KENDİME- MARCUS AURELIUS ANTONIUS’ÜN DÜŞÜNCELERİ -2-
Başkalarının hatalarını kendilerine bırakmalıdır. (IX—20)
2. Hata irtikâp eden birisi, o hatayı kendisine karşı işlemiş olur. Bir haksızlık yapan kimse ise, kendini fenalaştırmış olduğundan nefsine karşı haksızlık irtikâp etmiş olur. (IX — 4)
3. Eğer o bir hatada bulunmuşsa, fenalık kendine aittir. Fakat belki hata işlememiştir. (IX — 38)
4. Sende bir hata işlemiş tesirini bırakan kimse hakkında kendi kendine şöyle bir hitapta bulun : "Bunun bir hata olduğundan emin miyim?” Eğer hata muhakkak ise kendi kendine de ki "O muhti kendisini mahkûm etmiştir. Bu suretle kendi gözlerini çıkarmış gibidir.”
Fena bir kimsenin hata işlememesini istemek, incir ağacının incirlere usare vermemesini, yeni doğanların bağırıp ağlamamasını, atın kişnememesini ve sair bunun gibi içtinabı mümkün olmayan şeylerin vaki olmasını istemek demektir. Filhakika bu türlü bir kabiliyetle başka ne yapılabilir? Eğer kâfi derecede gayret sahibi isen, muhitinin istidadını ıslah etmelisin. (XII — 16)
İnsaniyetsizlere karşı besleyeceğin hislerin, bu nevi insanların diğer insanlar hakkında duydukları hisler nevinden olmamasına dikkat et. (VII — 65)
2. Eşya hakkında, seni rencide eden kimse gibi hüküm yürütme. Onları olduğu gibi gör. (IV—11)
3. Keçi gibi kokan bir şahsa karşı hiddet etme, nefesi kokan kimseye hiddet eder misin? Ne yapsın? Onun ağzı ve koltuklan böyle kokar. İşte böyle menbaların mahsulü elbette böyle olur. Fakat denebilir ki, insanın aklı vardır, isterse ne hususta hata ettiğini anlayabilir. Bu doğru. Senin de aklın var, o halde sen de kendi idrakin nisbetinde onun idrak kabiliyeti üzerine müessir ol, ona hatasını göster, ihtar et, eğer seni dinlerse onu hata işlemekten sayanet ve tedavi etmiş olursun, hiddetlenmene lüzum yoktur. (V — 28 a)
4. Sokratın zevcesi (Ksantip) bir gün Sokrat’ın mantosunu üstünden atıp mantosuz bırakmıştı, o da bir koyun postu ile örtünmüştü. Feylesofu böyle acip bir kıyafette gören dostlarının mahcubiyet ten kızarmalarına karşı onun ne dediğini hatırla [[74]]. (XI — 28)
İntikam almak için en iyi çare: onlara benzememektir. (VI—6)
Jimnazda [Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi. ] güleşirken bir kimse bizi tırmıklar ve ya şiddetli bir baş vurursa, biz o adama karşı bundan dolayı ne infial ne de hiddet göstermeyiz, bize fenalık etmek istediğinden şüpheye düşmeyiz; ona karşı itimatsızlık hissi de beslemeyip kendisinden düşmandan kaçar gibi kaçmayız, kine kapılmaksızın kendisinden sadece ihtiraz ederiz. Hayatın diğer hallerinde de aynı suretle hareket edelim, Jimnazda geçen şeylere benzer bir çok hallere müsamaha gösterelim, Zira şunu tekrar edeyim ki, onlara şüpheli bir nazarla bakmaksızın ve kin beslemeksizin onlardan tevekki mümkündür. (VI — 20)
2. Güreşte senden mahirmiş varsın olsun, senden daha munis, daha mütevazı, hadisat karşısında daha metin ve yakininin hatalarına karşı daha müsamahakâr değil ya! (VII — 52)
3. Eğer o hata ettise hatasını kendisine lütufla göster. Şayet buna muvaffak olamazsan kendini itham et hatta kendini de itham etme, zira muvaffakiyet senin elinde değildir. (X — 4)
Hatırla ki, bir incir ağacının incir verdiğine şaşmak ne kadar gülünç ise Kozmostaki mevludatın da onun semereleri olduğuna hayret etmek te o kadar gülünçtür. Bu itibarla bir doktorun bir hastasının harareti olmasına .şaşması, ve bir klavuzun muhalif bir rüzgârın zuhuruna taaccüp etmesi de bu kabildir. (VIII —15)
2. Mümkün olmayan bir şeyin peşine düşmek cinnettir. Binaenaleyh, fenaların yaptıklarını yapmamaları imkânsızdır. (V — 7)
3. Bazı hareketlerin bazı adamlardan suduru tabiî ve mukadderdir, bunun böyle olduğunu istememek, incirin sütlü usaresi olmasını istememek kabilindendir. Hatırla ki yakında o da, sen de öleceksiniz ve az zaman sonra her ikinizin de adı ve şanı unutulacaktır. (IV-6)______________
4. Eflâtun der ki: Bir ruh hakikatten ve bunun neticesi olarak hakkaniyet, itidal, hayırhahlık ve buna benzer faziletlerden kastı olmayarak mahrumdur. Bunu unutmamak esaslı bir noktadır, zira sen bu sayede başkasına karşı daha müsamahakâr olacaksın. (VII — 63)
Birisi sana karşı bir hata işlese kendi kendine: Bu adama bu hatayı işleten hayır ve şer hakkında edindiği fikirdir.” dersen bu suretle görüş sana merhamet telkin edecektir. O vakit ne hayret, ne de hiddet duymayacaksın. Filhakika senin hayır hakkındaki fikrin ya onun fikrinin aynı ve yahut ona benzer bir fikirdir; o halde onu affetmelisin. Yahut hayırlar ve şerler hakkında verdiğin hükümler başkadır; bu takdirde ise görüşü fena olan birisi hakkında müsamahakâr olmak senin için daha kolaydır. (VII — 26)
2. Bir kimse seni tenkit ve ya biri senden nefret .ettiği vakit, onların ufak ruhlarının derinliğine nüfuz et ve ne olduklarına bak, bunların bir gün senin hakkında başka türlü bir fikirde bulunmaları kabil olduğu için muazzep olmana hiç mahal olmadığım görürsün. Maamafih onlara iyilik etmelisin. Zira onlar tabiî olarak, yani fıtratan senin dostundur, ilâhlar bile onlara, rüyalar, kehanetler vasıtasıyla endişe veren şeyler hakkında yardım etmektedir. (IX — 27)
3. Muktedirsen onları fikirlerinden vazgeçir. Olamadığı takdirde, iyiliğin sana bu gibi ahval için ihsan olunduğunu hatırla. Böyle insanlara karşı ilâhlar da kerimdir; ilâhlar o kadar rahimdirler ki, bu kabil insanlara sıhhat, servet, şeref gibi şeylerde yardım ederler. Bu, senin için de kabildir. Eğer değilse bana söyle, seni bundan men eden kimdir ? (IX — 11)
4. Anthistene diyor ki: "Bir insanın iyilik etmesi, ve aynı zamanda hakkında gıybet edildiğini işitmesi şahane bir şeydir.” (VII —36)
Bir küstahın küstahlığına maruz kalırsan, kendi kendine derhal de ki: kozmosta küstahların bulunmasına imkân yoktur. Binaenaleyh, mümkün olmayan bir şeyi isteme. Bu adam da, dünyada bu-
Ilınmamasına imkân olmayan hayâsızlardan biridir. Hilekâr, hain ve ya tesadüf edeceğin her hangi kusurlu insanlar hakkında da aynı mütalaayı yürüt. Zira böyle insanların mevcut olmamasının imkân dahilinde olmadığını hatırlarsan, bunların her biri hakkında daha merhametli olursun. Pek faydalı bir şey daha var, gene kendi kendine de ki: "Bu hata için tabiat hangi fazileti vermiştir.” Çünkü o nankörlüğe karşı merhameti bir panzehir olarak verdiği gibi, herhangi bir seyyieye mukabil de başka bir fazilet kuvveti vermiştir. Yolunu şaşıran birisini irşat etmeye daima mezunsun, zira her hata insanı gayeden uzaklaştırır ve yolundan alıkoyar. Fakat sen neden rencide oldun? Zira seni kendi hakkında iğzap eden kimsenin, senin düşünceni, olduğundan daha fena bir hale koyabilmesi asla mümkün değildir. Halbuki fenalık ve hatır kırılması asıl bundadır .
Bir cahilin cahil gibi hareket etmiş olmasında senin için fena ve ya garip addedilecek ne olabilir? Bilâkis sen böyle bir adamın bu hatayı irtikâp edeceğini düşünmediğin için kendi kendini muaheze etmen lâzım gelip gelmediğine dikkat et. Çünkü aklına müracaatla bu adamın bu hatayı işlemesi melhuz olduğunu anlayabilirdin. işte sen bu noktayı unuttuğun için o kimsenin o hatayı yapmış olmasına şaşıyorsun. Hususile birisinin vefasızlığını ve ya nankörlüğünü ayıpladığın vakit, kendine itapta bulunmalısın. Eğer böyle bir adamın sadakati muhafaza edeceğine bel bağladın, yahut o adama bir iyilik yaparken lütfunu bu hareketinin bütün semeresini hemen iktitaf edecek bir surette yapmadınsa, hata şenindir. İnsanlara iyilik yaparken başka ne bekliyorsun, tabiatına uygun bir surette hareket etmiş olman sana kifayet etmiyor mu? Bu, gözün görmek, ayağın yürümek için bir ücret istemesi gibidir. Bu azalar muayyen bazı vezaıfi ifa için yaratıldıkları ve tabiatlarına muvafık bir surette hareekt etmekle istihkaklarım almış oldukları gibi, iyilik yapmak için yaradılmış olan insan da, hayirkâr ise iyilik etmek ve yahut diğer bir suretle müşterek saye iştirâk etmekle, ancak yaradılışına sebep olan vazifeyi yapmış ve istihkakını tamamıyla kazanmış olur. (IX — 42)
2. Bir iyilik yaptığın ve bir diğeri de bu iyilikten istifade ettiği vakit, iyilik yapmış olmak şerefine malikiyet ve yahut bu iyiliğe mukabele görmek gibi üçüncü bir şey daha mı istiyorsun? Bu, mecnunlara yakışır. (VII — 73)
3. Bir iyilik yaptığı zaman hemen bunu hesap pusulasına geçirmekte istical eden kimse ise, işte böyle hareket etmiş olur; diğer birisi bu isticali göstermez, maamafih kendi kendine bir borçlu olduğunu söyler ve ne çin böyle hareket etmiş olduğunu pek âlâ bilir. Bir başkası ise, ne yapmış olduğunu bilmez denilebilir, bu sonuncu kimse, üzüm veren ve kendi kendine hasolan bu meyvayı hasıl eyledikten sonra başka bir şey istemeyen bir asmaya benzer. Bir at koştuktan, köpek avını avladıktan, arı balını yapaktan sonra da hal böyledir. Nasıl mahsulünü veren bir asma gelecek sene gene aynı mahsulü verecekse, iyilik yapan bir insan da onu ilân etmek şöyle dursun, diğer bir hayırlı işe koşacaktır. — O halde yaptığından haberdar değil gibi görünen insanlar gibi mi hareket etmelidir ? dersen, — Şüphesiz. — Bununla beraber iyilik yapan adamın iyilik yapağını bilmesi lâzımdır. Zira İçtimaî insanın evsafı, cemeyet ve Zeus için hareket ettiğini bilmesidir. Buna etrafındakiler de vakıf olmalıdırlar.” deniliyor öyle mi? — Söylediğin doğrudur, fakat sözlerimi yanlış tefsir ediyorsun. Bunun için evvelce bahsettiğim insanlardan olacaksın. Zira bunlar da zahirî bir muhakemeye esir olmuşlardır. Fakat sen benim söylediğimi iyice anlamak istersen, umumî hayır namına hareket etmekten seni meneden şey hiç bir vakitte bu olmayacaktır [[75]]. (V —6)
intihap ettiğin mütevazı san’atı sev ve ona bağlan, hayatının bakiyesini, mukadderaanı bütün ruhile ilâhlara tevdi etmiş ve kimsenin ne efendisi, ne kölesi olmamış bir adam gibi geçir. (IV — 31)
Haricî şeylerin takibi seni teşevvüş ve heyecana duçar edecek dereceyi bulduğu vakit hemen nefsine rücu et, ve mecbur olduğundan fazla manevî hayatının ahenginden uzaklaşma [[76]], (VI—11)
2. Eğer aynı zamanda hem kayınvaliden hem validen varsa, kayınvalidene hürmet edeceksin, fakat daima validene rücu edeceksin, şimdi senin için saray ile felsefe de aynı vaziyettedir, baima felsefeye rücu et ve ona bel bağla, zira bu dünyadaki şeyler felsefe sayesinde sana kabili tahammül görünecek ve sen de başkaları için ancak bu suretle kabili tahammül olacaksın. (VI—12)
3. Eğer, felsefe prensiplerine ve akla mütavaata rücu edersen, hakkında idraksiz bir mahlûka ve bir maymuna yapılacak muameleyi reva .görenler seni on gün sonra ilâh yerine koyacaklardır [[77]] (IV—16)
Ey ruhum, sen kendini' alçaltıyorsun, alçaltıyorsun. Kendi kendini tebcile vaktin kalmayacak. Zira her şeyin, her kesin hayatı kısadır. Seninki ise hemen hemen son demine erişmiştir. Sen saadetini başkalarının ruhunda aradığın için kendi kendine hürmet etmiyorsun. (II — 6)
2. Niçin haricî hadisatın seni iztırap ve telâşa düşürmesine meydan veriyorsun? iyi bir şey daha öğrenebilmek için boş vakit bırak, seni ıztıraba düşüren şeyden çekin. Hayatta bütün tasavvur ve inhimaklerini tevcih edebileceğin bir gaye taayyün etmedikçe yorulmak bir hamakattır, bu nevi hatadan çekin. (II — 7)
3. Bir mukallit, kavga, korku, bataet, esaret, gibi şeyler tabiatı tetkik ile elde ettiğin mukaddes prensipleri senden yavaş yavaş silecek, ve bu prensipleri böylece elinden kaçırmış olacaksın. Her türlü ahval ve şeraitte vüzuhla görmek ve o suretle hareket etmek JSâzımdır ki hem hale ait vazife yapılmış ve hem de, tetkik hassası icra edilmiş olsun; eşya hakkında hasıl olacak vukuftan gizlenemeyecek bir hoşnudî kalsın. Ne vakit daha fazla bir sadelikten vıkar ve ciddiyetten, her şey hakkında daha büyük bir vukuftan ve o şeyin mahiyeti ne olduğunu, kozmosta nasıl bir mevki işgal eylediğini, ne kadar müddet devam edeceğini, ona kimin temellük ettiğini, onu bize kimin verebileceğini, aynı zamanda kimin elimizden alabileceğini bilmekten zevk duyacaksın. (X — 9)
4. ilâhların asan, hikmetle dolu olduğu gibi taliin asarı da, tabiat ve mukadderatın tanzim eylediği şeylerin cereyan ve teselsülü haricinde değildir, işte her şey gibi senin bir cüz’ü bulunduğun oKzmosa lâzım ve nafi olan şey de buradan inbias eder. Tabiatın her kısmı için hayır olan şey, küllün cüz’ünün istilzam ettiği ve küllün selâmetini temin eden şeylerdir. Kâinatın selâmetini temin eden şey de, anasırın tahavvülâtıla, tabiat tarafından vücude getirilen cisimlerin tahavvülâtıdır. Bu hakikatlar sana kâfi gelsin, ve senin daima prensiplerin olsun. Iştikâ ile değil, hüsnü rıza ile ve kalbin ilâhlara karşı samimî surette minnettar olarak ölmek istersen, kitaplara karşı çok meyli bırak. (II — 13)
İyi, mütevazı, doğru, tedbirli, sabırlı, âlicenap vasıflarile muttasıf olduktan sonra hiç bir vakit seni bunlardan başka türlü tavsif etmemelerine dikkat et. Hatırla ki senin için tedbir kelimesi, her şeyi olduğu gibi dikkatle ve ihmâl göstermeksizin tetkik etmek, demektir, sabır demek, umum tabiattan hissei ‘mukadderini tam bir rıza ile kabul etmek demektir, âlicenap demek te mevcudiyetimizin mütefekkir ve müdrik cüz’ünün, nefsi emmarenin hoş ve nahoş hislerile bisut şeref ve sairenin fevkine yükselebilsei demektir.
Başkalarının sana bu sıfatları verip vermemesile zihnini işgal etmeksizin eğer sen bu sıfatlara sadık kalırsan sen başka bir adam olacak ve yeni bir hayata dahil olacaksın. Zira, şimdiye kadar yaşadığın gibi bu sıkıntı ve levsiyat hayatında kalmak çok eblehane ve denaetkârane bir şey olacaktır ve bu hal, yarıdan ziyadesi vahşi hayvanların dişleri altında, kanlar, yaralar ve tozlar içinde kaldıkları halde yeniden aynı diş ve pençelere atılmak üzere ertesi güne kadar muhafaa edilmelerini isteyen hayvan pehlivanlarına benemek demektir. Bu bir kaç ismin muhafazasına saadet adalarına sevkedilecekmişsin gibi gayret et. Eğer sen düşeceğini ve kendine sahip olmadığım hissedersen kemali cesaretle tekrar kendine sahip olacağın bir köşeye çekil, hatta bu hayattan tamamıyla çekil. Fakat hiddetle değil, sâde, mütevazı, serbest bir surette çekil; böyle hareket etmekle ve hiç olmazsa hayatı bu suretle terketmekle ömründe bir defa iyi bir şey yapmış ol [[78]].
Bu evsafın hatırasını saklamak hususunda sana en ziyade yardımı dokunacak şey, ilâhların senden methüsena olunmak istemeyip, kendilerinin canlı ^svirlerini her şuurlu insanda aramam istemeleridir. Bir incir ağacı nasıl incir ağacı vazifesini, köpek köpeklik, arı arılık vazifesini yapıyorsa insanın da böylece vazifesini yapmasını arzu ettiklerini tahattür et. (X — 8)
2. Harekâtını doğru prensiplere tevfik edemezsen meyus olma, nevmit olma, cesaretsizliğe düşme; bir muvaffakıyetsizlikten sonra gene aynı maksada rücu et, ekseri ahvalde bir insana yakışır gibi hareket ettiğin surette memnun ol, ve rücu ettiğin bu san’atı sev. Felsefeye müracaatın bir terbiye mütehassısının müracaatı gibi olmasın, gözü ağrayan kimselerin süngere, yumurta ile tedaviye başvurmaları, bazılarının lapa, bazılarının ise duşlara müracaatları kabilinden olsun. Böyle yaparsan idrakine mutavaat etmekte zorluk hissetmeyecek, bilâkis sükûn ve rahat bulacaksın. Hatırla ki felsefenin istediği, senin naturanın istediğinden başka bir şey değildir. Halbuki sen naturana uygun olmayan bir şey istiyorsun (huzuzat) nasıl daha hoş değil midir? Halbuki haz, bizi dalâlete sevkeder. Ulviyet ruhta, hürriyette,
sadelikte, tedbir ve ihtiyatta, saffette ise daha fazla hoşnutluk vardır. Eğer her şeyde hazmı ihtiyatı nazarı mütalaaya alırsan, anlamak ve bilmek kudretinin bize verdiği hakîmlik kadar cazip bir şey olmadığım görürsün. (V — 9)
3. Sokrat’a Heraklit’e, Diojen gibi adamlara karşı Pompe, Gaiüs, Aleksandr, gibi insanların ne kıymetleri vardır? Evvelkiler hadisata ve bu hadisatın esbap ve mahiyetine derinden vakıf idiler, bunların ruhlarının muvazenesini hiç bir şey ihlal etmezdi. Diğerleri ise ne endişelere, ne esaretlere maruz kalmışlardır! (VIII — 3)
Sayıklamadan kendini kurtar, kendine gel, uyandıktan sonra göreceksin ki seni iz’aç eden şeyler rüyadan başka bir şey değildir. Böylece yeniden hayat bulduktan sonra seni taşviş eden şeyleri, eşyayî evvelce rüyalarınla mülâhaza ettiğin gibi mülâhaza et. (VI — 31)
2. Ben atomlardan mürekkep isem, mevt dağılma demektir. Yahut prensipimle ittihat demektir; her halde, bu ya bir sönme ve ya bir hayattan diğerine geçmek demektir. (VII — 32)
3. îztirap hakkında bilinecek şey: Iztirap eğer tahammül edilemez ise öldürür; devam ederse tahammül edebilir. Fakat o vakiü bütün kuvvetlerini toplayan müfekkire sükûneti muhafaza eder, irade de bundan dolayı bir tahavvüle maruz kalmaz. Iztiraptan şikâyet ise* yapılabilirse, iztirabı çeken uzuvlere düşer. (VII — 33)
4. Şan ve şeref hakkında bileceğin şey budur: Seni alkışlayanların düşüncelerine ve bunların nasıl adamlar olduklarına, neden kaçtıklarına, neye rağbet ettiklerine dikkat et. Bir kumsalda kum lar biribiri üzerine yığılır ve son tabaka ilk tabakaları örterse ayım: suretle hayatta da evvelki yükseleni son yükselen setreder, gölgede bırakır. (VII — 34)
Nefsini ruhunda hapset. Ruhun ulvî ve ziidrâk kısmının hassası, hakkaniyete tevfikı hareket ederek huzura [[79] ]nail olmak ve bu suretle kendi kendine kifayet etmektir. (VII — 28)
2. Tabiat seni, cismini terkip eden moleküllere kendi kendini tahdit edemeyecek ve sana ait olan şeye sahip olamayacak surette bağlamamıştır. Filhakika İlâhî bir adam olmak ve kimsece mâlûm bulunmamak pek âlâ mümkündür. Bunu daima hatırında tut ve şunu da unutma ki mes’ut bir hayat temini için pek az bir şey lâzımdır. Bir dialektisien, bir fizisien olmakta ümidin kalmazsa, bu hür, mütevazı, İçtimaî ve Allahın rızasına muti bir adam olmana mâni midir ? (VII _ 67)
3. insan kırda, deniz kenarında, dağlarda inzivagâh aramak itiyadındadır; senin de böyle şeyleri arzulaman adetindir, istediğin zaman kendinde inzivaya çekilmek imkânı varken böyle bir arzuda bulunmak ne kadar akılsızca bir harekettir. Zira hiç bir kimse kendi ruhu inzivagâhmdan daha sâkin ve daha sükûnet bahş bir inzivagâh bulamaz. Hususile o kimse derununda doğrudan doğruya tam bir huzur temin eden şeylere malik olursa; bu tabirden maksadım, iyi tanzim edilmiş bir ruhun halinden başka bir şey değildir. Binaenaleyh sık sık kendine bu inzivayı bahşet, ve bu suretle kendini tekrar yenileştir. Karşılaşacağın her nevi endişeyi izaleye kâfi gelecek ve seni bunlara karşı infialden âri kılacak bu kısa ve esaslı hüküm ve vecizeleri hatırında tut. Seni münfeil eden nedir? insanların fenalığı mı? O halde şu hakikatler üzerinde teemmül et ki: insanlar yekdiğeri için halk olunmuşlardır; tesamüh, hakkaniyet cümlesindendir. Hatalar kastsız yapılır, bir zamanlar biribirile kavga eden, şüpheye düşen, nefret eden, biribirini yaralayan insanlar bugün ölüm ile devrilip gitmiş, ve onlardan şimdi tozdan başka bir şey kalmamıştır. Bütün bunları düşün ve iştikâyı bırak.
Fakat belki de, mukadderatın, sana bahşayişi olan tahinden münfeilsindir? O halde şunu da hatırla ki, "ister kudreti fatıra olsun, ister atomlar olsun.” Kozmosun büyük bir belde gibi olduğu sana ne kadar delillerle isbat edilmiştir. Iztirabın sebebi, halâ senin üzerinde nufuzu baki olan nefsi emmareye ait şeyler midir? Teemmül et ki; kuvvei müfekkire, kendine hâkim ve kudretine vâkıf olduğu takdirde, nefhai hayatiyenin tatlı ve ya acı hareketlerine iştirâk etmez. Hülâsa, haz ve elem hakkında bütün öğretilen şeyleri düşün.
Seni muazzep eden şan ve şeref midir? O halde her şeyin ne kadar çabuk unutulduğunu ve önümüzde olduğu gibi, arkamızda da bulunan ebedî girdabı, alkışların boşluğunu seni alkışlayanların televvün ve anlayış noksanım, şöhretinin bulunduğu mahallin darlığını mülâhazaya al. Bütün arz bir noktadan ibaret olduğu gibi bizim üzerinde sâkin olduğumuz köşe de, o arzın son derece ufak bir parçasından ibarettir. Sen bu köşecikte ne kadar ve ne gibi adamlar tarafından alkışlanacaksın? Hülâsa kalbinin malikânesinde bir inziva aramayı hatırına getir, endişeye düşme, huşunet gösterme, fakat hür kal. Bütün eşyaya bir erkek, bir insan, bir vatandaş ve fâni bir mahlûka yakışır gibi bak. Ruhunda prensiplerinin geçit resmini yapacağın vakit şu iki büyük hakikat dikkatini celbetmelidir. iBri eşyanın ruhumuzla teması yoktur, bunlar hareketsiz olarak ruhun haricinde kalırlar ve bizim endişelerimiz, ancak ruhun kendi hakkında ettiği enfüsî düşüncesinden doğar.
Diğeri de, bütün gözünün önünde olan şeylerin bir lâhzada değişeceği ve fena bulacağıdır. Şimdiye kadar ne tahavvüllere şahit olduğunu düşün! Dünya tebeddül, hayat ise fikir demektir. (IV — 3)
Ruhunu iyice araştır. Hayır menbaı onun derinliğindedir. Eğer daima o derinliği karıştırırsan o menba zinde kalır. (VII — 59)
2. Fanusun ziyası, sönünceye kadar yanar ve parlaklığını muhafaza eder; hakikat, hakkaniyet, itidâl gibi sende olan şeyler senden evvel mi zevale uğrasınlar? (XII —15)
3. Prensiplerin nasıl zeval bulur, bunlara tevafuk eden fikirler fena bulmadıkça. Halbuki bu fikirleri mütemadiyen canlandırmak senin elindedir. Ben bu veya şu şey hakkında muvafık olanı düşünmeye kadirim. Ben buna kadir olduğum halde neye telâşa düşeyim ? Ruhumun haricinde olan şeyin, müfekkirem için hiç bir hakimeyeti yoktur. Bunu böyle düşünürsen doğru olursun. Yeniden yaşamak senin için mümkündür: Görmüş olduğun şeyleri evvelce gördüğün gibi tekrar görürsen yeniden yaşamış olursun. (VII — 2)
4. Evvelâ, beni bu insanlara hangi tabiî rabıta bağlıyor ? Bu yekdiğerimiz için doğmuş olmamızdır. Yahut diğer bir noktai nazara göre, bir koçun koyunların başında bulunması, ve buğanın, öküzlerin başında bulunması kabilinden, ben de diğer insanların başında bulunmak için dünyaya geldim. Daha yukarı çık, muhakemeyi ta mebdee kadar götür: eğer atomlar mevcut değil ise, kâinatta her şeyi idare eden tabiattir. Eğer keyfiyet böyle ise, az iyi olan vücutlar daha alâlan için bunlar da yekdiğeri için vücuda gelmişlerdir.
İkincisi, bunlar sofrada, yatakta ve sair yerlerde nasıl hareket ederler, ve bunların prensipleri kendilerini ne gibi mecburiyetlere tabi kılar, maamafih safaletlerine rağmen ne kadar da mağrurdurlar?
Üçüncüsü, eğer bunlar hareketlerinde iyi gidiyorlarsa bundan memnun olmamak lâzım gelmez; eğer fena gidiyorlarsa bu, şüphesiz gayri ihtiyarî ve cehalet saikasiladır. Zira bir ruhun bir şeye kıymetine göre muamele etmesi kastla olmadığı gibi kendisini hakikatten mahrum eylemesi de gene kastla olmaz. Bundan dolayıdır ki, bu kimselere haksız, tamahkâr hülâsa başkaları için muzır denildiği vakit tahammül edemezler.
Dördüncüsü, şeninde bir çok zafiyetlerin ve diğerleri gibi aynı hataların vardır. Bazı hataları işlemekten tevekki eylesen bile, bu hal o hataları irtikâp etmeye meylin yok demek değildir, bunlar filen zuhur etmese de halen sende mevcuttur. Bunlardan senin tevekki eylemekliğin, ya cebanet, ya gurur ve yahut her hangi bir nakısa saikasiladır.
Beşincisi, onların hata işlediklerini tamamıyla bilmiyorsun. Zira çok fiiller sence meçhul olan bir hareket düsturuna göre yapılmıştır. Velhasıl diğerlerinin ahval ve harekatı hakkında vukufu ciddi ile karar verebilmek için bir çok teferrüat ve tafsilâta agâh olmak lâzımdır.
Akıncısı, infial ve ya sabırsızlığa nefsini teslim ettiğin vakit, düşün ki hayatı beşer çok kısadır, ve az bir zaman içinde hepimiz kabirdeyiz.
Yedincisi, bizi iz’ac eden diğerlerinin ef’al ve harekâtı, değil çünkü, bunlar faillerinin idaresi sahasına tabidir, bizim bunlar hakkında edindiğimiz fikirlerdir. Binaenaleyh o fikri bertaraf et, seni infiale sevkeden hükmü imhaya karar ver, hiddetin hemen geçer. Bu hükmü nasıl kaldırmalı? Bu, senin böyle yapmakta hacaleti mucip bir şey olmadığını teemmül etmenle mümkündür. Hacaleti mucip olan şey, manevî fenalıktır. Eğer hacaleti mucip olan ahlâkî fenalıktan başka bir şey olmuş olaydı sen de şüphesiz bir çok hatalar irtikâp etmiş olacak, bir haydut veya bir şerir olmuş bulunacaktın.
Sekizincisi, şuna, buna karşı duyduğumuz infialler ve hiddetler, bize hiddet ve infialimizi mucip olan o şeylerin kendilerinden daha ziyade fenalıklar iras eder.
Dokuzuncusu, sahte bir hareekt ve bir mürayilik olmayıp samimî olan mülâyemet hiç bir vakit cerh ve iptal ve mağlup edilemez. Filhakika en şedit ve haşin olan bir kimseye karşı lutfunu muhafaza ve fırsat düştükçe onu mülâyemetle iyiliğe teşvik edersen sana fenalık etmek istediği anda bile sen ona hiddet etmeyerek "hayır hayır oğlum, biz dünyaya başka şey için geldik, bunun için gelmedik; sen bana değil, kendine fenalık edeceksin!” diyerek onu ilzam edersen ve sonra da kendisine mahirane bir surette gûya umumî şeylerden bahsediyormuş gibi her yerde keyfiyetin bu merkezde olduğunu arıların, ve cemeyetle yaşamak şevki tabiileri iktizasından olan sair diğer hayvanların bile böyle yapmadıklarını anlatırsan, o, sana karşı ne yapabilir? Fakat bunu istihzasız, haysiyeti rencide etmeksizin hakikî bir muhabbet ve her türlü meraretten azâde bir ruh ile yapmak lâzımdır. Bunu ne bir mürebbi tavrile, ne de başkalarının takdirini celb etmek istermişçesine değil, hatta başkaları da hazır olsa yalnız ona hitap eder gibi yapmalısın.
Bu dokuz düsturu ilâhların armağanı imiş gibi hatırında tut, ve artık yaşadığın müddetçe insan olmaya bak. Fakat diğerlerine karşı hiddete kapılmaktan tevekki ettiğin gibi bu hususta da müdaheneden kaçın. Zira her ikisi de cemeyet hayatına münafi ve fenalık etmeye müncer olan hareketlerdir. Hiddete kapıldığın vakit şu hakikati Jıatırla: hiddetlenmek, mertlik değildir; hilim ve nezaket, daha İnsanî olmakla beraber daha mertçedir. Hilim ve nezaketle hareket eden kimse, parlayan ve tehevvüre kapılan kimseden daha ziyade cesaret, metanet, ve kuvvet ibraz etmijş ,olur. Sabır ne kadar sükûne»te yaklaşırsa o nisbette kuvvete de yaklaşmış olur. înfial za’af eseri iolduğu gibi, hiddet te tamamen öyledir. Her iki halde de insan yaralanmış, ve elindeki silâhını teslim etmiş demektir.
Eğer istersen Apolon’un şu onuncu armağanını da kabul et: fenaların fenalık yapmamalarını istemek cinnettir, zira bu, muhali temenni olur. Onların bu fenalığı sana karşı değil de başkalarına karşı yapmalarını istersen iz’ansız ve zalim bir kimseye yakışır bir harekette bulunmuş olursun. (XI — 18)
Şat ve mesrur olmak istediğin vakit, beraber yaşadığın kimselerin en iyi vasıflarının, meselâ filânın hayırkârlığım, filânın tevazuunu, bir diğerinin de cömertliğini ve sair evsafını hatırına getir. Bizimle yaşayanların maneviyatında parlayan fezail kadar kalbe neşat veren bir şey olmaz. Hususile bu fazilet sahipleri mümkün olduğu kadar etrafımızda çok toplanmış bulunursa. Binaenaleyh daima gözünün önünde bu lâvhayı bulundur. (VI — 48)
2. Bu gibi insanların ve bahusus aklı selim sahiplerinin iradesine dikkat et, ve bu kimselerin neden kaçındıklarını ve neye rağbet ettiklerini nazarı dikkate al (IV — 38)
3. Epiküriyenlerin kitaplarında: Eskiler içinde faziletkâr olanlardan birini daima hatırda bulundurmak düsturu vardı. (XI — 26)
Muhtelif kimselerden aldığım fazilet misal ve dersleri:
Büyük babam Verus ten: ahlâki hamide, sekinet ve asla sabırsız olmamak, (I— 1)
2. Babamdan: gerek şöhreti, ve gerekse kendisinden bana kalan hatıra sayesinde: mahviyet ve mertçe cesareti. (I — 2)
3. Validemden: dindarlık, cömertlik, fenalıktan, hatta fenalık fikrinden kaçmak. Bundan başka, zenginlerin tarzı hayatından uzak olan hayat sadeliği. (I — 3)
4. Ceddi ekberimden de: umumî mekteplere gitmemek, evimde mükemmel hocalar bulundurmak, tahsil ve taallüm için hiç bir masraftan kaçmamak. (I — 4)
IX
Mürebbimden: koşu meydanlarında ne yeşil ne mavi elbise taraftarı olmamak ve gladiyatörlerin musaraalarında büyük ve ya küçük kalanlar tarafını iltizam etmemek. Çalışmaya ve yorgunluğa tahammül, aza kanaat, kendi işimi kendim görmiyi bilmek, çok iş yüklenmemek, gammazlardan sakınmak. (I — 5)
2. Dtognete’ten: kıymetsiz ve abes mütalâalarda bulunmamak, şarlatanların sihir ve büyü hakkında naklettikleri şeylere ve peri, cin sihirlerile sair sihirbazlıklara inanmamak, uğur için bıldırcın beslemek gibi deliliklere hasrı nefsetmemek, hakkında açık söylenen söze tahammül etmek.
Tamamıyla kendimi felsefeye vermiyi ve ta çocukluktan beri muhavereler kaleme almayı ve örtüsü sadece posttan ibaret olan mütevazı bir yatakla iktifa etmeyi ve bütün yunan disiplinine tebaiyet etmiyi, evvelâ Bacchius’e, sonra Tandasis ve Marcianus’e borçluyum (I — 6)
3. N&hviyundan Aleksandr’dan: hataları müahazede itidal, garabeti elfaz, veya zâfı telif veya bir telâffuz hatası için huşunetle tekdire kalkışmamak, fakat cevap verir ve ya tasdik eder gibi görünerek, yahut o yanlış kelime üzerinde değil, kelimenin taalluk ettiği şey hakkında münakaşaya girişerek mahir bir surette münasip kelimeyi kullanmak ve yahut diğer bir ince ipham kullanarak hatayı hissettirmek. (I — 10)
4. Fronton’dan: bir hükümdarın sarayında, ne kadar haset, riyâ, hile bulunduğunu ve bizim, zengin ve asil ismini verdiğimiz: kimselerin ne kalpsiz insanlar olduğunu anlamış olmak. (I — 11)
Rustiius’tan: insanın seciyesini ıslah ve terbiye etmek lüzumunu anlamış olmak. Sophist’leri taklit edeceğim diye doğru yoldan ayrılmamak, ve ulumu mücerrede (riyazi ilimler) hakkında yazı yazmamak, can sıkıcı nutuklar iradına kalkışmamak, gösterişle fa’al ve hayırkâr insan tavurları takınmamak, İlmî beyan, İlmî aruz ve tumturaklı üslubu bir tarafa bırakmak, evimde merasim elbisesile çalım satmamak ve buna mümasil bir şey yapmamak, Sinuesse’in valideme yazdığı mektuplar gibi sâde mektuplar yazmak, bizi darıltan kimseleri affetmeye müheyya olmak ve bu kimseler bir nedamet işareti verir vermez kendilerile barışmıya hazır olmak, dikkatle mütalâa etmek ve az anlamakla iktifa etmemek, çok söyleyenlerin sözünü birden bire tasvip etmemektir. Bana Epiktetin muhaverelerini evinden getiren bu zat olmuştur. (I — 7)
2. Appolonius’ten: kararlarında hür ve metin olmak, velev bir saniye bile aklı temyizden başka bir şeyi nazarı dikkate almamak, evlât zıyaı, uzun rahatsızlıklar ve büyük elemlerde de aynı halde kalmak. Mumaileyhin derslerini verirken sabırsızlık göstermemesinden: Bir insanın aynı zamanda hem pek metin hem de pek halim olması mümkün bulunduğunu anlamış olmak; dostlarımızın lutuf ve ihsan ismini verdikleri şeyleri kabul ettiğimiz zaman, onların önünde küçülmemek, nankör de olmamak. (I — 8)
3. Plutarque’in hafidi olan Sexstus’ten: Hayırhah olmak ve pederâne idare edilen bir ev nümunesi görmüş olmak ve tabiata muvafık bir hayat tarzını öğrenmek; gösterişsiz bir .ciddiyet, dostlarımızın menfaatine dikkat,kumakaya ve düşünmeden fikir beyan edenlere tahammül etmek, her türlü mizaca uymak. Mumaileyhin bu uysallığı o derecede idi ki, kendisine takarrüp daima hürmet hissi vermekle beraber muhaveresi müdahinlerinkinden bile hoş ve mizaçgirane idi. Bunlardan başka hayatın sevk ve idaresinde elzem prensipleri bulup tanzim etmek hususunda şumullü ve usullü bir maharet sahibi olmak. Sextus, hiddet etmez ve bir ihtiras göstermezdi, sakin ve müşfik bir kalbe sahipti. Birini gizli olarak medihten zevkiyap olurdu; çok bilir, fakat bilgiçlik satmazdı. (I — 9)
Eflâtunnî Aleksandr’dan: her kime olursa olsun, lüzumsuz yere (vaktim yok) sözlerini ne söylemek ve ne yazmak. Çünkü böyle bir harekette bulunmak, bir iş bahane ederek cemeyetle olan münasebatımdan doğan vazifelerden kaçınmak demek olur. (I — 12)
2. Katülüs’ten: esassız bile olsa, bir dostun iştikâlarına karşı lâkayıt kalmamak, bilâkis onu teskine ve eski dostluk münasebatını iadeye çalışmak. Athenodotus ve Domitius’ün yapmış oldukları rivayet olunduğu veçhile muallimleri candan methetmek, çocuklara karşı samimî ve sabit bir muhabbet göstermek. (I—13)
3. Biraderim Severüs’ten: Akrabamı, hakikat ve adaleti sevmek.
Severüs vasıtasıyla Thraseas, Helvidus, Caton ve D'ton ve Brutus’ü. (bunlar meşhur ravakilerden olup zalimlerin düşmanı idiler), ne adamlar olduğunu öğrenmek, herkesin tabiî müsavatı üzerine müesses ve herkese nas müvacehesinde serbest söz söylemek hakkını bahşeden hükümet fikrine, tab’anın hürriyet hakkına hürmetini vazifelerin birinci derecesi addeden bir idare fikrine sahip olmak ve bundan başka seciyemde muttarit olmak, felsefeye, hayırhahlığa, cömertliğe mukdimâne merbut kalmak; hiç bir vakit ümidimi kesmemek, dostlarımın muhabbetinden şüphe etmemek, takbihe müstahak olanlardan hissiyatımı ketmetmemek, neden hoşlanıp neden hoşlanmadığım hakkında dostlarımı tereddüde düşürmeyerek arzumu kendilerine açıkça göstermek. (I — 14)
4. Maximus’ten nefsime sahip olmak, ve hiç bir şeyden telâş ve heyecana düşmemek, hastalık ve ya sair musibet anlarında cessur olmak, hilmü vıkar ile mâlî muttarit bir mizaca malik bulunmak ve her günkü vezaifi neş’e ile ifa etmek, herkeste sözlerimle düşünerek söylediğim, ahvalimle de fena hiç bir şey yapmak istemediğim kanaatini tevlit etmek, her şeye şaşmamak, hiç bir şeyden telâşa düşmemek ne ihmalci, ne kararsız, ne düşkün olmamak, câli sükûnet, yahut calî hiddet ve ya emniyetsizlik göstermemek, iyiliğe ve affü samimeyete mütemail olmak, herkeste ıslah edilmiş değil, bizatihi doğru bir seciye uyandırmak, kimsede beni, nazarı hakaretle görüyor, fikrini asla uyandırmamak, kimseye ben ondan daha iyiyim zehabına düşmek cesaretini vermeyecek bir insan olmak, yalanın düşmanı olmak, hasılı vücudü daima bir iyilikle meşbu kılmak. (1 — 15)
Manevî babam olan Titüs Antonin’den: halim olmak, mülâhaza edilmiş hükümlere sarsılmaz surette merbut bulunmak; şânü şeref nazarile bakılan bütün şeylerin bisut şâşaasına ehemmeyet vermemek, sâyü ikdama muhabbet etmek, cemeyete nafi olabilecek bir şey söyleyecek olan bir kimseyi dinlemeye daima müheyya olmak, herkese kıymeti nisbetinde muamele etmekte kusur etmemek, ne zaman şiddet ve ne zaman afle hareket etmek lâzım geleceğini bilmek, Şabemretlere fena gözle bakmamak.
Titus Antonin ile sühuletle kesp muarefe edilirdi, doyulmaz nezaketi vardı. Kendisinde ne sertlik, ne şiddet ve ne de " kan ter içinde kaldım ! ” sözünü söyleyecek tehevvür görülmemiştir. Bilâkis bütün harekâtı heyecana kapılmaksızın, inti zam, azim ve kendisile hem ahenk olarak uzun müddet tasarlanmış gibi tam bir teemmül mahsülü idi. Vücudüne itidal ile itina eder, fakat bunu hayata merbut ve hoşa gitmek hevesinde olan bir adam gibi yapmazdı. Maamafih bu hareketi sayesinde tıbba ve edviyeye müracaat ihtiyacım nadiren hissederdi. Kendine arız olan şiddetli baş ağrılarından sonra tekrar kuvvet bulur, ve bir genç gayretile gündelik mesaisine tekrar başlardı. Mutadı haricindeki saatlerde katiyen banyo yapmaz, bina yaptırmayı sevmez, yeni yemekler icat etmekten hoşlanmazdı. Elbiselerinin kumaş ve rengine, kölelerinin güzelliğine o kadar ehemmeyet vermezdi. Lanuvium’ da ekseriya aşağıki çiflikten gelen Lorium yününden yapılmış sade uzun bir gömlek giyer, Tusculum’da ihtiyacı olduğu zaman kâhyasından istediği bir manto ile iktifa ederdi, diğer hareketleri de bukabildendi [[80]].
Her yerde, her zaman aynı keyif ve neşe içinde kendi yağıla kavrulmasını bilirdi; ilerisini evvelden görürdü. En ufak teferrüata bile müşkülât çıkarmadan nezaret ederdi. Muazzam bir servetin temin ettiği menfaatlardan debdebesiz ve tekellüfsüz bir surette istifade ederdi. Elinde olduğu zaman bu menfaatlardan gayet tabiî bir surette istifade ettiği gibi, olmadığı zaman da müstağni görünürdü.
Sokrat hakkında söylendiği gibi, onun da, bir çok insanların nefislerini mahrum etmekten büyük bir eza duydukları şeyler için esef etmediği, yahut malik oldukları vakitte pek çok sevindikleri şeylerden kendini müstağni görmek hususlarında aynı kudre te malik olduğu söylenebilirdi. Kavi ve nefsine hâkim ol mak hususlarında itidal derecesini muhafaza etmek, mütevazin ve yenilmez ruhlu bir insanın şiarıdır. Maximus’ün hastalığında kendisi işte bu tarzda hareket etmiştir.
İlâhlara karşı hurafelere kapılmaz, insanlara karşı müfrit hürmet ve ikramdan tevekkî eder, ahaliye yaltaklanmaz ve fazla cemile göstermez, her şeyde itidal ihtiyar ederdi. Tavru hareketi metîn, âdi zevklerden ve yeniliklerden muarra idi. Tafra furuşluk göstermeyerek her şeyde ecdadının isrine giderdi, mütemadiyen yer ve iş değiştirmekten hoşlanmaz, aynı yerde kalmayı ve aynı işle meşgul olmayı tercih ederdi.
Müzakerelerde en iyi kararı ittihaz için dikkat ve gayretle çalışır, işittiği malûmat ile kanaat etmeyerek tahkikat ve tetkikata girişmekte tereddüt etmezdi. Sırları pek azdı, ve bu sırlar da hükümet işlerine müteallik şeylere aitti.
Umumî şenliklerde, inşaatta, ahaliye verilen atiyelerde ve buna benzer şeylerde yapılacak masraflarda itidal ve basiret gösterir, bu gibi şeylerde kendi rolünün ehemmeyetini idrâk ederdi. Ahali arasında fazla rağbet temini kaygusuna düşmez bilâkis alkış ve âdi dalkavuklukları menederdi. Hiç durmadan hükümet uzuvlarının muhafazasına çalışır yaptığı tasarrufun şikâyete sebebiyet vereceğinden korkmayarak temaşa masraflarını sıkı bir surette tanzim ederdi. Dostlarını kendisile birlikte yemek yemeye gelip gelmemek, seyahatlerinde kendisine refakat edip etmemek hususunda serbest bırakmak, işleri dolayısıyla gelemeyenlere karşı muamelesini değiştirmemek dostlarından hiç birisine şahsî infial, ve ne de fazla irtibat göstermemek suretile kendisini değiştirmemiyi bilirdi.
Kimse onun hakkında, ukalâ, şaklaban ve ya malûmat furuştur, diyememiştir. Bilâkis kendisinden bahsederken; olgun, kâmil, dalkavukluğa iltifat etmez, başkalarına olduğu gibi nefsine de hükmetmeye kadir bir insandır, derdi.
Hakikî feylesofları daima tebcil eder; fakat feylosof görünenlerin sözlerine kapılmamakla beraber onları da hakir görmezdi.
Belâgatta, kanunlar tanziminde ahlâkiyatta ve yahut her hangi bir bahiste başkalarında gördüğü tefevvuk kudreti önünde hasetsiz serfüru etmesini bilir, onların menfaatlerini hararetle gözetir ve müdafaa eder ve her birinin kıymetine göre muamele görmesine itina ederdi. (I — 16)
Şunları ilâhların lütuflarına medyunum:
2. iyi ecdada, iyi bir anneye ve kızkardeşe, iyi muallimlere, hiz* metçilere, hemen hepsi iyi olan dostlara ve mütefekkirlere malik olmak, bir vesile ile kendilerini gücendirebilecek bir mizaçta olduğum halde ilâhların lütuf ve inayeti sayesinde bunlardan hiç birini rencide etmemiş olmak, büyük babamın müstefrişesinin yanında uzun müddet kalmamak, gençliğimin saffetini muhafaza edebilmek, ne Benedicte’ye ve ne Theodotus’ı dokunmamak, ve aşka düştükten sonra bundan yakamı sıyırmak, gençliğinde ölmesi mukadder olan annemle hayatının son senelerinde beraber yaşamak, sarayda muhafızlar parlak elbiseler, meşale tutanlar, heykeller ve bu kabilden zinete ihtiyaç görmeksizin yaşanabileceğini ve bir hükümet reisi sıfatile hareket etmek icap ettiği zaman daha az asalet ve kudret göstermek lâzım geldiğini, ve bir imparator için tarzı hayatımı sadece bir vatandaşın hayatı derecesine indirmek imkânı bulunduğunu anlatarak beni her türlü ihtişamdan soğutan bir mürebbinin, bir babanın emri elanda bulunmak ve muvaffak olduğumu hissettiğim takdirde belki de beni alıkoyabilecek olan belâgat, şiir ve ya bu gibi sanatlarda büyük bir eseri terakki göstermemek, felsefeye karşı derin bir muhabbet duyduktan sonra, Sofistlerden birinin eline düşmemek, ne müellifleri tetkik, ne kıyasların halli, ne de semavî hadiseler hakkında mübahaselere çok vakit kaybetmemek Appolonius, Rusticus, Maüimus’ü tanımak Rusticus’e karşı hiddetlenip te sonra beni nedamete düçar edecek hiç bir harekette bulunmamak, ahlâk ve tabiatile beni kendi ahlâk ve tabiatına dikkat etmeye sevkeden, bununla beraber bana karşı gösterdiği hatırşinaslık merbutiyetile beni teshir eden bir kardeşe tesadüf etmiş olmak, zevcem gibi son derece h2İim, muhabbetli ve sâde bir hayat arkadaşına malik olmak, zekâdan mahrum ve kusurlu çocuklara malik olmamak, hocalarıma, henüz genç olmalarına rağmen, arzularını sonra tatmin etmek ümidile savsaklamaksızın, hemen istedikleri mevkileri vermek, bir sefaleti tehvin yahut bir ihtiyaca yardım etmek istediğim zaman param kalmadığı cevabına maruz kalmamak, bu gibi ihtiyaç anlarında başkalarına müracaat ihtiyacım duymamış olmak ve çocuklar için pek mükemmel hocalara tesadüf etmek, böyle bir hayata bu kadar uzun müddet tahammül edebilecek bir vücude malik bulunmak, rüyada bir çok devalar ve bahusus [[81]] Gaete’ de tutulduğum kan tükürme ve baş dönmesine karşı devalar hakkında malûmat almak, tabiata uygun bir hayatın nasıl olacağım vazıh surette ve mükerreren görmek...
Uzun müddettenberi beni hiç bir şey ilhamlarımın müsaadesi nisbetinde tabiata muvafık bir surette yaşamaktan menetmemiştir. Eğer bugün ben gayenin gerisinde kalmışsam, bu kendi kusurumdur ve ilâhların ihtarlarım, ve daha doğrusu derslerini ihmâl etmiş olmanı neticesidir. Zira bütün bu şeyler, ilâhların, ve hüsnü taliin, yani kaza ve kaderin yardımlarına muhtaçtır.
Bu Kuad’ların memleketinde Gratnua nın sahillerinde yazılmıştı. Granua karpatlardan zuhur edip Tuna’ya dökülen bir nehirdir ki Gran şehrinin karşısındadır. (I — 17)
Yaşryacağın müddet azaldı. Bir dağ tepesinde yaşar gibi yaşa. Mademki kozmos içinde bir beldede imişin gibi yaşıyorsun, dağda ve ya şurada burada yaşamaklığınnın hiç bir ehemmeyeti yoktur. İnsanlar seni, hakikaten tabiata muvafık surette yaşayan bir insan olarak görsünler. Eğer onlar senin bu haline tahammül edemiyorlarsa seni öldürsünler; zira bu akibet, onlar gibi yaşamaya müreccahtır. (X— 15)
2. Diğerlerinin yaptığı her hareket hakkında imkân nisbetinde kendi kendine şu suali sor: Bu adam acaba ne maksat t2kip ediyor? Fakat buna evvelâ kendinden başka, ve evvelâ kendini tedkik et. (X — 37)
Nihayet bil ki, ihtiraslarını teşkil eden ve seni bir kuklanın ipleri gibi oynatan şeyden daha mühim, daha İlâhî bir diğer şeye maliksin [[82]]. Fikrinde şimdi ne var, korku mu, şüphe mi, haset yahut bunı mümasil bir fenalık mı? (XII — 19)
3. Başkalarının ruhlarında neler cereyan ettiğini tedkik etmeyen bir kimsenin felakete duçar olduğu asla görülmemiştir; fakat kendi kalblerinin hareketlerini mütalâa etmeyenlerin betbaht olmaları bir zarurettir. (II — 8)
Her harekette kendi kendine şunu sor: Bu hareketim beni nereye sevkediyor? Acaba bundan pişman olmayacak mayım? Bir az daha sonra, benim için her şey müsavidir, eğer şimdi hareketim zekî, muaşerete müstait, Allahın takip eylediği kanuna tebaiyet eden bir insanın [[83]tabiatına muvafık ise, daha ne isteyebilirim? (VIII — 2)
2. Münasip olmayan şeyi yapma, doğru olmayan şeyi söyleme, iraden her şeyde ve her zaman sende bir tasavvura sebep olan şeyin ne olduğunu anlamaya o şeyi, sebebi, mahiyeti, gayesi ve mevcudiyetini tahdit eden zamanın kısalığı itibarile tahlil ederek tedkike çalışın. (XII —17 —18)
3. Hayatın selâmeti, her şeyi iyice ve tamamen görmek, o şeyin hakikatte ne olduğuna, maddesine, sebebine vukuf peyda etmek, ve bütün ruhile hakkaniyeti iltizam etmek, doğruyu söylemektir. Aralarında en ufak bir fasıla bile bırakmamak suretile, hayırlı bir işi diğer bir hayırlı işe bağlamak suretile hayattan istifade etmekten başka yapılacak ne vardır ? (XII — 29)
Acaba ruhum şimdi ne haldedir? Her vesile ile insan kendi kendine bu suali sormalı ve buna nazaran kendisini tedkik etmelidir. Benliğimin "irade” denilen kısmı içinde ne var, acaba şimdi ruhum nasıl? Bir çocuk ruhu mu, bir delikanlı ruhu mu, yahut kadın tabiatlı ve gevşek bir adam ruhu mu, bir zalimin, bir terbiyesizin, yahut vahşi bir hayvan ruhu mu? (V — 11)
2. iradem ne halde bulunuyor? Şimdi onu nasıl kullamyorumHâlen benim ne işime yarıyor? Zekâdan mahrum mu? Cemeyetten ayrılmış, ve kim bilir koparılmış mı? Nefsi emmareye ve onun bütün harekâtına tâbi olacak derecede yapışmış ve karışmış mı ? (X — 24)
3. İnsanın ruhu kozmosun cisminin bir cerihası ve cerahatlenmesi gibi oldukça, kendi kendini rezil etmiş olur. Zira evvelâ her hangi bir şeye karşı infial göstermek, hususî tabiatlardan her birini o nisbette mürekkep cüzüler gibi ihtiva eden tabiata karşı isyan etmektir. İkincisi, ruh, her hangi bir kimseye karşı bir husumet besler yahut onu yaralamak istiyormuş gibi aleyhinde hareket ederse, aynı akibete maruz kalır. Demek ki hiddete kapılan insanların ruhları bu halde bulunuyor. Üçüncüsü, ruh, zevk veya eleme mağlûp olursa şeref ve haysiyetini kaybetmiş olur. Dördüncüsü ruh, komedi oynar, veya şaşırtıcı, aldatıcı surette söz söylerse aynı vaziyete düşer. Beşincisi, idrâk sahibi mahlûkların gayesi, teşkilâtların en muazzamile müesses alemşumul beldenin hikmet ve kanununu tâkiptir. Binaen aleyh, en ufak fiillerin bile bu gayeye göre tanzim edilmiş olması lâzım geldiği halde, ruh, faaliyet ve istidatlarını bir hedefe tevcih etmediği ve her şeyi gelişi güzel ve irtibatsız bir surette yaptığı zaman da bednam olur. (II — 16)
Şimdiye kadar ilâhlara, ebeveynine, zevcene, çocuklarına, muallimlerine, mürebbilerine, süt babalarına, dostlarına, hizmetçilerine karşı nasıl hareket ettin, bunların cümlesine karşı "kimseye fenalık etmemeli ve kimse hakkında fena söylememeli” [[84]] düsturunu takip ettin mi? Başından ne gibi hadiseler geçtiğini ve ne gibi hadiselere tahammül etmek kudretini gösterdiğini hatırla. Şimdi sen hayatının tarihi olmuş ve mevdu vazifeni ifa etmişsindir. Söyle, ne kadar güzel hareketlerde bulundun? Ne kadar zevk ve ıztıraplara galebe ettin? Ne kadar şan ve şerefe rağbet göstermedin? Kaç nanköre karşı uluvvü cenap gösterdin?[[85]]. (V — 31)
2. iradenin hassatan dört meyli vardır ki, bunları mütemadiyen gözetlemeli, ve tesadüf ettiğin anda, onların her biri hakkında kendi kendine: "Bu boş bir hayaldir [[86]], lüzumsuzdur; cemeyetin inhilâlini istihdaf eder; bu söylemeye hazırlandığın şey, senin esas malın değildir. Halbuki insanın bizzat düşünmediğini söylemesi abestir.” diyerek cümlesini reddetmelisin. Nefsinden defetmen lâzım gelen dördüncü meyil de, benliğinin en İlâhî, en asıl kısmının, en az asıl ve fânî olan kısmına ve maddî cisme ve onun kaba iştihalarına tabiiyet ve esaretinden mütevellit olan meyildir. (XI— 19)
3. Theophraste, hataların mukayesesini yaparken, en basit bir fikri selimin de düşünebileceği gibi, memnu olan hazlardan mütevellit hataların, hiddet hatasından daha vahim olduğunu ifade etmekle, çok akilâne bir söz söylemiştir. Filhakika, hiddetlenen bir kimse bir nevi ıztırabın tesiri altında gizli bir kalp darlığı ile aklını kaybeder gibi görünür.
Halbuki, memnu olan hazların hatasına düşen bir kimse, hazzın esiridir ve nev’ama daha sefih ve daha kadınlaşmış gibidir. Binaenaleyh Theophraste pek doğru olarak hakikî bir feylesofa yakışır bir lisanla; haz ile hataya düşen kimsenin, elemle hata irtikâp eden kimseden daha şiddetle takbih edilmesi lâzım geleceğini söylemiştir. Hülâsa biri, bir tecavüzden mütevellit ıztırap saikasile hareket ediyormuş gibi hiddete kapılmış görünmekte, halbuki diğeri, kendi tam rizasile haksızlığa koşmakla memnun olan hazzın tatminine atılmaktadır. (II — 10)
Bunu anladın ya? Şimdi de şuna dikkat et; heyecan ve endişeye düşme. Kendini sadeleştir. Birisi bir hata mı irtikâp etti? O kimse hatayı kendine karşı yapmıştır. Başına bir şey mi geldi? Bu, kozmosun reyine muvafık surette vaki olmuştur. Zira bu hal ve sana vaki olan bütün şeyler ta ezelden umumî mukadderatı mezceden, dokuyan "kül” den gelir. Hülâsa hayat kısadır. Şimdiki zamanından tedbir ve hakkaniyetle istifade et; istirahat hususunda kanaatkâr ol. (IV —26)
2. Doğru ol, kendini ıslah et [[87]]. (VII — 12)
3. Hatırla ki, fikrini değiştirmen ve senin hatanı tashih eden kimseye tabi olman hürriyetinin bir eseridir. Filhakika senin filin, ruhunun ve muhakeme kuvvetinin bir hareketi ve bu itibarla da aklının ve kararının neticesidir. (VIII — 16)
Hiç kimse senin için haklı olarak, sâde ve ya iyi değildir, diyemesin ve hakkında böyle bir hüküm veren her hangi bir kimse yalan söylemiş olsun. Bütün bunlar senin iktidarın dahilindedir. Çünkü seni iyi ve ya sâde olmaktan kim menedebilir? Halbuki eğer böyle değilsen, yapacağın şey, artık yaşamamaya karar vermekten ibarettir. Zira akıl başka türlü yaşamana müsaade edemez [[88]], (X—'32)
2. Eğer bu senin elinde ise, niçin yapıyorsun? Eğer bu başkalarının elinde ise, kimden şikâyet edeceksin? Atomlardan, yahut ilâhlardan mı? Bu, her iki halde de, cinnettir. Hiç bir şeyden şikâyet etmemelidir. Eğer kadirsen, onu doğru yola şevket, buna muktedir değilsen o şeyi düzelt, eğer bunu da yapamıyorsan, şikâyet etmek neye yarar? Lüzumsuz hiç bir şey yapmamalıdır. (VIII — 17)
3. Tabiata muvafık olan şey için ilâhlara târizde bulunmamak lâzımdır; bunu bil ki ilâhlar ne isteyerek ne de istemeyerek hiç bir fenalık yapmazlar. İnsanları da târize kalkışma, zira insanlar da fenalığı istemeyerek yaparlar. Binaenaleyh hiç bir şeyden şikâyet etmemeli [[89]]. (XII —12)
4. Hadit bir yüz, tabiata tamamen muhaliftir. Hiddet, evvelâ yüzün azametini düşürür ve gittikçe de imha eder; o suretle ki, bir daha o azametin ihyasına imkân bulunamaz. Bu sözlerim hiç olmazsa sana hiddetin bizzat akla muhalif olduğunu anlatsın. Zira hatalarımıza vukuf hissini kaybettiğimiz takdirde, arak yaşamamız için ne sebep kalır ? (VII — 24)
Çehrenin mutiâne fikre uyması ve ona göre bir şekil alması, fikrin ise kendi kendine uymaması, ona göre bir şekil almaması utanılacak bir şeydir. (VII — 37)
2. "Sen artık tetebbü edemezsin!” Fakat seni utandıran şeyi reddedebilirsin ; haz ve elemlere hâkim olabilirsin; kendini faydasız olan şan ve şerefin fevkine yükseltebilirsin; akılsız ve nankörlere karşı hiddetlenmeyebilirsin; hatta onlara iyilikte bile bulunabilirsin. (VIII—8)
3. Fikrinin inceliğine hayran olmaya mahal yok. Pekâlâ öyle olsun. Mademki öyle o halde ben bununla dünyaya gelmedim (bu benim fıtratımda yoktur), diyemeyeceğin başka çok şeyler var. Samimeyet, vıkar, faaliyet, imsak, tevekkül, arzularda itidâl, iyilik, hürriyet, sâdelik, ketumeyet, uluvvücenap gibi tamamıyla iktidarın dahilinde olan bu şeyleri göstersene. îstidatsızlığını ve kudretsizliğini ileri sürmeksizin bu anda gösterebileceğin bu kadar şeyler mevcut olduğunu hissetmiyor musun? Bununla beraber, sen bililtizam gene ataletinde ısrar ediyorsun. Daima gayri memnun, ifrat derecede hasis olmaya, vücudunu hoşlamaya, ondan şikâyet etmeye, hoşa gitmek için çabalamaya, tefahür etmeye mecbur musun? Katiyen hayır! Bilâkis, çoktan beri bundan yakayı sıyırman lâzım gelirdi. İhtimal, bu hususta mazeret olarak yalnız fikrinin bati ve ferasetten pek mahrum olduğunu dermeyan edeceksin. Böyle olsa bile bu nakise ile telezzüz ve kendini ona terkedeceğin yerde izalesine çalışmak icap eder. (V—5)
Tahayyülü sil. İhtirasların galeyanına hâkim ol. Şimdiki zamana bir had tayin et. Sana ve diğer birine vaki olan şeyi anla. Seni işgal eden şeyin sebep ve mahiyetini temyiz ve tefrik et, hatayı, onu irtikâp edene bırak. (VII — 29)
2. Eğer, bu benim tabiatımın bir kusuru, benim günahkâr tabiatımdan, mütevellit bir kusur, ve beldeye muzır bir fiil değilse, neden bundan müteessir olıyım? Fakat beldeyi kim yaralayabilir? (V-35)
3. Umumeyet itibarile nazarı dikkate alındığı surette seyie kozmosa zarar vermez; ayrı olarak nazarı dikkata alınırsa başkalarına da zarar iras etmez [[90]], bu seyie, ancak istediği zaman bundan kurtulabilmek iktidarı kendine verilen kimseye mazarrat verir (VIII — 55)
4. Komşunun cismi ve nefesi bana nasıl lâkayıtsa, onun iradei cüz’iyesi de benim iradei cüz’iyeme karşı öylece lâkayıttır. Zira her ikimiz de yekdiğerimiz için yaratılmışsak ta, iradelerimizin sahaları hususî ve ayrıdır. Aksi takdirde komşunun seyiesi, benim de seyiem olmak lâzım gelecekti. Allah beni bedbaht etmenin kimsenin kudreti dahilinde olmaması için böyle bir şeyi istememiştir [[91]]. (VIII — 56)
Herkesin kendine mahsus zevkleri vardır. Benim zevkim de insanlara ve onlara vaki olan şeylere karşı adâvet beslemeyen ve bilâkis her şeyi hayırhah nazarla gören ve kabul eden, onlara kıymetlerine göre muamele eden sâlim bir iradeye malik olmaktır. (VIII — 43)
2. Birisi beni hor mu görecek? Bu onun bileceği şeydir. Bana düşen de, hiç kimseye istihkara lâyık bir şey yaptığım ve ya söylediğim hissini vermemektir. Bir kimse benden nefret mi edecek? Bu onun bileceği şeydir. Fakat ben herkese, hatta bu adama karşı da halim ve hayırhah olacağım, ve hatasını kendisine göstermeye daima müheyya bulunacağım; fakat bunu, o kimseyi tahkir etmeksizin, kendisine karşı cebrinefs ettiğimi hissettirmeksizin samimeyet ve hulusla yapacağım. Netekim büyük Phocion da böyle hareket ederdi. Zira bütün bunlar, ilâhlara karşı hiç bir şeyde infial göstermeyen, hiç bir şeyden şikâyet etmeyen bir adam gibi hareket edecek surette» insanın içinden gelmelidir. (XI — 13)
3. Birisi sana karşı bir hata mı işledi? Sana karşı bir kusurda mı bulundu? Bu onun bileceği şeydir. Elbette onun da şahsına mahsus temayülü, ve hareket tarzı vardır. Ben şimdi tabiatı umumeye neye malik olmamı istiyorsa, ona malikim ve şimdi tabiatım ne yapmamı istiyorsa, onu yapıyorum. (V — 25)
4. Beni endişeye düşüren bir şey varsa o da, insanın tabının istemediğini yapmak yahut istemediği gibi yapmak, yahut ta onu şimdi istemediği bir tarzda yapmaktır [[92]]. (VII — 20)
Sen yakında öleceksin, sende ne ruh saffeti, ne tam sükûnet var, ne de hariçten gelecek darbeler korkusundan azadesin; hemcinsinin kâffesi hakkında tam bir hayırhahlığın yok; hikmetin, hakkaniyete tebaiyet olduğuna kani değilsin. (IV — 37)
2. Bir şeye zahmetle tahammül ettiğin vakit her şeyin külden sudur ettiğini unutuyorsun; gayrın hatası ise sana yabancıdır. Şunu da unutuyorsun ki vaki olan şey daima böyle olagelmiş ve böyle olacak ve bu esnada da her yerde böyle olmaktadır. Bir insanı nev’i beşerle birleştiren karabet, kan ve nesil karabeti değil, fakat alemşümul akılla umumî iştirâkdir. İnsanlardan her birinin aklı bir ilâh olduğunu ve ilâhtan sudur ettiğini ve hiç bir kimsenin kendisinden bir şeye malik olmayıp, çocuklarımız, cismimiz ve hatta nefsimizin bile bu menbai İlâhîden geldiğini, her şeyin fikir (telâkkî) den başka bir şey olmadığım, ve nihayet her bir insanın ancak ânı hazırı yaşadığını ve ancak bunu gaybettiğini de unutuyorsun. (XII — 26)
3. Gene unutuyorsun ki yakında sen mâdun olacak ve hiç bir yerde olmayacaksın. Şimdi gördüğün bütün bu şeyler ve şimdi seninle beraber yaşayanlar da aynı akibete giriftar olacaklardır. Zira dünyaya her gelen hakkında diğerlerinin doğması için temessül, tebeddül ve tagayyür etmek mukadderdir. (XII — 21)
4. Unutuyorsun ki her şey zandır, ve zanda senden sudur eder. Binaenaleyh o zannı bertaraf et, o zaman burnu iki kerre dolaşan (Afrika nihayetindeki ümit burnu olsa gerektir) kimse gibi sâkin bir deniz, büyük bir huzur ve fırtınasız bir körfez bulacaksın. <XII — 22)
Batıl fikirlerini, zannı at, selâmete ermiş olursun. Bunları atmaktan seni kim menedebilir? f][93]}. (XII — 25)
2. Hakikî hayırlarını bilen ve bu hayrı nerede bulacaklarına vakıf olanlar için ruhu taciz ve teşviş eden her düşünceyi defetmek ve tam bir huzur ve sükûna nail olmak ne kadar kolaydır. (V — 2)
3. Bu veya şu şey hakkında bir zanda bulunmamak ve ruhunu endişeye düşürmemek câizdir; zira bizatihi eşya bize kararlarımızı tav’an ve kerhan kabul ettirebilmek mahiyetini haiz değildirler. (VI —52)
4. Sokrat avamı nasın efkârına çocuklar umacısı, karakoncolos namını verir idi. (XI — 23)
Seciyeyi kemâli derecesine isal eden şey, her günü telâş, heyecan ve gaflete kapılmıyarak calî etvar ve evza göstermeksizin, son gün gibi geçirmektir. (VII — 69)
2. Daha kâmil bir insana yakışan, ne kizipten, ne ufak bir riyadan ne behimî ezvaktan, ne de gururdan tatmaksızın hayattan çıkmaktır ; fakat bu saadete mazhar olmayanlar hiç olmazsa bu gibi şeylerden nefret ve istikrâh ederek ölmelidir. Yoksa sen seyyienin yanında yerleşmiyi mi tercih etmektesin? Tecrübe, bu vebadan kaçmayı sana daha öğretmedi mi? Zira ruhun bozulması veba, bizi ihata eden havayı bozan ve ifsat eden ise vebadan daha büyük bir vebadır. Zira bu nevi veba, havayı ifsat eden veya canlı mahlûkata arız olan ve bunları canlı olmaları itibarile imha eden bir vebadır; öteki ise insanlığa arız olan bir vebadır. Birinci veba, çişimi ve maddiyatı öldürür; ikinci veba ise insanlığı imha eder. (IX-2)
3. Nefsini iyice islâh ve tasfiye eden bir kimsenin ruhunda mutekayyih, mülevves ve dahilden tekayyüh eden hiç bir şey yoktur,[[94]] Böyle bir insanda ölüm hiç bir vakit hayatı natamam bir şekilde yakalıyamaz... Bu kimse hakkında, bir facia oynayan aktör hakkında rolünü oynamaksızın ve ikmâl etmeksiizn sahneyi terketti denilebilmesi kabilinden sözler söylenemez. Bununla beraber bu insanda âdî, calî, tab’ı isyankâr ve affı icap ettiren ve ya saklanması lâzım gelen bir şey yoktur. (III — 8)
Ey ruhum, acaba bir gün gelecek te sen, iyi, sâde, ve üryan ve seni ihtiva eden cisimlerden daha mer’i olacak mısın? Acaba bir gün gelecek te muhabbetkâr ve müşfik bir kalbin halâvetini tatabilecek misin? Acaba bir gün gelecek te kendini tamamen hoşnut ve ihtiyaçtan teessüften vâreste, huzuzannı temin için canlı ve ya cansız şeylerden daha uzun müddet intifa emelinde bulunmayacak ve daha çok kalmak için zaman ve daha müsait mahalleri, memleketleri iklimleri ve ya daha muaşerete kabil insanları arzu etmeyecek bir halde görecek misin? Yoksa şimdiki halinden ve bugün elinde bulunandan memnun olarak mes’ut olmak için ne lâzım ise bugün onlara malik bulunduğuna, her şeyin ilâhlardan olduğuna ve bütün iyiliği, bütün hakkaniyeti, bütün hüsnü nefsinde cemeden her şeyi muhafaza ve onlara temellük eden ve mevtin inhilâle uğrattığı mahlûkatı buna müşabih mahlûkat meydana getirmek üzere tekrar sinesine alan mahlûku mükemmelin selâmetini temin gayesile ilâhların sana göndermek lûtfunda bulunduğu şeylerin senin için iyi olduğuna ve olacağına kendini ikna etmek sana nasip olacak mı? Nihayet bir gün gelecek te ilâhlar ve insanlar önünde sen onlardan müşteki olmayacak ve onlar da seni mahkûm etmeyecek bir surette yaşayabilecek bir hale gelmeye muvaffak olacak mısın? (X—1)
2. Eğer sen, sana gelen hadisatın takip, ve ya firarında muztar isen, bu hal şu ve ya bu tarzda senin onlara şitap etmen dolayısıladır. Eğer onlar hakkındaki hükmün müsterih olursa, onlar da hareketsiz kalacaklar ve seni de onları artık tâkip ve ya onlardan firar ederken görmeyeceklerdir. (XI — 2)
3. Ruh, eğer haricî bir şeye teveccüh ve temayül ve ya kendi kendini tazyik etmez ve kuvvetini zayi etmeyip her şeyde ve kendisinde olan hakikati gösterecek bir nur ile parlarsa o vakit tam bir küreye benzemiş olur. (XI — 12)
4. Sana vaki olan şey haricî bir sebepten ise ruhun huzurunu muhafaza et. Her niyet ve ef’alin için cemaatın bir hayrı ve tabiatla münasebettar olmasını sebep ittihaz ederek hakkaniyeti iltizam et. (IX —31)
Eşyanın biri biri içinde nasıl temessül ettiklerini anlamak için bir teemmül ve murakaba usuli kabul et. Daima felsefenin bu kısmına çalış ve bu kısımda mümarese yap; zira hiç bir şey bunun kadar ulüvvu himmete sebep olmaz. Ankarip insanları terkederken her şeyi beraber terkedeceğini teemmül eden insan, cismine karşı hür kalmış demektir; böyle bir insan kendine ait olan ef’alde hakkaniyete ve diğer başka hadiselerde nefsini küllün tabiatına hasreder. Kendi hakkında ne söyleneceğini ne düşünüleceğini aklından bile geçirmez. Ancak şu iki şey ile meşgul olur: h2.1en yaptığı şeylerde hakkaniyete göre hareket etmek ve şimdiki halini sevmek, ve her hangi diğer bir kaygudan azâde olduğu halde doğru yolu gösteren Allahın isrini tâkip ederek kanuna tevfikan doğru yolda yürümek. (X — 11)
2. Cenabı Hak bütün ruhları üryan olarak, maddî zarfından, bu kışırdan, bu levsten soyulmuş olarak görür. Zira, zatı hak ancak kendi aslî cevherinden sudur ve neş’et eden tecellilerle alâkadar olur.
Eğer sen de bu itiyadı kesbedersen sende olan bir çok endişe sebeplerinden yakanı sıyırmış olursun. Zira ruhunu ihata eden et kitlesine daimî surette bağlanıp kalmayan bir kimse libas, hane, şöhret ve yahut bu kabil eşyaya bakmıya tenezzül eder mi? (XII — 2)
3.. Sen üç şeyden mürekkepsin: cisim, nefis, ve müd rik bir ruh. Bunlardan ikisi ancak onlara göstermeye mecbur olduğun ihtimam nisbetinde şenindir. Yalnız üçüncüsü bilhassa şenindir. Binaenaleyh sen kendinden yani ruhunda başkalarının bütün söylediklerini ve yaptıklarını ve kendilerinin bütün yaptıklarını ve söylediklerini ve istikbâlde vukuu mümkün hadisat için korktuklarını, ve seni muhat olan cisminden ve ya bu cisimle beraber doğan nefhadan iraden haricinde sudur eden bütün şeyleri, ve haricî şeyler girdibadının senin etrafında dalgalandırdığı ve sürükledikleri şeyleri, sende olan manevî kudret felâketten kurtulup sâf ve temiz bir halde doğruluğu icra ve ne vâki olursa kabul ederek ve doğruyu söyleyerek kudreti zatiyenle yaşar ve eğer sen bu iradeden ihtiraskâr arzuların tevellüt eylediği bütün şeyleri, mazi ve istikbâli uzaklaştırır ve kendiini tam istikrarile mağrur, ve müdevver bir kürre olan Empedocle’a benzetirsen, yegâne düşüncen yaşadığım yaşamak, yani hali hazır olursa işte o vakit ömrünün bakiyesini endişeden azâde, asîl bir istiklâl içinde ve, sende olan "perii müekkelin” e hoş görünerek geçirirsin. (XII — 3)
Halen mevcut olan ve yeniden doğan şeylerin ne kadar sür’atle geçip gittiğini ekseriya mülâhaza et: Zira madde mütemadiyen akıp giden bir nehir gibidir. Kuvvetler mütemadi tahavvüllere ve şekiller sayısız tebeddüllere tabidir; hemen hiç bir şey müstakar değildir; her şeyin nabedit olduğu mazi ve istikbalin derinliğini tayin mümkün olmayan uçurumunu mülahaza et. Guya zaman bir şeymiş ve endişeyi mucip olan daima devam edecekmiş gibi bu nihayetsiz uçurumun içinde de fazla gurura kapılan, endişe ile çırpınan ve ya tazallüm ve iştikâ eden kimse ne akılsızdır? (V — 23)
2. Her şeyin, ecsamın kozmosta ve hatıralarının zaman içerisinde ne kadar sür’atle nabut olduklarına bak! Gerek bizi haz cazibesile teshir eden, gerekse elem korkusile nefret ettiren, yahut gururun methini ayyuka çıkardığı bütün şeyler hakkında da aynı mütalâa varittir. îdrâk nuruna maruz kalınca bütün bu şeyler ne kadar vâhi, zelil âdî, tefessühe müstait, müteaffin görünürler! Mütalâa ve fikirleri dolayısıyla şan ve şeref temin eden kimselerin de kıymetleri nedir? Ölüm nedir? Ölüm binefsihi tetkik edilir ve bizim ona ilâve ettiğimiz hayallerden teemmülle tecrit olunursa, tabiî bir fiildir. Böyle tabiî bir fiilden korkan kimse ise çocuk demektir. Ölüm yalnız tabiî bir fiil değil, aynı zamanda tabiata nafi bir fiildir. İnsanın hangi cüze müteallik olduğunu ve bu cüz un Allah indinde ne derece huzur, bulacağını düşün. (II — 12)
3. Eflâtun’dan: Fikri ulviyetle mali olan, deymumet ve maddenin heyeti umumeyesini ihata eden bir kimsenin insan hayatına çok kıymet ve ehemmeyet vereceğine ihtimâl verir misin? Bu mümkün değildir. Böyle bir kimse ölümü korkulu bir şey gibi telâkki etmeyecektir değil mi? Bundan şüphe edilmez. (VII — 35)
Her cins, sınıf ve memlekete mensup olup ölen insan kalabalığım daima düşün, Philistion. Phocbus, Origanion’a. kadar in. Ve şimdi diğer kavimlere geç., işte bizim nihayet gideceğimiz yer burası.. Bir çok büyük hatipler, Heraclite, Pythagore, Socrate gibi büyük feylesoflar, ve eski zamanın bir çok kumandan ve gaddarları, Eudoxus, Hipparchius, Archimede ve daha ne kadar müdekkik, âlicenap, fa’al, iddiacı, mağrur, seciye sahibi insanlar, hatta Menippus ve emsali gibi kısa ve çabuk geçici olan insan hayatını hiçe sayan kimseler de hep bu meyandadır. Bu insanların çok zaman evvel öldüklerini düşün. Gerek bunlar, gerek isimleri bile anılmayanlar için korkulacak bir şey var mı?. Binaenaleyh itibar olunmıya lâyık ancak bir şey vardır ki o da, hayatı hakikat ve hakkaniyetle geçirmek, aralarında yaşadığımız yalancı ve haksızlara karşı igmaz ve müsamaha ile muamele etmektir. (VI — 47)
2. Hastalarım gördükleri zaman ekseriya yüzünü ekşiten doktorlardan, başkalarının vefatını büyük bir vak’a gibi evvelden keşfeden müneccimlerden, ölüm ve ebediyet hakkında daima fikir serdeden feylesoflardan, binlerce insanın hayatına kayan kumandanlardan tebaalarının hayat ve ölüm haklarını, kendileri lâyemut imiş gibi bir kibirle kullanan hükümdarlardan, ne kadarlarının öldüklerini ve Helice, Pompei, Herculanum ve daha bunun gibi kâmilen denecek surette ne kadar şehirlerin mahv ve nabut olduklarını düşün.
Bütün tanıdıklarının da biri biri ardınca öldüklerini gözünün önüne getir. Filân kimse, dostunu gömdükten sonra o da, öldü, diğer biri de onun gözlerini kapadı ve bütün bunlar ne kadar kısa bir zaman içinde olup bitti. Velhasıl beşerî şeylerin devamsızlığını ve fâni olduğunu daima nazarı dikkate al. Dün bir az şeref ve şan ... Yarın mumya ve ya kül....! Bu halde hayatın bu kısa zamanını tabiata muvafık bir surette geçirelim. Kemale gelmiş bir zeytinin kendini besleyen yaprağı takdis ve kendisini taşıyan ağaca şükranını arzederek yere düşmesi gibi, biz de ölüme dindarane bir neşat ile teslim olalım. (IV — 48)
3. Hippocrate bir çok hastaları iyi ettikten sonra, kendi de hastalandı ve öldü.
Müneccimler birçok kimselerin vefatını evvelden keşfedip haber verdikten sonra, kendileri de aynı akibete uğradılar. Alexanclre, Pompee, Gaius Cesar birçok şehirleri baştan aşağı tahrip ettikten ve bir çok muharebelerde binlerce süvari ve piyadeyi tarumar ettikten sonra bir gün kendileri de hayatı terkettiler. Heraclite dünyanın ve maddenin esası ateş olduğuna dair bir çok kerreler mütalâa beyan ettikten sonra, vücudu su ve pislik ile dolu ve gübre ile örtülü olarak öldü. Haşarattan biri Democrite’i, diğer bir kısım haşaratta da Socrate’ı öldürdü.
Ne demek? Sen bir sefineye bindin, seyrüsefer ettin, limana vasıl oldun, artık gemiden çık. Eğer bu başka bir hayat için ise, hiç bir şey uluhiyetten halî olmadığı gibi, bu hayat ta halî olmaz. Eğer bu artık hiç bir şey hissetmemek için ise, sen ezvak ve mezahimin tahakkümü altında bulunmayacak, nazımına nazaran o kadar aşağı bir mevkide bulunan bu et mahafazasının esiri olmayacaksın. Senin bir kısmın fikir ve ruh, diğer kısmın da toprak ve pis kandan ibarettir. (III-3)
Her şey fânidir. Hatırayı idame eden gibi, hatırası idâme olunan da fânidir. (IV — 35)
2. Auguste’iin saray halkı, zevcesi, kızı, torunları, ced ve ceddeleri, hemşiresi, tevabii, Areius, Mecene gibi dostları, hekimleri, rahipleri velhasıl bütün saray halkı öldü. Sonra başkalarına yalnız bir adamın değil, bütün bir silsilenin meselâ Pompee neslinin ölümüne geç. Mezarların üzerindeki şu: "ailesinin son ferdi” kitabesini ve ecdadın bir halef bırakmak için ne kadar çırpındıklarını düşün. Fakat her halde o aileden bir ferdin sonuncu olması, kaderin muktezasıdır. İşte o fert ile bütün aile ademe intikal eder. (VIII — 31)
3. Evvelce kullanılan kelimeler, bugün köhne tabirlerden olduğu gibi Camillus, Caeson, Volesus, Seomatus ve az müddet sonra da Scipion ve Caton, sonra Auguste ve daha sonra Hadrien, Antoni?ı gibi evvelce en ziyade şöhretli olan adamların isimleri bugün unutulmuş tabirler haline gelmiştir. Her şey mahvolur, pek çabuk efsane haline geçer, ve süratle tam bir nisyana düşer. Bu söylediğim adamlar, zamanlarında nev’ama fevkalâde bir şaşaa ile parlayanlardır. Ya diğerleri?... Bunlar son nefeslerini teslim eder etmez meçhul ve unutulmuş şahıslardan b2§ka bir şey değildir. Zaten haddi zatında hatıranın ebediyeti bir hiçten başka bir şey midir? O halde gayretimizi yalnız doğru bir düşünüşe bir İçtimaî faaliyete sarf ve bize vaki olan her hangi bir şeye karşı bizimle aynı menşe ve menbadan sudur etmiş elzem bir şey imiş gibi muhabbet ve teslimeyet göstermeye sarfetmeliyiz. (IV — 33)
Şöhret içinde yaşamış olan kimselerden bugün ne kadarı nisyana gömülmüştür. Onları tebcil ve sena edenlerden de ne kadarı çoktan beri nabut olmuştur. (VII — 6)
2. Verus Pantheia, yahut Pergamos bugün halâ üstadlarının mezarı başında oturuyorlar mı? —Ne?— Ya Hadrien, Chabrias ve yahut Diot/mos’un mezarlarının başında mı? Ne tuhaf sual! Eğer hakikaten o zevat bu mezarların başında bulunmuş olsalar bile, ölmüş olanlar bu halin farkında mı olacaklar? Haydi farkında olsunlar diyelim, acaba bundan memnun olacaklar mı? Memnun olduklarını farzedelim, bundan dolayı layemût mu olmuş olacaklar? Mukadderat muktezası olarak bunlar ihtiyar erkek ve ihtiyar kadın olmayacak ve sonra da ölmeyecekler midi [[95]] ? Bu dünyadan gidenlere, geride kalanlar ne yapabilir ki! Bütün bunlar fena bir koku, kefen içinde müteaffin bir cisme münkalip olmuşlardır. (VIII — 37)
3. Kozmos’a, beraberce dahil olduğumuz insanlardan ne kadarı geçip gitti. (VI — 56)
4. Lucilla'dan evvel, Verus sonra Lucilla; Maaximus, Secunda’dm evvel, sonra Secunda; Epitynchanus’tan evvel, Diotimus, sonra Epitynchatnus; Antonin’den evvel Faustina sonra da Antonin ve böylece devam ederek Hadrien, Çeler denevel, sonra da Çeler gitti.
Ya onlar! O kadar ince, nafiz ve mağrur fikirli olanlar? Onlar nerede? Meselâ Charax, Eflâtunî Demetrius, Eudemon ve bunların emsali ince dehalar nerede? Bunların hepsi bir zaman yaşadılar, ve şimdi öleli çok oldu. Bazıları hiç bir hatıra bile bırakmamışlardır. Diğerlerinin şahsiyetini efsaneler tebdil etmiştir ve nihayet bir kısmı da sırf efsaneden doğmuştur. Binaenaleyh şunu iyice fikrine yerleştir: Ya senin bir cüz’ünü teşkil ettiğin mürekkep inhilâl edecek ve yahut hayatının zaif prensipi sönecek ve yahut ta başka bir yerde tekrar mesken ittihaz etmek üzere mevkiini değiştirecektir. (VIII —25)
Senin her şeyi unutacağın ve seni de herkesin unutacağı zaman yakındır. (VII — 21)
2. Yakında sen ya bir avuç kül ve ya bir iskelet, yahut bir namdan ibaret olacaksın, hatta bir nam bile bırakmayacaksın.. Nam ise bir şayia ve aksi sadadan başka bir şey değildir. Hayatta en ziyade kıymet verilen şeyler, boş, tefessüh edecek naçiz şeylerdir. Bunlar, ısıran ufak köpekler, kavga eden, ağlayan ve akibinde gülen çocukları andırır. İman, hayâ, adalet ve doğruluk geniş arz dan uzaklaşarak Olypee kaçtılar [[96]]. Seni' halâ bu dünyaya bağlayan nedir? Mademki her şey değişiyor ve devam etmiyor, mademki* havas zaiftir ve aldatılması kolaydır, ve senin küçük ruhun [[97]] kanın buharından, başka bir şey değildir, ve bu gibi mahlûkat nezdinde şöhret vahî bir şeydir, o halde ne yapmalı? Ölüm ve yahut yer tebdili anına sükûn ve huzurla intizar etmelidir. Ya bu zaman gelinciye kadar ne yapmalı? Yapılacak şey, ilâhları tebcil ve tahmit, insanlara iyilik etmek mütehammil ve müstenkif olmak [[98]] ve senin küçük et kitlenin ve zaif nefesinin haricinde kalan şeylerin ne senin ne de senin kudretiin dahilinde olmadığını unutmamaktır. (V-33)
3. Topraktan doğan, toprağa avdet eder, esirden tevellüt eden semalar küresine avdet eder. Başka bir tabirle ölüm, atomlar imtizaçlarının dağılması, ve ya hissî olmayan anasırın buna müşabih bir inkısımadır. (VII — 50)
4. Onlar ölmemek ve hadisatın cereyanını çevirmek için, bunu yemek içmek ve sihirlerle temin etmek isterler. Fakat hikmeti ilâhiyenin mukadder rüzgârı gene eser. Sen bağıra bağıra iştikâ edecek yerde, nasibine mütevekkil olsan daha iyi değil mi? (VII — 51)
Ne istiyorsun? Hayatının devamım mı? Fakat bunu niçin istiyorsun? Hissetmek, hareket etmek, şişmanlamak, zaiflamak, söz söylemek için mi? Tasavvuratta bulunmak için mi, niçin? Bütün bu şeylerde senin derin muhabbetine lâyık olabilecek ne ver? Mademki bunların cümlesi kıymetten arî şeylerdir, o halde Allaha ve akla itaatten ibaret olan nihaî gayeye eriş. Fakat bunlardan evvelâ nefret edip te mevt elimizden aldığı zaman telehhüf etmek • tenakuza düşmektir. (XII — 31)
2. Sıkletinin üç yüz okka olacağı yerde, şu kadar okka olmasına kederlenir misin? O halde yaşıyacağın müddetin de şu kadar olup daha fala olmaması hakkında da aynı suretle müteellim olma. Hissene düşen şey miktarına nasıl pek âlâ kanaat ediyorsan, hayattan düşen hissen için de böyle yap.. (VI — 49)
3. Eğer Allah tarafından sana yarın, yahut her halde öbürgün öleceğin tebliğ edilmiş olsaydı, son derece cebin değilsen, bu akibetin yarın olmayıp ta üç gün sonra vaki olmasına büyük bir ehemmeyet atfedecek miydin? Aradaki mühlet nedir ki! Binaenaleyh yarın ölecek yerde bir çok seneler sonra ölmeye de aynı nazarla bak (IV —47)
ölüme hakaret nazarile bakma; ona hilkatin icabı olan bir şey gibi hüsnü kabul göster. Çocukluk, ihtiyarlık, gençlik ve kemal yaşları, dişlerin, sakalın, beyaz saçların çıkması, tenasül, hamil, doğurma ve buna mümasil hayat mevsimlerinin sana getirdiği tabiî vazifeler ne ise nihaî inkisamda odur.
Binaenaleyh akıl ve hikmete göre hareket eden bir kimseye yakışan, ölüme karşı ne korku ne infiâl ve ne de istikrâh göstermemek, ve ona tabiî ef’alden birisi gibi intizar etmektir. Zevcenin karnından çocuğun çıkacağı zamanı şimdi nasıl bekliyorsan, ruhunun uçacağı saate de o suretle hüsnü kabul göster.
Kalbine işleyecek ve seni ölüme karşı halim ve sâkin bulunduracak pek sâde bir mülâhaza daha istiyorsan, etrafında bulunup, ayrılmıya mecbur olduğun şeylere ve artık aralarına karışamayacağın insanların ahlâk ve tabiatlarına dikkatle bak, onlara karşı infial göstermek şöyle dursun bilâkis onlara iyilik etmek ve onlara hoşlulukl.ı tahammül göstermek lâzımdır. Fakat şunu da unutma ki, bu terkedeceğin insanların prensipleri, senin prensiplerinin aynı değildir.
Zira hayata bizi bağlıyacak bir şey varsa o da bizimle aynı prensiplere tabi insanlarla birlikte yaşamaktır.
Mademki "ey ölüm, çabuk gel, ben kendi kendimi unutmaktan korkuyorum..” demeye kadar varıyorsun, o halde, seninle hayat refiklerinin arasındaki tezadın sana verdiği usancın ne kadar büyük olduğunu görüyorsun demektir. (IX — 3)
2. Dünyada bir insan yoktur ki vefatında başına gelen bu akibetten sevinecek bir kimse bulunmasın. Ölen faziletkâr ve âkil mi idi? Her halde son dakikasında başı ucunda içinden şöyle diyecek birisi bulunacaktır: "Hele nihayet şu akıl hocası bize geniş bir nefes almak imkânını verecek; filhakika o hiç birimize karşı fenalık yapmadı; fakat içinden bizi hatalı çıkaracağım hissediyordum!” İşte faziletkârın nasibi de bu!.. Ya kim bilir bir çoklarının biz hükümdarlardan kurtulmak istemeleri için bizde ne kadar sebepler vardır. Rihlet ederken kendi kendine şöyle hitap edersen, duyacağın eza daha az olur: "Ben böyle bir hayatı terkediyorum ki, o hayatta artık daha iyi bir ömür sürecekleri ümüdile gaybubetimden en ziyade sevinecek olanlar: kendileri için o kadar mücadele ettiğim, temennilerde bulunduğum, endişelere düştüğüm hayat arkadaşlarımdır. O halde bu hayatta daha uzun müddet kalmak için neye ısrar etmeli?.”
Maamafih sen bundan dolayı onlara münkesir olarak gitme ... . Bilâkis dostluk, tesamüh ve iyilik itiyatlarına sadık kal. Onları kendini bu hayattan çıkarırlarmış gibi terketme, sâkin bir ölümde nefes cismi nasıl yavaşça terkederse sen de onları öyle terket. Seni onlara rapteden tabiat idi . Aynı tabiat şimdi o rabıtayı çözüyor. O' halde kolayca ve mukavemet göstermeksizin bir aile nasıl terkedilirse ben de öyle gidiyorum. Zira, bu müfarekat ta tabiata mutabıktır, demelisin. (X — 36)
3. Sönmek, inkısam etmek veya başka yerde baki olmak üzere cismi hemen ve icap ederse şu anda terke hazır olan ruh, nasıl ruhtur? Hiristayanların yaptıkları gibi [[99]] sırf takaddüm arzusu saikasile değil, bizzat kendi muhakemesile kanaat ve ciddiyetle ve bir rol yaptı] mak kaygusu olmaksızın etrafındakileri ikna edecek bir tarzda müheyya olan ruhtur. (XI — 3)
Yaptığın vazifelerden her birini tedkik et ve kendi kendine sor: Ölüm seni şu veya bu vazifeden mahrum ettiği için mi korkunçtur?” (X — 29)
2. Bir hareketin nihayeti, bir fikrin, bir meyelânın sükûnet ve ölümü bir fenalık değildir. Şimdi tufuliyet sabavet, gençlik, ihtiyarlık gibi hayatın muhtelif devrelerine geç. Bu devirlerin her birinin tebeddülü, hakikî bir ölüm demektir. Görüyorsun ki bu kor kulacak bir şey değilmiş. Sonra kendi hayatına, büyük pederinin, validenin ve en sonra da babalığının zamanlarındaki hayatına geç, burada da ne kadar tebeddüller, ne kadar tahavvüller göreceksin. Sonra kendi kendine, bu korkulacak bir şey midir? diye sor. İşte bütün hayatın nihayeti, inkitaı da bundan fazla bir şey değildir. (IX — 21)
3. Zamanında biten her hangi bir iş, bitmiş olmasından dolayı kıymetinden bir şey zayi etmez. Bu işi yapan kimse de filin böyle nihayetlenmiş olmasından muztarip olmaz. Bütün ef’al ve hareketlerimizin muhassalası olan hayat ta zamanında nihayet bulursa bundan dolayı bedbaht olmaz ve zamanında bu silsilenin son halkasına erişen kimse de bunda bir felâket bulmaz. Hayatın zaman ve müntehası tabiatça tayin olunmuştur. Bahusus ihtiyarlık saikasile ölen kimse için bu zamanı ve haddi bizim kendi hususî tabiatımız tayin etmiş demektir. Başka hallerde ise bu hal ve zamanı onun eczasını tebdil suretile, kâinatın bütün heyetini bir tazelik ve gençlik içinde bulunduran kül tayin eder. Kül için faide verici şey de daima güzel ve zamanında yapılmıştır.
Hayatın inkitaı hiç kimse için bir fenalık değildir: Onun hiç bir hacaleti yoktur, bu, her noktadan bizim iradei cüz’iyemizin kudreti haricinde ise de kavanini umumeyeye muhalif bir ciheti de yoktur. Bilâkis külle muvafık ve faide verici olması itibarile bir hayırdır. Binaenaleyh Allahın sırf rızasından başka bir şey istememek Allahı kendinde bulundurmak demektir. (XII — 22)
Ölüm, artık aksülameller husule getirmeyecek olan havasın, bizi artık iz’ac etmeyecek olan arzuların, efkâr ve muhakemenin, nefsi emmareye karşı esaretine nihayet verir (VI — 28)
Her şeyin iyi ve vakti münasibinde vaki olduğunu düşünen ve hakka karşı az çok muvafık iş görmüş olan ve bu dünyanın temaşasını kendi için mühim addetmeyen kimse için ölümün korkulacak bir ciheti yoktur. (XII — 35)
2. Ölümden korkan artık histen mahrum kalacağından ve ya başka türlü hissedeceğinden korkar. Eğer histen mahrum kalacaksa artık bir ıztırap duymayacak demektir. Eğer başka türlü hissetmek hassasına malik olacaksa diğer bir mahlûk olacak ve binaenaleyh yaşamaktan geri kalmayacaktır. (VIII — 58)
3 . însnın korktuğu tahavvül müdür ? Fakat tahavvül ol maksızın kim meydana gelebilir, ve küllün tabiatına daha hoş ve daha mülâyim ne vardır? Odun tahavvül etmese yıkanabilir misin? Tahavvülsüz hangi faydalı şey vuku’a gelebilir? Senin tahavvülün hakkında da aynı şey varit olduğunu ve bu keyfiyetin küllün tabiatı için aynı suretle zarurî bulunduğunu anlamıyor musun? (VII — 18)
4. Ölüm de, doğum gibi tabiatın bir sırrıdır. Aynı anasırın yeni terkibi, aynı anasırda inhilâlidir. Hülâsa bunda zararlı bir şey mevcut değildir; zira kendisinde akıllı bir mahlûkun cevherine ve teşekkülünün plânına mugayir hiç bir şey yoktur. (IV — 5)
-Ey insan, sen bu büyük beldenin hemşerilerindensin.. Bu sıfatla beş sene veya beş yüz sene yaşamış olmaklığının ne ehemmeyeti olur? Malûmdur ki buna muvafık olan şey, her kes için müsavidir. Mademki sen bu beldeden ne bir hükümdar ne de haksız bir hâkim tarafından tardedilmeyerek seni oraya ithal eden tabiat tarafından çıkarıldın, o halde bunda senin için korkacak ne var? Sen, bir tiyatro müdürü tarafından hizmete alındıktan sonra aynı adam tarafından sahneden çıkarılan bir aktör gibisin. — Fakat ben beş perde değil ancak üç perde oynadım. — dersin, söylediğin doğrudur, fakat hayatta üç perde tam bir dram teşkil eder. Zira onun nihayetini tayin eden, senin eczasından bulunduğun anasırı evvelce cem ve ihzar edendir ki, şimdi de o anasırı dağıtıyor. Sen ne şunu ve ne de bunun sebep ve illeti değilsin. Binaenaleyh güler yüzle git, zira sana izin veren, bu izni güler yüzle veriyor. (XII — 36)
2. Sen bir cüz olarak dünyaya geldin, ve seni vücude getiren, tekrar seni sinesine çekecek. Daha doğrusu bir tahavvülât silsilesile onun sebebi nutfisine rücu edeceksin [[100]]. (IV—14)
ölen, kozmosun haricine düşmüş olmaz; içinde kalır, tahavvül eder ve asıl unsurlarına inkisam eder ki, bunlar hem kozmosun unsurları hem de kendi unsurlarıdır. Bu anasır da tahavvül eder, ve bundan dolayı hiç bir şikâyette bulunmaz. (VIII — 18)
4. Ya anasırın umumî bir teşevvüşü, ya atomların içtima ve inkısamı ve yahut ta vahdet, intizam, hikmeti İlâhiye mevcuttur [[101]]. Birinci faraziyede böyle bir intizamsızlıkla gelişi güzel husule gelen bir halita içinde uzun müddet kalmayı neden isteyim, ve bir gün nasıl toprak olacağım, diye neden endişe edeyim?
Parçalanma, bir gün benim de başıma gelecek. Eğer keyfiyet böyle değilse, ben her şeyin nâzımı ve müdürü olan kudret önünde dindarane rükû eder ve nefsimi tam bir kalp huzurile ona teslim ederim. (VI—11)
Kaynak: KENDİME-MARCUS AURELIUS ANTONIUS’ÜN DÜŞÜNCELERİ -Gustav Loisel'den tercüme olunmuştur. Türkçeye tercüme eden: Semiha Cemal-İstanbul Kız Muallim Mektebi Ruhiyat Muallimi, DEVLET MATBAASI, 1932, İSTANBUL
[1] Tertulliyen Marc Aurele’in burada irtihal ettiğini pek az sonra bildirmiş ve (Philostrate)onun sözünü tasdik etmiştir. Maamafih birçok müverrihler (Aurelius Viktor)un dediğini kabul etmişlerdir. Viktor Vindobona da yani Viyana’da olduğunu söylemişse de, kendisi bunu hâdiseden iki asır sonra yazmıştır
[2] Marc Aurele burada dostları tarafından ona sorulmuş olması lâzım gelen bir suali ima ediyor "hangi mezhebe saliksiniz? Stoisien mi, yoksa Eflâtunî mi, yahut Epiküriyen misiniz? Zira ekseriyetle bütün bu adamlar gibi söylüyorsunuz” Marc Aurele de cevabında: "Benim mezhebim, ancak bir adam olmak, ifası için yaratıldığım ve dünyaya gönderildiğim rolü hiçbir mutlak akidenin esiri olmaksızın icra etmektir” diyor. Hakikaten stoisienler için iyi olmanın ayni zamanda mes’ut olmak demek olduğunu, Mark Orel’in risalesinde göreceğiz.
[3] Tabiatı kül, müşterek tabiat, umumî tabiat sözleri Marc Aurel'e göre Stoisienlerin kullandığı manada (Allah) i ifade etmez. Bundan maksat Allah tarafından tanzim edilmiş eşya teselsülü ve argacı demektir. Tabiat kelimesi, yalnız kullanıldığı vakit, bir vücudun kendine ve kondi gibilerine mahsus olan evsafla cevherini ifade eder, ve bu halde burada olduğu gibi teşekkülün müradifi olmuş olur; yahut ta, daha hususî bir mânada, meyveyi tohumdan çıkaran, nebatı teşkil eden, inkişaf ettiren ve tayin eden faal kuvveti ifade eder.
[*] Kitapta görülecek numaralar, kitabın asıl metnindeki kitap ve şapitr numaralarıdır.
[4] Metinde (İlâhî ve beşerî şeyleri anlamak için) deniyor. Halbuki buıada bir istinsah yanlışı olsa gerektir. (Commelin) in fikri de böyledir.
[5] Marc Aurele’in burada kullandığı ıstılah (evvelden tesbit olunan günler) demektir. Şüphesiz burada din tarafından umumî işlerle iştigalden menedildiği meş’um günlerden, ve ayni zamanda bir devlet adamının istediği gibi kullanılabileceği boş günlerden bahsetmek istiyor.
[6] Marc Aurele'de tesadüf olunan (mütefekkir ruh) ve (fikir) sözlerindeki (fikir) den maksat, aklın bizde kendisile filiyatta bulunduğu kuvvettir.
[7] Eğer kâinatta mantıkî bir intizam olduğu inkâr olunursa, o halde insanların başlarında tefevvuk etmesi için tabiatı küllün hususî bir ihtimam gösterdiği aklı da inkâr etmek lâzımgelirdi. Mademki sana ne olursa, bu dünyayı idare eden en büyük akıl tarafından istenilmiştir, o halde ruh sakin ve müsterih olsun.
[8] Fourneir diyor ki: M. Orel burada mevcudat merdiveninin muhtelif derecelerinde durduktan sonra yükseliyor ve yükseldikçe inkişaf eden istinas [Alışmak. Ünsiyetli olmak] istidadını buluyor. Bu ibare işte bunu ifade ediyor. Yalnız M. Orel imtizacın, inkişafın vücutların terakkisine bağlı olduğunu yazacağı yerde, daha cesur ve daha seri bir devri tercih ederek, vücutların terakkisi imtizacı inkişaf ettirir diyor ve bu suretle ilâhlar vasıtasıyla ruhların bütün kâinatta husule gelen imtizacına vasıl oluyor.
[9] M. Orel ne burada ne de başka bir yerde bütün dünyanın bir yancınla nihayet bulacağına ve bunu bir basübadelmevt (ölümden sonra dirilme) takip edeceğine inanan Heraclite mezhebi taraftar ve aleyhtarları arasında kalmak istemiyor. O müşahedat hâdiselerine atfen kâinatın kısmen ölüp teceddüt ettiğine kani oluyor ki, bu keyfiyet, bugün için de doğru görünüyor.
[10] Tegaddi ve teneffüs M. Orel’e göre, cismin bütün hayatını hulâsa ve icmal ediyor ki, bu da pek doğrudur. Bizde her şey mütemadiyen cereyan ediyor ve vücudumuzu idame edecek yeni br maddeye mevkiini terkediyor, o suretle ki, bugünkü cismimiz bir gün evelki cismimiz değildir. Bunu da bugünkü ilim tamamen tasdik etmiştir. Burada M. Orel’in gene doğru olan bir sözü daha var, filhakika cismimizin, hislerimizin ve ihtiraslarımızın bu teceddüdüne rağmen şahsiyetimiz ayni olarak devam eder.
[11] Allah kadere mi merbuttur?
—Yok hayır, kader Allahtır demek daha iyi olur. Allahın iradeleri bizzat Allah için bile değişmez. Çünkü o bir şeyin bugün olandan daha iyi olmasını arzu etmemiştir. Bir kere emretti, daima itaat ediyor. Bu onun ne hürriyetine, ne de kudretine nakise vermez;, çünkü o kendi kendine itaat ediyor.
[12] Bazı Stoisienlere nazaran, ilâhlar, dünya ruhunun ve umumî enerjinin tecsim edilmiş muhtelif tezahüratını gösteriyordu; onların hakikî mevcudiyeteri yoktu. Başkalarına nazaran da, bunlar bilâkis yahudilerin melekleri gibi akıllı kabili muaşeret ve akılca insana mütefevvık, sakil maddeden daha ziyade tecerrüt etmiş, insan gibi fakat daha geniş bir sahada dünyanın intizam ve ahengi için çalışmakla mükellef hakikî şahsiyetlerdi.
Bu iki fikir de kitapta mevcut, fakat M. Orel kat’iyetle diyor ki: İlâhlar eğer mevcut olup ta benimle meşgul olmıyorlarsa, bundan bana ne? Bende bir akıl var ki, doğrudan doğruya Allahtan geliyor ve benim kendisile münasebette bulunmama müsaade ediyor. Bu bana hayatta ne yapacağımı bilmem için kâfidir.
[13] Buradaki mezhep tamamile ruhanîdir. Dünyadan büsbütün temey- yüz etmiş olan İlâhî zekâ, namütenahi bir kudretle ve hayırlarla dünyayı idare etmektedir.
[14] Antonin demek istemiştir ki, ruhumuzu her şeyden ziyade kendine itibar ve hürmet etmeye sevkeden akıl olduğu gibi, kanunun her şeyin fevkinde olmasını istiyen de odur ve ikisi de adalet ve doğruluktan başka bir şey değildir. İki akıl bir ve ayni şey olduğu gibi bizim ruhumuz da kanunla bir ve ayni şey olmuş olur. Hiçbir kimsenin onu kanundan daha ziyade muhakeme etmeye hakkı olmadığı halde o her şeyi muhakeme eder, deriz
[15] Eğer benim maksadım filimin hakikatinden meşgul olmaksızın iyi hareket etmek ise, ben fiil değiştirmekle gayeyi değiştirmiş olmuyorum
[16] Plotinden: "Herkeste olan müşterek akıl, kâinatın ruhunu tavsif eden asıl saf ve kat’î akıl değildir; bu manadan anlaşılıyor ki, akıl, zekâ ve hayatın tamameyetinden başka bütün hassalarını Allahtan almıştır. Binaenaleyh Cenabı Hak ihtilât ve irtibatta bulunduğu vücutlara kendi cevherinin tamamını ve umumeyetini nakil ve isal etmez.” M. Orel burada Stoisienlerden uzaklaşıyor, onlara göre, ruhu beşer ulûhiyetin bütün hassalarına iştirak eden tam bir tecellisidir.
[17] O, şeyleri değiştirmek suretile değil, bize verdikleri intibaları tam bir istiklâl dairesinde tanzim ederek imal eder
[18] Biz bu muvafakatten azadeyiz. Zira ihsas ve hatta onu itmam eden tasavvur her zaman bize ait olmasa bile, biz hiç olmazsa ona gösterdiğimiz rızanın hâkimiyiz ve ondan çıkardığımız bütün muhakemeler ve sebepler bizim kendi eserlerimizdir; hatta bizim gayrimakul olan ihtiras ve hareketlerimizin bile akıldan başka bir mastarı yoktur. Fournier
[19] Zira uyku tabiatın ameliyelerinden biri olduğu için onun da hiç şüphesiz bir nihayete bağlı olması ve bir iş görmesi lâzımgelir.
[20] Allahın arzularına muarız olan kimse bu arzularla muzaaf olarak mücadele etmiş olur. O, Allahın iradesine karşı durduğu sırada, Allah onda kendi iradesini itmam eder; işte birinci emek Allaha itiraz etmesi, ikinci emek te tevakki edebileceği lüzumsuz bir zahmeti ihtiyar etmiş olmasıdır.
[21] Chrysippe diyor ki; komediler bile bazan hiçbir kıymeti olmayan gülünç şiirlerden ibaret olduğu halde bir lütuf olarak manzumeye güzellik verdiği gibi, şüphesiz fenalık ta bizatihi gülünç ve merdut ise de kâinatın güzelliğine hadimdir, iyilerin kıymetini bildirmek hususunda faydalıdır. İşte Plutarquebu hakikati anlamadığı için bununla mücadele ediyor
[22] M. Orel’in burada melek dediği, bizim düşünücü ruhumuzdur ki, eşyayı tanımak için tetkika koyulduğu vakit (zekâ) namını alır. Eşyayı muhakeme ve onlara kıymet vererek kendini muhakeme etmeye koyulduğu vakitte (akıl) namını alır. Bu ikinci halde ona (vicdan) namı da verilir; hasılı bu, ihsasa ve arzuya kumanda eden ve bize hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak müsaadesini veren müdir bir prensiptir
[23] Bir mevzu kısmen nazarı itibara alınır ve her kısım diğerinin bütününe kıyas olunursa, dünya taksimatında müthiş bir müsavatsızlık görülür. Fakat bu böyle muhakeme edilmemelidir. Hepi heple tutmalıdır. İşte o vakit tamamile müsavat görüldüğü gibi tabiatin bu mucizesi de görülür ki, dünyada en büyük şeyin en küçüğüne nispetle hiçbir takaddümü yoktur.
[24] Mark Orel burada {tinipoliptikin dinamin) ıstılahını kullanıyor ki, bunun tam manasını bilmek pek mühimdir. Çünkü bu Stoisienlerce hakikatin mihengidir. Bundan maksat, zekâ ve vicdan tarafından kâfi derecede tenvir edildiği vakit aklı muhakeme etmek hassasıdır ki, bu, sade fikre gelen tasavvurat içinde bize doğru görünenler hakkında değil, fakat tekrar olunanlar hakkında da aldanmadığımız hissini ayni vuzuhla bizde takviye eder.
[25] Dünyada olan biten şeyi bilmemek, vaki olan müessif hadiselerle karşılaşıp ta onlara tâbi olmayı reddetmek demektir. Bu cehalet, bunların asla evvelden hissolunamadığına ve bilinmediğine kat’î bir alâmettir.
[26] Fournier (İçtimaî) kelimesine, beldeyi tesis eden akıl, namını veriyor.
[27] (Tin Piitita), bir şey veya bir vücudun şahsiyeti hakkında alâmeti farikasıdır.
[28] (Monimos Sinik) diyor ki; her şey boş bir alettir, yani biz mevcut olmayan şeye zan ve fikrimizce mevcudiyet atfediyoruz. Burada mübalâğalı yani hatalı bir şey varsa o da, (her şey) kelimesidir. Akıl, hikmet, hayırve fikir buna dahil değildir; bunlar dünyanın güzelliğini vücuda getiren hakikatlerdir.
[29] Ksenokrat Eflâtunî bir feylesoftu. O kadar büyük ve ciddî bir ehemmeyeti vardı ki, hakkında (Xenocrate’tan daha ehemmeyetli) darbımeseli irat olunurdu. Kelbiyundan olan (Crates) bu ehemmeyeti teşrih ediyor ve bunun bir gösteriş ve tantanadan ibaret olduğunu ve doğru bir şey olmadığını ispat ediyordu. Bir feylesofta bu kadar sahtelik bulunursa, herkesin istediği gibi ve istediği kadar ilâveler yaptığı başka şeylerde sahtelik nasıl bulunmasın ?
[30] Bu tahlile yalnız fazilet mukavemet eder ve bununla zevk ve hazzın fevkinde olduğunu gösterir. Mark Orel’in muhakemesini kuvvetten düşürmek için denebilir ki, güzellik ayrılmış kuvvetlerde, tonlarda değil, fakat bunların yekdiğerile olan münasebetlerinde ve az çok mükemmel bir ahenk husule getiren hareketlerinin tenasübündedir ki, bu tenasüp te, onun göstermek istediği vahdete yaklaştığı nispettedir. Eş’arın, dansın, muharebenin güzellikleri hakkında da bu suretle muhakeme olunabilir ve bu muhakemeler doğrudur. Fakat bu, imparatorun nazariyesini asla çürütmez. Çünkü, musikinin güzelliği de diğer hislere tesir eden sair güzellikler gibi natamam olduğu sabittir. Bunlar, firarî şeylerden mürekkep olmak hasebile zemin ve zamana nispetle güzeldirler. Hakikati, birliği ve tam müsavatı natamam olarak gösterirler. Güzelliğin, yegâne modeli ise hakikî birlik ve tam müsavattır. Dacier
[31] Marc Aurele de ilk Revakiler gibi (Pnevma) kelimesini ve onun müştaklarını düşünücü bir ruh mukabilinde kullanmıyor; o bununla her vakit nefhai hayatiyi, ruhu hayvaniyi ifade ediyor.
[32] Marc Aurele'in bundan maksadı ahlâkî fenalık addolunmayan her şey dir. Mumaileyhin bu fikri büsbütün felsefenin ulûhiyet ve vicdaniyatına ait bir düşüncedir. O, kudreti ilâhiyeyi tasdik ediyor ve bu üç şey hakkında kendisine vâki olan esatirî itirazlara cevap veriyor: ahlâkî fenalık, fizikî fenalık, saadet ve adaletin ıtlakı, Fournier
[33] Kâinat bir vahdettir, bir ahenktir. İnsan, istikbalin değil fakat halin ebedî neticeleri kendinde olduğu için her şeyi yapmaya mecburdur. Demek oluyor ki, bu vahdeti, bu ahengi muhafazaya mail olan her şey, bir hayırdır; bunu ifnaya mail olan her şey de bir şerdir. Düşüncesizlik, adaletsizlik, yalan, gazep ve ruhun ihtirasatına tebaiyeti hakikî fenalıklardır. Çünkü bunlar birçok intizamsızlıkların ahenksizliklerin sebebidir. Bu seyyiat filhakika dünyanın cüzündendir. Allah böyle istediği için değil, fakat bunları intihap serbestliğini insana verdiği için böyledir. Allah’ın bunu böyle yapmasının sebebi, insanın iyiliğe istihkakı olması içindir. Yoksa Allah kendisine karşı mukavemet ve mücadeleyi mukadder etmemiştir. Niçin kötülüğü yapmak serbestiyetine de malikiz? Eğer buna malik olmayaydık, ötekine de malik olamazdık ve kötülüğün kendisi de dünyanın tekâmülü için lâzımdır. Niçin fenalık yapmak hususundaki hürriyet asıl hürriyet değildir? Çünkü akla yani bizim tabiatimizin arzusuna muhaliftir de ondan. Yahut başka bir ifadeyle akıl yalnız insana mahsus olduğu için, insanın hakikî, hürriyeti, sadece aklının istiklâlidir. Bir insanın nazarı ve hisleri ne kadar fena ve âlemin intizamım tahribe müheyya olsa, gene kendine karşı hiçbir şey yapmak iktidarını haiz olmadığı kanaatinde bulunursa neticede aldanmış olur. Fournier
[34] Bu iki şıktan biri diğerini nakzetmiyor. İki hareketin her ikisi de doğru olabilir: M. Orel’e göre Allah hareketi bir kere ika etmiştir, fakat busesli duada olduğu gibi yine her ferdin hareketini daima idare etmesine mâni değildir. Üçüncü şıkta Marc Aurele (Epicurien) lere kendi prensipleri üzerinde bile söylenip şikâyet etmemeleri lâzım geldiğini gösteriyor, mademki her şeyi tesadüf idare ediyormuş, o halde bizi de o idare ediyor demektir; öyle ise umumî bir kanundan müstesna olmayı istemek haksızlık ve delilikolmuş olmaz mı? Dacier
[35] Mark Orel, burada hayatî nefhadan yani ruhu hayvaniden bahsetmek istemiştir.
[36] Bu Odysse’ninbir şarkısıdır ki, orada Homere,İlâhî Ulysse tarafından ölülerin sihrî davetini anlatıyor: ".... O vakit Erebe’in dalgalarından şimdi mevcut olmayanların ruhları bir kalabalık halinde çıkar ve koşarlar. Sıkıntı çekmiş, evlenmiş, faal, genç, ihtiyar, kalpleri acılardan müteessir olmuş bakirler, mecruh olmuş tunç mızraklı, kanlı silâhlı muharipler, bunların hepsi çukurun etrafında kalabalık teşkil ederek fevkalâde bir korku içinde telâş ve heyecanla Ulysse’e kendilerini cehennemlere sevkeden günahlarım anlatırlar. Bu ruhları cezaya duçar eden bu hatalar bugünkü insanların yaptıklarına tamamen müşabihtir.”
[37] Seneque ve Pluîarque diyorlar ki: isterse bu davet Makedonya Kıralı Perdiccas’m oğlu tarafından yapılmış olsun, ne ehemmeyeti var! Mark Orel bununla sadece Sokrat’in tarla farelerinden daha ziyade aklı olduğunu hatırlatmak istemiştir; insan kendinden daha zengin olanların hediyelerini reddetmelidi, fakat bunu nezaketle yapmalıdır.
iki fare masalı, Horace’tadır.
[38] işte Eflâtun’un sözlerinin tamamı: Hakîm, kaşısında bir zalimin, yahut bir kiralın methedildiğini işittiği vakit, domuz, koyun, sığır çobanlarından herhangi bir çobanın ifratla methedildiğini tahayyül eder. Çünkü bunlar sürülerinden çok süt sağarlar, yalnız ben kralların daha müşkül ve daha az emin bir hayvanı otlatmaları ve sağmaları lâzım geldiğini düşünüyorum. Esasen onlar ilim tahsil etmek için az zamana malik olduklarından ve bir dağ başında ağılda imişler gibi duvarlar içinde mahpus bulunduklarından, çobanlardan ne daha az kaba ve ne de daha az cahildirler.
[39] Cathorthoses Stoisienler için, kendinden haberdar olan bir fail tarafından, aklıselime mutabık olarak nihayete kadar ikmal olunmuş bir vazife demektir.
[40] Zira her ikisi de bizden olan ayni fikirden tevellüt eder. Hakikî felsefe ve tabiat bize tahmil ettikleri vazifelerin icrası hususunda mutabıktırlar. Çiçeklerle müzeyyen görünen fenalık yolu bize daha eğlenceligelir. Bazı vazifeler tahmil etmekle bizi icbar eden tabiat değildir, kendimizi intizamsız arzularımıza tâbi etmekle icbar eden ve kabahatlerimizle bizi şerefsiz yapan biziz.
[41] Mark Orel demek istemiştir ki, Kozmos bir tek umumî kanunla idare olunsun olunmasın, şüphe yoktur ki, bende beni insan yapan, beni idare eden hususî bir kanun vardır. Biraz aşağıda ve ayni fasılda, sade herhangi bir cemeyeti beşeriyenin intizam ve ahengine muhalif olanlar değil, beşeriyete ve bundan da bütün kâinata muhalif olanlar, demek istemiştir.
[42] Tabiatte herkese faydalı olan ihtilâcat vardır; fakat bu ihtilâcat, volkan, harekâtı arziye, insanları öldüren veya hayatlarını tağyir eden tuğyanlar gibi, fizikî cihetten muvafık görünmeyorsa da ahlâkî ve medenî cihetten tamamile doğrudur..
[43] Eflâtunî’ler ve Stoisin’ler hava ve esiri, perilerin ve henüz maddenin levsi içinde dolaşan mevta ruhlarının ikamtegâhı zannederlerdi
[44] Mark Orel bundan, dünyayı idare eden ruhu âkili, yani ulûhiyeti kastetmiyor, maksadı ruhu hayvanı ve umumî hayattır
[45] [ 1 ] Cauatburada not olarak diyor k i: "N e güzel fikir. Fakat Stoisienler burada kendilerni diğer kimselerden istisna ediyorlar, ve iyilikle kötülüğün ilmini yalnız kendilerine isnat ediyorlar.” Bu diğer mezheplerin saliklerine de isnat olunması lâzım gelen bir fikirdir. Zira, kanaat bize nihayet akıl ve ilhamdan geldiği için, daim a şahsî riza ve muvafakat lâzım dır. Bu düşüncenin verdiği kibir M ark Orel’e tahmil olunamaz.
[46] Eğer herhangi bir şey, bizim istek ve muvafakatimiz olmadan bizi ızrar edebileydi, seni şerir olmaktan menedebilecek bir kimse olamazdı; lâkin zanlarımıza bunları hâkim etmekle hürriyetlerini verdikçe bize zarar veremeyeceklerdir. Dacier
[47] Yani Cenabı Hakkın dünyanın idaresi için vazettiği intizamın güzelliği, ne afetler ve mihnetlerle, ne musibetlerle ihlâl edilemez. Yoksa iyiliğin ve adaletin âletleri Allahın elindedir ki, bu âletleri, şerirleri tecziye,, iyileri tecrübe için istimal eder.
[48] Mark Orel diyor ki: Acatalaptique’te (Ademülfehim hastalığı) olduğu gibi, fena olan bir zan sâde doğru olmaması ve yanlış olmasıyla bizi aldatmıyor; belki, ruhun istediği itminanı vermediği için ruhu da bulandırıyor.
[49] Allah insanların ruhlarına ilâhî tohumlar saçmış, fakat onları istediğimiz gibi kullanmayı bize bırakmıştır Güzel bakıldığı surette bunlar tenebbüt eder, güzellikte yükselir ve kendi asıllarına lâyık bir surette yetişirler; işte o vakit insan semere olarak sükûnet, kalp huzuru ve hürriyet iktitaf eder. Bilâkis dikkat ve ihtimam edilmezse, o vakit bunlar çorak ve bataklık bir toprakta imiş gibi ölürler. Yahut ta hasılat olarak fena meyvalar verirler ki, bundan insan ve cemaat için her nevi fenalık ve felâketler zuhûr eder. Her şey semere verir. Ruhunu kinin istilâsına terketmiş olan kimse günün birinde kendi payını alır, kini olduğu kimseye okunu atması, işte fena adamın meyvesidir. Ok gider ve ceriha açar. İşte kâinatın maddeyi idare eden şedit kanunlara tâbi olan semeresi budur. Fakat mecruh adamın her şeyden kuvvetli olan gayrimerî kuvveti haiz ruhu İlâhisi maddeye karşı koyar; işte insanda Allahın semeresi de budur. Allahın meyvesi ise, hastalıktan sıhhati, kinden muhabbeti, mevtten hayatı fışkırtan şeydir.-
[50] Yan i ahlâk umdeleri içinde rahat ve asude ve fakat çok semereli olarak cereyan eden ve kendine -olduğu gibi etrafına da bahtu devlet vesaadet neşreden bir hayat demek istiyor.
[52] Marc Aurele burada göstermek istiyor ki, ahlâkî kıymet, işte değil, niyet ve azimdedir.
[53] (Sokrat) diyor ki: "Hakikî zafer kök salar ve uzaklara kadar uzanır. Yapma ve sahte olan ise bilâkis çabuk geçer. Yalancılığın sebat ve kararı yoktur. Yalandan aşağı bir şey yoktur. Bir parça dikkatle buna nüfuz edilir."
[54] Alexandre, Plilippe, Demetrius’ünsiyasetle felsefeyi birleştirmiş olduklarını söylüyorlardı, fakat Marc Aurelebu meseleyi büyük adamlara hürmetinden dolayı tamik etmek istemiyor. Bunların görünmek istedikleri gibi ve amellerinin vakarlar ile mütenasip olup olmadığını görmek onlara aittir, çünkü vıkar sahte olabilir, adalet ise asla böyle değildir; demekle iktifa ediyor
[55] Müellifler Marc Aurele’in intihardan bahsetmek istediğini söylüyorlar. Bununla beraber "sen yaşayabilirsin, azimet ettiğin, yaşamak istediğin gibi” sözlerini tercüme etmişlerdir; o halde bunun intihar nazariyesinde ne yeri olabilir? Gelecek fasılda görüleceği üzere M. Orel intiharı zımnen muatap ediyor: Bu gibi hallerde insan sükûnet ve teslimeyette kendine melce aramalıdır, diyor. Diğer bir yerde de; Allaha mütevekkil olmalıdır, diyor. M. Orel «burada duman var» demek istememiş; fakat «ben dumanım» demek istemiştir. Bu suretle insanın fâni kısmının nefhasından (hayvanî ruhtan) bahsetmek istemiştir.
[56] Filhakika sen bir iyilik yapmak üzere olsan da karşı koymaya muktedir olmadığın yabancı bir sebep senin filini ifaya mâni olsa, senin hayırhahlığın gene mevcuttur; ve bu suretle senin niyetin ruhun için kaybolmamıştır. Çünkü herkes kendi sayinin sahibidir, fakat muvaffakiyetinin değil.
[57] M. Orel hakikî güzellik olarak ancak ahlâkî güzelliği tanıyor; onun için tabiatin bir eserini ve hatta bir şaheserini bile güzel görmek bayalığında bulunmuyor.
[58] Eğer bugün ölüm gelip seni bulsa ve, birkaç zaman için sanam ühlet bahşetse, geçmişte yapmadıklarını yapmak için yaşamak istiyecektin. Evet sen kendini çabuk bu hale k oy; ve kaderin için o kadar kat’î olan bir zaman fasılasını, istifadeli olarak kullan. Dacier
[59] Burada Fournier bir yeni nazariye sebebile mühim mülâhazalardan bahsediyor. Ve yahut M. Orel burada vücut ve iradetin imtizacına müteallik iki keşif meydana koyuyor Kelimenin edeb/yatça ve avamfiribane mânasına göre, ruh ne vakit cismin geçirdiği tezelzüllere ihtirası sebebile iştirak ederse, bu imtizaç bir esaret olur. Ruhun ve cismin imtizaçları muhtacı izah değildir. Bu, devamlı bir tecrübenin işidir; nazariyata göre o, umumî maddiliğe ithal olunmuştur; yoksa aksi söylenmediği takdirde, bu imtizaç iradenin mutlak istiklâli ile tahdit olunmuştur.
[60] M . O rel’in kullandığı tâbirin edebî tercümesi budur: (muvafık olanı yap) Revakîlerce Cenabı Hakka ve cemeyete karşı olan borcunu ödemek vazifesinin ne olduğu anlaşılmamıştı. Onlar, insan her şeye, hatta Cenabı Hakka karşı bile hürdür, derler. Vazife, eğer tâbir caizse, kendi insanlık tab’ına yakışan ef’ali ifa etmeye aittir, işte bunun için Allah onu tek başına hâkim bırakmıştır, derlerdi
[61] M . Orel, burada Fournier’nindüşündüğü gibi, intihan mı haklıçıkarıyor, yoksa Daçier’ningördüğü gibi denaatlerini haklı çıkarmak için ahmakça deliller serdedenlerle istihza mı ediyor?
[62] M ark Orel burada bizim bir felâket tesmeye ettiğimiz şeyin hakikatte hüsnü ahlâkın şartı olduğunu gösterirken, ayni zamanda bunların arz üzerindefaydasını da gömek istiyor. "Böylece, fili mukayyet nazariyesile metafiziğiniki büyük davası zincirlenmiş oluyor: nikbinik ve serbesiyet.” Fournie
[63] Mark Orel ve birçok Revakîler indinde, yıldızların manevî kuvvetlerle canlı olduklarını, bunların ruhu külliden bizim gibi, fakat daha mükemmel bir surette neş’et etmiş olduklarını hatırlamak lâzımdır; M. Orel’in o zamanın lisanınca ilâhlar tesmeye ettiği şeyler bu kevkebî kudretlerdir. Her ne olursa olsun, sema yalnız göz ve zekânın hazzını temin için boş bir manzaradan ibaret olmak üzere yaratılmadığı için M. Orel burada bize yıldızların hayretle temaşasını teklif etmekle kalmıyor, fasılasız yollarına devam eden ve asla öteye beriye dolaşmaksızın haliklarına itaat eden ve kendilerini taklit etmek için bizi tenvir eder görünen bu ziyadar mevcutları taklit için düşünce ile karışık bir istiğraka bizi teşvik ediyor..
[64] Burada Dacier'nin dediği gibi, Allahın bize imdat etmesi asla bizim hüriyetimizi bozmaz, çünkü o bize kendi iradesini tatbik etmeden daima intihap hürriyetini kendimize bırakarak, bizim filimizi intaç eden müessir ilhamlarile ve tatlılıkla bu imdatta bulunur.
[65] M. Orel burada kaderin ne olduğunu pek kuvvetli olarak izah ediyor: Bu, rabbani kudret tarafından birbirine bağlanmış müteaddit esbabın bir mabadinden, bir tesirinden başka bir şey değildir. Onun bir tek ve ayni sebep olduğunu söylerken, bazı feylesofların kaderle karıştırmak istedikleri tesadüfi sebepleri istisna etmek istiyor. Çünkü bizatihi sebep ancak muayyen» sabit, tek ve basit olabilir; halbuki arızî olan esbap, eğer varsa, asla bir tek olmayıp, namahdut ve nihayetsiz olacağından, tamamile birbirinden farklı müteaddit arazlar da ayni fiilde toplu olarak bulunmayacaklardı. Eflâtun da kaderi, daima Allahı takip eden ve onunla beraber olan, Allahtan sadır olmuş- kanun diye tavsif eder ki; bu da hiçbir şeyin kendisinden içtinap edemeyeceği ve ona muhalefet gösteremeyeceği rabbani akıldır. D.
[66] Hastalıklarımızı Allaha atfü isnat etmemeliyiz; onlar az çok uzak ecdadımızın, ebeveynimizin ve kendimizin hareket ve hatalarımızdan, yanlışlıklarımızdan ve ihtimal bilhassa içinde yaşadığımız İçtimaî taazzuvun fenalığından husule gelir. Tabiatı kül insanı, ölümden başka vahim hastalık bilmemek üzere yüz sene yaşayabilecek surette düzmüştür. Ölüm de bir hastalık değil midir? M. Orelin sözü natürist tababet ilmince tamamen tasdik edilmiştir. Bu ilme göre, hastalıklar fert için olduğu kadar cins için de mükemmeliyet vasıtaları ve safiyet âmilleridir.
[67] Bu muhakeme çok güzel ve pek metindir. Bizi teşkil eden unsurlar, Kozmosun efendisine itaat etmek için kendi meyillerini unuturlar ve tabılarına zıt ta olsa, kendilerine tahsis edilmiş olan makamı muhafaza ederler. Aklın bu maddî ve çürüyebilen unsurlardan daha ziyade muti olması lâzım- gelirken, kendine müşkül gelecek ve bünyesine zıt bir şey tahmil edilmediği halde, gene yalnız o bu umumî kanuna karşı isyan ediyor ve boyunduruğunu kımıldatmaya çalışıyor. Denecek ki, Allah anasıra ancak itaat hareketini, akla da intihap hürriyetini verdi. Fakat, bu bizim haksız olduğumuzu daha ziyade göstermez mi ? Allah bizim ruhumuzu kendisine tav’an ve aşkla itaat ederek mükâfata nâil olabilmesi için, kerhen itaat etmek zaruretinden berî etti. Ruh ise bu kadar büyük bir lütfe karşı şükran için daha tam ve mükemmel bir surette itaat göstereceği yerde, bu müsaadeyi ancak isyana atrimak suretile kullanmış olmuyor mu?
[68] Allah insana hakikate vâsıl olmak için, iradei cüziye, şevki tabiî, vicdan, zekâ, akıl gibi bütün bu hususta vücudu lâzım olan vasıtaları bahşetti; bundan başka insan, aklı kâfi derecede malûmat sahibi olmadığı vakit, daima hükmünü tehir etmek iktidarını da haizdir. O halde bundan şu netice çıkıyor ki; hakikate muhalif olarak söylenmiş bir söz ve ayni zamanda teemmülsüz verilmiş bir hüküm doğrudan doğruya insanın kendine racidir.
[69] Bütün bu sayfa bugün ancak elimizde cüzüleri kalan Euripide'in trajedilerinden çıkarılmıştır. İşte Hinstin’in tercümesinde fıkraların bütün metin Mark Orel tarafından alınmış ve zikredilmiştir.
"Eşyaya karşı hiddetlenmemelidir, çünkü onlar ondan hiç endişe etmezler. Kendine gelen bütün vakayie uymasını bilen kimse bahtiyardır.”
"Beni dinle. Hiçbir fani yoktur ki, hayatın bütün imtihanlarından geçmek mecburiyetinde olmasın. Ölen çocuklar defnolunur; yerine başkaları olur. Bizzat insanın kendi de ölür, toprağa ait olanı toprağa iade etmekte üzülecek bir şey var mı? Fakat, bu değişmeyen bir hakikattir ki, hayatın olmuş buğday tarlası gibi biçilmesi lâzımdır; o buğdayların biri yaşar, biri ölür. Tabiatin kanununa karşı niçin ahu enin etmeli? Mukadder olan şeyler içinde bizim için mutlak surette merhametsizce konulmuş hiçbir şey yoktur.
"İlâhlar seni ve çocuklarını terkettiler. Bundan daha tabiî ne olabilir? Fanilerin bahtı böyledir, bir kısmı mes'ut olur, bir kısmı reddedilir. Sana verilecek hikmet dersim yok: Ey kadın, bilhassa düştüğün ifratlardan kork, ve kendini müstekreh ve menfur etmemeye dikkat et.
"Yunan şarkısı Hypsipyle de Lemnos’un bedbaht bir kıraliçesinden böyle bahseder ve feryat eder, bu kıraliçe kahraman Jason tarafından sevildikten sonra iki çocuğile beraber terkedlmişti.”
[70] Mark Orel’in bahsettiği bu parça lliade’in bir parçasıdır: insanların tenasülleri yapraklar gibidir. Rüzgâr yapraklan yere atar. Fakat, mahsuldar orman daha başkalarını hâsıl eder. İlkbahar mevsimi tekrar avdet eder; işte beşerîlerin ırkı bu suretle doğar ve geçer.
[71] Mark Orel burada kendi zamanında yaşıyan insanları biribirindeU' ayıran metafizikleri şu birkaç kelime ile ihtisar ediyor. O vakit henüz hırıstiyan mezhebi tamamen teessüs etmemişti. Onun kaziyesinin ilk iki nazariyesi (Revakı) lere aittir; zarureti cebriye, mantıkî ve şuurî bir zarurettir; üçüncü nazariye (Epikürien) lere aittir. Mark Orel tamamen Revakî olmakla beraber ayni zamanda koyu bir Hristiyan’dır; zekâ bizde Allahtan başka birşey değildir, ve bu zekâyı da bizzat kendisinden başka sevkedecek bir şey yoktur.
[72] Gaia’dan maksat, ana topraktır. Muazzam ruhu kâinat, yahut şanlı esirden maksat, kuvvei failedir.
Eski Yunanistanda dinin esas ve aslı, bu iki prensip üzerine mebni idi. Bunlardan biri ilkah edici kuvveti, diğeri münfail kuvveti gösteriyor. Bunların yekdiğerine inhimaki ebediyettir, mukaddes aşktır ki, bütün canlı dünyaya mevcudiyet veren Eros’tur.
[73] Zira tabiat, güneşi iyiler ve fenalar üzerine doğdurmak, yağmuru salih ve gayrisalihlerin çayırlarına yağdırmakla kalmaz. İhtimamlarını daha ileri götürerek onlara her gün, her an muhabbet eserlerini bezleder. Bu da kendisine karşı nankörlük ve mücadele asarı gösterenlere bile şefkatli, hayırhah olmasıyla sabittir.
[74] Sokrat’ın zevcesi çok geçimsiz ve sert mizaçlı bir kadındı. Fakat M. Orel’in burada hangi sahneyi telmih etmek istediği kestirilemez. (Epiktet) e göre Sokrat’ın birinci meziyeti, bir münakaşa esnasında hiç kızmaması, namus ve haysiyeti muhil bir söz sarf etmemesi, kendisini tahkir edenleri istediklerini söylemekte serbest bırakması, ve münazaayı kısa kesmesi idi. Zira hiçbir kimsenin bir başkasının ruhuna hâkim olamayacağını yakin ile bilirdi. Sokrat ne diyordu? Başkasını tabiate muvafık bir surette hakketmeye icbar etmek iddiasında bulunmamalı, zira bu bizim elimizde değildir; yapılacak şey şudur: diğerleri kendi hesaplarına diledikleri gibi hareket etsinler. Sen dürüst yasa, dürüst hareket et ve kudretin nispetinde onların da doğru yolu takip etmelerine çalış.
[75].Sokrat derdi ki: dikkat et, idrakin ziyasile, nevama bir İçtimaî mahlûliyet mevcut olduğunu, bu İçtimaî mahlûliyetin neticesi olarak diğerlerine yapılan iyiliğin daima iyilik sahibine rücu ettiğini göreceksin; ve o vakit anlayacaksın ki, yalnız kendini sevmek, fena bir seviştir, ve tesanüt hissi seni iyilik fikrine kadar yükseltecektir.
İdrak nurları senin el dokunmamış istidat ormanına nüfuz edince sana gerek bu istidadın ve gerek bunlarla müşterek gayelerin arasındaki ahengi tesis imkânını bahşedecektir. Sende olan akıl, nefsine hakimeyeti, fikrine o hakimeyetin kanunu olan intizam fikrini ilâve edecektir. Saadetin hâkim fikri işte bunda mündemiçtir.
[76] Manevî hayat burada bir ahenk mecmuasına benzetilmiştir. Biz yalnız bu ahengi husule getiren musiki âleti değil, fakat ayni zamanda o âleti tanzim eden musikişinasız; bu âleti muhafaza değilse de, daima ele almak bize düşer.
[77] M. Orel burada Aristo’nun şu sözlerine telmih ediyor: "Ya bir hayvan, ya bir ilâh!”.. Ayni zamanda bu sözler, halkın, insanlar ve hususile hükümdarlar hakkındaki hükümlerinde ifrat veya tefrite düşmemeye kadir olmadıklarını anlatmak istemiştir. M. Orel bu fikrini kaydederken şüphesiz Roma halkının âdetlerine muvafık gelmeyen bazı emirnamelerinden şikâyet ettiklerini düşünmüş ve ittihaz ettiği kararda sebat için kendi kendini teşci etmek istemiştir. Akla mutavaattan maksat ta, bizdeki sultanî ruha ihtiram ve ubudiyettir.
[78] Bütün bu fıkradan çıkan fikir, mânen sukuta, ölümün müreccah bulunduğu, ve Allahın lütfuna imanın, insan için hata ve zâfa düştükten sonra yeniden kesbi kuvvet eylemek hususunda en metin bir mesnet olduğudur.
[79] Revakiyunun ve hususile Mark Orel’in kastettiği huzur, sükûnetten daha fazla bir şeydir. Bu bütün mevcudiyeti kaplayan ve ona aynı zamanda sükûnu tam ve neşat veren derin bir saadet hissidir.
[80] Metindeki tahrifler yüzünden bu kısmın tercümesi çok müşkülleşmiştir; birçoklarının tercüme ettikleri "aşağıki” kelimesi pek iyi anlaşılmakta ve asarı atika ilmi mütehassıslarının eski Lorium hakkında bize öğrettikleri şeyler, M. Orel'in beyanatını teyit etmektedir. Filhakika Antonin’lerin sarayı bir tepe üzerine kurulmuştu; M . Orel’in bahsettiği çiftik ağlebi ihtimal bir tepenin eteğinde ve bugün hâlâ akmakta olan bir ırmakla sulanan kısımda idi ki, burada şimdi Bottaciadenilen bir çiflik mevcuttur ve elyevm buranın ismi, Castel’di Guido’dm .
[81] M arc Aurele, rüyaya itikat ettiği için, tarize uğram ıştır. Fakat M ark Orel’in doktoru büyük Gabin’de buna pekâlâ inanır ve rüyaya hastalıkları teşhis hususunda büyük bir ehemmiyet verirdi ki, bunda fenne mugayir bir şey yoktur. Edviyenin bilinmesi hususunda da rüyayı mühim addederdi. Tabiî bu, ilâhların şahsiyeti meselesi bir tarafa bırakılmak şartile, akla muvafık görünür
[82] İhtirasları tevlit eden şey hayvani ruhumuz, hayvanı fikirlerimizdir. Haricî eşya bu fikirleri tevlit eder, bunlar da bizi tahrik ederler. Mark Orel, başka bir tarafta bunlara, yabancı zemberekler ismini verir; çünkü bunlar bizden hariçtedirler. İhtiraslarımızı doğuran hayvanı ruhumuzun en mükemmel parçamız olmadığına bir delil de şudur: Bizde ayni zamanda bu hayvani ruhtan tamamile başka, ve hayvani ruhun ihtiraslara hükmetmek istediği zaman onları cerheden ve âtbiiyeti altına alan bir kısım bulunmasıdır.
[83] Hayır adamının kanunu, Cenabı Hakkın Kozmos’u tedvirdeki kanundan, yani, hayrı umumî kanunundan başka bir şey değildir, demek istiyor
[84] Bu sözlerde Odyssee den, bir hâtıra sezilmektedir; bu kısımda Penelope zevcinden bahsederken der ki: O, hiç kimseye karşı haksız muame lede bulunmamış, kimse hakkında muhakkırane söz söylememiş, hiç kimseyeşiddet ve huşunet gösterm em iştir.
[85] M . Orel’in nefsin tetkiki hakkında yazdığı bu satırlara asıl metinde olmayan istifham işaretlerini koymak lüzumunu hissettim. Daçier ve Couat’ta böyle yapmışlardır
[86] M. Orel'in burada ruhunda bulunduğunu söylediği dört meyil, ağlebi ihtimal; şüphe, gıybet, riya ve memnu hazlar temayülü olsa gerektir.
[87] Mark Orel burada, imparatora değil, sâdece bir insana hitap ederek-, doğru ol, hatalarını tashih et, kendini ıslah et! diyor. doğru ol, hatalarını tashih et, kendini ıslah et! diyor
[89] Eğer şikâyet etmek lâzımgelirse, insan kendisinden şikâyet etmelidir. Fakat buna da lüzum yoktur; zira hayrı arayan bir adamın nazarında, günahtan maada hiçbir şey haizi ehemmeyet değildir. Bu maalde olarak Epiktet pek doğru olarak demiştir ki: "Kendi kabahatlarından dolayı başkalarını mesul etmek bir cahile yalnız kendini ittiham etmek, tenevvür etmeye başlayan bir insana, ne kendini, ne başkalarını mesul etmemek se tamamen tenevvür etmiş bir insana yakışır.”
[90] Şerrin Kozmos’a zarar vermesine imkân yoktur. Zira o şer bizatihi mevcut olmayıp ancak ruhumuzda vaki olan arızî bir haldir. Binaenaleyh bu ârızayı def ile kurtulmak için, kuvvet ve cesaret göstermediği müddetçe, bundan yegâne zarara görecek olan da ruhumuzdur. Eğer şer bizatihi mevcutsa, şerri irtikâp edenlerin gayesi şer olmak lâzım gelirdi. Fakat görülüyor ki, bütün insanların gayesi serden tevakkidir; zira kastederek fenalık yapmak isteyen bir fert yoktur; fenalık yapanların fenalığı, gaye edindikleri sahte ve hayalî bir iyilikle örtülü olmasıyla izah olunabilir. Keyfiyet böyle olduğu takdirde - ki, aksini kabule imkân yoktur - eğer şer bizatihi mevcut olsaydı, içtinap edilmek için mevcut olması, yani olmaması için olması icap ederdi; böyle bir iddia ise hedefin hedef olmamak için mevcut olduğunu, yahut isabet ettirilmemek ve yahut ta görülmemek için konulduğunu dermeyan etmek kadar saçmadır.
[91] Onun gösterdiği misaller beni ya ıslah ve ya idlâl edecektir. Fakat her iki halde de benim rızamın lâhik olması lâzımdır. Bir insanın yalnız nefsinde bulunan seyyie ile sefil olması keyfiyeti, insanlar için büyük bir saadet eseridir.
[92] Antonin bu mekalede, vaifemizi yapmak hususunda elzem olan üç şartı toplamıştır ki, bunlar Cenabı Hakkın istediğini yapmak ve bunu da onun rızasına göre ve tensip ettiği zaman yapmak. İki son şarttan birisi eksik olursa, ilk şart ta tesirsiz kalır. Zira Cenabı Hakkın dilediğini başka bir zamanda ve onun arzusu dahilinde yapmamak, onun dilediğini değil, kendi arzumuzu yerine getirmek demektir.
[93] Burada Mark Orel, Sokrat felsefesile hemfikir olarak; zanna karşı ilmi ileri sürer ki, her ikisi de kuvvei müdrikenin eşyaya vukuf peyda etmek için istimal ettiği şekli zekâdır.
Fakat zan ile kuvvei müdrike yalnız zahir havasını kullanır; eşyanın ne mahiyet, ne sebebini görmeksizin bu eşya hakkında ancak arızî ve müşevveş bir yakın hâsıl eder. Bilâkis ilim ianesile kuvvei müdrike eşyayı, mahiyet, illet ve gayeleri itibarile öğrenir. Burada Mark Orel kuvvei müdrikesine hitapla ancak ilmi muhafaza ederek zannı atmak lâzımgeleceğini söyliyor. Bunu bu üçüncü kısmın hemen her tarafında tekrar etmektedir. Filhakika bu, selâmtin esasî şartıdır.
Rum stoisienlerine göre ihtiraslardan teberri etmek bunların hepsini ruhundan tardeylemektir. Fakat ahlâkiyatının her kısmında olduğu gibi Mark Orel bu bahiste de Aristot ile hemfikirdir; Aristot'un mütalâası ise, ihtirasları daima kuvve i müdrikeye tâbi olacak surette vasat bir hale irca etmek merkezindedir. Mark Orel şu suretle devam eder: ölüm hiçbir vakit onda hayatı tam olmayarak yakalayamaz. Filhakika öldüğümüz vakit hayatımızın daha tamamlanmamış olduğuna bizi inandıran ancak hâkim olan ihtiraslarımı zdır.
[94] Rum stoisienlerine göre ihtiraslardan teberri etmek bunların hepsini ruhundan tardeylemektir. Fakat ahlâkiyatının her kısmında olduğu gibi Mark Orel bu bahiste de Aristotile hem fikirdir; Aristot'un mütalâası ise, ihtirasları daima kuvvei müdrikeye tâbi olacak surette vasat bir hale irca etmek merkezindedir. M ark Orel şu suretle devam eder: ölüm hiçbir vakit onda hayatı tam olmayarak yakalayamaz. Filhakika öldüğüm üz vakit hayatımızın daha tamamlanmamış olduğuna bizi inandıran ancak hâkim olan ihtiraslarımızdır.
[95] Unutmamalıdır ki, M. O rel’e göre kader Epicureve ya Eschybe’in kastettikleri kader değildir. Bu kâinatın nâzımı olan nizamı ezelîdir. Diğer bir tâbirle de kudreti İlâhiyedir
[96] M. Orel burada Hesode’un (mesai ve eyyam) namındaki eserinden şu bahsi hatırlıyor: İçinde bulunduğumuz şu demir devrinde insanlarda ne merhamet, ne adalet vardır. Mevcut olan yalnız şiddet ve haksızlıklardır; hal böyle devam ederse bir gün (N emesi s ve Aidos (adalet, şeref ve haysiyet) insan ırkına tahammül edemeyerek beyaz kisvelerine bürünecek ve bu geniş afzı terkederek gidip lâyemutlara mülâki olacak ve işte o vakit insanlara yalnız ıztıraplar kalacak ve dertlerine deva bulunmayacaktır.
[97] Bundan maksat: nefhai hayat, ruhu hayvanidir.
[98] Epictete iyi yaşamak san’atını "tahammül et ve müstenkif bulun” kaidesine tevkifi hareketten ibaret addetmiştir. Marc Aurele de bu kaideyi kabul etmiş ve fakat buna üç kaide daha ilâve etmiştir.
[99] M. Orel yedinci kitabın sekizinci faslında ölümü istihkar etmelidir, demişti. Fakat bu, vazife mevzuubahs olduğu ve ölüm daha görünmediği vakitte idi. Burada ise, ölüm bizi gelip yakaladığı zaman ona hüsnü kabul göstermelidir, diyor.
[100] Ölüm hayatın cereyanından ibaret olup bizde yalnız madde üzerinde tesir icra eden ve fakat "ayniyet” imizi oduğu gibi bırakan tahayyüllerden farklı olmakla beraber umumî ve kat'i bir tahavvüldür; biz ayniyetin istiklâl demek olmadığını anlıyarak kendimizi kozmos ile mütesanit hisseder ve tam hayatı kâinata atfedersek, ölüm bize diğer tebeddüllerden ziyade haşyet vermez. Böylece anlaşıldığı takdirde bizi sinesine alacak olan aklı küllünebedî olması ve her ruhun rücu edeceği ilâhî ateş bütün mahlûkatın mastarı bulunması hasebile ölüm, kat’î bir inhilâl demek değildir
[101] Bu, Antoninin itikadından şüpheye düştüğünü ifade etmez. O, bu husustaki fikrini başka taraflarda kâfi surette tasrih etmiştir. Onun söylemek istediği şudur: o tarihte hüküm süren iki büyük nazariyeden gerek tesadüfü dünyaya hâkim addeden (Epicurien'lerin, gerekse kâinatın nizam ve idaresini rabbanî kudret atfeden Stoiciens’lerin nazariyesi doğru olsun, her iki şıkta da arzusuz ve korkusuz ölüme intizar âzımdır.
Bu kitap aynı zamanda Commelin’in tercümesile de tatbik olunmuş ve bazı yerleri ona göre yazılmıştır. Semiha Cemal
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar