Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ DÖRDÜNCÜ KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

KIRK YEDİNCİ BÖLÜM

Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi. Arif Başlangıcını Zikrettiğinde Nasıl Rahatlar? Makamının Yüksekliğine Rağmen Ona Arzu Duyar. Onu Buna Çağıran Sır Nedir?

Hakkı İlk (el-Evvel) diye nitelenmiş gördüğümde Başlangıç denizine geldim avuçlayayım diye

Susamış kimsenin hazzıyla, yoksa içme niyetiyle değil Beni sonunda avuçlarken görür

Ey onun içimi haz veren serinliği!

Sıcak bir ciğere; onun için çalış ve dur

Çünkü bu içeceğin kalpte bir hazzı vardır O esnada şaşkınlıkla nitelenmiş rabbini bu içecek kandırır

Onun şaşırması müşahede etmekten seni perdelemesin Ya da onda gördüğün güzellik ve böbürlenme

Çünkü onun önde gidende örneği bulunur Geriden gelen herkeste önde gitmiş örnek vardır.

Seçilmişin varisliği ve kesinleşmiş bir nitelik

Hakkın isimleriyle gerçekte kuşatılmış olarak.

Çünkü adamların sonları başlangıçtır

Kendilerinden sonra gelmiş ardları olmayan kimseler için

Tavrında Allah Teâlâ’nın peygamberi gibi.

Onun halefi yoktur. Bilakis iş onun nezdinde durmuştur.

Bilmelisin ki: Alem küre şeklinde olduğu için, insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Böylece yolduktan varlığa çıkmamız O’nunla gerçekleştiği gibi yine O’na döneriz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her iş O’na döner.’329 Başka bir ayette ise, ‘İçinde Allah Teâlâ’ya döndürüleceğiniz günden kor­kunuz,’330 ‘Dönüş O’nadır,’331 ‘İşlerin sonu Allah Teâlâ’yadır’332 buyurur.

Bir daire çizmeye başladığında, başına ulaşıncaya kadar onun dön­düğünü görmez misin? Bu durumda daire meydana gelir. İş böyle ol­mayıp O’nun katından doğrusal bir çizgi halinde çıkmış olsaydık, O’na dönemez, doğru sözlü olduğu halde ‘O’na döndürülürsünüz’333 ifadesi doğru olmazdı. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangı­ca dönen bir dairedir.

Allah Teâlâ, her varlığın mertebesini ilminde belirlemiştir. Bazı varlıklar (mevcut) kendi mertebelerinde yaratılmış, orada kalmış ve ayrılmamış­tır. Bu nedenle onlar hakkında başlangıç ve sondan söz edilmez, onlar için sadece var olmuş denilebilir. Çünkü başlangıcın mahiyeti, ancak bir şeyin göçtüğü şeyin ortaya çıkmasıyla anlaşılabilir. Bu kısımda ise, bir şeyin başlangıcı o şeyin var olmasıdır, başka bir şey söz konusu değildir (çünkü bulunduğu mertebeden ayrılmamıştır, yani yer değiştirme ol­mamıştır) . Bazı varlıklar ise, önce kendi mertebelerinde var olur, sonra varlıklarıyla doğalarının âlemine iner. Bunlar, unsurlardan türemiş ci­simlerdir, fakat bütün cisimler değil, sadece insan ve cinlerin cisimleri­dir.

Allah Teâlâ, hakkında bilgileri olmaksızın indirildikleri kendileri için be­lirlenmiş bu mertebelerde her şahsı o mertebeye çağıran bir davetçi yer­leştirmiştir. Binaenaleyh o şahıs, kendisine ait mertebeye ulaşıncaya ka­dar iyi ameller ile yükselir veya o mertebeyi Hakkın razı olmayacağı ameller ile talep eder. O halde Hakkın davetçisi kulun kalbine yerleşti­ğinde, kul seyr ü sulûke başlayınca kendisine varacağı makamdan kulu (Allah Teâlâ’ya) davet eder. Kalbe gelen her tecelli haz alman bir şey olduğuna göre, o yenidir, yabancıdır ve latiftir. Bu nedenle sürekli ona arzu duyu­lur. Vatanı sevmek de, bu kısma girer. Nitekim İbn er-Rumî şöyle der:

Vatanları insanlara sevdirmiştir ,

Gençlerin gerçekleştiği hedefleri

Vatanlarını yâd ettiklerinde, onu yâd ettiren şey Özlemle andıkları çocukluk dönemleridir.

İnsan gaflet uykusundan uyanıp kendisini yok oluş ve perişanlığa götüren amellerini tanımadığı sürece, kendisine tövbe varidi gelmez. Bu durumda korkar, arzusunun esiri ve çirkin amellerinin kılıcıyla öldü­rülmüş olduğunu anlar. Bunun üzerine kapı teşrifatçısı ona şöyle der: el-Melîk, işlediğin günahlardan sıyrılıp kendisine döndüğünde, O’nun sınır ve hududunda durduğunda, azabmdan seni emin kılacağını ve sa­na iyilik yapacağmı belirtti. Onun ihsanından biri de, kendisine getirdi­ğin her günahın suretini iyiliğe çevirmesidir.

Sonra kapı teşrifatçısı, içinde şöyle yazılı olan ilahi belgeyi tövbeka­ra verir: ‘Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla: Allah Teâlâ ile birlikte başka bir ilâha dua etmeyenler ve Allah Teâlâ’nın yasakladığı canı haksız yere öldürmeyenler ve zina etmeyenlerdir onlar. Bu günahı işleyene günahının cezası, kıyamet günü katmerli olarak verilir. Tövbe edip i man edenler ise, kötülüğü iyiliğe dönüştürülecek olanlardır.”34 

Bir yabanıl bu berat belgesini okuduğunda şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın hak­kımızda değiştireceğini taahhüt ettiği iyi amele bizi muvaffak kılacak kimdir? Cevap olarak içinde şöyle yazılmış bir berat daha gelir: ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında ise dilediğini bağış­lar”35 Yabanıl şöyle der: ‘Bağışlananlardan mı yoksa bağışlanmayanlardan mı olduğumu nereden bileyim?’ Buna cevap olarak içinde şöyle ya­zılmış üçüncü bir berat belgesi gelir: ‘Ey kendilerine haksızlık eden kulla­rım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar. O, bağışlayan ve merhamet edendir.”36 Yabanıl bu beratı okuduğunda şöyle der: ‘Tamamdır.’ Böylece teslim olur.

Bu bağlamda, birinci berat belgesi hakkında şöyle deriz: Kul,

‘önünden ve ardından batılın giremediği, hikmet sahibi ve övülenin katından indirilmiş™7 bu doğru sözlü beratı okuduğunda, kapı teşrifatçısı, Şâri (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle der: ‘Günahtan tövbe eden kimse, günahsız gibidir.’ Şiddetli korkunun ardından bu güvence kendisine geldiğinde, güven duygusuna ait daha önce aşina olmadığı bir tat ve haz bulur. Bu konuda bir atasözünde şöyle denilir: ‘...Korkudan titre­yen adam için güvenden daha haz vericidir.’

Bu hazzın tadı onun adına gerçekleşip salih amellere başlayarak (idraki) mahalli temizleyip el-Melîk ile oturmak için hazırlandığında, (Hakk) şöyle der: ‘Ben, beni zikreden ile beraber otururum.’ Böylece ki­şinin Hakka dair marifeti güçlenir, celalinin Hakk ettiği özellikleri öğre­nir, kendisine isyanlar olduğu zatın değerini bilir. Bunları öğrenince, büsbütün utanır, tövbesinin varidi kendisine geldiğinde duymuş olduğu haz kaybolur, görür ve anlar ki: İlahi mertebe, kendisine göndermiş ol­duğu nimete karşı saygılı olmasını ve şükretmesini istemektedir.

Bunun üzerine tasası ve üzüntüsü artar, hazları kaybolur. Bu ne­denle, Allah Teâlâ’yı bilenlerin uykularında başlangıç derecesindeki müritlerin gördükleri nurları görmediklerine tanık olursun. Çünkü sulûke yeni başlayan kişi, amel ve hallerinin güzelliklerini zihninde canlandırır, böy­lece onların sonuçlarını görür. Bilginler ise, yüce mertebenin layık ol­duğu davranışa karşı kusur ve ihmallerini görerek uyurlar. Dolayısıyla her biri uykusunda ancak kendisini üzen karanlıklar, gök gürültüsünü, şimşeği ve korkutucu olayları görür. Çünkü uyku duyuya tabidir.

Nefs, doğası gereği haz veren şeyleri sever. Hâlbuki tövbekâr, töv­benin durumunu ve sonunu öğrenince, tövbe varidinin getirdiği haz kaybolmuştur. Bu nedenle nefs, makamının yüceliğine rağmen, o mer­tebeye bitişmiş haz nedeniyle başlangıç haline özlem duyar (yönelir). Bu özlem, Allah Teâlâ’yı bilmesinin ona verdiği tasa ve üzüntüyü giderir. Böy­le bir durumda kişi, kuruntulardan haz alan kimse gibidir. İşte, sona erenlerin başlangıçlarına özlem duymasının sebebi budur.

Aşağı menzillere gelince, onlar bedensel amellerin verdiği yüce makamlardır. Bu amellere örnek olarak namaz, cihat, oruç ve duyusal amelleri verebiliriz. Ayrıca aşağı menziller, nefs kaynaklı amellerin ver­diği makamlardır. Nefs kaynaklı ameller, ezaya kadanmak, sabretmek, nefsin hoşlanacağı şeylerde azla yetinmek, yeterli olmasa bile bulunanla kanaat etmek, nefsi şikâyetten alıkoymak gibi riyazetlerdir. Bu (nefsi eğiten) riyazet ve mücahede amellerinin her birinin özel sonuçları ol­duğu gibi her amelin bir hali ve makamı vardır. Şâri, söylediklerinden akıl yürüterek söylemedikleri öğrenilsin diye bir kısmını açıklamıştır. Bazılarının sonuçlarını söylemeyişi, niteliklerin farklılaşması nedeniyle sonuçların farklılaşmasından kaynaklanır. Başka bir amacı ise, farz ibadedere ait nafilelerin (ferleri mesabesinde oldukları) farzların özelliğine sahip olduğunu bildirmektir. Bu nedenle bir insanın farz ibadeti eksik olduğunda, nafile ibadederinden tamamlanır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisinden aktarılan sahih bir hadiste şöyle bu­yurmuştur: ‘Kulun ilk bakılacak ibadeti namazdır. Allah Teâlâ şöyle der: Ku­lumun namazına bakınız, onu tam mı yapmış yoksa eksik mi bırakmış­tır. Namaz tam ise, onun adına tam olarak yazılır. Namazdan bir şey eksik ise, Allah Teâlâ şöyle buyurur: Bakınız, kulumun nafile namazı var mı­dır? Nafile namazı var ise, şöyle der: Kulumun farz namazındaki eksiği nafile namazından tamamlayınız. Sonra, ameller bu tarzda ele alınır.’

İbadetlerin nitelikleri hakkındaki başka bir sahih hadiste ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söylediği bildirilmiştir: ‘Namaz nurdur, sadaka burhandır, sabır (oruç ve hac) aydınlıktır, Kur’an lehinde veya aleyhin­de delildir. Sabahlayan herkes nefsini satın alır; ya onu azat eder ya da köleleştirir.’ Böylece nuru namaza, burhanı sadakaya -Ki kastedilen ze­kâttır-, aydınlığı ise oruç ve hacca izafe etmiştir. Burada hac ve oruç, içerdiği açlık, susuzluk ve hac fiilleriyle ilgili güçlük nedeniyle sabır diye ifade edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, başka bir hadiste ise ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ ifadesine hiçbir şeyin denk olamayacağını bildirmiştir. Her farzın nafilesi o farzın parçasıdır ve onun cinsindendir. Dolayısıyla nafi­lenin niteliği (kapsamında bulunduğu) farzın niteliği gibidir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şunu eklemiştir: ‘Sabahlayan herkes nefsini satar ya da azat eder.’ Kastedilen, nefsini Allah Teâlâ’dan satın alan kimsedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ müminlerden nefislerini satın almıştır.ms ‘Veya onu köleleştirir.’ Kastedilen ise, hidayet karşılığında sapkınlığı ve marifet karşılığında azabı satın alandır.339 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ifadesi nafile, farz, mubah ve mekruh amelleriyle şeriatın bütün hükümlerini içermiş­tir.

Allah Teâlâ’nın kullarına farz kıldığı her ibadet, ilahi bir isim veya ilahi bir hakikat ile irtibatlıdır. Allah Teâlâ, kuluna yerine getirdiği bu ibadetinde dün­yadayken kalbine verdiği menzil,, bilgi ve marifetleri, hallerine verdiği keramet ve olağanüstü işleri; ahirette ise, cennetlerinde, derecelerinde ve özellilde Adn cennetinde Kesib’de yaratanını görme nimetini, ibade­tin ilişkili olduğu bu isimden verir. Allah Teâlâ, namaz kılan kişinin kendisine yakardığını bildirmiştir. Namaz nurdur. Dolayısıyla kul Allah Teâlâ’ya başka bir isimden değil, en-Nur isminden yakarır. Nur bütün karanlıkları uzaklaştırdığı gibi, namaz da, bütün meşguliyetleri keser. Diğer ameller ise böyle değildir. Çünkü onlar, namaz gibi kendilerinin dışındaki her şeyi bırakmayı içermez. Bu nedenle namaz nur olmuştur. Allah Teâlâ, kulu kendisine en-Nur isminden yakardığında, onunla baş başa kalıp yakarı­şında Hakla müşahede etmesiyle de bütün varlıkların silineceğiyle müj­delemiştir.

Allah Teâlâ, yakarışında gizli ve açık zikri birleştirmesini kuluna farz kıl­mıştır. Birincisi gizli zikir -ki o içinden zikretmektirdiğeri ise açık zi­kirdir, o da topluluk içinde zikretmektir. Kul, namazında Allah Teâlâ’yı melek­ler topluluğunda ve yanında bulunan işiten varlıkların içinde zikreder. Bu kısım, namazda sesli okuduğu ifadelerdir. Allah Teâlâ sahih bir kutsi riva­yette şöyle buyurur: ‘Beni içinden zikrederse, ben de onu içimden zik­rederim. Beni bir toplulukta zikrederse, ben de kendisini o topluluktan daha hayırlı bir toplulukta zikrederim.’ Bazen daha hayırlı bir topluluk derken, bilhassa Allah Teâlâ’nın kendi mertebesine tahsis etmiş olduğu yakın melekler kastedilebilir. Bu üstünlük nedeniyle namazda açık ve gizli okumak kullara farz kılınmıştır.

Şu halde namaz kılıp namazının kendisinden başka her şeyi uzaklaştıramadığı bir kul (gerçekte) namaz kılmadığı gibi namazı da onun için bir nur değildir, içinden okuduğu halde Allah Teâlâ’nın onu kendi içinden zikrettiğini müşahede etmeyen kimse, okuyuşunu gizleyememiştir. Çünkü bir kul görünüşte gizli okuyup aklına aile, çocuklar, dünya ve ahiret âleminden arkadaşları gibi gelebilecek şeyleri getirse ya da melek­leri zihnine getirdiğinde, gizli okumamış olduğu gibi aynı zamanda (arada) karşılıklı ilişki bulunmadığı için Allah Teâlâ’nın içinden zikrettiği kim­selerden de olmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ kulu içinden zikrettiğinde, hiçbir yaratılmış Bari’nin içinde kulunu zikredilişine muttali olamaz. Aynı şe­kilde, kulun gizlediği şeyin kimsenin bilemeyeceği şeldlde olması gere­kir. Çünkü kul, okurken, teşbih ederken ve dua ederken namazında sa­dece rabbine münacat eder. Kul Allah Teâlâ’yı zâhirinde ve bâtınındaki (kendi­leriyle beraber bulunduğu ya da zihninde canlandırdığı) bir toplulukta zikrettiğinde de böyledir. Dışta bir toplulukta bulunmasındaki durum açıktır. İçindekine gelince, namazda açıktan okumadığı teşbihler ve du­alar esnasında kimse içindeki şeyi öğrenemez.

Namazdan başka hiçbir ibadet, kulu Hakka yalcın varlıkların ma­kamlarına eklemlemez. Söz konusu makam, melek, peygamber, nebi, veli ve müminler gibi Allah Teâlâ’nın velilerinin en üstün makamıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Secde et ve yaklaş.’340 Çünkü Allah Teâlâ, bu haldeyken kuluyla kendisine yalcın meleklere karşı övünür. Bu övünme, onlara şöyle de­mesidir:

‘Ben sizi bir ameliniz olmaksızın yaklaştırdım ve meleklerimin seç­kinlerinden yaptım. Şu ise, lculumdur. Kendisiyle yakınlık makamı ara­sına pek çok perde ve nefsin arzuları, maddi istekler, aile geçindirmek, mal, çocuk, hizmetçi, arkadaş gibi büyük engeller ve çetin sıkıntılar koydum. O ise bunların hepsini aştı ve secde edip yaklaşıncaya kadar gayret gösterdi ve yalcın kimselerden oldu. Ey meleklerim! Sizi bu en­geller ile denemediğim ve onların güçlüklerine sizi maruz bırakmadı­ğım halde, size tahsis ettiğim yüce makama bakıp bu kulun kıymetini biliniz ve benim uğrumda lcadandığı sıkıntı nedeniyle hakkını gözeti­niz.’

Bunun üzerine melekler şöyle der: ‘Ey rabbimiz! Biz cenneder ile nimetlenenlerden olsaydık ve cenneder bizim yerleşeceğimiz mekânlar olsaydı, bizim için orada amellerimizin gerektireceği menziller belirle­mez miydin? Rabbimiz! Senden (öyle olsaydı bizim adımıza belirleye­ceğin) o menzilleri bu kula ihsan etmeni istiyoruz.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerin kendisi için istedikleri şeyi kuluna verir.

Namazın ne kadar kıymetli bir ibadet olduğuna balcınız! Namaz­daki en lcıymedi şey ise, sözler arasında Allah Teâlâ’yı zikretmek, fiiller arasın­da en kıymetli şey ise, secde etmektir. Namazın sözlerinden en üstünü, ‘Allah Teâlâ kendisini öveni işitti’ ifadesidir. Burada kul Hakk adına bunları söylediği için, bu vekillik kulun namazdaki en değerli halidir. Çünkü Allah Teâlâ kulunun diliyle, ‘Allah Teâlâ kendisini öveni işitti’ demiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namaz kötülüklerden ve taşkınlıklardan engeller.’34' Bunun nedeni, namazın kendisinin dışındaki görünen davranışları yasaklamasıdır. ‘Allah Teâlâ’yı zikretmek ise en büyüktür,’M2 Yani namazın içindeki fiillerin en bü­yüğü Allah Teâlâ’yı zikretmektir.

Gerçeğe ermiş kişinin Allah Teâlâ’yı sadece Kur’an’da geçen zikirlerle zik­retmesi, böylece zikrinde sadece bir okuyucu olması uygundur. Bu du­rumda, tek bir lafızda okuma ve zikri birleştirerek okuyan ve zikreden­lerin ücretini, başka bir ifadeyle faziletini elde eder. Bu durumda (ken­disine bilginin) açılması bu tarzdan olduğu gibi aynı şekilde bilgisi, ha­li, sırrı, makamı ve menzili de bu kabilden (iki sınıfın özelliğinden) olur. Kul, Allah Teâlâ’yı Kur’an’da yer almayan bir zikir ile zikrederse, sadece Zikreden olur. Zikir Kur’an’dan olsa fakat kişi Kuran’dakini kastetmeseydi, niyetindeki eksildik ölçüsünde fazileti de eksilirdi.

Amellerin niyedere göre olduğu ve kişi için sadece niyet ettiğinin gerçekleşeceği bildirilmiştir. Dolayısıyla ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ dediğinde, bu ifadeyle Kur’an’da yer alan ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığım bil’34* ifadesini kastetmiş olman gerekir. Teşbih, tekbir ve övgülerde de durum böyledir. İnsanın nefeslerinin kıymetii olduğunu biliyorsun. Ne­fes gittiğinde artık geri dönmez. Dolayısıyla nefesini çok değerli ve yü­ce bir işte tüketmelisin.

Namazın (niçin) nur olduğuna dikkatini çekmiş öldük. Burhanın sadakaya bitişmesinin sebebi ise, Allah Teâlâ’nın insanı hırs özelliğiyle yaratmış olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsan aceleci yaratılmıştır,’344 Yani, aslı itibariyle bu özellikte yaratılmıştır. ‘Kötülük ona temas ettiğinde korkar, iyilik ulaştığında cimrileşir ”4S Başka bir ayette ise, ‘nefsinin cimriliğinden korunmuş kimse346 diyerek, cimriliği insan nefsine nispet etmiştir. Bu­nun esası şudur: Kul varlığını Allah Teâlâ’dan kazanmıştır. Böylece kul, ver­mek değil, almak özelliğinde yaratılmıştır. O halde kulun hakikati, sa­daka vermeyi gerektirmez. Kul sadaka verdiğinde, onun sadakası Allah Teâlâ’nın kendisinde yaratmış olduğu nefsinin cimriliğinden korunmuş ol­duğuna kanıttır. Bu nedenle Allah Teâlâ kutsî hadiste şöyle buyurur: ‘Sadaka burhandır.’

Güneş, üzerine vurduğu her şeyin bütün göz sahiplerine görünme­sini sağlayan bir aydınlıktır. Çünkü keşif salt ışık ile değil, (karanlıkla karışımı anlamındaki) ışığın ziyasıyla gerçekleşir. Çünkü ışık tek başına sadece karanlığı uzaklaştırır. Görme ise ziya (ışık ile karanlığın karışımı) sayesinde gerçekkşir. Salt karanlık perde olduğu gibi, salt ışık da bir perdedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbi hakkında şöyle buyurur: ‘O’nun per­desi nurdur.’ Başka bir hadiste ise, şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın karanlık ve ışıktan yetmiş -başka bir rivayette yetmiş binperdesi vardır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle sorulmuş: Rabbini gördün mü? Şöyle cevap vermiş: ‘Nuranîdir, nasıl göreyim?’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oruç ve hacdan ibaret olan sabrı, aydınlık saymıştır. Başka bir ifadeyle, yerine getirildi­ğinde aydınlığın sağladığı şeylerin algılanması onun vasıtasıyla gerçekle­şir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Rabbinin şöyle söylediğini bildi­rir: ‘Âdemoğlunun her ameli kendisine aittir. Oruç ise öyle değildir. Oruç bana aittir, onun ödülünü ben vereceğim.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir adania şöyle demiş: ‘Oruç tutmalısın, orucun dengi yoktur.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri olan yoktur.’347 O halde oruç, benzersiz bir nite­liktir ve o beslenmeden uzak durmak demektir. Yaratılmışın hakikati ise beslenmesini gerektirir. Kul, hakikatinin nitelenmeyi gerektirmediği bir özellikle nitelenmeyi istemiş, onunla nitelenmesi dinî bir yükümlülük olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılınmıştır.’34* Allah Teâlâ bu durumda kula şöyle der: ‘Oruç senin değil, benimdir.’ Başka bir ifadeyle, yemesi ve içmesi gerekmeyen kimse -sen değilbenim. Oruç bu özellikte olduğu ve senin oruç tutmanın se­bebi benim onu sana farz kılmam olduğu için, onun ödülünü verecek olan benim.

Allah Teâlâ oruç için adeta şunu der: ‘Onun ödülü benim. Çünkü yemek ve içmekten uzak durma özelliği beni talep eder. Sen ise (oruç tutan ki­şi) bu özellikleri kazandın. Hâlbuki onlar, senin hakikatin olmadığı gibi sana ait de değildir. Sen sadece oruç tutarken onlarla nitelendin. Bu özellik, seni benim kanma sokar. Çünkü sabır/oruç, nefsi engellemek demektir. Sen, emrimden dolayı hakikatinin gerektirdiği yeme ve içme­den nefsini engelledin.’

Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Oruçlunun iki sevinci vardır: Bi­rincisi iftar vaktindeki sevincidir.’ Bu sevinç hayvani rühuna aittir. ‘İkincisi ise rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.’ Bu sevinç ise rabden gelen hakikati olan düşünen nefsine aittir. Böylece oruç, kulun Allah Teâlâ’ya kavuşmasını sağlamıştır ki bu da müşahededir. Böylece oruç namazdan daha tamdır, çünkü oruç Allah Teâlâ’ya kavuşmayı ve onu müşahede etmeyi sağlar. Namaz ise müşahede değil münacattır (yakarış). Perde, ona eşlik eder. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Vahiy veya perde arkasından olmaksı­zın Allah Teâlâ hiç kimseyle konuşmamıştır.’349 Nitekim Allah Teâlâ Hz. Musa ile de böyle konuşmuş,350 bu nedenle Musa Allah Teâlâ’yı görmek istemiştir. Dolayı­sıyla konuşma, perdeye bağlanmıştır. Münacat ise karşılıklı konuşma­dır.

Allah Teâlâ şöyle der: “Namazı kendim ile kulum arasmda İlciye böldüm, yarısı bana, yarısı kuluma aittir. Kuluma istediği verilecektir.’ Kul, ‘hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulum beni öv­dü.’ Oruç ise bölünmez. Binaenaleyh oruç kula ait değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Kula ait olan ise Allah Teâlâ’ya ait olması bakımından orucun sevabıdır.

Burada önemli bir sır vardır, şöyle ki: Müşahede ve münacat bir araya gelmez. Çünkü müşahede susmaya, konuşma ise anlamaya aittir. Konuşurken, kim olursa olsun, konuştuğun kimseyle değil, konuşulan şeyle berabersin. Kur’an’ı anla, bu durumda Furkan’ı da anlarsın. Böy­lece namaz, oruç ve sadaka arasındaki fark belli olmuştur.

Allah Teâlâ’nın kendisine bitiştirdiği oruçtaki sevinme nedeniyle oruçlu, rabbine kavuştuğu için ‘Oruç tutanın ödülü Allah Teâlâ’dır’ deyişimize gelin­ce, bu ifade Yusuf suresindeki şu ayette açıklanır: ‘Kimin yükünde bulu­nursa, onun cezasıdır.’351

Hac ile orucun karşılaştırılmasına dönersek, hac insanın nefsini cinsel ilişki ve gösterişli şeyler giymekten alıkoyar. Bu durum, insanın oruç tutarken nefsini yemekten ve içmekten ve cinsel ilişkiden alıkoy­masına benzer. Hac, insanın nefsini yemek ve içmekten değil, sadece cinsel ilişki ve dedikodudan engellediği için, İslam’ın üzerine dayandığı kaideler içinde sona bırakılmıştır. Böylece haccm hükmü, herhangi bir hareketten uzak durmada kulun oruç ve namazdaki hükmüyle bir ol­muştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O benimdir.’ Yani, yerine getirildiğinde bu ibadet kula ait değildir.

Cinsel ilişki, nesillerin ortaya çıkmasının sebebidir. Bu nedenle kul, Allah Teâlâ için cinsel ilişkiyi terk ettiğinde, Allah Teâlâ onun bedelini ahirette ol sözüyle, dünyada velilerine ise Allah Teâlâ’nın adı ile verir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla bir eser izhar etmek istediği kimse için geçerlidir. Kul, ahirette var olmasını istediği bir şeye ol der, o şey hemen meydana ge­lir. Bu sözü söylemesi, hacceden ve oruç tutan olması bakımındandır.

Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hac ve orucu sabır lafzında birleştirmiş ve ‘sabır aydınlıktır’ buyurmuştur. Bununla beraber onda farz oruç bulunmayabilir. Çünkü zikirle ilgilendiği için kulun öğle yemeğini terk etmesi, özellikle o gün ve o yerde hacceden için sünnettir. Dolayısıyla bir insan bu vakitte duayla meşgul olduğu için yemek yemese doğal olarak acıkır.

Sûfîler, açlığı dört ölüm içinde beyaz ölüm diye isimlendirir. Beyaz ölüm, aydınlığa benzer. Çünkü Allah Teâlâ ehlinin dört ölümü vardır: Beyaz ölüm, ki açlıktır. İkincisi kırmızı ölümdür, arzularında nefse karşı çık­mak demektir. Üçüncüsü yeşil ölümdür. Yeşil ölüm, yamalı elbiseler giymektir. Dördüncüsü siyah ölümdür. Siyah ölüm, yaratıkların sıkıntı­sına, hatta her türlü ezaya kadanmaktır.

Yamalı elbiseler giymek yeşil ölüm diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu durumda kişinin hali farklı çiçek ve bitkileriyle yeryüzünün haline benzer. Böylece elbiselerin farklılığı ona benzetilmiştir. Sıkıntılara ta­hammülün siyah ölüm olması, sıkıntıya tahammülün nefsi tasaya dü­şürmesinden kaynaklanır. Tasa nefsin karanlığıdır, karanlık ise, siyaha benzer. Kırmızı ölüm ise, kanın kızıllığına benzetilerek, nefse karşı koymak sayılmıştır. Çünkü arzusuna karşı çıkan kişi, nefsini kurban et­miştir.

Allah Teâlâ izin verirse, elinizdeki kitapta kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç ve hac hakkında müstakil bölümler gelecektir. Bunlar, İslam’ın üzerinde kurulduğu esaslardır. Namazın sırlarından bir şeyler öğren­mek ve her namazın meydana getirdiği bilgileri ve ona ait nebevi ruh ve feleklerin hareketlerinden ilgili şeyleri öğrenmek isteyen kimse, etTenezzülâtü’l-Mûsuliyye adlı kitabımıza bakmalıdır.

Bu bölümde bu kadar açıklama meramı anlatmaya yeterlidir. Şim­di, bilgilerin bazı sırlarını özede zikredelim.

FASIL

İlahi Sır

Melekler şöyle demiştir: ‘Her birimizin bilinen bir makamı vardır.’352 İnsan ve cinler dışındaki her varlık böyledir. İnsan ve cin ise kendi ma­kamlarında yaratılmış olsa bile, bu iki sınıfın Allah Teâlâ’nın ilminde belirli ve takdir edilmiş, fakat kendilerinden gizlenmiş makamları vardır. İnsan ve cinlerden her birey, nefesi bittiğinde o makama ulaşır. Herkesin son ne­fesi, üzerinde öldüğü bilinen son makamıdır. Bu nedenle onlar, sulûk etmeye davet edilmiştir. Böylece insanlar ve cinler, şeriatın davetine uyarak yukarıya doğru, ancak gerçekleştiğinde öğrenebildikleri yönden iradî emre uyarak ise aşağıya doğru sulûk ederler.

O halde insan ve cin sınıfından her şahıs, sulûk edişinde kendisi adına yaratılmış bilinen makama ulaşır. ‘Onların bir kısmı bedbaht, bir kısmı mududur.’ Bu iki sınıfın dışındaki her varlık ise kendi makamında yaratılmıştır, o makamdan ayrılmaz, dolayısıyla ona dönmesi de emre­dilmez. Çünkü zaten o makamdadır. Bunlar melek, hayvan, bitki ve madenlerdir. Binaenaleyh her biri, Allah Teâlâ katında mududur ve bedbaht­lık onlara ulaşmaz.

Bununla birlikte meleklerin ‘bizden her birimizin bilinen bir ma­kamı vardır’ ifadesine insan ve cinler de dâhildir. Fakat âlemdeki hiçbir yaratılmış, içinde bulunmakla değil, sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle kendi makamı hakkında bilgi edinebilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, mümkündür ve mümkünün özelliği ise, özü gereği belli bir makam ka­bul etmemektir. Mümkünün bir makam kabul etmesi, bilgisinde onun hakkındaki takdirine göre tercih edenden kaynaklanır.

Bilinen, Allah Teâlâ’ya kendisine dair bilgi verendir, fakat kendisi bulun­duğu hali bilemez. Yaratıklarda hükümran olan kader sırrı budur. Çün­kü tercih edenin bilgisi, kadimin yolduğu imkansız olduğu için, başka­laşmaya konu olmaz. Allah Teâlâ’nın makamları belirlemeyi bilmesi de kadim­dir ve bu nedenle yok olmaz.

Bu mesele en kapalı aklî bahislerden biridir. Çünkü bu konu, Allah Teâlâ’nın şeyleri bilmesinin zatına ilave bir şey olmayıp bulundukları halde bilinenlere ilişen şeyin ilim olması yönünden zat olduğunu gösterir. Ba­zı akılcılar ise bundan farklı düşünür. Onların düşüncesi (zatına ilave bir şeyle şeyleri bilmesi), zatın yetkinlik derecesinde bir eksikliğe yol aç­tığı gibi zatın bu ilave şeyin gerektirmiş olduğu hükmü kabul ettiğini de gösterir. Bu durumda zatın ‘dilediğini yapan ve seçen olması’ geçersizleşir. O ‘aziz ve hakimdir.’353

Bu meseleyi iyice öğren ve ona dikkat et! Çünkü o, hayret mesele­leri içinde son derece kapalı bir konudur. Hiçbir akıl, salt düşüncesi yö­nünden gerçekte onu öğrenemez. Onun bilgisine ulaşmak, ilahi-nebevi bir keşif sayesinde mümkün olabilir.

Sonra konumuza dönüp şöyle deriz: Arkadaşlarımızdan bir grup keşif sahibi olmadıkları için bu konuda (varlıkların Allah Teâlâ nezdinde bili; nen makamlarında) yanılmış, düşünce gücü ve bozuk fikir ile şunu id­dia etmişlerdir: ‘Ademoğlundan yeddn kişi, Allah Teâlâ katında genel anlam­da meleklerden daha üstündür.’ Bunu iddia ederken bir şeyin başkasın­dan üstün olmasını sağlayan herhangi bir sınıfı veya herhangi bir mer­tebeyi şart koşmadan genel ifade kullanmışlardır. Sonra bu grup görüş­lerini delillendirip şöyle iddia etmiştir: ‘Ademoğlu her nefes yükselir. Meleklerin böyle bir özelliği yoktur. Çünkü onlar, kendi makamlarında yaratılmıştır.’

Bu görüşteki kimseler, dikkat çektiğimiz bu gerçeği anlamamıştır. Hâlbuki gerçek yükseliş, bize, meleklere ve başkalarına aittir ve dünyada, berzahta ve ahirette herkesin ayrılmaz özelliğidir. Bu durum, (ilahi) bilgide ölüm ile nitelenmiş herkes için geçerlidir. Kendilerini aşamayacakları belli makamları olsa bile, meleklerin bilginin artışından mahrum kalmadığını görmez misin? Allah Teâlâ bize Âdem’in diliyle melek­lere isimleri öğrettiğini bildirmiştir. Böylelikle daha önce sahip olma­dıkları ilahi isimler hakkında yeni bilgiler öğrenmiş, bu isimler ile O’nu teşbih ve takdis etmişlerdir. O halde, amel ile değil, bilgi ile yükselmede melekler bizimle eşit olduğu gibi biz de teldif ortadan kalktığı için ahiret amelleriyle yükselmeyiz. Dolayısıyla biz ve melekler sadece bil­giyle yükselmede ahirette eşit oluruz. Biz dünyada ulaştırıldığımız makama -ki o, bizden başkasının (melekler) kendiliğinden bulunduğu makamdırbaşkasından üstün olduğumuz için yükselmedik. Ona yükselmemizin nedeni, sadece sınanmaktır.

Bu görüşteki insanlar, Kur’an-ı Kerim’de ‘hanginizin daha iyi amel yaptığım denemek için’354 gibi ayedere rağmen Allah Teâlâ’nın neyi amaçladığını anlamamıştır. İnsanların Hakkın suretine göre yaratılmış olmasının bu denenmeye yol açtığı söylenemez. Çünkü ilahi suretten payları olmasa bile, cinler de bu mertebede bize ortaktır. Bunu biliniz! Başarıya ulaştı­ran Allah Teâlâ’dır.

İlahi Sır

Dairenin sonu, başlangıcına komşudur. O, özü gereği noktayı (ulaşmak) ister, nokta ise onu istemez. Böylece, âlemden yükselenlerin bir sona ulaşması geçerli olduğu gibi âlemin kendisine muhtaç, Allah Teâlâ’nın ise, âlemden müstağni olması da geçerli olmuştur. Ortaya çıkmıştır ki, âlemdeki her parça, sonsuza dek ondan yetkini olmayan benzeri bir şe­yin varille sebebi olabilir. Çünkü dairenin çevresi, komşu doğal mekân­larda birbirine bitişik (komşu) noktalardır. İki mekân arasmda üçüncü bir mekân veya farz edilen iki nokta veya onlardaki iki mevcut arasmda üçüncü bir nokta söz konusu değildir. Çünkü onların arasında mekân yoktur. O halde, bir noktadan oluşan çevrenin hükmü ile sonsuza kadar diğer çevrenin hükmü birdir.

Alemde son gerçekleşmiş iken (varacağı) gaye gerçekleşmiş değil­dir. Söz gelimi ahiret, âlemden sürekli oluşum içindedir. Çünkü cennet­likler cennederde var olmasını istedilderi bir şeye ol der, o şey de hemen olur; herhangi bir şeyi hayal ettiklerinde veya akıllarına bir şeyi oluş­turmak geldiğinde, o şey hemen önlerinde gerçekleşir. Cehennemlikler de böyledir: Onların aklına, içinde bulunduklarından daha büyüle bir azap korkusu gelir gelmez, o korku onlarda hemen gerçekleşir. Binae­naleyh onlar için bu azap, akıllarına düşüncenin gelmesinin ta kendisi­dir.

Çünkü ahiret diyarı, âlemi âlemden oluşturmayı gerektirir. Bütün bunlar ise, duyulur şeylerdir. Fakat bu oluşturma, sadece duyusal olarak ve düşüncenin, himmetin, iradenin, istek ve arzunun gerçekleşmesine bağlıdır. Dünyada bu durum, yani himmet vasıtasıyla fiil, herkes için mümkün değildir. Bununla birlikte bu özellik, dünyada veli olmayanlar için de gerçekleşir. Örnek olarak Afrika’daki göz (nazar) sahibini vere­biliriz. Fakat ahiret hayatında bir şeyin himmet sayesinde meydana gelmesi hemen gerçekleşirken dünyada ise Kadîbu’l-Bân ve başkaları gibi kimselerde nadir ve istisnaî olarak gerçekleşir. Alı ire t hayatında ise, herkes için olacaktır.

Böylece İmam Ebû Hamid’in (Gazalî), ‘imkanda bu âlemden daha güzeli yoktur’ ifadesi doğrulanmıştır. Çünkü insan-ı kâmilin üzerinde


yaratıldığı suretten daha yetkini yoktur. Öyle bir suret olsaydı, âlemde ilahi mertebeden ibaret olan suretten daha yetkin bir şey bulunmuş olurdu.

VASIL

İlahi Sır

Noktadan çevreye çıkan her çizgi, sahibi için eşittir ve çevredeki bir noktada biter. Nokta ise, kendiliğinden çoğalmaz ve ondan çevreye çı­kan çizgilerin çokluğuna rağmen artmaz. Şu halde çizgiler, çevreden her bir noktanın karşısında bulunur. Çünkü noktanın çevrenin karşısın­da bulunduğu başka bir noktanın onun karşısında bulunduğu yerden farklı olsaydı, bölünmüş olurdu ve bir olması geçerli olmazdı. Hâlbuki o tektir. Dolayısıyla nokta çokluklarına rağmen onlarm karşısında ancak kendi biricik zatıyla bulunmuştur. Böylece çolduk, hakikati tek olandan ortaya çıkmış, o hakikat ise, kendiliğinden çoğalmamıştır. Böylece ‘bir­den bir çıkar’ diyenin görüşü geçersizleşmiştir.

Merkez noktadan çevredeki tek noktaya çıkan çizgi, her varlık adına Yaratanından meydana gelmiş yöndür. Bu ‘bir şeyi (var etmek) irade etti­ğimizde ona ol deriz, o da olur355 ayetidir. Burada irade, dairenin (mer­kez) noktasından çevreye çıktığını varsaydığımız o çizgi olduğu gibi aynı zamanda var etmek üzere o noktayı çevrede belirleyen ilahi yöneliş­tir. Çünkü o çevre, mümkünler dairesinin ta kendisidir. Ortada bulu­nan ve dairenin noktası için çevreyi belirleyen nokta ise, özü gereği zo­runlu varlıktır. Var sayılan bu daire ise, mümkün cinslerin dairesidir. Bunlar mekânlı cevher, mekânsız cevher, var olanlar ve renlderle sınırlı­dır. Sınırlı olmayan ise, tür ve şahısların varlığıdır. Bu, her noktadan ve her daireden meydana gelen şeydir. Çünkü onda türlerin daireleri, türle­rin dairelerinden ise, türlerin ve şahısların daireleri oluşur. Bunu biliniz!

Asıl, hepsi için ille noktadır. Bu merkez noktadan çevrede belirlen­miş noktaya ulaşan çizgi, oradan kendisinden oluşan noktalara ve onun dışındaki dairenin yarısına uzar. Bu yarımdan ise, yetkin daireler çıkar. Bunun nedeni, özü gereği zorunlu varlık ile mümkün arasındaki farklı­
lıktır. Cinslerin dairesi olan mümkünden yetkin bir daire meydana gel­mez. Meydana gelseydi, farklılığı sağlayan özellikte zorunlu varlık ile ortak olurlardı ki böyle bir şey imkansızdır. O halde, cinslerden yetkin bir daire meydana getirmek imkansızdır. Böylece, mümkünün özü ge­reği
zorunlu varlığın yetkinliğinden eksik olduğu ortaya çıkar. Bu du­rumun şeldi, şöylece (aşağıdaki şekil üzere) sınırlama amacı taşımadan, tür ve cinslerin şeldi gibidir. Çünkü son türe ulaşıncaya kadar türlerin türleri olduğu gibi son cinse ulaşıncaya kadar cinslerin de cinsleri vardır:

Keşf sahiplerine göre, İnsanların-cinlerin ve hayvanların nefisleri­nin iki gücü vardır: Bilgi gücü ve amel gücü. Bu durum genel anlamda arı, örümcek, kuşlar vb. yuva yapan ve bunların dışındaki canlılarda ortaya çıkar. Diğer canlılardan ayrı olarak insan ve cinlerin nefislerinde
ise, canlıya veya tümel nefse ait olmayan üçüncü bir güç bulunur. Bu güç, düşünme gücüdür, insan türü, bazı bilgileri düşünceden elde eder. Aynı zamanda bilgileri ilahi feyizden almada diğer varlıklarla ortak ol­duğu gibi bazı bilgilerini de hayvan gibi fıtratı vasıtasıyla kazanır. Bu kısma örnek olarak, bebeğin emmeyi öğrenmesini ve süt emmesini ve­rebiliriz. insandan başkası düşünce yoluyla gerçekleşen bilgileri elde edemez. O halde, insanda düşünce,
‘işi yönetir ve ayetleri tafsil eder356 ayetinde belirtilen ilahi hakikat mesabesindedir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle buyurur: ‘Yaptığım hiçbir işte tereddüt etmedim.’ İlle Akıl veya Tümel Nefs için bu özellik yoktur.

Bu ayrıcalık, başka bir varlığın kendisine göre yaratılmadığı ilahi suretten dolayı insana tahsis edilmiştir. Biz insan-ı kâmilin ilahi surete göre yaratıldığını bildiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın, insandan başkasını bu özellikte yaratmadığından da eminiz. Çünkü böyle bir şeyin gerçekleşip gerçekleşmediği, ne bir peygamber sözünde ne de indirilmiş bir kitapta yer almıştır. Bir grup bu konuda yanılmış olsa bile, onlar bu konuda ilahi bir habere dayanmamış, sadece rivayet ile delil getirmiştir. Riva­yette ise, insan-ı kâmilden başkasının surete göre yaratılmadığım dile getiren bir ifade yoktur. Bu, doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir.

VASIL

İlahi Sır

Doğa, nefs ve hebâ (heyula, ilk madde) arasındadır. Bu görüş, İmam Ebû Hamid’e aittir. Dolayısıyla doğanın mertebesi de ancak ora­da bulunabilir. Hebâyı kabul eden son cisme kadar her cisim doğaldır. Doğal cisimlerden meydana gelmiş durumlar, güçler, tikel ruhlar, me­lekler ve nurlarda doğanın ilahi bir hükmü vardır. Allah Teâlâ bu hükmü ya­ratmış ve belirlemiştir. Doğanın hükmü hebâdan aşağıya doğru olan şeylerdir. Tümel nefsin hükmü ise, doğadan nefsin aşağısında bulunan şeylerdedir. Nefsin üzerinde bulunan şeylerde ise ne doğanın ne de nef­sin hükmü vardır.

Bu konuda akılcı filozoflar arasında pek çok görüş ayrılığı vardır. Filozoflar diyoruz, çünkü kelamcının kelamcı olması bakımından (ke­lamın gereği olan bilgi araçları ve kaynakları itibariyle) bu bilgiden na­sibi yoktur. Filozof ise, böyle değildir. Çünkü filozof, metafiziği, fiziği, matematiği ve mantık ilimlerini toplayan kimsedir. Bu dört ilmin dı­şında da bir ilim yoktur. Bilgileri elde etme yolu, (teorik) düşünce ve vergi (vehb) diye ikiye ayrılır. Vergi, ilahi feyizdir ve dosdarımızın yolu ona dayanır. Onlar, kendisine bulaşan bozulduk nedeniyle (teorik) dü­şünceyle ilgilenmezler. Düşüncede doğruluk, zanna dayanır, dolayısıyla verdiği hükme güvenilmez.

Burada dostlarımız derken abidleri, zahideri veya genel anlamda sûfîleri değil, hakikat ve tahkik ehli olan kalp, müşahede ve mükaşefe ehlini kastediyorum. Bu nedenle ‘peygamberlik ve velayet ilimleri aldın gücünün ötesindedir’ denilir. Akıl, düşüncesi sayesinde onlara giremez. Fakat özellikle düşüncesini'bozacak hayali ve düşünce kaynaldı bir kuş­kunun baskın gelmediği selim akıl sahibinde akıl, kabul edicidir. Sır ilimleri ise, pek çoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

'Bu, Ancak Şunun İçin Oldu' İfadesinin Bilinmesi. Neden ve Sebeplerin İspatı.

‘Şundan dolayı böyle oldu’                             .

Bu bilgi, hikmetler mertebesini elde edenin bilgisidir

Yaratanımızın varlığını nedene bağlama O zaman gidişiniz yokluğa olur           

O İlk’tir ki,

O’nun ilklikte ve hâdislikte başlangıcı yoktur

(Alemin Varlık Sebebi)

Bu bölümün ilk meselesi, ‘âlem şunun için var oldu’ dememizi sağ­layacak şekilde âlemin varlığını gerektiren bir sebebin mahiyetinin tes­pitidir. Alemin varlığının dayandığı söz konusu şey, ya nedendir. Bu durumda özü gereği nedenlisini arar. Böyle olduğunda şu soru sorulur: Acaba nedenlinin iki veya daha fazla nedeni olabilir mi olamaz mı? Bu soruşturma, vaz’ edilen şeylerde değil, teorik incelemede geçerlidir. Acaba nedenler çok ise, onların çokluğu gerçek hakikatlere mi dayanır, yoksa onlar tek bir şeye ait nispetler midir?

Bazı şeyler vardır ki onların varlığı daha önceki bir şarta veya şart­lara bağlıdır. Bunların hepsini sebep ismi kendinde toplar. Şartın bir hükmü olduğu gibi nedenin de bir hükmü vardır. Acaba âlem, varlığını gerektiren sebebe muhtaç olmada nedenlinin nedene veya şartlının şarta muhtaç olmasına mı benzer? Bunlardan biri olursa diğeri olmaz. Çünkü neden özü gereği nedenliyi kabul eder. Şart ise şartlıyı özü gereği kabul etmez. Söz gelimi bilgi hayat şartına bağlıdır. Hayat var ise bilginin de bulunması gerekmez. Bilenin bilen olması da böyledir. Çünkü bilgi, bi­lenin bilen olmasının nedenidir. Bilgi ortadan kalksaydı, sahibinin bilen olması da ortadan kalkardı. Bu yönden o, şarta benzer. Çünkü hayat or­tadan kalksaydı bilgi de ortadan kalkardı. Bilenin bilen olması ortadan kalksaydı, o zaman bilgi de ortadan kalkardı. Öte yandan bir açıdan da şarttan farklıdır. Çünkü bilgi ortadan kalksaydı, hayatın ortadan kalk­ması gerekmez. Bu iki akledilir mertebe birbirinden ayrışmış ve biri ne­den, diğeri de şart diye isimlendirilmiştir.

Alemin, var oluşunda Hakka nispeti, nedenlinin veya şardının nis­peti gibi midir? Her iki yoruma göre, şartlı gibi olması imkansızdır. Çünkü biz, şardı için ‘mudaka gerçekleşir’ demeyiz. Onun hakkında sa­dece şunu söyleyebiliriz: Şardı var olduğunda, onun varlığını geçerli kı­lan şartı da bulunmalıdır. Eş’arî kelamcının mezhebine göre, âlemin var olması gerekir diye hüküm veririz. Çünkü ilahi bilgi, âlemin var olma­sını takdir etmiştir. Bir şeyin, bilinenin aksine gerçekleşmesi imkansız­dır. Bu ise şardı hakkında söylenemez.

Kelamcının muhalifi olan kimselerin mezhebine göre ise -ki onlar filozoflardırâlemin var olması zorunludur. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi ne­deniyle âlemin var olmasını gerektirmiştir, dolayısıyla şartın aksine, (Allah Teâlâ) zatı ile nitelendiği sürece âlemin bulunması gerekir.

O halde, âlemin başkası nedeniyle varlığının zorunluluğu hususun­da Eş’arî kelamcı ile filozof arasında herhangi bir fark yoktur. Böylece bilginin âlemin varlığına ezeli olarak ilişmesini neden diye isimlendirdi­ğimiz gibi filozof da zatı neden diye isimlendirir ve bunların arasmda bir fark yoktur. Nedenlinin bütün mertebelerde nedeniyle eşit olması gerekmez, ister söz konusu olan bilginin öncelemesi ister Hakkın zatı olsun, neden, hiç kuşkusuz mertebe halamından nedenlisinden öncedir ve varlığı zorunlu ile mümkün arasında zamansal bir uzaklık veya zamansal bir belirlenim düşünülemez. Çünkü biz, ille mümkün varlıktan söz ediyoruz, zaman ise, mümkünler arasındadır. Zaman var olan (vücûdî) bir şey olsaydı, hakkında verilecek hüküm mümkünler hakkındaki diğer hükümler gibi olurdu. Zaman var olan bir şey olmayıp bir nispettir. Nispet ise nedenli varlığın dışta değil akılda var olmasıyla meydana gelir. Hakk ve yaratıkları arasmda zamansal bir uzaklık bulun­mayınca, geride sadece mertebe uzaklığı kalmıştır. Bu durumda, neden­li kendisinden meydana gelmesi yönünden nedenin mertebesinde ola­mayacağı gibi, yaratıkların da Hakkın mertebesinde bulunması geçerli değildir.

O halde kelamemm zannına göre, kendisinden kaçıp nedensellik fikrini benimseyen filozofu suçladığı konu, bilginin, bilinenin varlığını öncelemesi itibariyle, kelamcıyı da bağlar. Çünkü bilginin önce gelmesi, özü gereği nedenlinin var olmasını talep eder ki bu kaçınılmazdır. Bu ikisinin arasmda ise, belirlenmiş bir uzaklık düşünülemez.

Böylece bu meselede gerekli İdmi sırlara dikkatini çekmiş oldum. Buna göre âlem, ister yok isterse mevcut olsun, sürekli imkan mertebe­sindedir. Hakk ise sürekli kendisinden dolayı olan varlığının mertebesin­dedir. Alem, var olsa da olmasa da böyledir. Alem, (Hakka ait) nefsi zorunluluğa dâhil olsaydı, onun da kadim olması ve bu mertebede özü gereği zorunlu varlığa -Ki o Allah Teâlâ’dıreşit olması gerekirdi. Alem zorun­luluğa dâhil olmamış, bilakis imkan, Yaratıcısı ve sebebine muhtaçlık halinde kalmıştır. Onun sebebi, Allah Teâlâ’dır. Böylece Hakk ve âlem arasmda nefsi niteliğe bağlı ayrımın dışında uzaklığın bir anlamı kalmamıştır. Nefsî nitelik sayesinde ise, Hakk ve âlem ayırt edilir.

‘Acaba akılda nedenli bir durumun iki nedeni olabilir mi?’ ifademi­ze gelince, akıldaki nedenlinin iki nedeni olamaz. Aksine, nedenli ise tek bir nedenden olmalıdır. Çünkü nedenin yararı, nedenlide bir eseri­nin bulunmasıdır. Nedenlinin şartı bu nedenin nedenlisi olmayı kendi­siyle kabul ettiği bir nitelikte olmak ise, onun o nedenlinin nedeni ol­ması, (özsel, zatî) nedenli bu nitelikte olduğunda mümkündür. Öyleyse bu zorunludur. Buradan, bu niteliğin o şeyin nedeni olması lazım gel­mez. Çünkü o nefsî sıfattır. Bir şey, kendisinin nedeni olamaz. Böyle bir şey, nedenin nedenle aynı olmasına yol açardı ve bir şeyin mertebe bakımından kendisinden önce gelmesi gerekirdi Ki, bu imkansızdır. O halde bir şeyin kendisinin nedeni olması imkansızdır. Çünkü kendili­ğinde âlem, eşit derecede varlık ve yolduk ile nitelenmeyi kabul etme özelliğinde olmasaydı, iki olabilirden birini onun adma tercih eden ne­denin nedenlisi olamazdı.                   .

Çünkü imkansız olan, var edilme özelliğini kabul edemez. Bu du­rumda Hakk, onun nedeni olamaz. Böylelikle bir mümkünün o şeyin nedeni olması geçersiz olduğu gibi bir şeyin iki nedeninin olması da ge­çersizdir. Çünkü nedenin nedenlideki eseri, onun var olmasıdır. O za­man, diğer nedenin ondaki hükmü nedir? Varlığı ise, söz konusu şey onlardan birinden meydana gelmiş, diğerinin ise, bir eseri kalmamıştır.

Şöyle iddia edilebilir: Nedenli, iki nedenin birleşmesinden var olur ve onlardan meydana gelir. Bu iddiaya karşı şöyle deriz: İki nedenden her biri, tek başma iken neden değil ve ona neden ismi verilemediğini varsayalım. O zaman kendi başma neden olamayan bir şeyin başka bir şeye bağlı olarak neden olması da geçersizdir.

‘Nedenin birleşmeden meydana gelmesinin engeli nedir’ diye soru­lursa, şöyle cevap veririz: Bir şey kendisinden dolayı ondan meydana gelen şeyin nedeni olabilir, başkası nedeniyle değil. Aksi halde neden, başkasının nedenlisi olurdu. Çünkü başkası, kendisine neden olma özel­liğini kazandırmıştır. Kazanılmış her şey, nefissel nitelik değildir. Ne­den, o ikisinin birleşmesiyle neden olmuştur dediğimizde, bu birleşme ya onların her birine ilave bir iştir veya o ikisinin aynıdır. Onların aynı olması mümkün değildir. Çünkü biz onlardan her birini birleşme ol­maksızın biliyoruz. Dolayısıyla ilave bir şey olması zorunludur. Bu ilave şeyin, varlık (var olan) veya yolduk (yok olan) olması veya varlık veya yolduk olmaması veya aynı anda hem varlık hem yokluk olması gerekir. Bu dördüncü kısım, bedihi olarak imkansızdır. Varille olması da imkan­sızdır. Çünkü bu durumda teselsül veya kısır döngü gerçekleşir. Tesel­sül, gereğinden kendisine ulaşan ayrılmaz özelliği nedeniyle meydana gelir. Böylece nedenlisi olan şeyin nedeni olur ki, böyle bir şey imkan­sızdır. Bu ilave durumun yokluk olması da imkansızdır. Çünkü yolduk, mutlak bir olumsuzlamadır ve mutlak olumsuzluk, eser sahibi olmakla nitelenemez. İlave durumun nispeder gibi ne varlık ne de yokluk olması da imkansızdır. Çünkü nispederin varlıkta bir gerçekliği yoktur. Onlar meydana gelen göreceli şeylerdir ve meydana gelen bir şey kendisinden meydana geldiği şeyin nedeni olamaz. Böylelikle bir şeyin akılda iki ne­deninin olması imkansızlaşmıştır.

(Din tarafından) tespit edilmiş şeylerdeki nedenselliğe gelince, kuşkusuz şeriat, hükmün düzenlenmesinde topluca neden olan kimi du­rumları dikkate almıştır. Böyle bir şey imkansız sayılamaz.

Bunu öğrendiğine göre, (bilmelisin ki): Alemin varlığının bir ne­deni olması, Allah Teâlâ’nın birliğine en iyi kanıttır. Şu var Ki, şeriat bu lafzı Allah Teâlâ hakkında kullanmamıştır. Dolayısıyla biz bu adı O’na vermeyiz ve bu isimle O’na dua etmeyiz. Bu, kendisiyle birlikte ortağın silindiği zati birliğin gereğidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: cOrada Allah Teâlâ’dan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök bozulurdu.’357 Bunun anlamı, ‘onlar yaratılmazdı’ demektir. Burada yukarı âlem -ki o göktürve aşağı âlem -ki o yerdirkastedilmektedir.

Bu meseleyi zihnine iyice yerleştir. Çünkü o, Allah Teâlâ’dan ortağı ve sı­nırlamayı olumsuzlarken gereldi bir konudur. O halde onun zatına ait bir sınır olmadığı gibi mülkünde de ortağı yoktur.

‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. O aziz ve hakimdir.’

Siz öyle bir zatı nedenselleştirdiniz

Onu nedenselleştirdiniz, çünkü

O bilgisinin nedenlisidir

Kendisinin nedenlisi değildir

Belirttiğim hususa dikkatle bakınız!

Şu halde o, ayrışmasının sırrmdandır

Bizzat işi tafsilleştirdi

Ayırmasıyla başkasından;

Bende kesinleşmiş bir sır var

Onun yardımının sırrı olduğuma dair

Örtüyü giydim

Onun korumasını istediğim için.

DİĞER BİR MESELE

‘Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ (Nedensellik)

Alem, ilahi isimler nedeniyle bedbaht (şakî) ve mutiu (saîd) diye ayrılmıştır. Çünkü ilahi mertebe, özü gereği, âlemde bela ve afiyetin bulunmasını ister ve bu nedenle Allah Teâlâ dilemediği sürece bunlardan bi­rinin sürmesi gerekmez. (Çünkü) ‘Allah Teâlâ var idi ve âlem yoktu’ ve Allah Teâlâ bu isimlerle isimlendirilendir. O halde, bu konudaki durum, neden ve nedenli ilişkisi gibi değil, şart ve şartlı ilişkisi gibidir. Şart var olmadığı zaman şartlının var olması da mümkün değildir, hâlbuki şartlı bulun­masa bile şart var olabilir.

Alemde bela ve afiyeti gördüğümüzde şöyle dedik: Bunlar için bir şart bulunmalıdır. Bu şart, Hakkın bela veren, azap eden ve nimedendiren diye isimlendirilen bir ilâh olmasıdır. Her mümkün, iki hükümden, başka bir ifadeyle iki zıttan birini kabul etme özelliğinde olduğu gibi aynı zamanda iki zıttan birini kabul etmeme özelliğindedir. Bütün âlem, mümkündür, dolayısıyla iki hükümden birinin ondan nefyedilmesi mümkündür. Binaenaleyh ahiret hayatında azapta ve nimette ebedilik zorunlu değildir. Bilakis bütün bunlar, mümkündür.

Âlemin iki zıt hükümden birinde kalacağını ya da âlemin belirli bir parçasında her hükmün gerçekleşip o parçanın sonsuza dek o hükümde kalacağını -tevile açık olmayankesin bir hükümle bildiren ilahi bir ha­ber gelmiş olsaydı, hiç kuşkusuz onu kabul eder ve benimserdik. Hâl­buki Şâri’den, cehenneme giren ve oradan çıkmayanların ateşte sürekli kalacağına dair bir ifade gelmemiştir. Bir mümkün hakkında azabın hükmü ortadan kalkarsa -Ki onlar cennetliktiraynı şekilde cehennem­liklerden de ateşte oldukları halde azabın varlığı kalkabilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar ateşten çıkmayacaktır.358 Yine şöyle buyurur: ‘Rahmetim gazabımı geçti.’

Şartın varlığı şartlının varlığını zorunlu kılmaz. Binaenaleyh Allah Teâlâ, bütün isimleriyle ilâh olur ve âlemde hiçbir şekilde azap ve acı bulun­mayabilir. Çünkü azabın bir mümkünden kaldırılması, bütün mümkün­lerden kaldırılmasından daha olabilir bir iş değildir. Akıl bakımından elimizde azabın varlığının sürekli olduğuna dair bir kanıt yoktur. Geri­de ise, sadece inkâr edilemeyecek bir tarzda aktarılan nasslar veya kuş­kunun girmediği keşif kalmıştır. Akıl, doğru sözlüden açık bir nass veya açık bir keşif geldiğinde, onu reddetme hakkına sahip değildir.

BU BABDAN DİĞER BİR MESELE

(Nedenselliğin Başka Bir Yönü)

Adem, iki el ile yaratıldığı için Hakkın suretine göre var olabilmiş­tir. Bu nedenle, âlemin bütün hakikatleri Adem’de toplanmıştır. Âlem, ilahi isimleri talep eder ve bütün ilahi isimler hiç kuşkusuz insanda top­lanmıştır. Bu nedenle Âdem, âleme yönelişi olan bütün isimlerin bilgi­sine tahsis edildi. Bu bilgiyi Allah Teâlâ, insana göre daha yüce ve üstün âlem olan meleklere vermemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Adem’e bütün isimleri öğretti.™9 Burada Allah Teâlâ ‘bir kısmını’ demedi. Ardından ‘onları arz etti’360 demiş, isimler için kullanılması gereken zamiri kullanmamış ve canlılar için kullanılan çoğul-erkek zamiri kullanmıştır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın me­leklere isimleri değil, isimlendirilenleri sunduğunu gösterir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’m! Senden kendini isimlen­dirdiğin veya herhangi bir yaratığına öğrettiğin veya ilminde kendine ayırdığın ismin adına istiyorum.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu duayı Bakara sure­sinin nazil olmasından önce yapmış ise, buradaki isimleri ilahi isimler sayan kişiye göre, hadis ve ayet arasında çelişki bulunmaz. Çünkü bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın meleklere karşı Âdem’e tahsis ettiği şeye dair bilgisi yoktu. Nitekim bir hadiste şöyle der: ‘Rabbimin bana ve size ne yapacağını bilmiyorum. Ben sadece bana bildirilen vahye uyuyorum.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu duayı Bakara süresinin inmesinden sonra yap­mış ise, ‘bütün isimler’ derken âlemde eserlerini talep eden ilahi isimleri ve kendisiyle Hakka ibadet edilen tenzih ve takdis isimlerini kastetmiş olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şefaat hadisindeki (durum) ‘Rabbime Allah Teâlâ’nın bana bildirdiği şimdi bilmediğim övgülerle hamd ederim’ hadisinde de söz konusudur. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘bana öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi verildi’ buyurur. Öncekilerin bilgisi, Allah Teâlâ’nın Adem’e öğrettiği isimlerin bilgisini de içerir. Belki de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet günü kendileriyle Rabbine dua edeceği bu övgüler, hadisteki ‘sonrakile­rin bilgisi’ içine girer.

BU BABDAN DİĞER BİR MESELE

(Adem’in Halife Olması)

Hilafet, âlemdeki diğer türlere değil, sadece Âdem’e aittir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onu kendi suretine göre yaratmış olmasıdır. Çünkü ha­lifenin, halife olduğu konuda kendisini halife yapanın suretiyle gözük­mesi gerekir. Aksi halde, yaratıkları içinde halife olamazdı. Allah Teâlâ Âdem’e emir ve yasağı vermiş (emir ve yasaklamada yetki tanımış), onu halife diye isimlendirmiş, sevimli ve sevimsiz işlerde, kolaylıkta ve güç­lükte kendisine duyarak ve uyarak itaat edilmesini sağlamıştır. Ayrıca kullarına, Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve kendilerinden olan yöneticilere itaat etmeyi emretmiştir. Böylece Allah Teâlâ’nın peygamberi, Davud Peygamber gibi, risalet ve halifelik görevini kendinde toplamıştır. Çünkü Allah Teâlâ, Davud’un halifeliğini, ‘insanlar arasında adalet ile hüküm ver diye ifa­de etmiş, Âdem’in halifeliğini ise genel olarak belirtmiştir.

Her peygamber halife değildir. Emreden, yasaklayan, cezalandıran, bağışlayan, Allah Teâlâ’nın kendisine itaat edilmesini emrettiği ve bu nitelikleri topladığı kimse halifedir. Allah Teâlâ’nın emir ve yasağmı bildirip kendiliğin­den emir ve yasak koymaya izinli olmayan kimse ise, Rabbinin gönder­diğini tebliğ eden bir peygamberdir. Peygamber ve halife arasındaki


fark belirginleşmiştir. Bu nedenle Kur’an, ‘Peygamber’e itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur”62 ayetinde belirlilik talaşı getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya itaat ediniz.’363 Yani, peygamberin ‘bunu si­ze Allah Teâlâ emrediyor’ dediği gibi, peygamberinin diliyle emrettiği işlerde Allah Teâlâ’ya itaat ediniz. Burada kastedilen, Allah Teâlâ’nın kitabında geçen her emirdir. Ardından şöyle der: ‘Peygambere itaat edin,’364 Böylece Allah Teâlâ, kendisine itaat etmeyi peygamberine itaat etmekten ayırmıştır.

Bununla peygamberin bize ulaştırdığı Allah Teâlâ’nın emrini kastetmiş ol­saydı, bu ilavenin bir yararı olmazdı. O halde Allah Teâlâ’nın peygamberine emretme ve yasaklama rütbesini vermesi gerekir. Böylece peygamber, emreder ve yasaklar. Dolayısıyla biz de, Allah Teâlâ’dan gelen emir nedeniyle peygambere itaat etmekle yükümlüyüz.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’365 Peygambere itaat, bize emrettiği ve yasakladığı işlerde Allah Teâlâ katından söylenmeyen şeylerde itaat etmektir ve bu nedenle (Peygamberin söyle­dikleri de) Kur’an olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygamber size ne verirse alınız, neyi yasaklarsa ondan kaçınınız.’366 Allah Teâlâ, yasaklamayı peygambere izafe etmiş, peygamber kelimesini ise belirlilik takısıyla getirmiştir. Bu takı, burada bildirme ve genelliği ifade eder. Yani, halife yapıp kulları­mıza emir ve yasağımızı ulaştırmasına ilave olarak emretme ve yasakla­ma hakkı tanıdığımız peygambere itaat ediniz.

Aynı ayette şöyle der: ‘Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edi­niz)-”67 Yani, peygamberimin bir halifesi başınıza geçtiğinde veya pey­gamberin belirlediği üzere aranızdan birini yönetici yaptığınızda, Habeşli bir köle bile olsaartık onu dinleyin ve kendisine itaat edin. Çünkü ona itaat etmeniz, Allah Teâlâ’nın peygamberine itaat etmeniz demek­tir. Bu nedenle Kur’an, Ulu’l-emr (yönetici) kelimesi için ayrıca itaat edin dememiş, onu ‘peygambere itaat edin’ ifadesine atıf yapmıştır. Hâlbuki ‘Allah Teâlâ’ya itaat edin’ ifadesiyle ‘peygambere itaat edin’ ayrı ayrı gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘benzeri olmayandır,’368 Bu nedenle söz, ‘pey­gambere itaat edin’ diye başladı. Bu durum, Allah Teâlâ’nın peygamber’e em­retme ve yasaklama hakkı verdiğini gösterir. Yönetici ise, herhangi bir yasa ortaya koyamaz. Onlar, sadece bizim için ve onlar için mubah iş­lerde emredebilir ve yasaklayabilir. Mubah bir şeyi emredip ya da mu­bah bir işi yasakladıklarında, biz de onlara bu konuda itaat edersek farz kıldığı emir ve yasakta Allah Teâlâ’ya itaat eden kimse gibi ücret alırız. İşte bu, Allah Teâlâ’nın bize bir ikramıdır, gaflet ehli bunun farkına varamaz.

BU BABDAN DİĞER BİR MESELE

(Âdem’e Secde)

Meleklere ve bütün yaratıklara secde etmek emredilmiştir. Allah Teâlâ, kendisine yaklaşmayı secdeye bitiştirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Secde et ve yaklaş”69 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurur: ‘Kulun Allah Teâlâ’ya en yalcın olduğu yer secdesidir.’ Secdenin bu özelliği, ‘Allah Teâlâ kulları üstünde hü­kümrandır’,370 ‘Üstlerindeki rablerinden korkarlar5371 gibi ayetlerde geçen üst yönünün Allah Teâlâ’ya nispetiyle alt yönünün Allah Teâlâ’ya nispet edilmesinin bir ve aynı olduğunu yaratıkların öğrenmesini sağlar. Çünkü secde et­mek, insanın yüzüyle aşağıyı talep etmesidir. Nitekim dua etmek üzere ellerini ve yüzünü kaldırdığında insanın ayakta durması da, üst yönü ta­lep eder. Allah Teâlâ secdeyi Allah Teâlâ’ya yalanlık hali yaptı.

Üst yön Allah Teâlâ’yı alt yönden ya da alt yön, üst yönden sınırlamaz. Çünkü üst ve alt yönlerinin yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. Nitekim Arş üzerinde is­tiva etmek Allah Teâlâ’yı yakın göğe inmekten engellemediği gibi yalcın göğe inmek de O’nu Arş üzerinde istiva etmek ten engellemez. Aynı şekilde, (Arş’a) istiva ve (yakın göğe) inmek, ‘her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir’372 ayetinde belirttiği gibi, kendisine yaraşan ve dilediği tarz­da, bulunduğumuz her yerde bizimle olmaktan Allah Teâlâ’yı alıkoymaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni yerim ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdırdı.’ (Kur’an-ı Kerim’in Hud Peygamber’den aktardığına gö­re) Hud Peygamber, Allah Teâlâ hakkında şunu bildirir: ‘Hiçbir canlı yoktur ki, Allah Teâlâ onun perçeminden tutmuş olmasın.’373 Başka bir ayette ise ölen ki­şi için şöyle denilir: ‘Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.’374 Böylece Allah Teâlâ ölüye yakınlığı kendisine nispet etmiştir. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri yoktur, O gören ve duyandır’375 buyurur.

308 Fütûhât-ı Mekkiyye 2

BU B ABD AN DÖNGÜSEL BİR MESELE

(Farklılaşmaların Şekli)

(İlahi İsimler Nedeniyle Şeriatların Farklılaşması)

‘İlahi nispetlerin (isim ve nitelikler) farklılığı nedeniyle şeriatlar da farklılaşmıştır’ dedik. Bir şeriatta herhangi bir şeyi helal yapan ilahi nis­pet, bizzat o şeyi yasaklayan nispetin aynısı olsaydı, hükmün değişmesi geçerli olmazdı. Hâlbuki hükmün değiştiği sahihtir. Aynı zamanda, ‘Her biriniz için bir şeriat ve yöntem belirledik’376 ayetinin bir anlamı kal­mazdı. Hâlbuki her ümmetin bir şeriat ve yönteminin bulunduğu, söz konusu ümmetin peygamber ve resulünün o şeriatı getirdiği sabittir. Böylece gelen peygamber (önceld peygamberin şeriatını) nesh eder ve­ya sabit kılar. Böylelikle Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e şeriat kıldığı şeyde­ki nispetinin (isim) başka bir peygamberdeki nispetinden farklı oldu­ğunu kesin olarak öğrendik. Nispet, her yönden bir olsaydı -ki o özel şeriatı gerektiren şeydibu nedenle şeriat her yönden bir olurdu.

Şöyle sorulabilir: Peki, ilahi nispeder niçin farklılaşır? Buna şöyle cevap veririz: Çünkü haller birbirinden farklıdır. Hali hastalık olan kimse, ‘ey iyilik veren, ey şifa veren’ diye dua eder. Hali açlık olan kim­se, ‘ey rızık veren’ diye dua eder. Hali boğulma olan kimse, ‘ey kurta­ran’ diye dua eder. Hallerin değişmesi nedeniyle (Tanrı ile yaratıkları arasındaki) nispetler değişmiştir. Bu durum, ‘O her gün bir iştedir377 ve ‘Ey İnsan ve Cin! Sizin için boş olacağız5378 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Rabbini nitelerken şöyle buyurur: ‘Terazi onun elindedir, alçaltır ve yükseltir.’ Terazinin hali nedeniyle, teraziye yükselten ve alçal­tan denilmiştir. Böylece bu nispeder, ortaya çıkmıştır. Yaratıkların hal­lerinin farklılaşmasında da durum böyledir.

‘Hallerin farklılığı zamanların farklılığı nedeniyledir’ deyişimize ge­lince, insanların hallerinin farklılaşmasının sebebi, onlarm yaşadığı za­manların farklılaşması demektir. İnsanların ilkbahardaki halleri yazdaki hallerinden, yazdaki halleri sonbahardaki hallerinden, sonbahardaki hal­leri kıştaki hallerinden, kıştaki halleri ise, ilkbahar mevsimindeki halle­rinden farklıdır.

Zamanların doğal cisimlerdeki fiilleri hakkında bir bilgin şöyle der: ‘İlkbahardaki havaya hücum ediniz. Çünkü bahar havası, ağaçlarınızda yaptığı şeyi bedenlerinizde de yapar (bedenlerinizi canlandırır). Sonba­har mevsimindeki havadan sakınınız. Çünkü sonbahar havası, ağaçları­nızda yaptığı şeyi bedenlerinizde de yapar. Allah Teâlâ bizim yeryüzünün bit­kilerinden olduğumuzu belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ sizi yer­den bitki olarak çıkarır.’ 379 Burada ‘bitkileri çıkardım’ demek istemiştir. Çünkü ayette geçen fiilin mastarı, (bitki yetiştirmek anlamına gelen) inbattır. Nitekim Allah Teâlâ, yaratmayı kendisine (olmak) emredilen şeye nispet ederken de şöyle buyurur: ‘Bir şeyi (var etmek) istediğimizde, ona sözümüz öl’dur, o da olur.’380 Böylece oluşmayı oluşan şeyin kendisine bağlamıştır. Aynı şekilde, bitkilerin ortaya çıkması da bitkilere nispet edilmiştir. Bu nedenle ‘haller zamanların değişmesine göre değişir’ de­dik.

‘Zamanlar, hareketlerin farklılaşması nedeniyle farklılaşır’ deyişimi­ze gelince, burada ‘hareketler’ ile feleklerin hareketlerini kastediyorum.

Çünkü feleklerin hareketlerinin farklılaşmasıyla gece ve gündüz meyda­na gelir, seneler, aylar ve mevsimler belirlenir. Bunlar, zamanlar denilen şeylerdir.  ,

‘Hareketler, yönelişlerin farklılaşmasıyla farklılaşır’ deyişimize ge­lince, bu ifadeyle Allah Teâlâ’nın yaratma fiiliyle hareketlere yönelmesini kas­tediyorum. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir şeyi irade ettiğimizde.’’ Hareketlere yönelim tek olsaydı, hareketler değişmezdi, hâlbuki hareketler birbirin­den farklıdır. Bu durum, feleğinde ayı hareket ettiren yönelişin güneşi veya diğer yıldız ve felelderi hareket ettiren yönelişin aynı olmadığını gösterir. Bu farklılık olmasaydı, sürat ve yavaşlılık hepsinde eşidenirdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hepsi bir felek içinde yüzer.™1 Her hareketin ilahi bir yönelişi, başka bir ifadeyle irade eden olması yönünden özel bir taal­luku vardır.

‘Yönelişler ise, maksatların farklılaşmasıyla farklılaşır’ deyişimize gelince, bu yöneliş ile Ay hareketinin maksadı ve güneşin hareketinin maksadı bir olsaydı, (bu hareketlerden ortaya çıkacak) bir eser diğerin­den ayrışmazdı. Hâlbuki eserlerin birbirlerinden farklı olduğu kesindir. O halde yönelişler, maksadarın farklılığı nedeniyle farklılaşır. Hakkın bir kişiye razı olarak yönelmesi, başka birine gazap özelliğiyle yönelme­sinden farklıdır. Çünkü Hakk, birini cezalandırmaya, diğerini ise nimedendirmeye yönelmiştir. Böylece maksadar farklılaşır.

‘Maksatiar tecellilerin farklılaşmasıyla farklılaşır’ dememize gelince, tecelliler her yönden tek tarzda olsaydı, onların tek bir yönünün olması gerekirdi. Hâlbuki yönlerin farklı olduğu sabittir. Şu halde her yöneliş, başka bir tecellinin aynı olmayan özel bir tecelliye sahiptir. Çünkü ilahi (tecellilerdeki) genişlik, hiçbir şeyin tekrarlanmamasını gerektirir. Sûfilerin itimat ettilderi görüş budur. İnsanlar ise ‘yeniden yaratılış hak­kında kuşku içindedir.’382

Kût’ul-KulûVun yazarı Ebû Talib el-Mekkî ve Allah Teâlâ adamlarından diğer sûfıler şöyle der: ‘Allah Teâlâ iki şahsa tek bir surette tecelli etmemiştir veya bir surette iki kez tecelli etmemiştir.’ Bu nedenle âlemde eserler farklılaşmış, bu eserler (genel olarak) rıza ve gazap diye sınıflandırılmış­tır.

‘Tecelliler, şeriadarın farklılığı nedeniyle farklılaşır’ ifademize gelin­ce, bunun nedeni her şeriatın, Allah Teâlâ’ya ulaştıran bir yol ve bu yolların


birbirinden farklı olmasıdır. Dolayısıyla vergiler (mevhibeler) birbirin­den farklılaştığı gibi tecellilerin de farklılaşması gerekir. İçlerinde müna­fıklar bulunduğu halde Allah Teâlâ’nın kıyamet günü bu ümmete tecelli edece­ğini görmüyor musun? Kuşkusuz insanların şeriata bakışı da farklı fark­lıdır. Bu meyanda her müçtehit, Allah Teâlâ’ya giden yolda özel bir yönteme sahiptir. Bu nedenle mezhepler farklılaşmıştır. (Yine de) Her mezhep, tek bir şeriat içindedir. Allah Teâlâ bu durumu peygamberin diliyle bize be­lirtmiştir. Dolayısıyla tecelliler de zorunlu olarak farklılaşmıştır.

Her grup, Allah Teâlâ hakkında bir şeye inanır. Allah Teâlâ kendisine inandı­ğından farklı bir surette tecelli etse, O’nu inkâr eder. Allah Teâlâ herhangi bir grubun O’na dair içlerine yerleştirdikleri belirtiye (alamet) göre tecelli ederse, o grup Allah Teâlâ’yı kabul eder. Söz gelimi Allah Teâlâ, Eş’arî için Allah Teâlâ hakkındaki inancında kendisinden farklı düşünen kimsenin suretine gir­se ve bu kişiye de Eş’arî’nin inandığı surette tecelli etseydi, daha önce belirtildiği gibi, her ikisi de O’nu inkâr ederdi. Aynı şey, bütün gruplar için geçerlidir.

Allah Teâlâ her gruba Allah Teâlâ hakkındaki inanç suretlerinde tecelli ettiğin­de ise -Ki bu suret İmam Müslim’in es-Sahih’inde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktardığı alamettirO’nu rableri olarak kabul ederler. Hâlbuki bu suret­te tecelli eden Allah Teâlâ, diğer surette de tecelli edendir, başkası değil. Böy­lece şeriatların farklılaşması nedeniyle tecelliler de farklılaşır.

‘Şeriatlar ise ilahi nispetlerin farklılığı ile farklılaşır’ sözümüze ge­lince, bunu açıklamıştık. Böylece başladığımız noktaya ulaştık. Bu me­selelerden hangisini alırsan o, ilk, son ve orta olmaya uygundur. Başka bir ifadeyle dairesel her bir şeyin her parçası, varsayımsal olarak ille, son ve orta olabilir.

Bu dairesel şeklin benzerini, mütekaddimden (antilderden) birinin sözüne benzer bir şekilde et-Tedbîrâtü’l-llâhiyye isimli kitabımızda açık­lamıştık. O şöyle demişti: ‘Alem, koruyucu çitieri devlet olan bir bah­çedir. Devlet, sultandır. Sultanı ise, yasa sınırlar. Yasa, hükümdarın uy­guladığı siyasettir. Hükümdar, çobandır. Asker ona destek olur. Asker­ler yardımcıdır, onları mal bir araya getirir. Mal, tebaanın topladığı rızıktır. Tebaa, köledir, adalet onları itaat ettirir. Adalet, âlemin iyiliği­nin kendisinde bulunduğu bir imkandır.’

Böylece iş başa döner. Sözü uzatmaktan korktuğumuz için, neden ve sebepler hakkında bu kadar ima yeterlidir. Bu bölüm, oldukça geniş bir konudur. Çünkü bütün âlem, sebep ve sonuçlar, neden ve nedenliler olarak birbirine bağlıdır.

‘Allah Teâlâ halde söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi dördüncü kısım sona erdi. Bunu yirmi beşinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar