ÇERKES MESELESİ-M. FETGEREY ŞOENU (Mutlaka okuyun)
Millî
Mücadele’den sonra Türkiye’de bir Çerkes kıyımı ve tehciri yapıldığını kaç kişi
bilir?
Yakın tarihimizin nice hadiseleri karanlıkta kalmış,
unutulmuş veya unutturulmuştur. Bizde iki tarih vardır:
Türkiye’mizin, yakın tarihi sırlar ve meçhullerle
doludur. Zaten bizde iki tarih vardır: Biri mitolojik ve ideolojik resmî tarih,
Necip Fazıl’ın tabiriyle balığın kavağa tırmanmasından bahs eden hikâyeler;
diğeri ise karanlığa itilmek istenen gerçek tarih. Birinci tarih ne kadar
dallandırılıp budaklandırılmış, süslenip püslenmişse, ikinci tarih de o derece
ihmale uğramış, unutulmuş ve unutturulmuştur.
Tanzimat’tan bu yana, bir anti-tarih edebiyatı ile karşı
karşıyayız. Akların kara, karaların ak, zirvelerin çukur, hendeklerin tepe
olarak sunulduğu, evrensel ve millî değerlerin tepetaklak edildiği bir
anti-tarih…
Elinizdeki bu kitap, Millî Mücadeleden sonraki Çerkes
tehciri ve kıyımı ile ilgili bir belgedir. Bazılarına göre teferruata ait
marjinal bir konudur bu. Ancak unutulmamalıdır ki, tarih büyük ve küçük
konuları ile bir bütündür. Çok önemli olmadığı, teferruata tealluk ettiği için
hiçbir tarihî dosya terk edilemez, kapatılamaz.
Bilindiği gibi, Birinci Cihan Harbi mağlubiyetinden sonra
Millî Mücadele’nin öncüleri içinde Çerkesler de vardır. Aslında
Kurtuluş Savaşı’nın ilk önderi Çerkes Edhem’dir. Ancak kendisi, çeşitli
entrikalar sonucu saf harici bırakılmış ve nâ-hak yere vatan hâini ilân
edilmiştir. Millî Mücadele esnasında Halife ve Padişah’ı destekleyen, İstanbul
hükümeti saflarında yer alan Çerkesler de olmuştur. Hattâ 1921’de İzmir’de «Şark-ı
Karib Çerkesleri Te’mini Hukuk Cemiyeti»
(Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını Güvence Altına Alma Derneği) adıyla bir
cemiyet kurarak, Yunanistan’ın koruması altında bir Çerkes devleti kurulması
için çalışan Çerkesler de görülmüştür. O tarihlerde Türkler arasında da,
Ankaracılar, İstanbulcular, mandacılar yok muydu?
Kaldı ki, Şark-ı Karib’çi Çerkeslere karşı ilk tepkiler
bizzat Çerkeslerden gelmiştir.
(Bakınız: Tarık Zafer Tunaya, «Türkiye’de Siyasî
Partiler» c. 2, s. 606-23, İst. 1986)
Elinizdeki bu eser, 1923’te, Osmanlı Çerkes aydınlarından
MEHMED FETGEREY ŞEONU‘nun yayınladığı
iki küçük kitabın Osmanlı-İslam yazısından latin harflerine çevrilmiş metnini
ihtiva etmektedir. İlâve, çıkarma ve değişiklik yapılmamıştır. Bu yayınımızla
gerçek tarihe küçük bir hizmet etmiş olduysak kendimizi bahtiyar sayarız.
«Bir hakikat kalmasın
Allah’ım âlemde nihan!»
Bu eseri oluşturan iki kitabın, Osmanlı harfleriyle
basılmış orijinal ilk baskılarının bibliyografik künyeleri:
1. Çerkes Meselesi hakkında
Türk Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Arıza. İst. Karabet
Matbaası, 1338-1923. 39+ 4 s.
2. Çerkes Meselesi hakkında
Türk Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İkinci Arîza.
1339-1923. 48 s.
BEDİR YAYINEVİ
YAZARA DAİR
Bu kitabın 1923’te yapılan ilk baskısında, yazar
kendi ismini, o tarihte henüz resmen kabul edilmemiş bulunan Latin harfleriyle
M. Fethgerey Schaenu şeklinde yazmıştır. Özeğe kataloguna Mehmed Fetgerey Şoenu
imlasıyla kaydedilmiş bulunan bu ismi biz de aynı şekilde yazdık. Tarih ve
Toplum dergisinin 22’nci sayısında (Ekim 1985, s. 4-5) Ayşen Janset Ku banlı,
yazarın biyografisi ve eserleri hakkındaki yazısında aynı imlayı
kullanmaktadır. Aynı derginin 3’cü cildinin 211’inci sayfasındaki (Mart 1985) «Çerkes
Kadınları» başlıklı tenkidinde Hüseyin Kılıç «Mehmet Fitgeri Şûenû»
imlasını kullanmaktadır ki, yanlıştır.
Mehmed Fetgerey Şoenu, 1890’de Sapanca’nın Yanık köyünde
doğmuştur. Babası Kuzey Kafkasya’nın Gdowta-Vendripş bölgesi halkından Atkug
Musa Şoenu olup 93 harbinden (1877-78 Osmanlı-Rus savaşı) sonra zor şartlar
altında anavatını terk ederek Osmanlı topraklarına iltica etmiş ve Sapanca’da
yerleştirilmiş Çerkeslerdendir. Mensup olduğu kabilenin ismi Vubuh’tur. =Ibıh
Mehmed Fetgerey 5-6 yaşında iken babasının vefatı üzerine
annesi ve iki kardeşi ile birlikte İstanbul’a, dayısı Habib Beyin yanma
gelmiştir.
Hırslı, inatçı bir karaktere sahip olan Fetgerey
intizamlı bir mektep hayatı yaşayamadı, klasik tahsili terk ederek kendi
kendini yetiştirmeye çalıştı. Ona bir otodidakt diyebiliriz. Fransızca öğrendi,
tercümeler yaptı. Hayatı İstimâiye adlı ilk eserini kaleme alıp bastırttı.
Devrinin ünlü gazetecilerinden Celâl Nuri (İleri) Beyin Çerkes kadınları
hakkındaki eserine karşı infialini belirtmek üzere 1914’te «Osmanlı İçtimaî
Aleminde Çerkes Kadınları» adlı kitabı neşr etti.
A. Jansat Kubanlı, Fetgerey’in Galatasaray Lisesinde
tahsil yaptığını kayd etmektedir.
Beşiktaş Jimnastik Kulübünün iki numaralı kurucu
üyesidir. Kardeşi Ahrned Fetgerey Şoenu ise Fenerbahçe kulübünün kurucuları,
içinde yer almıştır. O zaman Osmanlı devletinin hudutları içinde yer alan Üsküb
şehrinde beden terbiyesi öğretmenliği memuriyetinde bulunmuş, Balkan Harbi’nin
mağlubiyet ile sonuçlanması üzerine İstanbul’a dönmüş, Bursa’ya tâyini çıkmış,
bir müddet de orada beden terbiyesi öğretmenliği yapmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda İzmit mebusu ve dayı
zadesi İsmail Ziya Bersis ile birlikte Irak cephesinde Ordu hizmetinde
bulunmuştur. İttihad ve Terakki ida resi rejiminin ülkeyi ve savaşı kötü idare
etmesi, fırsatların kaçırılması, orduya politikanın girmesi Fetgerey’i yürekten
sarsmış, acı acı düşündürmüştür. Mütârekeden sonra tekrar İstanbul’a dönmüş,
ilmi, tarihî araştırmalar yapmış, eserler telif etmiştir. 1922′-de«Çerkesler»
ve «Çerkeslerin Aslı» adlı kitaplarını yayınlamıştır.
Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra Ankara rejimi
Batı Anadolu’daki Çerkeslerin tehcirine (sürülmesine) karar vermiştir. Birkaç
kişinin günahından dolayı bir etnik grup cezalandırılmış; çoluk, çocuk, kadın,
ihtiyar, hasta demeden binlerce Çerkes köylerinden alınarak Doğu Anadolu’ya
feci şartlar altında sürgün edilmişti. Bu facia karşısında Fetgerey Şeonu «Çerkes
Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisine Arîza» adıyla bir kitap yayınlamış. Aynı yıl, bu birinci
«Ariza»yı takiben ikinci bir Arîza daha çıkartarak hükümet erkânına, bütün
mebuslara, gazetecilere, büyük bürokratlara ve aydınlara göndererek yapılan
haksızlığın ve zulmün durdurulmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmed Fetgerey
rejim tarafından yayından men cezasına çarptırılmıştır.
Bu durum karşısında tedkiklerine ve yazılarına devam eden
Şeonu eserlerini bastıramamanın üzüntüsü ile kahr olmuştur. Dayızadesinin
sahibi bulunduğu Adapazarı Madenleri İşletmesi Türk Anonim Şirketinde çalışan
Şeonu, şirket idaresinin bulunduğu Agopyan Hanında çıkan yangında zehirli
dumanlardan boğularak genç yaşında 19.1.1931’de terk-i hayat eylemiştir.
Cenazesi Maçka mezarlığına defn edilmiştir. M. Fetgerey Şoenu böylece genç bir
yaşta, daha çok eserler kaleme alabileceği iken kaybedilmiştir.
Basılmış eserleri:
1. Hayat-ı İctimâiyye ve
Yaşamanın Felsefesi.
2. Kadınlara Beden
Terbiyesi.
3. Osmanlı İçtimâi Âleminde
Çerkes Kadınları.
4. Çerkesler. (İstanbul,
1922, 48. s.)
5. Çerkeslerin Aslı.
(İstanbul, 1922, 47 s.)
6. Çerkes Meselesi Hakkıada
Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisine Arîza. (İstanbul 1923)
7. Çerkes Meselesi Hakkında
Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisi’ne İkinci Arîza. (İstanbul, 48
s.)
8. Kafkasya ve Servet
Menbalan.
Basılmamış eserleri:
—Onsekizinci Asırda Şimalî Kafkasya.
— Lezgiler ve Lezgi Unvanı Hakkında.
—Kafkas Vahdeti, Çarlık ve Sovyet Rejimleri.
—Irak ve Iraklılar. Makaleleri:
Mehmed Fetgerey Şoenu’nun Ölümünden sonra. 40 kadar
araştırma ve makalesi İstanbul’da ve Ankara’da neşr edilmiş Kafkasya
dergilerinin çeşitli sayılarında yayınlanmış bulunmaktadır.[1]
ÇERKESLERE
DAİR
Çerkesler (Türk Ansiklopedisi Çerkez
imlâsını kullanmaktadır) anavatanları Kuzey Kafkasya olan çok eski, köklü ve
soylu bir kavimdir. Milattan önce 6’ncı asırda burada bulundukları
bilinmektedir. Çerkesler kendi aralarında birçok kabile ve boylara ayrılır: Abaza,
Bjeduh, Şapsuğ, Matuhay, Temirgoy, Besleney, Flakuçi, Kabarday... Tarih
boyunca Ruslardan büyük zarar ve zulüm görmüş kavimlerden biri de Çerkeslerdir.
Başlangıçta Rus-Çerkes münasebetleri dostça görünüyordu. Korkunç İvan
(1547-1584) devrinde Moskoflar Kazan ve Ejderhan hanlıklarını ortadan
kaldırdıktan sonra Çerkes sınırlarına dayanmışlardı. İvan, Çerkeslerin
gafletinden faydalanarak Terek suyu üzerinde Terek kalesini yaptırmak fırsatına
kavuşmuştu. İvan’dan sonra Ruslar Çerkezistan üzerine bir ordu göndererek oraya
feth etmek istediler. Bu ordu Çerkesler tarafından imha edildi. Bu tarihten
itibaren bir daha Çerkes Rus dostluğundan bahsedilmedi. Çerkeslerin gözü
açıldı, Osmanlı İmparatorluğuna yaklaştılar ve İslam’a sarıldılar,
Çerkeslerin son dört yüz küsur senelik tarihi onların
Moskoflarla boğuşmasının ve feci kırımlara, muhaceretlere, jenosidlere
uğramalarının tarihinden ibarettir. Lord Ponsonby, İngiltere’nin
İstanbul sefiri iken Londra’ya gönderdiği 1834 tarihli resmî raporunda
Çerkeslerin nüfusunu 4 ilâ 6 milyon arasında tahmin etmektedir. Bu rakama Rusya ile harp halinde bulunan Kafkasyalı diğer
kavimler dahil edilmiş de olsa, diğer kaynaklardaki bilgilerle dengelendiği
takdirde büyük muhaceretten evvel Çerkezistan’da en az 3 milyon Çerkes
yaşadığı anlaşılır. (Nuh el-Martukî, Nûrü’l-makabis fi tevârih el-Çerâkis,
Kazan 1912, s. 10). İşte bu nüfus kınla kınla zamanımızda anavatanlarında ancak
birkaç yüz bin Çerkes kalmıştır.
1840’ta Şeyh Şâmil, Mehmed Emin adlı mücâhidi
Çerkezistan’a naîb olarak gönderdi. Çerkes kabileleri 1848’te toplanan Adagum
kurultayında onu başkan olarak kabul ettiler. Mehmed Emin Ruslara karşı
İslami-askerî bir teşkilât kurdu ve topyekûn bir cihad hareketine girişti. Ne
var ki, düşman çok güçlüydü, Osmanlı İmparatorluğu ise güçsüz düşmüştü. 1859’da
Şeyh Şamil Ruslara esir düştü, Mehmed Emin de teslim olmak zorunda kaldı.
Mevziî direnmeler 1864’e kadar sürdü ve bundan sonra Çerkeslerin direnecek hali
kalmadı. Asıl facia da bundan sonra başladı.
İnançlarından ve kimliğinden vaz geçmeyen soylu bir millet anavatanlarından
sürülüyordu. (Ruslar 2 milyon kadar Çerkes’i
sürmüşlerdir. Bunların 1.5 milyonu yollarda feci şartlar altında can vermiştir.
İkinci bir göç dalgası da 1877/78 savaşından sonra olmuştur ki, bu esnada da
çok Çerkes kırılmıştır.) Ruslar görülmemiş bir vahşetle bütün Çerkes ileri
gelenlerini idam etmişler, Çerkes köylerini yağmalamışlar, sağ kalan halkı
Sibirya’ya sürmüşlerdir. 19’uncu asırdaki büyük Çerkes muhacereti sonunda
Türkiye, Suriye, Irak, Ürdün, İsrail, Mısır ve Amerika’da Çerkes nüfusu ve
koloniler oluşmuştur.
Türkiye Çerkesleri, dominant kültür olarak Osmanlı-İslâm
kültürünü ve Türk lisanını benimsemekle birlikte kendi Çerkes kimliklerini de
muhafaza etmişlerdir. Devlet adamı, kumandan, din âlimi, şeyh, fikir adamı,
yazar, sanatkâr, aydın, gazeteci olarak birçok Çerkes asıllı değerli şahsiyet
yetişmiş ve Türkiye’ye hizmet etmiştir.
Çerkes asıllı bazı ünlü
kişiler:
Mizancı
Murad Bey,
Ömer
Seyfeddin,
Ahmed
Midhat Efendi,
Kadircan
Kaflı,
Çerkes
Edhem,
Deli Fuad
Paşa,
Bekir Sami
Bey,
Prens
Sabahattin,
Rauf
Orbay,
Şevket
Dağ,
Hüseyin
Avni Lifij,
Muhlis
Sabahaddin Ezgi,
Neveser
Kökdeş,
Lemi Atlı,
Haydar
Bammat,
Said
Şamil…
Çerkeslerden
hayli ulema ve meşayih yetişmiştir.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin arkadaşı ve ders
vekili Düzceli Muhammed Zâhid Kevserî Çerkes asıllıdır. Millî
Mücadeleden sonra, Mustafa Kemal’e ters düştüğü için Mısır’a gitmiş, orada
Arapça değerli eserler yayınlamıştır.
Yakın tarihimizdeki darbe teşebbüsleriyle ün salan ve
başarılı olamadığı için ikinci darbesinden sonra idam edilen Harp Okulu
kumandanı Talât Aydemir de Çerkesti.
1
MAYIS 1920’DE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE ETNİK BİR MÜNAKAŞA- M. ŞEVKET EYGİ
Yıl 1920, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ndeyiz.
Takvim Mayısın 1’ni göstermektedir, yâni Meclis açılalı daha on gün bile
geçmemiştir. Bu Meclis Kur’anı Kerim hatimlerinden, Buhârî-i Şerif
kıraatlerinden sonra, uğurlu olsun diye bir cuma günü, mebuslar
(milletvekilleri) Hacıbayram camiinde topluca cuma namazı kıldıktan sonra
dualar, tekbirler, kurbanlar ile açılmış, Mustafa Kemal’in ilk sözü,, biz bu
Meclis’i önce Halife ve Padişah Efendimizi ve sonra vatanımızı kurtarmak için
açtık cümlesi olmuştu, işte şimdi 1 Mayıs 1920 tarihinde Meclis’te sağlık
konusu hakkında Yusuf Kemal bey konuşurken gayet meraklı ve ibretli bir gelişme
olur. Yusuf bey kürsü de memleketin sağlık işlerinden bahs ederken Türk
kelimesinden çokça bahs eder. Konuşması içinde:
«…zannediyorum ki, her Türkün söyleyeceği, memleketimizde
görülecek ilk iş sıhhiye işidir. Çünkü sıhhat olmazsa, çünkü Türklük
bulunmazsa, o Türkler üzerine bina edeceğimiz hiç bir iş kalmaz… Türkleri
muhafaza etmek için evvelâ sıhhati muhafaza etmeli (alkış)… Türklüğü bitiren
hastalıkları bir an evvel kaldırmazsak, eğer Türk ailesinin, Türk ferdinin
refahım temin etmekse…» cümlerini sarf eder.
Yusuf Kemal beyin bu konuşmasından sonra Sivas mebusu
Emir Paşa kürsüye çıkar ve şu konuşmayı yapar:
Emir Paşa. (Sivas)
— Yusuf Kemal beyefendi hazretlerinin, konuştuğu sırada
sıhhatlerinin muhafazası lüzumunu yalnız Türklere hasr etmiş olmasına itiraz
ediyorum (-İslâm demekti sadaları… Kelime ile oynamayın sesleri). Müsaade
buyurun, zannederim ki, Müslümanlık namına teessüs etmiş bir Hilâfet vardır.
Değil buradaki Müslümanların, aktan cihanda bulunan umum Müslîmînin bu Hilâfete
merbutiyetlerini unutmamak iktiza eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını
istimal etmeyelim. Çünkü Türklük namına biz buraya cem olmadık (Gürültüler).
Rica ederim, yalnız Türkler değil, Müslümanlar demek, hattâ Osmanlı demek
kâfidir efendim (İslâm deniliyor sadaları). Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürd,
Lâz ve daha bîr takım kabail-i islâmiye vardır. Bunları hariçte bırakacak,
tefrikaya bais olacak söz söylemeyelim (Gürültüler). )
Reis
— Müsaade buyurunuz, devam etsin.
Emir Paşa. (Sivas)–
(Devamla)
— Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek
değilim. Bu gibi sözlerin şimdiye kadar bir fâidesini görmedik. Hepimiz
Hilâfete merbutuz (bağlıyız). Bu Hilafet-i muazzamayı bir çok uzun asırlardan
beri muhafaza eden Türk kavm-i necibi olduğunu da kimse inkâr edemez. Yalnız
tefrikayı icab edecek hiç bir söz söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.
Çerkes asıllı olan Emir Paşa kürsüden inince sözü bu
sefer Mustafa Kemal Paşa alır ve aşağıdaki konuşmayı yapar
Mustafa Kemal Paşa
— Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricası
ile bir iki nokta arz etmek isterim:
Buradaki maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden
zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir,
yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden, mürekkeb anasır-ı islâmiyedir, samimi bir
mecmuadır.
Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği, hukukunu,
hayatım, şeref ve şanını kurtarmak için azm ettiğimiz emeller, yahut bir
unsur-i İslâm’a münhasır değildir. Anasırı islamiyeden mürekkep bir kitleye
aittir.
Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz
esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tâyin ve tesbit
edilirken, hudud-ı millîmiz İskenderun’un cenubundan: geçer, şarka doğru
uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-i millîmiz
budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz
onları tefrik etmedik. Binaenaleyh, muhafaza ye müdafaasıyle iştigal ettiğimiz
millet bittabi’ bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı islamiyeden mürekkebtir.
Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-i İslam bizim kardeşimiz ve menâfii
tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk
satırlarında bu muhtelif anasır-ı islâmiye ki, vatandaştır, yekdiğerine karşı
hürmet-i mütekabile ile riayetkardırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna,
ırkî, içtimâi, coğrafî hukukuna daima riayetkar olduğunu tekrar ve te’yid ettik
ve cümlemiz bu gün samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh menâfiimiz müşterektir.
Tahsiline azm ettiğimiz vahdet yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinden
memzuc bir unsur-i İslamdır. Bunun böyle telakkisini ve sui tefehhümata meydan
verilmemesini rica ediyorum (Alkışlar).
İşte 1920’de Büyük Millet Meclisinde Mustafa Kemal böyle
konuşuyordu. O, bu tarihte Halifeci, Padişahçı, Osmanlı devleti taraftan,
Şeriatça, İslamcı idi. Millî Mücadelenin bu ilk Meclisi islamî bir cihad
hareketinin merkeziydi. Bütün İslâm dünyasının gözleri Ankara’ya çevrilmişti.
Bu Meclisin 1924’te Halifeliği kaldırıp. Halife’yi ve Osmanlı hanedan ailesini
yurt dışı edeceğini bilmiş olsalardı, Hint Müslümanları 30 bin çil çil altın
toplayıp da Ankara’ya yardım olarak gönderirler miydi? Meclis ve Mustafa Kemal
şeriatçilikte o kadar ileriydiler ki, İçki Yasağı Kanunu çıkartarak alkollü
içkileri yasak etmişlerdi. Bu Meclis’e Bediüzzaman Said Nursî geldiği ve samiin
locasında oturduğu zaman Meclis ayağa kalkmış, alkışlarla beyan-ı hoş âmedi
eylemişti. Meclis’te yüze yakın sarıklı, tarikat taçlı ulema, şeyh vardı.
İşte bu hava içinde, bir Türk mebusu ile bir Çerkes
mebusu arasında münakaşa çıkınca, Mustafa Kemal Kürsüye çıkıp, yukarıda metnini
verdiğimiz yatıştırıcı konuşmayı yapmıştı. Bu memlekette sadece Türk yoktur,
Kürd, Laz, Çerkes ve diğer İslami unsurlar vardır ve bunlar hep kardeştir
demişti.
Paşanın misak-ı millî hudutlarıyla ilgili cümlelerine de
dikkat etmişsinizdir. İskenderun’un cenubundan başlayan bu sınır Kerkük,
Süleymaniye ve Musul’u içine almaktadır. Sonra bu güney bölgelerimiz
Fransızlara ve İngilizlere peşkeş çekilmiştir. Batum’un da Ruslara verilmesi
gibi…
İşte böyle bir hava içinde başlayan millî mücadele
zaferle sonuçlanınca, eski sözler unutulmuş, Türk, Kürt, Lâz, Çerkes ve diğer
Müslüman unsurlar arasındaki din ve iman kardeşliği rafa kaldırılmış, onun
yerine başka ideolojiler, yabancı …izmler getirilmiştir,
O hengâme içinde de, elinizdeki bu kitabın konusunu
teşkil eden Çerkes tehciri yapılmıştır.
EMİR PAŞA:
İlk Büyük Millet Meclisi’nde Sivas mebusluğu yapmıştır.
Sivil Paşalık unvanına sahiptir. Hukukçudur, fakat çiftçilikle meşgul olmuştur.
Bekir Sami ile birlikte Millî Mücadele hareketini desteklemiş, Sivas ve
Uzunyayla Çerkeslerinin Kurtuluş Savaşma katılmalarını sağlamıştır. Geleneksel
İslâm-Osmanlı kültürüne bağlı dürüst ve açık sözlü bir aydın ve politikacıydı.
Millî Mücadeleden sonra İstiklâl Mahkemesine verilmiş ve üç yıl süreyle
İsparta’ya sürgün edilmiştir. Abhaz Kökenlidir, Adigeceyi de iyi bilirdi. Soyadı
kanunundan sonra Marşan soyadını almıştır. Doğumu 1840, ölümü 1940’tır.
ÇERKES MES’ELESİ
HAKKINDA TÜRK VİCDAN-I
UMUMÎSİNE VE
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NE ARÎZÂ
Mehmed Fetgerey ŞOENU
(M. Fethgerey Schaenu)
Transkripsiyon:
Muhammed Safi
Halide Edip Hanıımefendi’ye:
Bu arizacık, ihtilâl günlerinden birinde, ihtiyat Zabiti
Peyâmi’ nin kalbini «İyilik ve Muhabbetle» dolduran «Yeşil Balkondaki Beyaz
Efsâne Kadın»la «Kırmızı topraklı yolda giden zarif ve ürkek hayalsin mesâibine
ağlayan bir kaç sahifeden ibarettir. Ruhunuzun öz evlâdı, o sabık Hariciye
Kâtibinin «Güzel kardeşlerimiz» demekten haz duyduğu Çerkezlerin şimdi virane
olan «evleri masal evlerine benzeyen» hülyâlı köylerin sahiplerinin «Şimalî
Kafkas’ın kartal tepeleri üstünde» kuracakları vatanları için akıtmasını
kendine va’dettiği temiz ve asil Türk kanına ithaf etmek istiyorum. Bu
hıçkırıkları bilmem o şerefle taçlanmaya lâyık bulacak mısınız?..
Mehmet Fetgerey ŞOENU
22 Ağustos 1923
Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdân-I Umûmisine
Ve Türkiye Büyük Millet Meclîsine Ariza
İşitiyoruz ki, Çerkesler tehcir ve taktil (öldürülüyor)
ediliyormuş. Hânümânları söndürülüyor. Köyleri, mal ve menâlleri «emvâl-ı
metruke» ye devrolunuyormuş. Bu şom nakaratın medlulleri pek feci şeylerdir.
İnsanın ruhunda şimşekler çakan boralar koparmak için kâfi gelecek baştan
çıkarıcı muharriklerdir.
Lâkin yalnız bu kadar değil, daha var: Denizden çıkarılan
balıklar gibi, meskensiz, mevâsız, hayat vesâitinden mahrum kalan bu
zavallıların erkekleri derelere, kaya diplerine gömülüyor, kız ve kadınları ise
Türk köylerine, Türk köylülerine taksim ve tevzi’ olunuyormuş. Bunlar
namütenahi bir vüs’atle genişleyebilen bir sürü (miş)lerdir ki her biri
keyfiyet itibariyle yüce bir dağın başından kopan bir kaya parçasının aşağıya
ininceye kadar aldığı müthiş bir çığ manzarasını pek andıran bir mâhiyet arz
ediyor. Ve tıpkı o çığlar gibi yollarına düşen en mukavim bünyeleri bile
sürükleyip götürecek kabiliyetler gösteriyorlar…
Haddizatında bunların hepsi belki birer hiçtir. Fakat
görünen bir şey var ki; o da bu (miş)lerden herbirinin ehemmiyetli veya
ehemmiyetsiz bir vâkı’a-ya istinâd etmiş bulunmasıdır. Bu vâkı’aların, bu
hâdiselerin yalanını hakikisinden, eğrisini doğrusundan tefrik edebilmek, şimdi
içinde yaşadığımız gayya kuyusunda ancak (Hüddâm)’a mürâca’ata vabeste kalıyor.
Ve esasen kütleler, cemâatler hiç bir zaman böyle tedkîkî
ve tahlilî düşünmek kabiliyetini gösteremezler. Onlar, tahlil yerine terkip
ederler. Tefekkür yerine sâdece hissederler. Bütün kuvvetlerini bu hislerden
aldıkları için onlara vüsat verirler ve çarçabuk mağlub olarak sevk edecekleri
yollara gitmekten başka bir şeye muktedir olamazlar.
Zaten, ortada güneş gibi parlayan bir hakikat var. Bu
hâdiseler, hatta şâyi’alar ister sahih, ister de ercûfe olsun, devrin yaşattığı
buhranlar dolayısıyla te’sirleri bir ve bî-âmân oluyor. Her (miş) memleketin
ummân-ı ruhuna düştüğü zaman tıpkı bir gölün sathına düşen bir taş parçasının
gölün sathında çizdiği namütenahi büyüyen dâirelere benziyor ki sükût
noktasında ancak küçük bir yuvarlak olan ihtizaz yüzlerle metre uzakta,
yüzlerle metrelik katrelere mâlik olacak kadar cesamet kesbediyor ve böylece en
ufak hâdiseler en büyültücü adeselerle yüz defa bin defa büyüdükten sonra nâs
beynine şayi’ oluyor…
Bu sayfaların halk üzerindeki tesirlerinin ehven ve
ehemmiyetsiz olduğuna inanmak pek fazla safdillik olur. Öyle görünüyor ki aks-i
tesirler pek kat’î, pek müdhiş oluyor. Türk
Çerkes’e, Çerkes Türk’e karşı emniyet edemez bir hâle giriyor. Ve
bu, günden güne kat’iyyet kesbediyor..
Görüneni olduğu gibi gören hiç bir kimse inkâr edemez ki,
bu iyilik alâmeti değildir. Bir vatanda, bir bayrak altında ve bir nâm ile aynı
gaye ve maksad için yaşayacak insanlara bir sa’âdet va’d edemez. Bilâkis, buna
ma’rûz kalan millete her ma’nâsıyla tali’siz denir. O milletin sesi kirişleri
gevşek ve kopuk bir çalgının çıkaracağı ahenksiz ve baş döndürücü curcunadan
farklı olamaz…
İşte, arz ettiğimiz (miş)’ler şimdi Türkiye’yi bu hâle
doğru sürüklüyorlar. Bunların en fazla ma’nâ ve kıymetleri: Bulanık suda balık
avlamak isteyen ihtirâsâtın oltalarını ağırlaştırıp zenginleştirmekten,
bi’n-netice avcıların yüzünü güldürmekten başka bir şey değildir. Bu
ihtirasların cidaline sahne olan bedbahtlar ise, Türk veya Çerkes, dünkü güzel
vatanın bugünkü harabelerinde birer kara diken gibi batıcı ve yırtıcı
oluyorlar… Halbuki bu memleket bundan böyle sükun ve huzura, âsâyiş ve âmizişe
pek, pek muhtaçtır…
***
Evet, biliyorum, gözümle görüyor, kulağımla işitiyor gibi
hissediyorum ki, şimdi beni de töhmetlendirmek için (nâkes Çerkes!) demeye
istical eden birçok dudaklar titreşiyorlar… Zararı yok, onlar bana
istediklerini desinler, fakat ben hak diyebildiklerimi söylemekten
çekinmeyeceğim ve (hâin sıfatının) Çerkeslere terdif edilmesindeki saikı
anladığım gibi anlatmaya çalışacağım:
Diyorlar ki; Türkiye Türklerindir. Türk ta’birinin
delâleti ise bir ırk ifâdesinden çok ziyâde medid bir musâlebe mahsûlünün
alemidir. Bu musâlebe bilhassa Orta-asya ve Kafkas ırklarının
ihtilâtât-ı kadime ve medidesi neticesidir. Şu halde ise Türk demek,
istep-lerin çekik gözlü, çıkık yanaklı, seyrek sakallı, yerden yapılı çobanı
demek değildir. Belki onlardan fersahlarla ayrılmış, daha ziyâde Avrupalılaşmış
bir mevcudiyettir. Anadolu bu musâlebenin canlı bir numûnesidir.
Şimdi artık bu Türklerin bir Mîsâk-ı Millîleri vardır: O
ahdin çizdiği hudûdlar dâhilinde yaşayan unsurların hepsinin yalnız Türk
ünvân-ı umumîsi altında kaynamaları sûret-i mutlakada elzemdir… Avrupa denilen
meşher-i akvam ve milelde Türklerden başka böyle bukalemun! bir manzara-i
milliye arz eden, daha doğrusu henüz bir câmi’a-i milliye te’sis edememiş,
hâlen mu’âsır düsturlardan pek geride ve uzakta kalan bir cami’a-i diniyye
bünyesinde meze olup gitmek revhiyetinde kalmış başka bir millet daha yoktur… ilâ
âhirihi…
Biz, bütün imanımızla, bütün mevcudiyetimizle bunlara
(Amenna) diyoruz. Lâkin bunu itmam eden; «Çerkesler
hâindir. Çünkü Türkiye’nin Türklere âid olduğunu kabulde ta’allül ediyor ve
Türklüğü yıkan Osmanlı istibdâdıyla beraber bulunuyorlar…» işâ’atını
hiç bir suretle nefsü’l-emre muvafık bulmuyoruz. Bu bize bir kaç sene evvel
Ziya Gökalp Bey’in neşrettiği; «…Bir
mefkurenin kuvvetlenmesi için iki hissin yardımına ihtiyaç vardır. Bunlardan
birisi (Millî muhabbet) ‘dir ki millî mefharetlerle halk an’anelerinden doğar.
İkincisi (Millî kin)’dir ki herhangi bir istibdada karşı gayz ve adavet
uyandırmakla hâsıl olur.» fıkrasının ikinci kısmındaki
hakikati ihtar ediyor.
Fakat çok teessüf olunur ki Türk millî mefkuresinin
kuvvetlenmesi, teessüs ve te’yidi için ona rehber olacak (millî kin) yanlış bir
istikametle Çerkesleri ihata etmiş bulunuyor ve zannolunuyor ki, Çerkesler
saltanat-ı şahsiyyenin müeyyididirler. Bu zihniyetle Osmanlı Saltanatının
istibdadına teveccüh eden kinden Çerkeslerin de hissedar olmaları tabii
görülüyor. Bu yanlıştır ve günâhtır. Çerkesler ne saltanatçıdırlar, ne de millî
Türk mefkûreciliğinin düşmanıdırlar.
Çerkeslerin böyle
tanınmalarının sebeb ve sâiki acaba nedir?..
Geçen badirede bunların bir avuçluk bir kısmının
kendilerinden on defa, yüz defa daha fazla Türk ve gayr-i Çerkesle beraber
padişahlık, daha doğrusu İstanbul Hükümeti hesabına hareket etmiş olmaları
mıdır? Bu ise o hareketin sebeb ve sâikleri düşünülen bu şeyler değildir. Ve
bizim kanaatimizce o sâikler, sebebler Çerkeslerin Türkiye’yi Türklerin olarak
tanımayıp pâdişâhların diye i’tikad ettiklerine ve Türk mefkûreciliğinin
düşmanları olduklarına delâlet edemez..
Vâkı’a o kıyamın sebeplerini sûret-i zahirede herkes
biliyor, lâkin hakikat-i halde esbâb-ı mütekaddime ve evveliyye bir çok
gözlerden nihândı ve hâlâ nihân bulunuyor. Başına geçirdiği şeytan külahı ile
göze görünmeden çalışan bu saik Çerkeslerin tahvif edilmiş olmasıyla bu tahvif
neticesinde onlarda uyanan tu’me-i ihtiras olmak, imha edilmek gibi
endişelerden bunları ilkâ eden mevki-i iktidar ihtiraslarının ettiği
istifâdedir ki, icmal etmek icâb ederse ber-vech-i âtî noktalar tebarüz eder:
A —
Meşrûtiyeti müte’âkib, millî mefkûreciliğin revacını te’mine vakf-ı fikr
edenlerin bazıları Türkiye’deki gayr-i Türk fakat müslüman anâsırın da hudud-ı
millî dahilinde bel’ edilmesi fikrini ileri sürmüşler ve şiddetle müdâfa’a
etmişlerdi. Alâ-rivâyetin Şeref sokağında bu bel’ ve temsil siyâseti oldukça
taraftarlar da bulmuştu. İlk tecrübenin Çerkesler üzerinde yapılması terviç
ediliyordu. Çünkü Çerkesler Anadolu’nun eski yerlisi olmadıkları gibi toplu ve
kesif de değildiler. Kafkasya’dan altmış sene kadar evvel hicret ettirilen 1 /2
ilâ 2 (birbuçuk-iki) milyon raddesindeki nüfûs Anadolu ,el-Cezire ve Suriye
dahilinde fazlaca dağılmıştı. Bunların bel’i Türkçülük nokta-ı nazarından pek
ziyâde muhassenatı dâ’î görülüyordu.
Bunun için Çerkeslerin bel’ine lüzum-i kafi
gösteriliyordu…
Bi’n-nazariyye ve bi’l-kuvve pek a’lâ görülen ve
düşünülen bu temsil siyâseti fi’liyâta çıkabilmek için namütenahi acemilikler
içinde bocalıyordu. Evdeki pazarı çarşıya uydurmanın yolunu bir türlü
bulamayan, bu siyâsetin o zamanki erbabı felâkete bir mebde’ vermişlerdi. Çünkü
memleketteki gayr-i memnunlar ve muhalefet fırkası bu acemilikten bi’l-istifâ
de Çerkesler arasında tahrikâta koyulmuşlardı. Hele harb-i umumî esnasında bu
tahrikat hadd-i a’zamisi-ni bulmuştu. «Hey, diyorlardı: Yakında
görüşürüz. Vilâyât-ı Şarkiyyeden sonra sıra sizindir. O zaman aklınız başınıza
gelir…»
Tedâbir-i dâfi’asma hiç bir zaman tevessül edilmeyen bu
hâl Çerkesleri büyük bir sür’atle vâdi-i şekk ve şüpheye sürükleyip götürmüştü.
O derecelerdeki her hangi bir kulağı delik Çerkes’i (Hükümet) kelimesini
duyduğu zaman kendi kendine; «İştş bir gün benim de ölümüme fetva verecek
merkez!» diyecek kadar vesveseye düşürmüştü…
B —Çerkeslerce,
kendilerine el altından yapılan propagandaların bir hakikat olduğu zehabını
hâsıl ederek onları büsbütün şüpheye ve emniyetsizliğe düşüren en mühim bir
nokta da Balkan Harbini müte’âkıb Bandırma ve Adapazarı havâlisinde kesif
kitleler hâlinde Çerkes köylerine tecâvüzât-ı dâimede bulunmakla mükellef gibi
faaliyete başlayan Arnavud Çetelerinin hükümet-i merkeziyye tarafından himaye
edildiği ve imhaya me’mûr edildikleri hakkında kuvvetli sayfaların çıkarılması
idi…
C — Bu
hâl ve vaz’iyyetten istifâde ile mevki’-i iktidarı elde etmek endişesine
kapılan muhalefetin propaganda ve tahrikâta germi vererek Çerkesler’de uyanan
şek ve şüphe tohumlarını kökleştirmesi…
D —
Millî mefkûrecilik zimâmdârânının bu hallere karşı pek kat’i bir lâkaydî
iltizam etmeleri… Bu lâkaydinin de muharrikleri elinde yeni bir tahrik ve
tecrid müessiri gibi kullanılması ve hükümet-i merke-ziyyenin sükûtunun ve amâ
bir i’tirâf olduğunun neşr ve işâ’ası… ilâ âhirihidir.
Görülüyor ki: Bugün Çerkesleri hâin mevkiinde bulunduran
sebepler şimdiye kadar bilindiği zu’me-dilen şeylerden bambaşkadır. Onların
ruhunu kemiren endişe sadece hayatlarını korumak, mahv ve nâ-bûd edilmeye razı
olmamak idi. Hâlâ da öyledir…
Bütün hayat sahiplerinin mütehallik, oldukları, hatta en
âdi bir hayvanın bile kendisini tehlikede gördüğü zaman silah-ı müdâfa’ası olan
boynuzlarını, dişlerini, pençelerini… hasmına tevcih etmek için duyduğu sevk-i
tabii kabilinden olan bu Çerkes hareketi de onlarda, velev yanlış olsun, bir
hakcığm bulunduğuna ve bugünkü mahşerin sûrunu çalan İsrafil’in Çerkeslikten
başka bir ihtiras olduğuna delâlet için kâfi değil midir ve bu hâlde Çerkesler
hâin midirler?..
***
Eğer böyle ise, biz yanan hânümânların yangın dumanları,
dökülen masum ve bigünah müslüman kanlarının morarmış rengi henüz gözönünde
duran (Düzce) kıyamını tafsile lüzum görmeyiz… Çünkü
o hareket şimdiki halde Çerkesleri en düşnâm ithamlara ma’rûz bulunduran bir
hıyanet lekesi olarak ilân ediliyor. Hâin millet tâbirini, bir zamanlar Kafkas
dağlarının sertâc ve serfirâzı iken şimdi küçük Asya’nın, el-Cezire ve Suriye
beyabanlarının hâk-i pâyi olan bu bedbaht unsura âlem olarak ithâfda tereddüt
etmiyor…
Hâlbuki biz bunu, pek ma’nâsız olan Çerkes-Türk da’vasına
sebeb olduğu kadar Çerkeslerin Türklere karşı düşman olmasına kâfi bir sebeb ve
saik gibi görmüyoruz. Bu bir netice idi. Sekiz on sene evvel (Mev-ki’-i
iktidar) hırslarının ektiği ve mütemadiyen ihtimamla timar ederek büyüttüğü
meş’um tohumların yeşerip mahsûl vermesi idi. (Kuvâ-yı milliye)’ye karşı
olmazsa, herhangi bir kuvvete karşı patlamak isti’dâdında bulunan ve gayr-i
muayyen bir dakika için a-yâr edilen müdhiş bir bombaya benziyordu. Bu i’tibâr-la
biz bunda padişah taraftarlığının, hatta taraftarlık kokusundan bir zerrenin
bile bulunmadığını iddia’ ediyoruz. Tasdi’ edeceğimizden olduğu kadar ilzam
edileceğimizden de korkmaksızm i’lân ediyoruz ki: Çerkesler, arasında
yaşayacakları bir milletin hüsn-i âmizişi ile üzerlerine hayâli bir anka kanadı
açacak bir pâdişâh bendesi olmak arasındaki farkı idrâk edemeyecek kadar budala
değildirler. Onlar pek a’lâ bilirlerdi ki pâdişâhla kucak kucağa, koyun koyuna
yaşayacak değil, bilâkis milletle, Türklükle âğûş-be-âğûş kaynaşacak,
geçineceklerdir…
Fakat ne çâre ki Kudret-i bâliğa cemiyetlere, kitlelere
de, ferdlere bezi ettiği, harekâtına hâkim olmak iktidarını bahş etmemiştir.
Onlar hareketlerinin sahibi değil, lâkin tamimiyle esiridirler. Maşerî hayatın
en büyük hâkimi işte bu sırrîyettir, gayr-i şuûriliktir. Çerkeslerin kendileri
için zarardan başka hiç bir şey intâc etmeyeceği gün gibi aşikâr bulunan son
kıyamları da bu gayr-i şuûrîliğin son bir numunesinden başka ne olabilir ki…
Onun sebebleri ise arz ettiğimiz şeylerdir. Sekiz on senenin yağmur gibi
yağdırdığı imha edilmek, bel’ olunmak şayi’aları, taktil ve tehcir
propagandalarıdır .
İşte şuuru mahveden bu endişe idi ki Çerkesleri pek
ziyâde sarsmış, mütemadiyen şeamet terennüm eden ihtiras baykuşlarının sesleri,
onlarda Türk zi-mamdârânma karşı (Türklere ve Türklüğe değil, lalettayin
hükümet erkânına) bir iştibâh, bir a-dem-i emniyet, bir itimadsızhk ve bir şek
uyandırmış, (Acaba) kurdu o saf ve temiz kalpleri, ruhları kemi-re kemire on
senede emniyet ve itimâdın bir hayli aksamını yiyip bitirmişti…
Bilhassa Mondros mütarekesini müteakib vaziyyet son ve
had devresine girmişti. Muzır şayialarla hal-i işbâa gelen sarsılmış ruhlar ve
imanlar artık cûş u hurûş için vesileler bekliyorlardı. Her hangi bir vesile,
tıpkı dolmuş bir bardağa dökülecek yeni bir kaç damla gibi tesir yapacaktı.
O zaman, İstanbul’da batan istiklâl güneşinin bıraktığı
karanlıklarda uçuşarak etrafa yayılan baykuşlar doğruca mütereddit, şek ve
şüphe içinde, emniyeti münselib bir heyecanla ân-ı mev’ûdunu bekleyen
Çerkesleri hedef ittihaz ederek dolmuş bardağa, tahammül edemeyeceği son ve
namütenahi damlaları boşalttılar. O damlalar birer zehir idi ki, ruhları
büsbütün körletiyordu…
Böylece Anadolu mücâhedesini ihzar ederken bu baykuşlar
da oralarda yeşil yuvaların fevkında attıkları kahkahalarla saf ruhları
bulandırıyor, zehirliyor, tüten ocakların dumanını evin içine doldurup
sükkânını dışarıya uğratmak için bacaların hava deliklerini, yuva yaparak,
tıkıyorlardı. Bir yed-i kudret çıkmadı ki daha o zamandan o yuvaların oralara
kurulmamasını te’min etmekle temiz ocakların ak dumanını doğru tüttürmeye
himmet etsin!..
Bilâkis, ilk yükselen kudret: «Buralarda uğursuz
baykuşlar yuva yapmış!» dedi. Ve akabinde «Bunların def-i şeametine çâre
yuvaların kurulduğu ocakları yıkmaktır!» hükmünü vermekte tereddüt etmedi…
O kudret hiç düşünmedi ki, baykuşun yuvasına dokunmak da onun kahkahasına
ma’rûz kalmak kadar meş’ûmdur!..
Elhâsıl, böyle serbest serbest tenmiye ve takviye edilen
emniyetsizlik, i’timâdsızlık pâdişâhın mâhûd fetvalarıyla biraz daha
kırıldılar, sarsıldılar. Bedbaht Kafkas muhacirleri bu defa: «Kuvâ-yı
Milliye ismini taşıyan tâife-i bâğıyye, Çerkesleri mahv için türemiş bir
sâhib-zuhur mahiyetindedir. Ey Çerkesler gözlerinizi açınız. Yoksa hakkınızda
verilen imha kararına, kendi ayağıyla kasabın önüne giden koyunlar gibi,
boynunuzu uzatmış olacaksınız…
Misâl mi istiyorsunuz?
İşte size Bandırma’da yakılan, yıkılan Çerkes köyleri… Ne
duruyorsunuz?.. Silahlanınız. Pâdişâhın sancağı
altında toplanınız… Bütün müslümanlara dünyevî ve uhrevî büyük sevaplar va’d
eden fetvâ-yı âlî de sizi mahva karar veren bağilerin tenkilini her müslümana
farz kılıyor.. Hâlâ tereddüt mü ediyorsunuz?.. Yoksa kalbinizdeki imanınız
kararmış mıdır?… ilâ ahirihi nakaratıyla ve altolarla tahrik edilirlerken
Yıldız Sarayı da eşraf ve müteneffizânı şeref-müsûle nail ediyor. Bir kadın
gibi ağlayan sultan onlara «Benim kahraman
Çerkeslerim, diyordu. Haydi göreyim sizi.. Bugün bana edeceğiniz iyiliğin
şükranını bütün âlem-i İslâm ödeyeyecektir. Hayatımca ben, benden sonra evlâd
ve ahfadım, hanedanım ise ile’l-ebed size minnettar kalacağız…
Cenâb-ı Hak kılıcınıza kuvvet versin… Rûh-ı Peygamberi yardımcınız olsun!..» diyordu.
Bu propagandalar, bu fa’aliyet o yıllanmış baykuş
seslerinin uyandırdığı şeamete yeni bir ahenk hazırlamıştı. Ve yalnız Çerkesler
değil, lâkin onlardan daha fazla bir ‘atş-i isyan ile Türkler de kalktı.
İzmit’in biraz ilerisinden Eskişehir hudutlarına kadar Düzce ve Bolu havalisi
hemen kamilen tuğyan etti. Kıtal başladı. Yağmalar vely etti, hânümânlar söndü,
köyler harâb ü türâb oldu…
Buna karşı, o zamanki ismiyle, Kuvâ-yı Milliye ne yaptı,
o sarsılmış imanları takviye için nasıl ve ne derecede fa’aliyet sarfetti?..
İ’tirâf edelim ki bunları henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz şey tarafeynin tedhiş ve
ve tedmir tarzındaki fa’âliyâtından ibarettir. Bunun için Çerkesleri bu
hareketlerinden dolayı affedilmez hâinler olarak kabul edemiyoruz. Çünkü onlar
Türk milletinin te’sis edeceği milliyetini, koruyacağı varlığını, müdâfaa
edeceği vatanın birliğini tanımak istemediklerinden, onu mahvetmek hayâline
düştüklerinden değil, belki arzettiğimiz gibi, senelerin kendilerine telkin
ettiği müdhiş fitne ve fesadın taht-ı tesirinde ve sâdece şuursuz bir
müdâfa’a-i nefs endişesiyle kıyam etmişlerdi. Ve yine çünkü neşriyat ve işâ’âta
nazaran Kuvâ-yı Milliye’nin hedefi
Çerkesleri imha idi…
Şimdi, acaba bu vaz’iyet ve bu hâl karşısında kıyam
edenlerden, Kur’an ile sarık önünde eğilenlerden yalnız Çerkesler mi
mücrimdirler, bu bedbahtların hıyanetleri umûmi ve mutlak mıdır ve hâlen bütün
Çerkesler hâin midirler?..
Hayır, hayır. Bu zehâb yanlıştır. Bu işa‘at hatâdır,
günâhtır. Çerkes ve Türk şimdiye kadar müteradif kelimeler gibi aynı âhenge
delâlet ediyorlardı. Günâhtır, bunları böyle kinlere, düşmanlıklara sevk etmek,
boğazlattırmak günâhtır. Hem de günâhların en büyüğüdür…
Biz, bugün kuvvetlendiğini, köklenmeye doğru
ilerlediğini, bin esefle, gördüğümüz Türk-Çerkes münâferet ve adaveti
kadar ma’nâsız ve lüzumsuz bir şey daha tasavvur edemiyoruz. Buna ne lüzum
vardı?.. Eğer anlayan varsa Allah rızası için
bize de anlatsın. Hatta, bu gün bunca hâdisât-ı müessif eden sonra bile
Türklerle Çerkesler arasında silahsız fasıl olunmaz, Çerkes köyleri
dağıtılmadan sonu gelmez bir da’vânın vücûduna kani’ değiliz…
Eğer bu davanın mebnî-i aleyhi bel’ etmek, millîleştirmek
gibi bir lüzum-i içtimâi ise o böyle olmaz. Milliyetler kılıçla teessüs
etmezler. Kavmiyetler şiddetle temsil edilemezler. Bu iş için top ve tüfenk,
cebr ve şiddetten çok evvel çok ziyâde nevâziş lâzımdır. Hüsn-i âmiziş
lâzımdır, ilim ve irfanın ta’mimi lâzımdır, temsili arzu edilen kavmin ıtmâ’l
lâzımdır, hülâsa: Hayatı namütenahi cefâlar şeklinde değil, huzur ve refah ile
sa’âdet renginde göstermek lâzımdır.
Şimdiye kadar hiç bir millî mefkûre terviç edilmediği
halde bir çok Çerkeslerin, bahusus münevverlerin, şehirlililerin kendi
kendilerine Türk vicdân-ı umûmîsi ‘dâhilinde hallolup gittiklerini görmüyor mu
idik? Birçok gençler tanıyoruz ki benim
babam, yahud büyük babam Çerkes’di diyorlar. Çerkeslik onlar: da ancak böyle
bir hâtıra-ı tarihiyyeden başka bir şey bırakmamış bulunuyor…
Hem Çerkesler gibi müteferrik bir unsurun bel’i,
Türkleştirilmesi için cebr ve şiddete, taktil ve tehcire hiç lüzum yoktur. Hiç
bir halde de lüzum hissedilmez.
Temsil ve temessül kundura boyası gibi iki dakikalık bir
renk değiştirme ameliyyesi değildir. Bu zaman işidir. Bi’l-farz bugün bütün
köylerde açılacak mektepler ve yapılacak içtimâ’î teşkilât, her şeyden ziyâde
Türk’ü, Türklüğü yükseltmek, diğer anâsırın pek fevkine çıkarmak bu işi
harikulade teshil edebilirler. Hem de bu
işin tatlılıkla, güzellikle, nefretsiz, kinsiz, düşmanlıksız, başarılmasını
te’min ederler. Kırk elli sene zarfında bütün Anadolu Çerkesleri Türk olup
çıkar…
Vâkı’a 50 sene bir şeydir. Fakat bir milletin
hayatında ancak bir haftadır. Gayr-ı Türk akvamın Türk olması için fazlasıyla
kifayet edecek olan bu seneler üç batın demektir. Üç batnın nesilleri yek-âhenk
ve millî bir terbiye düstûruyla yetiştirilirse üçüncü, hatta ikinci nesil artık
bu günkü en imanlı Türkten daha Türk olur. Bu muhakkaktır. Avrupa’nın bugünkü
milletlerinde buna bir çok misâl de vardır. Bilhassa Prusya ve Çarlık Rusyası
ile Balkan milletleri en canlı numunelerdir. Lâkin bunların hepsi de az çok
Şarklı ruhuyla hareket etmişlerdir.
Hemen her millî mefkûre rehberinin ileri sürdüğü Amerika
en hakiki, en ma’kûl ve en insanî bir numunedir. Oradaki usûl köyleri boşaltmak
usûlünden bambaşka ve taban tabana zıd bir şeydir: Amerikalı-lık vicdân-ı
umûmisi dâhilinde bel’ edilmesi arzu edilen aileleri mal ve mülk sahibi ederek
o memlekete menfâ’atle rabt etmek, bağlamaktır. Onlar pekiyi biliyorlar ki mal
ve mülk gibi alâikten, menfâ’atten âri kimseler memleketin asayişi için dâimi
birer tehlikedirler. Bunların bu halleri ile millileştirilmesindeh melhuz fâide
sıfırdır. Bu sebeple ale’l-acelel reng-i millî alacak bir çıplak yerine biraz
uzun zamanda temellül edecek (se nationaliser) sâhib-i servet ve sa’yi tercih
ediyor, temsil vazifesini cebr ve şiddet yerine zaman ve menfâ’ate havale
ediyorlar. Bu hâlde kendilerine düşen vazife: Müteyakkız bir intizâr oluyor…
Halbuki bu usûlün yanında cebr ve şiddetin, i’tisâfın temessül müddetini hadd-i
a’zamisine kadar çıkaracak, uzatacak vâsıtalardan başka bir şey olmadığı, son
bir tecrübesine daha lüzum hâsıl olmayacak kadar tahakkuk etmiş bir şeydir.
Öyle değil mi ya… Bir defa tarafeyn kine boğuldu mu artık bir nesil, beş nesil
daha bâd-ı hevâ [bedava! geçecek demek değil midir?..
Evet… Çünkü bu günün milliyet meselesi diye gös-terilen
şey bir terbiye mes’elesidir. Binâenaleyh hâlen yaşayan başka terbiye
görmüş, başka ruhlarla yetiştirilmiş mevcudların: gençleri ve kâhilleri de Türk
yapmak iddi’âsına kalkışılırsa mantıksız bir harekette bulunulmuş olur. Onlar
hakiki Türk olamazlar. Hangi unsura mensup olursa olsun, yaşlanmış bir kimseye
milliyetini unutturmak, ya’ni taht-ı te’sîrinde bulunduğu an’anatı, bu yaşa
kadar kendisini besleyen ma’-neviyata kuvvet ve gıda veren maziyi, tarz-ı
terbiyeyi, te’âmülleri birden bire tebdile kalkışmak demektir. Ki bu abesle
iştigâlden başka bir şey olamaz. Eğer Türk mefkureciliği mantıkî bir hareket
yapmak istiyorsa bugünkü yetişmişlerden vazgeçmeli, nesl-i cedid ile, nesl-i
âti ile meşgul olmalı, onların da bugünküler gibi başka perdelerden öten
sadâlarla yetişmemesini te’min etmelidir…
Yıkmak kolaydır. Fakat yıkılanın yerine daha iyisini kurmak çok zordur. Bugün tehcir edilen veya edilecek olan herhangi bir
aile, herhangi bir köy, hatta herhangi bir fert memleketin istikbâl-i
iktisâdisi için, saadeti için bir zararı mahzdan başka bir şey olamaz.
Düşünmelidir ki yıkılan ve yıkılacak bir ocağın refahı
vasati olarak 25 senede ancak tekrar temin edilebilir. Tehcir
ve taksim gibi içtimai ameliyelerle millileştirmek usûlü, memleketin bütün
ahvâli müsâid olduğu halde, en aşağı 25 sene gerilemek, servet ve sa’âdet-i
milliyeyi gayr-i muayyen bir zaman için mahvetmek, refah ve huzuru ve asayişi
mün’adim kılmakla muadildirler. Bu siyâsetin en meş’ûm bir semeresi de ruhları
serserilikle, sa’yden kaçmakla, macerâ-perestlikle tahlik etmesidir…
Eski Osmanlılar bu hususta ne güzel düşünüyorlarmış.
Acaba millîleştirmek siyâsetini hâl-ı hâzır onlar kadar suhulet ve vüs’atle
tatbik edebilecek ve muvaffakiyet istihsâl edecek midir?..
Bu nokta hakikaten düşünülmeye değer bir mâhiyettedir.
Şimdi ilk icraatı Çerkesler hakkında görülen bu mes’eledeki zihniyet, mazinin
feyizdâr zihniyetiyle kâbil-i kıyâs değildir. Eski zamanlarda bir En-derûn-ı
Hümâyûn, bir Yeniçeri Ocağı, bilhassa bir Devşirme ve İçoğlanları teşkilatı hiç
hissettirmeksizin Türkleştirmeye yarayan büyük müesseselerdi. Bir Türk
mütefekkirinin dediği gibi, Osmanlılığa namütenahi rical yetiştiren bu
ocaklardan başka bir yer değildir. Bunlar doğrudan doğruya temlil Nationaliser
edici merkezler idiler.
Bittabi bugün yeniden öyle ocaklar te’sisine imkân
yoktur. Vâkı’a dârü’l-eytâmlar, sanayi’ mektepleri, çırak mektepleri… ilâ
âhirihi gibi leylî mektepler de bu işi görebilirlerse de bunların lüzumu kadar
teksiri mümteni’dir. Ve böyle, aile köşesinden uzakta yetişecek insanlar da ya
râhib ruhlu veya asker tabiatlı olmaktan kurtulamazlar. En
salim temsil vâsıtası ise umumiyetle mektep ve irfandır. Bunlar iki cenah-ı
temellüldürler ki insanları az bir zamanda aynı düşünür, aynı görür bir hâle
getirebilirler. Spor cemiyetleri ve müsabakaları, millî tiyatro ve sinemalar
a’zâmî teshilâtı yaratıyorlar. Hele bunlara emniyet ve i’timâdla
huzur, refah ve servet de inzimam ederse iş kendiliğinden meydana çıkar. Çünkü
birçok insanların milliyetleri onların biraz fazlaca şahsî olan menfâatlerinin
hududunu aşamaz. Yok eğer mutlaka pek seri bir usûl-i temlil ve temsil
aranıyorsa buna yıkmaksızın, yakmaksızın, tahrip etmeksizin yalnız bir çâre
vardır: Türk olmayanlara ye olamayacaklara kapıları açıp buyurunuz efendiler
demek… Bu basit bir şeydir ki ne tehcirlere, ne taktillere meydan bırakır.
Kalanlar öz ruhlarından duydukları mecburiyetlerle veya samimiyetlerle Türk
olmaya namzettirler. Gidenler, gidecekler ise memleketin selâmet-i âtiyesi
nâmına çıkarılan dara gibi telâkki edilirler.
Yoksa, bugün her vicdanı ürpertecek birer fecaat şeklinde
meydan alan işâ at ve o sayfaların uyandırdığı fikirler insanî hareketler
addedilemezler. İnsanlığın tıyneti bu kadar âdi bir çamurla hamur edilmiş
değildir.
Evet… Biliyor ve teslim ediyoruz ki kuvvet haktır. Hakkın
düsturları dâima kavi bir pençededir. Fakat düşünmeli değil midir ki zulmü
vasıta edinecek hak, kuvvete bühtan eden, bir şeydir. Çünkü kavi olan hakkından
emin olandır. Binâenaleyh onun zulüm gibi za’iflerin kârı olan şeylere
tenezzülü müstahildir. Ve yine çünkü kuvvet fazilettir. Hak da kuvvetle aynı
şey olduğuna göre fazilet demektir.
Biz, böyle düşündüğümüz için, teşkilâtı yapmakta haklı
olan Türk milletinin bugün pek kuvvetli olduğunu da kabul ediyoruz. Kendi
kendisinin sahibi olan bir mevcudiyet başkaları tarafından idare edildiği
zamanlardan daha za’if olamaz. İşte bunun
içindir ki biz bugünkü Türklükten dünkü Türk’ten fazla fazilet bekliyor,
hak-şinâslık istiyoruz.
Halbuki idarî veya askerî herhangi sebeble olursa olsun,
mukaddemâtı görülen icrâât, bu icrâât etrâfında germi-i tâm ile yapılan muzır
işâ’ât ve neşriyat saf ve necip Türklüğü yine dünkü gibi bir sarayın siyâsetine
âlet ve bâziçe olmaya sürüklüyor. Bu saray bir sultanın kâşanesi, bir paşanın
devlethanesi değildir. Fakat sadece bir endişe, bir hayâldir.
Milliyet-perverliğin hasta ve mariz bir hülyâsıdır.
Bu hülya memleketi bir şûrezâra döndürmekten başka neye
yarayacaktır?..
Milleti teşettüte, fetrete düşürmekten başka ne mahsûl
verecektir?..
Bunları anlamıyoruz. Küçücük beşerî idrâkimiz bu siyah
hülyaları ihataya kifayet edemiyor.
Lâkin hayat hayâl değildir. Milletlerin hayattan onların
tarihleriyle yükselen mevcudiyetleridir. Öyleyse biz dünkü Osmanlı câmi’asının,
bu günkü Türk milletinin tarihinde şöyle bir cevelân yapıverelim. Orada göreceğimiz şey, Türkle Çerkes’in bu memlekette
hemen dâima aynı maksat için omuz omuza beraber yürümüş bir ocak ve mezar
arkadaşı olduğudur. Türk tarihi açıldığı zaman orada rast gelinecek ricalin bir
çoğu hep Çerkes değil midir? Maalesef onların icrââtından
tercüme-i hallerinden bahsetmeye bu arizamız müsâ’id değil. Bu sebeble yalnız
bir icmâl-i tarihi ile bir aded ricâl-i nispeti arzetmekle iktifa edeceğiz.
Çerkeslerle Türklerin münâsebât-ı tarihiyyesi pek
eskidir. Hatta Selçuk Türklerinden daha evveldir. Fakat
Kafkasya’daki Çerkezistan’ın Türkiye ile müsbit olan münâsebât ve revâbıtı 900
tarih-i hicrîsinden sonradır. Bu münâsebet Kırım Hanlığı vesâtetiyle teessüs
etmiştir. Çerkezistan’la Kırım’ın revâbıtı ise 940’ta han olan Sahib-giray
zamanına tesadüf eder.
Tarihin bütün edvarında Çerkezistan, siyâset-i
dahiliyesinde dâima serbest ve müstakil kalmıştı. James Bell ve De Montpereux
gibi birçok âlimler, müverrihler, dünyada en eski zamanlardan beri istiklâlini,
serbestisini korumuş yalnız bir kıt’a bulunduğunu, o kıt’anın da Kafkas
dağlarının harîmlerindeki Çerkezistan olduğunu söylüyorlar. Kırım ile teessüs
eden rabıta da böyle idi. Memleketi yalnız mukadderât-ı hari-ciyyede birbirine
rabt ve bend ediyordu.
Kafkasya’nın pek meşhur olan bu istiklâl ve serbestisi
1760’tan 1864 tarih-i milâdisine kadar yüz senelik medîd muharebe neticesinde
Rus çarları tarafından selb edilmişti. Tarihinde ilk defa Kafkas fâtihi
unvanını, prenslik ile payesi i’lâ edilen General Baratinski kazanmıştı…
Fakat galiba maksadı aşıyoruz. Arzetmek istediğimiz bu
değildi… 940 hicrîde artık Kafkasya dağları Kırım hanlığı ile birbirine rabt-ı
kader etmişlerdi. Kırım ise 880 hicrîden beri Türkiye ile beraberdi.
Binâenaleyh 940’tan sonra artık Çerkezistan da dolayısıyla Türkiye ile beraber
olmuştu. Bu hâl Çerkeslere hiç ağır gelmiyor, bilâkis pek ziyâde hoş geliyordu.
Çünkü İstanbul onlara «Sâlyâneler» bağlamıştı, lîk Türk bütçesinin mürettibi
olan Tarhuncu Ahmed Paşa’ya göre Kırım Hanı ve Çerkes Beyleri ile Akdeniz
Beyinin Sâlyâneleri 169 yük, 56.710 akça idi. Ahmed Râsim Bey’in «Eyyûbî
Kanunnâmesi» nâmındaki küçük bir risaleden iktibas ettiğini söylediği 1071 H.
bütçesinde «Umerâ-yı derya, Kırım Hanı Kalgay Sultan ve Nureddin Sultan’m ve
ba’zı Çerâkise’nin Sâlyânelerine 17.352.000 akça» tahsis edilmiş olduğu
görülüyor.
Bu Sâlyâneler Kafkas fütuhatında Lala Mustafa Paşa’ya
vâsilen bir Çerkes olan Özdemir Osman Paşa’ya vüs’-i beşerin yetebileceği
derecede yardım te’min etmişti. Aynı zamanda Kırım hanlarının iştirak ettikleri
bütün muhârebatta da Çerkeslerin pek mühim hizmetleri sebk ediyordu. Hatta
Viyana muhasaralarına pek fevkalâde bir surette iştirak etmişlerdi..
İkinci Katerin’in desâis-i harbiye ve siyâsiyesiyle 1774
milâdî’de Kırım Türkiye’den ayrıldı. 1783’te Rusya’ya ilhak olundu. Bu hâdise
ile beraber Çerkezistan’ın Kırımla olan rabıtası da koptu. Çarlığın
yaygaraları, gürültüleri boşa gitti. Çerkesler
doğrudan doğruya Türkiye cami’asma dâhil oldular. Bu hal de 1829 Edirne musalahasına kadar devam etti.
Edirne musa-lahası Çerkezistan’ı nâçâr bir halde Rusya’ya terket-ti. Lâkin
Çarlar oraya 1864 senesine kadar bi’l-fi’il vaz-ı yed edemediler…
Bu müddet, yani ikibuçuk asır kadar Kırım vasıtasıyla, üç
rub’ asır kadar da bilâ-vâsıta olan Türk-Çerkes münâeebâtı Çerkeslerin
Türkleri sevmesi için kâfi gelmişti. Reviş-i hâle göre bu meveddet ve
merbûtiyetin hiç bir suretle gevşemeyeceği, sahîhan zannolunabilirdi. Çünkü
sebepler o kadar mühim ve sarih idi. O mühim olan esbabı ber-vech-i âti icmal
edebiliriz:
A —
Türkler gerek Kırım zamanında, gerek Kırım’ın Rusya’ya ilhakından sonraki
devirde Çerkes istiklâl ve serbestîsine, yalnız kavlen değil fiilen de
dokunmamışlardı…
B —
Türkler müslümandı. Kendileri gibi müslüman olan diğer fertlere ve cemâ’atlere
de aynı hukuktan istifâde etmek hakkını bahşediyorlardı. Ki bu nev’ama bir
kardeşlik düstûru, bir nev’i beyne’l-milelliyet idi.
C —
Hepsinden fazla olarak da Türklerle Çerkesler pek eski zamanlardan beri akraba
olmuşlardı. Gerek sarayların, gerek ricalin yüzde yetmişbeşinin harem
dâireleri, hanımefendileri Çerkes’ti. Bu sıhrıyyet pek tabii ve mütekâbil bir
temayül hâsıl ediyor. Tarafeyni birbirine bağlıyordu…
Daha birçok husûsi ve fer’i sebeplerin vücûdunu da inkâr
etmemekle beraber bu üç sebep Çerkeslerin Türkler hakkında lâ-yezâl bir
muhabbet beslemeleri için kâfi gelmişti diye iddi’a edebiliriz.
Böyle muhtelif sâiklerle Türklere manen meclûb ve merbut
olan Çerkesler, 940’tan sonra artık Türkiye’nin hayatla, canla ve başla çalışan
vefakâr bir unsuru olup kalmışlardı. O zamandan beri cereyan eden hiçbir
hâdise, hiç bir vâkı’a tasavvur edilemez ki Türk’ le Çerkes ayrı düşünmüş, ayrı
hareket etmiş olsun. Tarih, dâima, dâima omuz omuza mezara kadar beraber giden
iki unsur kaydedebilmiş ise onlar da mutlaka Türk’le Çerkes’tir.
Bu müdde’ayı isbât için birçok isimler, vâkı’alar,
tercüme-i haller zikrederek sahife doldurmak pek kolay bir iştir. Lâkin biz
buna lüzum görmüyoruz. Biliyoruz ki bu güneş gibi bir hakikattir. Ve Türk’ün en
sâf köylüsüne kadar herkese malûmdur.
Yalnız âtide arzedeceğimiz bir tesbite nazar-ı dikkati
celbetmek isteriz. Bu bize Çerkes ve Türk’ün ne derecelerde birbirine merbut
bulunmuş olduğunu göstermeye kifayet eder zannediyoruz.
Takriben 950’den Çerkeslerin muhaceretine kadar geçen
zaman zarfında Çerkeslerden hizmet-i devlette bi’t-tefeyyüz Paşalık unvanını
ihraz edenlerin yekûnu 250’ye baliğ olmakta idi. Bu paşalar arasında 12’si,
ekserisi bi’d-defâ’at ihrâz-ı makam etmek şartıyla, sadrâzam, biri şeyhülislâm,
on-onbeşi vezir-i sâ-ni, kubbe veziri, sadâret kaymakamı, kaptân-ı derya, yüz
kadar müşir, vezir ferik olarak seraskerlik, ser-darhk, valilik, sefirlik… ilâ
âhirihi gibi makamat-ı aliyyeyi işgal ederek hidemat-ı mühimme ve meş-kûrede
bulunmuşlardı. Türkçe terâcim-i ahvâl ki-taplarının, bilhassa Hadikatül-Vüzera,
Sefinetü’r-Rü-esâ, Devhatü’l-Meşâyih, Sicill-i Osmânî… gibi esaslılarının
verdiği bu yekûn ihmâl edilecek bir şey değildir.
Muhaceretten sonra, Sultan Abdülaziz devrinden zamanımıza
kadar mürur eden seneler ise hiç de evvelki ile kâbil-i kıyâs değildir.
Bilhassa bu son asırda Türklere karşı bir şükran borcu medyun olduklarını iyi
bilen Çerkeslerin rabıtası daha kavi, daha sağlam olmuştur. Çerkesler, Rusların
Kafkas istilâsında, Türklerin kendilerine gösterdikleri ulüvv-i cenabın
minnettarlığını bugün bile unutmuş değildirler. Ne dün, ne de o geçen uzun
asırlarda sebk eden hizmetleriyle bu borcun ödendiğine kaildirler…
Meşrûtiyet’e kadar bu zihniyetle yetişen vüzerâ ve
vükelânın yekûnu da istisgâr (küçük görülmeyecek) edilemeyecek bir derecededir.
Yalnız benim dest-res olabildiğim paşaların yekûnu 150’yi tecâvüz ediyor ki
bunların arasında da serdarlar, nazırlar, vezirler, müşirler mebzuldür.
Şimdi ufacık bir mukayese yapmak isterim:
Bu devletin bidâyet-i teşekkülünden beri yetişen
paşaların yekûn-ı takribisi, yukarıda saydığımız me’hazlara göre (3000)
kadardır. Yedi asırda on-onbeş muhtelif unsurun hey’et-i
mecmuasının yetiştirdiği ricalin yekunu 3000 raddesinde olduğu hâlde yalnız
Çerkeslerin 950’den sonraki yekûnu 400’ü tecâvüz etmektedir. Nüfus-ı umumiyenin
derece-i kesafeti ile Çerkes nüfusunun derecesi ölçülecek, karşılaştırılacak
olursa Çerkeslerin Türk tarihinde ne kadar çalışmış olduklarını gösteren en açık
sahife okunmuş olur.
Ve bu bize gösterir ki Çerkesler üç, üç buçuk milyonluk
nüfuslarıyla vasati olarak 30 milyona karşı yalnız dört asırda 7 buçuk da bir
derecesinde, asırların adedini de nazar-ı itibara aldığımız takdirde 4’te bir
derecesinde ricâl-i devlet yetiştirmişler, Türk tarihine canla ve başla,
imanlarının, ruhlarının bütün salâbet ve samimiyetiyle hizmet etmişlerdir.
Bunun içindir ki bugün artık Türk’ün vatanı, Çerkes’in de vatanı demektir.
Osmanlı Türklerinin tarihi Çerkeslerin de son devirdeki tarihidir. Ancak karabet
ve sıhriyete inzimam eden bu sâiklerledir ki Türk’ün bedbahtlığı Çerkes’i de
bedbaht ediyor. Türk’ün felâketi Çerkes’i de helake sürüklüyor. Bunca vakayi’-i
müessifeden sonra hâlâ bugün bile Türk’ün vatanı denince yüreği sızlamayacak
bir Çerkes tanımıyoruz.
Bu iddamızı te’yid edecek en bariz misâl Anadolu
mücâhedesinin kurulması ve başarılması emrinde Çerkes erkân ve ümerânın, Çerkes
münevverlerin Çerkes halkın gösterdiği tehalük, şevk ve gayrettir. Bidayetinden
nihayetine kadar her merhalesinde, askerî, siyasî, içtima’i her hareketinde bir
çok Çerkes ser-âmed, bir çok Çerkes mücâhid kaydeden Anadolu cihâdı tarihi hiç
bir suretle inkâr edemeyecektir ki teessüsü ve ilerlemesi, muvaffak olması için
en ziyâde çalışanlar yine Çerkesler olmuşlardır. Bahusus bidâ-yet-i teşekkülde
herkes ürkek ve korkak tavırlarla ihtirâz edip dururken cihâdı açan hemen
yalnız Çerkesler değil mi idi? İzmir
cephesinin ilk faaliyetleri ve Sivas kongresinin başında görünen simaların
ekseriyeti kimlerdi?..
Son safhalardan ise Sakarya Harbinde düşman köylerini
tehdid, Eskişehir ve Bilecik civarındaki kı ta’âtı mütemâdi taarruz ve
tecâvüzleriyle, akınlarıyla bîzâr ve tedhiş eden, bu suretle ilerleyen Yunan
ordusunu hatt-ı ric’atı kesilmek tehlikesine ma’rûz bulunduran süvarilerin
teşkilatçısı, kumandanları ve ekser mücâhidini kimlerdendi?
Biz bunları, büyük zaferden Çerkeslik hesabına da
hisseler ifraz ettirmek emeliyle serdetmiyoruz. O şeref tamâmiyle ve yalnız
Türkiyelilere ve Türklüğe aittir. O zaferi te’min için ruhlarını, kalplerini
düşman ateşine siper edenler Türkiyelilikten başka bir nâm için Türklükten
başka bir gaye için çalışmış ve ölmüş değildiler… Biz bunları, sadece Çerkes’le
Türk’ün birbirine ne kadar metin bağlarla merbut olduğunu göstermek için kayda
mecbur olduk…
(Düzce kıyamını biz kabul etmiyoruz. Onu bize misâl gibi göstererek
yüzümüze çarpmayınız. Onun sebeplerini biz, dilimizin döndüğü kadar, esbâb-ı
hakikiyeleri ile arza çalıştık. Eğer o bir kabahat idiyse mes’uliyeti yalnız
Çerkeslere âit değildir. Bugün artık Türk unvanını mutlak olarak kabul eden
Osmanlılığa aittir. Osmanlı fırkacılığı on senelik muharrik ve müşevvik
vaz’iyyetinde bulunuyordu. Bahusus o zaman kıyam edenlerin dörtte üçü gayr-i
Çerkes ve bilhassa Türktü..!)
Bugün hâlâ Yunanistan’da bulunan bir avuç Çerkes’i de
misâl diye kabulde ma’zûruz. Çünkü en kısa bir sözle onların yanısıra iki avuç
da gayr-i Çerkes bilhassa Türk var..
***
Yok eğer denildiği gibi; «Çerkesler
istiklâl dâiyyesindedirler. Memleketi, Türklüğü parçalamak istiyorlar…» diye düşünülüyorsa böyle düşünenlerin aflarına igtirâren
bunun pek çocukça bir fikir olduğunu söylemekte tereddüt etmeyiz. Hayat henüz
böyle boş bir iddiada bulunacak bir tek Çerkesin vücudunu tanımış değildir.
Bugün ber-hâyat hiç bir Çerkes yoktur ki, Türkiye’de istiklâl iddiasına
kalkacak bir hakk-ı tarihî sahibi olduğunu tahayyül etsin!..
Şark-ı karibçilerin bir tiyatro sahnesi hararetiyle
parlayan ma’hûd beyânnamelerini bize misâl getirmeyiniz, O bir Çerkes
istiklâlinden bahsetmiş olmamakla beraber o zaman, işgal ordusuyla iyi geçinmek
lüzumuna kâni’ olan bir çok gayr-i Çerkesler, bilhassa Türkler de ona mümasil
nutuklarla propagandalarla pazara çıkmışlardı. Onlar hep birer «lâf ü güzâf»
idi. Çünkü Hazret-i Süleyman’ın bir hadisine göre «me’yûs olanın sözleri
rüzgâr gibidir.» Çerkeslerin istiklâl emeli hakkındaki safsatanın menşei
aranmak lâzım gelirse yine geçen devrin meş’ûm hükümetinin ve meşum fırkasının
meş’ûm hareketlerinde olduğu görülür; pek mevsuk diye serdedilen rivâyât ve
menkûlâta göre «Ânzavur» zor ile başkan çıkarılmış, muhalefet hükümeti «Anzavur»
u ikna ile uğraşırken fırka merkez-i umumîsi de bütün Çerkesleri daha iyi
tahrik için gizli gizli muhtariyet va’di ile ittimâ’a kadar ileri gidiyor.
Asırlardan beri bu memleketin en vefakâr bir unsuru diye tanınan Kafkas
muhacirlerini baştan çıkarmaya uğraşıyordu. Bütün Çerkeslerin bu balona, De
Molen’in çok kullandığı bir teşbihi ile tarla kuşlarının, ziyaları parıldayan
âyineye koştukları gibi bir şitâb ile koşacaklarını ümit ediyordu. Şimdi
sorarım, acaba Çerkesleri bu hâle getirenler mi yoksa Çerkesler mi
hâindirler?..
Halide Edip Hanımefendi’nin pek necip ve pek büyük
ruhları Çerkeslerin ma’sûmiyetini herkesten evvel idrâk etmiş bir mecvûdiyetin
nurudur. Memleket afakini bütün zulmetiyle kavrayan; Çerkesler
hâindirler! nakaratını hakka leke süren, hakikata iftira eden bu kara cümleyi
yıkmak için ilk hamleyi eden ve ma’sumlara: «Geliniz… Bende sizin için
teselli var!» diye haykıran yalnız ve yalnız Halide Edip Hanımefendi
olmuştur. Bu büyük edibenin, mazlumların sırrına ilk dokunan iltifat ve
nevâzişler «Ateşten Gömlek» in iki sahifesini tezyin ediyor. Türk için
Çerkes’in, Çerkes için de Türkün ne demek olduğunu en açık göstermeye yarayacak
olan o mülâhazatı arizamıza bir lahika olarak ilâveyi biz bir şeref telakki
ettik…
Ne ise. Çerkesler bu vatanda istiklâl aramazlar. Onlar
buraya Türk vatanından pay almak için gelmediler. Bunu herkes bilmelidir.
Cenâb-ı Hakkın varlığına inandığı kadar buna inanmalıdır. Onlar bu memleketin
ve Türklüğün misafirleridirler. O zavallıları altmış sene evvel, dünyanın en
güzel bir kıt’ası olan yurdlanndan kovan Grand Duc Michel’in
emirnamesine karşı kollarını açarak kabul eden Türkler ise, «Hicret
edeceklerin büyükleri büyük biraderim, küçükleri küçük biraderimdir!» diye
teşvik eden de, o zamanki hükümetin başı olan bir sultandı. Ve o devrin ricali
Çerkeslere hicreti anlatmak maksadıyla: «Daha iyi atlamak için bir
gerilemek, hız almak lâzımdır!» nasihatini veriyorlardı…
Mösyö Edmond Dulaurier Revue de Deux Mondes’daki
neşriyatıyla o vakit, Mösyö Jean Carole da 1899′-da kitap şeklinde intişar eden
Le deux routes du Cauca-se’de Çerkeslerin hicretinin yalnız bu gerilemez
zihniyeti taht-ı tesirinde vuku’ bulduğunu ve onların hiçbir zaman yarından
ümid kesmediklerini kaydediyorlardı…
Binâenaleyh biz, arızamızın hatimesi olarak bir daha
rica, istirham ve isti’tâf ile tekrar ediyoruz ki: Cebrî bir surette temlil
Çerkeslerin olduğu kadar bu memleketin, bu milletin de bedbahtlığına sebep
olacaktır ve olmaktadır. Düstur bel’-i temlil değil, temellülü sevdirmek
olmalıdır. Bunun için de cebr ve şiddetten ziyâde nevâzişe, hüsn-i mu’âmeleye,
ıtma’ ve ikna’a, hüsn-i âmizişe müracaat semere-bahş olur. Terbiye, ruhlar için
istenilen kalıpları ihzar eder..
Bu vâsıtalar zamanla ancak mahsûl verirler. Zaman
istiksâr edilirse yapılacak büyük ve mühim bir iş kalmaz. Artık bu memleketin
altmış senelik misafirlerine, dağlarına avdetle başlarının çaresine bakmaları
için kapıları açmak en insanî ve en hür-endiş bir hareket olur. Zannediyorum ki
Türk ve Çerkes için de aynı derecede nâfi’ olacak bundan daha eşlem tarik
yoktur!..
Mamafih, temenni olunur ki, hâkim olan Kudret-i Ezeliye
buna lüzum kalmadan hemen birlik ve beraberlik ihsan etsin.. Bütün
Türkiyelileri aynı güneş etrafında dönen peykler gibi birbirine bağlı bu
Umdursun… Ve Kafkasya’nın garb yamaçlarındaki yeşil ormanların gölgelerinde
gunûde ve âsûde yaşayan Abhazların ruhu gibi bir rûh-ı milli ve vatani ile ta
hallüfü nasip etsin, ki bu sayede her Türkiyelinin mefkuresi bir olsun, herkes
vatan ve millet endişesini, onlar gibi, her sofranın başında şöyle bir duâ ile ret”-i
bârgâh etsin:[2]
Yâ Rabbi Türkiye’yi ve
Türkiyelileri dâim eyle!
17 Ağustos 1913
Mehmed Fetgerey ŞEUNU
LAHİKA
Halide Edip Hanımefendinin, Anadolu İhtilâli Safahatını
yaşatan «Ateşten Gömlek» isimli eserlerinden muktebestir.
«… Bu çocuklardan birini yolun yanındaki yamaçta gördük.
Bize mendil salladı. Bizi tevkif etti ve yanımıza geldi. Geçeceğimiz muhtelit
bir Çerkes köyü hakkında bize malûmat verdi. İstanbul’dan birtakım şüpheli
adamların oraya geldiğini, kendimizi bunlardan sakınmamızı tavsiye etti.
Nihayet en tabii sesiyle:
— Saffet Bey, Kaymaz’da saklıdır, dedi. İkizce’yi sağ
geçerseniz onu orada bulursunuz. Haydi uğurlar olsun ağam!
Bizi hayret ve merak içinde bıraktı, gitti. Bu da mutlak
Kuvâ-yı Milliyedendi. Çünkü biz dün gece ihtiyarın ihtiyatlı yüzünden endişe
ederek hiç Saffet Bey’den bahsetmemiştik..,
İkizce’ye giden ormanlık, çalılık sırtı gece geçtik. Hava
bulutlanmış, ayın ışığı kısılmıştı. Bize her biri bir bacak, bir kol gibi gelen
sık dikenli, gür çalıların arasından hayvanlarımız zorla geçiyor, yüzümüz,
ellerimiz tırmık ve bere içinde kalıyordu. Biz ilerledikçe ayın ışığı
kısılmakta devam ediyor, nihayet tepeye geldiğimiz zaman sönmek üzere
bulunuyordu. Çalılardan kurtulunca karanlık uçlarıyla birbirine giren bu
ağaçlığa yukarıdan durduk baktık. Aşağıya doğru, yerden birbirine sarılarak
siyah parmaklar fışkırmış gibi bir çalılık ovanın zulmetine uzanıyor ve ovayı
ancak ortasında ağaran ve uzanan beyaz su ile geçiyorduk. Bu uzun ve beyaz
suyun kenarlarının bir noktasında muazzam bir ulu siyahlığın umkuna dalıyor ve
etrafındaki karanlığı kızıllık için de eritiyordu. Orada ateş yakıyorlardı.
Hâlbuki biz oradan geçerken kimseyi görmemiştik. İçimizde garip bir eza ve
şüphe ile sırtın sağında beyaz minaresinin ucuyla gölgelerini gösteren köye
doğru ihtiyatla ilerledik. Yanından sessizce gelip geçtik. Fakat yaklaşırken
ayın üstünden geçen bulutlardan biri incel-di. Esmer bir bulut perdesi altından
ay ışığını kandil ziyası gibi köyün üstüne serpti: Ne cazip ve hulyâlı bir
köydü. Evleri birbirinden uzak, beyaz, hepsi teraslı ve dört köşeli yuvalardı.
Solda kırmızı topraklı geniş bir yolda Çerkes kostümüyle ince belli, geniş
omuzlu, bülend bir mahlûk etrafı kollayarak yavaş yavaş ilerliyordu. Ve yolun
ağzında dört köşesi de balkonlu bir evden, bu esmer, kısık ışıklar arasından
bir efsâne gibi görünen beyazlı bir kız balkonun yeşil parmaklıklarına dayanmış
sükut içinde uzaklara bakıyordu. O şiir ve güzellik dakikasında kendi kendime
yaptığım felsefeyi burada tekrar ediyorum:
«Niçin beş-on Çerkes padişahla beraber millet yolundan
başka bir yolda gidiyor diye kızıyorduk. Onlara Türk toprakları üzerinde va’d
edilen hükümetin bir efsâne olduğunu bilenler bizimle beraber değil midirler?
Bizimle el ele ihtilâlin en fedakâr unsurlarından
bazıları onlar değil miydi?
Öbür tarafta vuruşanlar arasında kaç tane nankör Türk
evlâdımız yok muydu?
Bu güzellik, bu şiirle kanımızda atan kardeşlerimiz ne
kadar zaman vefa ile, kahramanlık ile omuz omuza kendilerinin olan bu
memlekette ölmüşlerdi. Kaç tane namdar paşa, kaç isimsiz fedakâr yüzlerce
seneden beri bizimle ve bizden değil miydi?»
Bulutların açıp kısdığı muzlim perdeli ışığın altında
yeşil balkondaki beyaz efsâne kadın, kırmızı topraklı yolda giden zarif ve
ürkek hayal kalbimi iyilik ve muhabbetle doldurdu. Her millet hakkını aldığı
vakit Şimâl-i Kafkas’ın kartal tepeleri üstünde bu güzel kardeşlerimiz
vatanlarını kurarken istedim ki benim de onlar için akıtacak kanım, döğüşecek
bir tek sağlam kolum olsun.»
(Sahife 130 ilâ 132)
TÜRK VİCDAN-I UMUMÎSİNE
VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NE İKİNCİ ARÎZA
Mehmed Fetgerey ŞOENU
(M. Fethgerey Schaenu)
Transkripsiyon:
Muhammed Safi
Geçende Türklüğün temiz ve büyük vicdanına, Çerkes
meselesi hakkındaki ilk arizamızı ref için bir risâlecik neşrettik. Ruhumuzun
samimiyetinden kopan o nâleyi ıssız bir sahraya mı haykırdık ne ettik bilmem,
iki buçuk aylık intizâr bize onun aks-i figânından başka bir cevâb, bir şifâ ve
bir deva vermedi.
Vermedi amma biliyor musunuz ki, felâketlerin çocuğu olan
bu mes’ele bugünkü haliyle nasıl müellim bir manzara almış bulunuyor? Bir
insanın tüyleri ürpermeden, bunu tahayyül ve tasavvur edebilmesi mümkün
değildir.
En feci cihet: Nâsıyesine
nâ-hak yere bir hıyanet damgasının, alâmet-i farika gibi vurulmuş bulunması ve
ona el dokunduran, dil uzatan her ferdin de o hıyanetten nasibedâr telâkki
edilmesi hakkında yaşayan meş’ûm bir kanâ’attır. Hâlbuki hıyanet yoktur. Çerkes
Türk’e hıyanet etmemiştir ve edemez. Bu onun erkek ruhuna sığmaz…
Bununla beraber bi’l-iltizâm ihya edilen işâ’attan doğma
muzlim bir hayâl olan bu karanlık kanâ’atın esen’ olacak galiba ki herkes
mütehâşî davranıyor. Abdülhamid Han devrinde «Hürriyet» şimdiki devirde
«Saltanat» ta’birlerinden nasıl ürkülüyorduysa ve ürk uluyorsa «Çerkes»
unvanından da öylece kaçınmak lüzumu hissediliyor. Bunun hikmeti nedir? İ’tirâf
edelim ki kestiremiyoruz…
Yine bu hâlin acı bir mahsûlü olsa gerek; iki/buçuk
aydan beri sükûtlarla boğulan ilk arizamızın hedeflerinden biri olan Türk
vicdân-ı umûmisinin ma’ kesi matbû’ât bile bunca cidd ve hezeli arasında, bu
derde deva olacak birkaç cümleyi, hatta birkaç kelimeyi esirgedi, sustu, o
kadar sustu ki, eğer sen ve ben gürültülerine verilen germi olmasa,,
karşılarına çıkan bu mes’elenin azamet, dehşet ve fecâ’atı önünde matbû’ât
erkânının dillerini yutmuş olduklarına hükmetmek işten bile olmaz. İkinci hedef
olan Büyük Millet Meclisi’nin anâsır-ı mürekkebesi meb’ûsân-ı kiram da aynı
tavrı takınmayı tercih etmiş bulunuyorlar…
Fakat, sıcak koltuklar içinde tatlı ve hülyâlı geçen bu
lâkayd demlerin yanısıra Ulukışla’dan Niğde, Kayseri, Sivas ve Van havalisine
kadar bütün yol uğraklarında yırtık çadırlar altında, yıkık ahırlar içinde
Azrail’i bekleyen on dört köyün bir kaç bin perişan kadın, çocuk, ihtiyar, dul
ve yetimi aç, susuz, hasta, çıplak şifalı bir söz, yalnız bir söz,
ma’sûmiyetlerini teslim eden bir söz işitmek için baştan başa kulak kesilmiş
duruyorlar… Her günün gurûb eden güneşi ile beraber onların ümidleri, ümid-i
halâs ve necatla-rı da zulmetlere tahavvül ediyor, çürüyor, hayat azimleri
gevşiyor…‘ Bilir misiniz bu ne müdhiş, ne acı bir azâb ve bir kahırdır?
Sorarım; sükût eden matbû’ât, siz bundan haberdar değil
misiniz?.. Ve yine sorarım; milletin muhterem müvekkelleri meb’ûsân-ı kiram bu
binlere varan masumlar, tedvir-i umuruna sizleri tevkil eden milletin
efradından değil mi?
Sonra, diğer bir cephe de henüz yerlerinde kalan,
kaldırılmayan, dağıtılmayan 30 köyün bir kaç bin bedbahtı daha var ki onlar da,
kasden, yapılan propagandalarla bütün emvâl-ı menkûlelerini, hayvanlarını bir
bardak su pahasına ellerinden çıkarmış sıra bekleyerek sefalet çekiyorlar.
Bu ceza az bir şey midir, bunların günâhı yalnız Çerkes
kanı taşımak, cürmü Çerkes harsıyla yetişmiş olmak mıdır?.. Eğer öyle ise bu
cürümleri ikada o zavallıların sun’ ve taksirleri nedir, bu gayr-i iradî
günâhın onlar iradî günahkârları mıdırlar?.. Yoksa sizler, ey matbû’ât ve ey
meb’ûsân-ı kiram, sizler de o-nun için mi sükût ediyor, dudak büküyor ve omuz
silkiyorsunuz?..
Ne kadar yazık:.. Biz böyle, dibi bulunmayan, efsunlu bir
kuyuya atılmış bir taş parçasının cumburdusunu bekleyen çocuklar gibi, yeni
günlerin hayırlı güneşinden şifâ ve deva bekler, meded umar, lâkin hayâlimizden
başka bir ses duymazken, diğer taraf-da çoluğuyla, çocuğuyla, ehliyle, iyâliyle
bir nesil mahvoluyor… Gelip çatan kışın bütün şedâidine, her manâsıyla çıplak
bir hâlde ma’rûz, fecî’ bir akıbet bekleyen binlerle bî-çâre.. Bütün kabahati,
cürüm ve günâhı «Çerkes» ismini taşımaktan ibaret binlerle ma’sûm Allah’ın
semâsının altında gündüzlerin güneşi, gecelerin ayazıyla derdleşe derdleşe ölüm
yolculuğu ediyor, ölüme kucak açıyor…
O arizamızm böyle, fi’ilen olduğu kadar kavlen de
cevapsız kalmış olmasına rağmen büsbütün tesirsiz kalmadığına delâlet eden
emarelere dest-res olmuyor değiliz… Zâten o hareketimizle biz, boş bir evin
kapısını çaldığımıza kat’iyyen eminiz. Bu emniyetimizi yaşatmak için, lisân-ı
resminin mevâ’îdine istinâd ettiğimiz halde atılacak kat’î rücu’ adımlarını
bekliyoruz.
Bu intizârı düşünce bize burada geçen defaki
«miş»lerin ardına gizlendikleri perdeyi bir derece daha açarak vekâyi’e
yakından temas etmek, hâdisatın üzerinde bir sır gibi duran mechûliyet
bulutlarını, mümkün olduğu kadar eritmek mecburiyetini veriyor. Ve bizi
Çerkes’in Türk’e kasden hıyanet etmediğini gösterecek nurun îkâdına şiddetle
teşvik ediyor. Biz de ona tâbi’ olmaktan vicdanî bir haz duyuyoruz.
***
Vakıa ilk arızamız sûret-i umûmiye ve resmiyeda derin bir
sükût ve lâkaydi içinde kendi elimlerinden başka bir cevâb-ı şâfî ile
karşılaşmadı. Amma aynı zamanda duyan ve hisseden Türklük vicdanı da onun
samimiyetine yabancı kalmadı. Bu bizim için bir tesellidir. Bize bu teselliyi
veren, birçok taraflardan sûret-i hususiyede agâh edildiğimiz mütâlâalardır.
Türk vicdanının telâkkiyâtına beliğ tercümanlar diye kabul ettiğimiz o
mütâlâaları icmal etmek icâb ederse, kendiliğinden şu fıkra doğar:
«Türkiye’de bir Çerkes mes’elesi yoktur ve olamaz.
Türk için Çerkes’in imhasını mevzu’bahs etmeli abestir. Binâenaleyh tehcir ve
taktîl de tasavvur edilemez. Çünkü Türk şimdiye kadar Çerkes’i kendisinden ayrı
bir şey gibi telâkki etmiş değildir.
«Ancak hâl-i harbin ve belki biraz da hikmet-i
siyâsiye ve içtimâiyenin lüzum gösterdiği muvakkat bir hususiyet hâli hâsıl
olmuş ve onun icâbı olarak ba’zı köylerin mevki’leri tebdil edilmiş olabilir.
Bu umûmî addedilmemelidir. Fevkalâde hallerin fevkalâde icrââtından ibaret olup
geçici şeylerdir…»
Bu suretle icmal edebildiğimiz dost mütâlâalarının
samimiyetinden şüphe etmiyoruz. Şüphe etmeyi günah telâkki ediyoruz. Şu kadar
var ki yapılan işin derece ve ehemmiyetini, şümulünü, ta’allukunu… «O
hikmet-i siyâsiye ve ictimâ’iyye»nin evvel ve âhirini iyice ta’mik(q)
ettiğimiz için kayd-ı ihtiyatla (âmin-hân) oluyoruz… Hâdisât da ma’alesef,
bizimle beraber aynı safa giriyor. Çünkü bu işde bir şeytan parmağının izleri
göze batmaktan hâli kalmıyor…
Bu dakikada, bizim de dostlarımız gibi nefy ve inkâr
etmesini cidden arzu ettiğimiz «Çerkes mes’elesi» fi’len ve feci’ bir surette
mevcûd bulunuyor. İsterseniz siz bi’l-kuvve böyle bir şey yoktur diye
bağınınız. Hâdisât onu herçi-bâd-âbâd ikâme ve idâmeye hâhişger görünüyor.
Ortada kaybolan şey mes’ele değil, mes’elenin mâhiyetinden ibarettir. Geçende
şeref-yâb-ı mülakatı olduğumuz pek değerli ve pek münevver bir meb’ûs-i
muhteremin mülâhazatı bu mâhiyeti bir dereceye kadar tenvir ediyordu.
Buyuruyorlardı ki:
«Çerkes mes’elesi
yoktur. Çerkeslerin imhası ne hükümetçe, ne de Meclisçe tasavvur edilmiş
değildir. Yalnız seri’ bir temlil için lâzım-gelen Türk kesafetini hâsıl edecek
bir taksim ve tevzi ameliyyesi vardır. Yapılan şey bundan ibarettir. Bu da
tabi’idir. Hatta şimdiye kadar bulundukları mevâ-ki’de unsur-ı aslîden daha
kesif kalmış mıntıkalar mevcudsa onlar da dağıtılacaktır. Bu ameliyyeler
esnasında hiç kimsenin zerre kadar “mutazarrır olmaması, yalnız bir seyâhat-ı
tenezzühiyye icra eder gibi bir köyden diğer köye nakl etmesi düsturu ta’kib
edilecektir. Eğer zulümden bahsediliyorsa buna mâni’ olmak için dağıtma ve sevk
etme, yerleştirme me’mur-larını da Çerkeslerden intihâb ve ta’yin pek
mümkündür.»
Biz bu mütâlâayı enine boyuna düşündük. Bir rehber gibi
gösterilen bu fikri izah edecek iki yoldan başka bir yerde ışık görmedik.
Fikrimizce bu her iki yol da rehber ve düstûr ittihaz edilecek bir l’ikr-i
esâsiye temel olacak kadar metin değildir.
Bulduğumuz yollar şunlardır:
1
—
Çerkeslere emniyet ve i’timad edememek, onların ilk fırsatta isyan ve ihtilâl
ile ya bir muhtariyet veya bir istiklâl iddi’a edeceklerine inanmış olmak…
2 — Maddî ve
manevi teşekkülât ve mevcudiyet itibariyle Türkleri, Çerkeslerden dûn bir
seviyede, bi-nâenaleyh onların istismarına mahkûm farz etmek…
Şimdiki hâlde bunları burada münâkaşa etmek istemiyoruz.
Yalnız birinci arızamızda olduğu gibi şuracıkta da arz etmek isteriz ki, eğer
Çerkeslere itimâd caiz değilse onları harman savurur gibi savurmak suretiyle
yerlerinden, yurtlarından söküp memleketin asayişini tehdit eden çıplak
serseriler mâhiyetine kalb etmektense kapı dışarı etmek, geldikleri yere, yâni
eski yurdlarma kovmak evlâdır. Bu sayede Türklük ve Türkiyelilik kendine belâ,
olacağına zâhib olduğu bir unsurdan, fitne ve fesadın menba’ı diye zu’mettiği
bir ırktan halâs bulmuş olacağı gibi altmış senedir hasret çeken güzel
Kafkas’ın ıssız ocaklarının tekrar tütmesine de hizmet edilmiş olur. Bu târihin
de takbih edemeyeceği bir hareket ve belki insanî bir hizmet demektir.
Ve yine eğer Çerkesler, Türkler’e faik bir mevcû-diyet-i
fikrîye ve iktisâdiyyede iseler müsavatı, Çerkeslerin elindekini almakla değil,
Türkleri onların bâlâsına çıkaracak tedâbir-i asrıyyeyi ittihaz ile te’min
etmek daha semere-bahş ve ma’kûl değil midir?..
Fakat bize öyle geliyor ki bu şeyi böyle düşünmek ve
yapmak bu memleketin Türk memleketi, bu milletin Türk milleti, buradaki
ekseriyet-i azîmenin Türk ekseriyeti, buradaki harsın Türk harsı olduğunda
şüphe etmekle müsavidir. Hatta sâdece şüphe etmektir. Böyle bir şüphe mevcudsa
icrââta gayr-ı Türk, fakat Türkün asır-dîde ve vefakâr bir aile akrabası olan
bir unsurun fâide-destgâhlarını yıkmakla değil belki o şüphe edilen şeylerin
hakiki sürümlerini ma’kûl ve insanî tarzlarla telkin etmekle başlamak gerektir.
Müfid ekalliyetlerin Türkleşmesini geçen arîzada da mücmelen îzâh ettiğimiz
gibi, asrî ve ilmî teşkilât yavaş yavaş hâsıl eder. Bu (yavaş yavaş )tan
memleket de, millet de faide görür, zarar görmez. Eldeki (çabuk çabuk)
siyâsetinin ise zarardan başka mahsûlü yoktur. Şimdiye kadar hiçbir yerde
‘iktitâf edilmemiştir de…
Bu fikirler bize rehber olduğundan hükümetin ve millet
meclisinin samimiyetinden, hüsn-i niyetinden de şüphe etmiyoruz. Yukarıdaki
müfrit mülâhazaları ufak ufak hey’etçiklerin henüz tebellür edememiş nokta-i
nazarlarıdır diye kabul ediyoruz. Çok teessüf olunur ki, hükümetin sırf bir
sâika-i zaruretle def-i belâ için ihzar ettiğini zannetmek istediğimiz, 2 Mayıs
339 kararnamesi tatbikatı bu müfrit fikirlerin gayr-ı mütebellir te’sirleriyle
bir fâci’a şekline inkılâb etmekten kurtulamamıştır.
Buna şâhid (Gönen) ve (Manyas) mülhakatında adetâ
selâhiyeti sû-i istimal diye tavsif edilebilecek bir vüs’at ve hususiyetle
yapılan icra’âttır. Bugün, oralarda yalnız Çerkeslere
âid olmak üzere, hem de Türklerle muhtelit olanlarından yalnız Çerkeslerin
seçilmesi suretiyle 14 köyün yerinde yeller esiyor. Dünün şen cıvıltılarıyla
neşelenen yuvalarında bugün kuzgunlar ötüyor. O köylerin sahipleri olan
binlerce erkek ruhlu ve vefakâr Çerkesler, imânı bütün olan bu müslümanlar ise
çoluğuyla, çocuğuyla, hastasıyla, alîliyle, ihtiyarıyla Anadolu’nun isimsiz
ovalarında sefaletin en derin bir köşesinde insanlığın kabul edemeyeceği bir
pespayelik içinde sürünüyorlar. Mademki bir Çerkes mes’elesi mevcûd değildir,
ya bu bedbahtlıkların manâsı nedir, çayırlarda tırnaklarıyla ot kökü çıkarıp
karnını doyuran bu sefillerin kabahati neydi, ne günâh işlemişdirler?
Buralarını hakiki olarak bilene rast gelmedik!.
Yalnız bir şey öğrendik; o da lisân-ı resmîden nîm-mübhem
bir surette’ tereşşuh eden delâil ve emareler-den ibaret… Onlara göre
Çerkesler, ale’l-husûs bu on-dört köyün, ondört türlü bedbaht olan insanları,
Yunanistan’da teşkil, edilen bir «Anadolu İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi»
ile alâkadar olmakla maznundurlar.
Bu tatmin edici bir cevâb değildir. Hakikatin kendisi
olmaktan ziyâde hakikat güneşinin önüne açılan
(Hak) örtücü bir buluttur. O zail olduğu zaman ancak
(Hak) doğabilecektir. Ne çâre ki o vakit doğacak
(Hak) öksüz ve yetim kalacaktır. Çünkü o zamana kadar
onun âid olduğu bu vücudların kemikleri bile kalmamış bulunacak, (âh!) çeke
çeke hep türâb olmuş olacaklar…
Pek iyi biliyor ve iddia, ediyoruz ki, artık bir daha
hortlaması imkânı dahi kalmayan o «Anadolu İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi»
Türklüğün olduğu kadar, hatta çok daha ziyâde Çerkeslerin zararına idi. Buna
Çerkesler umûmiyetleriyle iştirak etmemişlerdi ve edemezlerdi. Çünkü onlar her
önlerine çıkanın ardından gidecek kadar kör, sağır ve düşüncesiz değildiler.
Kuvve-i mümeyyizeleri akla karayı seçemeyecek kadar kasır değildi. O yalnız
kuyruk acısı ile kıvranan üç-beş kişinin Yunanlık hesabına kendilerine öc almak
için atıldığı mâcerâ-perestlikten başka bir-şey değildi. Onun nâmına Anadoluya
yayılan bir avuçluk ölüme susamış serseri var idiyse onların ancak bir kısm-ı
kalîli Çerkes idi. Mütebakisi gayr-ı Çerkes, Türk ve Yörüktü.
Mes’ele biraz ta’mik edilince bu hakikat kendiliğinden
tebeyyün ve ta’ayyün ediyor. Şöyleki (Lozan) Konferansının pek had bir devresi
idi. Yeşil masalar kızıl bir renk almak isti’dâdlarını göstermeye başlamıştı. O
sıralarda gazeteler Yunan adalarından ve sevâhilinden kopan çeteci
fırtınalarının Anadolu sahillerine çarpıp parçalandığını mütemadiyen ilân
ediyorlardı. İşte Çerkeslerin son felâketine ilk başlangıç bu hâdisâttan
doğuyordu. Sûret-i resmiyede tehcire vesile veren yalnız bu çeteler ve
eşkiyâ-yı siyâsiye idi.
Biz resmiyetin işaret ettiği bu hedefi ele aldık, ta’mik
(derinleştirmek)ettik. Vâsıl olduğumuz netice yalnız Çerkesler-den 14 köyün
dağıtılmasına bu mes’elenin esaslı bir, sebep teşkil edemeyeceğini gösterdi.
Yaptığımız tahkikât-ı husûsiye ile dest-res olduğumuz malûmatı, mülâhazamızı
te’yiden, ber-vech-i âti kayd ediyoruz:
Yunanlıların Anadolu’dan tardından sulhun imzasına kadar
geçen zaman zarfında Yunanistan’dan Türkiye, ta’bir-i diğerle Biga, Manyas ve
Gönen havalisine yalnız üç siyâsî çete dâhil olmuştur:
1— Mülâzım-ı evvel Mehmed Ali Çetesi,
2— Kel Aziz Çetesi,
3— Kanlı Mustafa Çetesi,
Bu üç çeteden evvelki (Manyas), ikincisi (Gönen),
üçüncüsü de (Biga) havalisine me’mûr edilmiştiler zannedilmektedir. Çeteleri
teşkil eden eşhasın menşeleri bu zannı hüküm derecesine çıkaracak kuvvettedir.
Mamafih ilk çeteden mâ’âdâsı hakkında vazıhve mufassal malumat yoktur, yahut
daha mütevazı’ bir ifâde ile biz dest-res olamadık. Cereyân-ı hâle göte
hükmedilebilir ki bunların istîsâlindeki sür’at ve şiddete inzimam eden
eşkiyânm ekseriyetle yabancı vilâyetlerden bulunması halkça eşhasın tanınmasını
müstehil kılmıştır. O derecelerde, ki ikinci çeteden, aşağıda görüleceği
veçhile yalnız çetebaşı tanınabilmiş, başka kimse tanınmamış, bilinmemişti.
Hatta bu meşhur sergerde Gönen’e geldiği zaman mâ’iyyetin-ae bulunan 9 kadar
serseriden hiçbirinin Çerkes olmadığı da -kaviyyen iddi’a edilmektedir. Ve
bunun doğruluğu muhakkaktır. Buna rağmen biz bu çetede elebaşıdan mâ’adâ
isimleri meçhul üç Çerkesin daha bulunduğunu iddi’â edenlerin tevatürünü kabul
etmekte beis görmüyoruz. (O zamanın teröristlerinin yani çetelerin Çerkesler
adı ile anılması başlarına sıkıntıların gelmesine sebep olduğunu düşünüyoruz.)
Üçüncü çete ise ilk adımında ölümle kucaklaşmış, bir
hafta bile yaşayamamıştı. Bunun Çerkes efradı da dört beşi geçmiyor…
Birinci çete: 338
senesi Teşrin-i Banisinde (Ayvalık.) civarından hududu geçmiş. Mevcudu 25 ile
30 kişi (Rivâyât bunu 50’ye kadar çıkarıyor.) iki kola ayrılmış yedi ila dokuz
kişilik bir kol Yörük İsmail Efe, bir rivayette Çallı Kadir Efe nâmında birinin
emri altında (İzmir) havalisine, diğerleri de (Manyas) havalisine doğru
istikâmet almışlar…
Çetenin asıl kumandanı Mehmed Ali, Balkan Harbinde ilk
yetiştirilen ihtiyat zabitlerinden iken bilâhare jandarmaya nakil etmiş, 335
mütârekesi bidayetlerinde (Manyas) havâlisinde eşkiyâ ta’kibatına memur edilmiş
bir Türk genci. Bu çete kısm-ı külliyi teşkil eden Manyas kolu ile İzmir kolu
henüz ayrılmadan. Dikili’de ilk müsademesini veriyor ve çetebaşı Mehmed Ali
mecrûhen ele geçiyor. Bunun üzerine zabt u rabttan ârî kalan başıbozukları
teşkil etmek vazifesi Mürüvvetler köyü ahâlisinden Tâkiğ Şevket’e intikal
ediyor.
Bilhassa arnikan tahkik ettik: Bu 25 (veya 50) şahıstan
yalnız altısının Çerkes, mütebakisinin de gayr-i Çerkes, Türkmen ve Yörük
olduğunu öğrendik. Altı Çerkesin dördü Manyas kolunda, ikisi İzmir kolunda… Üçü
Manyaslı biri İzmitli, ikisi İzmirli.
Az bir zamanda iş göremeyecek bir hâle giren bu çetenin
en son elde edilen ferdi Tâkiğ Şevket olmuş. Bu 7 Haziran 339’da meyyiten
istisâl edilmiş. Halkça Şevket’i saklamış olmakla en çok ittiham edilenler; bir
teyzesi ile Çerkes olmayan bir eniştesidir. Evvelki on seneye mahkûm edilmiş,
sonraki beraat kazanmış…
Bunların Teşrin-i Sânı’den Haziran’a kadar bir iş
görebildiklerini tasavvur etmek o civar köylülerine cürüm isnâd etmektir.
Çerkes ahâli öyle zu’m ve zannedildiği, farz olunduğu gibi bu adamları himaye
etmiş değildi. Nasıl ki bu altı Çerkes de muhtelif tarihlerde hemen kâmilen
civar Çerkesleri tarafından vuku’ bulan ihbarlar üzerine dâima sıkıştırılmış,
aç, çıplak kalmaya, en nihayet arz-ı teslimiyet etmeye mahkûm edilmişlerdi.
İkinci Çete:
1339 Nisanının 23’üncü Pazartesi günü Bayramiç
havâlisinde Dalyan iskelesinden Türk topraklarına ayak basmış Kel Aziz isminde
eski bir şakinin emri altında hareket eden bu çetenin mevcudu 19 kişi (ri-vâyât
bunu da 30’a iblâğ ediyor) içlerinden ikisi gayr-i müslim, üçü (bir ihtimâl
ile) Çerkes, mütebakisi Bursa ve İzmir ahâlisinden…
Bu çetedeki, çetebaşı ile beraber, dört Çerkesin hemen
üçü o sevâhilin ve o vilâyetlerin çocuklarından değil. Tahkikat bunların daha
yukarı ve içeri sancaklara mensûb olmaları ihtimâlini gösteriyor. Bu i’tibârla
halk onları tanıyamamış bulunuyor.
Bu hâl ile onların da tanımadıkları ve tanınmadıkları
dağlarda, bilmedikleri köyler arasında bir iş görebilmeleri melhuz olamazdı.
Nasıl ki ilk adımda hemen hepsi, örümcek ağına düşen sersem sinekler gibi,
sevâhiî muhafızı müfrezelerin ortasına düşmüş, memleket ayaklandırmak yerine
canlarını Cehenneme doğru ayaklandırarak ölüme yuvarlanmışlar. İçlerinden kaçıp
etrafa iltica edebilenler de birer birer teslim edilmişler, hiç bir taraftan
himaye görmemişlerdi.
Üçüncü Çete:
Anzavur’un oğlu Kadrinin bir kaç arkadaşıyle takviye
ettiği Bigalı meşhur Kanlı Mustafa Çetesi idi. Bu da 1339 Mayısının
nihayetlerine doğru Çanakkale’deki İngiliz işgal mıntıkalarından istifâde etmek
suretiyle hududu geçmiş… Fakat ihtilâle değil ölüme karışmış olduğunu sonradan
anlamıştı. Bunları da Türk topraklarına tekrar çeken şey, iş, ihtilâl
vesilesiyle (ecel) olmuştu. Daha Biga’ya girmeden yaptıkları bir müsademede
perişan edilmişler. Kadri ve ba’zı rüfekâsı kimi meyyiten kimi mecrûhen ele
geçirilmişler…
Bu çetede de Çerkes ve Türk karışıkmış. Kanlı Mustafa’nın
avanesi çetenin ana direğini teşkil ediyormuş. Bunlar kamilen gayr-ı Çerkes,
Türkmen, Yörük vesairedir, diye gösteriliyorlar.
Muhtelitan mecmu’ları 25 kişi (rivâyâta göre bu da 70)
kadar sayılıyorsa da ilk adımda dağıldıkları için hiç bir iş görmeye muvaffak
olamamış, melanetlerini fiile isal edememişlerdi. Bu çetedeki Çerkeslerin ikisi
Bigalı biri Manyaslı imiş.
Bu son iki çetenin, bilhassa Kel Aziz çetesinin
istîsâlinde elde edilen matbu’ beyannameler ve evrâk-ı saire bir ihtilâl
tertibatı ihzar edildiğine ve bu teşkilâtın Anadolu Hükümeti aleyhine
Yunanistan’da bir merkezden idare edildiğine kat’iyyen şüphe bırakmayacak bir
mâhiyette imiş…
Çetelerin Midilli’den Anadolu’ya geçmelerini temin eden
İzmirli bir gayr-ı Çerkes imiş. Onun fa’aliyet ve delâleti, bütün vesâiti temin
etmiş imiş…
Üç çete de mecmu’ları yetmiş ila yüz elliyi tecâvüz
etmeyen bu serserilerin a’zamî yekûnu ba’zıla-nnca yüz yetmişe kadar
çıkarılmaktadır. Her iki halde de Çerkes olanların adedi için a’zamî 15’ten
fazla bir rakam sayılamıyor.
Ancak 14 ila 15’i gösteren bu Çerkes yekûnunun yanlış
olması ihtimâli pek azdır. Mamafih ihtiyaten buna 5-6 daha ilâve edebiliriz. Bu
halde bile umumî yekun diye gösterilen 70 ila 170’in yanında vasati olarak
ancak onda bir derecesini verir ki, diğer onda dokuzun kim ve ne oldukları
hakikaten pek cây-i suâl ve meraktır.
Bu üç çete arasında en büyük mukavemeti yalnız ilk
çetenin dağılan efradı göstermişler. Diğerleri ilk adımlarında başlarını
sarsılmaz bir kayaya çarptıklarını öğrenmişlerdi. Şu halde maksatları,
gayeleri, emelleri de henüz doğmadan boğulmuşlardı demektir.
Bununla beraber en meş’ûm rolü tehcire vesile vermek
suretiyle oynayan da ikinci çete olmuştu. Bunun, hatta bundan sonrakinin de bir
kaç nefeslik ömürle
Anadolu’ya girmiş olması Çerkesler için hiç de
ehemmiyetli bir şey hâsıl etmedi. Meş’ûm neticeye tebdil-i istikamet
ettiremedi. Cereyân-ı hâl denilen lâkayd derviş yine bildiğini okudu. Birçok
gayretlerine, vefakârlıklarına rağmen Çerkes köyleri dağıtıldı. Hem de bu
satırları yazdığımdan beş on gün evvel, men-i şekavet kanununun (Terör
Kanunu) Meclis-i Millîde hîn-ı müzâkere ve münâkaşasında hey’et-i vekile reis-i
sabıkı beyefendinin münakkıd meb’ûsları iskât eden cevapları hilâfına
umumiyetle dağıtıldı. Sabık hey’et-i vekilenin sabık reisi o gün berây-ı
müdâfa’a şöyle buyuruyorlar-di: «Efendiler, eşkiyâya yataklık edenlerin
dâhile nakli demek hiç bir zamanda umumî bir muhaceret (göç etme) demek
değildir. Bu gibilerin adedi pek mahduttur. Bu maddeye dokunmayınız.»
MADDE İBKÂ (BIRAKILIP) EDİLDİ. KANUN TASDİK OLUNDU. AMMA
HUDUTLARINA NELERİN GİREBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLMEYEN «UMUM» TA’BİRİNİN NE KADAR
ELASTİKÎ BİR MÂHİYETİ OLDUĞUNU ÇERKES KÖYLERİ İLAN EDİP DURUYOR. BİR DE ZATEN O
KANUN HENÜZ KARARNAME İKEN YAPACAĞI İŞİ YAPMIŞ, ONDAN SONRA MİLLETVEKİLLERİNİN
HUZURUNDA ARZ-I VÜCUD ETMİŞTİ…
Mantıkî düşünülmek lâzım gelirse şakileri, bahusus 14
köyün perişanlığına, kahredilmesine sebep olan eşkiyâ-yı siyâsiyeyi himaye eden
bir köyün değil, bir ferdin bile vücudunu iddiaya imkân kalmaz. Malûmdur
ki; köylü eşkiyayı seve seve, isteye isteye saklamaz. Onları «şerrine la’net»
diye besler. Hükümetin, zabıtanın izhâr-ı acz etmediği mahal ve mekânlarda
halk, köylü ne asabiyet-i kavmiyeye, ne de asabiyet-i diniyyeye tâbi’ olur.
Sadece menfâatinin, huzurunun, refahının izlerini ta’kib eder ve dâima hükümetle
beraber bulunur. Çünkü eşkiya geçici ve serseridir. Hükümet müstekardır.
İstikrarda ise refah vardır. Huzur vardır, kıdem vardır, bekâ vardır. Eşkiyanın
himâyesi herkes bilir ki ancak zabıtanın aczi, köylüyü müdâfa’a ve sıyânete
kifayetsizliği hâlinde kerhen ihtiyar edilen zaruri bir yoldur.
Son hâdisâtın tarihine bir göz gezdirelim. Görürüz ki. o
zaman hükümet, hükümet-i mülkiye pek kuvvetli idi. Yalnız değildi. Harp
tehlikesi jandarmayı ordu ile takviye ediyordu. Bahusus herkeste büyük ve misli
bulunmaz bir zaferin takviye ettiği yüksek bir ma’neviyat da vardı. Binâenaleyh
köylünün gurur ve izzet-i nefsi gibi huzuru da emniyet altında idi.
Ancak bu sayededir ki ihtilâlci ağalar halk tarafından
öyle kolayca birer birer teslim edilmişler, ihbar olunmuşlar, oralarda
harmanlayacak bir hâle getirilmişlerdi. Biz öyle kanâat hâsıl ettik ki o
çetecileri, hayatlarının faizini verir gibi, ekmek vererek besleyenler,
Çerkesler değildi. Türkler de değildi. Yalnız hayatından, mal ve menâlinin
selâmetinden emin olmayan zavallılardı. Henüz iskân edilmemiş aşiretler de bu
meyânda ta’dâd edilebilirler. Onların âdât ve teâmülâtı, düstur ve kanunları
hükümet aleyhdarlığından ve hükümet aleyhdarlarını mahv oluncaya kadar,
himayeden başka bir şey emretmez. Yeter ki bu gibi kimseler kendilerine dahîl
etmiş olsunlar. Akıbetleri mü’men olmasa bile bir ve belki birçok yardımcı
bulmuş olurlar. Bunlar ise dağ kollarındaki köyler, bilhassa hayme-nîşinlerdir.
Ki tamamen Çerkesin gayrıdırlar.
Bir çetecinin bir köyde barınması o köyün hey’et-i
umûmiyesinin bundan haberdar olduğuna da delâlet edemez. Bu gibi şeyler sır
olup iki üç şahsın hudud-ı ıttıla’ım tecâvüz etmez. Saklananı
bilenlerin adedinin artması çetecilik kavâidine
tevâfuk etmeyen bir şeâ’mettir. Çeteciler böyle bir çokları tarafından duyulup
tanındıkları köylerde barınamazlar. Çünkü mevzü bahs olan hayattır. Başka bir
şey değil…
Esasen bu gibi teşkilatlar köylerle değil, fert ve
şahıslarla yapılır, başarılır. Köylerin umumiyetinin kat’iyyen haberi, şüphesi
bile olmaz, ruhu duymaz. Onlar iş kemâle erdikten sonra emr-i vâki’ karşısında
bırakılırlar. Geçen vâk’ada hükümetin müteyakkız hareketlerinin ve halktaki
zafer ruhunun böyle bir şeye imkân vermediği gün gibi muhakkak bir keyfiyettir.
Bu halde ise köylerin dağıtılmasında âmil olan şey diye,
müfrit mefkûreciliğin ihtiyatın tahtında gizleyerek tatbik ettirdiği fikr-i
mahsûsundan başka ortada bir şey kalmıyor.
Görülüyor ki, Çerkesler uğradıkları cezaya müstahak
olacak günahkârlar değildirler. Eğer o eşkıyanın bu mıntıkalara yayılmış olması
o köylüler için bir cürüm idiyse bütün o havalideki gayr-i Çerkes köylerin,
obaların, bilhassa Çerkesle muhtelit olduğu halde istisna edilen, hatta
Çerkesler aleyhine bir silah-ı ittiham gibi kullanılmak için tahrik edilen
köylerin de şerik-i cürm olmaları lâzım gelmez mi idi?.. Cereyân-ı hâl ile bu nokta karşılaştırılınca meydanda
yükselen sahneye «Çerkes Mes’elesi»nden daha lâyık bir isim bilmem bulunabilir
mi?.
Bunun aksini kabul etmek, Çerkeslerin, bunca zamandır
Türke vefakâr kalmış, müstesna bir unsurun re’sen, müstakilen, tamamen ve
mutlaka mücrim olduğunu iddi’a etmeye mu’âdil olur ki gerek vakâyi’ gerek
eşhas, gerek hâdisâtm kahramanlarının kavmiyetleri bununla ta’arruz edip
duruyor…
Hatırımıza gelmişken şuracıkta istitrâden arz ediverelim:
Geçen defa nasılsa sevk-i kelamla kullanı verdiğimiz tehcir ve taktil
ta’birleri de bir çok dostlarca ta’yib ediliyor. «Ne tehcir var, ne taktil, yalnız
ahvâl-ı fevkalâdenin fevkalâde icrââtı» deniyor. Bilmem bu ta’birlerin filen
ayrı ma’nâları var mıdır?
Tehcir, lügaten arzusu hilâfına hicret ettirmek değil
midir?
Taktil ise mutlaka satırlarla, baltalarla kafa kesmek,
cesedleri ateşte kebap etmek mi demektir?
Herhangi suretle olursa olsun ölümler intâc eden
hareketlere bir nev’i taktilden başka ne derler… Çerkesler için reva görülen,
ta’bir-i hafif ve zarifiyle, ahvâl-ı fevkalâdenin fevkalâde icrââtından olan
dâhile nakl etmek siyâseti ise bu iki kelimenin ma’nâlarınm en kuvvetli
tecelliyâtını arz etmiyor mu?
Evvelâ:
Dâhile nakl etmek demek, müte’addi olduğu için tehcir demektir. Hem de en feci’
ma’nâsıyla malından, mülkünden, herşeyinden olarak tehcir demektir.
Saniyen: Bu
suretle Allah’ın çöllerine, dağlarına serpilip dağıtılan insan sürüleri
vesaitsizlik, parasızlık, gıdasızlık, çıplaklık, hastalık… ilâ âhirihi ile
koyun koyuna ölüme sevk edilmişler demek değil midir? Bu ise taktilin satirli,
baltalı nevinden daha elim ve feci’ bir imha tarzından başka ne ma’nâ verebilir
ki?..
Mamafih biz niçin böyle yapıldı demedik ve demiyoruz.
Böyle bir suâlin beyhude ve bîsûd olduğunu müdrikiz. Bizim mesrûdâtımız,
yapılan bu şey yanlıştır ve zarardır. Belki de ele düşen bir fırsat diye,
müfritler-ce merkez emirlerinin sû-i istimalidir, demekten ibaret… Zararın ise
neresinden dönülürse o kârdır ve yanlış hesabın tâ Bağdat’tan dönmesi akıl ve
mantığın emredip durduğu bir şeydir.
***
Şimdi samimiyetinden emin olduğumuz Türk vicdanı acaba
hâla Çerkeslerin uğradığı felâket sillesinin şiddet, vüs’at ve şümulünde şüphe
ve tereddüt ediyor mu? Oh yâ Rabbi… Bunu nasıl izâle etmeli? Çerkes ile Türkün
arasına giren «Kara kediyi» nasıl def’etmeli?..
Bu gayeyi istihsâl ümidiyle şimdiye kadar 14 köyün
Anadolu’nun ücra köşelerine dağıtıldığını, 30 köyün de çırılçıplak kalmasına
sebebiyet verilmiş olduğunu açıkça göstermek istiyoruz. Allah la’netlerini bu
işin müsebbiblerinin üzerine etsin!.. Filhakika, velev zahiren olsun, vesileyi
verenler zâten cezâyı sezalarını buldular. Geri kalanları, kıyıda, bucakta
tanınmadan gezenleri varsa dileriz Allah’tan ki onlara böyle çabuk ölüm değil
ebedî sefalet refik etsin!..
İşte size bir esbâb-ı mucibe muhtırasıyla bir ced-vel
takdim ediyoruz. Ki tehcir edilenlerle olduğu yerde yokluğa yuvarlanan 14 köyün
isim ve mahallerini, nüfuslarını, bilhassa kaldırılan, dağıtılan 14 köyün hebâ
olan hayvanât ve mezru’âtı yekûnuyla, nüfus nisbetini takribi bir hesabla
ihtiva ediyor:
İlk kaldırılan köy, birinci çetenin parçalanmasını
müte’âkıb 338 senesi Kânunlarında, sancak dahilinde Kebsut nahiyesinin
köylerine idâreten taksim edilen Mürüvvetler karyesidir. Takiğ Şevket bu
köydendi. Şimdi Şevket çoktan ölmüş, çeteden eser kalmamış, lâkin bu köy hâlâ
yerine iade edilmemiş, serpildiği yerlerde elim bir vaz’iyette sürünmektedir.
Asıl tehcir ikinci çetenin, yani Kel Aziz Çetesinin
hurucundan sonra başlamıştır 2 Mayıs 1339 Çarşamba günü cami kapılarına
ta’likan i’lân edilen Dâhiliye Vekâletinin bir ta’mimi tehcirin mâhiyet-i
feci’asını ve tevessü’ kabiliyetini pek açık göstermektedir. Üç madde üzerine
müretteb olan o ta’mim aynen denebilecek bir kat’iyyetle, şu me’âlde idi:
1— Anadolu İhtilâl Cemiyyetinin ihrâc ettiği şakilerden
herhangi bir ferdin bir köyde barındığı, iaşe edildiği haber alınırsa o köy
Anadolu dâhiline dağıtılacaktır.
2— Mezkûr efrâddan karyede ihtifâ edenler müfrezelerce
haber alınıp müsademeye ve karyenin ihrâkına sebebiyet verildiği hâlde
müfrezeler kafiyen mes’ûl olmayacak, bu mes’ûliyet köylere âit olacaktır.
3— Bu kabil efradın ihtifâ ettikleri mahalleri ihbar veya
derdestlerini teshil edenlere 200 lira mükâfat verilecektir.
Belki fevkalâde olan vaz’iyyetin icab ettirdiği bu hâl
haddizatında pek feci’ ve insafsız bir akıbet hazırlamış oluyordu. Bir ferdin
hareketinden bir köyü mes’ûl tutmak gibi nev’i ma’lûm olmayan cezaların tedhiş
ve terhibten başka ma’nâlarını bulmak çok zor bir iştir. Bu ta’mimin halk
üzerindeki dehşet-nâk te’siri hakikaten pek derin olmuştu. Herkes büyük bir
faaliyetle eşkiyâyı siyâsiyeyi kovmaya şitâb ediyor, onlardan birine rast gelen
herhangi bir kimse, sekerât-ı mevtini yaşarken, baykuş sesi duymuş bir hasta
gibi teşe’üm ediyordu.
Heyhat!.. Halkın bu korkunç vaz’iyyet karşısındaki
ihtiraz ve ihtiyatı, hükümete müzahereti semere-lenememiş, ta’mimin ilanından
15-20 gün sonra büyük bir faaliyet başlamış; birinci madde, fakat arnikan
tahkik ve tebyin edilmeksizin ale’l-ekser yalnız bir ihbar üzerine kemâl-i
şiddetle tatbike başlanmış… Ve iki ay zarfında tamam ondört köy birbirini
müte’âkib yerinden sökülmüş, bir gün evvel şen kahkahalarıyla mes’-ûd birer
âşiyan olan evleriyle büyük ağaçların yeşil gölgelerinde âsûde bir huzur
yaşayan hulyâlı köyler çakallara me’vâ edilmeye başlamıştı. O köyleri
ber-vech-i âti ta’dâd ediyoruz:
Gönen Mülhakatından
Köylerin İsimleri
Kaldırıldıkları Tarihler
Kaldırıldıkları Günler
1 — Uç
Pınar 28
Mayıs 339
Pazartesi
2 —
Mir’âtlar 5 Haziran 339
Salı
3 —
Sızı
9 Haziran 339
Cumartesi
4 — Keçideresi
13 Haziran 339
Çarşamba
5 —
Keçeler 16 Haziran 339
Cumartesi
(Mehmed Ali Bey)
Manyas Mülhakatından
6 — Kızıl
Kilise 7Haziran
339
Perşembe
7 —
Yeniköy 7Haziran
339
Perşembe
8 —
Dümye 7 Haziran
339
Perşembe
9 —
Ihça
11 Haziran 339
Pazartesi
10 — Karaçalılık
13 Haziran 339
Çarşamba
11 — Bolcaağaç
13 Haziran 339
Çarşamba
12 — Değirmen
21 Haziran 339
Perşembe
Boğazı
13 — Hacı Osman 21 Haziran
339
Perşembe
14 — İlk kaldırılan Mürüvvetler
köyü 338 Kânunlarında
Bu köylerin birçoğu eşkiyâya yataklık etmek değil, hatta
şahıslarını bile görmemiş, tanımamış idiler. Hem, bugün artık pek iyi görünüyor
ki terhib ve tedhiş ile beraber bir fikr-i mahsûsa, da istinâd eden bu dağıtma
ameliyyesi pek keyfi bir surette tatbik edilmiş, kararnamenin birinci
maddesiyle i’lân edilen umûmî ma’nâ yalnız Çerkesleri kasd eden bir hususiyet
şekline kalb edilmişti. Diğer tarafı yalnız zevahirde ve cami kapılarında asılı
kalan bir ilân hâlinden çıkmamıştı.
O derecelerde ki, aylarla zaman mahkemelerin her hangi
bir Çerkes’in şehâdetini kabul değil istima’ bile etmediği bugün ufak bir
tahkik ile öğrenilen en basit bir misâldir. Bir köyün kaldırılması için her
şeyden evvel Çerkes olması, ikinci derecede de ufak bir ihbar veya isnâd,
ehemmiyetsiz bir şüphe kâfi geliyordu.
Bunlar da zevahiri kurtarmak gayesine ma’tuftu diye hâsıl olacak zanda çok hata
yoktur denilebilir. Her tarafta Çerkesler aleyhine müthiş bir propaganda
yapılıyor ve bütün kuvvetiyle tevessü’ ediyor. «Hain Çerkes!» her dilde yer edip gidiyor… Böylece binlerce zavallı ne
olduğunu bilmedikleri feci’ sahnelerin aktörleri gibi renkten renge
sokuluyorlardı. Sanki o günlerde Anadolu’da yalnız Çerkesler şekavet yapıyor,
yahut isyan etmiş, hükümeti taklibe kalkışmıştı. Böyle bir telkinin
yaşatıldığma en sarih delil ta’mim-i resminin ilk maddesindeki; eşkiyâ-yı
siyâsiyyeye yataklık eden köylerin Anadolu dâhiline dağıtı-lacağı kaydının umûm
için ma’nâsız bırakılmış, yalnız Çerkeslere ta’alluk eden bir madde hâline
getirilmiş olmasıdır. Kaldırılan 14 köy arasında gayr-i Çerkes bir köyün
bulunmamasına, Türk, Rumeli muhaciri ve Çerkes muhtelit olan beş köyden de
yalnız Çerkeslerin seçilip alınmasına başka bir ma’nâ vermek o maddeyi tekzip
etmek demektir.
Bu fa’aliyet ve icrââtın müfid olduğunu biz anlayamadık.
İdrâkimiz önünde birçok rakamlar bundaki îâideyi anlamaya mâni’ oluyor. Onlar
belki muvakkat birer tedbirin, belki de o tedbirlerden istifâde eden husûsi ve
fakat henüz tebellür etmemiş mefkurelerin mahsûlü idiler. Lâkin hiçbir zamanda
bir fâide değildiler. Âtideki rakamlar üzerinde siz de bizimle beraber bir
lahza meşgul olmak külfetine katlanırsanız sözümüzün sıhhatini teslimde
tereddüt etmezsiniz:
Kaldırılan bu 14 köyün, cedvelde görüldüğü gibi
hanelerinin takribi miktarı 755, nüfusları asgari bir hesapla her hâne için
vasati olarak 5 nüfus kabul edildiği halde 3775 rakamlarını veriyor. İşte şimdi
bu yekûn meskensiz, me’vâsız, vesâitsiz ölümün ağzına tevdi’ edilmiş duruyor.
Bunlar ne yapacaklardır? Aç, çıplak yaşamak mümkün müdür?.. Bu beliyyelere
ma’rûz kalanların tedricen yapacakları şey âsâyiş-şikenlikten başka ne
olabilir? Dün memleket için müfid olan bu üç, dört bin nüfus bugün böylece
muzır olmaya sevk edilmiş olmuyor mu?..
Memleketin asayişi, âmizişi, huzuru, refahı, nüfûs-ı
umûmiyesi, sa adeti için olan bu zarar aynı zamanda hayât-ı iktisâdiye ve
istihsâliyesi için de aynen mevcuttur. Bu da ihmâl edilecek bir derecede
değildir. Bu köylerin hayât-ı istihsâliyyeleri hakkında elde edebildiğimiz
malumatı da takribi bir hesabla, arz ediyoruz:
Gönen Mıntıkası hemen kamilen tütüncülüğe bir ehemmiyet-i
mahsûsa atf ederdi. Mezrû’âtın oradaki mühim yekünü tütündü. Manyas havalisi
ise hububat ve sebze zer’i yy âtına germi vermişti. Arazinin kuvve-i inbâtiyesi
gibi köylerin ma’mûriyeti derecesi de Türkiye’nin en iyi ve en müstesna
mıntıkalarından ma’dûddu. Bu 14 köyün muhtelif suretlerle zer’ ettiği arazinin
mecmû’u asgari 40 bin dönümden hiç aşağı değildi. O yeşil tarlalar artık, eski
bir ta’birle «Âşiyân-ı bûm u gurâb olmuş» bulunuyor. Bu her hâlde
hazine-i mâliyenin kârına değildir. Bilâkis zimmetine açılmış bir sahife
demektir.
Hayvânât-ı muhtelifeye gelince mecmû’unda takriben
yedibin kadar inek ve dombay, 1000 çift öküz ve koşum mandası, 4 ila 5 bin
kadar süt ve yün koyunu, binbeşyüz kadar kısrak ve hergele… ilâ âhirihidir.
Koyunların 2500’ü yalnız Kızıl Kilise’ye âid diye
gösteriliyor. Fazla olarak Üç Pınar, Sızı, Mir’atlar, Keçi Deresi, Hacı Osman,
Değirmen Boğazı, Keçeler… gibi köylerin beherinde 300’den aşağı olmamak üzere
keçi de beslenirdi. Onların yekûnunu da asgari bir hesapla 2500 kabul
edebiliriz. Kızıl Kilise, Yeniköy, Bolcaağaç, Mürüvvetler, Dümye gibi köyler
bilhassa beygircilikte şöhret kazanmışlardı.
Bunların hepsi artık «Bir varmış, bir yokmuş!»a
inkılâb etti. Şimdi yerlerinde yangından sonra kalan kül kadar olsun, bir
mevcudiyet kalmamıştır. Malatya Kayseri, Sivas, Ulukışla, Niğde (Bor nahiyesi)
ve Van gibi muhtelif istikametlere dağıtılan bu köylerin zarâr-ı mahza inkılâb
etmeleri bu hâle uğramalarından sonra, hemen bir emr-i zarurî idi…
Asıl felâket geri kalanların da onlar kadar çıplak
kalmasındadır. Yaptığımız tahkikat isimlerini aşağıda kayd ettiğimiz 30 köyün
takriben 1100 hanesinde 5800 nüfûsun daha tehcir edilenlerle hem-hâl bir
yoksulluk içinde sâika-i zaruretle dilenciliğe mahkûm bulunduğunu pek güzel
gösteriyor.
Bu köylerde tıpkı tehcir edilenler gibi emvâl-ı
menkûlelerini ve hayvanlarını yok bahâsına elden çıkarmış oldukları gibi bu
senenin zira’at mevsimini de emre intizâr- ile boş geçirmişler, zer’iyyât
yapamamışlardır. Yahut son günlerde bin şüphe ve tereddütle toprağa tevdi’
edilebilen hububat tohumları diğer senelere nisbetle devede kulak kabilinden
pek az bir miktardadır. Hayvanat vesâireleriyle zer’ ettikleri arazi miktarı
hakkında ileride verdiğimiz rakamlar bir mikyas ve nispet olabileceği için
burada sükut ediyoruz. Bu hal ile bunlar da açlığa mahkûm bulunuyorlar
demektir.
Bu zavallılar, tedbir-i idâri sillesine uğramadıkları
halde niçin böyle oldular gibi bir su’âl vârid olamaz. Nîm-resmî lisân kullanan
propagandacılar, madrabazlar, halkın zararından kendi kârını temin eden açık
gözler boş buldukları meydanda serbest serbest at oynatarak bu akıbeti tesri’
etmişlerdi. «Ne duruyorsunuz, diyorlardı. Sıra size geliyor. Şimdiden
hazırlanmak daha iyi değil mi? Giden köyleri gördünüz. Mallarını kaça
satabildiler…» böylelikle herkes mütemadiyen satmış, elinde avucunda üç
beş kâğıt lira ile gündüz üstünde gece altında barındığı bir örtü ile kalmıştı.
Şimdi artık bi’t-tabi’ onlar da hiç olmuştur.
Satışın su pahasına cereyan ettiğini ilâve etmek bilmem
lâzım mıdır? Eğer istiyorsanız yalnız şunu arzedeyim: Bir fikir edinmek için
kâfidir. Ahvâl-i âdi-yede 200 lira eden bir çift öküz, 30 a’zamî 40 liradan,
koyunun çifti 7-8 liradan fazla para etmiyor. Bir beygir a’zamî 20 ile 25 lira
tutabiliyordu. Hele tehcire tâbi’ oldukları tebliğiyle beraber jandarma ve
asker tarafından ihata edilerek ihtilâftan men’ edilen, yalnız mahdut ve
mu’ayyen madrabazların iştirak ettiği müzayedelerle satılan emval ve hayvanât
büsbütün bâd-ı hevâ (bedava) gitmiştir…
***
İşte bu feci’ vaz’iyetler hiç yoktan ve yok yere
Çerkeslere tevcih edilmişti.
Ma’rûzâtımızdan da müstebân olduğu veçhile, ortada bir cürüm varsa o
müşterekti. Ve kısm-ı a’zâmı gayr-i Çerkeslere ta’allük ediyordu. Halbuki
şerik-i cürm olması lâzım gelen o gayr-i Çerkeslerin kılına bile hatâ gelmemiş,
getirilmemişti. Bu neden böyle oluyordu?
Şakiler himaye edilmişse yalnız Çerkesler mi himaye
etmişlerdi?
Hayır… Çerkesler şekâvet-i siyâsiyeye yalnız
girmedikleri, sürüklendikleri gibi şerik ve refikleri addedilmek icâb eden
komşuları kadar onlar da bu şakileri himaye ve müdâfa’a etmemişlerdi. Esasen bu
kabil değildi. Cami kapılarında, kâbuslu bir gece gibi karanlıklarla ruha çöken
hükümet beyannâmesi ve o beyannameye terâdüf eden icrâât buna imkân
bırakmıyordu.
O kadar kabil değildi ki, daha o kararnamenin
ta’-miminden evvel, Şevket kendi köyüne girip saklandığı vakit köylü onu ta’kib
müfrezelerine ihbara şitâb etmişti. Hatta ilk defa köyü muhasara eden süvari
kıt’asının kumandanı Mülâzım-ı Evvel (E, F.) Bey’e bizzat köylü tarafından
teslim edilmişti. Böyle olduğu halde Şevket o gün tekrar bırakılmış, bunun
hikmeti halka meçhul kalmıştı. Bunun gibi hükümetin «Şakidir!» diye i’lân
ettiği hemen bütün eşhasın istîsâlinde de Çerkeslerin büyük himmetleri sebk
etmiş, ya doğrudan doğruya derdest veya ihbar suretiyle o adamları teslim
edenler hemen kâmilen Çerkeslerden çıkmıştı.
Bu gibi haller gösteriyor ki Çerkesler hükümete,
ellerinden geldiği kadar, cân-sipârâne, vefâ-kârâne arz-ı sadâkat etmişler,
Türklüğe vefaya uğramışlardı. Fakat efsûs.. bu gayretleri değil, uhuvvet-i
İslâmiyet bile onlara yâr olamadı. Müdhiş bir cereyan her şeyi, bütün
komşularını, bütün dostlarını aleyhlerine döndürmeye muvaffak olmuştu. Kin o
derecelerde tevsi’-i hudut etmişti ki, insan hayret eder. Yıllarla dost ve
kardeş gibi yaşayan iki unsurun bu yan bakışmalarına ma’nâ veremez. Ve o
propagandaların mahsûl-i gayr-i muhikkı olan bu halden doğan garibelerin nasıl
karşılanması lâzım geleceğine hükmedemez. Dest-res olduğumuz garip vak’alardan
pek câlib-i dikkat ikisini, bir mikyas olur ve bir fikir verir diye, tesbit
ediyoruz.
Manyas mülhakâfandan Hacı Osman köyünden Çov İsmail
Efendi isminde bir Mülâzım-ı Evvel, Harb-i umûmide Sina cephesinde tavzif
edildiği Köprücü Bö-lüğü’nde vazife başında şehid düşmüş… Refikası, Rumelili
bir Türk hanımı öksüz yavrusuyla bir hayli evvel zevcinin ailesine iltica
etmiş, birlikte imrâr-ı hayat ediyorlar. Vaktaki tehcir başlıyor. Bu şehid
ailesi de sel önüne düşmüş bir kum dânesi gibi sürükleniyor… Kadıncağız
mürâcâ’at ediyor, haykırıyor, feryad ediyor! «Yâhû ben Türküm!» diyor ve
iddi’âsını nüfûs tezkeresiyle ispat ediyor.
— Pek güzel, öyle ise sen kal… Fakat (13-14 yaş-larındaki
kızı için) bu gidecek, çünkü Çerkes’tir!
Cevabını veriyorlar. Bedbaht kadın sefalete kendini tevdi
ile bir başka türlü şehid olarak zevcine kavuşmayı yavrusundan ayrı kalmaya
tercih ediyor. Ve köylüsüyle beraber ölüm yoluna revân oluyor…
Yine Manyas mülhakatından Bolcaağaç karyesinden Navki
Yakub Oğlu Reşid isminde bir zât, bidayetinden nihayetine kadar harekât-ı
müliyeye canıyla ve başıyla bi’l-fi’il iştirak etmiş bir mücâhid… Mütemâdi
seferlerin meşâkk ve mezâhimi yüzünden te-verrüm ediyor, Kastamonu Hey’et-i
Sıhhiyesi kendisine tebdîl-i hava veriyor. Köyüne gönderiyor. Köyü tehcir
edilirken bunu da beraber sürüyorlar. Kan tüküren hasta ciğerlerinden çıkabilen
kısık sesi derdini anlatmaya yetişmiyor. Ne sararmış, düşmüş bir yaprağı hatırlatan
soluk rengi, ne de üç senelik can-sipârâne hidemâtı istîfâ-yı hakka değil,
celb-i merhamete bile kifayet edemiyor. Zavallı kan tüküre tüküre köyünü,
köylüsünü Afyonkarahisarı’na kadar ancak ta’kib edebiliyor, oradan ileri takati
yetmiyor. Tehcir me’mûr-larmın çok gördüğü istirahatı orada Allah’ı ona ebedî
olarak ihsanla, mülevves beşerin ihtirasları arasından çekip alıyor.
Bu gibi vakâyi’ pek müte’addittir. Onların onda birini
olsun burada ta’dâd edecek olursak birçok sa-hifeler dolduracağımız gibi
kâri’lerin kalbine de dağ vurmuş olacağımızı pek iyi tahmin ediyoruz. Bu
yanlışlıklar, kasıtlar kabil-i inkâr olmadığından sözü kısa keserek bu hususu
tashihe teveccüh eden 1339 Ağustos tarihli resmi bir ta’mimin elimize geçen
me’-âlini kayd etmeyi daha müfid buluyoruz:
Müdâfa’a-ı Milliye Vekâlet-i Celilesinden
İstanbul Kumandanlığına Gelen Cevabnâme
Hey’et-i Vekilece müttehaz kararname ahkâmına tevfikan
dâhile nakl olunan köylerin hayatta bulunan zâbitân ve efrâd-ı askeriyesi
mehâriminin ve idâ re-i maişetleri kendilerine münhasır olan akrabasının,
Anadolu İhtilâl Cemiyetinin, Anadolu’ya ihrâc ettiği ve etmesi melhuz eşkiyaya
alâkadar olmadıkları ve ahvâl-i sabıkaları mazbut bulunduğu takdirde nakilden
istisnalarının tensib edildiği bundan mâ’adâ gerek mücâhede-i milliyede ve
gerekse muhârebâtta ve eşkiyâ ta’kibâtında şehid olanların dul zevceleri ve zâ-tü’z-zevc
olmayan hemşireleriyle, çocukları ve ihtiyar peder ve valideleri dahi nakilden
istisna edilmiş olup ol veçhile alâkadârâne ve vilâyât ve elviye-i müstaki-leye
tebligat îfâ kılındığından bu misüllülerden yanlışlıkla sevk edilmiş olanlar
var ise mahall-i me’mûrin-i mülkiyesine mürâca’atları hâlinde iade
kılınacakları Dâhiliye Vekâlet-i Celilesinden bildirilmektedir.
Malûmat husûlüyle bu kabil aileler hakkında ahz-ı asker şu’belerince ve şâir
makâmâtca suhulet ibrazı ve ber-vech bâlâ mu’âmele ifâsı ta’mim olunur.
23.
8. 39
Hatanın ve yanlışlığın, sû-i isti’mâlin idrâk edilmeye
başlandığını i’lân eden bu ta’mim her hâlde şâ-yân-ı şükran bir şeydi. Buna
nazaran, tehcir edilen köylerden pek azının istisnâsıyla hemen hepsinin avdeti
icâb ediyordu. Çünkü o köyler arasında bu sayılan sıfatları nefsinde cem’
edemeyecek ya hiç kimse yoktur veya pek az kimse vardır. Geçen uzun harp
senelerinde ocağı başında pastasını pişirirken şehid kocasının, oğullarının,
kardeşlerinin kara haberine ağlamamış bir zevce, bir ana ve bir hemşire tanınmıyor…
Bu ta’mimden beri aylar geçti. Avdet edebilenlerin ancak
20 hâne kadar olduğunu öğreniyoruz. Diğerleri parasızlık, vesaitsizlik,
müşkilât, bilhassa Yunanlılar’ın hîn-ı firarında ahz-ı asker kütüklerinin de
yakılmış bulunması yüzünden bir defa düştükleri bahtsızlık kuyusunda boğulup
gidiyorlar. Hükümet istese ve te’yid etseydi bütün sürgün Çerkeslerin bu
ta’mimden bi’l-istifâde avdet edebilmiş olmalarının lâzım geldiğine kani’iz.
Buna himmet, kafalar feth etmekten her halde çok daha hayırlı bir iştir.
Esasen bu tehcire resmi bir renk veren eski kararname,
ufak bir tadilâtla bugün kanun olmuş bulunuyor. Geçende Meclis’ten de çıktı. «Men-ı
Şekavet» ismini taşıyan bu kanunun bir madde-i mahsûsası, hatırımda
kaldığına göre, yedinci maddesi, eşkiyaya müzaheret ve yataklık etmekle
maznûnen kaldırılan kimselerin o şakilerin istîsâlinden sonra avdette serbest
olduklarını mu’lindir. Çerkeslerin bu musibet bataklığına saplanmasma sebebiyet
veren çetelerin, çe-tecilerin ise artık kemikleri bile çürümüş bulunuyor.
Anadolu’nun Manyas ve Gönen havâlisinde onlardan bir tek
ferdin kalmadığı, hatta dağ başlarındaki izlerinin bile fırtınalar tarafından
silindiği bizim kadar kadar hükümetçe de malûm ve müsellemdir. Dâhiliye Vekil-i
Cedidi Beyefendinin son günlerde gazetelerde görülen beyânatlarındaki memleket
dâhilinde bir tek siyâsi çetenin kalmadığını te’yid eden fıkra da bu noktayı
müeyyid bir sened-i resmî kıymetini hâizdir. Binâberîn onların şerrine
uğrayarak yerlerinden, yurtlarından, mallarından, mülklerinden, şereflerinden,
haysiyetlerinden… herşeylerinden olan felâketzedeler de serbesttirler.
Avdetlerine, eski yuvalarını şenlendirmelerine bir mâni’ kalmamış demektir.
Meşhur bir müte’ârifedir. Mâ’ni’ zail olunca memnu’ avdet
eder. Bu mes’elenin, yani Çerkes köylerinin kaldırılmasının mâni’i ise harp
idi. Bilhassa teşvikât-ı hariciyyenin düşman harekâtını teshil edecek bir
şûrişe meydân verebilmesi endişesi idi. Hadd-i zâtında bu ne kadar mevcuddu.
Onu bilmiyoruz. Lâkin bugün artık o hâl-i harp mevcud değildir. O endişenin
yaşatılmasına sebep kalmamıştır. Onlar, o kara ve haksız şüpheler sulh ile
beraber zail olmuşturlar. O kadar zail olmuşturlar ki, dün Yunanistan’da o ihtilâl
çetelerini teşkil ettirip kendi işgal mıntıkalarından Türkiye’ye sokan
düşmanlar şimdi İstanbul limanında Türk bayramlarını tes’îden toplar bile
atıyorlar… Sulhun bu dostluk ni’metlerinden, mesâibin kamçıları altında haksız
yere aylarla zaman perişan olan bigünah Çerkesler de istifâde edemeyecek
midir?..
«Alemde felâketen büyük dershâne-i irfan» olmadığına bakılırsa aylardan beri felâketin koynunda
oku yan bu köylülerin aldıkları ders yetişmez mi? Bize öyle geliyor ki, onların
her biri şimdi birer kutb-ı zaman bile olmuştur!..
Bunu lisân-ı resmînin de te’yid etmesini, hükümetin bir
i’lân ile bildirmek suretiyle insanî vazifesini îfâ etmesini candan ve gönülden
temenni ettiğimizi arz etmekte tereddüt etmeyiz. Bunda fâide vardır, salah
vardır, nur vardır. Binâenaleyh her günün ilk fec-riyle meşîme-i şebin
doğuracağı bu hürriyet ve adalet fermanına intizâr etmekte haklı olduğumuzu da
ilâvede isti’câl ediyoruz.
Çünkü bunun aksi, Çerkeslerin uğradıkları belâların
sîne-i tarihde kanla yazılı kalan son bir izi olacaktır. Biz Türkiyenin ve
Türklüğün böyle bir şaibe ile âlûde kalmasını, Türk milliyetine destek veren
İslâm diyanetinin böyle kızıl bir gölgede renginin değişmesini, bir lahza da
olsa arzu etmeyiz. İstemeyiz ki halk Türkiyesi iki başlı karakuşların hakanları
olan çarların eski saltanatının Çerkesler hakkındaki icrâ’-âtı ile yoldaşlık
etsin…
Evet, başı cümûdiyelerle taçlanan, beyaz bulutlarla
tüllenen yeşil Kafkas kahramanlığa, vefaya, erliğe, can veren çocuklarının
hasretine o iki başlı karakuşlarla süslü armalar yüzünden tamam altmış senedir
yas tutuyor. Derelerinin, rüzgârlarının feryadı hep, hep ince belli «zarif
ve ürkek» oğullarının, lacivert gözlü efsâne kızlarının altmış senelik
dertlerini ağlayan mersiyeler terennüm ediyor…
O mersiyelerin ağladığı Çerkes nekbetini ondokuzuncu asır
bütün fecâyi’iyle seyr etmişti. Yirminci asır bir nazire gibi onların buradaki
felâketlerini mi görmelidir? Bu halde o kara bahtlıların yarım asırdır «Yarın!..
Yarın!..» diye atan kalpleri artık müebbeden durmuş ve ölmüş olmayacak
mıdır?
Hayır. Hayır… Bu olmamalıdır. Halk Türkiyesi asırlardan
beri kardeş olmuş bir unsurun son nefesini çıkaracak fecâ’âtlere sahnelik
etmemelidir. Türklüğün yüksek ve mefkûreci ruhu, büyük vicdanı bunu kabul etmez
diye tanıyoruz.
Bu itibarla herşeyden sarf-ı nazar, yalnız bu itibarla
avdetlerine hiç bir mâni’-i kanunî ve nizamî kalmadığı halde el’an
dağıtıldıkları gurbet ellerinde ser-gerdan olan ma’sûmların iadeleri esbabının
tesri’ edilmesini isti’tâfı, dertlere derman arayan sözlerimize bir son
ediyoruz.
15
Teşrin-i Sâni 1923
Mehmed Fetgerey Şoenu
GÜRCÜ
MEGALİ İDEASI
14 Aralık 1945’te Tiflis’te çıkan Komünist adlı
gazetede, daha sonra da Moskova’da Pravda’da, S. Canaşia ve N. Berdzenişvili
adh iki Gürcü akademisyeninin müştereken kaleme aldıkları bir mektup
yayınlanmıştı. Bu mektup «Türkiye’den Haklı Taleplerimiz» başlığını
taşımakta ve Türkiye hudutları içindeki Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, Bayburt,
Gümüşhane, Trabzon, Giresun gibi toprakların Gürcistan’a ait olduğunu,
binaenaleyh geri verilmeleri gerektiğini iddia ediyordu.
Nasıl
Yunanlıların ve Ermenlerin Büyük Yunanistan, Büyük Ermenistan emelleri varsa,
Gürcistan’ın da böyle bir megali ideası bulunmaktadır. Sovyetler Birliği
dağıldıktan sonra Kafkasya’da Hıristiyan Gürcüler ve Ermeniler emperyalist
hayaller peşinde koşmaya başlamışlardır. Bu cümleden olmak üzere Gürcistan
Abhazya’ya saldırmış, Ermenistan da Karabağ’ı almak için savaş çıkartmıştır.
Kimsenin şüphesi olmasın ki, bu iki devlet, ilk fırsatta Türkiye’den de toprak
isteyecekler, gerekirse bir istilâ savaşı başlatacaklardır.
Kafkaslarda Abhazya’nın İstiklâli sadece Çerkesleri ve
diğer mağdur ve mazlum küçük kavimleri değil, doğrudan doğruya Türkiye’yi
ilgilendiren hayatî bir meseledir.
Rum, Ermeni, Gürcü megali idealarına kulaklarını
tıkayanlar, tehlike karşısında başlarını kuma sokan devekuşlarının durumuna
düşmüş ve kendi iplerini kendileri çekmiş olurlar.
Kaynak:
M. Fetgerey Şoenu, Çerkes Meselesi, Bedir Yayınevi,
İstanbul, 1993
Yorum:
Hep aynı hikâye, ibret niye alınmaz ki?
[1]
(Kaynaklar: 1. Muhaceretteki Çerkes’ Aydınları, İzzet
Aydemir.Ankara 1991, 243 s. (s. 15-17);
2. Tarih ve Toplum dergisinin 22′ no.lu sayısındaki Ayşen
Janset Kubanlının yazısı).
[2]
Abhazya’da asır-dide ve pek câlib-i dikkat bir âdet vardır: En fakirinden en
zenginine kadar her aile her sofra başında ilk lokmadan evvel mutlaka şu duayı
tekrar ederler:
Yâ Rabbi Abhazya’yı ve Abhazyalıları dâim eyle!
M. F.
Ş.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder