Print Friendly and PDF

FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN ONUNCU KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

VASIL

(Sırlar Bakımından Besmele)

Ey doğruya ulaşmak isteyen kişi! Öncelikle bu kelimede bulunan harfleri öğrenmen gerekir, Allah Teâlâ izin verirse o zaman harflerden söz edebiliriz. Bu kelimenin harfleri, Elif, Lâm, Lâm, Elif, He, Yay’dır. Bunları açıklarken önce simgesel özet bir açıklama yapacağım, ardından bileşik âleme göre anlaşılması kolaylaşsın diye açıklamaya girişeceğiz.

Kul, zorda kalan ve sığınan kimsenin bağlanması gibi, Elif harfine ilişmiştir. Böylelikle ilk Lâm onu bir şekilde ortaya çıkartmış, ona yok­luktan kurtuluş ve necat imkânı sağlamıştır. Kulun ortaya çıkması sahih olup varlığa nuru yayılınca ve isimlendirilene ilişmesi sahih olup isim­lerle ahlaklaşması geçersiz kalınca sonraki Elif harfini görmekle ikinci Lâm, geriye hiçbir kalıntı kalmayacak şekilde kendisini silmiştir Bunun amacı, bilmecenin kendisine açılma umududur.

Sonra, He’den sonraki Vav istenileni gerçekleştirmek için gelmiş, (Allah Teâlâ isminin son harfi olan) He, kulların inadaşma nedeniyle yok olu­şundan sonra Hakkın var olduğunu göstermek için kalmıştır. Artık bu, en yüce isimlendirilenin vaktidir.

Bu, seyredenlerin (Allah Teâlâ’ya giden salikler) hallerinin kendisinde si­lindiği ve saliklerin makamlarının yok olduğu makamdır. Böylece ‘(ger­çekte) olmayan yok olur, ezelî olan bâkı kalır.’341 Onun zuhuru karşısın­da sabit kalacak kimse bulunmadığı gibi nurunun karşısında durabile­cek gölge de yoktur. ‘Sen O’nu görmesen bile.’ ‘Olmasan bile’ ifadesi­nin hakikatini öğren, bu durumda sen ‘ol’ olursun. Çünkü tekün (ol) ifadesindeki Te harfi, geniş zamanlı fiillerde öznelere ait zait harfler­dendir ve o kulluktur.

Büyüklerden birisi, hapşıran bir insanıiı Allah Teâlâ’ya hamd olsun dedi­ğini duyunca hapşırana şöyle demiş: ‘Sözünü Allah Teâlâ’nın söylediği gibi

hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır diye tamamla.’ Hapşıran karşılık ver­. A ... . miş: ‘Alem nedir ki, Allah Teâlâ ile beraber zikredilsin.’ Efendi hazretleri şöy­le cevap vermiş: ‘Kardeşim, şimdilik öyle söyle! Çünkü yaratılmış ka­dîme bitiştiğinde ondan geriye bir iz kalmaz.’ İşte bu vuslat makamı ve fena sahiplerinin kendilerinden geçme halidir. Hal sahibi, fena halinden fâni olursa elhamdülillah da demez. Çünkü kulun el-hamd deyişinde, bazı kimselerce örtü, bazı kimselerce elbise diye ifade edilen kul ispat edilir. Hal sahibi, âlemlerin Rabbi derse içinde bulunduğu makamdan daha yüksek bir makamda olurdu.

İşte bu, varislerin makamıdır ve ondan daha üstün makam yoktur. Bu makam, karşısında dilin dönmediği ve gönlün mustarip olmadığı bir makamdır. Bu makam ehli, hallerinde fâni olmuş, (müşahedelerini anlatmada) ağızları kapanmıştır. Zat nurları onlara egemen olmuş, sı­fatların belirtileri, üzerlerinde gözükmüştür. Söz konusu insanlar, Allah Teâlâ katında bekleyen ve onun katında gizlenmiş Allah Teâlâ’nın gelinleridir (arâisü’l-haik). Onlar, Allah Teâlâ’dan başkasını bilmediği gibi, kendilerini de Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Allah Teâlâ, onları övünç tacı ile taçlandırmış, ün­siyet yaygısında ve fena minberleri üzerinde oturtmuştur. Onlara bunu kazandıran şey ‘namazlarında daimi olmalarım2 ve tanıklıklarını doğru yapmalarıdır,m

İlâhî kuvvet onlara sürekli müşahedeyle yardım eder. Onlar da iki ayağm konulduğu yerde sıfatlarla gözükür. Onların şaşkınlığı uyma yönündendir. Zikretmeleri ise bir sünnet veya farzı yerine getirmekten ibarettir. Onlar dost doğru yoldan ayrılmaz. Halk ile iç içe yaşasa ve onlarla haşır neşir olsalar bile, bu esnada gerçekte onlarla beraber değil­lerdir. İnsanlar kendilerini görseydi, onları görmüş olmazlardı. Çünkü onları ancak Allah Teâlâ’nın fiillerinden birisi olmaları yönünden görürler. Do­layısıyla onlar, fiili ve yapıcısını müşahede eder. Ne ömür makam! On­larm durumuna örnek olarak, sandık yapan bir marangozun yanında oturan kişiyi verebiliriz. Marangozun yanında oturmakla kişi, hem yapimi hem yapanı görür ve işin yapımı kendisini yapıcısından perdele­mez. Gerçi o esnada kalbini fiilin güzelliği meşgul edebilir. Çünkü dün­ya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi gübrenin yetiştirdiği tatlı bir meyve ya da kötü yataktaki güzel bir cariyedir. Ona iyilik yapıp onu se­ven kişiye cariye kötülük yapar ve ahiretini ona haram eder. Şair ne gü­zel söylemiş:

Akıllı kişi dünyayı sınadığında . Dost kisvesinde bir düşman olarak kendisine açılır.

İşte bu taife, özü sözü bir eminlerdir. Allah Teâlâ onları ilâhî kuvvet ile desteklemiş ve kendilerine yardım etmiştir. Dolayısıyla onlar, bu bağın­tı sayesinde Allah Teâlâ ile beraberdir.

İşte bu, çıkılabilecek en yükşek makamdır. Varılabilecek en değerli gaye, bu yüce gayedir. Çünkü gaye, bilgi ve tecelliler yönünden değil, ancak tevhit yönünden olabilir. Söz konusu makam, istiva yeridir. İsti­va, ancak en yüce dostun bulunduğu yerde olabilir.

Binaenaleyh, ermiş oldukları müşahedenin hakikati nedeniyle bu gruba ne mutlu! Onları, kendilerine katılarak ve söylediklerini mümkün bularak, onaylamamız ve kabul etmemiz nedeniyle de ne mutlu bize!

Dil küheylânı bizi söz meydanına sürükledi (sözü uzattık). Tekrar konumuza dönüp şöyle deriz: Tamlamayla düşmüş Allah Teâlâ isminin Hemze’si, birlik kavuşmasını gerçekleştirme ve başkalık ayrıklığını silr mek demektir. Çünkü birbirine bağlanmış Elif ve Lâm, daha önce de belirttiğimiz gibi, bitişikliği gerçekleştirip ayrıklığı silmeyi ifade eder, ikinci Lâm harfindeki Elif ise meydana gelmiş başka’nın izlerini siler. He’den sonraki Vav ise yazıda bir ize sahip değildir. Bununla beraber onun anlamı, hüviyeti ifade eden He ile beraber varlığa yayılmıştır. Allah Teâlâ onu zatıyla mülk âleminde izhar etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘O Allah Teâlâ, kendisinden başka ilâh olmayandır.’

Hakk, hüviyet ile başladığı gibi yine hüviyet ile sona erdirmiş, varlık ve yokluktaki duruma onu sahip kılmış, hâdislik (sonradanlık) ve kadimliğe kanıt yapmıştır. Hüviyet zamiri, zikredenlerin son ve en yüce zikridir. İş başa dönmüş, kadir gecesi ortaya çıkmış, onun varlığı saye­sinde Hakkın yardım ve inayetine mazhar olanlar tevhidin hakikatlerini öğrenmiştir. Buna göre varlık, bu ismin dairesinin noktasında, sakindir. Bu ismin dairesi, mekânların kendilerine yerleşik-sakin şeyleri içermiş olması gibi, varlığı kuşatmıştır. ‘En güzel örnek Allah Teâlâ içindir.’344

Allah Teâlâ’nın nuru için verdiği en basit örnek,

Lamba ve kandilden verdiği örnektir..

Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir.’345 ‘Allah Teâlâ her şeyi bilgi olarak ihata etmiştir.’346 Allah Teâlâ her şeyi isim ve isimlen­dirilen olarak başkalaştırmış, her şeyi çözülmüş ve bilmece olarak gön­dermiştir.

Kilidin Açılması ve Özetin Ayrıntılandırılması

(Allah Teâlâ İsmindeki Sırlar) '

Kul ‘Allah Teâlâ’ der ve (Elif ve He harfiyle) el-Evvel ve el-Âhir’i, iki Lâm ile bilgisi el-Bâtın ve ez-Zâhir isimlerini ortaya koyar, ikinci Lâmelifin bilgisi vasıtasıyla He’ye eşlik etmiştir. ‘Üç kişilik bir topluluk yoktur ki 0 onların dördüncüsü olmasın.’347 Üç, Lâm’dır. ‘Beş kişilik bir grup yoktur ki onların akıncısı olmasın.’ Elif He için altıncı, Lâm için ise dördüncüdür.

‘Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin?’348 Arş Allah Teâlâ’nın gölge­sidir. Arş, ikinci Lâm ve birinci Lâm’ın sahiplik yönüyle içermiş olduğu şeylerdir. İki Lâm ise isimler yönünden ez-Zâhir ve el-Bâtın’dır. Onlar birinci Elif ile son Elif arasmda meydana gelmiştir. Burası, ittisal (bi­tişme, kavuşma) makamıdır. Çünkü son başlangıca döner ve onunla bir olma tarzında birleşir.

He, gizli Vav’ıyla birlikte ayrıklık mahrecinden çıkar. Lâm ve He arasındaki bitişik kısım ise kul ve efendi arasmda meydana gelen müşa­hedenin kendisiyle gerçekleştiği sırdır. O, İlmî Elifin merkezidir ve ö silinme makamıdır.

Allah Teâlâ bitişik yazıda iki Lâm arasında bir parça meydana getirmiştir. Bunun gayesi, birinci Lâm ile -ki o mülk âlemidirmelekût âlemi olan ikinci Lâm’ın bitişmesidir. İşte bu, orta âlem, yani ceberut âleminin merkezi, nefsin makamıdır.

İki harf arasmda boş çizgilerin bulunması gerekir. Bunlar ise bir mertebeden diğer mertebeye, saliklerin beşerî kalıntılarının yok olma makamlarıdır.       

TAMAMLAMA

(Allah Teâlâ isminin Beş Harfi ve Beş Genel Hakikat)

Allah Teâlâ ismindeki birinci Elif -ki o Hemze Elifidirkesiktir, ikinci Lâm’ın Elifi ise bitişiktir. Onun sayesinde satırların başlarındaki Elif kesik olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Bu nedenle Elif, kesik olmuş ve sonra gelen harfe bitişmemede kendisine benzeyen harflerden farklılaş­mıştır.

(Allah Teâlâ ismindeki ikinci Lâm’ın Elifine) benzeyen diğer harfler, ge­nel hakikatlerin sayısı kadardır -ki onlar ana hakikatlerdir. Aynı şekil­de, (Elifin ve. kendisine benzeyen diğer harflerin hükmii) harflerin so­nuncusu olduğunda da böyledir. Çünkü onlar, yazıda kendilerinden sonra gelen harfe bitişmeyi keser. Böylelikle Elifin kesilmesi, zikretti­ğimiz şeyi belirten bir uyarı olur. Kardeşleri de böyledir. O halde Elif Hakka, Elif in benzerleri ise yaratıklara aittir. Söz konusu harfler, Dal, Zel, Ra, Ze ve Vav harfleridir. Bütün hakikatlerde, Dal harfi cismin simgesidir. Zel beslenenin, Ra duyumsayanın simgesi, Ze düşünenin, Vav ise düşünenlerin dışında dili olanların simgesidir.

Tümel âlemin hakikatleri böyle sınırlanmıştır. Elif ikinci Lâm’ın var olmasını istediğinde onu kudretiyle meydana getirmiştir. İkinci Lâm, yazıda sonra gelse bile anlamda ilk var olandır. Çünkü cismi bil­mek görünüşte ruhu bilmekten öncedir ve yazı da görünendir. Lâm, melekût âlemidir, Elif onu kudretiyle meydana getirmiştir. O, tamla­madan arınmış olarak kendisiyle başladığında Allah Teâlâ ismindeki Hemze’dir. Kudretin simgesi olan Hemze Eliften ayrılmaz.

Bu Elif ikinci Lâm’ı meydana getirmek istediğinde, onu başkan yapmıştır. Böylelikle ikinci Lâm, doğal olarak, üzerlerinde bulunacağı yönetilenin var olmasını istemiştir. Bunun üzerine Elif onun için şehadet âlemini yaratmıştır -şehadet âlemi ikinci Lâm’dır. Kendisine baktığında ise aydınlanmış ve nurlanmıştır: ‘Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış ve kitap konulmuştur:349 Bu, iki Lâm arasındaki parçadır.

Sonra Hakk, ikinci Lâm’a, kendisine yardım ettiği şekilde zatının varlığından birinci Lâm’a yardım etmesini ve ona delil olmasını emret­miştir. İkinci Lâm, Haktan kendisi için vezir mesabesinde olacak ve bü­tün işlerinde kullanabileceği bir anlam istemiştir. Bunun üzerine istedi­ği şey kendisine verilmiş ve birinci Lâm üzerine onu aktarmıştır. Ar­dından onun adına iki Lâm ile bitişik ve orta kitap denilen parçayı meydana getirmiştir ki o ceberut âlemidir. Onun iki Lâm gibi kendi ba­şına var olmuş bir zatı yoktur. Çünkü o bize göre hayal âlemi mesabe­sindedir. Böylelikle ikinci Lâm, bu parçaya (vereceği şeyi) vermiş ve onda dilediği şeyi yazmış, onu birinci Lâm’a yönlendirmiştir. O da em­re itaat etmiş ve şöyle demiştir: ‘Baş üstüne!’

Birinci Lâm, emrin şeriattan ibaret olan parça vasıtasıyla ikinci Lâm yönünden geldiğini görünce, bu parçadan kendisine gelen şeyi müşahede eder, müşahede ettiği için de onu emrin sahibine ulaştırmayı arzular Hakk gelmiştir. Ardından himmet söz konusu parçaya yönelip onu müşahede etmekle ilgilendiğinde, kendisinden önceki Eliften per­delenmiştir. (Bu esnada şunu duyar): ‘Ardınıza dönünüz ve bir nur ara­yınız-’350 Himmet bu parçaya yönelmemiş olsaydı, emri doğrudan birin­ci Eliften alırdı. Fakat bu durum, büyük bir sır nedeniyle mümkün ol­mamıştır. Çünkü birinci Elif, zat Elifi, İkincisi ise bilgi Elifidir.

İŞARET

(Celâl Lâm’ı ve Birlik Elif i)

Görmez misin ki: İkinci Lâm istenilmiş, seçilmiş ve vasıtalardan arınmış iken, birlik Elifine yeterli bir şekilde nasıl bitişmiştir? Böylelikle onun varlığı geçerli bir şekilde Elifi gösteren bir nutk (konuşma, söz) haline geldi. Zat gizli olsa bile, Lâm’ı telaffuz etmen bitişmeyi gerçek­leştirir ve seni ona ulaştırır.

‘Nefsini bilen, Rabbini bilir.’ ikinci Lâm’ı bilen Elifi bilir. Böyle­likle Hakk, senin nefsini kendisine delil yaptı. Sonra, kendi nefsine delil olmanı kendisine delil yapmıştır. Bu durum, (nefsi bilmenin Rabbi bilmeyi öncelediğini) yadsıyan ve kulun kendisini bilmesini Rabbini bilmesine önceleyen kimse hakkında böyledir. Bundan sonra, kendi nefsini bilmesinden amaçlanan şey Rabbini bilmesi olduğu için, onu kendini bilmekten habersiz yapar. Lâm’ın Elife sarılışını görmez misin? Lâm söyleyişte Eliften önce nasıl var olmaktadır? Burada anlayabilen için bir uyarı vardır.

Bu melekût Lâm’ı, birlik Elifinden doğrudan bilgi alır. Ardından algıladığı şeyi, mülk ve şehadet Lâm’ına ulaştırması için ceberut âlemi­ne ait parçaya ulaştırır. Bileşiklik ve perde devam ettiği sürece, iş böyle­dir. Evvel (ilk) olmak, âhir (son) olmak, zâhir ve bâtın olmak meydana geldiğinde, Allah Teâlâ bütün harflere bitişmekten uzak Elifi ilk yaptığı gibi aynı şekilde sonun başlangıcın bir benzeri olmasını istemiştir. O halde, başlangıçta ve sonda kul için bekâ söz konusu değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ hüviyetinin Vav’ıyla He’yi tekil yarattı.

Bir vehim sahibi He’nin Lâm’a bitişik olduğunu zannederse gerçe­ğin öyle olmadığını bilmek gerekir. He, Lâm’dan sonraki Eliften sonra gelir. Elife ise kendisinden sonra gelen hiçbir harf bitişmez. Lâm’dan sonraki He, her şeyden kesilmiştir. İşte yazıda Lâm’a bu bitişmek, ger­çekte bitişme dpğildir. Dolayısıyla He tektir, Elif de tektir. Bir, bir ile çarpıldığında sonuç birdir. Böylelikle yaratıkların Haktan ayrılması ge­çerli olmuş, Hakk bâkî kalmıştır.

Mülk âlemine mensup Lâm’ın melekût Lâm’ının kendisine ulaştır­dığı şeyle ahlaklaşması geçerli olduğuna göre, söz konusu Lâm, sürekli yok olucu ve kendi kalıntılarından fâni olucudur. Böylece, sonunda nef­sinden bile fâni olduğu makama ulaşır. Kendi zatından fâni olduğunda ise onun fâni olması nedeniyle parça da fani olur, iki Lâm lafız olarak birleşir ve meydana gelen idğam nedeniyle dil onları şeddeli okur. Böy­lelikle iki harf kendilerini kuşatan ve onları ihata eden iki Elif arasında mevcut Hakk gelir.

İki Elif arasındaki La’yı okuyanı duyduğumuzda, bize ihsan edilmiş hikmet verildi ve böylece hâdisin (sonradan yaratılmış) Kadîm’in ortaya çıkmasıyla mutlaka yok olduğunu öğrendik. Böylelikle iki Elif kalmış: ilk ve son elif. Zahir ve bâtın, olumsuzlama kelimesiyle iki Lâm’ın si­linmesi nedeniyle silinmiştir. Böylece Elifi Elif ile çarptık -ki bu bir’in bir ile çarpımıdır-. Çarpım sonucunda He meydana geldi. He ortaya çıkağında ise vasıtanın meydana getirdiği ilk ve son hükmü silinir. Ni­tekim zâhir ve bâtın hükmü de silinmiş ve bu esnada şöyle denilmiş: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’

Bu zamirin yani He’nin aslı merfu olmaktır ve böyle de olmalıdır. Fetha ya da kesre yapılırsa bu, kendisini fetha veya kesre yapan kimseye dönen bir niteliktir. Şu halde bu nitelik lafızda önce gelen amile döner.

YETKİNLEŞTİRME

(Allah Teâlâ İsmindeki Harekeler Harfler ve Mahreçleri)

Allah Teâlâ, harekeleri, harfleri ve mahreçleri zatların nitelik ve makamlar sayesinde ayrıştığına kendisinden bir uyarı olsun diye yarattı. Böylelikle harekeleri niteliklerin, harfleri nitelenenin, mahreçleri ise makam ve ba­samakların benzeri yaptı. Ardından, bu İlâhî isme genel yorumuyla vasi ve kat’ harflerini verdi: Bunlar Hemze, Elif, Lâm, He’dir. Vav=hemze, Elif, Lâm, He, Vav. Baştaki Hemze ile sondaki He’nin mahreçleri ay­nıdır; kalbi takip eder. Sonra Hemze ve He arasına Lâm harfi yerleşti­rildi. Onun mahreci ise kalbin tercümanı olan dildir. Böylelikle iki Lâm, Hemze ve Elif arasında ilişki meydana geldiği gibi aynı şekilde kalp -ki kelâmın mahallidirve kalbin tercümanı olan dil arasında ilişki meydana gelmiştir. Şair el-Ahtel şöyle demiştir:

Kuşkusuz ki söz kalptedir,

Dil ise sadece kalbe delil yapılmıştır.

Lâm dilden çıkınca, Elif onu kendisine değil, Elife baktırmış, böy­lelikle onu kendisinden fani etmiştir. Mahreci (çıkış yeri) alt damaktır. Lâm harfi zatına değil de kendisine baktığında, üst damağa yükselir ve terfi eder. Dil de yüceliği ve yükselişi tamamlansın diye, müşahedesiyle onu damakta şeddeler. Vav harfi de onu bildirerek ve ona delil olarak, iki dudaktan görünür varlığa çıkar. Bu peygamberliğin batını olan ma­kamdır (velayet). O, içimizde Peygamberden bulunan nişandır ve (pey­gambere) varislik bu konudadır.

. Bu ek bölümden şu ortaya çıkar: Elif, Hemze ve He melekût âle­minden, Lâm ceberut âleminden, Vav ise mülk âlemindendir.

VASIL

(er-Rahman İsmi: Bu İsimdeki Sırlar)

Besmele’deki er-Rahman ifadesine gelince, bu isimden bu bölümde iki açıdan söz edeceğiz: Birincisi zat yönünden, İkincisi sıfat yönündendir. Bu ismi Besmele’de bedel olarak harekeleyen zat, na’t diye irabını yapan ise nitelik saymıştır. Sıfadarın sayısı altıdır; bu niteliklerin hep­sinde bulunması gereken şart ise hayattır. Böylelikle yedi nitelik ortaya çıkmıştır. Bütün bu nitelikler zat’a aittir: Zat, Rahman ismindeki Mim ve Nun arasındaki Eliftir.                                                                           ,

Bu isim hakkında konuşmak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivaye­te dayanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı.’ Burada zamir Allah Teâlâ’ya döner ki bu yorumu başka bir riva­yet destekler. O da ‘Allah Teâlâ Âdem’i Rahman’ın suretine göre yaratmıştır’ hadisidir. Bu hadis, rivayet yoluyla sahih olmasa bile, keşif yoluyla sa­bittir.

Elif, Lâm, Ra harfleri ilim, irade ve kudrete aittir. Ha, Mim ve Nun ise kelâmı, işitme ve görme sıfatlarını temsil eder. Şart olan sıfat ki o daha önce belirttiğimiz gibi hayattırbütün bu niteliklere eşlik eder.

(er-Rahman isminde) Mim ve Nun arasındaki Elif ise niteleneni gösterir. Nitelenen, nitelikler zorunlu olarak kendisine delâlet ettiği için yazıda düşmüştür. Bu zorunluluk, sıfatın bir mevsufla (nitelenen) var olmasının zorunluluğudur. Böylelikle sıfatlar âleme tecelli etmiştir. Âlem de ilâh hakkında sıfadardan başkasını bilmemiş, onları da bilmemiştir.

Elifin varlığını gösteren delil bir ilâveyle birlikte zikrettiğimiz şey olmalıdır. Söz konusu ilâve, Mim’in fethasının bir harf ilâvesiyle okun­masıdır. Bu ise rahmetin âleme yayılmasına dönük ilâhî bir işarettir. O halde Eliften önce gelen her şeyin fethalı olması gerekir. Fetha, böyle bir mahalde Elife delâlet eder ve o tecellinin mahalli için bast (açılma, yayılma) makamının sahibi olan ruhun varlık mahallidir. Bu nedenle bi­leşik âlemin ehli, illet harflerinin yazım yerlerinde ‘kendisinden önceki harfin kesreli olduğu Ya’ derler. Çünkü sahih Ya harfi bulunur ve on­dan önce kesre olmayabilir. Kendisinden önceki harfin ötreli olduğu Vav da böyledir. Onlar Elifi zikrettiklerinde ise önceki harfin fethalı olacağını belirtmemişlerdir. Çünkü Vav ve Ya’dan farklı olarak Elif, an­cak kendisinden önceki harf fethalı olduğunda bulunabilir. Binaenaleyh itidal, Elif için her zaman ayrılmaz bir özelliktir.

Cahil kişi, varlıkta her türlü eksiklikten münezzeh Allah Teâlâ’dan başka­sını bilmediğinde, en yüce Ruhu’l-Kuds’u unutur ve şöyle der: Varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. Ayrıntısı sorulduğunda ise onun nezdinde bir bilgi bulunmaz.

Söz konusu bilginler, belirttiğimiz nedenle, Vav harfini kendisin­den önceki zammeliye, Ya harfini ise kendisinden önce kesre bulunan harfe tahsis etmiştir. Böylelikle Elif ile Vav ve Ya harfleri arasında başka açılardan farklılık ortaya çıkmıştır. Şu halde Elif, zata, illet Vav’ı sıfadara ve illet Ya’sı ise fiillere aittir. Şöyle de diyebilirsin: Elif ruha aittir, onun niteliği akıldır ve o fethadır. Vav ise riefs’e aittir ve onun niteliği kabzdır (daralma), o ise zammedir. Ya harfi ise cisimdir ve fiilin varlığı onun niteliğidir. O ise kesredir.

Vav ve Ya harfinden önceki harf fethalı ise bunun nedeni, hitap edilenin haline döner. Vav ve Ya başka olduklarında ve bu durum zo­runlu ise onların nitelikleri de farklılaşır. Elif, harekeleri kabul etmediği için, delâlet ettiğiyle bir olmuş ve hakkında hiçbir'şey değişmemiştir.

Bu harfler, zikrettiğimiz nedenle illet harfleri diye isimlendirilmiş­tir. Buna göre zat Elifi, sıfatın varlığının, sıfat Vav’ı ise fiilin varlığının illetidir (neden). Fiil Ya’sı ise şehadet âleminde kendisinden meydana gelen sükûn (durağanlık) ve hareketin illetidir. Bu nedenle söz konusu harfler illet harfleri diye isimlendirildi.

Hakk, bu isimden Nun’u şekilde dairenin yarısı olarak var etti. Di­ğer yarım ise sınırlıdır ve gaybî Nun’u gösteren noktada akledilirdir. O da dairenin yarısıdır ve insanlar noktanın duyulur Nun’a işaret ettiğini zanneder. Sonra Hakk, yazıda düşmüş Elifi takip eden Ha’nın ön tarafı­nı yarattı. Bu durum, onu müşahede ettiğine işaret eder. Bu nedenle sakin olmuştur. Şayet başı, Ra harfine dönük olsaydı harekeli olurdu.

(er-Rahman ismindeki) Birinci Elif, bilgi (sıfatı), Lâm irade, Ra ise kudret içindir. Kudret, var etme niteliğidir. Elifin hemze oluşu yönün­den harekesinin bulunduğunu, Ra’nın harekeli, Lâm’ıri ise sakin oldu­ğunu gördük. Böylelikle irade kudret ile birleştiği gibi ilim ve irade de kudret ile birleşmiştir. Rahman Allah Teâlâ ile birleştiğinde, irade Lâm’ı kud­ret Ra’sında Ra’ya dönüştükten sonra idgam yapılmış ve Ha harfinin temsil ettiği yaratmayı gerçekleştirmek için şeddelenmiştir. Bu, kelime­nin sakin olmasıdır. Ha harfi bölünmediği için sakindir. Hareke ise bö­lünür. Ha diri sükûnla sakin olduğunda ve onun Ra’ya komşu -küdret Ra’sıolduğunu gördüğümüzde, onun Kelime’nin simgesi olduğunu öğrendik. Sayısal değerinin sekiz olması da bu durumu gösterir. (Çün­kü sekiz, Ha harfinin sayısal değeridir. O zatın yetkinliğinin var olma­sıdır.)

(Besmele’deki er-Rahman İsminin Bedel veya Nitelik Olması)

er-Rahman’ı Allah Teâlâ isminin bedeli sayan kimse cem’ (birlik) ve sıfat­ların birliği makamına işaret etmiştir. Söz konusu makam, ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yaratmıştır’ diye bildiren zatın makamıdır (Peygam­ber). Bu durum, hilafet tarzında kulun Hakkın makamında var olması­dır. Hilafet, zorunlu olarak (halife olunacak) mülkü gerektirir. Mülk, iki kısma ayrılır: Doğrudan sahip olunan ve dolaylı sahip olunan mülk. Bu kısımlardan birincisi, sıraladığımız tarzda, bu makamda geçerlidir. Çünkü bedel bulunduğu yerde, bedeli olduğu şeyin yerini almıştır. Söz gelişi, ‘bana kardeşin Zeyd geldi’ dediğimizde, buradaki Zeyd ‘kardeşin’ kelimesinin bedelidir. Bu durum, bir şeyin bir şeye bedel olmasıdır ve söz konusu iki şeyden her biri aynı şahsa aittir. Çünkü Zeyd kardeşin, kardeşin de hiç kuşkusuz Zeyd’dir.

Bu öyle bir makamdır ki, aksine inanan kimse hiçbir hakikati öğ­renmediği gibi Yaratan’ını da birleyemez!

er-Rahman ismini nitelik sayan ise nitelikte ayrım makamına işaret etmiştir. O ‘Allah Teâlâ Adem’i Rahman’ın sureti üzerinde yaratmıştır’ diye bil­direnin makamıdır. Söz konusu makam, veraset makamıdır ve ancak iki başka arasında olabilir. Söz konusu makam, Bir’in gizlenmesi ve İkinci­nin görünmesiyle perdelenme makamıdır, ikinci ise bu makamda ben­zer diye ifade edilen şeydir.

Ortaya koyduğumuz meselede, gizlice ima ettiğimiz şeye bir delil vardır. Anla!

Hakk, Nun’un alt parçasını ortaya çıkartmıştır. Söz konusu parça, dairenin yarısından dönen felekten bize görünen kısımdır. Alemin mer­kezi birinci yarımın ucundan ikinci uca doğru olan çizginin ortasındadır. Noktada gizlenmiş ikinci yarım ise bize görünmeyen ve bize göre olan çizginin zıddıdır. Çünkü bizim görmemiz fiil yönünden bir yönde gerçekleşir. Çizgide bulunan yarım doğu, noktada toplanmış yarım ise batıdır. O sırların varlığının doğum yeridir. Doğu -ki o bileşik zâhirdirbölünür; batı -ki o da yalın-bâtındırbölünmez.

Bu konuda şöyle derim:                                              .

Hayret! Bölünen zâhire

Ve bölünmeyen bâtına

Zâhir koç burcundaki güneştir

Bâtın aslandaki hilaldir                                          .

İncele ve örtülmüş anlamı gör

Karanlık gölgeliğinin altından                                  (

Şayet gizlenirse işte o görünendir Hayret-VAllah Teâlâi-o ikisi yemindir Güneşe bak ve ayı bırak Teklikte, parlar ve kaybolur

' İki ayağının nalınlarını çıkar Çiftlik belirtisi olan; o zaman el-Kelim olursun           .

Bu nedenle tek bilgi, bilinenlere, tek irade pek çok şeye, bir kudret, kudrete konu pek çok şeye ilişir. Böylelikle irade edilen, bilinen ve kud­rete konu olan şeylerde bölünme meydana gelmiştir Ki, o yazıda mevcut kısımdır. Buna karşın birlik ve bilgi, irade ve kudret gibi bâtınî nitelik­lerden de arınmışlık meydana gelir. Burada bir işaret vardır, anlayınız!

Ha harfi sekizli olduğu için -ki zatın yetkinliğinin simgesidironu kelime ve ruh ile ifade ettik. Aynı şekilde, Nun da onlularda beştir (yani elli). Çünkü onlularda dördüncü olan Mim (kırk) kendisinden öncedir. O halde Nun, cismanîdir: Yaratılış mahalli, Ruhun, Aklın, Nefsin maddeleri ve fiilin varlığıdır. Bütün bunlar, Nun’a yerleştirilmiştir. O insanın görünen tümelliğidir ve söz konusu tümellik bu nedenle ortaya çıkmıştır.

TAMAMLAMA

(Mim ile Nun’un Elifle Ayıtımı)

er-Rahman isminde, Mim ve Nun Elif sayesinde mân diye ayrış­mıştır. Çünkü Mim, kendisini ruhun simgesi saydığımız için, melekût âleminden, kendisini cismin simgesi saydığımız için Nun, mülk âle­minden, nokta ise ceberut âlemindendir. Çünkü nokta iddiayı ortadan kaldırmak için var olmuştur. Adeta şöyle der: Ey ruh! -ki o Mim’dirBiz seni sen olman bakımından seçmedik. Fakat ilmimde senin hakkın­da bir inayet takdir edilmiştir (bu bakımdan seçildin). İsteseydim, senin varlığının vasıtasıyla olmaksızın, aklın noktasına ve insanı gösteren Nun’a muttali olabilirdim. Kendini bil! Bu seçimin, sen oluşun bakı­mından değil, ben oluşum bakımından sana bir tahsisim olduğunu bil­melisin. Böylelikle, seçim sahih olmuş, dolayısıyla artık başkasına tecelli yoktur.

Hamd ihsan ettiği iyilik nedeniyle Allah Teâlâ’yadır.

Ey miskin! Mim’in varlığında cismin suretine göre olan -ki bunun­la birlikte o cisimden öncedirdaireye bakıp bölünmekten münezzehliğine nasıl işaret ettiğine dikkat et. Daire sonsuza dek bölünebilir. Bu nedenle, Mim’in ruhu bilinenleri nedeniyle sonsuza kadar bölünebilir. O, kendiliğinde ise bölünmez. Sonra, tek başına ayrı kaldığında Mim harfine bak! Hitap ve teklif âleminde fiilin varlığına indiğinde, kendi­sinden eğrisinin maddesi (Mim harfinin eğrisi) nasıl meydana gelmiştir.

Böylelikle madde (eğrinin maddesi), kendisi hakkında değil başkası hakkında meydana gelmiştir. Çünkü daire, bilhassa ona delâlet eder. Ek bir şey varsa bu ek, onun hakkında değildir. Çünkü onun zatı sabittir. Dolayısıyla ilâve, ancak başkası hakkında olabilir. Kul maddeye baktı­ğında, eğri olarak çeker. İşte bu, tahkikin varlığıdır.

Bilmelisin ki: (er-Rahman ismindeki) mân ifadesinde Mim ve Nun arasındaki bitişik parça, zat Elifinin merkezidir. Madde yoluyla Mim ve Nun arasında bitişme gerçekleşsin diye, Elif gizlenmiştir ki, bu da biti­şik parçadır. Elif gözükseydi, aralarına Elif gireceği için, Mim’in eğrisi geçerli olmazdı. Burada ‘Göklerin, yerin ve o ikisinin arasında bulunanla­rın Rahman’ıdır35‘ ayetine gönderme vardır. Bunun anlamı irade edilen Eliftir. Bu yorum er-Rahman’ı müpteda sayan kişiye göre geçerlidir, yoksa bileşiklik bakımından geçerli değildir. Doğrusu onun Rab keli­mesinin bedeli yapılmasıdır. Bu durumda Elif, ruh anlamına gelir. Hakk, hepsini ayakta tutandır. Öte yandan Mim, gökler, Nun harfi ise yeryü­zünü ifade eder.      .

Elif, Mim ve Nun arasında ortaya çıktığında (mân), bitişme Nun’a değil Mim’edir. Dolayısıyla Nun, bitişmediği için bir aracı olmaksızın asla sıfat almaz. Elifin Mim’e doğrudan bitişmesi ise doğrudan sıfat almaya delâlet eder. Harfe bitişmemeyi sağlayan yoklukta ise Nun yok olur. Bu durumda Mim, ortasındaki nokta nedeniyle, kadimlik sırrın­dan perdelenir. Bu, kendisine görünen şeyde, var olmadıktan sonra kendi zatına kıyasla dairesinin içidir.

SORU VE CEVABI

(Melekût Mim’inde Kadimlik Sırrının Gizlenmesi)

Şöyle iddia edilebilir: Bizzat kendisi bilmediği halde sen onun ka­dimlik sırrını nasıl bilebildin? O, kendi zâhirine bakarsan, kendisini senden daha iyi bilme hakkına sahiptir. Yoksa ondaki kadimlik sırrını bilen, sende bulunan ve hakkında konuşulan -ki ruhun Mim’idirbir anlam mıdır? Böylece Mim harfinin kadimlik sırrını öğrenmiştir.

. Bu soruya şöyle cevap veririz: Bizden kadimlik sırrını bilen şey, orada bizi perdeleyen şeydir. Buna göre, onun bilinebilme yönü, onun bilinemeyeceğini kabul ettiğimiz yönden başkadır. Şöyle deriz: Bilgi, onun hakkında görerek değil, bilerek gerçekleşmiştir. Bü, mevcuttur: Herhangi bir şeyi bilenin onu görmesi şart değildir. Bilineni görmek, onu bilmekten bir açıdan daha tamdır ve onu daha açık olarak bilmek­tir. O halde her görme, bilmektir, fakat her bilmek, görmek değildir. Çünkü Mekke’nin var olduğunu bilmenin şartı, onu görüp onu gör­dükten sonra ise kesin olarak onun var olduğunu bilmek değildir. Bu­rada ismi kastetmiyorum. Şu halde görmek, bilmekten bir derece üs­tündür.

Bu bağlamda şu mısra söylenmiştir:

Görmenin mana olarak bir sırrı vardır Bu nedenle Musa (el-Kelîm) görmek istedi

Hatta şöyle derim: Kadimlik sırrıki o hakka’l-yakîn’dir, çünkü o görülmezyaratanın zatına döndüğü için Mim harfi tarafından görül­mez. Mim harfi yaratanının zatını bilseydi, bu durum, yaratan hakkında bir eksiklik olurdu. Şu halde Mim harfinin nihai yetkinliği, görme ol­maksızın, kendi varlığını bilmeye bağlıdır.

Bu şaşılacak bir bölümdür ki, iyice incelersen, pek çok sırrı öğre­nirsin. Anla!

YETKİNLEŞTİRME

(er-Rahman İsminde Lâm Harfinin Söyleyişte Ra Harfine Bitişmesi)

er-Rahman ismindeki Lâm, ikisi de bâtınî bir nitelik olduğu için Ra harfine bir olma bitişmesi şeklinde bitişmiştir. Böylelikle bir olmala­rı kolaylaşmıştır. Ha harfi ise -ki o kelimedir ve Ra harfi için kudrete konu olan şey ifade edilmiştirkudretin simgesi olan Ra’dan ayrışmış­tır. Bunun nedeni, kudrete konu olan şeyin kudretten ayrışması ve kud­rete konu olan Ha harfinin kudretin zatının bir niteliği olduğunu veh­metmesidir. Böylelikle kadîm ve sonradan yaratılmış arasmda fark meydana gelmiştir.

Bunu anla! Allah Teâlâ sana merhamet etsin!

(er-Rahman: Belirli ve Belirsiz Olarak)

Sonra bilmelisin ki: Rahman isimdir ve zata aittir. Belirlilik ifade eden Elif-Lâm ise sıfattır. Bu nedenle Elif ve Lâm olmasa bile Rahman denilebildiği gibi kendisiyle beraber bir sıfat adlandırılmadığı halde zat da denilebilir. Müseylemetü’l-Kezzâb (Yalancı Müseyleme) ismine ba­kınız! Rahman diye isimlenmiş ve (sıfat anlamı taşıyan) Elif ve Lâm’a başvurmamıştır. Çünkü zat, herkese göre iddia mahallidir. Sıfadar saye­sinde ise iddia sahibinin haklı olup olmadığı ortaya çıkar.

O halde, Rahman cem’ (birlikte) makamıdır ve o, bilgisizlik ma­kamıdır. Allah Teâlâ yolunda ulaşılabilecek en değerli makam, O’nu bileme­mek ve bilememeyi bilmek makamıdır. Çünkü bu kulluğun hakikatidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur. ‘Sizi halife yaptığı şeylerden infak ediniz.’352 Böylece seni soyutlamıştır. Bu görüşü destekleyen kanıt, ‘Size ilimden az bir şey verilmiştir353 ayetidir. Başka bir ayette ise ‘kitap verdiğimiz kimseler, kita­bı gereği gibi okurlar’35* buyrulur.

Halife olmanın hakikati sayesinde Müseyleme, İblis ve Deccal bu haktan uzaklaştırılmış ve onların meşhur halleri meydana gelmiştir. Mahut kimseler, halife olmayı zat bakımından Hakk etseydi, bu Hakk ken­dilerinden kesinlikle çekip alınmazdı.

Fakat sadece (teklifi) emir gözüyle değil de genel kabul ve uygula­ma (meşiyet) gözüyle meseleye baktığında, muhalifin itaatkâr, eğiğin düzgün olduğunu görürsün. Hepsi, dileyerek veya direnerek boyun eğmiştir. Bu bağlamda İblis ve Müseyleme’ye gelince, onlar, açıkça kul­luğu beyan etmiştir. Deccal ise direnmiştir.

Artık, bunlardan her birisinin nereden konuştuğunu derince dü­şün. Düşün! Kendilerine gözüküp de bu hallerin ortaya çıkmasını sağ­layan hakikatler nelerdir ?

TAMAMLAMA

(Besmelede Telâffuz Edilirken Elif ve Lâm’ın Gizlenmesi)

Besmele’yi okuduğumuzda, Elif ve Lâm’ın varlığı ortaya çıkmamış, bu durumda bitişme zattan zata meydana gelmiştir. Allah Teâlâ ve Rahman, zatın iki ismidir. Böylelikle, kendisiyle kendisine dönmüştür. Bu neden­le Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rabbim! Senden yine sana sığını­rım.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, zata yöneldiğinde O’ndan başkasını görmemiş ve şöyle buyurmuştur. ‘Senden sana sığınırım.’ Hâlbuki kendisinden sığı­nılan birisinin bulunması gerekir. Bu durum kendisine görünmüş ve bu kez şöyle buyurmuştur: ‘Senden’, ‘Senden’ O demektir. Bunun delili ise sığınırım ifadesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ayrıştırması sahih değildir. Çün­kü o zatta bulunmaktadır. Zatta ise ayrıştırma mümkün değildir.

Binaenaleyh, buradan Allah Teâlâ kelimesi’nin kul olduğu ortaya çıkmış­tır. Allah Teâlâ lafzı zat’a delil olduğu gibi aynı şekilde kuşatıcı ve tümel kul da O’na delildir. O halde kul, kelime-i celâle’dir (Allah Teâlâ lafzı).

Bir muhakkik her hangi bir halde ‘Ene Allah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ der. Bazı sûfiler ise iki farklı açıdan aynı şeyi söylemiştir. Mana makamı ile onun nedeniyle var olmuş harf makamı arasında ne kadar fark vardır! Böylelikle Allah Teâlâ, ‘Öfkenden rızana sığınıyorum’ ifadesinde harfi, harfin karşısına yerleştirmiş, ‘senden sana sığınıyorum’ ifadesinde ise manayı mananın karşısına yerleştirmiştir. İşte bu, bilginin zirvesidir.

NİHAYET

(Allah Teâlâ ve Rahman Arasındaki Fark)

Kur’an’da karşılaştığın çeşidi ayeder nedeniyle Allah Teâlâ ve Rahman arasında bir fark görmüş olabilirsin. Söz, gelimi Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz’ buyurur. Bu emir karşısında muhataplar, ‘Allah Teâlâ nedir ki?’ de­memiştir. ‘Rahman’a secde ediniz’ denildiğinde ise ‘Rahman nedir?’ diye sormuşlardır. Bu nedenle bir gruba göre sıfat bedelden daha üstün iken, başka bir gruba göre kelimenin bedel olması sıfat olmasından üs­tündür. Çünkü Allah Teâlâ ‘De ki: ister Allah Teâlâ’ya ister Rahman’a dua edin, en gü­zel isimler O’na aittir’ buyurur: Böylelikle Allah Teâlâ, her iki ismi de zata ait yapmıştır.

Araplar Allah Teâlâ kelimesini yadırgamamıştır. Çünkü onlar, ‘Putlara, bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz5 diye iddia etmişlerdi. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı biliyorlardı. Rahman ismi ise rahmetten türetildiği için -rahmet kendilerinde de bulunan bir niteliktirpeygamberin onlara gösterdiği mabudun hemcinslerinden olmasından korkmuş, bu nedenle inkâr edip şöyle demişler: ‘Rahman nedir ki?’356 Her sözün anlamının an­laşılması şart olmadığı için, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İster Allah Teâlâ ister Rah­man diye dua ediniz.’357 Çünkü her iki lafız da, tek zata döner.

İşte bu, kulun hakikatidir. Bari Teâlâ ise kendisini kuşatan bir bilgi ve vehim tarafından algılanmaktan münezzehtir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzeh ve mütealdir.

VASIL

(Besmele’deki er-Rahîm)

er-Rahîm, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) niteliğidir. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘(Peygamber) Müminlere karşı raûf ve rahimdir,’358 Varlığın yetkinli­ği, ona bağlıdır ve Rahim vasıtasıyla besmele tamamlandığı gibi onun tamamlanmasıyla da âlemin yaratılışı tamamlanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem akıl ve nefis olarak âlemin varlığının başlangıcıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e so­rulmuş: ‘Ne zaman peygamber oldun?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Adem su ve toprak arasmda iken.’ Böylelikle Allah Teâlâ, bâtında varlığı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemle başlattığı gibi dünya âleminde görünür olarak makamı onunla bi­tirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Benden sonra ne bir resul ne de bir nebi vardır.’

Ö halde Rahîm Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, bismi ise babamız Adem’dir. Burada, yaratma işinin başlangıç ve bitiş makamında baba­mız olduğunu kastediyorum. Şöyle ki: Âdem isimleri yüklenendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Adem’e bütün isimleri öğretti.™9 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise Âdem’in yüklendiği bu isimlerin anlamını taşıyandır. Söz konusu isim­ler, kelimeler’dir (hakikatler). Bu bağlamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyu­rur, ‘Bana cevâmiu’l-kelim verildi’ Kendisini öven kimse Yahya ve İsa peygamberler gibi, başkası tarafından övülenden daha yetkin ve güçlüdür. Kimin adına zat (zatın bilgisi) meydana gelmişse isimler de (isim­lerin bilgisi) onun hükmü altındadır. Hâlbuki isimleri elde eden kimse­nin nezdinde isimlendirilen bulunuyor değildir.

Bu nedenle sahabe bizden'daha üstündür. Çünkü onlar, zatı, biz ise ismi elde etmişiz, (öğrenmişiz). Biz de onların zata riayet ettiği gibi isme riayet edersek ecrimiz artar. Ayrıca onlarda bulunmayan uzaklık sıkıntısı nedeniyle ecrimiz kat be kat artar. Dolayısıyla biz, (peygambe­rin) kardeşleri, onlar ise arkadaşlarıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize özlem du­yar. Bizden birisine kavuştuğunda ne kadar sevinecektir! Nasıl sevinme­sin ki? Özlem duyduğu kimse kendisine kavuşmuştur. Artık ona ikramı ve iyiliği hesap edilebilir mi?

Aramızdan bir amel sahibi, Peygamberin sahabesinin ameliyle amel eden kimseye göre elli kat mükâfat alır. Bu ecir, onların ecrinin aynısı değil, bilakis benzeridir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Hatta sizden bile (daha çok olabilir): Ciddi olunuz ve çalışınız.’ Böyle­likle sahabe şunu anlamıştır: Kendilerinden sonra öyle insanlar gelecek­tir ki, onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yetişmiş olsaydı, sahabe onları geçemez­di. Mükâfatlandırma da buradan kaynaklanır. Allah Teâlâ yardım istenilendir.

TEMBİH

(Besmeledeki Kuşatıcı Arş’ın Taşıyıcıları)

Bilmelisin ki: BismiUahirrahmanirrahîm (Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Âdıyla), dört anlamlı dört lafızdır. Bunlar sekiz eder. Sekiz, ku­şatıcı Arş’ın taşıyan meleklerinin sayısıdır. Onlar Arş’tandır. Burada on­lar, bir açıdan taşıyıcı, bir açıdan ise Arş’tır.

İyice düşün ve zatından zatin için anlamı çıkart!

TEMBİH

(Bism’deki Mim, er-Rahîm’deki Mim)

Sonra: Bismi’deki Mim harfini -ki o Adem’diraşağı doğru sark­mış er-Rahîm’deki Mim’in de -ki o Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’diraşağı doğru sarkmış olduğunu gördük. Böylelikle Adem’in Mim’inin maddesini, gönderilmiş olmadığı için, bileşik âlem için olduğunu anladık. Aynı şe­kilde, Muhammed’in Mim’inin maddesinin ise genel anlamda hitabın varlığının sebebi olduğunu anladık. Nitekim bize göre Adem de umu­mîdir. İşte bu nedenle, her iki Mim aşağı doğru sarkmıstır.

UYARI

(Rabbin Günleri ve Besmele)

Arzusuna göre konuşmayan Efendimiz şöyle buyurur: ‘Ümmetim salih bir ümmet olursa onlar için bir gün, bozuk olurlarsa onlar için ya­rım gün vardır.’ Gün rabbanidir. Çünkü ‘Rabbin günleri’nden her bir gün, bizim saydıklarımızdan bin senedir. ‘Allah Teâlâ’nın günleri’ ve ‘miraçlar sahibinin günleri’ farklıdır. Çünkü bu günler, felek itibarıyla rabbin günlerinden daha büyüktür. Allah Teâlâ izin verirse bu konu kitapta zamanla­rın bilinmesi bölümünde gelecektir. Ümmetin iyiliği, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bakmaları, bozulması ise ondan yüz çevirmelerine bağlıdır.

Böylece, Bismillahirrahmanirrahîm’in (besmele) bin anlam içerdi­ğini gördük. Her anlam ancak bir yıl tamamlandıktan sonra meydana gelir. Besmelenin içermiş olduğu bu anlamların meydana gelmesi gere­kir. Çünkü besmele, anlamını ifade etmek için zuhur etmiştir. Dolayı­sıyla bu ümmet için bin senenin tamamlanması gerekir. Bu ümmet, te­razi devrinin başındadır. Bu devrin süresi ise gerçekleşmiş ruhanî süre olarak altı bin senedir. Bu nedenle Ümmet-i Muhammed içinde başka ümmederde ortaya çıkmamış İlâhî bilgiler ortaya çıkmıştır. Çünkü Mu­hammedi devrin başlamasından önce tamamlanan devir toprak devri idi. Bu nedenle onların bilgilerinin zirvesi, doğalarla ilgiliydi. Onların arasında Metafizikçiler, sayıları son derece az garip kimselerdi. Nere­deyse hiçbir varlıkları görünmezdi. Bunun yanı sıra, onlardan Metafizik yapanlar doğa bilimiyle karışık olarak metafizik yapardı ve doğa ilmi şarttı. Bizden Metafizik yapanlar ise saf ve halis olarak bunu yapar. Do­ğa hükmünün ona ulaşması mümkün değildir.

ANAHTAR

(Zat Elifi Allah Teâlâ, İlim Elifi Rahman’dadır)

Allah Teâlâ ve Rahman isminde iki Elif bulduk: Zat Elifi ve bilgi Elifi. Zat Elifi, gizlidir, bilgi Elifi ise sıfatın âleme tecellisi nedeniyle açıktır. Yine de, yazıda Allah Teâlâ (<U)I) ve el-lah (o^AJl) arasındaki karışıldığı gidermek için Allah Teâlâ isminde gizlenmiş ve ortaya çıkmamıştır.

Bismi’de -ki o Âdem’dirBa harfi ortaya çıktığı için, gizlenmiş tek bir Elif bulduk. Rahimde ise -ki o Muhammed’dirgörünür bir Elif bulduk. Söz konusu Elif, bilgi Elifidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in nefsi zattır. Âdem’de Elif gizlenmiştir, çünkü o, hiç kimseye peygamber olarak gönderilmedi. Bu nedenle niteliğin ortaya çıkmasına muhtaç değildi. Elif, efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de ise görünmüştür. Çünkü o, elçi ola­rak gönderilmiş ve bu nedenle destek istemiş, isteğine karşı kendisine Elif verilmiştir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o nitelikle ortaya çıkmıştır.

Bismi’deki Ba’nın Rahîm’deki Mim harfine etki ettiğini gördük. Âdem’in Muhammed’deki etkisi, onun bedenini meydana getirmek idi. Allah Teâlâ kelimesinde dua eden, Rahman’da ise dua edilen sebebiyle (bismi) amil (etken) olmuştur.

Sonun başlangıçtan daha değerli olduğunu gördüğümüzde, şöyle dedik: ‘Kendisini bilen Rabbini bilir.’ İsim isimlendirilene doğru bir merdivendir. Rahîm’in ruhunun bismi’nin ruhuna etki ettiğini gördü­ğümüzde -çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Âdem toprak ve su arasında iken peygamberdi ve su ve toprak olmasaydı, Âdem diye isimlendirilmeyecekti. (Zira Âdem kelimesinin anlamı topraktan olan demektir)bismi’nin Rahim olduğu öğrendik. Çünkü bir şey, başkasından değil kendisinden dolayı amil olabilir. Böylelikle son ve başlangıç, şirk ve tevhit yok olmuş, birliğin izzet ve saltanatı ortaya çıkmıştır.

Binaenaleyh Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem birleştirir, Adem ise ayırır.

AÇIKLAMA

(Rahîm Kelimesinin Harfleri)

er-Rahîm kelimesindeki Elif in bilgi elifi olduğunun kanıtı ‘Beş kişi yoktur ki, akıncıları O olmasın’ ayetidir. Bismi’deki Elifin delili ise bu ayetin başındaki ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü Allah Teâlâ olmasın360 ayetidir. O halde Elif eliftir. Ayette geçen ‘Bundan daha azı’ ifadesi, tevhidin bâ­tınını kast ederken, ‘Ya da daha çoğu’ ise tevhidin zâhirini kasteder.

Bismi’deki Elif gizlenmiştir. Çünkü o, ilk var olandır ve onun yeri­ni alma iddiasında bulunacak kimse yoktur. Böylelikle ilk yaratılmış olan, varlığımızın başlangıcı olması itibarıyla, kendi zatı ile ilk bakışta yaratıcısının varlığına delil olmuştur. Şöyle ki: Âdem, varlığına baktı­ğında, iki durumla karşılaşmıştır: Acaba kendisinden daha önce kimse­nin olmadığı bir mevcut mu onu var etmiştir? Yoksa kendisi kendisini mi var etmişti? Bizzat kendisinin kendisini var etmesi imkânsızdır. Çünkü kendisini var etmesi, ya mevcut iken veya yok iken mümkün olabilirdi. Kendisini var ederken mevcut ise o zaman neyi var etmiştir. Yok ise kendisi yok iken ondan var etme fiili nasıl meydana gelmiştir? Şu halde, geride onu bir başkasının var etmesi kalmıştır ki, o da Eliftir. Bu nedenle, Bismi’deki Sin sakin olmuştur ki, yokluktur. Mim harfi ise harekelidir ve o gerektirmenin zamanıdır.

Bismi (Âdem) ilk bakışta Elife delil olduğu için, delâletin gücü nedeniyle (bismi’deki) Elif gizlenmiş, Rahîm’de ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e delâletteki zayıflık nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kendisine karşı çıkan bu­lunduğu için Hakk Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i Elif ile desteklemiş, Rahîm Mu­hammed haline gelmiştir. Buradaki Elif, ez-Zâhir isminden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i destekleyen Haktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar galip olmuş­lardır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yok ve ben de O’nun peygamberiyim deyiniz.’

Bu ifadenin lâfzına iman eden kişi, cennetlik bile olsa şirk boyun­duruğundan çıkmamıştır; manasına iman eden ise tevhit ehli araşma ka­tılır, sekizinci cennete ulaşması mümkün olur. O, kendine iman eden­lerden birisi olur, dolayısıyla başkasının terazisinde bulunmaz. Çünkü denklik gerçekleşmiş, seçilmişlik bir olmuş, risâlet bakımından ise fark­lılık meydana gelmiştir.

(Besmele Lâfzı ve Simgesel Anlamı)

Bismi’de bir nokta, Rahman’da da bir nokta, Rahim kelimesinde ise iki nokta bulunduğunu gördük. Allah Teâlâ, hakkında susulandır. Dolayı­sıyla zat mahalli olduğu için Allah Teâlâ kelimesinde nokta bulunmazken sıfat mahalli oldukları için Besmele’nin diğer kelimelerinde (Rahman ve Ra­him) bulunmuştur. Bu meyanda, bismi’deki (=Adem) nokta birleşmiş­tir. Çünkü o, gönderilmemiş bir bireydir. Aynı şekilde nokta, Rahman kelimesinde de bir olmuştur. Çünkü Rahman’m işaret ettiği de gerçek Adem’dir ve o bileşik oluşanlar Arş’ının üstüne yerleşendir. Böylece Elif görünmekle beraber, er-Rahîm kelimesinin iki noktasından söz etme­miz geride kalmıştır.

er-Rahîm’deki Ya harfi on gecenin simgesidir. İki nokta çift, Elif ise tektir. er-Rahîm ismi bütünüyle fecr’dir ve anlamı ceberût âlemine mensup bâtındır. ‘Her şeyi karanlığıyla örttüğünde geceye yemin olsun.’ Söz konusu olan, melekût âlemine mensup gayb’tir. İki noktanın sıra­lanışına gelince, bunlardan birisi Mim’den sonra, İkincisi ise Eliften sonra gelir. Mim harfi ise kendilerine peygamber olarak gönderildiği âlemin simgesidir. Mim’i takip eden nokta, Ebû-Bekir, Eliften sonra gelen nokta ise Muhammed’dir.

Ya iki nokta (başka bjr ifadeyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekir) üzerinde bir mağara gibi kubbe olmuştur. ‘Arkadaşına ‘üzülme Allah Teâlâ bi­zimle beraberdir’ diyordu.’36' Ebû-Bekir arkadaşıyla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu esnada Allah Teâlâ ile beraberdi. Dolayısıyla o, hikmet sahi­bidir. Tıpkı Bedir günü dua ederken ve sıkıntısını dile getirirken yaptığı gibi. Ebû-Bekir bunun farkındaydı. Çünkü hikmet sahibi, mertebelere hakkını veren kişi demektir, iki arkadaşın bir araya gelmesi mümkün olmadığı için, Ebû-Bekir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in haline yerleştirilmemiş ve doğruluğuyla kalmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o mertebede bulunmasa ve Ebû-Bekir orada olsaydı, hiç kuşkusuz, Hz. Ebû-Bekir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yerleştirildiği makamda otururdu. Çünkü orada kendisini perde­leyecek daha üstün bir kimse yoktur. Böyle bir durumda (Peygamber’in bulunmadığı) Ebû Bekir, o vaktin sadığı ve hâkimidir. Onun dışındaki­ler ise onun hükmünün altında bulunurdu.

Ebû-Bekir’in (ona işaret eden nokta) noktası, izlerini arayanlara (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile kendisini takip eden Mekkelilere) baktığında, pey­gamber hakkında üzülmüş, tepkisini göstermiş ve sadakati baskın gel­miş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için duyduğu endişe nedeniyle üzülme demiştir (Ebû Bekir). Çünkü senin (Ey Peygamber), bize bildirdiğin gibi Allah Teâlâ ‘bizimle beraberdir.’

( Bir itirazcı çıkıp da ‘o sözü söyleyen Muhammed’dir’ diye itiraz ederse bunun hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı aynı anda cem’ (birlik) ve tefrika (ayrım) makamıydı ve (bu yoruma göre) Ebû-Bekir’in üzüldüğünü anlamış, (Allah Teâlâ’yı ifade eden) Elife bakmış, ondan yardım almış ve davasının kıyamet gününe kadar süre­ceğini öğrenmiştir. Bunun üzerine ‘üzülme Allah Teâlâ bizimle beraberdir’ de­miştir.   i

İşte bu, varılabilecek en şerefli makamdır. Bu makam, Allah Teâlâ’nın seni öncelediği makamdır. ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifa­desi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir mirası olarak, Ebû-Bekir’e ait bir müşahe­dedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de insanlara ‘Kendisini bilen Rabbini bilmiştir’ diye hitap etmiştir. Bu, Allah Teâlâ’dan aktardığı şu ifadenin aynıdır: ‘Hayır! Kuşkusuz Rabbim benimle beraberdir, beni doğruya ulaştıracaktır.’362 Bize göre ifade, Hz. Ebû-Bekir’e aittir. Bizim görüşümüzü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisi destekler: ‘Bir dost edinseydim Ebû-Bekir’i dost edinir­dim.’

O halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimsenin arkadaşı değildi, (sahabe) onlar birbirlerinin arkadaşı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ise yardımcıları ve destekçileri idiler.

İşaret ettiğimiz hususu anla, en doğru yola ulaşırsın.

LATİFE

(İki Nokta ve İki Ayak)

er-Rahîm kelimesindeki iki nokta, iki ayağın konulduğu yerdir. Orası, iki ayakkabının çıkartıldığı yerdir. Söz konusu ayakkabılar, emir ve yasaklamadır. Elif‘mübarek gecedir.’ Bu gece, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) gaybıdır. Sonra, söz konusu gecede ‘emir ve yasak noktalarına ayrılmıştır.’ Bu, ‘o gecede her hikmetli iş ayrıştırılır36î ayetinde işaret edi­len durumdur. Kastedilen şey Kürsî’dir. (er-Rahîm’deki) Ha harfi, Arş, Mim, Arş’ın ihtiva ettiği şeyler, Elif, istiva yerinin sınırı, Ra ise (hadiste Peygamberin miraç gecesi kendisini duyduğunu belirttiği) Kalem’in. cı­zırtısıdır. Nun ise Lâm içindeki okkadır.

Böylece Kalem, Rahîm levhasının kâğıdında olmuş ve olacak her şeyi yazmıştır. Levha, yüce Kur’an’da işaret ve uyarı yoluyla her şey di­ye ifade edilmiş korunmuş levhadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun için her şeyi levhalarda yazdık.’364. Kast edilen, korunmuş levhadır. ‘Öğüt ye her şeyi açıklayıcı olarak.’ Her şey, korunmuş toplayıcı levha’dır. Söz konu­su korunmuş-toplayıcı levha, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana cevâmiu’l-kelim verilmiştir’ ifadesindeki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Cevâmiu’l-kelim, (ayetteki) öğüt ve açıklayıcı olarak ifadesidir.

er-Rahîm’deki iki nokta -ki onlar her şey hakkındaki emir ve yasak noktalarıdırRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gaybıdır. Söz konusu gayb, mübarek gece ifadesiyle işaret edilen Eliftir.

(er-Rahîm’deki Yedi Yıldız)

er-Rahîm ismindeki Elif, bilgi Elifidir ve o istiva yeridir. Lâm ise iradeye aittir ve o Nun’dur, başka bir ifadeyle okkadır. Ra, kudrete işa­ret eder, o da Kalemdir. Ha, Arş’a aittir. Ya Kürsî’ye, Mim harfinin ba­şı göğe, aşağısı ise yeryüzüne aittir. İşte bunlar yedi yıldızdır. Binaena­leyh bu yıldızlardan biri cisim feleğinde, birisi nefs-i natıka feleğinde, birisi nefsin sırrı feleğinde -ki o sıddıklıktırbirisi kalbin feleğinde, biri­si aklın feleğinde, birisi de ruhun feleğinde yüzer.

O halde kapalı anlattığımız şey çözülmüştür. Buradaki ifadeleri­mizde, gizli anlattıklarımızın anahtarı vardır. Artık talep et, Allah Teâlâ’nın iz­ni ile bulursun!

Binaenaleyh BismiUahirrahmanirrahîm (Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın adıyla) ifadesi, çok olsa bile iyice araştırıldığında, bir açıdan birdir.

VASIL

(Özel Bir Açıdan Fatiha Suresindeki Sırlar)

Fatiha suresi, Kıtab’ın girişi, iki yedili, yüce Kur’an ve yeterli olan­dır. Besmele ise onun bir ayetidir. Bu sure kulu ve Rabbi içerir. Bu su­renin (kul ve Rab arasındaki) taksimi hakkında bir şiirimiz vardır ki onun bazı mısraları şunlardır:

iki aydınlatıcının (güneş ve ay) kalbe bir doğuşu vardır Hamd suresinde, o ikisi için bir üçüncü ortaya çıkar Dolunay sönüştür, zat güneşi ise aydınlatıcıdır Işınlar olmasaydı, onu yokluk olarak bulurdun Bu yıldızlar doğu ufkunda doğar Dolunay aklî batıdan ayrılmaz Zat güneşi ortaya çıkarsa ne yıldız kalır ne de ay Yüce felekte betimlenmiş olarak parlar.

(İşaret Anlamıyla Kitap)

Fatiha suresi kitab’ın girişidir. Çünkü kitap, işaret yoluyla, (her­hangi bir şeyden olmaksızın) ilk yaratılmış (mübdâ-ı evvel) demektir. Dolayısıyla kitap, Fatiha ve başkalarını da içerir, çünkü onlar, kitaptan­dır. Ona Fatiha isminin verilmesinin nedeni, kendisiyle varlık kitabının açıldığı ille şey olmasıdır. Aynı zamanda, (ayette geçen) Kef harfmi (zait harf değil de) nitelik olarak saydığında, ‘O’nun mislinin benzeri yoktur.’365 ayetinde,366 tenzih edilen misildir. Buna göre Hakk, misli -ki o fatihadırvar ettiğinde, ardından kitabı yaratmış ve Fatiha’yı kitaba bir anahtar yapmıştır: İyice düşün.

Fatiha, aynı zamanda Kur’an’ın anasıdır (Ümmü’l-Kur’an). Çünkü ana var etme mahallidir. Onda var olan Kur’an, var eden ise anadaki fa­ildir. O halde ana, tümel birleştiricidir ve Hakkın katındaki kitabın ana­sıdır. Bu kitaba ‘O’nun katında kitabın anası vardır367 ayetinde işaret edi­lir. İsa’ya, Meryem’e ve var etmenin failine bak! Bu durumda duyuları­na gözükenin tersi ortaya çıkacaktır. Buna göre ana, İsa ve oğul -ki o Allah Teâlâ’nın katındaki kitap ya da Kur’an’dırMeryem’dir. Anla!

Aynı şekilde, ruh da akıl vasıtasıyla nefs ile çiftleşmiş, böylece nefs, duyusal olarak var etmenin mahalli haline gelmiştir. Ruh kendisine an­cak nefis yolundan gelmiştir. O halde nefs, babadır ve bu nefs, yazının yazılması için rakamlı kitaptır. Böylece kalemin annede yazdığı şey oğulda ortaya çıkmıştır. Söz konusu şey, şehadet âlemine çıkan Kur’an’dır. Anne ise sırların taşıyıcısı olan benzerin (misil) varlığından ibarettir. O halde benzer (misil), bu İlâhî sırların kendisine tevdi edildi­ği yazılı kitabın kendisine yerleştirildiği açılmış sayfadır.

O halde kitap, burada Fatiha’dan daha üstündür. Çünkü fatiha de­lil, kitap ise delilin gösterdiğidir. Delilin değeri, gösterdiği şeye bağlı­dır. Dikkat ediniz, şayet fatiha bilinen kitabın zıttı olan -şayet zıttı dü­şünülebilirsebir şeyin anahtarı olsaydı gösterdiği değersiz olduğu için kendisi de değersiz sayılacaktı. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Mushaf ile beraber düşman toprağına yolculuk etmemek hususunda ikaz etmiştir. Çünkü bu harfler, Allah Teâlâ’nın kelâmına delâlet eder. Hakk, onları Allah Teâlâ’nın kelâmı diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kelâmına delâlet amacı taşımayan bu kelimelerin benzerlerinin bulunduğu harfler ise düşman toprağına götürülebilir. Bunların götürüleceği yerler arasına temiz olmayan yerler ve benzeri abdesthaneler dâhildir.

(Fatiha Suresinde Cem’ ve Teklik Mertebeleri)

Fatiha suresi seb-i mesânî ve Yüce Kur’an’dır. Sıfatlar varlıkta tek tek zuhur etmiştir. Bu meyanda bir mertebe birleştirir, bir mertebe top­lar. Besmele’den din kelimesine kadar olan bölüm, birlemedir. Aynı şeklide, ihdinâ (bize hidayet et) kelimesinden ‘dalâlette olanlar’ kelime­sine kadar olan kısım da birlemedir. ‘Ancak sana ibadet eder ve senden yardım dileriz’36S ayeti ise birleştirir.

Kutsî bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namazı benimle kulum ara­sında ikiye ayırdım. Yarısı bana, yarısı kulumu aittir. Kuluma istediği verilecektir.’ İstemek senden, vermek O’ndandır. Nitekim emir vererek ve yasaklayarak istemek O’ndan, emre uymak ise senin görevindir.

Kul: ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır369 der. Allah Teâlâ buna karşılık şöyle der: ‘Kulum beni övdü.’ Kul: ‘(Allah Teâlâ) Rahman ve rahimdir’ dedi­ğinde Allah Teâlâ: ‘kulum beni methetti’ der. Kul: ‘Din gününün sahibi’ dedi­ğinde Allah Teâlâ: ‘Kulum beni yüceltti’, başka bir rivayette ise ‘kulum işleri bana havale etti’ der. Bu ise İlâhî birlemedir. Bir rivayete göre kul: ‘Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın adıyla’ dediğinde, Allah Teâlâ: ‘Kulum beni zikretti’ der.

Kul, ‘Ancak sana ibadet eder senden yardım umarız370 dediğinde, Allah Teâlâ ‘bu benim ile kulum arasındadır, kuluma istediği verilecektir’ der. Burada kulun istediği ile kast edilen, ihsan ve lütuflardır. Her iki yerde de, iyyâke (ancak sana) kelimesi, İlâhî tekliğe eklenmiştir.

Kul: ‘Bizi dosdoğru yola ulaştır, nimet verdiklerinin yoluna, kızdıkları­nın veya sapmışların yoluna değil’ der.371 İşte bunlar ‘kuluma aittir’ deni­len şeylerdir. Ayrıca bu, kulun yani İlâhimin birlemesidir. ‘Kuluma iste­diği verilecektir.’ Herhangi bir ilâhlı, bir ilâh istemiştir.

Şu halde, ancak iki mertebe kalmıştır (rab ve kul mertebesi). Böylelikle bu surenin ikili (sebu’l-mesânî) olması geçerli olmuştur. Bu mer­tebe Hakta varille, kulda ise var edilme olarak ortaya çıkmıştır. Böylece Hakk kendisini onunla nitelemiş, Amâ mertebesinde O’ndan başka kim­se yoktur. Sonra, onunla kendisini halife atadığında kulunu nitelemiştir. Bu nedenle ‘hepsi ona (Ademe) secdeye kapanmıştır.’ Çünkü insan (İlâhî) surete sahip olmuş, kıyamet gününe kadar iki ayağın konulduğu yerden (Hakk ile kul arasmda) fark meydana gelmiştir.

Fatihanın isimlerinden olan Yüce Kur’an, el-cem ve’l-vücûd (top­lama ve varlık ve vecd) demektir. Bunun anlamı, onun senden farklı olup senin onunla bir olmandır. Bu durum ‘ancak sana ibadet eder, sen­den yardım umarız372 ifadesinden başka bir şey değildir.

Allah Teâlâ hakkı söylediği gibi doğruya ulaştıran da O’dur.373

VAKIA

(Sır Yolu ile Elhamdülillah)

Cemaatime şefaatim gerçekleşip hepsi yok olma esaretinden kur­tulduktan sonra, Hz Peygamber rüyada, benimle konuşmasını emrede­rek Osman’ı gönderdi. Yüce minber yaklaştırıldı, özellikle ‘el-Hamdu lillah (Allah Teâlâ’ya hamd olsun)’ ayetiyle sınırlı kalarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yü­ce izniyle onun üstüne çıktım. Hakkın yardımı ve desteği indi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise minberin sağında oturuyordu. Bunun üzerine kul, hamdü sena ettikten ve besmele çektikten sonra şöyle dedi:

‘Hamd’in hakikati -ki o Allah Teâlâ’yı tenzih ve takdis eden kuldurezelî zata işaret eder. O, (yani elhamdülillah) kulun varlığının ilâhın varlı­ğından ayrışma makamıdır. Sonra, Hakk kendi ezelî varlığıyla kulu (ya­ratılmış) varlığından habersiz etmiş, onu kendisine ulaştırıp şöyle bu­yurmuştur: ‘Lillâhî (kul Allah Teâlâ içindir).’ Bu ifadede Allah Teâlâ kelimesinin başına gelerek onu mecrur yapan Lâm tevazu ve zillet (horluk) anla­mında İlâhimin hakikatidir. Söz konusu Lâm, hece harflerinden birisi değil, mana harflerinden birisidir. Sonra Allah Teâlâ, söz konusu harfi kendi isminin başına getirdi. Bunun gayesi kendisini şereflendirmek, önemini göstermek, kendisi hakkındaki bilgiyi (Lâm kulu temsil eder) yücelt­mek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ hadisinde bu öncelemeyi yapmasını onaylamaktır. Böylelikle Hz: Peygamber nefsin bi­linmesini Rabbin bilinmesinin önüne almıştır.

Sonra, söz konusu Lâm, vuslatı gerçekleştirmek ve onu makama yerleştirmek için Allah Teâlâ isminde amil olmuştur. Lâm, vuslat makamında bulunduğunda, belki de hamdin Lâm’dan başka bir şey olduğu sanılabilir. Bu nedenle kulu Lâm’ın harekesine uydurarak alçaltmıştır (Lâm’ın harekesinin kesre olması, kesre olmak ile alçaltılmış olmak arasındaki ilişki). Bu anlamda ayet şöyle okunur: ‘el-Hamdi lilİahi.’ Burada elHamdi, bir şeyin bir şeyin bedeli olması tarzında, Lâm’ın bedelidir ye her ikisi de aynı hakikate aittir. Şu halde hamd, Lâm’ın varlığı, Lâm da hamddir.

Hamd ve Lâm, aynı şey olunca hamd, Allah Teâlâ ile beraber vuslat ma­kamında bulunmuştur. Çünkü o, Lâm’ın aynıdır. Böylelikle hamd (vus­lat makamında Allah Teâlâ ile beraber) mana itibarı ile olduğu gibi Lâm da lafız ve anlam itibarıyla onunla beraberdir.

Lâm’da kesrenin bulunmasının nedeni, kulluğu ortaya koymaktır. Bazen Hakk, ilk olmada en üst makama yükseltmek için onu kendisin­den bütünüyle habersiz yapar. Sonra onun hakikati, son olmada kalmış­tır. Bu makamda kul, Dal harfinin harekesine uyarak, cel-hamdu-lullahi (Lâm’ın ötresiyle)’der. Bu durum, hamdin Lâm olduğunu destelder. O, örtü ve elbise diye ifade edilen şeydir. Çünkü hamd, sıfatların ve birli­ğin bölünmesi mahallidir. Şu halde, kulların bilgisinin zirvesi, -şayet ulaşabilirsehamde ulaşmaktır. Hakk ise bütün bunların ardındadır. Şöyle de diyebilirsin: Hakk bütün bunlarla beraberdir.

Hakk, başlangıç olarak Lâm harfini kendisinden fâni ederek yükselt­tiğinde (aynı zamanda merfu/yükseltilmiş ötre okunduğunda), fâni ol­makla beraber hâlâ makamında bulunduğunu ona bildirmek istemiştir. Böylece onu amil yapmış, merfuluğunu ise Hakka ait yapmış, (lüllahi) ifadesindeki He harfini ise kesreli bırakmıştır. Bu kesre, kulluğun dü­şüklük makamında Lâm’ın varlığına delildir. Bu nedenle ortadaki Lâm, La lâfzıyla şeddelenmiştir. Başka bir ifadeyle, Hakkın zatı kulun zatı değildir. O, sadece suretin tecelli etmesi için benzerin hakikatidir.

Lüllahi kelimesindeki He, mamûlü (edilgen) olduğu için Lâm har­fine döner. He Hakkın zatını ifade etseydi, Lâm onda âmil (etken) ol­mazdı. Bilakis her şeydeki amil Allah Teâlâ’dır. Lâm, hamdin kendisi, He de Lâm harfinin olduğuna göre, He Lâm’dır. Kuşkusuz daha önce Lâm hamd idi. Şu halde He de, bir ilâve olmaksızın hamd demektir. Daha önce şunu belirtmiştik: Birleşik cem’ (birlik) mertebesinin reddi için olan şeddeli Lâm, ayrım mertebesidir.

Bu ifadenin içeriğinden şu ortaya çıkmıştır: ‘Hamd’, lillâhî sözü olduğu gibi aynı zamanda lillâhî el-hamd demektir. Binaenaleyh kulun yapabileceği nihaî şey, aynada gördüğü kendi nefsini övmektir. Çünkü yaratılmışın kadîmi taşıması mümkün değildir. Böylelikle Hakk, benzeri İlâhî surete göre var etmiş ve belirleyen bir ayna haline gelmiştir. Ben­zerin sureti zat aynasına yansıdığında, zatı görmüş, hapşırıp kendisinin farkına vardığında, ona şöyle demiş: ‘Gördüğüne hamd et!’ Bunun üze­rine, kendisine hamd etmiş ve şöyle demiş: ‘Hamd Allah Teâlâ içindir.’ Bu­nun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle demiştir: ‘Ey Adem! Rabbin sana

merhamet ediyor. Seni zaten bunun için yarattım. Böylece Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir.’

Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ içindir’ dedikten sonra, ‘Rahman ve Rahîm’ demiş, rahmeti öncelemiş, ardından ‘gazap , ettiklerinin yoluna değil’ diyerek, gazabını geri bırakmıştır. Rahmet, varlığın ilk açılışında gazabı geçmiştir, dolayısıyla rahmet, ağaçtan ye­mesi nedeniyle cezalandırılmadan önce Âdem’e ulaşmış, cezalandırıldık­tan sonra da, yine merhamet edilmiştir. Böylece, Âdem hakkında arala­rında gazap bulunan iki rahmet gelmiştir. Bu iki rahmet, birbirlerinin benzeri olduğu için, karışmak istemişler, birisi diğerine eklenmiş, bu sayede aralarındaki gazap ortadan kalkmıştır.

Nitekim bir şair, aralarında güçlük bulunan iki kolaylık hakkında şöyle der:

İş seni daralttığında . Elem neşrah (açmadık mı) suresi üzerinde düşün.

(Orada) İki kolaylık arasmda bir güçlük vardır.

Onu hatırlayınca rahatlarsın.

Buna göre rahmet, ilk mevcut demektir ve o talep edilen şey diye ifade edilmiştir. Fatiha suresinde geçen kendilerine gazap edilenler kö­tülüğü emreden nefs, sapkınlar ise bileşik âlemdir. Bu durum, nefs-i emmâre gazaba uğramış olduğu sürece böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, tenzih edilmekten münezzehtir. Çünkü O’nun dışında ne bir başka, ne bir mevcut vardır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Mümin mümin kardeşinin aynasıdır’ sözüyle yetkinliği üzere suretin varlığına işaret etmiştir. Çün­kü suret, bilginin mahallidir ve o (bilgiye) ulaştıran şeydir. Allah Teâlâ insanı bu suretten başka bir surette var etmiş olsaydı, hiç kuşkusuz, cansız ola­rak meydana gelirdi. Binaenaleyh hamd, kendisini bilenlere ve O’nun karşısında duranlara ezelî ve ebedî olarak iyiliklerini ihsan eden Allah Teâlâ’yadır.

TEMBİH

(Sırlar Bakımından el-Hamdü lillah ve el-Hamdü billah)

Lâm beşerî kalıntıyı sildiği gibi, Ba harfi de, onu ortaya çıkartır. Bu nedenle Ebu’l-Abbas İbnü’l-Arif şöyle demiş: ‘Alimler ‘benim için (lî), arifler ise bana bağlıdır.’ Böylece en üst makamı Lâm adına ortaya koymuştur. Çünkü İbnü’l-Arif bu cümlesinde arifler himmedere bağlı­dır demiş, Lâm hakkında ise ‘Hakk bütün bunların ardındadır5 demiştir. Sonra, bu uyarısını pekiştirmiş ve sadece bu ifadesiyle yetinmeyip şöyle demiştir: ‘Himmeder ermek içindir.’ Himmet, Ba harfine mensup arif­lere (Bâiyyîn) aittir. Lâm’a nispet edilen arifler hakkında ise şöyle de­miştir: ‘Beşerî varhk silindiğinde Hakk ortaya çıkar.’ İşte bu, Lâm harfi­nin makamıdır. Söz konusu makam, beşerîliğin silinmesi makamıdır.

O halde el-Hamdü lillah (hamd Allah Teâlâ içindir) demek, el-hamdü billahi demekten daha üstündür. Çünkü el-hamdü billahi seni baki kı­larken, el-hamdü lillah fani kılar. Bilen kişi, ‘el-hamdü lillah’ derse bu­nun anlamı Allah Teâlâ’yı kendisinden başka övecek yoktur demektir. Dolayı­sıyla ondan başka övülecek kimsenin olmayacağı daha aşikârdır. Sıradan insanlar ‘el-hamdülillah’ dediklerinde, bunun anlamı, Allah Teâlâ’dan başka övülen yoktur demektir. Kendileri ise övendir. Bununla birlikte, bilen ve sıradan insanlar lafzın formunda ortaktır. Alimler, yaratılmış-öven ve övülenleri yok saymış, avam ise özellikle yaratılmış övülenleri yok say­mıştır. Arifler ise avam gibi olmadan el-hamdü lillahi diyemez. Onların makamı ise el-hamdü billahi deme makamıdır. Çünkü onların nefisleri, kendileriyle beraberdir. Artık bu bölümü iyice öğren. Çünkü o bilginin özüdür.

VASIL

Fatiha Suresinden ‘Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahîm’Ayederi

Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi derken bizde ve kalplerimizde Rablik mer­tebesini yerleştirmiştir. Bu arifin makamı ve nefsin ayağının derinleşme mertebesidir. Burası, sıfat mahallidir. Çünkü lillahi, kaynağı itibarıyla yüce, müşahede yeri bakımından ise zata dayanan bir ifadedir. Bunun ardından, âlemlerin Rabbi demiştir. Yani onları terbiye eden ve besle­yen Rab. Alemler ise Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeydir.

Terbiye iki kısma ayrılır: dolaylı ve doğrudan terbiye. Bu bağlamda Kelime’ye (Tümel ruh) gelince, onun hakkında vasıta kesinlikle düşü­nülemez. Ondan sonra gelenlerin terbiyesinde ise vasıta şarttır.

Sonra, özellikle dolaylı terbiye iki kısma ayrılır: övülmüş ve yeril­miş terbiye. Kadîm’den nefse -ki nefs tanıma dâhil değildirolan terbi­ye, bilhassa övülmüş terbiye olabilir. Yerilmiş ve övülmüş terbiye ise nefisten duyu âlemine yönelik olabilir. Böylece nefis, başkalaşma ve te­mizlenmeyi kabul eden bir mahal olmuştur.

Konumuza dönüp deriz ki: Allah Teâlâ, tümel ruh diye ifade edilen Kelime’yi herhangi bir şeyden olmaksızın var ettiğinde, onu bilgisizlik makamında ve olumsuzlama mahallinde var etmiştir. Başka bir ifadeyle, onu kendisini görmekten köreltmiştir. Böylece Kelime, kimden meyda­na çıktığını, nasıl meydana çıktığını bilmez bir halde kalmıştır. Canlılı­ğının ve bekâsının sebebi olan gıda kendisinde bulunmaktaydı, fakat o bunu da bilmiyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, katında bulunan şeyi iste­mesi için -ki O’nun katında olduğunu da bilmiyorduhimmetini hare­kete geçirmiş, böylece tümel ruh himmetiyle yola koyulmuştur. Ardın­dan Allah Teâlâ ona zatını göstermiş ve sakinleşmiştir. Böylece öğrenir Ki, ta­lep ettiği kimse sürekli kendisiyle nitelendiği kimsedir.

İbrahim b. Mesud el-İlbirî şöyle demiş:                                           .

Kişi bazen maksadına varmak için yolculuk eder                      .

: Aranan sebep ise kendi içindedir.

Kelime (tümel ruh) Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği sır ve hikmetle­ri öğrenmiş, sonradan var olduğunu kavramış, zatını kuşatıcı bir bilgiy­le tanımıştır. Bu bilgi, onun için kendisiyle beslendiği ve hayatını son­suza kadar sürdüğü bir gıda haline gelmiştir.

Bu en yüce tecellide Hakk ona şöyle demiş:

-Benim, senin nezdindeki ismim nedir?

Ruh karşılık vermiş:

-Sen benim Rabbimsin.

Böylece Hakkı ancak Rablik mertebesinde tanımış, kadîm Hakk ulûhiyetiyle ayrılmıştır. Çünkü Hakkı bu yönüyle ancak kendisi bilebi­lir. Allah Teâlâ ona şöyle demiştir:

-‘Sen benim merbûbum (rabbin kulu), ben senin Rabbinim. Sana kendi isim ve sıfatlarımı yerdim. Binaenaleyh seni gören kişi, beni gör­müş, sana itaat eden bana itaat etmiş, seni bilen beni bilmiş, seni bilme­yen ise beni de bilmemiştir. Senden aşağıda bulunanların ulaşacağı son nokta, nefislerinin senin bilgine ulaşmalarıdır. Onlarm sana dair bilgile­rinin zirvesi, senin niteliğini değil, sadece var olduğunu bilmektir. Be­nimle ilişkinde de sen böylesin: Kendi nefsini bilmeni aşamazsın, ken­dinden başkasını göremezsin ve benim hakkımda ancak varlık bakımın­dan bilgi elde edebilirsin. Bilgi bakımından beni kuşatmış olsaydın hiç kuşkusuz sen ben, ben ise kuşatılmış, dolayısıyla zatım senin zatın olur­du. Fakat böyle bir durumda zatın benim zatım olmazdı. İşte sana İlâhî sırları gönderiyorum ve onlarla seni terbiye ediyorum. Sen onları ken­dinde yaratılmış olarak bulursun ve tanırsın. Bunları sana nasıl ulaştır­dığımın bilgisinden seni perdeledim. Çünkü onu müşahedeyi taşımaya gücün yetmez. Şayet onu bilseydin mahiyet bir olurdu. Mahiyetin bir olması imkânsızdır. Şu halde senin onu müşahede etmen imkânsızdır. Bileşiğin mahiyeti yalının mahiyetine döner mi? Hakikatlerin değişme­sine yol yoktur. Bilmelisin ki: Senin aşağında olan İçimseler sana tâbi olduğu gibi sen de bana tabisin. Dolayısıyla sen elbisemsin, sen benim Örtümsün, sen benim perdemsin.’

Bunun üzerine Ruh, Hâk’ka şöyle der:,‘Rabbim! Benim bir mül­küm olduğunu söylediğini duydum. Peki, nerededir o mülk?

Bu soru üzerine Hakk, ruh için nefsi kendisinden (ruhtan) ortaya çıkartmıştır. Nefs, türeme yoluyla olan mefuldür. Ruh şöyle demiştir: -Bu benim parçam, ben ise onun bütünüyüm. Tıpkı ben senden (Hakk’tan) olduğum halde sen benden değilsin!

Hakk şöyle karşılık vermiş:

-Doğru söyledin, ey ruhum!

Ruh şöyle demiş:

-‘Rabbim! Senin vasıtan ile konuştum. Kuşkusuz beni sen terbiye ettin, yardım ve terbiye sırrını benden gizledin ve onun bilgisini sadece kendine ayırdın. Benim yardımımı da, sahip olduğum bu mülkten (nefs) perdele ki ben seni bilemediğim gibi o da beni bilemesin.’

Bunun üzerine Hakk nefste kabul edicilik ve muhtaçlık niteliği ya­ratmış, aklı ise mukaddes Ruh’a vezir yapmıştır.

Sonra Ruh, nefse dönmüş ve ona şöyle demiştir:

-Ben kimim?

Nefs cevap vermiş:

-‘Rabbimsin! Hayatım sana bağlı olduğu gibi bekam da sana bağ­lıdır.’

Ruh sahip olduğu mülküyle böbürlenmiş, nefste Rabbinin kendi­sindeki makamına yerleşmiş, bunun ise yardımın (imdadın) ta kendisi olduğunu zannetmiştir. Hakk ise gerçeğin zannettiğinin aksine olduğu­nu bildirmek istemiştir. Ayrıca, daha önce istediği gibi yardım sırrını ruha vermiş olsaydı, ulûhiyetten hiçbir şeyin kendisine özgü kalmaya­cağını ve varlığın birleşeceğini öğretmek istemiştir. Hakk bunu isteyince, ruhun karşısında hevâ’yı (arzu gücü), aklın karşısında ise şehvet (arzu) gücünü yaratmış, şehveti, hevanın veziri yapmış. Nefste genel olarak kendisine gelen her şeyi kabul etme özelliği yaratmıştır. Böylece nefs, her birisinin azametli veziri olan iki güçlü rab (ruh ve hevâ) arasında bulunmuştur. Vezirler şehvet ve akıldır. Söz konusu iki Rab’den her bi­ri, sürekli olarak nefsi kendisine çağırır. Gerçekte ise hepsi Allah Teâlâ katındandır, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hepsi Allah Teâlâ katındandır:374 Başka bir ayette ise ‘Şunlara ve bunlara Rabbinin ihsanından yardım ederiz375 buyurur. Bu nedenle nefis, başkalaştırma ve temizlenme mahalli olmuştur. ‘Allah Teâlâ ona (nefse) iyilik ve kötülüğünü ilham etmiştir.’376 Bu ayetin öncesinde ise ‘Nef­se ve onu düzenleyene yemin olsun ki377 buyurur: Nefs, hevânın çağrısına karşılık verirse başkalaşma, ruhun davetçisine karşılık verirse din ve bir­leme itibarıyla temizlenme meydana gelir.

Ruh bağırdığını fakat kendisine kimsenin karşılık vermediğini gö­rünce şöyle der:

-‘Mülkümü davetime icabetten kim engelliyor?

Vezir (akıl) şöyle der:

324 Fütuhât-ı Mekkiyye I

' . . ı ' •

-Senin karşında, kendisine itaat edilen güçlü otorite sahibi hevâ adında bir hükümdar vardır. Onun lütufları peşindir. Bütün süsüyle ve ziynetiyle dünya ona aittir. Nefse kendi mertebesini açmış, onu davet etmiş, nefs de bu davete karşılık vermiş ve icabet etmiştir.’

Bunun üzerine Ruh şikâyetle Allah Teâlâ’ya yönelmiş, böylelikle kulluğu sabit olmuştur. İstenilen de zaten buydu.

(Farklı Âlemlerde Rabler ve Merbûblar)

Rabler ve merbûblar (terbiye edilen), her birisi kendi makam ve değerine göre tenezzül etmiştir. Ayrık-şehadet âleminin Rabbi hitap âlemidir. Bitişik-şehadet âleminin Rabbi ceberût âlemidir. Ceberût âleminin Rabbi, Melekût âlemi, melekût âleminin Rabbi Kelime, Kelime’nin Rabbi ise bütünün Rabbi olan el-Vâhid ve es-Samed’dir (Hiç­bir şeye muhtaç olmayan Bir).

Kuşkusuz bu konuda et-Tedbirâtu'l-llâhiyye fi-Islahi’l-Memleketi’lînsâniyye isimli kitabımızda doyurucu açıklama yaptık. Bu nedenle sözü uzatmak korkusuyla, o bölümü burada yinelemekten sarf-ı nazar ettik. Ayrıca bu konuyu Tefsiru’l-Kur’arida. (Kur’an Tefsiri) de zikretmiştik.

Kullarını terbiye işini deruhte eden ve dilediklerini vasıtalarla per­deleyen Rabbi tenzih ederim!

Anlamını ve ruhunu kavrayan kimse için bu bölümden şu sonuç çıkmıştır: Kuşkusuz (Fatiha suresinde geçen âlemlerin Rabbi ifadesin­de) Rab Allah Teâlâ’dır. Âlemler ise tümel benzerdir (Kelime, Tümel Ruh). Bu nedenle Allah Teâlâ onu âlemlerde sekiz harf üzerine Arş olarak yaratmış, lütuf, terbiye, ilgi ve Rahman merhametiyle onun üzerine yerleşmiştir. Bu merhamet, ahiret hayatını ayırt etmek için Rahîm isminin merha­metiyle desteklenmiştir. Böylelikle Rahman genel, Rahîm ise özel ol­muştur.

O halde Rahman kendi âleminde dolaylı ve dolaysız olarak Rahman’dır. Rahîm ise özelleştirme içermesi ve inayetin değeri nedeniyle doğrudan kelimelerinde rahimdir.

Anla! Aksi halde kabul et, selâmete erersin.

(‘Din Gününün Sahibi’ Âyeti)

Allah Teâlâ, bu ayet ile ceza gününü ve tefrika (ayrım) makamından mülk mertebesini kastetmiştir ki o da (tefrikanın, çıkarmanın zıddı olan) cem’dir (toplamadır). Çünkü tefrika ancak bir cem’de (birlik, bü­tünlük) gerçekleşebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onda her hikmetli iş ayırt edilip çıkarılır.™7* Şu halde, ayette belirtilen o mübarek gece, cem’ makarnıdır ve tefrikanın otoritesini kabul etmiştir. Binaenaleyh o, tefrika makamı (kul-Rab ayrımı) demektir. Böylelikle cem’, hitap düzeyinde emir ve yasağa, irade düzeyinde öfke ve rızaya, kulun fiili bakımından itaat ve isyana, ilâhın fiili bakımından tehdit ve ödüle ayrılır.         .

Bu günde el-Melik (sahip, hükümdar), şefaat hakkı olan, şefaate tahsis edilen ve nefsim değil ümmetim diyen kimsedir. Tasavvuf yolun­da ortaya çıkan dünyadaki kıyamet için talep edilen varlığımızdaki hü­kümdar, Kutsî Ruh’tur. Kıyamet günü Hakkın karşılığı var etme, karşı­lık azap ise hesaba çekilme günüdür. Amel itaat ise ‘hurma ve üzümler­den’ cennetler, nankörce işlenmiş günah ise ‘boyunduruk ve azaptan ibaret’ cehennemler vardır. Her ikisi de görünüşte iddia makamındandır.

(Varlığımızdaki Hükümdar)

Bu ayette melik’in tanımından, ona gereken şeylerden, nefsin ‘din günü’nden ondan fâni olma mertebesine ulaşıp ulaşamayacağından söz etmeyi gerekli görüyoruz. Şöyle derim: Melik, sahip olma yoluyla mül­kü olan ve kendisine meleğin secde ettiği kimse demektir ki, o da ruh­tur. Hevâ kendisine karşı çıkıp nefisten ona karşı yardım istediğinde, ruh hevâ’yı öldürmek istemiş ve buna hazırlanmıştır. Ruh tevhidin ve Mele-i ala’nın (yüce topluluk) askerleriyle, hevâ da kuruntu, aldanış ve aşağı âlemin askerleriyle ortaya çıktığında ruh hevâ’ya şöyle demiştir:

-Sana söz: Ben yenersem, her şey benimdir. Sen yenersen ve beni mağlup edersen mülk şenindir. Bu topluluk aramızda perişan olmasın.’

Bunun üzerine ruh ve hevâ vuruşmuş, ardından ruh yokluk kılıcıy­la hevâyı öldürmüş, bir direnç ve büyük bir çabadan sonra nefsi elde


etmeyi başarmıştır. Böylelikle nefs, Rııhun kılıcı altında teslim olmuş, kurtuluşa ermiş, temizlenmiş ve arınmıştır. Nefs iman ettiği için duyu­lar da iman etmiş ve hepsi birden itaat boyunduruğu altına girmiş^ em­re uymuş, bozuk iddia dürtüleri onlardan çekip alınmış, kelimeleri bir olmuştur. Böylece ruh ve nefs âdeta tek bir şey haline gelmiştir. Ruh için gerçek anlamda melik adı geçerli olmuş, ardından Allah Teâlâ kendisine şöyle hitap etmiş: ‘Din gününün sahibi.’ Böylece onu kendi makamına göndermiş, onu şeriatın ayrımından birliğin birleştirmesine taşımıştır.

el-Melik, gerçekte Hakk’tır. O, her şeyin sahibi ve kullanıcısıdır. O, özü gereği, genel ve özel anlamda şefaat edendir: Özel anlamda dünya­da, genel anlamda ise belirli bir açıdan ahirette şefaat eder. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘âlemlerin Rabbini’ görmekten perdelenmişlerin kalplerini ısın­dırmak için, ‘Din gününün sahibi’ ayetinden önce ‘Rahman ve Rahîm’dir’ demiştir. Allah Teâlâ Teiâlâ’nın din günü şöyle dediğini görmez mi­sin: ‘Melekler, peygamberler ve müminler şefaat etmiş, geride merha­metlilerin merhametlisi kalmıştır.’ Böylece fiili var etmezden önce kalp­lerinde alışma meydana gelsin diye, el-Cebbâr veya el-Kahhâr dememiş­tir.

Bu varlıktaki anlamı öğrenen kimseye ‘en merhametlinin maka­mında’ şefaatin tahsisi geçerli olabilir. Bu varlıktaki özel şefaati bilme­yen ise büyük toplanma günü genel şefaatin içine girer, merhametlilerin makamında görünür. Böylece, merhametlilerin en merhametlisinin şe­faatiyle fark cem’ haline, parçalanma dürülmeye, çift teke döner; başka bir ifadeyle surun dışı olan cehennemden içteki cennete döner. Duvar çöküp, sur yıkılıp nehirler birbirine karıştığında, deryalar birleşip ber­zah yok olduğunda, azap nimete, cehennem cennete dönüşür. Artık ne azap kalır ne cezalandırma! Sadece, gözlerin gördüğü döşekler ve kol­tuklar üzerinde kuşların ötüşlerinin dinlenmesi, huri ve vildanın hizme­tiyle nimet ve esenlik kalır. Cehennem bekçisi Malik gider, Cennet bek­çisi Rıdvan kalır. Böylece cehennem, cennet hazirelerinde nimedenecek Hakk gelir. İblis’in sırrı onların arasmda ortaya çıkar. Bir anda o ve secde edilen eşidenir. Çünkü her ikisi de takdir edilmiş bir hüküm ve öne geçmiş bir kaderle tasarruf etmiştir. Onlarm bu yazgıdan kaçınmaları mümkün değildi ve bunu yapmak zorundaydılar. ‘Âdem Musa’yı sus­turdu.’

‘Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.’ Ayeti

Allah Teâlâ’nın varlığı ‘el-Hamdu lillah (Hamd Allah Teâlâ’ya aittir)’ ayetiyle, gı­dası ‘âlemlerin Rabbi’, seçimi ve tahsisi ‘er-Rahman ve er-Rahîm’dir’, övgü ve saygınlığı ‘Din gününün sahibi’ ayetiyle sabit olduğunda art­masını arzulayarak şükrün ve övgünün tekrarlanmasını ve pekiştirilme­sini istemiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Ancak sana ibadet ederiz ve senden yardım dileriz.’379 Bu, şükür makamıdır. Başka bir ifadeyle, sadece sana kul olduğumuzu ikrar eder, yalnız sana sığınırız, senin hiçbir ortağın yoktur. Benim senin karşındaki konumuma indirdiğin kimselere karşı yardım isterken de sadece sana yönelirim, başkasına değil. Ben de, onla­ra kendi sayemde değil, senin sayende yardım ederim. Dolayısıyla ger­çekte yardım eden sensin, ben değil.’

Böylelikle tümel kul, bu ayetle Allah Teâlâ hakkında ortaksızlığı ispadar.

‘îyyake (ancak sana)’ kelimesindeki Ya harfi -ki o tümel kulun sim­gesidirbaşkayı görmekle kendi adına benlik iddiası meydana gelmesin diye tevhidin iki Elifi arasında sınırlandı. Böylelikle tevhit kendisini ku­şattı. ‘İyyake’deki Kef ise Hakkın zamiridir. Kef ye iki Elif aynı şeydir, dolayısıyla onlar zatın delillendirilenidir. Sonra, ‘na'budu (ibadet ede­riz)’, kendisindeki zamirde bulunan Ya’nın fiilinin niteliğidir. Kul, Hakkın fiilidir. Şu halde, varlıkta sadece özel anlamda ilâhî mertebe kalmıştır. Fakat o, ‘iyyake nestaîn (ancak sana ibadet ederiz)’ ayetinde, ilk yaratma nedeniyle kendi hakkındadır. Çünkü orada başkasının varlı­ğı tasavvur edilemez. ‘Ancak senden yardım dileriz380 ayeti ise ilk yarat­madan türeyen yaratıklar içindir. Bu da, hilâfet sırrının mahallidir. ‘An­cak senden yardım dileriz381 ayetinde, melekler secde etmiş ve kibirlenen de direnmiştir.               .  . I '

‘Bizi sırat-ı müstakime ulaştır. O nimet verdiklerinin, gazap ettiklerinin yoluna veya sapkınların yoluna değil5 Ayeti

Tümel kul, Hakka ‘Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz382 dediğinde, Hakk ona şöyle der:

-‘Bana kulluk etmenin anlamı nedir?’

Buna kul şöyle karşılık verir:

-‘Cem ve tefrika (birlik ve ayrım) makamında tevhidin sabit olması’

Kurtuluşun tevhitte bulunduğu -ki tevhit sırat-ı müstakim, başka bir ifadeyle kendisinin fâni ya da -anlayabilirsebâki olmasıyla zatı mü­şahede etmek demektirnefste karar kılınca şöyle der: ‘Bizi doğru yola ulaştır.’383 Ardından, nefsin doğru demesiyle (yol) iki yol olarak karşısı­na çıkmıştır: Birisi eğri yol -ki bu iddia yoludur-, İkincisi ise dosdoğru yol -o da tevhit yoludur.Nefs bu iki yol hakkmda ancak kendilerinde yürüyenlere göre bir ayrım yapabilir. Böylelikle nefs, kendi Rabbini doğru yolda yürürken görmüş ve onunla Rabbini tanımış, kendisine bakmıştır. Bu sayede kendisiyle Rabbi arasında -ki Rabbi ruhturlâtiflikte bir yakınlık meydana gelmiştir. Bileşik âlemde eğri yola bakmıştır ki, o da nefsin şu ifadesidir: ‘Nimet verdiklerinin yoluna.’ Sözü edilen yol, nefse bitişik bileşik âlemdir. ‘Gazap edilmiş’ olanlar ise neftsen ayrık âlemdir. Söz konusu âlemin mensupları, nefse bitişik âleme kıyasla sap­kınlar ve öfke duyulanlardır.

Nefs, her iki yolun başmda durmuş, eğri yolun sonunun helâk, doğru yolun sonunun ise kurtuluş olduğunu görmüş, her nereye gider­se kendi âleminin onu takip edeceğini anlamıştır. Nefs doğru yol üzere yürüyerek rabbinin mertebesine yönelmek isteyip ‘Ancak sana ibadet ederiz1 sözüyle bunun kaynağınm bizzat kendisi olduğunu öğrendiğin­de, aciz kalmış ve onu başaramamış. Bunun üzerine ‘Ancak senden yar­dım isteriz’ ayetiyle yardım dilemiş, Rabbi de onu ‘bize hidayet ver’ dile­ğine karşı ikaz etmiştir. Nefs bunun farkına varmış ve şöyle demiş: ‘Bi­ze hidayet et.’ Böylelikle ‘sırat-ı müstakim (doğru yol)’ sözüyle görmüş olduğu şeyi -ki o senin zatının bilgisidirnitelemiştir.


el-Mevâkıf kitabının yazan (Nifferî) şöyle demiş: ‘Bilginin bir tesiri yoktur.’ Başka bir sözünde ise şöyle demiştir: Helakinin kaynağı sensin.

‘Nimet verdiklerinin yolıi’ istisnaî bir kıraatte, kutsî ruha işaret ede­rek, ‘Sırâte meri en'ame aleyh (nimet verdiğinin yoluna)’ diye okun­muştur. Her ikisinin yorumu, Allah Teâlâ’nın nimet verdiği peygamber ve veli­lerin yolu demektir. ‘Gazap edilenler’ onlara benzemediği gibi ‘sapkınlar da’onlar gibi değildir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bunlar kulum içindir ve kuluma istediği verilecek.’ Bu vaat gereği, Hakk nefse karşılık vermiş ve eğriliğini doğrultmuş, gi­deceği yolu açıkça belirtmiştir. Duasını bitirdikten sonra âmin (kabul et) diyerek kulun yaygısını kaldırmıştır. Böylelikle emân ile karşılık ger­çekleşmiştir. Bu meleklerin ‘âmin’ demeleridir. Ruhun ‘âmin demesi de asker gibi hatta daha istekli olarak nefse uymuştur. Çünkü irade bir ol­muş ve nefs için konuşma (nutk) meydana gelmiştir. Bu nedenle ruh onu nefs-i natıka diye isimlendirmiştir. O Ruh’un Arş’ıdır. Akıl ise isti­vanın suretidir.

Anla! Aksi halde teslim ol ve selâmete,er! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.™4   -

ALIŞTIRMA FASILLARI VE TESİS KAİDELERİ

(Bakara Suresinin Başındaki Ayetin Yorumu)

(Kur’an’ı Anlamada) vuslat gözüyle güzele bakmak: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir, onlar iman etmeyecektir. Allah Teâlâ kalplerine, kulaklarına ve gözlerine perde çekmiştir. On­lar için büyük azap vardır.™5

Açıklama: Ey Muhammed! ‘O kâfirler ki:’ Onlar, bana sevgilerini kendilerinden gizlemiş kimselerdir. ‘Onları korkutman, seni kendisiyle on­lara gönderdiğim tehdidin veya sözünle korkutman birdir, inanmazlar.™6 Senin sözlerine inanmazlar. Çünkü onlar benden başkasını bilmezler. Hâlbuki sen onları yaratıklarımla korkutuyorsun. Onlar, onu ne bilir ne de anlarlar!

Onlar sana nasıl inanabilir ki? ‘Ben onların kalplerini mühürledim.’ Dolayısıyla onlarda benden başkasına yer bırakmadım. ‘Kulaklarını mühürledim.’ Artık âlemde benden başkasından söz duymazlar. ‘Gözle­rinde perde vardır.’ Beni müşahede ettiklerinde heybetimden ‘göremez­ler’ benden başkasını. Benim nezdimde ‘Onlar için aeı bir azap vardır.’ Bu azap, onları bu yüce müşahededen senin korkutmana döndürüp kendimden perdelememdedir. Nitekim sana da ‘yayın iki ucu veya daha da azı’ yakınlıktan sonra döndürüp, oradan seni yalanlayan ve katımdan kendisine getirdiğin şeyi yüzüne çarpanların yanına indirmiştim. On­lardan benim uğrumda gönlünü daraltan şeyleri duyuyordun. Artık İsrâ yolculuğunda müşahede ettiğin açıklık nerede!

İşte yaratıklarım karşısında Eminlerim de böyledir. Onlardan hoş­nutluğumu gizledim ve dolayısıyla onlara asla kızmam.

BU BÖLÜMDE ÖZETLEDİĞİMİZ MESELENİN AÇIMLANMASI

(Düşman Suretinde Veliler)

Hakkın, velilerini Hakk düşmanları niteliğinde nasıl gizlediğine bakınız! Şöyle ki: . Allah Teâlâ eminleri el-Lâtif isminden var edip onlar için el-Cemîl isminde tecelli ettiğinde, onlar Hakla sevmiştir. Kıskançlık, seven ve sevilende iki farklı açıdan sevginin niteliklerinden birisidir. Dolayısıyla kıskançlıkları nedeniyle Hakka olan sevgilerini gizlemişler­dir. Bunlara örnek olarak eş-Şiblî ve benzerlerini verebiliriz. Hakk da bu kıskançlık nedeniyle başkalarının onları tanımasını engellemiştir.

Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O inkâr edenler.’ Yani, müşahe­delerinde kendilerine görünen vuslat (kavuşma) sırlarını örtenler. Şöyle demiştir: ‘Sizi sıfatlarım vasıtasıyla zatımdan perdelemem gerekir.’ Böy­lece hayrete düştükleri gibi aynı şekilde istidat dâ kazanamamışlardır. Ben de onları bu âlemde ve peygamberlerimin dilleriyle korkuttum, fa­kat onlar anlamadılar: Çünkü onlar, aynü’l-cem’ (birlik) mertebesinde­dir. Allah Teâlâ ise kendilerine ayrım mertebesinden hitap etmişti. Onlar ise

tafsil ve ayrım âlemini bilmiyordu. Bu nedenle, anlamaya yatkın değil­lerdi. Sevginin otoritesi, o esnada Hakk yönünden bir kıskançlık olarak, kalplerini istilâ etmişti.

Allah Teâlâ, peygamberine ruhen ve Kur’an yoluyla davet ettiği şeye ica­bet etmeyişlerinin sebebini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ onla­rın kalplerini mühürlemiştir.’ Dolayısıyla başkasını kalplerine sığdıramazlar. ‘Kulaklarını da mühürlemiştir.,3S7 Allah Teâlâ’nın kelâmının dışında âlemdekilerin dilleriyle söylenmiş sözleri duymazlar. Böylece âlemde kendi dil­leriyle konuştuğu halde Allah Teâlâ’yı müşahede ederler. ‘Onların gözlerinde perde vardır.’ Nur’dan ibaret olan yücelik ve heybetten kaynaklanan bir ( perde. Çünkü celâl ve heybet O’na aittir. Bununla içinde o insanlara te­celli ettiği önceki sıfatı kastetmektedir.

AUah onları zatı müşahede etmenin haz deryalarına dalmış halde bırakmış, kendüerine şöyle demiştir: Sizin için ‘büyük bir azap’ kaçı­nılmazdır. Onlar ise kendilerine göre sıfat bir olduğu için, azabın mahi­yetini anlamamıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlar için oluş ve bozuluş âlemini yaratmış, kendilerine bütün isimleri öğretmiş, onları Rahman’a nispet edilen Arş’a yerleştirmiştir. Azapları orada olacaktır. Onlar AUah katında bilinmezlik hâzinelerinde neşelenmekteydi. Melekler onları gördüğünde, secdeye kapanmışlar, onlar da meleklere isimleri öğretmiş­tir.

Bu bağlamda Ebû Yezîd’e gelince, o (Arş’ta) istiva edememiş, aza­ba takat getirememiş, o esnada bayılıp düşmüştür. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sevgilimi bana gönderiniz. Çünkü onun benden ayrı kalmaya tahammülü yok!’ Bunun üzerine Ebû Yezid, özlem ve hi­tap ile perdelenmiştir. Geride kâfirler kalmış, onlar Arş’tan Kürsü’ye inmiş, bu esnada onlara iki ayak gözükmüş, çisimsel yaratılışın gecesi­nin son üçte birlik diliminde nefse ait dünya semasına inmişlerdir. Bu­rada, yükselmeye güç yetiremeyen ağırlık sahiplerine (insanlar ve cinler) hitap etmişlerdir: ‘Bir dua eden yok mu ki, ona icabet ecüle?’ Tövbe eden yok mu ki tövbesi kabul edile? Bağışlanmak isteyen yok mu ki ba­ğışlana?’ Tan sökünceye kadar böyle devam eder. Tan söktüğünde ise akla mensup nuranî-ruh ortaya çıkar. Böylece, geldikleri yönden geri dönerler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kim visal orucu tutarsa seher

vaktine kadar tutsun. Seher, ‘Kabirlerde olan şeylerin diriltilme vakti­dir.’ Allah Teâlâ’nın tuzağından çekinmeyen her kul, aklanmıştır. Anla!

FASIL

. ' ‘ . 1 . (Aşağıdaki Ayet-i Kerîme’nin Tevili)

‘İnsanlardan bir kısmı inanmadıkları halde, Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inandık derler. Allah Teâlâ’yı ve iman edenleri kandırırlar, Hâlbuki sadece kendile­rini kandırırlar, farkında da değillerdir. Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah Teâlâ da hastalıklarını artırmıştır, yalanladıkları şey karşısında onlar için büyük azap var dır .,m

Allah Teâlâ yaratıklarını yoktan yaratmış mutlak birlik diliyle rabliğinde tecelli edip şöyle buyurmuştur: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Mu­hatap, olabildiğince duruluk içindeydi ve şöyle karşılık vermişti: ‘Evet Rabbimizsin.’ Bu cevap, bir yankı gibiydi. Çünkü onlar (yaratılış âle­minde muhatap olanlar), Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ vasıtasıyla karşılık vermişti. Çünkü hâdis varlık (sonradan var olan), ortaya dikilmiş bir hayaldir. Ayette geçen tanıklık ise (Allah Teâlâ’nın insanları kendilerine karşı tanık tut­ması), sadece merhametten kaynaklanan bir tanıklıktı. Çünkü onlardaki doğal haz ve İlâhî iktidarı kabul etme özelliği nedeniyle, kendisine ortak koşacaklarını bildiği için onlara ‘sadece ben’ (sizin Rabbiniz değil mi­yim) dememiştir. Bunu ise ‘ancak pek az kimse bilebilir.’389

Hakk kandilleri yakarak varlık evini aydınlatıp, kendisinin ise bilin­mezlik karanlıklarında kalmasından sonra, gayret ve izzet perdesinin ar­dından âlemin suretleri ezelî ilimden ebedî dış varlığa çıkmıştır. Böylece suretler, hareket edici ve farklı dillerle konuşucu olarak görülmüştür. Suretler, karanlıktan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, süreleri tamamlandı­ğında tekrar karanlığa dönerler. Seher vaktine kadar, böyle devam eder.

Akıl, gözünün gördüğü şeyin hakikatini öğrenmek istemiştir. Çün­kü duyunun kimi sürçmeleri vardır. Bunun üzerine örtüye yaklaşır, onun konuşmasını kendisinde gizlenmiş olarak görür. Burada şaşılacak bir sır bulunduğunu anlar, kendi nefsinden onu öğrenir ve bilir. Ayrıca peygamberi ve peygamberin getirdiği teklif sorumluluklarını öğrenir. Bu meyanda ilk vazife, kelime-i tevhid’dir. Böylece tevhidi ikrar eder. Binaenaleyh hiç kimse Yaratan’ın varlığını inkâr etmemiştir, sadece O’na dair ifadeleri değişiktir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, peygamberinin ta­nıklığıyla şirk (fark) diliyle onlara hitap ederek kendilerini sınamış, bir kısmı ise hem cinslerinden birinin peygamber seçilmesini inkâr etmiştir.

Ardından, inkâr edenler iki kısma ayrılmış: Bir kısmı, olgulara ba­kıp herhangi bir şeyde bir üstünlük görmeyerek inkâr etmiştir. Bir kıs­mı ise olguları içten ye akıl düzeyinde incelemiş, akledilirlerde ortaklık görmüş, ayrıcalığı unutmuş, böylece inkâr etmiştir. Allah Teâlâ, peygamberi­ni kılıç ile göndermiş, onlarm kalplerine ölüm korkusunu yerleştirmiş, düşünceleri ölçüsünde kalplerine kuşku sokmuştur. Bu bağlamda bir kısmı, işrak kelimesini (ortak saymak, daha önce belirtilen yorumla kelime-i tevhit anlamında kullanılmaktadır) kesin olarak reddetmeyi sür­dürmüştür ki, bu tasım kâfirlerdir. Bir kısmı, onu müşahede ederek ka­bul etmiştir. Böyle yapan, Allah Teâlâ’yı bilendir. Bir kısmı, düşünerek onda direnç göstermiştir. Bu kişi Allah Teâlâ’yı arif olandır. Bir kısmı, inanarak onun üzerinde sabit olmuştur ki, bu kısım avamdır. Bir kısım, öldü­rülmekten korkmuş kelime-i şehadeti ikrar etmiş, fakat inanmamıştır. Bunun üzerine Hakkın dili ona şöyle nida etmiştir: Ğörünüşte ‘İnsan­lardan bir kısmı Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman ettik der.’ (Gerçekte ise ‘Onlar mümin değildir: İman davası güderek ve Allah Teâlâ’nın durumlarını bilmediği zannıyla ve amellerini yüzlerine çarpacağından bilinçsiz ola­rak ‘Allah Teâlâ’yı kandırırlar: Bu gün yaptıklarının ‘farkında değillerdir:390 ‘Kalplerinde hastalık vardır’, yani peygamberimin getirdiği şeye karşı kuşku vardır. ‘Allah Teâlâ da onlarm hastalıklarını artırmıştır.’391 Yani kuşku ve perdelerini artırmıştır. Kıyamet günü ‘onlar için acı bir azap vardır’. On­lar, şimdilik yanlarında gerçekleştirdiğimiz şeyleri yalanlamakla baş ba­şadır. Kader levhasında onlara yardım takdir edilmemiştir.

334 Fütuhât-ı Mekkiyye I                                                                            .             . '  .

I                                                                                 _

VASIL

(Münafıklığın Bâtınî Yorumu)

‘Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız denildiğinde derler ki: Biz sadece ıslah edicileriz. Dikkat ediniz, onlar bozguncuların ta kendileridir, fakat farkında değillerdir.,m Allah Teâlâ varlığı sekizle yetkinleştirdiğinde, id­dia süvarisi, nimedenme meydanında ortaya çıkmış, bu esnada, ‘insan­lardan bir kısmı iman ettik derler’ ordusu içinde buna meydan okuya­cak kimse çıkmadı. Böylelikle o, hepsine sahip olmuş, onlar da gönülle­rinden kendisine ve dinine yönelmiştir. Bunun üzerine onlara ya ikrar ya da ölüm denilmiştir. Onlar da sözle imanı kabul etmiş, dünya ve ahirette kendileri için acı bir azap gerçekleşmiştir.

Onlara şöyle denilmiş: ‘Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayınız.’ Yeryüzü bedenlerin arzıdır. Onlar ise hayallerinden şöyle geçirmiş: ‘Biz ıslah edicileriz.’ Bu söze karşı Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dikkat ediniz, onlar bozguncuların ta kendileridir.’ bize ve kendilerine göre. Çünkü onlar, söyledikleriyle istedikleri gibi yararlanamamıştır. Fakat bunun farkında değillerdir, yani eşyanın bir olduğunun. Farkında olsalardı, ne inanır ne de inkâr ederlerdi.

VASIL

(Münafıklar)

Münafıklara ‘’insanların inandığı gibi siz de inanın’ denildiğinde şöyle derler: ‘Akılsızların inandığı gibi mi inanacağız.’ Dikkat ediniz, onlar akılsız­ların ta kendileridir, fakat bilmezler:393 Şöyle ki: Onlar, başkaların yoluna katıldığında, tanıkların menzillerinde durmaları için kendilerine çağrı gelmiştir. Onlar da bir mekânda şu hitabı işitmiştir: ‘İnsanlar gibi siz de iman ediniz.’ Ardından, kendi cinslerinden bir davetçinin aldığı duyusal ahit nedeniyle (Elest’teki) ahitten perdelenmişlerdir. Bu durum, kendi-

lerini sağır yapmış, gözlerini köreltmiş, bilgisizlik gecelerini karartmış, sonuçta şöyle demişler: ‘Akılsızlar gibi iman mı edeceğiz.’

Onlar tenzih yolundan döndürülüp arzularıyla baş başa kaldıkla­rında Allah Teâlâ bize şöyle demiştir: ‘Dikkat ediniz! Onlar akılsızların ta kendisidir.’ Yani, arzular kendilerine sahip olup hitabı duyma hazzından perdelendiklerinde, bayağı insanların ta kendileridir. Fakat bunun farkında değillerdir. Yani üstün olanın düşük olandan ayrışması gerek­tiğini bilmezler. Yoksa bir şeyi meydana getirmek istediğinde ona ‘ol der, o da olu verir’ ayetinin anlamı kalmazdı. Bu anlam, eşyanın en gü­zel kanuna göre yaratılmasından başka bir şey midir?

Yoktan yaratma, var etme, sağlamlaştırma ve örneksiz yaratmanın sadece kendisine ait olduğu Allah Teâlâ’yı tenzih ederim.

VASIL

Münafıkların İddiaları

(Münafıklar)

‘İman edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise sizinle beraberiz, onlarla alay ediyoruz derler.’394

İman bu noktada beş kısımdır: Taklit imanı, bilgi imanı, görme imanı, Hakk imanı, hakikat imanı. Taklit imanı avama, bilgi delil sahiple­rine, görme müşahede sahiplerine, Hakk imanı ariflere, hakikat imanı ise (işin kaynağına) vâkıf olanlara aittir. Hakikatin hakikati ise -ki o ima­nın altıncı kısmıdırasaleten ve varis olarak gönderilmiş bilginlere aittir. Bunun açıklanması yasaklandı, dolayısıyla izah edilmesi imkânsızdır.

Bu bağlamda iman iddiasında bulunanların özelliği, bu beş iman grubundan birisiyle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ demektir. Buna göre kalp avama, kalbin sırrı delil sahiplerine, ruh müşahede sahiplerine, ru­hun sırrı ariflere, sırrın sırrı ise vakıf olanlara aittir. En büyük sır ise kıskanılan ve gizlenenlere (Hakk’ın eminleri) aittir.

Münafıklar, imandan yüz çevirmiş ve İslâm’a katılmıştır. Onların imanları, hayal hâzinesini aşmamıştır. Böylelikle içlerinde putlar edin­miş, onları ilâh mesabesine yerleştirmişlerdir. Gaflet kendilerine baskın gelip iman mahallinin iman mertebelerinden soyudanmasıyla ‘Şeytanla­rıyla baş başa kaldıklarında şöyle derler: ‘Biz sizinle beraberiz. Biz sade­ce alay etmekteyiz.’ Bu nedenle yalnızken şeytanlarına söyledikleri söz­lerinden dolayı azabı Hakk etmişlerdir. Birbiriyle çelişir davranışlar sergi­ledikleri, başka bir ifadeyle, aynı anda doğru ve yanlışı yaptıkları, yanlışı gizleyip doğruyu gösterdikleri ve doğruyu ifade edip yanlış yaptıkları için onlara ikiyüzlü denilmesi geçerli olmuştur. Zatları zatlarına hitap etmiş olsaydı, onlar adına bu durum sahih olmaz ve mutlaka hakikat ehlinden olurlardı.

Allah Teâlâ onların alaylarına cevap vermiş' ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ onlarla alay etmektedir.’ Bu onların alaylarıdır. Hayret! Onlar yok iken, ‘biz sizinle beraberiz’ nasıl diyebiliyorlar? Hakikat imanını müşahede etmiş olsalardı, Hakkı yaratılmışta müşahededen, (dolayı) ‘yalnız ;kalmaz’, konuşmaz veya susmazlardı. Bilakis, müşahede edenin yerini alır­lardı. O müşahede eden ise madde sahibi toplayıcı ruhtur. O halde in­san, kavuşmanın hakikatine bakmalıdır! Çünkü kavuşma, ancak daha önceki bir ayrılıktan sonra mümkündür.

Münafıklar, bilmedikleri, hatta kendilerine güzel görünen bir nite­likte toplanmıştır. Bu niteliğe göre hareket etmiş ve daha fazlasına güç yetiremeyip şöyle demişler: ‘İnandık.’ Sonra şeytanlıkla baş başa kaldık­larında’ önderlerine dönmüşlerdir. (Şeytan kelimesinin türetildiği) Şey­tanet, bir ayrılıktan sonra gerçekleşen kavuşmak gibi uzaklık demektir. ‘Şöyle dediler: Biz onlarla alay ediyoruz.’ Karşılaştığımız bir nitelikle alay etmekteyiz.

Bu ayeti, fecrin doğup örtünün kalkması ve engellerin silinip kuş­kunun kaybolması itibarıyla hakikatin hakikati yönünden iyice düşün! Bu durumda ‘Subhâne’, ‘Nisa’ ve ‘Şems’ surelerindeki sır sana gözükür. Böylelikle, karşılaştıkları kimselerin karşılaşanlar gibi olduklarını görür ve susarsın. Konuşursan helâk olursun.

Bu açıklanması yasak olan hakikatin hakikatidir. Bu sır, sadece on­dan zevk yoluyla bir , koku duyan kimseye açıklanabilir ki ona açıklan­masında bir beis yoktur. Artık iyice düşün, incele, Allattın izni ile doğ­ruya ulaşırsın!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar