştırmayı imkansız hale getirmektedir.
İnsan yaşamını devam ettirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için pek çok
malzeme ve bitkiden yararlanır. Normal şartlar altında insanın medeniyet kurmak
istemeyeceği bazı alanlarda bulunan bu malzeme ve bitkiler toplumlar için birer
savaş ve kavga nedeni olabilir. Coğrafya bu kavganın en önemli zemini ve
gerekçesidir. Bugün hiçbir işe yaramaz denilen pek çok bölge, gelişen teknoloji
ile genel ekonominin olmazsa olmazı olan ana girdilerini barındıran yerler
haline gelebilir. Unutmamak gerekir ki dünya nüfusu artabilir teknoloji
gelişebilir fakat yeryüzü miktarı, yani toprak sabit kalır. Bugün hiçbir işe
yaramaz denilen Kuzey Kutbu, Güney Kutbu ve Antarktika her tarafı karlarla ve
buzullarla kaplı olan Grönland Adası yarınlarda dünya ekonomik düzeninin önemli
girdilerinin temin edildiği yerler olabilir.
Catherine A. Lutz ve Jane L. Collins’in beraber yazdığı “National
Geographic’i doğru okumak” adlı kitap bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Aylık okur sayısının 40 milyon civarında olduğu tahmin edilen National
Geographic dergisini yayınlayan National Geographic Society, hükümet
yetkilileri ve büyük şirketlerin çıkar ortaklarıyla yakın bağlarını sürekli
geliştirmektedir. Ülke içindeki itibarını, önemli Amerikan değerleri ve
geleneklerini kollamasına borçludur. Bilhassa dünyanın egzotik bölgeleriyle
ilgili harika fotoğraflarıyla iletmeye çalıştığı mesaj, “eğitimli, hayırsever,
dost Amerikalı’nın, Üçüncü Dünya’lıya tepeden bakışıdır. Çekilen yüzlerce
fotoğraf, inceden inceye elden geçirilerek, ‘kurum’un bakışını yansıtan görüntüler
ve pozlar, bu bakışı destekleyen altyazılarla okura sunulur. Uzun yıllar
Sovyetler Birliği’ne ve Çin Halk Cumhuriyetine dergide yer verilmemesi
örneğinde olduğu gibi, dolaylı yollarla Amerikan dış politikasına uygun hareket
edilir. Sonuç olarak, Michel Foucault’nuıı açık bir dille vurguladığı gibi,
‘National Geographic’in bakışı, Batılı-olmayan insanların gözetlenmesini
sağlayan uluslararası güç ilişkilerinin kılcal damar sisteminin bir parçasıdır.
*
*Catherine A.Lutz & Jane L.Collins, “National Geographic’i Doğru
Okumak", Mart 2005, Agora Kitaplığı, Tanıtım Kapağı
Lider Devletlerin Korkusu
Dünyanın içinde veya dışında oluşabilecek birtakım olaylar ve gelişmeler,
dünyaya şu an hakim gözüken devletleri ve grupları ciddi araştırmalar yapmaya
itmektedir. Elde edilen yeni veriler ve hatta eski veriler bir sır gibi
saklamaktadır. Coğrafya biliminin dar ve elit bir çevrede sürmesi içinse;
sistematik araştırmaları engelleyen, bilinçli bilinçlenmelerin önüne geçen bol
miktarda dergi ve kitap piyasaya sürülmekte, televizyon kanallarında birbirinin
aynı programlar ile sanki “sizin
düşünmenize ve çalışmanıza gerek yok, bizim verdiğimiz verilerle idare edin” dercesine kamuoyunun
bilinçlenmesi, araştırma yapması engellenmekte; bilgi kirlenmesine yol
açılmaktadır.
Dünya coğrafi düzeninin devam etmesi dünya hâkimi ülkeler için en önemli
unsurdur. Bozulmaya uğrayacak coğrafi düzen, dünyadaki lider devletlerin en
büyük korkusudur. Gelişmiş ülkelerde kamuoyu yaratan yayınlarda (sinema,
televizyon, gazete v.b.) dünyanın sonu kontrol ettikleri coğrafi alanlarda,
değişime uğranacağı korkusu vurgulanarak anlatılmaktadır.
D.1- Doğal Değişim Süreci
Coğrafyanın bazı jeolojik ve jeofiziksel özellikleri, insan faaliyetlerini
çok belirgin bir şekilde etkilemektedir. “Bu faktörler uzun vadeli çevre
değiştirici süreçler ve kısa vadeli çevre değiştirici süreçler olarak ayrılır.”
Bazen bu iki süreç birbiriye iç içe geçer. Uzun vadeli çevre değişiminde, yavaş
yavaş oluşan Orojenik (dağların oluşumu, yeryüzünde yükselme, alçalma ve
çanaklaşmalar oluşumu) Epirojenik (yeryüzünde hafif yaylanmalar ve
çanaklaşmalar meydana gelmesi.) Tektonik (jeolojik zamanlar içerisinde
grabenler, oluklar, göl, deniz ve okyanus çanakları oluşumu) güneşlenme - donma
- çözülme, akarsu aşındırmaları, su ve rüzgar erozyonu, coğrafi oluşumlardır.
Kısa vadeli çevre değişimleri ise aniden oluşan depremler, kasırgalar, heyelan
ve çığ düşmesi, seller, volkan püskürmeleri, yıldırım düşmeleri, hortumlardır.
D.2-Çevre Değişiminde Zaman
Zaman unsuruna bağlı olarak ortaya çıkan çeşitli etkileri iki büyük grupta
toplayarak incelemek mümkündür:[17]
1. Yapı ve olaylar değişmediği halde doğrudan doğruya zamanın akışına, yani
süreye bağlı olarak meydana gelen topoğrafık değişiklikler (morfolojik gelişim
dönemleri).[18]
2. Zamanın akışı esnasında bünye ve olay bakımından meydana gelen
değişmelerin topografya üzerindeki etkileri (morfolojik gelişimde karışmalar).[19]
Zamanın etkisi
1.
Zamanın vasıtasız etkisi: Bu durumda olay
ve bünye değişmez farzedilir. Buna göre, topografya şekilleri zamanın süresine
bağlı olarak bir gelişime maruz kaldıkları ve bu esnada özel şekilleri ile
kendini belli eden belirli gelişim dönemlerinden geçtikleri kabul edilir. Bu
dönemler gençlik, olgunluk, yaşlılık dönemleridir. Davis, nemli
glasyal ve kurak iklim bölgelerinde rol oynayan farklı olaylara bağlı olarak üç
morfolojik dönem veya gelişim dönemi saptamıştır. Bunlar da fluvial (normal),
glasial ve kurak dönemlerdir:[20]
2.
Morfolojik gelişimde karışmalar ve
duraklamalar: Morfolojik gelişim esnasında zamanla koşulların değişmesi
mümkündür. Bu suretle, değişen koşullar herhangi bir alanın morfolojik
gelişiminde de bir kesiklik meydana getirir. Yeni yükseklik ve meyil
koşullarına veya değişim olay ve etkilere göre, yeni bir gelişimin başlamasına
neden olur.[21]
Bu değişmelerin bir kısmı, şekillendirici olayın özelliği aynı kaldığı
halde, yerkabuğu hareketleri veya östatik hareketlerle kaide seviyesinin
değişmesi sonucunda meydana gelir. Bu durumda topografya, değişik kaide
seviyelerine göre gelişmiş kısımlardan oluşan bir manzara gösterir. Vetirenin
cinsi ve özelliklerinde bir değişiklik olmadan oluşan bu tür gelişim
karışıklıklarına dönem kesiklikleri adı verilir.[22]
D.3- İnsanın Coğrafyaya, Coğrafyanın İnsana Etkisi
Coğrafya ilminin temel hedeflerinden biri ve en önemlisi, “toplum-coğrafi-
yeryüzü” arasındaki karşılıklı etkileşim ve bunların insana yönelik bilimsel
sonuçlarını araştırıp meydana çıkarmaktır. Ancak bu yaklaşımda, aydınlatılması
gereken önemli bir sorun vardır. O da şudur:
İnsan ve çevre arasındaki etkileşim analiz ve sentez edilerek, topluma
dönük, toplumsal sorunların çözümüne yönelik bilimsel sonuçlar ortaya koyarken,
metodik yaklaşım olarak insanı (toplumu) mı öne çıkaracağız, yoksa çevre mi ön
planda tutulacaktır?[23]
Bu konuda, çağdaş coğrafya ilminin temellerinin atıldığı XIX. yüzyıl
sonlarından bu yana savunulan iki önemli ekol vardır:
a-Pasibilist (insancı) görüş,
b-Determinist (çevreci) görüş.
Bunlardan pasibilist ekolü (İng. possibilism) taraftarları, metodik
yaklaşım olarak, insana ağırlık verilmesi gerektiği görüşünü savunurlar.
İnsanın, çevreyi değiştirme gücünün, doğal çevre faktörlerinin engelleyici ya
da önleyici rolüne göre, çok daha önemli ve etkili olduğu tezini ileri
sürerler.[24]
Bu görüşe göre insan doğaya göre daha aktiftir; doğa insana göre seyirci
durumunda sayılır.
Halk, toplanmış veya miktarı ne olursa olsun, zamanın değişimine ne derece
maruz kalırsa kalsın, çağlar boyunca belirli bir yerde yerleşmiş ve burada
ortak kabule ulaşan temel hatları daima korumuş bir kütledir. Halkı oluşturan
insanlar, kendi çevrelerini belirli bir yerde mümkün mertebe kendi istekleriyle
oluşturmuşlardır. Doğa insanları bir yerde bulabilir ve onlar üzerinde etki
yapabilir, fakat insanın da doğaya uymakla birlikte dağlar taşlar üzerine etkisi
yok mudur ve bu etki devlet yapısında temelli bir unsur görevini yapmaz mı?
Fransız coğrafyacısının sistemine göre sorduğumuz bu sorunun cevabı olumludur.
De la Blache’a göre, “kendi havanı içinde kendi kendini döven bu kütle”, maddi
ve bireysel bir şahıs gibidir. Şu halde, Michelet’in sözünü söylemekte
tereddüde gerek yoktur: “Fransa bir şahıstır”De la Blache devam
etmekte: "Coğrafi bir ferdiyet doğa tarafından önceden hazır ve peşin
olarak verilmiş bir şey değildir”. Bir site, bir belde nedir? Bir haznedir.
Öyle bir hazne ki, ekmiş olduğu kudretlerin tohumlan kendi içinde saklıdır.
Fakat bu güçleri insanlar kullanır ve bu kullanış şekil ve tarzına göre de
ortaya toplumsal bir varlık, “millet” çıkar.[25]
Örneğin ülkemizde barajlar, bentler ve setler vasıtasıyla muhtelif
akarsuların akış yönünün değiştirilmesi ve belli havzalara toplanması,
müdahalenin yapıldığı alanlarda iklimi çok etkili biçimde değiştirmiştir.
Bundan 200 yıl önce muhtelif hastalıklardan dolayı yaşanılamayan Çukurova,
ıslah edilmesi neticesinde yılda üç kez mahsul alabildiğimiz tarım ekonomisi
merkezlerimizden biri olmuştur. İlerideki sayfalarda inceleyeceğimiz insanın
coğrafya üzerine olan etkisiyle her anlamda daha rahat yaşayabileceği alanlar
yarattığını göreceğiz.
Bu nedenlerden dolayı; insan çevrenin denetim ve egemenliği altında değil,
;evre insanın denetim ve egemenliği altında bulunmaktadır görüşü, pasibilist
ekolün esas teması olarak belirir.
Bu görüşlerin karşıtını savunan determinist ekol (ya da determinizm) ise
tarihi akışı içinde, çevre olaylarının, yani fenomenlerin oluş nedenlerinin ve
yasalarının önceden belirlendiğini, oluşmaları, gelişmeleri ve değişmelerinde,
insanın herhangi bir rolünün bulunmadığını savunur. Bu nedenle de doğal çevre
faktörleri ve bunların eseri olan doğal çevre olayları, insan tarafından
denetime alınamaz. Onlar, böyle gerektiği için böyle olurlar, veya oluşurlar
(gerekircilik ekolü veya felsefesi) gibi bir yaklaşımı vardır.[26]
Bu görüşün etkisinde kalan çevreci görüş ya da coğrafi determinizm taraftarları,
doğal çevre faktörlerinin insana (topluma) egemen olduğunu, bu nedenle de,
coğrafya ilminde insan-çevre etkileşim sistemi analiz edilirken, öncelikle
çevre faktörlerine ağırlık vermek gerektiği tezini (iddiasını) ileri sürerler.
Böylelikle insan pasif bir noktaya çekilmekte ve çevreye bağımlı bir bakış
geliştirilmektedir.
Peki birbirine aykırı ve birbiri ile çelişen fikirler ileri sürmüş bu iki
ekolün hangisinin görüşleri doğrudur?
Hemen belirtmek gerekir ki, çevre-insan etkileşimi, karşılıklı bir etkileşim
sistemi olup, sistemlerden birini diğerine tercih etmek, ayrı ele almak ve
birbirinden soyutlamak, coğrafi metottan tamamen sapmak anlamına gelir. İnsan
ve çevrenin karşılıklı olarak birbirini etkileme durumunda, yani etkileşim
süreci sisteminde, insanın rolünü göz önünde tuttuğumuz ölçüde coğrafya ilmi
yapmış sayılırız. Toplumu, başka sözlerle insanı, yaklaşımın ilgi odağı ve
ağırlık merkezi kabul etmeyen hiçbir araştırma, coğrafi değildir. Bu nedenle
coğrafya ilminde, insan mı yani beşeri coğrafya mı öndedir, doğal çevre
faktörleri veya fiziki coğrafya mı öndedir tartışması, coğrafi görüşün
dışındadır. Aksi yapılırsa, coğrafya ilminin odağı ve hedeflerinden sapılmış
olunur.[27]
Çevre mi insana, yoksa insan mı çevreye egemendir sorusuna cevaplar ararken, bu
konuda kesin birtakım sınırlar koymak ve çevre sistemlerinde (eko sistemlerde)
bir dengeden söz etmek, coğrafi yeryüzünün birçok bölgesi için oldukça zordur.
Çünkü, etki grupları diyebileceğimiz insan ve doğal çevre faktörleri,
yeryüzünde bölgeden bölgeye önemli farklılıklar göstermektedir. Gerçekten de,
kimi bölge ekosistemlerinde doğal çevre faktörleri, kimi bölgelerde ise,
insanın rolü temel değiştirici egemen faktör olarak göze çarpar;[28]
Bu sistemlerin bütününe verebileceğimiz ad olan Dünya Düzeni, iç içe geçen
bu sistemlerin toplamından farklı bir karaktere sahip olduğundan durağan değil,
dinamik ve aktif bir özellik taşır. Bu dinamiği bugün belirlemeye çalışan daha
çok insan ve onun yapıp ettikleridir.
Yukarıda belirtilen hususlara ek olarak vurgulanması gereken önemli bir
noktada da insanın sahip olduğu bilinçtir. İnsan bilinci sayesinde doğayı
değiştirir ve dönüştürür. Ancak üzerinde durulması gereken bu değişimin nasıl
olması gerektiğidir. İşte bu noktada insanın toplumsal boyutta yarattığı en üst
organizasyon olan devletin işlevi akla gelmektedir.
Çevre ve devletin siyasal gücü arasında ilgi bulunduğu, daha Eskiçağ
düşünürleri tarafından farkına varılmış ve bu konularda, ilginç sayılabilecek
görüşler ileri sürülmüştü. Gerçekten de, toplumların devlet şeklinde
örgütlenmesi ve siyasal açıdan güçlü bir devlet kurmaları, egemenlikleri
altında tuttukları ülke topraklarının, doğal ve beşeri kaynaklarının zengin
olup olmayışı ile yakından ilgilidir. Eskiçağ ve kısmen de Ortaçağ ülke
zenginliği, o ülkenin sahip olduğu verimli tarım toprakları başta olmak üzere
ormanları, su kaynakları ve otlakların zenginliği ile ölçülürdü. Günümüzde
bunların önemini korumasıyla birlikte, bu zenginliklere yenileri; metalik ve
fosil madenler (demir cevheri, kömür ve petrol başta gelir), turistik doğal
kaynaklar ve benzerleri eklenmiştir. Bu tür bir korelasyonun varlığı, şimdiki
bilgilerimize göre ilk kez Aristo (M.Ö. 384—322) tarafından, Devlet Teorisi’nde
ileri sürülmüştür. Benzer görüşler, Straben ve İbn-i Haldun gibi düşünürler
tarafından da savunulmuştur. Aristo'ya göre, doğal kaynakları kısıtlı
bölgelerde yaşayan toplumlar, daha güç şartlarda devlet kurarlar ve bu
devletlerin egemenliği, kısa ömürlü olur. [29]
Bazı coğrafi bölgelerin avantajlı konumu insan yaşam ve medeniyeti için
önemlidir. Bu avantajın verdiği durumun tespiti, devamlılığı ve incelenmesi
coğrafya bilimi tarafından sağlanır. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta
coğrafyanın devlet organizasyonuna sağlayabileceği yarardır. Daha doğrusu
devletlerin bunu ne şekilde kullandıklarıdır. Devlet bilinci bu noktada ortaya
çıkmaktadır.
Bilim ve teknoloji sayesinde gelişen iş makineleri, aşılamaz denilen
engellerin aşılmasını, çıkılamaz denilen dorukların kullanımını, insanoğluna
sunmuştur. İnsan hareketleri coğrafyanın hareketlerinden daha hızlı olduğundan
bazen haklı olarak coğrafyanın (çevrenin) korunması fikri ortaya çıkmıştır. Bu
konu için çeşitli gruplar kurulmuştur.
Bununla birlikte, insan tekniği ve faaliyetlerinin esir olduğu süreçler,
daha kısa zaman periyotları içinde oluşmakta ve eko sistemleri, dikkat çekici
bir şekilde değiştirmektedir. Zaten bugün, ekolojik denge veya doğal denge
bozulması diye bir terimin ortaya atılması, beşeri aktivitelerin çevreyi
bozacak şekilde etkili olmasından ileri gelmiştir. Daha çok çevre bozulması ya
da polüsyon (İng. pollution) terimi ile ifade edilen bu terimin özetle anlamı;
‘insan faaliyetlerinin çevreyi değiştirmesi ve ekosistemlerde canlıların
rahatça yaşama ve gelişmelerinin güçleşmesidir” şeklinde belirtilebilir.[30]
Diğer yandan, ekoloji biliminin önde gelenlerinden Eugene B. Odum’a göre
“Ekoloji, fiziki ve biyolojik bilimleri birbirine bağlayan ve doğal bilimlerle
sosyal bilimler arasında köprü kuran” bir bilim dalıdır. (Bu tanımlamalardan da
anlaşılabileceği gibi ekoloji çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Bir ekoloğun, her
bilim dalından anlamasa bile birçok bilim dalından anlaması gereklidir. Bu bakımdan, aşırı
uzmanlaşmanın kol gezdiği üniversitelerde ekologlar kendine özgü bir kategori
oluşturur.) [31]
Hangi tanımlamayı kabul edersek edelim, ekoloji gerek temel bilimler
açısından, gerek hava, su kirliliği gibi çevre sorunlarının çözümüne yardımcı
olması açısından çok önemli bir bilim dalıdır. Ne yazık ki bu gerçek, ancak
1960’lı yıllarda çevre hareketlerinin başlamasıyla kabul edilmeye başlanmıştır.[32]
İlk kez 1869 yılında Alman alimi Haeckel tarafından kullanılan ekoloji
kelimesi Eski Yunanca’da ev idaresi anlamına gelir. Ekolojinin basında ve halk
arasında ilgi görmesi 1960’lı yıllarda başlar. Amerika’nın Wisconsin eyaletinde
DDT’nin (Dichlodiphenyltrichloraeton) kullanımının yasaklanması için açılan bir
dava bunun en güzel örneğidir. Bu davada bilirkişi olarak ifade veren
ekologların, DDT’nin muzır böceklerden başka birçok faydalı böceği de
öldürdüğünü, ekosistemleri zedelediğini, hatta İsveç’te bir kadının sütünde
bile bulunduğunu ortaya atmaları basında büyük ilgi uyandırdı ve birkaç yıl
evvel halkın hiç haberdar olmadığı bir bilim dalı herkesin konuştuğu bir konu
oldu.[33]
Binlerce ton zararlı gazı ülkelerinin kalkınması için atmosfere salan şu
anki gelişmiş ülkeler, hem coğrafyanın bozulmasını engellemek hem de gelişmekte
olan ülkelerin gelişmesinin önüne geçmek için traji-komik yaptırımlar
koymaktadır. Örneğin fakir bir gecekonduda oturan, az gelirli bir işçinin kızı
deodorant-parfüm alırken ozonu deler mi, delmez mi diye sorabilmektedir. Zengin
dünyanın, fakir bekçileri olan az gelişmiş ülke insanları dünya coğrafyasına
zarar verenlerden soramayacağı hesabı kendi kendilerine sormaktadır.
Elbette ki coğrafyanın saf ve temiz hali
korunmalıdır. Yalnız unutulmaması gereken dünyanın hiçbir ülkesinde,
Türkiye’nin içinde bulunduğu konum mevcut değildir. Ülkemizin bulunduğu
coğrafyada, zayıf devletlerin yaşama şansı yoktur. Sadece doğanın korunması
hedefiyle hiçbir ticari ve sanayi gelişim sağlanamaz. Yapılan bazı sanayi
tesislerinin yerleri ve çalışma yöntemleri yanlış kararlaştırılmış olabilir.
Hatalı kurulan bu tesislerin yarattığı saçma önyargılar nedeniyle Türkiye sanayisiz,
enerjisiz ve savunmasız bırakılamaz
Bilindiği üzere insan, alet yapar; canlıların en akıllısı ve zihinsel gücü
en yüksek olanıdır. Bu nedenle de, akıl gücünün üstün fonksiyonlarını
kullanarak, çok değişik teknikler ve teknolojiler (maddeyi şekillendirme
bilgileri) geliştirmektedir. Oluşturulan bu teknik ve teknolojiler, çevrenin
hayatı güçleştiren şartlarına uygulanmakta ve çevreden yararlanmayı kolaylaştırmaktadır.
Tarihi akış içinde toplumların ilerlemesiyle ve üretim araçlarının gelişimiyle
bilim de yeni bir boyut kazanmış ve teknolojiyi inanılmaz boyutlara
getirmiştir. Bu gelişimde en önemli tarihsel dönüm noktasını 19. yy’daki Sanayi
Devrimi oluşturmaktadır. Bu süreçten sonra insanın teknolojiyi hızla
geliştirmesi, doğa üzerindeki egemenliğine de yeni bir güç kazandırmıştır.
Bunda esas rolü, insanın zihinsel gelişmesinin ürünü olan ilim, teknik ve
teknolojinin, giderek doğal çevreyi değiştirmesi oynamıştır. Bu alanlardaki
gelişme, doğal çevrenin (işlenmemiş, kültüre alınmamış çevre)
değiştirilmesinde, insanın en etkili temel araçları olmuştur. Bunu da ayrıca
belirtmek gerekir ki, insan ilim ve tekniği sayesinde, bütün doğal çevre
faktörlerini kontrolüne alabilmiş değildir. Örneğin; bugün insan, eskiye göre
yeryüzünün daha geniş bölgelerine yerleşebilmiştir. Ancak, her çevreye adapte
olma gücü, kuşkusuz sonsuz değildir. Burada, aşılması gereken çok önemli
güçlükler vardır.
Gerçi insan, çevre koşullarına uyum gücü en yüksek olan canlıdır. Bunu,
yeryüzünün farklı iklim şartları gösteren bölgelerine yerleşerek, buralara uyum
sağlamış olmasından da anlamak mümkündür. Ne var ki bu görüş, Darwin’ist görüş taraftarlarının ileri sürdükleri
gibi, insanın her çevreye adapte olma gücünün sonsuz olduğu anlamına gelmez.
Çünkü insan, farklı çevrelerde, değişik teknik tedbirler alınarak
yerleşebilmekte ya da büyük yaşama zorlukları ile karşılaşılabilmektedir.
Bugün, insan ve onun en belirgin eserlerinden biri olan yerleşim bölgeleri,
yatay sınırları, Kuzey Yarımküresi’nde 75-80° kuzey paralellerine, Güney
Yarımküresinde 55-60° güney paralellerine kadar sokulmuştur. Dikey sınırlar da,
ılıman kuşaklarda 2300-2400 metrelere, tropikal kuşakta yaklaşık 3000-4000
metrelere kadar ulaşmıştır. Ancak bu bölgeler, hem çok seyrek nüfuslanmıştır
hem de bu bölgelerin toplumları, genel olarak yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını,
yaşamaya daha uygun alçak bölgelerden sağlarlar. Barındıkları konutları, özel
ve pahalı birtakım teknolojiler kullanılarak inşa edilmiştir. Soğuğa karşı
koyabilmeleri için, daha özel ve pahalı giyecekler kullanırlar. Ya da
Eskimolar, Laponlar, Çukçiler, Ostiyaklar ve Gilyaklar gibi geri kalmış
toplumlar güç şartlarda, ilkel bir hayat sürdürürler.[34]
F.l- Teknolojinin İnsanoğluna Coğrafya Karşısında Sağladığı Avantajlar
Bulunan her yeni teknik, insanoğlunun coğrafya üzerinde daha rahat
yaşamasını sağlamış ve yeni yaşam alanları kurmasına yardımcı olmuştur.
Bunlardan pek çoğuna ilerideki bölümlerde değineceğiz fakat insanoğlunun
yaşamında ve dünya coğrafyasına hâkimiyetinde çok büyük bir avantaj sağlayan
birkaç örnek vermek istiyorum.
Yapımına 1859’da başlanmış ve 1869 da ulaşıma açılmış olan Akdeniz ve Kızıl
deniz arasında 161 km.lik uzunluğu ile Akdeniz ve Uzak Doğu limanları
arasındaki deniz yollarını 8.000 ile 9.000 km. kısaltan Süveyş Kanalı, dünyanın
insan tarafından yapılan dev beşeri harikalarından biridir. Süveyş Kanalı hem
stratejik açıdan (askeri savunma ve bölge hakimiyeti yönünden) hem de ekonomik
yönden büyük önem taşır. Bu kanal, Hint okyanusu ve kol denizlerinin limanları
ile Akdeniz, Karadeniz ve Batı Avrupa limanlarını zaman ve ekonomik açıdan
birbirlerine yaklaşmasını sağlamıştır.
Süveyş Kanalının yapımını gerçekleştiren Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps tarafından 1881 yılında
başlanan, daha sonra ekonomik ve iklim şartları nedeniyle yapımından vazgeçilen
ve 1904 senesinde ABD tarafından yapımına tekrar başlanan Panama Kanalı da
bunlara iyi bir örnektir. Panama Kanalı I. Dünya Savaşı yılları başında 1914
yılında hizmete açılarak, insan ve teknolojinin doğa üzerindeki hakimiyetine
bir örnek oluşturmuştur.
Bugün ABD-Kanada ortak milli sınırları boyunca, uzunluğu 900km.’yi aşan bir
iç sular kanal sistemi vardır. Sistem, St. Lawrence (Sen Laurens) Körfezi’nden
başlar, Quebec (Kebek)-Oııtario Gölü üzerinden, Erie
Gölü’ne uzanır. Ontario ve Erie gölleri, Welland Canal (Velind Kanal) ile bağlantı sağlamıştır. Erie ve Huron göller; de, Detroit üzerinden, yine bu kanallarla birbirine
bağlıdır. Bu sistem sayesinde, A.B.D ve Kanada milli
sınırları içinde bulunan Göller Bölgesi kıyı limanları, Atlas Okyanusu kıyı
limanları ile ulaşım bağlantıları kurmuştur. Son olarak 1959 yılında tamamlanan
bu iç sular kanal sistemi ve göller üzerinde, bazı iç denizler kadar yoğun bir
deniz trafiği göze çarpar. Hatta, Karadeniz gemi trafiğinden, daha yoğun bir
trafik vardır. Gerçi yılın 3—4 ayında donan göller ve kanallar, gemi
ulaştırmasını kesintiye uğratır. Ancak, örneğin Quebec-Chicago limanları arasında, ya da Göller bölgesi kıyı limanları arasında, yine de
her yıl binlerce ton sanayi hammaddesi taşınır.[35]
Rusya Federasyonu’nun Avrupa
topraklarında, uzunluğu 2000 km.yi aşan bir kanal sistemi oluşturulmuştur. Bu
sistem, Hazar Denizi-Karadeniz ve Baltık denizlerini birbirine bağlamıştır. Bu
kanal sistemlerinden biri, Volga-Don (Lenin) Kanalı’dır. Don
ırmağı ve Volgagrad kenti arasında inşa edilmiştir. Uzunluğu 150 km. kadar
olup, 1936 yılında ulaşıma açılmıştır. Karadeniz-Azak Denizini ile Hazar
Denizi’ni bağlamak amacıyla yapılmıştır. Örneğin Karadeniz savaş ve ticaret
filosu, bu kanaldan kolaylıkla Hazar Denizi’ne geçebilir. Yine Baltık Denizi,
Petesburgladoga ve Onega gölleri ile Beyazdeniz ırmağı üzerinden bu denize
bağlanmış olup, bu kanala, Baltık Kanalı denir. Bu suyolunun toplam uzunluğu,
1200 km.yi biraz aşar.[36]
Bu tür iç suyollarına, kuşkusuz birçok ülkede rastlanır. Ancak en yaygın
olarak rastlanan ülkeler; Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, Rusya, İngiltere,
A.B.D. ve Kanada’dır. Örneğin İngiltere’de Liverpool-Manchester Kanalı 60 km ile buna iyi bir örnektir.[37]
Bu örnekler, bir taraftan insanın doğa üzerindeki egemenliğinin
göstergeleriyken, diğer taraftan da bu egemenlikte insana ne kadar yer
verildiği sorusu akla gelebilir. Bunun cevabı yine doğa-insan arasındaki ilişkiye
bakışla alakalıdır. Dünya Düzeni ne kadar insanı gözeterek teknoloji ve ilimle
dönüştürülüyorsa o kadar doğru tercih yapılmış olur. Diğer taraftan doğa
üzerindeki bu egemenliğin sınırı ne kadardır sorusu da akla gelebilir. Bugün
uzaydaki insan çabalarını da hesaba kattığımızda egemenliğin sınırını çizmek ya
da mesafesizlikten bahsetmek şimdilik çok erken olmaktadır.
F.2- Osmanlı Tarihinden Bazı Örnek Projeler
Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyanın önemli bölümünde uzun süre egemenlik
kurmasında o tarihteki dünya konjonktürü, Osmanlı devlet yapısı ve sosyal
yapısı gibi insana dair ölçütlerin etkili olmasının yanında coğrafyasının da
önemli bir rolü vardır. Osmanlı, coğrafi üstünlüğünde ve özellikle de deniz
hakimiyetindeki üstünlüğünden dolayı uzun süre ayakta durabilmiştir.
Osmanlı donanması Akdeniz’de faaliyet gösterip en kuvvetli rakiplerine
üstünlük sağladığı halde Hind, Aden ve Umman denizlerinde Portekizlilere karşı
bir başarı sağlayamamışlardı. Süveyş tersanelerinden gerek gemi adedinin
arttırılması ve gerek gemi levazımının temin ve tedariki mümkün olmuyordu.[38]
Portekizlilerin Hind denizinde pek çok rol oynamaları oralardaki İslam
devletleri üzerinde korku oluşturmuş ve bu devletlerden bazıları Osmanlı
devletine başvurarak himaye ve yardım istemişlerdi. Hatta Osmanlılardan önce
aynı müracaat Memlûk sultanlarına da yapılmıştı.[39]
Mısır ve Hicaz’ın Osmanlılara geçmesi üzerine Süveyş’teki Memlûk tersanesi
yeniden düzenlenerek bölgenin en büyük donanması yapılmaya başlandı.[40]
Portekizlilerin sonraları daha çok artan ve bütün Hind denizi ve Sumatra
adası ile etrafını tehdit eden vaziyet üzerine, bu Sumatra adasıyla Malaka
yarımadasının ve diğer bazı adaların hükümdarı bulunan Sultan Alaüddin,
Portekizlilerin tazyikinden ve saldırılarından korkarak 975 H./1567 M. yılında
Hüseyin adında bir elçisini İstanbul’a yollayarak asker, top ve harp levazımı
istemişti[41]
Bundan başka Hind okyanusu dahilinde bulunan pek çok tüccar da sürekli olarak
Portekizlilerin saldırılarına uğruyorlardı; Bu durum karşısında Osmanlı
hükümeti bir taraftan Hind denizine donanma çıkarmak isterken diğer taraftan da
Portekizlilerle diplomatik ilişkilerini sürdürüyorlardı.[42]
İşte hem Hind tarafından hac ve ticaret için Osmanlı memleketlerine gelen
ve gidenleri Portekizlilerin saldırılarından korumak, hem de Yemen, Hicaz ve
Habeş vilayetlerini muhafaza etmek için kuvvetli bir donanmaya lüzum olduğu
için Akdeniz donanmasının doğrudan doğruya Kızıldeniz ve Hind denizine geçerek
faaliyette bulunması zaruri görüldüğünden Akdenizle Kızıldeniz arasında bir
kanal açılması için teşebbüse geçilmiştir.[43]
12 receb 975 tarihiyle (1568 Aralık) Mısır beylerbeyine gönderilen bir
fermanda[44],
Portekizlilerin Hindistan’a musallat olmalarından ve o taraflarda haccetmek
için Mekke’ye gelmek isteyen Müslümanların yollarının kesilmesinden dolayı
Hindistan’ın bunların elinden alınmasını gerektirdiğini, Süveyş’ten Akdenize
bir kanal açılarak donanmanın Kızıldeniz’e geçmesinin zaruri olduğu ve bu iş
için mimar ve mühendisler gönderip acele Akdeniz ile Süveyş’in aralarını ölçüp
kanal açmak mümkün olup olmadığının ve kanalın genişliğinin ne kadar olacağının
ve kaç gemi gireceğinin bildirilmesini emretmiştir.[45]
Bırakın bölge siyaset ve ekonomisinde yapacağı etkiyi Dünya üzerinde bile
büyük bir gelişme sağlayacak olan bu büyük işin neden yapılamadığı veya
ertelendiği bilinmemektedir. Aynı tarihlerde Don ve Volga nehirlerinin
birleştirilmesi için faaliyete geçmiş olan Sokullu’nun belki Don - Volga
kanalını birinci plana almasıyla Süveyş işi ertelenmiş ve sonra da Don -
Volga’daki başarısızlığına düşmemek için terk edilmiştir veya henüz bilgimiz
olmayan başka bir sebep vardır.[46]
Yine bu arada Sokullu’nun arzusuna uygun olarak 975 H./1567 M. de Harezm
hükümdarı Hacı Mehmed Han’dan gelen bir mektupta; İranlıların Orta Asya
hacılarına yol vermediklerinden şikayet edilerek Ejderhan’ın zaptı ile
hacılarla tüccarların emniyet içinde gelip gitmeleri temenni olunmakta idi.[47]
Sokullu Mehmed Paşa, Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya giden yol için ilgililerle
görüştüğü zaman bunlar kısa yolun Azak denizine akan Volga nehrinin en yakın
yerinden bir kanal açılarak bu iki nehrin birleşmesiyle mümkün olacağını
söylediler.[48]
Eğer bu kanal işi olursa Rusların Volga havalisinden elleri kesilecek, eski
bir Türk ve Müslüman şehri olan Ejderhan ve etrafı devletin nüfuzu altına
girecekti. Bundan başka İran üzerine yapılacak seferlerde de Hazar denizi
vasıtasıyla asker, zahire ve harp levazımı yetiştirmek kabil olacaktı.[49]
Osmanlıların Ejderhan’a kadar gelmeleri Rusların Asya içlerine ve
Kafkasya’ya nüfuz etmelerine mani olacaktı. İşte bu istek ve arzular
neticesinde Sokullu Mehmed Paşa faaliyete geçmeye karar verdi ve kendi
güvendiği adamlarından Şıkk-ı sani defterdarı Kasım Bey’i Kefe sancakbeyi iğine
tayin ederek bu iş üzerinde incelemelerde bulunmasını emredip, ilgili yere
gönderdi. (979 H. /1568 M.)[50]
Kasım Bey, Don ve Volga nehirleri arasındaki kanalın en dar yerinden
mühendislere ölçtürüp[51]
bunun deniz mili ile altı mil olduğunu[52]
öğrenerek raporunu verdi. Bu rapor üzerine kanal açılmasında çalışacak geri
hizmet erbabı ve Rusların muhtemel taarruzlarına karşı asker tedarikine
başlandı. Durum Kırım hanı Devlet Giray’a da bildirildi ise de Devlet Giray,
Ejderhan zaptedilse bile tekrar Rusların eline düşeceğini ve boşuna kan dökülüp
masraf edilmemesini tavsiye etti. Devlet Giray eğer Osmanlı planı uygulanmış
olursa Kırım hanlığı mevcut yarı bağımsızlığını da kaybedeceği düşüncesiyle
kanal açılmasına ve Ejderhan’ın zaptına gönülsüz yaklaştı; durumu Rus Çarına da
bildirdiği gibi Kırım’daki Rus elçisi de vaziyeti Çara bildirmişti.[53]
Kanal işinde çalışacak olan amele taburlarından[54] üçbin
Yörük, Müsellem ve Tatardan başka üç bin Yeniçeri ile yirmibin tımarlı süvari
de gitti; bunlara nakliye ve binek için çeşitli hayvanlar ve yiyecek tedariki
için Boğdan ve Eflak Voyvodalarına hükümler gönderildi.[55] Aynı
zamanda beşyüz kantar peksimet yapılması için Kefe kadılığına emir verildi.[56]
Kırım hanına da amele ve Tatar askeri vermesi bildirildi; otuz bin Nogay da
bunlara iltihak etti. Kanalda kullanılmak üzere Kefe’de yapılacak gemiler için
hassa reislerinden; Hızır Reis kaptan olarak gönderildi.[57]
Kanal işi kendisine havale edilen Kefe beyi Kasım’a beylerbeyliği
verilmişti.[58]
Kasım Paşa Kırım hanının itirazlarını dinlemedi ve bütün hazırlıklarını yaptıktan
sonra, beş haftada Don nehri kenarında kazılacak yere geldi.[59]
1569 Ağustosunda (977 rebiulevvel) işe başlanarak üç ay aralıksız çalışıldı.
Amele çalışırken askerin de Ejderhan kalesini zaptetmesi uygun görüldü. Bu üç
aylık kısa çalışma neticesinde iki nehir arasındaki mesafenin üçte biri
kazıldı. Bu faaliyetten memnun olmayan Kırım Hanı, kışın şiddetinden ve dokuz
ay sürdüğünden bahis ile el altından propaganda yaptırması sebebiyle amele ve
asker arasında hoşnutsuzluklar baş gösterdi.[60]
Kasım Paşa elindeki muharip kuvvetlerle Rusların yaptıkları yeni Ejderhan
üzerine gittiyse de toplar geride kalıp kış da gelmek üzere olduğundan hafif
bir savaş tertibatı alındı. Kasım Paşa kışı, eski Ejderhan’m olduğu yerde
yapacağı bir kalede geçirip İlkbaharda kaleyi almak düşi'ıncesindeydi. Fakat bu
kararı öğrenen asker, serkeşliğe başladığından, Kasım Paşa hem Rus Ejderhanı
savaş hazırlığını hem de kazı işini terk ederek Azak tarafına çekildi; bir
kısım hafriyat malzemesi kazı yerinde bırakıldı.[61]
İşte böylece Sokullu’nun bu mühim teşebbüsü kendisine muhalif olanların
entrikaları neticesinde yüz üstü kaldı; hatta bu kadar masrafın boşa gitmesinden
rahatsız olan II. Sultan Selim’in canı sıkılarak bir arz günü vezirlerin
huzurunda vezir-i azami eleştirerek libütün masarifi ve
zayiatı sana ödetmelidir” demişti.[62]
Tarihlerde bu sefere Ejderhan ve Kazan seferi denilmektedir.[63]
Kanal hadisesi ve Ejderhan’m muhasarası Ruslarla aramızı açtıysa da 1570
senesinde Novosiltof adındaki bir Rus subayı elçi olarak İstanbul’a geldiğinde
aradaki soğukluk kalktı.[64]
c-Marmara - Karadeniz kanal projesi
Daha önce belirtmek gerekir ki, İznik
gölü ve Sakarya nehri vasıtasıyla Marmara ile Karadeniz’in birleştirilmesi işi
bu tarihten daha önce yani Kanuni Sultan Süleyman zamanında ele alınmış ve o tarafa
bu konuyu araştırması için uzman bir heyet gönderilmiştir. İznik ve Sapanca
gölleriyle Sakarya Nehri’nin birleştirilmesi suretiyle açılacak kanaldan
birinci derecede, gemiler vasıtasıyla donanmaya lazım olan kerestenin ve
İstanbul odununun nakli düşünülmüştür.[65]
Bu iş için ilk önce Mimar Sinan ile Girez Nikola adında bir Rum kalfası
gitmiş, bunlar Sapanca gölünden İzmit körfezine kadar olan mesafeden önemli bir
bölümünü kazmışlar fakat devletin başka yerlerinde devam eden savaşlar
sebebiyle işlerini tamamlayamadan kazıyı bırakıp İstanbul’a geri dönmüşlerdir.[66]
Gemi kerestesinin süratle nakline ihtiyacı olmasından ötürü hükümet 999
H./1591 M. de bu kanal işini ikinci defa ele almış İzmit, Sapanca kadılarına
hükümler yazılarak burada Kiraz suyunun Sapanca gölüne ve Sapanca gölünün de
İzmit körfezine akıtılması ve Sakarya nehrinden Sapanca gölüne, oradan da İzmit
körfezine kadar olan mesafenin ölçülmesi için uzmanlardan oluşmuş bir heyet
gönderildiği bildirilmiştir. Kanal için muhtelif kaynaklardan otuz bin amele
tedarik edilmiş, kanal açılacak yerlerdeki tarla, çiftlik ve köylerin uygun
mahallere nakledilecekleri ve kanal işinin kat’i olduğu da ilgililere ferman
ile bildirilmiştir.[67]
Bu kanal işinin önemini kavramış olan Vezir-i azam Koca Sinan Paşa, bizzat
mahallinde inceleme ve araştırma yapmak üzere Sapanca taraflarına kadar gitmiş
(999 cemaziyelahır/1591 nisan) ve burada üç gün kalmıştır. Ölçüm ve kazıdan
çıkacak molozların döküleceği yerleri dahi tespit edip durumu III. Sultan
Murad’a arz etmiş fakat Sinan Paşa aleyhtarlarının Sultanı olumsuz olarak
etkilemesi üzerine Sultan projeye önem vermemiş ve şöyle demiştir:[68]
“Din ve devlete lazım olur iş değildir; terk edilmesi icap eder. Halkın
minnet ve meşakkat çekmesi zulüm görmesi doğru değildir; en mühim iş donanma
vücuda getirmektir. Bu zamana kadar odun nice ola geldi ise yine öyle tedarik
olunur”[69] diyerek kanal
işinin terkini emreylemiştir.[70]
,
Tarihin ilk gemi kerestelerinin şuan Bartın ilimize bağlı olan Kurucaşile
ve Amasra civarlarından tedarik edildiğini belirtmek gerekir. Karadeniz'in
rüzgarları ile uç kısımlarından itibaren doğal bir eğim alan ağaçlar gemi
omurgası için en değerli parçayı oluşturmaktadırlar. Bugün dahi ağaç gemilerin
en önemli ve yapımı en zor olan bölümünün, yurdumuzun bu bölgesinden doğal
olarak tedariki devam etmektedir. Dünyanın en eski tersanelerinin bu bölgede
olmasının sebebi budur.
Dünyada pek çok başarı sağlamış olan
Osmanlı Devleti, çağının en mühim teknik bilgileriyle donanmış olan devlet
adamlarıyla çalışmıştır. Buna rağmen yukarıda bahsedilen tarihlerde yapılan
projeler başarıya ulaşmamıştır. Dünya jeopolitiğinin önemli noktalarında
yapılan bu projelerin, başarıya ulaşması durumunda, Osmanlı devletinin devamını
ve bugünün Türkiye’sinin nasıl olabileceğini bir an düşünün!
Coğrafyanın kontrol edilebilmesi ve insanlara daha faydalı haline
getirilebilmesi için, çeşitli yolları araştırmak gerekmektedir. Bu
araştırmalar, devletlerin kendisine mensup insanların gelecek için yaptığı en
önemli araştırmaları teşkil eder. Tarih, bu ve bunun gibi örneklerle iç içedir.
Tarih, değişiklikleri kaydetmektir. Coğrafya biliminde de değişiklikleri
kaydetmek çok önemlidir.
Dünya üzerinde meydana gelen doğa olayları (yeraltı, yerüstü ve hava
sahasında), insanı ve tabi olduğu devleti, o coğrafya üzerinde yaşayıp
yaşamamaya, yerleşip yerleşmemeye karar vermesinde birinci etkendir. Olan her coğrafi
hareketin kaydının sağlıklı, düzgün ve anlaşılabilir tutulması yeni coğrafi
keşifler ve o yerler için yapılan savaşlar ve mücadeleler kadar önemlidir. Vatan sathını
müdafaa etmeye, adına vatan dediğimiz coğrafi alanların tüm bilgilerini öğrenip
kaydederek başlanabilir. Ve bu mücadele bütün vatandaşların ülkenin her
köşesinin durumu hakkında bilinçlenmesi ile olabilir. Bu mücadelede sadece
yaşanılan bölge değil ülkenin her bölgesi öğrenilmelidir,
Şu an dünya hakimi gözüken devletlerin veya hakimiyet mücadelesi veren
unsurların, geriye dönük olarak çok iyi coğrafi kayıt tuttukları ortadadır.
Günümüzde devamlılığını sürdürmek isteyen bütün devlet ve organizasyonların,
coğrafi olayların kayıtlarının tutulması gereğini yerine getirip, hep
akıllarında tutmaları gerekir.
David OLDROYD’un kitabının 341. sayfasında 1857 senesinde Büyük Napoli ve
342. sayfasında 1859 senesinde Robert Mallet’in çizdiği dünya deprem dağılım
haritası çok ilgi çekicidir. Royal Society, Geological Society ve British
Library dünya coğrafi olay kayıtlarının en iyi toplandığı ve saklandığı
yerlerdir. Bu konular hakkında geriye dönük araştırma yapanların en sağlam
referanslarını bu kurumlar oluşturmaktadır.[71]
1807 kışında, Londra’da yaşayan on üç kafadar, Jeoloji Derneği adını alacak
bir kulüp oluşturmak üzere Covent Garden’da, Long Acre’daki Freemasons Tavem’da
bir araya geldiler. Maksatları, ayda bir buluşup bir iki kadeh Madeira şarabı
eşliğinde keyifli bir yemek yiyerek jeolojik fikir alışverişinde bulunmaktı.
Entelektüel açıdan yeterince nitelikli olmayan kişilerin gözünü korkutmak için,
yemeğin maliyeti kasten yüksek tutulmuş, on beş şilin gibi ağır bir fiyat
belirlenmişti. Ama daha esaslı bir kurumsal yapıya ve insanların yeni bulguları
paylaşıp tartışmak için buluşabilecekleri daimi bir genel merkeze ihtiyaç
duyulduğu çok geçmeden anlaşıldı. On yıldan kısa bir süre içinde, üye sayısı 400’e
yükseldi, ama hepsi de hala seçkin kişilerdi elbette. Jeoloji Demeği, ülkenin
önde gelen bilim derneği Royal Society’yi gölgede bırakabilecek boyutlara
ulaşmıştı artık.[72]
Üyeler kasımdan hazirana kadar ayda iki defa buluşur ve haziranda hemen
hepsi yaz aylarını çiftliklerinde geçirmek üzere dağılırlardı. Bunlar madenlere
maddi getirisi bakımından ilgi duyan insanlar değildi; çoğu akademisyen bile
değildi, hobileri ile az çok profesyonel bir düzeyde ilgilenmelerini sağlayacak
kadar servetleri ve zamanları olan kişilerdi. 1830’da sayıları 745’i bulmuştu
ve dünya bunun benzerine bir daha asla tanık olmayacaktı.[73]
Şimdi böyle bir şeyi hayal etmek bile zor, ama jeoloji XlX. yüzyılda
insanları çok heyecanlandırır, adeta büyülerdi. Hiçbir bilim dalı daha evvel bunu
başaramamıştı ve bir daha da başaramayacaktı. Roderick Murchison
1839’da The Silurian System’i (Silüriyen Sistem) yayınladığında, grovak diye
adlandırılan bir kayaç türünün kalın ve ayrıntılı bir incelemesi olan kitap
çıkar çıkmaz çok satanlar arasına girdi. Sekiz gineye satılmasına ve tıpkı
Hutton’ın kitapları gibi okunmaz nitelikte olmasına rağmen tam dört baskı
yaptı. (Murchison’ın destekçilerinden birinin bile ister
istemez kabullendiği gibi, “edebi albeniden tamamen yoksun” bir kitaptı bu.)
Keza, büyük jeolog Charles Lyell 1841’de Boston’da bir dizi konferans vermek
üzere Amerika’ya gittiğinde de, büyük dinleyici kitleleri onun deniz
zeolitlerine ve İtalya’nın Campania bölgesindeki sismik tedirginliklere ilişkin
teskin edici açıklamalarını dinlemek için Lowell Enstitüsü’nü her defasında
hıncahınç doldurdular.[74]
İtalya’nın birleşmesi ile ülkenin herhangi bir bölgesinde olan bir depremin
İtalya’nın tamamını etkilemesi; Katolik Kilisesine bağlı kurumların (özellikle
Cizvit Papazları) 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanına yayılan, küresel bir
deprem kayıt istasyonları ağı kurmasına öncülük ettirmiştir. Bu tür bir kayıt
istasyonları ağı, deprembilim kuramının gelişmesi ve yer kürenin içinin
derinlemesine kavranabilmesi bakımından gerekli olduğu kadar, yer sarsıntılarını
kaydetmek ve yakın gelecekte olabilecek felaketleri önceden haber vererek
depremin zararlarını azaltmaya çalışmak gibi, bütünüyle yarar sağlamaya dönük
amaçlar nedeniyle de gerekliydi.[75]
1880 yılında I. Hottori’nin başkanlığında kurulan Japonya deprembilim
topluluğunun çıkartmış olduğu, “Seismological Journal of Japan” dergisi 19.
yüzyıl sonlarında, deprem bilim alanında yapılan en önemli çalışmaların çoğunu
içine almıştır. Japonya’da yapılan deprem bilim çalışmalarına özellikle İngiliz
ve İtalyan bilim adamlarının katılması, Japonya’nın bugün deprem biliminde öncü
olmasına katkıda bulunmuştur.
Dünyada afetler ve doğa olayları üzerine en iyi kayıtları Venedik
Cumhuriyeti belgeleri oluşturur. Venedik Cumhuriyeti, yönettiği kalelerin ve
yerleşimlerin havarisinin idaresi için düzenli olarak çok sayıda Venedik memuru
atıyordu. Venedikli memurlar “vakalar” adı altında meydana gelen doğa
afetlerini kayıt altına alıp Venedik arşivlerine gönderirlerdi. Hazırlanan
belgelerde;
•
Bu olayları yazan
Venedikli memurun kim olduğu,
•
Venedik senatosuna
bu belgelerin nereden gönderildiği,
•
Hakkında bilgi
verdikleri öteki yerlerin nereleri olduğu,
•
Doğal afetler
hakkında verdikleri bilgilerin ne derece güvenilir olduğu mutlak suretle yer
alırdı.[76]
Buna bir örnek olarak şu belgeyi verebiliriz.
Prens Hazretleri,
Ayın 16'sında, geceleyin, bu adada peş peşe üç yer sarsıntısı meydana
geldi, yüreklilikle hemen surlara ve özellikle de henüz yeni inşa edilmiş ve
tamamlanmamış olan dıştaki dokuz hisara koştum, bu depremlerin şiddetinden
etkilenmiş olmalarından kuşkulanıyordum. Ertesi sabah şu mühendis
Gianfılippi’ye surları gezdirdim, hisarlarda zarar olup olmadığını görmek için
mühendis bu müstahkem mevkilerdeki diğer yerleri de dolaştı, şu anda hiçbir
hasar yok; ne var ki sekiz gün sonra, Sant’Atanasio burcunda dört yarık fark
edildi, bunlar tepeden başlıyor ve aynı kulenin tabanında son buluyordu, aşağı
müstahkem mevkinin üstünde yer alan iç bölümde ayrıca kıvrıklar da
oluşturuyordu, çatlamış mazgalların arasında bir yarık beliriyordu. İnandığım
ve bana ilginç gelen haberse, bu yarığın deprem gecesi gözlemlendiği ve ertesi
sabah dikkatli bir inceleme için görevlileri gönderdiğim de gerekli titizliğin
gösterilmemiş olmasıydı. Oysa, mühendis beyin yeminli doğrulamalarının
ötesinde, bugünkü görüntülerine karşın, ilk gün bu yarıkların dört ya da altı
parmaktan fazla olmadığı söyleniyor, (...)
Bu yıkılmanın nedenleri hakkında araştırmalar yürütüldü ve bu olayın
depremden çok sonra meydana geldiği görüldüğü için, bu yarıkların oluşumu kesin
olarak yersarsıntısına mal edilemez, ama bu hasarı da diğer hasarlar arasında
sayıyorum. (...)
Bu bilgilerin tümünü Sayın Generale (Provveditore) 'nin bilgisine sundum,
(...)
Korfu 21 Şubat 1650 (more veneto) Bendeniz.
Girolamo Contarini Provveditore e Capitano.[77]
Bu alışılmadık durumun nedenini, yazışmalar açıkça ortaya koymaktadır.
Venedik, yeni zaptettiği toprakları ve bu toprakları geri kazanmak için
Türklerin yaptıkları askeri harekatları izleme konusunda Venedik’teki
Senato’nun gözleri ve kulakları olarak istihdam ettiği dikkatli memurlarına
güveniyordu. Bu durum, yazışmalarda yalnız depremlerin değil, askeri olmayan
her türlü bilginin de göz ardı edilmemesinin nedenini açıklıyor.[78]
Kimi zaman Venedikli valiler, görevli memurlar, Venedik toprakları dışında
ise konsoloslar yazışmalarına, başka ülkelerden gelen bilgiler içeren sayfalar
ekliyorlardı. Bunların çoğu özel seriler halinde muhafaza edilmektedir,[79]
ama pek çoğuna hala resmi belgelerin eki olarak rastlanabilir.[80]
Aşağıdaki belge, muhtemelen İstanbul’dan gelmekte olup da bir süre Korfu’da
kalan ve Provveditore Generale da Mar’a bir ziyarette bulunan anonim bir seyyah
tarafından betimlenmiş olan bir İstanbul yangını (Ağustos 1660) ile bir Kahire
depremini (Eylül 1660) aktarmaktadır:[81]
[Yaklaşık iki ay önce İstanbul'da yangın çıktı, öyle ki evlerin dörtte üçü
yandı ve hepsi bir anda, yangının başlamasıyla (...)
İzmir’de eylül ayında dokuz yangın meydana geldi, Kahire depremlerle
sarsıldı; Nil ırmağı artık akmıyormuş (..)[82]
Aslında, İstanbul’daki yangına ilişkin bilgi doğrudan edinilmiş gibi görünürken,
Kahire’deki depremle ilgili haberin kaynağı İzmir olarak gösterilmektedir.
Kuşkusuz, Mısır’daki deprem hakkındaki bilginin, güvenilirliği için, öteki
kaynaklarla karşılaştırılarak kontrol edilmesi gerekir.
Doğada hiçbir şey durağan değildir. Gerçekte doğa, düzenli değişimlere
sahiptir. Bu değişimler bazen önceden tahmin edilebilir gelişmelerdir veya
mevsimsel hava koşullarında olduğu gibi normal bir döngüsel hadiseler
dizisidir. Buna rağmen büyük çoğunluğu önceden tahmin edilememektedir. Önceden
tahmin edilemeyen bir hadise meydana geldiğinde ve bu hadise olağanüstü bir
özellik gösterdiğinde hem insanlar hem de çevrenin diğer öğeleri için bir tehlike
halini alır. Bu durumda, böylesi bir hadise doğal afet olarak tanımlanır.
Doğal afet kavramının ortaya çıkışı ile ilgili bir diğer özellik ise, doğal
bir çevrede varlığını sürdüren toplumların beklenmedik bir anda canlarının,
mallarının ya da güvenliklerinin tehlikeye girmesi veya yok olmasıdır. Ekstrem
derecede ortaya çıktıklarında, çevre sakinleri için bir risk oluşturan böylesi
hadiselerin çeşidi oldukça fazladır Bunlar çığ, kıyı erozyonu, kuraklık,
deprem, sel, sis, don, dolu, toprak kayması, yıldırım, kar, tornado, tropikal
siklon, volkanik patlama ve şiddetli rüzgârlardır. Bazı çevresel bozulmalar da
bir afet nedeni olabilir. (Örneğin ormanların yok edilmesi ve çölleşme gibi)
En genel tanımıyla afet; insanların yaralanmalarına ya da yaşamlarını yitirmelerine
neden olan ve/veya mal, tarım ve çevreye zarar veren tehlikeli durumlar veya
hadiselerdir.
Afetler aşağıdaki şekillerde farklılık gösterirler;
Neden: Doğal ya da doğal olmayan nedenlerden kaynaklanabilir. (Örneğin;
sel/taşkın veya nakliye kazaları gibi)
Frekans ve risk: Bazıları çok sık meydana gelirler ve bu nedenle de
diğerlerine göre çok daha büyük bir risk oluştururlar. (Örneğin bazı
bölgelerimizde sel/taşkın zarar riski oldukça yüksektir.)
Etki süresi: Bazıları bir periyot sonrasında biterken, bazıları ise süre
sınırlamasına tabi değildir. (Örneğin bir tornado sadece birkaç dakikalık bir
sürede sona ererken, bir kuraklık yıllarca sürebilir.)
Başlangıç hızı: Bazı felaketler aniden bazıları da günler ya da saatler
öncesinden uyararak meydana gelir. (Örneğin bir sel şartlar oluştuktan sonra
birkaç dakika içerisinde meydana gelebilir; buna karşın bir siklonun oluşumu
için oldukça uzun bir zaman gerekir.)
Etki alanı: Bazı felaketler küçük bir alanda etkili olurken bazıları
ülkenin tamamını etkileyebilir. Bazıları ise tek bir afetin neden olduğu ve
başlangıçta küçük bir alanda etkili olan fakat zincirleme reaksiyonlarla diğer
birçok afete de sebep teşkil eden ve böylece çok daha büyük alanlarda etkisini
gösteren felaketlerdir.
Tahrip gücü: Bu durum çoğunlukla zararın tipine göre değişir.
Önceden tahmin edilebilirliği: Bazı afetler belirli bir düzende ve belirli
bir patemi izlerler (Örneğin bir taşkın, genellikle, taşkın ovası olarak
bilinen bir alanla sınırlıyken, zehirli gaz emisyonları sınır tanımazlar.)
Kontrol edilebilirliği ve insanlara zararı: Bazı felaketlerde, bizler,
tamamen çaresiz kalırız ve felaketleri kendi doğal akışlarına bırakmak zorunda
kalırız. Bazılarında ise, oluşumlarını önleyemesek bile etkilerini en aza
indirebilecek önlemleri almamız mümkündür.
Doğal afet ise yukarıdaki afet tanımlarına ilave olarak, insanların olumsuz
koşullarıyla bir araya gelerek felaket haline dönüşen hadiselerdir.
H.1- Doğal Afetlerin İnsana Çeşitli Etkileri
Doğal afetlerin insanlar üzerindeki etkisinin, oldukça geniş olduğu
konusunda hiçbir şüphe yoktur. Afetler, günümüzde insanları çeşitli nedenlerden
dolayı daha fazla etkilemektedir.
Bunlardan ilki, dünya nüfusunun hızla artmasıdır. Dünya nüfusu arttıkça
insanlar, afetlere maruz kalabilecekleri bölgelerde daha çok yerleşmeye
başlamış; bu nedenle ortaya çıkan bir afetten nüfus olarak daha fazla
etkilenmişlerdir.
İkinci olarak ise, yukarıda değinildiği gibi, nüfusu hızla artan insanoğlu,
artık daha fazla değer üretmekte, daha değerli şeyler yapmakta ve arazi üzerine
inşa etmektedir. Dolayısıyla afetlerin etkilediği değerler gün geçtikçe
artmaktadır.
Üçüncüsüyse, gelişmeyle birlikte, ne yazık ki doğanın tahribatı da
hızlanmıştır. Doğa tahribatı dolaylı olarak afetlerin oluşmasına neden olmakta
ya da oluşan bir afetin etkisinin daha da çoğalmasına zemin hazırlamaktadır.
Bir dördüncü etken; afetlere karşı dayanıksız yapılaşmanın sürmesidir.
Sağlıksız yapılanma Türkiye için son derece önemli bir sorun teşkil etmekte ve
maalesef bu yapılanma halen sürmektedir.
Son olarak ise; iletişim araçlarının gelişmesi ve artmasıyla dünyanın öbür
ucunda olan bir afetten bile haber almakta ve dolaylı olarak etkilenmekteyiz.
Tarih boyunca doğal afetler tüm insanları, tüm ulusları ayırım gözetmeden
etkilemiştir. Ancak, tarih boyunca insanların doğal afetler için hazırlığı pek
de başarılı olmamıştır.
Gelişen teknolojilere rağmen afetlerin insanlar üzerindeki etkisi
kaybolmamış, sadece şekil değiştirmiştir. İnsanlar afetlere daha hazırlıklı
olmanın yollarını aramışlardır. Gelişen teknolojilerin yardımı, doğal afetleri
yok etmek şeklinde değil, doğal afetlerin insanlar üzerindeki zararlı
etkilerini azaltmak yönünde olmuştur.
H.2- İklim Değişikliği ve Doğal Afetlerin Kayıt Edilmesi
Uzun dönemde iklim olayları ve afet kayıtları ve bunlara ilişkin sektörel
bilgiler, gelecekte yaşanabilecek olağan üstü olaylarla baş edebilme
stratejilerini geliştirmede büyük fayda sağlayacaktır. Değişen hava olaylarına
hazırlıklı olunamaması; olağanüstü olaylarının açtığı zararlara engel
olunamamasına, elde edilen gelişmelerin yok olmasına ve hatta ekonomik ve
sosyal olarak yıllarca geriye gidilmesine yol açar.
Dünyadaki olağanüstü hadiselerin, daha sık rapor edilmeye başlanması, bu
hadiseleri ortak bir sorun haline getirmiştir. 20. yüzyıl süresince olağanüstü
hava olaylarında gözle görülür bir artış olduğuna ilişkin bilimsel bir kanıt
olmamasına rağmen bu hadiseler küresel boyutlarda ele alınmaya başlanmıştır.
Olağanüstü hava olaylarına karşı insanların savunmasızlığı, özellikle gelişmiş
ülkelerde, bu hadiselerin birer iklimsel felakete dönüşmesine neden olmuştur.
Haberleşme teknolojisindeki gelişmeler de insanların bu hadiselere ve
etkilerine karşı daha duyarlı olmalarını sağlamıştır. Bununla birlikte kesin
olarak söylenebilecek bir şey vardır ki o da: iklimdeki herhangi
bir değişikliğin insanlar üzerindeki en önemli etkisinin ortalamalardaki küçük
değişikliklerle değil olağanüstü hava olayları ile olacağıdır.
Afetlerin olumsuz etkileri giderek artmaktadır. Fakat bu artış on yıl
öncesine göre çok daha fazla doğal olay meydana geldiğinden değil, bu doğal
olayların günümüzde daha fazla insanı etkilemesindendir.
H.3- Anadolu’daki Misyonerlerin Coğrafi Olayları Kayıt Altına Alma
Çalışmaları
İlgili kitapta 20. yy. başında Harput’ta bir misyoner okulu kuran Amerikalı,
Kalvinizm taraftarları Euphrates College’de (Fırat Koleji) American Board’ın
bir deprem merkezi kurduğuna dikkat çekmektedir.[83]
Mevcut Dünya Düzeni ve gelecek ile
ilgili yapılacak bütün politik düşünce, plan veya yaklaşımlarının birincil
çalışma alanını; bir devleti oluşturan en önemli unsurlardan birisi olan adına
vatan dediğimiz toprak parçasının coğrafi hareketlerinin düzenli veya düzensiz
olaylarını tespit edip kayıt altına almak oluşturmalıdır.
Yine 1920’lerin başında İzmir’deki İnternational College’de (uluslararası
kolej) bir meteoroloji istasyonunun günlük hava raporları hazırlayarak İzmir’de
bulunan Amerikan ve İngiliz vatandaşları ile İzmir rıhtımına yanaşan Amerikalı
ve İngiliz deniz subaylarına hizmet verdiğini hatırlatıyor. Misyonerler, İstanbul’dan
Van’a, Trabzon’dan Adana ve Tarsus’a kadar çeşitli merkezlerde ikamet
ediyorlardı. Bu merkezlerden beş tanesi dışında tümü, ülkenin iç kesimlerinde yer
alıyordu: Van, Bitlis, Erzurum, Harput,
Diyarbakır, Mardin, Sivas, Merzifon, Kayseri, Talas, Ayıntab (Gaziantep),
Maraş, Hacin (Adana Saimbeyli) ve Urfa.[84]
1. Dünya Savaşı patlak verdiği sırada,
Amerikalı misyonerler, Osmanlı İmparatorluğu’nda (çoğu Anadolu’ya
yerleştirilmiş) 174 Amerikalı çalışandan oluşan bir güçle 17 misyon merkezi ve
256 dış merkez işletiyordu.[85] Yerel
misyon merkezleri ve dış merkezlerden oluşan bu yoğun ağ sayesinde,
misyonerlerin yazışmalarındaki yerel haberler tam ve dakik oluyordu. Bu yerel
haberlerin Anadolu’nun, özellikle de Doğu ve Güney Anadolu’nun (Kilikya) en
ücra kesimlerindeki felaketlere bile sık sık gönderme yapıyor olmaları
özellikle önemli. Sonuçta, misyonerlerin hem iyi eğitimli olmaları hem de
bölgeyi çok iyi tanımaları nedeniyle, doğal afetlere ilişkin raporlar güvenilir
niteliktedir; misyonerlerden bazıları Anadolu’da 20-30 yıl, hatta daha da uzun
bir süre yaşamışlardı. Gecikmeksizin gelen bu yerel raporlar,
Boston'daki komiteye gönderiliyor ve kısa bir gecikmenin ardından Missionary
Herald’da yayımlanıyordu. Dolayısıyla, misyona katkıda bulunanlar Amerikalı
misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğundaki girişimlerini destekleme
olanaklarından haberdar edilmiş oluyorlardı.[86]
Orta Anadolu'da Kapadokya’da Board
misyonerleri tarafından 1873 - 1871 yılları arasında yürütülen büyük yardım
çalışmalarında da durum böyledir. Bölgede kıtlık baş gösterdiğinde çok sayıdaki
Rum köylüsü büyük bir yoksulluğa düştü ve buğday karşılığında dinin değiştirmek
zorunda kaldı, fakat sadece kısa bir süreliğine; çünkü kıtlığın sonunda,
misyonerlere “un bitti, din bitti" diyerek yeniden Ortodoksluğa
döndüler.
H.4- Anadolu’daki Meteorolojik Afetlere Örnekler
Meteorolojik afetlerin oluşumunu hazırlayan etmenler temelde atmosfer
kökenli olmasına rağmen bazılarında afetin oluştuğu yerin özellikleri de etkili
olmaktadır. Sel, çığ ve sis buna örnek olarak verilebilir. Aynı miktarda su,
akarsu yatağı içinde akarken belirli yerlerden yatağın dışına çıkarak etrafa
yayılmakta ve taşma-su baskınına neden olmaktadır. Burada taşmaya, yatağın veya
yatak çevresinin şekil özellikleri etki etmektedir, Çığda da buna benzer durum
söz konusudur. Karın birikmesine, aşağı kaymasına uygun yamaçların bulunması
çığı oluşturabilmektedir.
Ülkemiz, meteorolojik karakterli doğal afetlere oldukça sık maruz
kalmaktadır. Bu afetlerden özellikle kuraklık, sel/taşkın ve dolu afetleri en
yoğun yaşanan ve çok geniş alanlarda etkili olan afetlerdir.
Subtropikal kuşakta, Akdeniz makroklima alanı içerisinde kalan ülkemizde,
yıllar arasında büyük yağış değişikliklerinin görülmesi, yaygın veya bölgesel
ölçekli, farklı şiddetteki kuraklık olaylarına neden olmaktadır. Örneğin 1804,
1876 yıllarındaki şiddetli kurak dönemler tarım ürünlerinin ve hayvanların
kaybına, çaresiz kalan birçok çiftçinin göç etmesine neden olmuştur. Bunlardan
1876 yılındaki kuraklığın kıtlıklara ve hastalıklara yol açmak suretiyle
yaklaşık 200.000 vatandaşımızın ölümüne neden olduğu tahmin edilmektedir.
Türklerin anayurdu Orta Asya’dan M.Ö. 375 yılında göç etmelerinin belli başlı
nedenleri arasında iklim değişikliğine bağlı olarak bölgede ortaya çıkan
kuraklık, salgın hastalıklar ve kıtlık olduğu hatırlanmalıdır.
1930 yılında Orta Anadolu’da meydana gelen kuraklık hakkında dönemin
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya beyin Başbakanlığa yazdığı rapor çok ilginçtir[87]
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Konya-Aksaray ve Kırşehir’de meydana gelen
kuraklığın köylüyü yerlerini yurtlarını terk etmek mecburiyetinde bıraktığını;
boşalacak büyük köyler ve yerleşim alanlarının zamanla telafisi mümkün
olmayacak ekonomik ve sosyal çöküntülere sebep olabileceğini belirtmiş, halkın
kuraklığın sürdüğü sahalardan başka bölgelere göç etmesinin önlenmesi için pek
çok tavsiyelerde bulunmuştur.[88]
Elizabeth Zacharıaduo’nun editörlüğünü yaptığı kitapta Tom Sinclair
tarafından yazılan 1646 Tebriz depremi ve ona bağlı olarak Van gölünün
yükselmesi üzerine, olan inceleme çok çarpıcı bilgilerle doludur.
Tom Sinclair Van, Erciş ve Ahlat’da gölün yükselmesinin tarihi sürecine pek
çok örnek göstermiş 1838’den 1841’e ve özellikle 1890’dan kısa bir süre önce
meydana gelen depremden sonraki Van gölü su seviyesinin yükselmesini
örnekleriyle kitapta anlatmış, gölün su seviyesinin yükselmesinin, insanların
bölgeyi terk etmesine yol açtığını yazmıştır.[89]
Van gölüyle ilgili olarak ilk çağlardan itibaren araştırma faaliyeti yapmış
olan bölge ülkelerine rağmen Cumhuriyet devrinde ilk kapsamlı araştırma ve
sempozyum 20-22 Haziran 1995 tarihinde Van valisi Mahmut Yılbaş tarafından
tertip edilmiştir.
Van gölünün su seviyesinin yükselmesi nedenleri, etkileri ve çözüm yollan
konulu sempozyumun, dışında başkaca bir düzenlenmiş, araştırılmış ve afet
olayları ile ilgili bilgilerin toplandığı seminer yada belge yoktur.[90]
Son olarak ülkemizde İsparta Senirkent’te yaşanan çamur felaketi, bu
durumlar için bir örnektir. Onlarca kişinin ölmesine neden olan bu felaketten
acaba gerekli dersi alabildik mi?
H.5- Osmanlı Tarihinde Bazı Doğal Afetler
Girit Üniversitesi Akdeniz Araştırmaları Enstitüsünün Türk araştırmaları
programı tarafından düzenlenen III. Uluslararası sempozyumun konusunu “Osmanlı
İmparatorluğunda Doğal Afetler” oluşturmuştur. Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı tarafından yayınlanmış olan bu eser, Osmanlıda doğal
afetlerin araştırılması hakkında önemli bilgiler içermektedir.[91]
Osmanlı İmparatorluğu tarihinde yaşanan pek çok olayın incelendiği bu
sempozyumda, bazı kuramsal görüşler de hesaba katılmıştır. Şu andan itibaren,
bu tür olayları iki ayrı kategoride ele almayı yararlı görüyoruz. İlk bölümde,
belli bir dönemde bireylere verdikleri acılarla ifadesini bulan deprem, sel vb.
olaylar ile bunların belli zamanlardaki doğal sonuçları, salgın hastalıklar vb.
karşımıza çıkıyor. Bunlar, belli bir zaman aralığında yaşamın akışını
etkileyebilen, özellikle bazı ekonomik süreçlerde yavaşlamaya yol açabilen
olaylardır. Bir de, bunlara göre kesinlikle çok daha nadir görülen, bildiğimiz
tarihsel olaylarla iç içe geçen doğal afetler vardır. Bu konuyu iki olayla örneklememe
izin verin.
1529’da, Kanuni Sultan Süleyman batıya doğru sefere çıkar; niyeti,
Viyana’yı kuşatıp almaktır. Hava durumu sultanın girişimi açısından olumlu
işaretler vermemektedir. Buda ve Viyana arasında bardaktan boşanırcasına yağan
yağmur, yolları, özellikle toplar için geçilmez hale getirir. Eylül sonunda
kuşatma başladığında hava koşulları iyice kötüleşir. O mevsim için alışılmadık
soğuklar başlar. Yerel kaynaklar, soğukları “olağandışı” olarak niteler; Türk
kaynakları Ferdi ve Celalzade, özellikle soğuk havaların ne kadar sürdüğüne
bakarak, kışın bastırdığını söylerler.[92]
Bu bir doğal afet midir? Elbette ki yerel halk, yani böylesi koşullara
alışkın kuşatma altındaki insanlar için, soğukların beklemedikleri bir anda,
normalden erken bastırmış olması bir doğal afet değildir. Ama oradaki duruma ve
askerlerin firar etmelerine yol açan moral bozucu sonuçlara, yiyecek ve silah
bulmakta zorlanmaya, hastalıklara vb. hazırlıklı olmayan kuşatmacı ordu için bu
bir doğal afettir. Üç hafta boyunca, koşullar gitgide kötüleşir. Sultan, askeri
harekatını yarıda kesip, birliklerini Viyana’dan çekmek zorunda kalır. Böylece
Viyana’yı fethetme hayalini gerçekleştiremez. Sonuç olarak ilk bakışta, yani
yüzeysel olarak göz attığımızda, bir doğal afet, tarihsel gelişimi derinden
etkilemiş gibi görünür. Yüzeysel sözcüğünün altı çizilmelidir elbette; çünkü,
gelişimi sürekli olarak etkileyen, kesinlikle daha önemli başka etkenlerin
olduğunu biliyoruz!
Kırım Savaşı’nın başında, yine bir doğal afetin sonucunda bir başka olay
daha meydana gelmiştir. 14 Kasım 1854 günü, ansızın patlak veren beklenmedik
bir kasırga, İngiliz donanmasını mahveder ve böylece, planlanmış olan askeri
harekat felce uğrar.[93]
O dönemden kalma bir dizi kaynak bulunmaktadır: Görgü tanıklarının anıları,
resmi mektuplar, belgeler, aralannda, Lord Raglan’m kendi hükümetine yolladığı,
olayların ve sonuçlarının, özellikle askerlerin çektiği acılar ile ordunun
felce uğramasının dokunaklı bir tarzda anlatıldığı raporlar da vardır. Haklı
olarak Sivastopol kuşatmasındaki gecikmenin, bu doğal olayın doğrudan sonucu
olduğu düşünülmektedir.[94]
Osmanlı İmparatorluğunda Doğal Afetler adlı kitabın 102. sayfasında
1500-1800 yılları arasında Balkanlarda meydana gelen ve şimdiye değin hiç
yayınlanmamış Osmanlı arşiv kaynaklarında kaydedilmiş olan 41 depremin özel
bilgileri yer almaktadır.
Kitabın yazarı Osmanlı hâkimiyetindeki Balkan bölgesinde 1500-1800 yılları
dönemleriyle ilgili Osmanlı dışındaki kaynaklarda 500 adet depreme ait bilgiye
ulaşabilirken, Osmanlı kaynaklarından ise sadece 41 adet deprem kaydı
bulabildiğini, bunların 21’inin ise öteki kaynaklarda zaten yer aldığını
bildiriyor.[95]
H.6- Doğal Afetler: Fırsat Anları
Doğal bir afet, Bizanslılar tarafından genellikle, işledikleri günahlar
nedeniyle Tanrının kendilerine verdiği bir ceza olarak görülüyordu.
İmparatorluğun son yüzyılı boyunca bu günahlar, Bizans topraklarını yakıp yıkan
ve Türk fethini kolaylaştıran iç savaşların çerçevesi içine yerleştirildi: II.
Amironikos ile torunu III. Androllikos arasındaki iç savaş (1321-1328) ve
özellikle tahtın meşru varisi V. İoannes Palaiologos ile Gasıp VI. İoannes
Kantakuzenos arasındaki iç savaş (1341-1347). Bizanslılar sürekli olarak Bizans
sınırlarını zorlayan ve Bizans topraklarına akınlar yapan
Türkleri, günahları yüzünden Tanrının onlara gönderdiği bir ceza olarak kabul
etmeye başladılar; bu bakış açısı, Rum Ortodoks Hıristiyan’ları yanlış
dogmaları, planları nedeniyle suçlayan ve Türklerin ortaya çıkışıyla cezalandırıldıklarını
düşünen Latinler tarafından da paylaşılıyordu.[96]
Türklerin ilerleyişini anlatırken, Bizans yazarları ve tarihçileri kimi zaman
doğal felaketlerden askeri faaliyetlerle bağlantılı olarak söz ederler. Bir tarihçi ise,
bu tür sel ya da deprem gibi bir doğal afetin bir halk için felaket olabilirken
bir başka halk için yararlı olabileceği sonucunu çıkarmaktadır.
Bizanslıları zayıflatan ve Bitinya’daki Osmanlı fethini kolaylaştıran ilk
doğal afet, onlarca yıl Bizanslılar ile Türkler arasındaki sınırı oluşturan
Sakarya Irmağı’yla bağlantılıdır. Bizans imparatorları kurdukları istihkamlarla
ırmağın kendi taraflarındaki kıyılarını titizlikle koruyorlardı.[97]
Bizanslı tarihçi Pakhymeres’e göre, 1300 yılı civarında, “Tanrısal gazabın bir
işareti” olan çok korkunç bir sel, ırmak yatağının değişmesine neden oldu ve
Bizans istihkamlarını tahrip etti.[98] Bu
felaketin ardından, Türklerin Bizans topraklarına girmelerini engelleyen hiçbir
şey kalmamıştı. Pakhymeres, başka hiçbir kaynağın bildirmediği bu olayların
çağdaş ve bilgili bir gözlemcisiydi.
Osmanlı genişlemesiyle bağlantılı ikinci doğal afeti, yani 1 Mart 1354’te
meydana gelen depremi kaydeden kaynaklar daha çoktur.[99]
Oldukça şiddetli olan bu deprem, Trakya’da, aralarında stratejik açıdan önemli
Kallipolis (Gelibolu) Kalesi’nin de bulunduğu çeşitli kent surlarının
yıkılmasına neden oldu ve Türkler de bu kentleri istila etmekte gecikmediler.
Söz konusu olay, Trakya’daki başarılı Türk fethinin temel nedeni olarak kabul
edilegelmiştir. En önemli kaynaklar, dönemin Bizanslı yazarları Nikeforos
Gregoras ile o sırada imparator olan VI. İoannes Kantakuzenos’un eserleridir.
Konstantinopolis’te yaşayan Gregoras, altındaki zeminin sarsılışı da dahil
olmak üzere depremin canlı bir tasvirini bırakmıştır. Gregoras bu olayı,
yurttaşları tarafından işlenen günahlar nedeniyle Tanrının onlara verdiği bir
ceza olarak açıklıyordu. Ardından, depremi izleyen günlerde Bizans başkentine
ulaştığı anlaşılan haberlere ilişkin bir anlatı sunar. Çanakkale Boğazı
civarındaki bazı kentler, sakinleriyle birlikte yerin dibine girmişti. Başka
kentlerdeki istihkamlar ise baştan aşağı çökerek yakınlarda yaşayan Türklerin
derhal buraları istila etmelerine yol açmıştı. Bu yüzden, kent sakinlerinin
çoğu, yaşadıkları yerleri terk etmişti.04 Yirmi otuz yıl kadar
sonra, Bizanslı alim Demetrios Ky dones, Kallipolis’teki Türk fethini depreme
bağlayacaktır.
Kitapta, On iki Adalar ve Rodos Adasındaki deprem ve diğer doğa
felaketlerinden de bahsedilmiş, Saint-Jean şövalyelerinin kontrolü altında
bulunan Rodos adasındaki muhtelif depremlerden özellikle; 1482 Mayıs ayında
olan deprem üzerinde özenle durulmuş ve çok çarpıcı bilgilere yer verilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in vefat edip Rodos kuşatmasının bir süreliğine askıya
alındığı bir dönemde meydana gelen deprem Saint-Jean şövalyeleri açısından
batıyla diplomatik ilişkilerin gelişmesinde rol oynayabilirdi.
Kuşatmanın üstüne gelen bu felaket, gelirini temelde Avrupa’dan sağlayan
tarikatın, daima ihtiyaç duyduğu Katoliklerin sevgisini kazanması için bir
fırsat değil miydi? Üstad-ı azamin yolladığı Peder Bagnani’nin, 1482 Mayıs
sonuna doğru Rodos’ta meydana gelen deprem hakkında Papa IV. Sixte’e rapor verdiğini biliyoruz. Elçiyi
dinledikten sonra, Papa birkaç hafta içinde çeşitli Katolik ülkelere mektuplar
yazarak, önceki yıl, Rodos yararına, bağış belgeleri karşılığında toplanan, ama
çoğunlukla toplandığı yerde kalan paraları istedi. Mektupların çoğunda -ama
hepsinde değil- eski borçların kapatılmasını dilemesinin nedeni olarak depremi
gösteriyordu; papa ayrıca, yardımcısı olan kardinali, üstad-ı azama, deprem
yüzünden göç etmek üzere olan halkı adada tutabilmesi için, OsmanlIlarla ve
Memluklarla ateşkes için pazarlık yapması, Rodoslulara da Müslümanlarla ticaret
yapmaları için izin verdiğini bildirmekle görevlendirdi.[100]
Yüzyıllar önce meydana gelen Rodos depreminin uluslararası ilişkileri ne
kadar yakından etkilediği ortadadır. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin öncesi
ve sonrası bu açıdan incelendiği zaman ilginç sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
H.7- Türk-Yunan Yakınlaşması
Ülkelerin çeşitli yerlerinde meydana gelen uzun veya kısa süreli coğrafi
felaketlerin, tüm ülke insanlarım nasıl etkilediğini bilmekteyiz. Uluslararası
ilişkilerde de mesafenin yakınlığı ve uzaklığı, coğrafi afetlerde destek olma
anlayışı ile paralellik göstermektedir. Bir coğrafi alanın yaşanılması zor ve
imkânsız hale gelmesi, yakın çevre ülkelerini o ülke kadar düşündürmekte ve
Çözümler bulmaya zorlamaktadır. Çünkü doğa boşluğu kaldırmaz ve o coğrafyada
yaşayan insanların yaşamasını sağlayacak yeni alanlar bulmasını gerektirir.
Kitabımızın konusunu oluşturan iç ve dış göç olgusunun nedenlerinden biri de
budur.
Ülkemizde ve dünyada ki çeşitli örneklerde görüleceği üzere, doğal afetten
bir gün önce savaş aşamasında olup, doğal afetten sonraki gün nerdeyse kardeş
olan ülkeler bulunmaktadır. İlgili ülkeyi, imkânları ölçüsünde dün
düşmanı olarak gördüğü ülkeye yardım etmeye iten şey, olabilecek yoğun insan
göçleridir.
Yukarıdaki bilgiler bize 17 Ağustos 1999 Marmara depremini
düşündürmektedir. 14 Temmuz 1999 tarihinde Radikal gazetesinde Yorgo Kırbaki
aynen şu haberi yazmıştı;
“ATİNA- Tunus savunma bakanı H. Yahya Atina’da yuhalandı. Yunanlı
meslektaşı Akis Cohacouplos'un davetlisi olarak Atina’ya gelen Yahya’nın
yuhalanmasına Tunus bayrağının Türk bayrağına benzerliği yol açtı.
Elefterotipia gazetesine göre, H. Yahya, Atina hava alanına indikten sonra,
şehir merkezine gitmek üzere bir makam aracına bindi. Ancak şehir merkezine
ilerlerken bazı Yunanlı sürücülerin Tunuslu bakanı yuhaladıkları görüldü. Yahya
Yunanlıların bu hiç de dostane olmayan tavırlarına bir anlam veremedi. Fakat
makam arabası her trafik ışığında durduğunda yuhalamalar artınca, arabada
kendisiyle birlikte oturan Tunus Büyükelçiliği yetkililerine bu davranışın
nedenini sordu. Yetkililer kendisine, bu tepkilere Tunus bayrağının Türk
bayrağı ile benzerliğinin neden olduğunu belirterek, kendilerinin de bundan
mustarip olduklarını söyledi. Araçtaki Tunus bayrağının çıkarılmasıyla
yuhalamalar da sona erdi.”
Türk bayrağına benzediği için Tunus bayrağını dahi hazmedemeyen, diplomatik
olarak korumak zorunda olduğu, kendi ülkesinde bulunan misyonu korumak
istemeyen Yunan devleti 17 Ağustos 1999 depreminde Türkiye’nin en yakınındaki
destekleyen devletlerden olmuştur.
Çökecek bir Türk devleti, olabilecek insan göçleri ile Yunanistan’ın
göçmesine sebep olurdu. Türk-Yunan ilişkilerinde Yunan tarafının bir türlü
anlayamadığı, güçlü bir Türkiye’nin kimseye bir zararının olmayacağıdır.
Atina’da yapılan 2004 yaz olimpiyat oyunlarında madalya alan Türk sporcularına
Ankara’daki Yunanistan Büyükelçiliği tarafından fahri hemşerilik madalyası
verilmesi altı yıllık kısa bir süre içerisinde Yunan dış politikasının ne büyük
açmazlar içerisinde olduğunu göstermektedir.[101]
Aynı Yunanistan Lozan Anlaşması ile vatandaşlık hakları garanti altına
alınmış olan Türk kökenli Yunan vatandaşlarını hiç sebep ve gerekçe göstermeden
Yunanistan vatandaşlığından çıkartmaktadır.
17 Ağustos depremi üzerine söylenecek çok söz vardır. Şüphesiz ki Kandilli
Rasathanesi üzerine de.
H.8- Kandilli Üzerine ve 17 Ağustos
Kandilli Rasathanesi, 1911 yılında yeniden yapılandığında tek işlevi
İstanbul için hava tahminleri yapmaktı. Sonra Fiziki Arzı İstanbul Rasathanesi
olarak adı ve işlevi genişletildi. 1936 yılında ise bugünkü adını aldı. 1982 yılında
bağlı bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığından alınarak Boğaziçi Üniversitesi ‘ne
bağlandı.[102]
Bazı bilim çevrelerince Kandilli Rasathanesi’nin son yaşadığımız depremler
konusunda sınıfta kaldığı söylenmekte. İlk gün verdiği 6,7 büyüklüğü daha sonra
7,4’e çıkarması bilim çevrelerince falso olarak algılandı. Bunun yanında Gemlik
civarındaki fay hattı üzerinde sıkça gelişen, kendi deyimleriyle deprem yağmuru
olayını Işıkara kendi ağzından TV ekranlarında açıkladı:
“Yeraltından vahim haberler geldi, bu bildiğimiz fay hattının dışında.
Büyük deprem olabilir, geceyi dışarıda geçirin” uyarısı da bilim
adamlarınca “bilimsel” bulunmadı. Bilim adamları Gemlik’teki hareketliliğin
ortalama 7 yıl sonraki bir depremin habercisi olabileceğini belirterek Prof.
Işıkara için değişik yorumlar yaptılar.[103]
İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Aykut Barka, saptanan
sıradışı sarsıntıları bu alanda değerli çalışmaları olan uzman kişi ve
kurumlarla değerlendirmeden halkı geceyi sokakta geçirmeye çağıran A.Mete
Işıkara’yı eleştirdi. Barka şöyle diyordu:
“Yıllardır birlikte çalıştığımız Kandillimin bu gelişmeler karşısında
bizleri toplayıp ortak bir değerlendirme yapmasını beklerdim. Bunu yapmadan,
bilimin aciz kaldığı, her şeyin kontrolden çıkmış gibi göründüğü bir izlenimle
halkı paniğe sevk edici davranışı onaylamıyorum. Yapılması gereken, basına
girmeden önce tüm uzmanların yorumlarını da aldıktan sonra varılan sonucu halkı
paniğe sokmadan, her şey kontrolden çıkmış izlenimi vermeden daha yumuşak
açıklamalarla aktarmaktı. O akşam öyle panik yaratıldı ki, düzeltmek imkânsız.
Ben niye dışarı çıkmış insanları içeriye çağırayım? Artçı bir deprem sonrasında
millet balkonlardan atlayacak. Sonra da sorumlu olarak bizi gösterecek. “[104]
TÜBİTAK Feza Gürsey Enstitüsü Müdürü ve Türkiye Bilimler Akademisi Kurucu
Üyesi Prof. Dr. Yavuz Nutku, Kandilli Rasathanesi Müdürü Işıkara’nın burnunun
dibindeki depremin büyüklüğünü ölçmekte bile aciz olmakla suçladı. Teorik
fizikçi olarak ölçümlerin nasıl yapılması gerektiğini iyi bildiğini anlatan
Nutku, Işıkara’nın bu kurumun başında bulunmasının Boğaziçi Üniversitesi’nin iç
dengelerinden kaynaklandığını söylüyordu.[105]
1911 yılında yenilenen Kandilli Rasathanesi önceleri İstanbul Üniversitesi
Fen Fakültesinin bünyesinde iken YÖK yasasıyla birlikte Boğaziçi Üniversitesine
bağlandı. Neden buna lüzum görüldüğü bilinmiyor. Belki Boğazın karşılıklı iki
kıyısından birbirlerini görmeleri buna neden olmuştur. Enstitü Müdürü A.Mete
Işıkara’ya göre bu değişim çok isabetli olmuş ve Rasathaneye yeni bir vizyon
kazandırılmış. Ama bu vizyonun ne olduğu pek belli değil. Son 17 Ağustos deprem
olayı Kandilli açısından pek olumlu geçmedi. Buradan 10 bin km ötedeki iki
Amerikan rasathanesi depremin büyüklüğünü 7,2 ve 7,8 olarak saptamışken
Kandilli uzun süre 6,7’de direndi. Sonraları 7,4’ü kabul etti ve 6,7’ler
unutuldu. Bu saptamayı yapamayan Kandilli’nin bilimselliği de tartışmaya
açıldı. Eğer salt bu kadarla kalsaydı gene iyiydi. Rasathane Müdürü Işıkara 19
Ağustos günü çok tirajlı iki gazetenin habercileriyle yaptığı röportajda;[106]
“Bundan sonra 30 yıl boyunca böyle bir deprem olmaz” diyordu, ama aynı
akşamüstü, öncü deprem işaretlerini görerek halkı sokağa davet etti. Sabaha
karşı ise ‘Bu bir deprem fırtınasıymış’ açıklamasıyla halkı evlerine
dönmeye çağırdı. Artçı depremlerin giderek azalacağını söylemelerine karşın
artçılar sıklaşarak devam etti. Bilim adamları, bazı varsayımlardan yola
çıkarak deneme yanılma ile bu varsayımların gerçekliğini araştırır. Ancak öngörülerini,
tahminlerini bilimsel sonuç diye açıklamak bilim ahlakıyla nasıl bağdaşır.[107]
OTUZ YIL SAKLANAN DEPREM
Çin’in Yunnan eyaletinde 5 Ocak 1970 yılında aletsel büyüklüğü 7,7 olan bir
deprem meydana geliyor. Büyük depremin ardından büyüklüğü 5- 5,9 arasında
değişen tam 12 tane de artçı deprem meydana geliyor. 14 bin km2’lik
bir alanda hissedilen depremde 15.621 kişi yaşamını kaybediyor. O tarihlerde
Çin’in resmi haber ajansı olan Xinhua Haber Ajansı, komünist düzende sık sık
yaşandığı gibi haberi çarpıtıp orta şiddette bir sarsıntı yaşandığını
bildiriyor, can ve mal kaybı konusunda bilgi vermiyor. Kültür Devrimi dönemine
rasgelen bu doğal afete büyük bir sansür uygulandığı 30 yıl sonra meydana
çıktı. Çin’ in 30 yıllık bu sırrı, söz konusu depremde yakınlarını
kaybedenlerin, Yunnan eyaletinin Yuxi kentinde anma töreni yapmak için bir
araya gelmeleri üzerine ortaya çıktı.[108]
Daha önce de bahsettiğimiz üzere insan öncelikle bulunduğu coğrafyayı en
iyi şekilde kullanmaya çalışır ancak çeşitli nedenlerle bulunduğu coğrafyadan
yeterli verimi alamadığı an daha iyi coğrafyaları keşfetmeye ve bu alanlara göç
etmeye çalışır. Fakat coğrafi üstünlüğü olan bölgelere göç hareketi, öncelikle
bu bölgeleri keşfetmekle mümkündür. Hiç şüphesiz keşifler coğrafyanın önemli
bir alt başlığını oluşturur. Yapılan coğrafi keşiflerin en büyük destekleyicisi
yeni icatlar olmuştur. Her yeni icat günümüzde dahi devam eden süreçte Evrenin
biraz daha tanınmasında insanoğluna yardımcı olmuştur.
Gelişen teknoloji ve insanoğlunun çabası, henüz evrene tam anlamıyla egemen
olmaktan çok uzaktır. Hatta böyle bir şeyden bahsetmek dahi komiktir. Fakat
insanoğlunun yeni yerler keşfetme çabası halen devam etmektedir.
Bahsettiğimiz gibi her keşif yolculuğunun bir nedeni vardı. Bu nedenler
elbette çeşitlilik göstermektedir. Ancak nedenlerin büyük çoğunluğu ekonomik
nedenlerdir. Hıristiyanlığı yayıyor gibi gözüken misyonerlerin asıl görevi
coğrafi bilgiler edinmek, kayıtlarım tutmak ve bu stratejik bilgileri
ülkelerine göndermekti.
Tutulan sağlıklı coğrafi kayıtlarla; Dünya coğrafi olaylarının iyi takip
edilmesi, hakim olunan yerlerin kontrolü ve dolayısıyla dünya hakimiyetini
kolaylaştırıcı etkisi görülecektir.
Denizler ve okyanuslar akıntılarının iyi takip edilmesi, gidildikten sonra gelinebilen,
dolayısıyla deplasmanlı seyahatlerin yapılabildiği gidiş ve dönüşleri
sağlamıştır. Hangi coğrafya kitabını okursanız okuyun, hangi denizcilikle
ilgili hatıraları okursanız okuyun, mutlaka karşınıza çıkacak olan şey, deniz
ve okyanus akıntıların denizcilere sağladığı yardımlardır.
İç göç, dış göç ve uluslararası insan kaçakçılığının araştırma konusu
yaptığım bu kitapta; deniz ve okyanus akıntılarını imkan ölçüsünde, elimden
geldiği kadar anlatmaya çalışacağım. Okyanus akıntılarının, göç ve ticaret
açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sabırla okuduğunuz bilgileri
vermemin sebebi; bundandır. Kitabın genel gidişatı içerisinde Portekizli gemici
Vasco da Gamma, F. Magellan, Colomb, Americo Vespucci, İngiliz gemici Jamez
Cook, v.b. pek çok gemicinin başarılarının arkasında, bu deniz ve okyanus
akıntılarını kullanabilme yeteneğinin olduğunu görülecektir.
Keşifler sonrası Avrupalı halka, diğer coğrafyalara göç etmek, buraları ele
geçirmek için başka nedenlerde doğdu. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz, Amerika
kıtasının keşfinden sonra burada bulunan zengin altın yataklarıydı. Tarihte “altına
hücum” olarak adlandırılan bu göç hareketi, coğrafî üstünlüğü olan
bölgelere yapılan göçlerin iyi bir örneğidir.
Bu noktada, ileride daha ayrıntılı olarak bahsetmek istediğim bir konudan
bahsedeceğim: “coğrafi açıdan üstün” diye adlandırdığımız bölgelerin tek çeşit
ve sabit yerler olmadığıdır. İlkel çağda su kaynaklarına ve barınılabilecek
alanlara yakın bölgeler, Yeniçağ da ipek ve baharat yetiştirilen bölgeler veya
değerli madenlere sahip olan bölgeler, günümüzde ise tek damla suyu olmasa da
zengin petrol kaynaklarına sahip çöl bölgeler, coğrafi açıdan üstün bölgeler
olabilir. Örneklerden de anlaşılacağı üzere insanoğlunun coğrafi olarak üstün
kabul ettiği bölgeler, insan ihtiyaçlarına göre zaman içinde değişiklik
göstermiştir.
Coğrafyanın tanımlanması ve öğreniminin yaygınlaşmasıyla birlikte coğrafi
keşifler gelişmiş ve büyümüştür. Bir yemeğin yapımcısı aşçının, yeni ürettiği
bir lezzeti, diğer aşçılardan saklaması gibi coğrafyayı iyi öğrenip, keşif
gerçekleştiren toplumlar, diğer toplumlara yanlış tarifler vererek
başarılarının önüne geçmiştir. Piyasada pek çok coğrafya yayını bulunabilir. Bu yayınların çoğu
gerçek bir öğretim vermekten uzaktır ve aydınlanmak isteyen insanlara hiçbir
stratejik bilgi vermemektedir. Tutulan bilgi ve istatistikler bir sır gibi
saklanmış ve gelişmiş ülkeler tarafından hala saklanmaktadır. Dünya üzerindeki
insanların birikimlerinin en önemli parçası bilgidir. Bilgi, insanların ilk
günlerinden geçerli olmak üzere halen en büyük stratejisidir. Bilgi, en büyük
güç kaynağıdır. Şuan dünya üzerinde başarılı olan toplumlar, yaşadığı
coğrafi olayların kayıtlarını tutmuş olanlardır. Doğru tutulan kayıtlar iyi
takip edildiği zaman süreklilik arz eden coğrafi olayları gösterir. Eğer insan
yerinde ve zamanında doğru hamleler yaparsa, çokda korkulacak doğa olayları
olmadıklarını görmüşlerdir.
Babil, Mısır, Hitit, Sümer gibi medeniyetlerin çok iyi coğrafi kayıtlar
tuttukları görülecektir. Mısırlılar Nil nehrinin bütün bilgilerini kayıt altına
almıştır. Bunlara ilaveten dünyanın ilk basit harita denemelerine, dünyanın
yerleşmeye uygun ve iklim bakımından müsait havası ve kıyıları ile Eski Mısır
ve Mezopotamya kültür bölgelerinde rastlamaktayız. Nuzi haritası diye bu güne
kadar ele geçmiş olan en eski coğrafi belge, M.Ö. 2200-2400 yılları arasında,
Babilliler tarafından Babilde yapıldığı kabul edilen tablet bir haritadır.
Kilden bir tablet üzerine yapılmış bu harita, Kerkük yakınlarındaki Nuzi’de
bulunmuş ve bilim tarihine de Nuzi haritası olarak geçmiştir.
Tutulan sağlıklı coğrafi kayıtlar ve gelişen teknoloji keşifçilerin bu
bölgelere sürekli olarak gidip gelmelerini, mal getirip götürebilmelerini ve
tabi olduğu milletlerin o bölgelere yerleşebilmelerini sağlamıştır.
Coğrafi keşiflerin hemen hemen çoğunun liberal ekonomi kuramcıları
tarafından tespit edilmesi tesadüf değildir. Marksist söyleme sahip kişi ve
devletlerin, coğrafyadan ve coğrafi eğitimden uzak olmaları bunun ispatı
niteliğindedir. İleride işleyeceğimiz ülke içi ve dışı seyahatlerde de
getirilen anlamsız yasaklar, sosyalist ülkelerin bireylerinin sistemin getirmiş
olduğu pek çok imkânsızlıktan dolayı, bırakın keşif yapmayı oturduğu mekândan
dahi bihaber olduğu görülecektir. Şehir içi ve şehirlerarası seyahatlerin
dahi çok sıkı kontrolde olduğu bu sistemlerde coğrafya biliminin gelişmemesi
şaşırtıcı değildir.
Marks’ın coğrafi sorunlar karşısında gösterdiği ilginin azlığı, bu gündc
ciddi sonuçlar yaratmaktadır. Marksistler için, ister bölgesel ister ulusal
veya ister uluslararası sorunlar söz konusu olsun, politik kanıtlamanın başlıca
noktası, zamana göre tespit edilmektedir. Coğrafya, tarihsel terimlerle dile
getirilmekte, çok nadiren ve çok imalı, önemsemez bir şekilde konu
edilmektedir. Bununla beraber en üstün stratejik yer, güçlerin karşı karsıya
geldiği ve fiili mücadelelerin olduğu yer alandır.[109]
Oysa bugün coğrafyacılar arasında Marksistler varsa da, hala gerçekten
Marksist bir coğrafya olmadığı saptanmalıdır. Şüphesiz ortaya çıkmak üzeredir
ama sosyal bilimler arasında coğrafya, Marksist incelemenin en çok güçlük
çektiği alandır. Kuşkusuz Markisizimin büyük kuramcılarının eserlerinde birçok
alıntıya, geniş açıklamalara, birçok polemiğe ve yoruma konu bulan diğer bilim
dallarının uzmanlarından farklı olarak, Marksist coğrafyacıların
esinlenebildikleri çok sayıda ünlü referansları yoktur.[110]
Harita, stratejinin coğrafya diliyle yazılımıdır aslında. Bu yüzden
haritacılık bir devlette ne kadar dikkate alınmışsa, coğrafya o derece
bilinmekte ve önemsenmiş görünmektedir. Dolayısıyla harita ile coğrafyadan
ileri derecede verim alınarak üstünlük sağlanabilmektedir.
Kartoğrafya (İng. Cartography, Fr. Cartographie,
Al. Kartographie), harita bilimi demektir. Yeryüzünün bütününün ya da bir
bölümünün, düzleme aktarma tekniklerini ve haritalardan yararlanma esaslarını
inceler. Latince; sert kağıt anlamına gelen carta ile yazarak-çizerek
ifade anlamına gelen graphie sözcüklerinin birleşmesinden meydana
gelmiştir. Türkçe karşılığı harita yapımı demektir. Başlıca iki inceleme dalma
ayrılır: Harita alma tekniklerini inceleyen dala projeksiyonlar (Geoid şeklinde
olan dünyanın düzleme aktarma esasları), çeşitli haritalardan yararlanma
metotlarını inceleyen dala ise, harita bilgisi denir.[111]
Haritacılık coğrafyadan bağımsız düşünülemez. Çünkü coğrafyaya bilim olarak
kimliğini kazandıran ve en önemli ilkelerden olan dağılış ilkesi, haritalar ile
gösterilir. Bu ilke ile coğrafya, diğer ilimlerden kesin çizgilerle ayrılır.
Dolayısıyla harita ve haritacılık coğrafya ile adeta özdeşleşmiştir. Coğrafi
bakımdan bütün fenomenlerin yeryüzündeki dağılışlarını gösterilmesinde
haritalardan yararlanılır.[112]
İnsanoğlu yaşadığı her anı ve gelişimi kayıt altına aldığı gibi yaşam
alanına ait olan coğrafi bilgileri de düzenleme ihtiyacı duymuştur. Yeryüzü
şekillerini elindeki teknik imkanlar ölçüsünde kalıcı bir belgeye aktarmıştır.
İlk başlardakiler yapılmış bir tablet üzerine işaretlenen bilgiler insanların
yaşam ile ilgili tüm bilgilerini aktardıkları kalıcı eserler olmuştur. Zaman
ile hayvan derisi, papürüs kağıdı, ilk ürettiği madeni eşyaların üzerine
işlediği hayatı ve devamı ile ilgili bilgileri gelişen bilim-teknoloji
sayesinde geliştirmiştir. Artık yaşadığımız coğrafya ile ilgili bilmek
istediğimiz hemen her şeye, dünya yörüngesinde konuşlanmış uydular vasıtası ile
istediğimiz an rahatlıkla ulaşabilmekteyiz.
Harita, bir sürü istatistikten ya da yazılı belgeden üstün coğrafi
betimleme biçimidir, taktik ve stratejilerin hazırlanması için gerekli bütün bilgiler
haritaya aktarılmalıdır. Harita denilen bu alan biçimlemesi nedensiz ve
yararsız değildir. Alanın egemenlik aracı olarak harita, önce subaylar
tarafından, subaylar için hazırlanmıştır. Bir haritanın yapımı, yani iyi
bilinmeyen bir somutluğun soyut bir betimlemeye dönüştürülmesi, ancak devlet
tarafından ve devlet örgütü için gerçekleştirilebilecek uzun, zor ve pahalı bir
işlemdir. Bir haritanın hazırlanması betimlenen alan üstünde belirli bir siyasi ve
bilimsel egemenlik anlamına gelir ve bu, söz konusu alan ile orada yaşayan
insanlar üstündeki bir iktidar aracıdır. Bugün hala, özellikle geniş ölçekli ve
aşırı ayrıntıyla dolu, genellikle “kurmay haritaları” denilen
haritaların pek çok ülkede sivil ve askeri sır kapsamında olmasına şaşmamalıdır.[113]
Günümüzde, uyumlu ifadeler ve mükemmel dengelerle dile getirilen bölge
düzenlemesi söylemlerinin bolluğu, ekonomik girişimlere, özellikle daha
güçlülere karlarını artırma olanağı veren önlemleri gizlemeye yarar. Bölge
düzenlemenin tek amacı en yüksek düzeyde kazanç sağlamak değildir; aynı
zamanda, devletin halk hareketlerini önleyebilmesi için, stratejik açıdan
bölgeyi ekonomik, toplumsal ve siyasi olarak da düzenlemektir. Bu duruma,
sanayileşmiş ülkelerde pek rastlanmamakla birlikte, bölge düzenleme planları, sanayileşmenin
yeni ve hızlı olduğu devletlerde polisiye ve askeri kaygılardan çok fazla
etkilenmektedir.[114]
Şehir ve imar planlarının sağlıklı olması, sağlıklı harita çalışmalarından
geçer. Haritalar üzerine yalnızca coğrafi bilgiler işlenmekle kalmaz ihtiyaç
halinde nüfus, yerleşme (geçici ve devamlı), eğitim, sağlık, ekonomik v.b.
bilgiler de işlenerek yöneticilerin sorumluluğunu aldığı toplum için daha
başarılı çalışmalar yapmasını sağlar.
HÜRRİYET gazetesinin 14 Nisan 2005 tarihli baskısında 18. sayfasındaki
haberde ülkemizin içinde bulunduğu imar ve plan karmaşası aynen şöyle
aktarılmaktadır.
Karşılaştırmalı yerbilim çalışmalarıyla birlikte, yerbilim araştırmalarının
önünde yeni ve çekici bir ufuk açıldı. Ülke haritalarının yapılması zorunluluğu
vardı ve bu öyle ya da böyle, eşgüdümlü bir yaklaşımla yapılmayı
gerektiriyordu. Bir ülke haritasının çıkarılmasıyla birlikte, ülkenin
yerbilimsel tarihi de belirlenebilir duruma geliyordu; ve tam bu ayrıntılı
harita çıkarma sürecidir ki aynı zamanda ülkenin yeraltı zenginliklerine ve
dolayısıyla iktisadi olanaklarına ilişkin bir şeyleri açığa çıkarıyordu. Sanayi
Devrimi’nin hızlı gelişimiyle birlikte, ulusal yerbilim haritacılığı gittikçe
daha çekici duruma geldi ve on dokuzuncu yüzyılda hiç bıkıp yorulmaksızın sürdürüldü;
ta bugünlere gelene değin...[115]
TBMM’ye bakın, orada bağ ve bağ evleri
görüyor musunuz? Hürriyet Gazetesi Parlamento şefi Nuray Babacan'in izlediği
Genel Kurul'da CHP İzmir Milletvekili Erdal Karademir’in bu sorusu, kara
komediyi andıran bir durumu Meclis’in dikkatine getirdi Çünkü mevcut kadastro
haritalarına göre, TBMM ev ve bağ, Maliye Bakanlığının bulunduğu yer ise boş
arsa görünüyor. Karademir, kadastro kayıtlarında Meclis’in üzerinde bulunduğu
alanın 10parselinin ev ve bağ, 5parselinin ise TBMM Binası ve arsası olarak
göründüğünü anlattı. Maliye Bakanlığı binasının da kayıtlarda boş arsa olarak
görüldüğünü söyleyen Karademir, “Bu iki örnek bile Türkiye’nin kadastro ve tapu
sicilinin, gerçekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor” dedi. Ancak buna benzer
durumlar artık düzeltilebilecek. Haritaların yenilenerek, tüm taşınmazların
kadastro çalışmalarının üç yıl içinde tamamlanmasını öngören tasarı, nihayet
yasalaştı. Kadastro Yasası ile, kadastral veya topografık haritalara dayalı
olarak taşınmaz malların haritası çıkartılacak. Kadastro sonrasında
taşınmazların sınırlarıyla ilgili yapılan hatalar, ilgilinin başvurusu üzerine
veya kadastro müdürlüğünce düzeltilecek.
1835 senesinde, De la Beche’nin ve 1839
yılında Londra’da kurulan iktisadi yer bilim müzesinin önder katkılarıyla
1840’ların ortalarına gelindiğinde İngiltere haritacılık dairesinin temelleri
atılıyordu.[116]
Burada belirtmek gerekir ki, De la Beche
asker kökenli bir insandı ve yerbilimsel harita yapımcılığının üstesinden
gelmekteki becerisi, harp okulunda aldığı matematik ve topografya haritacılığı
eğitiminin sonucuydu. Ayrıca, bünyesinde çalışacağı daire, ilk önce stratejik
askeri amaçlarla kurulmuştu. Bu yüzden, ilk düşünülen biçimiyle ve kuruluş
aşamasında, Yerbilim Haritacılık Dairesi’nin bir askeri örgütlenmeyi
andırmasına şaşmamalı. Başlangıç döneminin haritacı ‘subaylar’ı askeri
biçimli üniforma giyiyordu. Kurumun temel felsefesi (çekirdek ‘ethos’u)
askeri nitelikteydi: Haritası yapılan her toprak parçası sanki ‘ele
geçirilmiş’ ya da bilimin denetimine sokulmuş oluyordu.[117]
Gözleneceği gibi, bu yerbilimsel zaman çizelgesine 19. yüzyılda alt
bölümler ekleyerek katkıda bulunan yer bilimcilerin çoğu İngiliz kökenliydi ve
bu sürecin tamamını bir bakıma Britanya İmparatorluğu’nun sınırlarının genişletilmesiyle
atbaşı yürümüş saymak yanlış olmazdı. Doğal olarak, İngiltere kadar küçük bir
ülkenin sınırları içinde, yukarıda adı sıralananlar arasından bu denli yüksek
sayıda yerbilim harita ve coğrafya bilgisinin bulunması olağanüstü bir
durumdur.[118]'
Böylece, yerbilimde yaygın Avrupa hegemonyasının kuruluşu, yerbilim
devirleri çizelgesi aracılığıyla oldu: Büyük ölçüde Britanya’yı temel alan
sınıflandırma, dünyaya neredeyse emperyalist bir tavırla dayatıldı. Yerküreyi bir tür imparatorluk, her haritası yapılan bölgeyi sanki
imparatorluğa katılıyor muş gibi gören düşünceyi en açık biçimiyle,[119] İngiliz harita dairesinin
çalışmalarında görebiliriz.
Avrupa’da gelişen coğrafi araştırmalar ve haritacılık, Avrupa devletlerini,
dünya hâkimi konuma getirmiştir. Yönetimler, yönettikleri halkı yakından
tanımak istiyorlardı. Halk sayıldı ve kayda geçirildi. Aynı durum üzerinde
yaşadıkları coğrafya için de geçerliydi. İnsanı ve insan hareketlerini kayıt
altına alarak nasıl kontrol edebiliyorsak, coğrafyada da haritalar vasıtası ile
sadece yer üstü değil, tüm yeraltı zenginlikleri de kontrol edilebilmeleri için
öncelikle kayda geçiriliyordu. Elde edilen haritaların tek başına bir işe
yaramayacağı ortadadır. Ülke idaresindeki asker ve sivil kurmayların
çalışmalarının ortak noktası haritalardır. David
OLDROYD ‘un kitabının 189,190, 191 ve 192. sayfalarında dünya ülkelerinin
haritacılığa başlama ve kayıt altına alma seneleri verilmektedir. Çok çarpıcı
olarak verilen bilgiler, iyi incelendiği zaman günümüz dünya siyasetini ve askeri
başarılarını daha net anlayabiliriz»
J.1- Deniz ve Haritacılık
Deniz haritaları mevcuttu, ama her ne kadar bunlar çok güzel çizilmiş
olsalar ve kıyı boylarının şeklini ve adaların konumunu genel hatlarıyla
verseler de, çoğunlukla hatalar içeriyorlardı. Deniz haydutu ve kaşif William Dampier, bu deniz haritalarının çoğunda
Atlas Okyanusu'nun genişliğiyle ilgili yapılan tahminlerin aslından on derece
kadar fazla olduğunu düşünüyordu: On derece, altı yüz deniz miline denk
geliyordu ki bu da bir okyanus yolculuğunun sonlarında olan bir gemi için
tehlikeli büyüklükte bir hataydı.[120]
Dampier, korsanlıkla ilgili tüm insanlar arasında en ilginç olanlarından
biridir ve yayımlanan seyir defterleri onun yaşadığı zamanda okyanuslara açılan
denizcilerin karşılaştıkları denizcilik sorunlarıyla ilgili çok değerli birer
bilgi kaynağıdır.[121]
Dampier pek çok deniz yolculuğu yapmıştı ve yolculuk yaparken gördüğü her
şeyi not almıştı. 1697'de A New Voyage Around the World adındaki kitabı yayımlandı. Bu, yalnızca oldukça girişimci birtakım deniz
haydutlarının kahramanlıklarının kaydının tutulduğu bir kitap değil, aynı
zamanda Dampier’in yeni ülkeleri, yerlileri ve tuhaf kuşlarla hayvanları
muhteşem bir şekilde, anlattığı bir eserdir. 1709’da yayınlanan ikinci kitabı A
Voyage to New Holland, 290 tonluk, on iki toplu küçük bir deniz taşıtı
olan İngiliz donanma gemisi Roebuck'a kumanda ederek Avustralya’nın kuzeybatı
kıyısına yaptığı talihsiz keşif seferini anlatıyordu. Dönüş yolunda gemi Atlas
Okyanusu'ndaki Ascension Adası açıklarında su almaya başlamıştı. Yedi kulaç
derinliğe demir atmayı başardılarsa da, gemiyi terk etmek zorunda kalmışlardı.
Dampier ve adamları bir sal üzerinde kıyıya varmış ve gemiyi de derinlere
gömülmek üzere orada bırakmışlardı. Haftalar sonra İngiliz savaş gemilerine ait
bir filo tarafından kurtarılmışlardı ve ülkesine döndüğünde çıkarıldığı askeri
mahkemede Dampier'in Kral'ın gemisini kumanda etmek için uygun olmadığı ilan
edilmişti. Ama bu onun seyahatlerinin sonu olmadı. Güney Pasifik Okyanusu hakkında bildikleri paha biçilmez önem taşıyordu ve
Kaptan Woodes Rogers O’nu 1708-1711 yılları arasında ödül avcılığı için çıktığı
keşif seferinde kılavuz olarak yanına aldı. Bu, onlara dünyayı dolaşma şansı verdi ve
sonuçta Dampier'in daha önce yaptığı yolculukların aksine, yatırımcılara yüklü
ganimetler ve bolca kar getirdi. 27
Dampier’in yazdıklarında Exquemelin'in
Buccaryeers of America'sının popülaritesine varan dehşet verici işkence ve cinayet hikayeleri
yoktur, ama bu yazılarda Karayipler'in ötesine geçip hayatlarını ortaya koyan
deniz haydutlarının karşılaştıkları tehlike ve güçlükler sıradışı bir anlayışla
sunulmaktadır. Dampier, bir bilimadamı ve doğabilimcinin merakıyla bir
denizcinin kuvvetli gözlemlerini birleştirmişti. Yapıtlarının kuşaklar boyunca
kaşifler ve denizciler tarafından takdir edilmiş ve başvuru kaynağı olarak kullanılmış
olması pek de şaşırtıcı değildir. Kaptan Cook ile birlikte seyahat eden ve
amiral rütbesine yükselmiş olan James Burney, Dampier'la ilgili şunları
yazmıştı: “Dünyaya bundan daha faydalı bilgiler
sunmuş olan ya da sahip olduğu bilgiyi diğerlerinden çok daha apaçık ve daha
anlaşılır bir şekilde ileten, tüccarların ve bahriyelilerin böylesine minnet
duydukları bir seyyah daha yoktur herhalde. ”[122]
O devirde kaptanlar, gemiye tehlikeli boğazlardan geçerken ve liman veya
haliçlere giderken yol göstermeleri için kılavuzlar alırlardı. Dampier’in
Panama Körfezi’ne yaptığı yolculukların birinde kılavuz yol gösterme konusunda
yeterli olamadı ve ciddi sorunlarla karşılaştılar. Neyse ki gemide daha
önceki ganimetlerin birinden çıkmış olan, İspanyolca yazılmış bazı kılavuz
kitaplar vardı ve bunların o kıyı uzantısı ile epey güvenilir rehberler
oldukları anlaşılıyor du” [123]
Gemiyi kumanda edenlerin demirleme yerleri için kendi haritalarını çıkarmaları
vc gelecekte yapılacak olan yolculuklarda hudut işaretlerini daha rahat
tanımaları amacıyla kıyı profilleri çizmeleri pek de görülmedik bir şey
değildi. Bunlar bazen yayımlanır bazen de 'waggoner1* adı verilen, ciltler
halindeki deniz haritalarına dahil edilirdi. Avrupa'da denize kıyısı olan
ulusların denizaşırı koloniler için birbirleriyle yarıştıkları ve İspanya'nın
Yeni Dünya üzerinde kurmuş olduğu egemenliğe meydan okudukları böyle bir
dönemde, iyi hazırlanmış deniz haritaları çok kıymetliydi. Temmuz 1681'de
Kaptan Bartholomew Sharp komutasındaki bir grup Deniz haydutu, İspanyol gemisi
El Santo Rosario'daki bir cilt haritaya el koydular. Sonradan bu cildin çok
büyük stratejik öneme sahip olduğu ortaya çıktı. Basil Ringrose’un günlüğünde,
bahsi geçen cildin ele geçirilmesiyle ilgili şunlar yazmaktadır:[124]
Bu gemiden, yani Rosario'dan, deniz haritaları ve planlarıyla dolu, içinde
bütün limanların, su derinlik ölçümlerinin, koyların, nehirlerin, burunların ve
Büyük Okyanus'a ait kıyıların, İspanyolların bu okyanusta genellikle
uyguladıkları denizcilik yöntemlerinin tamamıyla doğru ve kesin tariflerinin
olduğu muhteşem bir kitap da aldık. Öyle görünüyor ki, bu onlara demin
belirttiğim konularda eksiksiz ve mükemmel bir Waggoner oluşturmalarında yardım
etti ve getirdiği yenilik ve uyandırdığı ilgi nedeniyle de İngiltere'ye
dönüşümüzde Majestelerine takdim edildi. Duyduğuma göre, ondan sonra da
Majesteleri'nin emriyle İngilizceye çevrilmiş. Ben bu çevirinin bir Yahudi
tarafından çıkartılmış olan kopyasını Wapping'de gördüm; bu yüzden, yani diğer uluslar o denizlere gider de bunları
kullanırlarsa diye, basılması kesinlikle yasaklanmış durumda ve herkesin
dileği, bu hakkın vaktinden önce yalnızca İngiltere için saklı kalmasıdır.[125]
Ringrose'un seyir defterinde, bir grup deniz haydutunun Güney Amerika
kıyıları civarında Mart 1679'dan Şubat 1682'ye kadar yaptıkları bir yolculuk
anlatılmaktadır. Yolculuk Ispanya'nın İngiltere'yle barış halinde olduğu bir
dönemde gerçekleştiğinden, bu haydutların yirmi beş İspanyol gemisini ele
geçirmesi ya da yok etmesi ve Güney Amerika kıyılarındaki İspanyol kasabalarını
yağmalaması kesinlikle korsanlıkla bağdaştırılabilecek eylemlerdi. Sharp ve
adamları İngiltere'ye döndüklerinde, İspanyol yetkililer onların yargılanıp
cezalandırılmalarını bekliyordu ama deniz haritalarının ele geçirilmesi
öylesine önemli bir askeri darbeydi ki, Kral II. Charles ve danışmanları
İngiltere'nin geleneksel düşmanının itirazlarına kulaklarını tıkayıp korsanları
bağışladı. William Hack adlı Londralı
bir haritacı tarafından İspanyol deniz haritalarının kopyaları çıkarıldı.
Bunlardan birkaçı bugüne sağlam olarak gelmiştir. Krala ithaf edilen kopya
halen British Library'dedir ve Londra’daki Ulusal Denizcilik Müzesinde de bir
başka kopya bulunmaktadır.[126]
Dampier, Woodes Rogers ve Ringrose'un seyir defterleri on
yedinci yüzyıl sonlarıyla on sekizinci yüzyıl başlarında deniz haydutları ve
ödül avcıları tarafından uygulanan denizcilik yöntemleriyle ilgili epey bilgi
vermektedir, ama 1720'lerde hüküm sürmüş olan Anglo-Amerikan korsanların
denizcilik becerileriyle ilgili çok daha az şey bilinmektedir. Tahminen, bu
korsanlar da benzer yöntemler kullanıyorlardı; ayrıca, her korsan gemisinde
öğle vakti gözlemlerini yapma ve enlem bulma yeteneğine sahip olan en az bir
adam olduğunun hesaba katılması gerekmektedir. Bunlara ek olarak, korsan
kaptanı ya da mürettebatından biri kaba kompas hesaplarını içeren bir gemi
günlüğü de tutuyor olmalıydı. İyi bilinen kıyılarda dolaşmak için yerel
bilgiler yetiyordu ama gemiyi kalafat etme ve eski gücüne kavuşmasını sağlama
konusunda korsan yaşamı ve adaların konumu için önemli bir unsur olan uzun
deniz yollarıyla ilgili doğru hesaplamalar ve deniz haritaları gerekiyordu. Haritalar,
denizcilikle ilgili çizelge ve araçlar, büyük ihtimalle, yağmalanan gemilerden
alınıyordu,[127]
J.2- Türkiye’de Haritacılık
Pek çok devlet kuran ve kurduğu devletleri, üstünlüğü bulunan
coğrafyalarla pekiştiren Türk Milleti, sebep ve sonucunu ileride
açıklayacağımız nedenlerden dolayı; önceleri çağının devletlerinin önünde olan
coğrafyacılığı ve haritacılığı, Osmanlı İmparatorluğunun duraklama ve gerileme
devriyle birlikte aynı kaderi paylaşmıştır.
Harita Genel Komutanlığı tarafından basılıp, dağıtılan haritacı Mehmet
Şevki Paşa [128](Korgeneral)
ve Tuğgeneral Abdurrahman Aygün[129]
tarafından yazılan “Türk Haritacılık Tarihi” adlı eserler dünyada eşi
benzeri görülmedik derecede değerli ve muhteşem eserlerdir.
Aynı zamanda içinde bulunulan zamanı askeri ve siyasi olarak değerlendiren
bu dört değerli kitabı okurken etkilenmemek elde değildir.
Çok zor şartlar altında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi imkansız
durumlardan bu noktaya geldiği okuyanları şaşırtacaktır.
[1] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, “Coğrafyaya Giriş” Altıncı baskı Çizgi Yayınevi Konya.
Eylül 2000 s. 31
[2] Prof.
Dr. Nazmiye Özgüç (1999) Avustralya Yeni Zelanda-Pasifik Adaları, Çantay
Kitabevi, I. Baskı, s.l
[3] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s. 32
[4] Yves
Lacoste “Coğrafya Savaşmak İçindir” (Çev. Ayşin ARAYICI), Özne Yayını, 1998 s.
12
[5] Sun Tzu
“Savaş Sanatı” Anahtar kitaplar yayınevi, Çevirenler: Sibel Özbudun, Zeynep
Ataman. 3. Baskı 2000 İstanbul s. 120
[6] Yves
Lacoste a.g.c. 15-16-17
[8]
Bernard-Henri Levy, Yeni Yüzyıl gazetesi, 20 Haziran 1997, s. 17.’den aktaran
Hasan Cemal age. s. 82-83
[9] Yves
Lacoste a.g.e. s. 15-16-17
[10] Yves
Lacoste a.g.e. s. 15 •
[11] Halford
Mackinder, ‘On Thinking Imperially’, M.E. Sadler (der), Lectures on Empire
(Londra: privately published, 1907) içinde. Aktaran: Colin S.GRAY-Geoffrey
SLOAN Çcv. Tuğrul KARABACAK. Jeopolitik, Strateji ve Coğrafya. ASAM Yayınları
I. Baskı Ankara 2003 s. 151
[12] Colin
S. GRAY-Geoffrey SLOAN Çev. Tuğrul KARABACAK a.g.e. s. 150-151
[13] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e. s. 19 32
[14] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s.20
[15] 2002’de
ABD’de yayınlanan Geography
2001: National Report Card, sekizinci sınıf öğrencilerinin
yüzde .6 sının Missisipi Nehrini haritada gösteremediklerini, ...dördüncü
sınıftakilerin üçte birinin içinde
yaşadıkları eyaleti haritada bulamadıklarını ortaya koymuştur (Aktaran: Prof. Dr.
Erol Tümertekin - Prof. Dr. Nazmiye Özgüç, “Beşeri Coğrafya: İnsan, Kültür,
Mekan”, Çantay Kitabevi, 2005 İstanbul, syf. 2.
[16] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e. s. 24-26
[17] Prof.
Dr. Özdoğan Sür (Coğrafya Bölümü Fiziki Coğrafya Anabilim Dalı), “Strüktüral Jeomorfoloji”
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ayın No:373. Ankara
üniversitesi Basımevi 2. Baskı Ankara 1994
s.92
[18] Prof.
Dr. Özdoğan Sür. a.g.c. s. 92
[19] Prof.
Dr. Özdoğan Sür. a.g.e. s. 92
[20] Prof.
Dr. Özdoğan Sür. a.g.e. s. 93
[21] Prof. Dr.
Özdoğan Sür. a.g.e. s. 93
[22] Prof.
Dr. Özdoğan Sür. a.g.e. s. 93
[23] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s.44 38
[24] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s.45
[25] Nejat
Tarakçı, “Devlet Adamlığı Bilimi: Jeopolitik ve Jeostrateji” Çantay Kitabevi
2003 Melisa Matbaacılık, s. 18-19
[26] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s.45
[27] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s. 45
[28] Prof.
Dr. Nazmiye Özgüç, “Beşeri Coğrafya: İnsan, Kültür, Mekan”, Çantay Kitabevi,
2005 İstanbul, syf. 9.
[29] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, “Coğrafyaya Giriş” Altıncı baskı Çizgi Yayınevi Konya.
Eylül 2000 s. 50
[30] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s. 46
[31] Sargun A. Tont. “Sulak Bir Gezegenden Öyküler” 9. Basım
Temmuz 2001. Tubitak Popüler Bilim Kitapları s. 10
[34] Prof.
Dr. Hayati Doğanay, a.g.e., s. 58
[35] Prof. Dr. Hayati Doğanay a.g.e. s. 70-71
[36] Prof.
Dr. Hayati Doğanay a.g.e. s. 70-71
[37] Prof.
Dr. Hayati Doğanay a.g.e. s. 70-71
[38] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşıh. Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara 1983 Osmanlı
Tarihi 111. Cilt 3. Baskı s. 31
[39] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşıh. a.g.e. s. 31
[40] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşıh. a.g.e. s. 31
[41] Mühimme
defteri 7, s. 86-90 vc 177, 182,255. Aktaran: Ord. Prof. İsmail Hakkı
Uzunçarşılı.
[42] Mühimme
defteri 6, s. 122, 123, sene 972 ve aynı defter s. 517. Portekiz Kralı
Sebastiyan’a yazılan 972. rebiulahir tarihli nime-i hümayunda hulasaten şöyle
deniliyor : Ademiniz ile Diyu kalesinde bulunan kaymakamınızdan mektup gelip
Irak-ı Arap’ta ve sair ol taraflarda olan hudut muhafızlarımız ile sulh içinde
yaşamak arzusu izhar edilmiştir. O taraflardan deniz yoluyla
gelen hacılarla tüccarın taarruza
uğradıkları
haber alınmaktadır. ‘Eğer maksadınız sulh ise name-i hümayunumuz vusulünde
huccac ve tüccara tecavüzden el çekip mektubunuzla itimad olunur murahhasınız
gönderile ki o tarafların intizamına dair karar verile' Mühimme. 6, s. 166).
Aktaran: Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. 31-32
44 Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 32
[43] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 32
[44] Mısır
beylerbeğisine hüküm ki (hulasa) : .... Salatin-i namdar ve havakin-i alı
miktarın tefahür ve tahdıli hadim-i haremeyn-i şenfeyn ile olup
Elhamdülilliih-i teala ol saadet bana mukarrer ve müyesser olup ol cevanibin
ahval ve etvarı hüsn-i intizam üzere olmak aksay-ı muradımdır; öyle olsa
Portakal lain memalik-i Hindistan’a teaddı cihetinden müstevli olup ol canipten
ziyaret-i Haremeyn-i Şerıfeyne gelen Müslümanların yolları münsed olup andan
gayri ehl-i İslam küffar-ı hakisarm taht-ı hükümetinde olmak reva görülmeyip...
diyar-ı Hindistan’ın küffar
elinden istihlasına ve Haremeyn-i, şerıfeynin dahi etraf ve eknafında bazı
karye-i üalle olup onların dahi ol cevaniptcn izaleleri lazım olmağın öyle olsa
külli donanmay-ı hümayunum ihzar olunmak tedarik olunup donanmay-ı hümayunum Süveyş
deryasına geçmek için bir hark kesilmek galib-i sezavardır. Buyurdum ki vüsul
buldukta asla tehir ve terahı etmeyip ol yerin tam ehl-i vukuf mimarların ve
mühendislerin cemedip dahi yarar adamlar koşup irsal eyliyesin ki varıp Akdeniz
ile Süveyş deryasının mabeynlerin tetebbu edip ol yer, mahallinden hark olmağa
kabilmidir? Ve tulü ne miktar olur? ve yanaşır kaç gemi gitmeğe kabil-i hark
olur tamam makim edinip arz eyliyesiz ki ana göre tedariki görüp kestirilip
n,aallah-ül-aziz tamam oldukta inayet-i hak celle ve ala ile ol diyara clhad-ı
fîsebilillah ile diyar-ı Hindistan 'ın küffar-ı Portakal’dan feth ve
tesbiri müyesser olup divan-ı Amâlimizde mestur ola (Mühimme defterii 7, s. 285; 12 Receb 975).
Aktaran: Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı.
[45] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 33
[46] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.c. s. 33
[47]
Semerkand ve Buhara caniplerinden hususa vilayet-i Harezm ham Hacı Mehmed
Han’dan name gelip, mealinde Ejderhan zapt olunup ol taraflardan hacca niyet ve
teveccüh eyleyen hacıları tüccara yol açılıp emniyet içinde gelip gitmeleri
temenni olunmuştur, imdi Vilayet-i Kazan ve Ejderhan evvelden Nogayeli’nde idi;
halen küffar eline girmesi neden oldu? içinde ve etrafında kalan Tatar
mirzalarından kim vardır? ve ne zamanda ve ne sebeple elden gitmiştir? Mufassal
yazılıp ol vilayetin fetholunması tekarrür etmiştir... Ala vech-it-tafsil ilam
eyliyesiz ki vakti ile tedariki görülüp feth ve teshiri müyesser ola (Kırım
hanına yazılan nameden; Mühimine 7, s. 948).
[48] Katip
Çelebi, Moskovların eline geçen Kazan Tatarlarının kurtarılması için vezir-i
azama bu fikrin Kazanlılar tarafından telkin edildiğini yazıyor (Tuhfet
ül-kibar, s. 85) Müverrih Alı ise bu kanal işinin Kefe beyi Kasım Bey
tarafından ileri sürüldüğünü kaydederek devlet erkanı tarafından işin müşkilatı
arzedildiği halde yapılan itirazları Sokullu’nun katiyyen dinlemediğini
kaydediyor (Varak 127 b).
[49] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 35
[50] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 35
[51] “Zikrolunan
nehrin ki bir mahalde içtimaa karip olup girü dönüp teba’ud eder, ol mahal hafr
ve iki nehir birbirine vaslolunursa Demirkapı ve Şirvan 'da olan
askere zehair ve imdad deryadan varmak Asan olurdu” Tuhfet ül-kibar, s. 85.
[52] Bir
deniz mili 1895 metredir. Şu halde iki nehir arasındaki en dar ve en yakın yer
on bir bin üçyüz yetmiş metre olup onbir buçuk kilometre demektir. Bu mesafeyi
iki kilometreye kadar indirenler varsa da doğru değildir. Aktaran Ord. Prof.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 33
[53] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 33
[59] Volga
kenarında kazıya başlanacak yerin bu adı Perevolok’dur. Osmanlı
- Rus rekabetinin menşei - Halil İnalcık (Belleten 46 s. 379).
[61] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 36-37
[64] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 37
[65] Ord.
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 38
[66] Selaniki
tarihi. 8. 283.
[68] Ord.
Prof. Ismail Hakkı Uzunçarşılı. a.g.e. s. 38
[69] Selaniki
tarihi, s. 283.
[70] Bu
kanal işi bundan sonra 17,18 ve 19. asırlarda da düşünülmüş ama bir türlü
gerçekleştirilememiştir.
[71] David
Oldroyd “İnsan Düşüncesinde Yer Yüzü” Tübitak Popüler Bilim Kitapları 1. Basım
Ocak 2004 s. 341-342
[72] Bili
Bryson “Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi” Boyner Yayınları Çeviren: Handan Balkara
1. Basım Ekim 2004, İstanbul s. 59
[76] Editör
Elizabeth Zachariadou, “Osmanlı İmparatorluğunda Doğal Afetler”, Tarih vakfı
Yurt Yayınları, Numune Matbaacılık İstanbul, Temmuz 2001. s. 76
[77] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 81
[78] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 89
[79] ASVe, Inquisitori di Stato, Avvisi, bb. 701-712.
Akt. Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 89
[80] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 89
[81] ASVe,
Senato, Proweditori da Térro e da Mar, Proweditore Generóle delle
Isole del Levonte, b. 1169, morzo 1660 -gennoio 1662: rapor, Corfú, 17ottobre S.N., YozıŞma no 48’in eki.Corfu,
190ttobre 1660 S.N., Alvise Civran. Akt.
[82] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 89-90
[83] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 135
[85] Li. Gordon, American Relations with Turkey, Philadelphia, 1932, s. 222. Akt. Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 136
[87] Leon
Rabinowıcz, Nüfus meselesi. (Nüfus ilmi, nüfus tarihi ve nüfus harekatı).
İktisat Matbaası-İstanbul. Ankara, 1930, s: 348
[88] Leon
Rabinovvıcz a.g.e. s. 353
[89] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 225
[90] T.C.
Van Valisi Mahmut Yılbaş. “Van Gölü’nün su seviyesinin yükselmesi nedenleri,
etkileri ve çözüm yolları sempozyumu” (Doç. Dr. Niyazi Türkelli), 100. Yıl
Üniversitesi Matbaası: 20-22 Haziran 1995.
[91] Aktaran
Editör Elizabeth Zachariadou, Osmanlı İmparatorluğunda Doğal Afetler. Tarih
Vakfı Yurt Yayınları 117. İstanbul 2001.
[92] Bizzat
J. von Hammer’in
de, ilk Viyana kuşatmasının kaynaklan hakkında bir çalışma yaptığı
bilinmektedir (Wiens erste
aufgehobene türkische Belagerung,
Pest, 1829). Christine Turetschek’in çalışmaları sayesinde, artık
yerel kaynakların ve Türk kaynaklarının verdikleri bilgiler hakkındaki bir
incelemeye ve yeni bir tabloya sahibiz: Die Türkenpolitik
Ferdinands J.
von 1529 bis 1532, Viyana, 1968, s. 110-29. Sultanı, kuşatmayı yarıda
kesmeye zorlayan koşullar, aynı dönemin Macar tarihçileri (örneğin György
Szeremi) tarafından doğrulanmıştır; Macarlar, sultanın seferinde meydana
gelenleri dikkatle gözlemlemişlerdir. Aktaran Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 4-5 62
[93] Bu olayın ayrıntılı tasviri ve İngiliz
donanmasının kayıpları için bkz. The November Hurricane and its
Effects, Pictorial History of the Russian War, 1854-55-56, with Maps, Plans and Wood
Engravings, Edinburgh ve Londra, 1856, s. 283-86. Aktaran Elizabeth
Zachariadou. A.g.e. s. 5
[94] Bu
konuda bkz. A.W. Kinglake, The Invasion of the Crimea: its
Origin, and an Account of its Progress down to the Death of Lord Raglan, c. Vi.
The Winter Traubles, Edinburgh ve Londra, 1858, s. 160-67; Chr. Hibbert, The Destruction of Lord
Raglan. A Tragedy of the Crimean War, 1854-55, Londra, 1963, S. 200-208. Kırım Savaşı’nda meydana gelen
olayların ayrıntılı incelemeleri için ayrıca bkz. H. Strachan, ‘Soldiers, Strategy and Sebastopol’,
Historical Journal, Britain and the Crimea, ¡855-1856:
Problems of War and Peace, London,
1987; A. Lambert, The Crimean War:
British Grond Strategy against Russia, 1853-56, Manchester, 1991. Aktaran Elizabeth Zachariadou. A.g.e. s. 5
[96] J.
Dorrouzes,’“Conference sur lo primoute du Pope ci Constantinople en 1357”, Me. langes R. Janin, RES, (1961), s. 88-90.Akt. Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 6
[97] C. Foss, “Byzontine Malogina and the Lower
Songorius”, AnStu, 40 (1990), s. 174-75. Akt. Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 6
[98] Georgios Pokhymcres, De Michaele et Andronico
Palaeologis, Bekker (éd.), c. II,
Bonn, l 835, s. 330-31; krş.,
Foss, age, s. 179-80. Akt. Editör Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 6-7
[99] Florentio Evongelotau-Notoro, Seismoi sto Vizantio
apo ton 13o mehri kai ton 15o aiona. Istoriki eksetasi, Atina, i 993, s.
64-76. Akt. Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 7
[100] Editör
Elizabeth Zachariadou, a.g.e. s. 182-183
[101] Sabah
Gazetesi 11.5.2005 Spor sayfası
[102] Yalçın
Kaya, “Depremden Kalanlar. 17 Ağustos’un ardından deprem, devlet ve toplum”
Otopsi yayınevi 1. Baskı. Şubat 2000 İstanbul s. 177
[103] Yalçın
Kaya, a.g.e s. 177-178
[104] Yalçın
Kaya, a.g.e s. 178
[105] Yalçın
Kaya, a.g.e s. 178-179
[106] Yalçın
Kaya, a.g.e s. 179
[107] Yalçın
Kaya, a.g.c s. 180
[108] Yalçın
Kaya, a,g.e s. 22
[111] Prof. Dr. Hayati Doğanay, “Coğrafyaya
Giriş” Altıncı baskı Çizgi Yayınevi Konya. Eylül 2000 s. 655
[115] David Oldroyd “İnsan Düşüncesinde Yer
Yüzü” Tübitak Popüler Bilim Kitapları 1. Basım Ocak 2004 s. 178.
[120] David Cordingly, Türkçesi; Elif Böke,
Korsanlar Arasında Yaşam, Dost Kitabevi, Ağustos 2004, Ankara. S. 112
[122] John
Masefid d ’in Dampier’e yazdığı önsözden alınmıştır. Cilt l, s. 13. Aktaran
David Cordingly. a.g.e. s.114
Denizci
ve kılavuz Lucas Janszoon Waghenaer’in, 1584-85 yıllarında Spieghel der
Zeevaerdt (The Mariner’s Mirror) başlığı altında topladığı denizcilik
haritaları kendi adıyla anılmış, bu haritalar evrensel bir üne kavuştuktan
sonra da “Waggoner” olarak İngilizceleştirilerek her türlü deniz haritası için
kullanılan genel bir terim haline gelmiştir, (ç.n.) ‘den Aktaran:
[128]
Derleyen ve Sadeleştirenier: Emekli Harita Mühendis Kd. Alb. Edip Özkale ,
Emekli Harita Yarbay Mustafa Rıza Şenler. “Haritacı Mehmet Şevki Paşa ve Türk
Haritacılık Tarihi” . Harita Genel Müdürlüğü Basımevi Ankara 1980
[129] Tuğg. Abdurrahman Aygun. Sadele$tirenlcr: Edip
özkale, Mustafa Rıza Şenler. *Türk Haritacılık Tarihi”.Harita Genel Müdürlüğü
Basımevi Ankara. Cilt 1 1980, Cilt II 1980 Cilt III 2002.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar