Print Friendly and PDF

Ken’ân Rifâî’nin Hayatı

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Arzu Eylül YALÇINKAYA

KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN YAŞADIĞI DÖNEM

Ken’ân Rifâî’nin yaşadığı dönem Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına tesadüf eder ve bu dönem Türk tarihinde bir çok değişimin arka arkaya tecrübe edildiği farklı bir zaman dilimidir. Ken’ân Rifâî’nin hayatı ve tasavvuf anlayışının inceleneceği bu çalışmaya öncelikle onun içinde yaşadığı dönemin siyasî, sosyal ve dinî (güzel) yapısını değerlendirerek başlamanın uygun olacağı düşünülmüştür.

Osmanlı Devleti XX. yüzyılda, pek çok siyasî ve sosyal değişime şahit olmuştur. İç ve dış tazyikler nedeniyle bir anlamda mecburi olarak yaşanan bu değişim süreci son derece hızlı gerçekleşmiş, bu nedenle söz konusu muhavelenin bireysel ve toplumsal açıdan hazmedilmesinde bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) gerçekte devletin beş yüz yıllık geleneği olan Osmanlı kimliğiyle birlikte yaşama modelini XX. yüzyılın icaplarına göre yeniden şekillendirmek çabasıdır. Batı’da ortaya çıkıp çeşitli coğrafyalarda farklı şekillerde karşılık bulan bireysel ve milli kimlik arayışları, Osmanlı Devleti tebaası ve onu oluşturan unsurlar üzerinde de kırılmalara sebep olmuştur. Bu dönemdeki hükümetlerin, devletin bekâsını temin yönündeki uygulamalarının doğrudan ve dolaylı olarak Rifâî’nin hayatını da şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle söz konusu dönemde dikkat çeken idârî, askerî ve sosyal hamlelere daha yakından bakmak gerekmektedir.[1]

Ken’ân Rifâî’nin doğduğu yıl (1283/1869), Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatindedir. İmpartorluğun çeşitli bölgelerinde devam eden isyanlar, bazı eyaletlerin özerklik ve muhtariyetler kazanması ile neticelenmiştir.[2] Genel olarak bir huzursuzluğun hakim olduğu Rumeli’de, Bulgaristan ve Hersek bağımsızlık arayışı içindedir. Rifâî’nin Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde eğitime başladığı yıl (1876-77),

Abdülhamid henüz tahta çıkmıştır. Meşrutiyeti ilân etme şartıyla tahta geçen Sultan, imparatorluk coğrafyasında patlak veren birçok isyan ve tehditle başa çıkmak zorundadır. II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yılında Balkanlar’da çıkan isyanlar ve ardından yaşanan 93 harbi neticesinde, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’den çekilme süreci de başlamıştır. Çocukluk ve yetişkinlik yılları büyük ölçüde Sultan II. Abdülhamid devrine tesadüf eden Rifâî, devletin içinden geçtiği birçok güçlüğü bizzat kendi hayatında da tecrübe etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da ilk çözülme alametleri gösterdiği bu dönemde, Avrupa devletleri iktisâdî, siyasî, ilmî ve edebî olarak bir yükseliş içerisindedir. XVII. yüzyıldan itibaren değişen bilgi ve insan anlayışı neticesinde, Avrupa halkları yeni sosyal ve idârî düzen arayışına yönelmiştir. İnsan hakları ve özgürlükleri kapsamında elde edilen başarılar bu gayretin neticeleri arasında değerlendirilebilir. XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren Batılı devletler tarafından, Osmanlı İmparatorluğu hasta adam olarak adlandırılmaya başlamıştır:[3] Batılı devletlerin, Doğu’ya yöneldiğinde gördüğü tek şey, çözülmesi gereken bir “Şark Meselesi”dir. Şark meselesi, kısaca Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş evrelerinde ortaya çıkan sorunların tamamını ifade etmektedir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesini paylaşmak konusunda Avrupa devletleri uzlaşmazlık içindedir. Yüzyılın son çeyreğinde dış güçlerin kendi aralarındaki çatışmalar, II. Abdülhamid dönemi siyasi hamlelerinin tesirini hızlandırmış ve hükümetin politik gücünü arttırmıştır.[4]

Sultan II. Abdühamid devletin içinde bulunduğu askeri ve mâli zafiyetlerin farkında olarak barışı korumak adına saltanatı boyunca dış ilişkilerde hassas bir politika takip etmiştir. Sultan bu anlayış içinde yurt dışındaki problemleri savaşla değil diplomasiyle çözmeye çalışmış, uluslararası ilişkilerde devletin bağımsızlığının garanti altına alınması ve toprak bütünlüğünün savunulmasını en önemli görev kabul etmiştir. Bu dönemde hükümetin özellikle Balkanlar’da büyük bir savaşın çıkmasını engellemek amacıyla yerel halkın isteklerini değerlendirdiği ve çıkan ayaklanmaları imtiyazlar vererek aşmaya çalıştığı görülür. Abdülhamid’in dış politikadaki diplomatik tavrının asıl sebebi zaman kazanmak ve memleketi içine düştüğü mali zorluklardan kurtarıp gerekli reformların uygulanmasını sağlamaktır.[5] Sultan II. Abdülhamid Batılı devletlerin müdahelelerinden korunmak maksadıyla, devletin ilk anayasası olan Kanûn-i Esâsîyi (1876) ilan etmiştir. Kanûn-i Esâsî ilk zamanlar, imparatorluk halkları arasında eşitlik ve birliği temin edecek bir ilke olarak düşünülmüşse de[6] II. Abdülhamid meşrutî idareyi devletin içinde bulunduğu şartlar için uygun görmeyerek 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebûsan’ı süresiz olarak tatil etmiştir. II. Abdülhamid’in saltanat ve merkezi idareyi kuvvetlendirme yönündeki tasarrufları, o günlerden başlayarak günümüze kadar süren tartışmalara neden olmuştur. İdaredeki baskı devlet bürokrasisi içerisinde hürriyet arayışlarına hız vermiş, bu arayışlar neticesinde kronolojik sırayla Genç Osmanlı[7] ve Jön Türk[8] oluşumları tarih sahnesine çıkmıştır. Osmanlı münevveri bu dönemde vatan, millet, hürriyet gibi mefhumları tartışarak bunlara yönelik farklı yaklaşımlar geliştirmiştir.[9] Söz konusu kavramların Osmanlı düşünce dünyasına giriş sürecine ve Ken’ân Rifâî’nin bu mefhumlarla ilgili görüşlerine, onun fikri cephesinin incelendiği bölümde ayrıntılı olarak temas edilecektir.

Söz konusu fikri hareketlilik ortamında Osmanlı düşünce hayatı içerisinde devletin bekâsını temin amaçlı Osmanlıcılık, Batıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi çeşitli fikrî akımlar ortaya çıkmıştır.[10] Bunlar içerisinde Osmanlıcılık, tüm etnik gruplarda bir Osmanlılık aidiyet duygusu yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarlarını gözetmeyi teşvik etmeyi sağlamak amaçlı bir düşünce akımıdır.[11] Batıcılık ya da orijinal adıyla Garpçılık, yine imparatorluğu içinde bulunduğu çöküntüden kurtarmayı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu Batılı medeniyetleri seviyesine çıkarmayı hedefleyen bir cereyandır.[12] Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası için oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek amacını güden İslâmcılık düşüncesi ise, bunu yaparken dinin kılavuzluğunu elden bırakmayarak, modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşâ etmek savına dayanır.[13] II. Abdülhamid bu dönemde İslâm devletlerini birleştirmeye yönelik bir yaklaşım olan İslamcılık düşüncesini benimsemiştir.

Ken’ân Rifâî’nin de dahil olduğu, dönemin bürokrat sınıfı hakkında birkaç değerlendirmeyi burada hatırlamak faydalı olacaktır. Osmanlı’da günümüzdeki anlamıyla bürokratikleşmeye yönelik ilk girişimler, Batılı devletlerle diplomatik olarak ilk temasların başladığı XVIII. yüzyıl sonlarına denk düşer. Bu dönemde, askeri ilişkilerden önce, diplomasinin önem kazandığı bir sürece girilmesi dolayısıyla, diplomatik ilişkilerin sağlıklı yürütülebilmesi için Avrupa dillerini bilen eğitimli devlet adamlarının yetiştirilmesi gerekliliği doğmuştur. Tanzimat yönetimi, bilinçli olarak Müslüman unsurun (ki bu büyük ölçüde Türkçe konuşan Müslüman unsur demektir) devlet işlerinde yetiştirilmesi, Batı dillerini ve modern bilimi öğrenmesi alanında bazı adımlar atmıştır. Bu dönemde yetişen bürokratlar, ilk zamanlar Osmanlılık bilinci ile hareket etmiş ve sonrasında ise Türk ulusçuluğunun temellerini atmışlardır.[14] XIX. yüzyılda yetişen yeni nesil Osmanlı devlet adamının karakteristiğine bakıldığında en önemli özelliği Arapça Osmanlıca bilmek gibi kültür dillerine hakimiyetin yanı sıra, Batı dillerinden en az bir ya da ikisine de hakim olmasıdır. Osmanlı aydının diğer bir özelliği, Osmanlıcılık ve Osmanlılık bilincine sahip olmasıdır.[15] Ortaylı, bu bilincin köklü bir tarih şuuruna dayanmasa da dönemin aydın ve bürokrat kesimi için pragmatik bir yurtseverlik göstergesi olduğu kanaatindedir.[16] Osmanlılık bilincine sahip olduğu bilinmektedir.

Bu dönemde Osmanlı aydını ve tebaası içerisinde görülen düşünce hareketliliğine de ana hatlarıyla değinmek gerekir. Tanzimat ve Meşrutiyet ile fikir hayatımıza birçok yeni kavram girmiştir. Bunlardan, medeniyet ve terakki, ulûm ve fünûn, kanun ve nizâm, hürriyet ve meşveret gibi kavram çiftleri, Osmanlı düşünce dünyasında en etkili olanlardır.[17] Özellikle meşrutiyet ve hürriyet mefhumları, istibdâd kavramı ile yanyana getirilerek üzerinde en çok tartışılan konular olmuş ve II. Abdülhamid’e yönelik muhalefetin de temel söylemi olarak kullanılmıştır.[18] Batı kökenli kavramları İslâm’a dayandırarak açıklama çabası yine bu dönemden başlamış ve II. Meşrutiyet döneminde de devam etmiştir. Söz konusu kavramların arkasındaki bilimsel düşünce ve felsefi akımlar da, Osmanlı düşünce dünyasına yine aynı dönemde girmiştir.[19] Aynı esnada telaffuz edilmeye başlanan pozitivizm, materyalizm, sosyal darvinizm gibi felsefi sistemler, bu sistemlerin savunucusu olan yayın organları aracılığı ile halk tabakalarına da ulaşmıştır.[20] Batı düşünce ve felsefesinin ürünü olan söz konusu akımlarla birlikte, terakkî, hürriyet, vatan gibi mefhumlar da bu dönemde en çok tartışılan konular arasındadır. Ken’ân Rifâî’nin fikrî cephesini ele alacağımız II. bölümde, onun söz konusu kavramlar ve akımlar hakkındaki görüşlerine değinilecektir.

Tanzimatla başlayan Batılılaşma[21] yönündeki sistemli değişimlerin, yani modernleşme reformlarının, Osmanlı Devleti ve toplumu üzerindeki ilk ve en büyük etkisi şüphesiz ikilemlerdir.[22] Sosyal yaşantının bir parçası olan kültür, medeniyet, günlük hayat, dinî yaşantı gibi alanlarda ikilem ve çekişmeler mevcuttur. Devlet ve toplum en genel anlamda gelenek ile modern arasında bir geçiş süreci içindedir.

II. Abdülhamid devrinin temel karakteristiğine bakıldığında bu dönemde devletin kurtarılmasının temel gaye olduğu, İslamcılık/Panislamizm politikası ve bu politikanın eğitim alanına yayılması gibi kendine has özellikleri ile Tanzimat döneminden ayrıştığı görülür. II. Abdülhamid sömürgeciliğin hakim olduğu bir dünya düzeni içerisinde tahta oturmuş ve tahtta bulunduğu otuz üç sene içerisinde Balkanlar’dan Basra’ya, Kafkaslar’dan Kuzey Afrika’ya ve Fas’tan Yemen’e kadar olan geniş bir coğrafyada yer alan İslâm memleketlerini sömürgeciliğe karşı başarı ile korumuştur.[23] Bu dönemde II. Abdülhamid ittihad-ı İslâm politikasını takip etmiştir. Panislamizm de denen bu yaklaşım, Batılı devletlerin müdahalelerine karşı koymak amacıyla, İslâm inancının birleştirici gücünü yeniden canlandırma anlamındadır. XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ortaya çıkan bu politik hareket, İslâm medeniyetinin temel değerlerine ve geleneklerine geri dönüş olarak düşünülebileceği gibi Avrupa saldırılarına karşı[24] halifeliğin güç ve nüfûzunu arttırmak amacını da kapsamaktadır. Sultan dağılmakta olan Osmanlı Devleti’nin tek kurtuluş ümidi olarak Müslümanların birleşmesini gerekli görmüş ve bu amaçla halifelik sıfatından faydalanarak Anadolu haricindeki Müslümanları emperyalizme karşı birleşmeye çağırmıştır.[25] Böylelikle çeşitli bölge halkları canlanarak sömürgeleştirme faaliyetlerine karşı mücadele hareketlerine yönelmişlerdir.[26]

II. Abdülhamid dönemi ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman etkisinin yerleştiği bir dönemdir.* [27] Bu etki Berlin Kongresi’nden (1878) sonra Alman yatırımlarının artışı, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ticari etkinliğin canlanması, çeşitli uzmanların getirilmesi ve Alman kültürünün yayılması şeklinde başlamıştır. Daha sonra bu etki Osmanlı ordusunda Alman komutanların artması, askeri uzmanların katılımı ve Türk subaylarının Almanya’ya gitmesi ile devam etmiştir. Elbette en büyük etki Osmanlı İmparatorluğu’nda bir Alman koridoru işlevi gören Bağdat Demiryolu Hattı projesinin büyük bir kısmının Almanlar’a verilmesidir.[28] II. Abdülhamid İngiliz siyasetine güvenmediği için Almanya’ya yaklaşmış ve bu yakınlığın İngiliz hükümetini kuşkulandırmamasına da dikkat etmiştir.[29]

Sultan II. Abdülhamid’in uygulamaya koyduğu ıslahatlara bakıldığında içerde ve dışarda birçok gerilimin yaşandığı, mâli ve idâri zorlukların imparatorluğu zayıflattığı bir zaman diliminde eğitim alanındaki reformaları öne aldığı görülür. Sultan mâli sıkıntılar sebebiyle arzu ettiği tüm ıslahatları yürürlüğe koyamamış olsa da eğitim alanında birçok yenilik yapmış ve ıslahat hareketlerini eğitim hamleleri üzerine temellendirmiştir.[30] Abdülhamid devri ıslahatlarının mahiyetinin daha iyi anlaşılması için ilk olarak Osmanlı Devleti’nin geleneksel eğitim kuramlarından medresenin o esnadaki durumunu hatırlamamız gerekir.

Metin Kutusu: 29
30
31
32
33
XIX. yüzyılın başlarında medreseler Osmanlı Devleti’nin uzun zamandır yenilenmeyi bekleyen kuramları arasındadır. Nitekim yüzyılın başınan itibaren medreselerin ıslah edilmesi gereken yönleri üzerine çeşitli çözüm önerileri sunulmuştur.[31] Ancak bu esnada ıslahata en çok ihtiyaç duyan kurum olan medrese ihmal edilmiştir. Bu tutumun nedeni medresenin ve temsil ettiği zihniyetin tasfiyesinin neredeyse mümkün olmadığı şeklindeki yaygın kanaattir.[32] II. Abdülhamid devrinden sonra İttihatçılar devrinde de benzer çabalar olmuş ancak araya giren I. Dünya Savaşı ve arkasından yaşanan büyük idari değişimler nedeniyle bu çabalardan beklenen netice alınamamıştır.[33] Geçiş dönemi Osmanlı Devleti’nde geri kalmışlığın faturalarından biri haklı ya da haksız olarak medrese ve müderrislere yüklenmek istenmiştir. Ortaya çıktığı dönemlerden itibaren Türk-İslâm kültürüne birçok katkı sağlamış olan medrese kurumu bu dönemde maddî ve mânevî olarak yıpratılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat ile açılan devir Batılılaşma hareketlerinin devlet eliyle başlatıldığı, “Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılanmasında, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki ve kültürel alanda geniş ve köklü değişikliklerin yapıldığı bir dönemdir.”[34] Devlet teşkilatının ıslahatların sürekliliğini temin amacıyla yeni kadrolara ve öncelikle bu kadroları yetiştirecek modern eğitim kurumlarına ihtiyacı vardır. Tanzimat Osmanlıcılık ideolojisi içinde eşitlik ilkesini de getirmektedir. Bunun eğitimdeki karşılığı bütün unsurlara açık yani karma Osmanlı okulları tesis etmek şeklindedir. Bu eğitim taşrada ve İstanbul’da dinî eğitim ağırlıklı devam ederken İstanbul merkezinde Batı tipi eğitim ve eğitim kurumlan da de devreye girmiştir.[35]

Gerçekten de Tanzimat döneminde düzensiz olmakla birlikte eğitim alanında birbiri ardına yenilikler yapılmış,[36] bu esnada birçok yeni okul açılırken eğitimi geliştirmeye yönelik yeni kurumlar da ihdas edilmiştir. Bu durum askeri ve idâri alanda ortaya çıkan yeni müesseseler için eğitimli insan ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla eğitimin alanındaki girişimlerin Tanzimat dönemindeki öncelikli hedefi söz konusu ihtiyaca cevap vermektir.[37] Aynı dönemde Sıbyan mektebi, İbtidaiye, Rüştiye, İdâdî ve Sultaniler ilk ve orta öğretimin temel müesseseleri olarak yerleştikten sonra, daha yüksek seviyede eğitim kurumları da tesis edilmeye başlamıştır.[38] Bütün çabalara rağmen XIX. yüzyıl biterken ancak dört yüz kadar rüştiyenin faaliyete geçebildiği görülür. Buna mukabil kendi okullarını açma izni alan tebea okulları ve yabancı kaynaklı okulların sayısı dönemin sonunda üç yüze ulaşmış durumdadır.[39] Tanzimat devrinde, dönemin bürokrat ihtiyacına yönelik olarak da birçok okul açılmıştır.[40] Eş zamanlı olarak Bâbıâli ofislerinin birçoğu ve özellikle Tercüme Ofisi, üst düzey devlet memuru yetiştiren bir eğitim kurumu olarak işlev görmüştür. Son dönem Osmanlı aydınının doğduğu yer olarak da kabul edilen Tercüme Ofisi’nde yetişenler, Avrupa’da görev yaptıktan sonra İstanbul’da yüksek mertebelerde vazife almışlardır.[41] Medreseler çok fazla bir değişime uğramaksızın yeni eğitim müesseseleriyle eş zamanlı olarak eğitime devam ederken müderrisler de Tanzimat döneminde açılan yeni okulların kurucu kadrolarını teşkil etmişlerdir. Dönemin eğitim reformları 1869 Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nin kanun olarak kabulüne kadar büyük ölçüde bir karmaşa içindedir. Beklentiler ve vaadler yüksek olmakla birlikte pratikte çok azı uygulamaya konulabilmiştir.[42] Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nde ıslah edilen sıbyan ve rüşdiye mekteplerinde uygulanacak olan usûl-i cedîde ya da tertîb-i cedîde ayrıntıları ile anlatılır. “Tüzüğün getirdiği bir yenilik de, usûl-i cedîde denilen yeni öğretim yönteminin yaygınlaştırılmasıdır. Selim Sabit Efendi’nin Elifbâ-yı Osmânî’si tüm okullarda geçerli ders kitabı”[43] sayılmaktadır. Usûl-i cedîde terimi, eğitim alanındaki yeni usuller anlamında olup terimin Osmanlı Türk eğitim tarihinin ilk çağdaş eğitim bilimcisi olan Selim Sabit Efendi (ö. 1910) tarafından ortaya atıldığı kabul edilir.[44] Usûl-i cedîde sınıflardaki talebe sayısından öğretmenin sahip olması gereken niteliklere kadar eğitimin maddî ve mânevî hemen bütün unsurlarını kapsamaktadır.[45] Tanzimat döneminde başlayan bu usuller Meşrûtiyet döneminde de devam etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin eğitimcilik yılları eğitim alanındaki ıslahatların ülke sathında yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ve Osmanlı modernleşmesinin büyük ölçüde eğitim hamleleri üzerine şekillendiği bu kritik döneme tekabül eder.

Tanzimat devrinde eğitim alanında belirgin olarak hissedilen Batılı unsurların[46] II. Abdülhamid döneminde belli bir süzgeçten geçirildiği görülür. Abdülhamid dönemi eğitim ıslahatlarında Osmanlıcılık düşüncesini temin eden müfredatın yanı sıra, öğrencilerin İslâm inanç ve ahlâkı hakkında bilgi edinmesine yönelik dersler de müfredata dahil edilmiştir.[47] Bunda II. Abdülhamid’in Osmanlı birliğini İslâm birliği ile kuvvetlendirme isteği etkili olup bu amaçla eğitimden beklentisi yüksektir. Süreç içerisinde Müslüman okulların sayı ve kapasiteleri arttırılmaya çalışılmış, donanımlı ve dindar öğretmenlerin görev alması teşvik edilmiş ve böylece yabancı okullara talebin azalmasına çalışılmıştır. “Diğer taraftan her seviyedeki okulların müfredatında din derslerine ağırlık verilerek dinini bilen ve öğrendiğini uygulayan insanların yetiştirilmesi hedeflenmiştir.”[48] Fortna dönemin eğitim anlayışının Batı Avrupa modeline dayanan ilerici bir aydınlanma düşüncesi üzerine tesis edilmesine rağmen bu modelin zararlı etkilerinin okullarda verilen Osmanlılık bilinci ve İslam geleneğine yönelik derslerle bertaraf edilmeye çalışıldığını kaydeder.[49]

XIX. yüzyılda yeniden düzenlenmesi icab eden alanlardan bir diğeri ise tasavvuf ilminin ilişkili olduğu kuramlardır ve bu kuramların başında tekke müessesesi yer alır.[50] 20. yüzyılın başında İstanbul’da yaklaşık dört yüz bin civarında Müslüman yaşamakta olup tekkelerin sayısı neredeyse her bin kişiye bir tekke düşecek rakama ulaşmıştır. Bu dönemde tekkeler müslüman cemaatin dinî, mânevî ve sosyal ihtiyaçlarına birçok yönden cevap vermiştir.[51] Haftanın her günü bir tekkenin ihyâ günü olarak tahsis edilmiştir. İhyâ günlerinde maddî sıkıntı içinde olanlar tekkeye gelerek gıda, barınma ve temizlik gibi ihtiyaçlarını temin etmektedir.[52] Tasavvufî oluşumlardan en dikkat çekenlerden biri olan Darülmesnevîler, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında herkese açık olan ve isteyenlerin Farsça öğrenebilecekleri müesseseler olarak hizmet vermiştir. Uludağ’ın “tasavvuf bu dönemde hâlâ varlığını koruyor, hâlâ bir dinamizme sahip ve hâlâ Müslüman aydınlar ve dünya tasavvuftan birtakım şeyler bekliyor”[53] ifadesiyle dile getirdiği şekilde, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde, tasavvuf düşüncesi devam etmekte ve tekke faaliyetleriyle içinde bulunduğu muhiti beslemektedir.

Tekke o dönemde dinî hayatın en önemli merkezlerinden biridir. Tekke ferdi kendi kendiyle, aslıyla irtibata geçiren ve bu suretle kendisiyle barışmış olarak bireyi hemcinsiyle de uyumlu bir hayat sürmeye sevk eden en önemli kuramlardandır. Tekke kurumunun, bireyin mânevî ve şahsi gelişimine katkıları bu yüzyılda devam etmiş olmakla birlikte siyasî ve sosyal değişkenlerin tesiriyle tekkenin fonksiyonu genişleyerek sosyal direnişlerin menbaı haline de gelmiştir.[54] Öte yandan bu dönemde tekke tarihi açısından bazı önemli gelişmeler de kaydedilmiştir. İçerisine meşihat konulan cami ve mescid sayısının artması[55] ve hâne-tekke modelinin yaygınlık kazanması bu yeniliklerden en dikkat çekici olanlarıdır.[56] Mesnevî eğitiminde ve tasavvufî sohbetlerde Farsça etkin durumdadır.[57] Tekke edebiyatında yüzyılın başında daha çok klasik türde eserler verilirken ikinci yarısında mevzuların değiştiği ve Fransız ihtilali sonrasında yaygınlaşan hürriyet, adâlet ve müsavât gibi kavramların mevzubahis edildiği görülür. Tekke ehli Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar eğitim ve halka sosyal destek amaçlı faaliyetlerine doğrudan ya da dolaylı olarak devam etmiştir.[58]

Bu dönemde tasavvufî hayatın yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz olumlu yönlerinin yanı sıra olumsuz yönleri de vardır. Meclis-i Meşâyih arşivindeki kayıtlardan anlaşıldığı üzere, tekkelerin gelir-gider dengelerinde ve tâyinatlarının ödenmesinde düzensizliklermevcuttur. Zikir esnasında gerçekleşen bazı usulsüz haller (hâlat-ı gayr-ı meşrû’a) ile zikirde kullanılan âletlerin yasaklanmasına dair çeşitli muhtıralar yayınlanarak örneğin muharrem mersiyelerinin, İslâm itikadıyla çelişenlerine ayinler sırasında yer verilmemesi husûsunda uyarılar yapılır.[59] Aynı tedbirler cümlesinden olmak üzere zikirlerde dinî esaslara aykırı davranışlar olabileceği endişesiyle, tekke dışında zikir yapılması yasaklanmıştır. Şeyhlerle ilgili olarak ise şeyhlerin görevlerini aksatmaları, tekkelerin gelirlerini kendi malları gibi kullanmaları, tekkede ticarethâne açmaları ve dervişlere sıkıntı vermeleri gibi durumlar başlıca şikâyet sebepleridir.[60] Beşik şeyhliği de tekkelerin o dönemdeki problemleri arasındadır.[61] Bu ve benzeri sebeplerle tekkelerin tasfiyesi ile igili konular, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme gelmiş ve bu gâyeye yönelik olarak hükümetlerce farklı pratikler ortaya konulmuştur.

Tekkelerin durumunu iyileştirmek için yapılan ilk düzenlemeler Tanzimat döneminde başlamıştır. Bu niyetle bir dizi müessese ve uygulama ihdas edilmiş olup Meclis-i Meşâyıh bunların ilkidir.[62] Meclis-i Meşâyıh 1866 yılında Şeyhülislâmlığa bağlı olarak ve tasavvufî hayatın seviyesini yükseltmek gayesiyle kurulmuştur. Ancak bunu temin edebilmek için tekkenin etrafında şekillendiği şeyhin iyi yetişmiş olması gereklidir. Ayrıca beşik şeyhliğinin mahzurlarının da bir şekilde telâfi edilmesi elzemdir. Bu meyanda, tekke ve dergâhların merkez karakteri şeyhlerin iyi yetiştirilmesini temin için bir Medresetü’l-Meşâyıh müessessesi planlanmış ancak yürürlüğe geçirilememiştir.[63]

Tarîkat ve tekke kurumuna yönelik tedbir ve ıslahatlar en çok II. Abdülhamid döneminde gerçekleşmiştir.[64] Sultan II. Abdülhamid selefinin yapmış olduğu gibi ilk zamanlarında tarîkat mensuplarıyla arasını iyi tutmuş, onları sarayda ağırlayarak fikirlerine ehemmiyet vermiş ve fakat bu irtibat bir süre sonra değişerek saltanatın tekkelere olan yardımı da hissedilir ölçüde azalmıştır. Sonrasında tasavvufî kurumların üzerindeki denetimin arttığı başka bir dönem başlamıştır.[65] II. Abdülhamid dönemi Mevlevîler ve Mevlevî tarîkatı mensupları için nisbeten zor olmuştur.[66] [67] Buna mukabil Sultanın, Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî (ö. 1909)70 ve bazı Arap asıllı şeyhleri etrafında bulundurarak Arap asıllı tarîkatlarla irtibat kurması İslâm devletleri ile birlikteliği devam ettirme çabasının bir parçası olarak da görülmüştür. II. Abdülhamid içerden ve dışardan pek çok tehlikeyle uğraştığı saltanatı müddetince tarîkatlara yönelik bazı tedbirler almıştır. Güç oluşumlarını dağıtmak, tarîkat mensuplarını takip ettirmek ve gerekli gördüğünde sürgüne göndermek, bu amaçla başvurduğu tedbirlerden bazılarıdır. Gittikçe artan baskı, jurnal faaliyeti ve ağırlaşan takip, tasavvuf erbâbı arasında infiale neden olmuş, II. Abdülhamid dönemini eleştirmeye başlayan tekke çevreleri bu sırada ittihatçıları kendilerine yakın bulmaya başlamışlardır.[68]

II. Meşrutiyet devrinde sûfîler de kendi içerisinde bir hesaplaşmaya dönmüş, Osmanlı’nın geri kalmışlığının faturasının, tekkelere ve tasavvufî hayata kesilmesine bir tepki olarak, tasavvufî hayatı bütün cepheleriyle tanıtmaya yönelik faaliyetler içerisine girmişlerdir. Bu özeleştiri ve tasfiye sırasında tasavvufu uygulamaya yönelik kavramlardan birçoğu yeniden değerlendirilmiştir.[69] Tasavvufun İslâmî ilimlerden biri olup olmadığı konusu da, yine o dönemde tartışılan meselelerden biri olarak karşımıza çıkar.[70] II. Meşrutiyet ile başlayan nisbi özgürlük döneminde, sûfî cemiyetlere bağlı dergiler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde büyük bir sûfî kütüphanesi meydana getirmeye çalışılmışsa da muvaffak olunamamıştır.

II. Abdülhamid yönetimi kısıtlamaları nedeniyle, bir araya gelme ve yazı yazma serbestiyeti kısıtlanmış olan her kesimden Osmanlı aydını II. Meşrûtiyet döneminin sağladığı nisbî özgürlük ortamı içerisinde yazı faaliyetlerine devam ederken, tasavvuf erbâbı da cemiyetlere bağlı yayın organlarıyla neşriyata yönelerek bu kanalla tasavvuf düşüncesini canlı tutmaya çalışmıştır. Sûfîlerin kurmayı planladıkları ilk cemiyet, Cemiyet-i Sûfiyye-i İttihâdiyye’dir. Ancak kurucu şeyh, Şeyh Naili Efendi (ö. 1324/ 1908)’nin vefatı nedeniyle bu girişim yarım kalmıştır.[71] Bu esnada Şeyh Esad Erbilî (ö. 1931)’nin başkanlığında kurulan Cemiyet-i Sûfiyye’ye bağlı bir yayın organı olan Tasavvuf mecmuası haftalık şekilde yayınlanmaya başlanır (1911) .[72]5 Tasavvufî içerikli dergilerden yine o sıralarda neşredilmeye başlanan Cerîde-i Sûfiyye ve Muhibbân tekke dünyasını canlandırmayı hedeflese de ömürleri uzun sürmez.[73] Rifâî’nin sürekli yayınlarla ilişkisi I. Meşrutiyet döneminde, Türk kültürü için bir okul işlevi gören Tercüman-ı Hakîkat gazetesindeki makale yazarlığı ile sınırlı kalmıştır.

XIX. yüzyıl İstanbul’unda etkin olan birçok tarikat mevcuttur. Bunların arasında yirmi altı tekke ile faaliyette bulunan ve Ken’ân Rifâî’nin de temsilcisi olduğu Rifâiyye de bulunmaktadır.[74] XX. asrın başına gelindiğinde ise bu rakam otuz sekize ulaşmıştır. İstanbul’da açılan ilk Rifâî dergâhı Fatih Küçükmustafapaşa Mahallesindeki Karasarıklı (Kara Ayşe Hatun) Tekkesi’dir. Diğer önemli Rifâî tekkeleri: Alacamescid (Sadık Efendi) tekkesi, Düğümlü Baba (Arabacıbaşı) Dergâhı ve Üsküdar Rifâî Âsîtânesidir. Rifâiyye’nin Sayyadiye kolu ise İstanbul’a XIX. asrın sonunda ulaşmış ve Aksaray Şekerci sokağındaki Ebü’l-Hüdâ Dergâhı ve Eyüp’te bir diğer tekke ile temsil edilmiştir. Rifâiyye’nin Sayyadiyye kolundan gelen Ma’rifiyye şubesinin âsitânesi İstanbul Kartal’dadır. 1908 yılında açılan Ümmü Ken’ân Dergâhı da İstanbul’daki Rifâî dergahlarından biri olarak 1925 yılı sonuna kadar hizmet vermiştir.

KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN HAYATI

İsmi ve Lakapları

Ken’ân Rifâî, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki sicill-i ahvâl belgesinde Abdülhalim Ken’ân adıyla kayıtlıdır.[75] Rifâî, eserlerinin mukaddime bölümünde çoğunlukla Abdülhalim Ken’ân[76] ya da Ken’ân Abdülhalim ismini kullanırken Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi kayıtlarında Mehmet Ken’ân adıyla geçmektedir.[77] Ken’ân Rifâî, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlarda Ken’ân Bey, Ken’ân Efendi, Rifâîyye meşâyihinden ya da Rifâî tarîkatı şeyhi, Abdülhalim Ken’ân Efendi ifadeleriyle yer alır.[78] Meclis-i Meşâyih kayıtlarında Ümmü Ken’ân Dergâh-ı Şerîfi Postnişîni Reşâdetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi”[79] ibareleriyle geçer. Rehber-i Sâlikîn adlı kitabının takdim yazısını “Hâdimü’l-Kur’ân, es-Seyyid el-Hâcı, Abdülhalim Ken’ân” [80] künyesiyle imzaladığı görülen Ken’ân Rifâî, soyadı kanunundan sonra Büyükaksoy soyadını kullanmaya başlamıştır.

Doğduğu Çevre ve Ailesi

Abdülhalim Ken’ân Bey, 1286/1869[81] yılında Selânik’te dünyaya gelmiştir. Filibe hanedanından[82] Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey ile Hatice Cenan Hanım’ın oğlu olan Ken’ân Rifâî, çocukluk yıllarının bir kısmını Filibe’de dedesi Hacı Hasan Bey’in çifliğinde geçirmiştir. Burada öncelikle Rifâî’nin çocukluk dönemini geçirdiği Balkanlar’ın siyasi ve sosyal durumu değerlendirilerek bölgede yaşanan tecrübelerin Rifâî’nin fikrî cephesi üzerindeki etkileri değerlendirilecektir.

Balkanlar’ın önemli şehirlerinden biri olan Filibe (Plovdiv), Edirne’den sonra Osmanlı’nın Rumeli’de ilk ele geçirdiği bölgelerdendir. Bulgaristan’ın güney kesiminde Meriç Nehri’nin iki yakasına kurulmuş olup XIX. yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar’ın en mamur yerleşim yerlerinden biridir.[83] Cami, medrese ve ilim adamlarıyla devrin önemli İslâm merkezlerinden arasında olduğu gibi, farklı etnik unsurları bir araya getirmesi nedeniyle Osmanlı şehir mozaiğinin Balkanlar’daki son örneklerinden biri durumundadır. Filibe ekonomik gücünü büyük ölçüde çeltik yetiştiriciliğine borçludur. 1846 yangınından sonra kısa zamanda toparlanarak, ev ve konakların eski zarafetiyle tekrar inşa edilebilmesi, biraz da ekonomik durumu ile ilişkilidir. Ken’ân Rifâî’nin dedesi Hacı Hasan Bey de bölgedeki arazi ve çiftlik sahiplerinden biridir. [84]

Dedesi Hacı Hasan Bey

Ken’ân Bey, Filibe hanedanından varlıklı ve nüfuzlu bir aileye mensuptur.[85] Bir müddet Alâiye Kaymakamlığı’nda bulunan[86] dedesi Hacı Hasan Bey’in konağı, İktisadî, içtimai ve idari bakımdan, muhitin cazibe odaklarından biri durumundadır.[87] Sâmiha Ayverdi, Hasan Bey’in hânesine, heybe ile altın girdiğini, konağı ziyaret edenlere keseyle altın verildiğini ve Ken’ân Rifâî’nin küçük yaşta bu varlık ve cömertlik örneklerine şahit olduğunu dile getirir.[88] Buna göre Rifâî’nin ilerleyen yıllarda tekke ve konağında sergilediği cömertlik ve âlîcenaplığın, tasavvuf geleneğinden kaynaklandığı kadar, aile göreneğinden beslendiğinin söylemek de mümkündür.

Ken’ân Rifâî, bulunduğu muhit bakımından, dönemin ilim ve kültürü ile yakın temâs halindedir. Zira Rifâî’nin çocukluk yıllarının Filibe’si, Osmanlı Devleti’nin önemli ticaret, kültür ve mâneviyat merkezlerinden biridir. Tasavvufî hayat, tekkeler vasıtasıyla sosyal hayatın içindedir.[89] Şehir Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar büyük ölçüde Osmanlı geleneksel şehir mozaiğini muhafaza eden, dolayısıyla Türk, Bulgar, Rum, Ermeni ve Yahudilerin birlikte yaşadığı bir yer olma durumunu muhafaza etmiştir. Ekonomik bakımdan güçlü olması dolayısıyla mâmur bir görünüm arzeden Filibe o dönemde kitabevleri, sanat ve edebiyat faaliyetleriyle de dikkat çekmektedir.[90] Bu kültür iklimi içinde Ken’ân Rifâî’nin Osmanlı Devleti’nin geleneksel hususiyetlerini yaşının elverdiği ölçüde gözlemleme imkanı bulduğu ve 1870’lerden itibaren bölgede değişen dengelere yakından şahit olduğu anlaşılır. Rifâî, Rumeli’de geçirdiği ilk çocukluk yıllarında, imparatorluğun kozmopolit yapısını teneffüs ettiği bir ortam içinde bulunmuştur. Söz konusu dönemin onun düşünce dünyasını şekillendiren âmillerden biri olduğunu söylememiz mümkündür.

Filibe’de 1876 yılında baş gösteren Bulgar ayaklanması sonrasında, Balkanlar ve özellikle Filibe’den Anadolu’ya göçler başlamıştır.[91] Bu dönemde Rifâî’nin büyükbabası Hacı Hasan Bey Doğu Rumeli’nin Bulgar Prensliği’ne katılışına kadar bir müddet daha Filibe’de kalmıştır. Ancak oğlu Abdülhalim Bey isyan başlar başlamaz İstanbul’a giderek Fatih semtinin Hırka-i Şerif Mahallesi’nde bir konak satın almıştır.[92] Abdülhalim Bey, kısa süre içerisinde oğlu Abdülhalim Ken’ân’ı İstanbul’a naklederek Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nin ilk kısmına sürekli yatılı olarak yazdırmıştır. Rifâî ve ailesinin İstanbul’a göç ettikten sonra bu şehir ile irtibatları devam etmiştir. Ken’ân Rifâî liseden mezun olduğu zamana kadar yaz aylarını büyük ölçüde dedesinin çiftliğinde geçirmiştir.[93] Rifâî’nin yaz aylarında memleketinden İstanbul’a dönerken tren Türk sınırdan içeri girdiği esnada trenden inerek önce toprağı öptüğü ve sonrasında karşılaştığı ilk jandarma erinin boynuna sarıldığı nakledilir. Şeyhin hamâsî duygularının bir tezâhürü olarak nakledilen bu anekdota dayanarak onun Tanzimat Dönemi’nin önemli mefhumlarından vatan ve millet gibi kavramları, yazılı metinler üzerinden değil ancak vatan toprağı kaybetmek suretiyle tecrübî olarak öğrendiğini söylememiz mümküdür.[94] Ken’ân Rifâî yetişkinlik döneminde geride bırakılan emlak ve toprağın durumunu takip amacıyla Bulgar sınırları içerisindeki Filibe’ye birkaç defa daha ziyarette bulunmuştur.[95]

Yukarıda bahsi geçen zorluklara rağmen Filibe’de geçen yıllara ait hâtıralar, Rifâî’nin sohbetlerinde çokça yer alır. Söz gelimi sadakatin mahiyeti ile ilgili bir değerlendirme sırasında konağın Çerno adlı köpeği Rifâî tarafından örnek verilir.[96] Ken’ân Rifâî’nin Filibe’deki tahsili sırasında okulda tanışıp muhabbet ettiği arkadaşlarından birini emeklilik çağına eriştiğinde arayıp bulduğu da aktarımlar arasındadır.[97]

Yüzyılın ikinci yarısında tedrîcî olarak terk edilen Filibe topraklarında Osmanlı kültür mirasının en güzel örneği olan yüzlerce minare, medrese, tekke, han ve konak, yeni sahiplerinin insafına bırakılmıştır.[98] Hacı Hasan Bey ve ailesinin yaşadığı konağın ilerleyen yıllarda bir Rus birliğinin karargâhına dönüşmesi kaybedilen mirasın durumuyla ilgili en trajik örneklerden biridir. Konağın yeri Hacı Hasan Bey adlı mahallededir. 1980’li yıllarda eskiden konağın olduğu yere bir sinema binası inşa edilmiştir. Hacı Hasan Bey Mahallesi’nde yine Hacı Hasan Bey isimli bir cami bulunmaktadır. Ancak cami Filibe hanedanından bir başka Hacı Hasan Bey tarafından yaptırılmıştır. Hacı Hasan Bey, İstanbul’da Karacaahmet Kabristanı’nda, Karacaahmet Camii mihrabının biraz uzağında medfundur. [99]

İmparatorluğun Rumeli’den çekilişinin ilk merhalesi Bulgaristan olması nedeniyle bu istihâleyi küçük ölçekte kendi bünyesinde yaşayanlardan biri de Hacı Hasan Bey ailesi ve dolayısıyla Ken’ân Rifâî’dir. Bir başka deyişle devletin büyük ölçüde yaşadığı dağılış sürecini ve idari yapının geçirdiği ani istihâlelerin birçoğunu Ken’ân Rifâî de bizzat tecrübe etmiştir. Bürokratik görevleri nedeniyle İmparatorluğun moderniteye geçiş sürecindeki problemlere ilk elden muhatap olduğu da dikkate alındığında Ken’ân Bey’in Osmanlı devletinin tecrübeleri ile birlikte olgunlaşmış bir şahsiyet olduğunu söylemiz mümkündür.

Babası Abdülhalim Bey

1837 yılında Filibe’de dünyaya gelen Abdülhalim Bey,[100] Filibe hanedanından sâbık Alâiye kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğludur.[101] İlk eğitimini Filibe’de Sıbyan mektebinde almış, hususi hocalardan Arapça, Farsça, hendese, heyet ve hikmet eğitimi gördükten sonra, dört sene daha resmî eğitimine devam etmek suretiyle tahsilini tamamlamıştır. Abdülhalim Bey memuriyet hayatına,[102] 1273/1856 senesinde Filibe telgrafhanesinde mülâzımlık vazifesiyle başlamış ve sonrasında sırasıyla Filibe ve Selânik telgraf müdürlüğü (1284/1867),[103] Selânik telgraf müfettişliği müdür muavinliği, Prizren vilâyeti telgraf müfettişliği (1287/1870), Selânik ve Yanya ve İşkodra vilâyetleri müfettişliği (1289/1872), Edirne ve Prizren vilâyetleri telgraf müfettişliği (1290/1873), Bursa Vilâyeti telgraf ve posta başmüdürlüğü (1294/1877), Şarkî Rumeli vilâyetleri telgraf ve posta müdürlüğü (1294/1877), Trablusgarp Posta Telgraf Nezâreti başmüdürlüğü (1304/1886), Dersaâdet (İstanbul) postahanesi müdüriyeti (1304/1886), Hicaz Vilâyeti telgraf ve posta başmüdürlüğü (1306/1888) vazifelerinde bulunmuştur. Abdülhalim Bey Hicaz’da görevli olarak bulunduğu sırada rahatsızlanarak bir süre izinli olara İstanbul’a gelmiştir.[104] Emekliye ayrıldıktan sonra Posta ve Telgraf Nezâreti tarafından kendisine mâzûliyet maaşı tahsis edilmiştir.[105]

Yukarıda belirttiğimiz üzere, Abdülhalim Bey 1876 Bulgar isyanları esnasında Filibe’deki şartların değişmesi nedeniyle gizlice İstanbul’a giderek, ailenin buraya yerleşebilmesi için gereken hazırlıkları yapmıştır.[106] Fatih semti Hırka-i Şerif Mahallesi’nde bir konak ile diğer bazı emlakın bu ziyaret sırasında satın alınmış olması mümkündür.[107] Ken’ân Rifâî, Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne başladığı dönemde, Abdülhalim Bey Şarkî Rumeli vilâyetleri telgraf ve posta müdürlüğü görevindedir. Akabinde Abdülhalim Bey Rifâî’nin tahsil hayatının son yılında (1305/1888), Dersaâdet postahânesi müdürü olarak İstanbul’dadır.[108] Abdülhalim Bey, farklı vilayetlerdeki görevlerinin ardından emekli olarak İstanbul’a döndüğü sırada eşi Hatice Cenan Hanım ve oğlu Rifâî, Medine’dedir. Rahatsızlığı üzerine ailesini yanına çağıran[109] Abdülhalim Bey, Ken’ân Rifâî’nin izinli olarak yanında bulunduğu bu dönemde,[110] 19 Cemâziyelâhır 1322/31 Ağustos 1904 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş olup[111] aile büyükleriyle birlikte Karacaahmet Mezarlığı’nda medfundur.[112]

Bir dönem Şarkî Rumeli’de Filibe Murahhası olarak Osmanlı Devleti’ni temsil eden[113] Abdülhalim Bey, memuriyetleri sırasında üstün hizmetlerine binâen birçok nişan almıştır. Sicill-i Ahvâl belgesinde Abdülhalim Bey’in memuriyet hayatı için yazılan genel değerlendirme bölümde, “hakkında bir gün şikâyet gelmediği” şeklinde bir kayıt mevcuttur. Telgraf ve Posta nâzırı Haydar Efendi, Abdülhalim Bey’in ilgili belgesinin mülâhaza hanesine “ber mûmâ-ileyh ashab-ı dirâyet ve haysiyetten olduğunu tasdik ederim” şeklinde bir değerlendirme yazısı kaleme almıştır.[114] Bu ifadelere dayanarak Abdülhalim Bey’in iş disiplinine sahip olduğu söylenebilir. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde, telgraf ve demiryolu ağı, siyasi birliğin devamı için önem arzeden iki temel araçtır.[115] Abdülhalim Bey, telgraf ağının Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşmasına katkıda bulunan isimlerden biridir.

Abdülhalim Bey ve oğlu Rifâî’nin, farklı vilayetlerdeki memuriyetleri dolayısıyla hayat boyu çok fazla bir araya gelemedikleri ancak Abdülhalim Bey’in, oğlunun her türlü ihtiyacını önceden düşünerek tedârik etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.[116] Ken’ân Rifâî’nin kaymakam olan dedesi ve Posta-Telgraf Teşkilatı’nın kurucu kadrosunda bulunan babası vesilesiyle küçük yaştan itibaren Osmanlı yüksek derece memur hayatını yakından tanıma imkanı bulduğunu ve memuriyet disiplini bakımından babasından etkilendiğini söylememiz mümkündür.

Annesi Hatîce Cenan Hanım

Hatîce Cenan Hanım’ın Kafkaslar’dan Balkanlar’a yerleşen bir aileden geldiği ve babasının bölgede nüfuz sahibi bir bey olduğu kaydedilir.[117] Hatîce Cenan Hanım’ın kökenleri hakkında bil kısıtlı bilgiye ulaşılırken, nakledilenler ve bazı şiirlerine dayanarak mizacı hakkında daha fazla malumata erişmek mümkündür. Hatîce Cenan Hanım aşk, iman, ve ihlâs ehlidir. Tefekkür ve sükût etmeyi seven bir tabiata sahip olduğu belirtilmektedir. Eşyâyı Hak tecellîsi olarak gören Cenan Hanım, Hak sevgisinin, ancak halkı sevmekle kemâle ereceği kanaatindedir. Hatîce Cenan Hanım’ın ahlâkî vasıfları sebebiyle daha yaşarken efsaneleştiği ve Hak velileri arasında kabul edildiğini nakleden Araz’a göre, Cenan Hanım mürşidinden aldığı terbiye gereği hayatı boyunca riyazet üzere yaşamıştır. Hatîce Cenan Hanım, gençliğinde, Filibe’de ikamet eden Kadirî-Üveysî meşrep Edhem Efendi’ye (ö. 1893) intisap etmiştir. Edhem Efendi tekke şeyhliği olmayan ve irşâdını sivil olarak yürüten bir mürşiddir. Cenan Hanım bu zâttan Niyâzî-i Mısrî Divânı’nı okumuştur. Nezihe Araz’ın kaydettiğine göre Hatîce Cenan Hanım, Niyâzî-i Mısrî Divanından şerhini istediği bölümün altını çizerek Şeyh Edhem Efendi’ye iletir, Edhem Efendi ise bu beyitlerin şerhi mahiyetinde yine eserin başka bir bölümünü işaretleyerek ona iade eder. Edhem Efendi’nin mizaç olarak konuşmayı pek sevmediği, kendisine sorulan sorulara uzun izahlarda bulunmak yerine sukûtu ihtiyar ettiği kaydedilir. Buna göre Hatîce Cenan Hanım’ın “çok düşünür, az konuşur” şeklinde ifade edilen tavrında, mürşidinin meşrebinin etkili olduğu söylenebilir. Hatîce Cenan Hanım seyr ü sülûkunu Filibeli Edhem Efendi’nin gözetiminde tamamlamıştır.[118]

Hatîce Cenan Hanım’ın mânevî yönünü tanımamıza imkân vermesi bakımından, kendi kaleme aldığı bir şiirinin aşağıdaki mısraları önemlidir:

“Benim derdim yamandır, kim bana hemderd olur bilmem!

Hemen hâlim figandır, kim bana hemhâl olur bilmem!

Görenler karşıdan hâlim beni mecnun sanırlar hep,

Adı aşk derdimin ammâ tabibe şerhini bilmem!

Gezerken serseri oldum esîr-i dâm-ı şîrin yâr,

Nasıl bu dâma bend oldum suâl etsen cevab bilmem!

İlâhî hep rızânı isterim, Sensin bana maksûd,

Ayırma Ümmü Ken’ân’ı kapısından, başka bâb bilmem!” [119]

Mânevî şahsiyetinin ayrıntıları Ken’ân Rifâî’ye verdiği şu nasihatten de anlaşılabilir:

“İnsanları seveceksin, senin içinde tükenmez af, merhamet ve müsâmaha hâzineleri var. Onun için yalnız insanları değil, bütün mahlûkatı aynı yorulmaz hız ve aynı tükenmez iştiyakla seveceksin. Sende mevcut cevherleri cömertçe harcamalısın. İnsanları insanlara iştirak ederek, hatalarında ve sevaplarında onlarla bir olarak seveceksin. Doğumları ile çoğalıp ölümleri ile eksilecek kadar onlardan olacaksın. Senin bir insan olarak vazifen, insanların yüzünü müşterek samimi bir gayeye, bir ideale çevirmektir ve bunun birçok yolları vardır. Fakat en kestirme, en güzel, en büyük yol aşk ve iman yoludur. Hudutsuz bir insanlık aşkı... beşeriyetin tek selâmet kapısı her zaman budur. İnsan kemâle, beşerîlikten, ulûhîliğe, kısacası Allah’a ancak bu yoldan ulaşır.”[120]

Cenan Hanım’ın yukarıdaki ifadelerinde tasavvufun tevhid ve aşk mekteplerinin izlerini görmek mümkündür. Ferîdüddîn Attâr (ö. 618/1221), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) ve Yunus Emre (ö. 720/1320 [?]) eser ve şiirleri ile Anadolu tasavvufunda yaygınlık kazanan aşk ve sevgi temaları, Cenan Hanım’ın yukarıdaki beyanında da görülür.[121] Cenan Hanım’ın bu nasihati ile, tevhid ve sevgi mektebinin temel prensiplerini, bir annenin sade ve samimi diliyle oğluna aktardığını söylememiz mümkündür. 1337/1919 yılında İstanbul’da vefat eden Hatîce Cenan Hanım’ın kabri, İstanbul Merkez Efendi Mezarlığı’nda Ken’ân Rifâî’ye ait olan hazirede yer almaktadır.

Ken’ân Rifâî’nin annesinin vefatından sonra kaleme aldığı iki mersiyeden, Hatîce Cenan Hanım’ın meşrebi hakkında bilgi edinmek ve Rifâî’nin annesine duyduğu muhabbetin mahiyetini anlamak mümkündür.[122]

Ümmü Ken’ân Hakkında Mersiye

Ağla benim ey gözlerim hem yaş yerine kan,

Ol nâle-i Ken’ân!

Lâhuta uçup gitti hemân cismimdeki cân,

Bir cilve-i Sübhân!

Titre okuyup âyet-i Zelzele’yi Ken’ân,

Et giryeyle figân!

Gitti O güzel sevgili cân, mahbûb-i cenân, Âyine-i Rahmân![123]

Ken’ân Rifâî’nin, mânevî terbiyesini ilk olarak annesi Hatice Cenan Hanım’dan almış olması ve ona olan hürmeti, onun genel anlamda kadın anlayışına da yansımıştır. Rifâî, annesinin isteği üzerine kurduğu tekkeyi yine annesinin mânevi irşadına bir vefâ olmak üzere Ümmü Ken’ân olarak adlandırmıştır. Ken’ân Rifâî, mânevi terbiyede kadının müessir olduğuna inanmış bir mutasavvıf olarak, şeyhlik yıllarında ve bilhassa Cumhuriyet döneminde kabiliyetli bulduğu kadın müridlerini tasavvufî-mânevî içerikli neşriyata teşvik etmiştir. Meselenin ayrıntıları müridleri ve önde gelen talebeleri bölümünde ele alınacaktır.

Filibeli Edhem Efendi

Fillibeli Edhem Efendi ile ilgili rastladığımız yegane vesika 1282/1866 doğumlu Arif Efendi’nin doğum belgesidir. Belgenin künyesinde “Arif Efendi, 1282 [1866] Filibe doğumlu, Filibeli Edhem Efendi’nin oğlu”[124] ifadesi yer alır. Filibeli Edhem Efendi, Bulgar isyanından sonra İstanbul Eminönü Posta Nezâreti’ne memur olarak tayin edilmiştir.[125] Ancak şeyhin, Rifâî ve ailesiyle İstanbul’daki irtibatları hakkında bir bilgimiz yoktur. Edhem Efendi, Rifâî’ye Balıkesir ve Manastır’daki memuriyetleri sırasında bir süre eşlik etmiştir.

Filibeli Edhem Efendi genç, mevzun bir yapıya sahip, melihü’l-vech (güzel yüzlü) bir zât olarak tarif edilir.[126] Kadirî meşrebe sahip olan Edhem Efendi’nin tekke şeyhliği vazifesi yoktur. Araz, Filibeli Edhem Efendi’yi anlatırken gizemli bir mistik portresi çizer.[127] Buna göre Edhem Efendi aşklı, feyzli, esrarlıdır ve bu özellikleri ile Şems-i Tebrîzî’yi hatırlatır: “Edhem Efendi, zaman zaman bulunduğu şehirden, zaman zaman olduğu yerden kaybolur. Nerede, hangi bilinmezin ardında, gittiği yere nasıl ulaştığını kimse bilmez.”[128] Edhem Efendi, mânevî şahsiyetinde müşfik bir baba özelliği öne çıkan, müridlerinin terbiyesiyle tek tek ilgilenen dakik bir mürşiddir.[129]

Ken’ân Rifâî’nin Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı eserinde yer alan bazı şiirlerinde, Edhem Efendi’ye yönelik atıflar yer alır. Özellikle “Şeyh-i Muhteremim Hazret-i Edhem ... Efendim Hakkında Söylemeye Çalıştığım Bir İki Söz”[130] adlı şiirinde, Edhem Efendi’nin mizacı ve tasavvufî neşvesi hakkında bilgi veren Rifâî, bütün dünyâyı gezdiği halde mürşidi Edhem şah gibi bir zât bulamadığı şeklindeki ifadeyle başlar. Rifâî’nin anlatımındaki Edhem Efendi kemal sahibi bir zât olup, manasında Hz. Peygamber’in sîreti gizlidir. Rifâî’ye göre devrin kutbü’l-aktâb’ı olan Edhem Efendi, rahmet ve lütfu ile alemi nasiplendiren bir şahsiyettir. Edhem Efendi, kendisine sorulan sorulara zâhirde pek cevap vermezken, bâtında kendisine tevessül edildiğinde birçok cevapla mukabele eder. Her nefes Allah zikri ile meşgul ve Allah adı anıldığında gözlerinden yaşlar dökülen Edhem Efendi, bu manzume dahilinde Rifâî tarafından kanâatkâr, âlicenâb ve cömert bir kimse olarak tarif edilir. Yine Rifâî’nin ifâdesine göre, Edhem Efendi kerâmet ehli olmakla birlikte, ehl-i nâmustur. Bir başka deyişle, Şeyh Edhem Efendi, sahv üzere bulunan ve işlerini şeriata uygun olarak yapan bir kimsedir. Ken’ân Rifâî’ye göre, zâhiren ümmî olan şeyhi, bâtınen dört kitabın mânâsına vâkıftır. Rifâî, şiirini, mürşidinin irtihâlinden duyduğu üzüntü ile sonlandırır. Ken’ân Rifâî, bu şiirinde ve daha bir çok yerde, vefatından sonra Edhem Efendi’nin rûhâniyetinden gelen feyz ve işaretlerle hayatına yön verdiğini kaydeder.

Ken’ân Rifâî, Filibe’de bulunduğu dönemde, Edhem Efendi’nin mânevî şahsiyetinden, yaşının müsaade ettiği ölçüde istifade etmiştir.[131] Rifâî ile Filibeli Edhem Efendi arasında, Filibe’de başlayan irtibât, ilerleyen yıllarda bir mürşid-mürid ilişkisine dönüşmüştür. Bu başlık altında Filibeli Edhem’in şahsiyeti üzerinde duruldu. İlerleyen bölümlerde Rifâî ile mürşidi Edhem Efendi’nin irtibatı hakkında, tarihi sıra takip edilerek bilgi verilecektir.

Galatasay Mekteb-i Sultânisi Yılları (1877-1888)

Ken’ân Rifâî’nin hayatındaki en önemli eğitim kurumu[132], sekiz yaşında başladığı ve yaklaşık on bir yıl boyunca devam ettiği Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’dir. Babası Abdülhalim Bey, Filibe’den ayrılma hazırlıkları içerisindeyken oğlunu öncelikle Galatasaray’a daimî leylî/yatılı olarak yazdırmıştır. Rifâî, okula başladığı ilk zamanlarda kızamık hastalığına tutulmuş ve uzun bir süre okula ara vermek zorunda kalmıştır. Ailesi yanında olmayan Rifâî, tedavi sürecini o zamanki okul müdürü ve babasının arkadaşı olan Ali Suâvî’nin evinde geçirmiştir.[133] Bir süre sonra aile, Filibe’den ayrılarak Fatih semtinde satın alınan konağa yerleşmiştir. Ancak bu yeni dönemde Rifâî’nin babası Abdülhalim Bey, Rumeli Posta Telgraf Müdürlüğü’ndeki çeşitli vazifeleri sebebiyle çoğu zaman şehir dışındadır.[134] Ken’ân Rifâî’nin çok küçük yaşta girdiği Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde aldığı eğitimin mahiyetinin belirlenmesi onun düşünce dünyasının inceliklerine vâkıf olabilmek açısından önemlidir. Bu bölümde Ken’ân Rifâî’nin Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ndeki hocaları, aldığı eğitim ve dönem arkadaşları üzerinde kısaca durulacaktır.

Ken’ân Rifâî’nin Galatasaray Sultânîsi’ndeki ilk eğitim yıllarının, Ali Suâvi’nin (ö. 1878) müdürlük yaptığı döneme rastladığına değinmek gereklidir. Ali Suâvi 1877 yılında mektebin müdüriyetine geldiği günden itibaren Abdülhamid dönemi eğitim anlayışını yansıtan ve sonrasında da eğitim alanındaki ıslahatlar için örnek teşkil edecek bir seri uygulamaya başlamıştır.[135] Bunların içinde öğretmenlerin genellikle Türk ve Müslüman uyruktan seçilmesi, Arapça, Osmanlıca, Farsça, ahlâk ve akaid derslerinin müfredata yerleştirilmesi gibi hamleler dikkat çeker.[136] Nitekim Rifâî’nin aldığı bu formel eğitimin, tekke eğitimciliği ve uygulamalarında etkili olduğu görülecektir.

Ken’ân Rifâî Galatasaray Lisesi’nde okurken dönemin önemli hocalarından dersler almıştır. Recâizâde Mahmud Ekrem (ö. 1914), Muallim Nâci (ö. 1893), Muallim (Ahmed) Feyzî (ö. 1910)[137], Ali Suâvî (ö. 1878), Münif Mehmet Paşa (ö. 1910) ve Mehmet Zihnî Efendi (ö. 1919) gibi isimler bunlardan bazılarıdır. Mösyö Dubois ve Mösyö Dupre Fransızca öğretmenleridir. Rifâî’nin hocaları ile güzel bir irtibat içerisinde olduğu aktarılan bilgiler arasındadır. Söz gelimi Muallim Nâci Rifâî’yi şiir okuma becerisinden dolayı “oratör” olarak adlandırmaktadır. Bu dönemde Muallim Nâci’nin, Rifâî için şöyle bir beyit yazdığı kaydedilir: “Dünyâda yok senin gibi ceylân mısın nesin/ Bu hüsn-i hadle Yûsuf-ı Ken’ân mısın nesin?”. Yine Muallim Nâci’nin, Rifâî’nin mezuniyetinden yaklaşık on sene sonraki bir karşılaşmalarında Ken’ân Rifâî’nin “hocam beni unuttun mu?” şeklindeki sualine “unutulur mu Ken’ân illeri, unutulur mu Ken’ân illeri?”[138] şeklinde cevap verdiği kaydedilir ki bu anekdot onun hocası Muallim Nâci’nin teveccühüne mazhar olduğunu göstermesi bakımından kayda değerdir. Sohbetler 'inde ve Mesnevi şerhlerinde Muallim Nâci’nin şiirlerine yönelik yaptığı atıflardan Rifâî’nin de bu iltifata aynı şekilde mukabele ettiği anlaşılır.[139]

Eski ile bağları koparmadan yenileşmeyi savunan bir Tanzimat şairi olarak Muallim Naci, 1983’ten itibaren bir süre Tercümân-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmiştir.[140] Rifâî’nin şiirde büyük ölçüde geleneksel bir tutum içinde olan Muallim Nâci’nin etkisinde kaldığı görülür. Muâllim Nâci Tercümân-ı Hakikat gazetesinde çalışırken gençleri gazel yazmaya teşvik etmesi nedeniyle yenilikçilerin tepkisini çekmiştir. Ahmet Midhat Efendi’nin (ö.                                                                1912), Nâcî’nin Galatasaray’dan

arkadaşı olan, yenilikçi Recâizâde Mahmut Ekrem’in yazılarını gazetede yayımlamaya başlaması sonucu, Muallim Nâci bir grup arkadaşıyla birlikte gazeteden ayrılmıştır.[141] Muallim Nâci ve Recâizâde Mahmut Ekrem gibi iki farklı anlayıştan gelen hocanın talebesi olan Ken’ân Rifâî, Numûne-i Terakkî Mektebi müdürü olduğu dönemde Tercümân-ı Hakikat gazetesinde pedagoji üzerine yazılar neşretmiştir.[142]

Ken’ân Rifâî’nin hocalarından Mehmed Zihnî Efendi, ulûm-i âliye (medrese öğretim üyeliği) görevi bulunan ve Maârif Nezâreti bünyesinde birçok komisyonda, mecliste görev almış birisidir. Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi ulûm-i Arabiyye ve dîniyye muallimliği (1879) görevine başladığında, Ken’ân Rifâî okulun orta öğretim kısmında öğrencidir. Zihnî Efendi, zeki, dikkatli, eleştirel yöne sahip ve düzenli olarak yazan alim bir zâttır. Hulusî Kılıç’ın Islâm Ansiklopedisi’nde Mehmet Zihnî Efendi hakkında kaydettiği bilgiler onun Ken’ân Rifâî üzerindeki etkisini gösterir mahiyettedir: “[Mehmet Zihni Efendi] Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde ve Mekteb-i Mülkiye’deki hocalığı sırasında, çığır açıcı öğretimi sayesinde birçok değerli talebe yetiştirmiştir. Babanzâde Ahmed Nâim, Ali Nazimâ, Ken’ân Rifâî, Hanbelîzâde Muhammed Şâkir ve Abdülhak Şinâsi Hisar bunlardan bazılarıdır.”[143] Rifâî’nin Mehmet Zihnî Efendi’den dinî muktesabatını zenginleştirme açısından istifâde ettiğini söyleyebiliriz.

Rifâî’nin psikoloji dersi öğretmeni Münif Mehmed Paşa (ö. 1910), medrese geleneğinden gelmekle birlikte, Bâbıâli tercüme odasında çalıştığı ve Berlin Sefaretinde başkâtiplik yaptığı dönemlerde farklı fikir çevreleriyle yakınlaşmış bir düşünür ve eğitimcidir. Paşa, toplumu çağın gerisinde bırakan göreneklere karşı duruşuyla tanınmıştır.[144] Hilmi Ziya Ülken’e (ö. 1974) göre Münif Paşa evrimci ve terakkîci bir medeniyetin öğreticisidir ve Ansiklopedistlerin XVIII. yüzyıl Fransa’sında gördüğü işlevin benzeri bir işlevi son dönem Osmanlı maârifinde ortaya koymuştur.[145] Rifâî, Sohbetler adlı eserinde Münif Mehmed Paşa’nın okulda verdiği bir dersten bahseder:

“Psikoloji okuduğumuz zaman hocamız Münif Paşa rûhu meş’aleye benzetmişti. Mum azaldıkça ruh da yavaş yavaş söner” diyordu. Doğru. Fakat bu, gıdanın, havanın, fizyolojik ve biyolojik kanunların tesiriyle vücûda gelen hayvânî ruhtur. Lâkin izâfî rûh, kayda ve zamana sığmayan bir varlıkla devam eder. İşte bu ruhtur ki meselenin esrarını çözer. O ruh aşktır. Bu hâsıl olmadıktan sonra, bir kimsenin kendi cüz’î aklı ile ruh deryâsına ve hakikat âlemine sefer kılmasına imkân yoktur. Emniyet ve emân aşk gemisine ilticâ ile mümkün olur.”[146]

Ken’ân Rifâî yukarıdaki ifâdeleri, ilerleyen yıllarda sohbet meclislerinde öğrencileri ile paylaşarak konuyu tasavvufî açıdan izah eder.[147]

Ken’ân Rifâî, 22 Şevval 1305/2 Temmuz 1888 yılında Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nin edebiyat bölümünden mezun olmuştur.[148] Edebiyât bölümü öğrencisi olan Rifâî’nin diplomasında son sınıf derslerinin başarı durumu şu şekilde yer alır:

“Devlet-i Âli Osman Edebiyât Şehâdetnâmesi

Lisân-ı edebiyât-ı Osmaniyye:                                                              Aliyyü’l-a’lâ,

Usûlü’l-kitâbet:                                                                                   Karîbü’l-a’lâ,

Türkçeden Fransızcaya ve Fransızcadan Türkçeye               Tercüme:    Karîbü’l-a’lâ,

Lisân-ı Edebiyât-ı Arabiyye Karîbü’l-a’lâ,

Lisân-ı Edebiyât-ı Fârisiyye: Aliyyül’l-a’lâ

Türkçeden Fârisîye ve Fârisîden Türkçeye Tercüme: Aliyyül’l-a’lâ

Târihü’l-İslâm: A’lâ,

Târih-i Osmânî: A’lâ,

Hat: Aliyyü’l-a’lâ,

Hıfzu’l-Mushaf: Evsat.”

Ken’ân Rifâî’nin memuriyete başladığı ilk yıllara ait Sicill-i Ahvâl belgesinde Türkçe, Fransızca, Rumca tekellüm ve kitâbet ettiği, Bulgarca ve İngilizceye ise aşina olduğu kayıtlıdır.[149] [150] Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi, Fransız dilinin kaynağıdır.[151] İngilizceye olan aşinalığının resmî kaynağı bulunamamıştır. Ken’ân Rifâî’nin birçok dili bilmesi, dönemin bürokrat karakteristiğine ve aynı zamanda kozmopolit devlet yapısına uygundur.[152] İlber Ortaylı, Osmanlı seçkinlerinin birçok dil bilmelerine rağmen özellikle Balkan dillerinde aynı anda okuma ve yazma becerisine sahip olanların neredeyse yok derecesinde olduğunu kaydeder.[153] Rifâî’nin dil bilgisi açısından Ortaylı’nın yukarıdaki tespitine örnek teşkil ettiğini söylememiz mümkündür.

Edebiyat bölümü öğrencisi olan Rifâî, Fransızca, Almanca ve birçok Avrupa dilinin kökeni olan Latince eğitimi sayesinde bu dillerin klasik ve modern eserlerini asıllarından okuma imkanı bulmuştur. Rifâî’nin, Doğu kültür ve edebiyatıyla resmî manada ilk karşılaşması da yine aynı şekilde, Galatasaray’daki eğitimi kanalıyla olmuştur. Dinî ve tasavvufî ilimler açısından önemli olan Arapça ve Farsçayı, Sultânî eğitimi sırasında almış olan Ken’ân Rifâî’nin, bu donanımını öğretmenlik yılları ve tekke şeyhliği döneminde bir eğitim aracı olarak kullandığı görülecektir. Yukarıda belirtildiği gibi Ken’ân Rifâî’nin Mekteb-i Sultânî’de okutulan dersler sebebiyle kuvvetli bir genel kültür eğitimi almış ve bu birikimi memurluk ve mürşidlik vazifelerinde kullanmıştır.[154]

Rifâî’nin bu dönemde Galatasaray’dan arkadaşı Server Hilmi ile kurduğu dostluk ömür boyu devam etmiştir. Server Hilmi Bey Ken’ân Rifâî hayatta iken vefat etmiştir.[155] Rızâ Tevfik (ö.1949) ile Tevfik Fikret (ö.1915) de okul arkadaşlarındandır. Ken’ân Rifâî’nin yukarıda adı geçen Galatasaray mezunlarından, Babanzâde Ahmed Nâim (ö. 1934) ile tekke şeyhliği döneminde görüştüğü nakledilmektedir.[156] Rifâî, Galatasaray’daki dostlarına vefakâr olduğu kadar, farklı dönemde oradan mezun olmuş önemli isimlere karşı da ilgilidir.[157] Kanaatimizce Rifâî’nin bu tutumu aynı görüşe sahip olduğu kimselerle sınırlı değildir.[158] Rifâî’nin aynı okuldan mezun olmanın verdiği ortak noktalar dolayısıyla Sultânî mezunlarına bir iltifatı olduğu söylenebilir.

Ken’ân Rifâî’nin de Maârif müdürlüğü ve tekke şeyhliği görevlerindeyken, Mekteb-i Sultânî eğitiminin ona kazandırdığı bu donanımı, birey ve toplumun iyileşmesi, bilhassa kültürel ikilemlerin aşılması yolunda bir araç olarak kullanmış olduğu söylenebilir. Ken’ân Rifâî’nin bu kurumdan aldığı en önemli donanım, farklı kültürleri sentezleme becerisidir.

Ken’ân Rifâî Galatasaray yıllarını değerlendirirken orada aldığı Batı tesirindeki eğitimi “zarf-ı hârici” olarak adlandırır ve hayatın deruni tarafına ise Sultani’den mezun olduktan sonra Şeyh Edhem Efendi’nin manevi terbiyesi vasıtasıyla yöneldiğini kaydeder: “Müşarünileyh [Edhem Efendi] hazretleriyle birlikte Karesi'ye gittik, orada taht-ı terbiyelerinde bulundum. Gittikçe dünyâya yeni çıktım ve öğrenilecek, bilinecek çok şeyler olduğunu ve o âna kadar bildiklerimin bir zarf-ı haricîden ibaret bulunduğunu anlamakta idim.”[159] Rifâî’nin yetişkinlik yılları bu tarihten sonra maârif ve tasavvufi eğitim etrafında şekillenmiştir.

Yetişkinlik Yılları

Ken’ân Rifâî Galatasaray Sultânîsi’nden mezun olduktan sonra Hukuk Fakültesi’ne girmiş, ancak devam etmeyerek memuriyet hayatına başlamıştır.[160] Ken’ân Rifâî’nin memuriyetine dair Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki ilk kayıt, Posta Telgraf Nezâreti’dir. Buna göre Rifâî 9 Kasım 1888 tarihinde yüz kuruş maaşla Telgraf ve Posta Nezâreti Tahrirât-ı Ecnebiye Kalemi’ne,[161] 27 Mayıs 1889 tarihinde iki yüz elli kuruş maaşla, posta muavinliği kitâbet ve tercümanlığına tayin olmuştur.[162]

Ken’ân Rifâî kısa bir süre Bâbıâli kalemlerinde çalıştıktan sonra Maârif Nezâreti’nde göreve başlar. Bâbıâli’de bulunduğu kısa dönem hariç tutulduğunda, çalışma hayatının tamamını Maârif Nezâreti bünyesinde öğretmenlik, müdürlük ve müfettişlik gibi vazifelerde bulunur. Bu başlık altında Ken’ân Rifâî’nin Maârif Nezâreti’ndeki görevleri sırasında bulunduğu şehirler ve burada yaşadığı tecrübeler kronolojik sıra takip edilerek ortaya konulacak, yeri geldikçe Rifâî’nin bu süreç içerisinde ortaya koyduğu uygulama ve deneyimleri hakkında değerlendirmelerde bulunulacaktır.[163]

Ken’ân Rifâî’nin eğitimci olarak görev yaptığı yıllar, Osmanlı devletinin birlik ve bekâsı amacıyla maârifin önemli bir araç olarak görüldüğü yılllardır. Esasen Osmanlı Devleti’nde maârif, XIX. yüzyılın başından beri sosyal değişme ve ıslahatlar için bir tür motor olarak kabul edilmiştir.[164] İlk ciddi eğitim hamleleri XVIII. yüzyılın son çeyreğinde III. Selim ile başlamış,[165] [166] II. Mahmut ile hız kazanmıştır. Bu dönemde eğitim yoluyla devletin eski gücüne kavuşacağı şeklindeki kanaat yaygınlaşarak eğitim politikalarına da yön vermiştir. 1856 Islahat Fermanı’ndaki hükme istinaden, Osmanlı tebaasında eğitim-öğretim alanında bir hareketlilik başlamış, buna karşılık Osmanlı hükümeti de modernleşme hareketlerine ve bilhassa eğitim alanındaki ıslahatlara hız vermiştir. Bu amaçla 1857’de Maârif-i Umûmiye Nezâreti ve 1869’da Maârif Nizamnâmesi yayımlanmıştır. II. Abdülhamid devri maârif ıslahatlarına bakıldığında ise maârifin genelde bütün Osmanlı coğrafyasında, özelde ise Balkanlar’da siyâsî ve sosyal birliği muhafazada temel dayanak olarak görüldüğü ve uygulamalara bu açıdan son derece önem verildiği anlaşılır.

Ken’ân Rifâî, Balıkesir’deki görevine başlamasının hemen öncesinde Filibeli Edhem Efendi’nin mânevî terbiyesine girmiştir. Dolayısıyla, Rifâî’nin çalışmaya başladığı 1888-89 senesi, onun tasavvufa intisap ettiği zaman dilimi olarak kabul edilebilir. Nitekim, Ken’ân Rifâî’nin de, Seyyid Ahmed er-Rifâî19 ve Rehber-i Sâlikîn adlı eserlerinin giriş bölümünde, tasavvufa intisabı ile ilgili anlatımları da bu yöndedir.

Buna göre Ken’ân Rifâî, Balıkesir Karesi İdâdîsi’ndeki görevi için yola düştüğünde, Filibeli Edhem Efendi de onunla birlikte Balıkesir’e gelir. Rifâî’nin “şeyh-i muhteremim, bir tekke şeyhi olmayıp sivil giyinmiş bir zât idi. Fakîr, bir şey anlamamakla berâber, vâlide-i mükerrememin emri üzerine hareket ettim. Müşârünileyh hazretleriyle birlikte Karesi’ye gittik, orada taht-ı terbiyelerinde bulundum”[167] şeklindeki ifadelerinden Edhem Efendi’nin terbiyesine girdiği ve Kadirî usûlüyle seyr ü sulûka başladığı anlaşılır. Rifâî, bu dönemde yaşadığı mânevî tecrübeyi, “gittikçe dünyâya yeni çıktığımı ve öğrenilecek, bilinecek çok yer olduğunu ve o âna kadar bildiklerimin bir zarf-ı hârîciden ibâret bulunduğunu anlamakta idim”[168] sözleriyle dile getirir.

Balıkesir yılları (Temmuz 1889 - Haziran 1890)

Ken’ân Rifâî 23 Şevval 1306/ 22 Haziran 1889 tarihinde Maârif Nezâreti tarafından Balıkesir Karesi Mekteb-i İdâdîsi Müdürlüğü’ne tayin edilmiş ve 1 Temmuz 1889 tarihinde buradaki görevine başlamıştır.[169] Bir yandan mektep müdürlüğü görevini yerine getirirken diğer yandan aynı kurumda Fransızca ve târih-i umûmî dersleri de veren Ken’ân Rifâî, bu vazifeleri için toplamda 1750 kuruş maaş almaktadır.[170]

Balıkesir’in Karesi sancağı,[171] Ken’ân Rifâî’nin göreve başlamasından kısa bir süre önce Biga sancağı ile birleşerek yeni bir vilâyet olduğu için bölgenin eğitim durumu iyi değildir.[172] Bu nedenle Karesi İdâdîsi resmî olarak açıldığında henüz mektep binası olmadığından, eğitim amaçlı olarak muhitin büyük konakları kullanılmıştır.[173] Karesi İdadisi’ne ait olan binanın inşaatı, Ken’ân Rifâî okulun dördüncü müdürü olarak görevli olduğu dönemde tamamlanmıştır.[174]

Ken’ân Rifâî’nin Balıkesir’de aldığı mânevî terbiyeye bakıldığında, iki temel hususun öne çıktığı görülür: Kadirî sülûku ve riyâzet. Balıkesir’de bulunduğu sırada, mürşidi Filibeli Edhem Efendi’nin gözetiminde seyr ü sülûkunu tamamlayan Rifâî, bu esnada kuru ekmek ve zeytinden ibaret olan bir perhize devam eder. Ken’ân Rifâî’nin bir hanedan çocuğu olduğu ve çok yüksek gelir getiren akarlara sahip olduğu halde genç yaşında mürşidinin isteğiyle elindeki tüm imkanları bırakarak riyâzet ve perhize yönelmiş olması dikkat çekicidir. Tasavvuf tarihinde bu tür riyâzetin örnekleri çok olmakla birlikte, bunlardan kuru ekmek ve zeytin en yaygın olanıdır. Bu perhiz Rifâî’yi maddî ve mânevî açıdan daha ileri bir noktaya taşımıştır. Nitekim tasavvufta riyâzet tahalluk derecesinden tahakkuk ya da tahkik derecesine yükselmenin başlangıcı olarak kabul edilir.[175] Ken’ân Rifâî’nin o döneme ait fotoğraflarına bakıldığında sonraki yıllara kıyasla oldukça zayıf ve naif bir görünüme sahip olması gençliği kadar biraz da bu riyâzetle ilgilidir.[176] Söz konusu uygulamanın daha sonraki dönemlerde devam ettiğine dair bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak maârif hayatı çoğunlukla imparatorluk sınırlarındaki zorlu bölgelerde geçen Rifâî, ilerleyen zamanlarda memuriyet yıllarına ait tecrübeleri talebelerine aktarırken, o dönemi “tecrübî bir çîle” hayatı olarak değerlendirecektir. Şeyh, yaşadığı zorluklar ile müridlerinin payına düşen çileyi onlar adına peşinen yüklendiği kanaatindedir: “Birçok mürebbîler talebelerini mücâhede, riyâzet ve türlü çilelerle terbiye ederler. Ben ise onların çilelerini kendim çektim.”[177] Bu açıdan bakıldığında Şeyh Edhem Efendi’nin Ken’ân Rifâî’yi riyâzete yönlendirmesinin, mânevi gelişimine hız vermenin yanı sıra onu hayat boyu karşısına çıkabilecek zor şartlara karşı kuvvetlendirmek gâyesine matuf olduğunu söylememiz de mümkündür.

Ken’ân Rifâî, Balıkesir’de iken şeyhinin emri ile ney meşki ve mûsikî tahsiline başlamış ve aktarımlara göre, her ikisinde de kısa sürede ilerleme kaydetmiştir:[178]

“Balıkesir’de öğretmen-öğrenci birlikte otururlarken evlerinin karşısında bir dergâh vardı. Ayin günleri saatlerca zikir ve semâ eden dervişler bitkin bir halde ayine son verip dağılacakları her zaman Edhem Efendi öğrencisine: ‘al şu ney’i, üfle biraz’ diye ney’i uzatır ve pencereden dergâha doğru yana yana giden ney nağmeleri oradakileri yeniden alevler, yeniden dalga dalga coştururdu.”[179]

Kaynaklarda Filibeli Edhem Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin irtibatları hakkında bazı anlatımlar mevcuttur. Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları adlı eserinde, bu irtibatın sohbet ve soru cevap üzerine kurulu olduğunu kaydeder. Ken’ân Rifâî’nin mürşidi Edhem Efendi’ye devamlı sorular sorduğu Edhem Efendi’nin bazen söz söyleyerek bazen de sukût ederek Rifâî’ye cevap verdiği nakledilir. [180] Ken’ân Rifâî’nin mürşidi Edhem Efendi’ye olan muhabbeti ve bağlılığı Ilâhiyât-ı Ken’ân’daki şiirlerinden açıkça anlaşılır. Konu Edhem Efendi’nin vefâtından söz edeceğimiz “Manastır Yılları” bölümünde ayrıntılarıyla ele alınacaktır.[181]

Adana yılları (Haziran 1890 - Mart 1891)

Ken’ân Rifâî 22 Şevval 1307/ 1 Haziran 1890 tarihinde Adana Vilâyeti Maârif Müdüriyeti’ne nakledilmiştir. Rifâî Eylül ayı itibariyle genel tarih dersi öğretmenliğine de başlamıştır.[182]

Ken’ân Rifâî göreve geldikten sonra Adana ve civarındaki öğretim kuramlarının durumunu tespit ederek ihtiyaçlarını temin etmeye yönelir. Bölgede ilköğretim geleneği belli ölçüde yerleşmiş fakat rüşdiyelerin sancak genelinde yalnızca üç tane olması ve idâdî olarak yalnızca Adana idâdîsinin bulunması düşündürücüdür.[183] İşin gerçeği ticârî hayatı ele geçirmek üzere olan gayrimüslimler, eğitim alanında da gerek okullarıyla gerek öğrenci sayılarıyla Müslüman nüfûsa oranla ileridedir. Fransız ve Amerikan kökenli yabancı okullar da yaygınlık kazanmaktadır.[184] Böyle bir ortamda Rifâî, civardaki köy ve kasabaları dolaşarak halkı uyandırmaya, okullar yaptırmak için imkânlar aramaya başlar ve Mut, Silifke, Anamur, Gülnar kasaba ve köylerini dolaşıp mektepler yaptırma girişimlerinde bulunur.[185] Rifâî coğrâfî ve jeopolitik durumundan dolayı ekonomisi de kuvvetli olan bölgede görevli olduğu süre boyunca bölgenin eğitim durmunu iyileştirmek için, şehrin kaynaklarını ve maddî imkanlarını maârif işlerine sevketmeye çalışmış ve bu amaçla bölge erkanı ile iş birliği içinde olmuştur.

Ken’ân Rifâî Adana Maârif Müdürlüğü sırasında, vali Şâkir Paşa (ö. 1899)[186] ve Tarsus Mutasarrıfı Mustafa Neşet Paşa ile birlikte bölge eğitiminin gelişmesi yönünde çalışmalarda bulunmuştur. O tarihte bölgedeki yabancı okulların sayısı Türk okullarından fazladır ve bu hususta bir şeyler yapmak yerel idareciler olarak öncelikle bu kadronun görevidir. Ken’ân Rifâî esâsen maârif müdürü olarak görevli olduğu hemen bütün vilâyetlerde öncelikle yabancı okullar meselesi ile ilgilenmiştir. Rifâî bölücü faaliyetlere kaynak teşkil eden bu okulların Osmanlı birliği üzerindeki olumsuz tesirlerinin farkında olarak yetki alanı dahilinde gayrimüslim okulların sayısını sınırlı tutma adına çeşitli uygulamaları gerçekleştirmiştir. Konunun ayrıntıları Ken’ân Rifâî’nin Kosova ve Manastır yılları bölümleri içerisinde işlenecektir.

Meclisin en önde geleni Şâkir Paşa, Ken’ân Rifâî’den kısa bir zaman önce Adana Valiliği’ne gelmiştir. Şâkir Paşa Biraz uygulamalarında insiyatif kullanmayı seven bir yerel idarecidir. Osmanlı yönetiminin egemen kılmaya çalıştığı politikaları pek dikkate almamakla bilinen vali bu nedenle Osmanlı yönetiminden pek destek görmez ve çoğunlukla yerel imkânları değerlendirerek hareket eder. Meclisin diğer önemli siması ise Tarsus Mutasarrıfı Mustafa Neşet Paşa’dır. Neşet Paşa bölgenin kalkınmasına ve ıslahına yönelik bir gayeyle vazifeye getirilmiştir. O dönemde Mersin’de, kendilerine Yunanlı süsü veren yerli Rumların ticarette haksız bir pay elde ettikleri ve bu sûretle zenginleşerek Müslümanların mal ve mülklerini gasbettiklerine şahit olunduğundan bölge mutasarrıflığına hükümetin onurunu koruyacak bir mutasarrıfın atanması gereklidir.[187] Tedbir olarak Mersin Adana’ya bağlı bir sancağa dönüştürülmüş, Tarsus kazası Mersin’e bağlanarak her iki belde tek bir mutasarrıflığa tebdil olunduktan sonra ilgili mutasarrıflığa Mustafa Neşet Paşa getirilmiştir.[188] Mustafa Neşet Paşa vazifeye geldikten sonra, önceki valinin ve mutasarrıfların çalışmalarına kaldığı yerden devam ederek bölgeye atanmış olmasından beklenen maksadı gerçekleştirmek için çalışmıştır.[189] Gerek Şâkir Paşa’nın gerek Neşet Paşa’nın bölgeyi kalkındırma, yeni okullar yaptırma ve bu okullara kaynak bulma arayışlarında[190] Adana Maârif Müdürü olan Ken’ân Rifâî ile müşterek hareket ettikleri anlaşılmaktadır.

Ken’ân Rifâî, Anada’daki vazifesinin yaklaşık yedinci ayında Adana halkının aleni tepkisi ile karşılaşır. Jurnal vakası olarak anılan hadise, Rifâî ve Adana’daki uygulamaları ile ilgili Pâyitaht’a iletilen şikâyetlerdir. Bu şikâyetler cümlesinden olmak üzere piyano ile ilâhî okuması, Fransızca dersinde kullandığı Mesnevî tercümelerinin yanlış tefsir edilmesi gibi hadiseler zikredilir. Adana halkı bu uygulamalara tepki göstererek şikâyetlerini II. Abdülhamid devri mâbeynine bir jurnal ile bildirmişlerdir.[191] Abdülhamid dönemi bürokrasi çevresinde, sürgün ile neticelenen birçok junal vakası olduğu malumdur. Ancak Ken’ân Rifâî ile ilgili şikâyetlerin neticesi beş on gün sonra gelmiştir. Buna göre Rifâî önce Konya’ya (02 Aralık 1890), oradan da doğrudan Manastır Maârif Müdürlüğü’ne tayin edilmiştir.[192] Neticede Rifâî Konya’ya gitmesi için gereken harcırahın nereden ödeneceğiyle ilgili yazışmalar devam ederken[193] Manastır

Maârif Müdürlüğü’ne tayin olunduğu haberini almış ve Manastır’a doğru yola çıkmıştır. Adana’daki uygulamaları dolayısıyla ilerleyen aylarda Rifâî’nin memuriyet rütbesi yükseltilmiştir.[194] Terfi belgesinde, Ken’ân Rifâî’nin Adana Vilâyeti Maârif Müdürlüğü esnasındaki uygulamaları “hüsn-ü ifâyı vazife ve sa’y-i masrûfe” ifadeleri ile değerlendirilmiştir.[195]

Ken’ân Rifâî, Sohbetler adlı eserinde Adana’nın köy mekteplerini teftişi sırasında yaşadığı bir hadiseden şu şekilde bahseder: “Adana’da maârif müdürü idim. Hücrâ köylerin birinde bilgili ve zekî bir adam gördüm. Edebiyata da vukufu ziyâde idi. Böyle bir kimsenin bir köyde sıkışıp kalması yakışır mı dedim ve kendisini vilâyete alarak muallimlik verdim.”[196] Rifâî’nin yukarıdaki tasarrufu, bölge imkanlarını yine Adana maârifinin istifadesine yönelik kullanma çabasına bir olarak değerlendirilebilir.

Manastır yılları (Mart 1891 - Temmuz 1893)

Ken’ân Rifâî, 2 Mart 1891’de Manastır Vilâyeti Maârif Müdüriyeti’ne nakledilerek aynı zamanda Fransızca muallimliği ile de görevlendirilmiştir. Her iki vazife için toplamda 2600 kuruş maaş alan Rifâî, Mekteb-i İdâdîde, Mevâlîd-i Selâse adı verilen bir dersin öğretmenliğinde bulunmuştur. O dönemde lise müfredatlarında yer alan söz konusu ders, tabiattaki hayvan, bitki, mâdenlerden ibâret üç âlemden bahseden bir tabiat bilgisi dersidir.[197] Rifâî, Manastır’da göreve başladığı sırada, Adana’daki vazifelerine istinaden 2 Nisan 1891 tarihinde rütbe-i sâlise ile terfi etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin Manastır dönemine baktığımızda memuriyet hayatında ekalliyet mektepleri ile ilgili meseleler ve mânevî hayatında ise şeyhi Filibeli Edhem Efendi’nin vefatından sonra aldığı hilâfet vazifesi öne çıkmaktadır.

Manastır Makedonya’nın güneybatısında, Pelister Dağı’nın eteklerinde Vardar Nehri’nin kollarıyla sarılmış bir Balkan şehridir. Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte etnik yapısında değişiklikler olan şehrin çehresinde, zamanla Müslüman unsurlar öne çıkmıştır. Selânik şehri de Manastır Vilâyeti’ne bağlıdır. Nüfus, pek çok Balkan şehrinde olduğu gibi Bulgar, Yunan, Sırp ve -Selânik’te yoğunlukta olmak üzere- Yahudi unsurdan teşekkül etmiştir. Orta Avrupa ile Adriyatik arasında bir geçiş bölgesi olduğundan, Osmanlı’nın önemli ticaret merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. Ancak Rifâî’nin görevli bulunduğu yıllarda şehir türlü zorluklar içindedir ve yüzyılın başında ekonomik kriz, yangın, sel ve sonrasında veba gibi çeşitli felaketlerle sarsılmış durumdadır. Bununla birlikte, Berlin Kongresi kararlarının ardından Makedonya ve Manastır önem kazanarak, hükümetin ıslahat alanı içine girmiştir.[198] Manastır vilâyetinde özellikle 1890’dan başlayarak artan canlılık, Dragor Irmağı’nın kenarına döşenen ağaçlar, aralarındaki iki katlı ahşap yapılar, postaneler, gezi alanları ve demiryolu istasyonu ile kendini göstermektedir.[199]

Ken’ân Rifâî Manastır’da görevliyken, bölgedeki zorlukların eğitim üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etmeye çalışmış, bilhassa Maârif Nezâreti’nin eğitim anlayışıyla ters düşen kesimlerin usulsüz uygulamaları ile mücadele içinde olmuştur. Ruhsatsız olan ekalliyet okullarına ruhsat kazandırma çalışmaları aynı çabanın bir parçasıdır. Bu bağlamda Ken’ân Rifâî öncelikle etnik gruplara ait okullarla ilgilenmek durumunda kalmıştır. Zira farklı etnik cemaatler, milliyetçilik akımının tesiriyle resmî ve gayriresmî yolları kullanarak kendi kültürlerine hizmet edecek okullar açmak için bir yarış halindedir. Slav, Latin ve Yunan unsurlar, bu mücadeleyi yürütenlerin başındadır. Manastır Vilâyeti, tam da bu kozmopolit özelliği nedeniyle siyâsî açıdan da nazik bir vaziyettedir.[200] Maârif Müdürü Ken’ân Rifâî görev süresince farklı unsurların okul açma yönündeki taleplerini, başvuru şartlarını yerine getirdikleri ölçüde dikkate almıştır.

Yukarıda bahsedilen siyasi hassasiyetin, bölge idaresine yönelik dış müdâheleler ile bizzat vâlinin uygulamalarından kaynaklandığı görülür. Esâsen Manastır vâlisi, süistimal, çetelerle iş birliği, rüşvet ve gasba tevessül ettiği yönündeki şikâyetler nedeniyle soruşturma altındadır. Söz konusu vaziyet, genel anlamda Ken’ân Rifâî’nin müdürlük dönemini ve bu sıradaki tasarrufunu olumsuz anlamda etkilemiştir. Zira bu şartlar altında maârifin bölgeye yönelik uygulamalarını tatbik etmek, etnik grupların, yabancı devletlerin ve vâlinin muhalefetini peşinen kabul etmek demektir. Nitekim Bulgar ya da Sırp okullarına müdahale edilmesi halinde yabancı basın, hükümetin politika ve uygulamaları aleyhine Avrupa’yı ve Balkanlar’ı karıştırmak için durumu fırsat bilmektedir.[201] Dolayısıyla Ken’ân Rifâî maârif uygulamalarını gerçekleştirirken, tebaanın talepleri ile hükûmetin, bölge maârifiyle ilgili olarak çok sık değişen kararları arasında hassas bir denge takip etmeye çalışmıştır.[202] Rifâî bu amaçla çeşitli unsurlara ait okulların eğitim izni için sürekli Bâbıâli’yle yazışmalar yapmış ve bu konuda merkezden gelen kararlara göre hareket etmiştir. 17 Ağustos 1891 tarihli “ruhsatsız olan Amerikan Kız Mektebi’ne ruhsatname verilip verilmeyeceğinin Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey tarafından” sorulduğuna ilişkin belge,[203] bunun örneklerinden biridir. Ken’ân Rifâî’den sonra Manastır Maârif Müdürü olan Abdül Bey’e gelen emir, sâbık müdürün izinden giderek ruhsatsız okullarla ilgilenmesi yönündedir. Bu durum, Rifâî’nin faaliyetlerinin, sonraki idareciler için emsal teşkil ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Rifâî’nin Manastır’daki uygulamalarından memnun olmayan özellikle Bulgar ve Sırp unsurlar, Ken’ân Rifâî hakkında Maârif Nezâreti’ne çeşitli şikâyetlerde bulunarak, farklı kanallara hazırlattıkları istidanamelerle çeşitli mercilere ulaşmaya çalışmışlardır. Nitekim Maârif Nezâreti konunun hassasiyetine binâen ileri sürülen iddiaları dikkatle incelediği ve fakat bu iddiaları asılsız bulmuştur.[204]

Ken’ân Rifâî’nin buradaki faaliyetleri, vilâyet erkanının ilgisini ve takdirini çekmiştir. Vilâyet erkanından Üçüncü Ordu Kumandanı Müşir Fazlı Paşa, Rifâî’nin uygulamalarını takdir edenlerden biridir. Fazlı Paşa, Yunan tehlikesine karşı tetikte duran cevval bir kumandandır.[205] İnsiyatif kullanması ile dikkat çeker ve kimi zaman bu nedenle hakkında şikâyetler vârit olur.[206] Bayram tebrikine katılmamak, hükûmete bando ve mızıka göndermemek gibi halleri,[207] hakkındaki şikâyetlerden bazılarıdır.

Padişahın velâdetini tebrik etmemek de bir başka şikâyet sebebidir.[208] Hükümet, kendisine ulaşan şikayetleri inceleyerek konuyla ilgili değerlendirme telgrafları göndermektedir.[209] Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa ise, Manastır vâlisinin usulsüzlüklerinin farkındadır ve bu durumdan müştekidir. Hükümet kimi zaman bu iki idareci arasında ihtilafın önlenmesi için çeşitli öneriler ile devreye girse de kalıcı bir çözüm bulunamamış,[210] ilerleyen yıllarda Fazlı Paşa vâlinin tazyikiyle vazifesinden azledilmiştir.[211]

Ken’ân Rifâî’nin Manastır Maârif müdürlüğünde bulunduğu zaman dilimi Nâzır Zühdü Paşa’nın[212] (ö. 1902) yabancı okullar üzerine rapor hazırladığı yıllara tekabül eder. Söz konusu raporun tarihi yaklaşık 1893-1894 seneleridir.[213] Zühdü Paşa’nın bu raporu bölgedeki yabancı okulların sayısı, ruhsat durumları, buralarda verilen eğitim, okulların verdiği zarar gibi konularda bilgi edinme ihtiyacı hakkındaki “irâde-i seniyye” üzerine kaleme aldığı kaydedilir. Paşa konuyla ilgili ayrıntılı bir çalışma yaparak raporunu hazırlamış ve bu hususta hükümeti bilgilendirmiştir.[214] Zühdü Paşa’nın yabancı okulların durumu ilgili raporu hazırlama amacıyla Balkanlar’da bulunduğu dönemde Rifâî’nin maârif uygulamalarını yakından takip etme imkanı bulduğu söylenebilir. Nitekim Nâzır Zühdü Paşa, ilerleyen yıllarda II. Abdülhamid kendisine Nümûne-i Terakkî Lisesi müdürlüğü için uygun bir eğitimci sorduğunda Ken’ân Rifâî’yi teklif ettiği ve sultanın da bu öneriyi kabul ettiği nakledilir.[215]

Ken’ân Rifâî, Manastır’da iken Avrupa’nın bazı mühim şehirlerine “tevsî-i mâlûmât” yani eğitim amaçlı ya da memur olarak gitmek için Maârif Nezâreti’nden izin talep etmiştir.[216] İstidânâmede geçen ifadelerden, Ken’ân Bey’in tahsiline devam etmek, kültürel anlamda malumat ve görgüyü arttırmak için böyle bir talepte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu talep Maârif Nezâreti’nin yurt dışı öğrencileriyle ilgili ücret politikalarının imkânları haricinde olduğu ve görev yerinde kendisine ihtiyaç olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.[217] Ken’ân Rifâî aynı dönemde Dahiliye Nezâreti Sicill-i Ahvâl İdâre-i Umûmiyesi’nden memuriyet hayatındaki faaliyetlerini gösteren Sicill-i Ahvâl belgesinin tanzim edilmesini istemiştir. İlgili belgenin, mülahaza kısmında yazan “erbâb-ı ehlîyyînden bulunmakla me’mûriyet-i hâliyyesine devâm ile îfâ-yı vazîfe etmekte bulunduğu”[218] şeklindeki değerlendirmeye istinaden Ken’ân Rifâî’nin Maârif Nezâreti’ndeki hizmetlerinin olumlu karşılandığını söyleyebiliriz. Ken’ân Rifâî bu başvuru süreci sonunda 1893 yılı baharında yapılan bir becâyiş neticesinde Kosova’ya maârif müdürü olarak nakledilmiştir. [219]

Kosova dönemine geçmeden önce, Ken’ân Rifâî’nin bu dönemdeki tasavvufî yaşantısına bakmak faydalı olacaktır. Ken’ân Rifâî, Manastır’da görevli iken Şeyhi Filibeli Edhem Efendi, bir süreliğine onun yanına gelir. Aktarımlara göre Rifâî bu dönemde ziyaretine gelen mürşidi Edhem Efendi ile birlikte Rumeli bölgesinde trenle bir yolculuk yapmıştır.[220] Filibeli Edhem Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin Manastır’da geçirdikleri bu zaman dilimi onların son görüşmeleridir. Bu ziyaretin ardından Filibeli Edhem Efendi Manastır’dan ayrılarak memleketi Filibe’ye dönmüş ve birkaç ay sonra vefat etmiştir. Ayverdi’nin aktarımına göre de Ken’ân Rifâî mürşidi Edhem Efendi’nin vefat ettiğini mânevî bir işaretle haber almıştır. Edhem Efendi vefât ettiği sırada kırk beş yaşlarında ve oldukça sağlıklıdır. Edhem Efendi’nin, mânevî eğitimlerinden sorumlu olduğunu söylediği Hatice Cenan Hanım ve Ken’ân Rifâî’ye olan irşad vazifesini tamamlanmış olduğundan yakında vefat edeceğini çevresine bildirdiği kaydedilir. [221] Ken’ân Rifâî’nin eserlerinde geçen ifadelerden anlaşıldığı üzere, Şeyh Edhem Efendi irtihâlinden sonra Rifâî’ye manada hilafet vermiştir: “Mürşidim Efendim, fakir Manastır Müdürlüğü’nde bulunduğum sırada, cemâle yürümüşler ve o sıralarda fakiri istihlâf buyurmuşlar idi.”[222] Ken’ân Rifâî Rehber-i Sâlikîriin adlı eserinin Mukaddimesi’nde Edhem Efendi’den aldığı mânevî terbiye ve hilâfeti “meşâyih-i Kâdiriyye‘den muktedâ-yı erbâb-ı irfân ve dakikadan esrâr-ı furkân-ı Cenâb- ı Edhem kaddessallâhû sırrahû’l-azîz hazretlerinin terbiye-i mürşidânelerinde bulunarak yirmi dört yaşımda ve kendilerinin irtihâl-i dâr-i bekâ buyurdukları sırada istihlâf etmiş[imdir]”[223] ifadeleriyle dile getirir. Bu tarihten sonra Edhem Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin irtibatlarının, mânevî işaretlerle devam ettiği nakledilir: “Edhem Efendi, araştırıcı, isteyici, sorucu ve baştan ayağa iştiyak olan müridinin sağnak sağnak suallerini eskiden hemen dâima sükûtla cevaplandırmış, ya da sâdece ‘gör de bil!’ diye kestirip atmışken, şimdi, yâni mânâ planına intikal ettikten sonra, bir suâline bin cevap vermektedir.”[224] Ken’ân Rifâî, şeyhi Edhem Efendi’nin irtihâlinden duyduğu üzüntüyü aşağıdaki şiiri ile dile getirmiştir:

“Görmeden râhat yüzü hiç terk-i dünyâ eyledin/ Âfîtâb-ı vechine çektin firaklı bir nikâb. Mürşidim Edhem, firâkın etti zindân âlemi/ Hasretinle yandı cismim, oldu vîrân u harâb.

Bâtınen kıldın beni eltâf-ı gûnâgûna âlemi/ Hasretinle yandı cismim, oldu vîrân u harâb.

Bâtınen kıldın beni eltâf-ı gûnâgûna gark/ Öyle mebzûl lutf ihsân ki kabûl etmez hesâb. Kâbe-i vechin tavâf etmek nasîb etsin Hudâ!/ Maksad-ı Ken’ân, Cenân dâreynde sen bî- irtiyâb.” [225]

Ken’ân Rifâî’nin Manastır’daki yaşantısının ayrıntılarını görebilmek için, eserlerinde geçen birkaç vakayı buraya kaydetmemiz gerekir. Rifâî, Sohbetler’inde Manastır ile Makedonya arasında geçen bir seyahatinden bahseder. Bu seyahat esnasında Belgrad’da bir otel odasını bir rahiple paylaşmak durumunda kalan şeyh, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Türkçe lisanlarından hiçbirini konuşamayan papazla iletişim kuramadığını esefle nakleder.[226] Manastır’da geçen bir başka hâdise de yine dil ve konuşma odaklıdır: Manastır İdâdîdîsi’ndeki bir talebe, kavga esnasında arkadaşını silahla başından vurmuş ve bu hadise üzerine mektep müdürü Maârif Müdürü olan Ken’ân Bey’den yardım istemiştir. Ken’ân Bey başından vurulan çocuktan ümit kesilmesine rağmen onu hastaneye naklettirmiştir. Konuşma yetisini büyük ölçüde kaybeden çocuk ilerleyen yıllarda tamamen sağlığına kavuşmuştur.[227]

Kosova yılları (Nisan 1893 - Şubat 1896)

Ken’ân Bey becâyiş[228] usûlüyle geçtiği Kosova Vilâyeti[229] Maârif Müdürlüğü vazifesine 12 Nisan 1893’te başlamış bu süre zarfında vekâleten ve asâleten Kosova Mekteb-i İdâdîsi’nde Fransızca dersi muallimliğinde bulunmuştur. İlave vazifeleriyle birlikte, Rifâî’nin o dönemdeki toplam maaşı 2400 kuruştur.[230]

1878 sonrası, siyâsî ve jeopolitik önemi dolayısıyla Kosova’da birçok alanda olduğu gibi, eğitim alanında da ciddi bir ıslahat programı uygulanmıştır.[231] Eğitim vasıtasıyla bölgede birliği temin etme düşüncesinde olan Sultan II. Abdülhamid, kritik durumundan ötürü Kosova Vilâyeti’ne öncelik vermiş ve bu gayeye yönelik olarak bölgede tedbirler almıştır. Bölgede yeni okulların açılabilmesi için bütçeye ve donanımlı öğretmene ihtiyaç vardır. Alınan kararlara göre, vilâyette tarımdan elde edilen hasılatın bir kısmı ilgili bölge maârif sandığına aktarılacak, çeşitli nedenlerden işlevini kaybetmiş vakıfların gelirleri tamamen bölge maârifine devredilecektir. Ken’ân Rifâî’nin görevli olduğu dönemde vilâyet idaresi ile Maârif Nezâreti arasında süren yazışmalar neticesinde, bölge menâfi hisselerinin maârife devredilmesine ve bu sûretle yeni okullar açılmasına izin verilmiştir.[232] Zamanla iptidâîler önem kazansa da ilk etapta Müslim ve gayrimüslimlerin birlikte eğitim gördüğü idâdîlerden, yeni bir Osmanlı yaratma hususunda büyük bir beklenti vardır. 1869 Nizamnâmesi’nden[233] sonraki yirmi yıl içerisinde Üsküp, Priştine ve Prizren’den toplanabilen maârif vergisinin oluşturduğu bütçe 1891 yılı itibariyle vasat bir idâdînin inşasını tamamlamaya müsaade etmediğinden, eğitime kiralık bir evde nehârî[234] olarak başlanmıştır.[235] Açılan yeni idâdîlerden bölgedeki Müslüman halkı da kaynaştırması ve özellikle ayrılıkçı hareketler içinde bulunan Arnavut unsurun bu yolla kontrol altına alınması hedeflenirken, milliyetçi hareketin ivme kazandığı bir ortamda II. Abdülhamid’in buradaki çabası beklenen neticeyi vermemiştir.[236] Yukarıda söz ettiğimiz gibi bölge maârifinin sağlıklı işleyebilmesi, okulların maddi durumuyla başka bir deyişle, okulların kendi kendilerini idare edebilmeleri için kaynak bulunmasıyla ilişkilidir. Ken’ân Rifâî bölge okullarına kaynak bulma konusunda faaliyet içinde olmuş, Eğitim vergisinin düzenli bir şekilde toplanması ve çeşitli vakıf gelirlerinin maârif bütçesine bağlanması gibi hususlarda çalışmıştır.[237] Bu nedenle bölge halkının yeni usûl ile yapılan eğitimi tanıması için çalışmak da yine bir maârif müdüründen beklenen işler arasındadır.[238]

Ken’ân Rifâî buradaki görevi sırasında dış müdahaleler dolayısıyla bölgede sayıları süratle artan yabancı okulların usulsüzlükleri ile mücadele etmek durumunda kalmıştır. Tedricen ve harici müdahalelerle açılan bu kurumlar aynı zamanda mensup oldukları zümrenin nüfûzunu da temsil ettikleri için Osmanlı devletinin bölgedeki varlığına yönelik açık bir tehlike durumundadır. Tehlikenin en aza indirilmesi için maârif müdürlerinin devamlı surette yabancı okulları teftiş ederek böylelikle okulların sayısını müfredatlarını ve faaliyetlerini kontrol altına alması gereklidir. Halkın infialine neden olabilecek hadiseler karşısında tetikte olmak ve gerektiğinde inisiyatif almak da yine bölge maârif müdürlerinin görevleri arasındadır.[239] Ken’ân Rifâî Manastır Maârif Müdürlüğü’nde olduğu gibi, Kosova’daki görevi sırasında da yukarıda saydığımız konularla ilgilenmiştir.

1896 yılı Kosova Salnâmesi’nden anlaşıldığı kadarıyla Ken’ân Rifâî, bu dönemde aynı zamanda maârif meclisinin de reisidir.[240] Ayrıca bölgenin ümit vadeden Mekâtib-i İdâdî-i Mülkîsi’nde İdâdî’nin Fransızca öğretmenliği ile Hey’et-i Ta’limiye bünyesinde geçen Mekteb-i İdâdî Mübâyaat Komisyonu reisliği gibi bazı tali görevleri vardır.[241] Ken’ân Rifâî bu dönemde maârifin genel işlerinin yanı sıra öğretmenlik yapmaya devam etmiştir. Rifâî’nin eğitimle ilgili farklı görevleri aynı anda yürütmesi ona okulların ihtiyaçlarını tespit etme ve uygulama geliştirme konusunda kolaylık sağlamıştır. Rifâî’nin yürüttüğü Mübayaat Komisyonu reisliğinin anlamı üzerinde de durmamız gereklidir. Esâsen maârif meclisinin tam olarak teşekkül etmediği bölgelerde muhasebe kalemi, maârif meclisi başkanı ya da müdür gibi hareket ediyor ve bölge maârifinin görevleri bu birimden soruluyordu. Rifâî’nin bölge maârif müdürlüğü ile beraber heyet-i tâlimiyenin mübâyaat komisyonu reisliğinde bulunması, ona maârif ile ilgili karar alma ve uygulama gücünü birlikte vermiştir. Ken’ân Rifâî bu görev dahilinde alım satım işleriyle ve Maârif Nezâreti kasasına girmesi gereken alacakların takibiyle ilgilenmiştir.[242]

Rifâî’nin hassasiyet gösterdiği hususlardan bir diğeri, bölgenin ümidi ve parlayan yıldızı durumundaki Mekteb-i İdâdî-i Mülkî’dir. O dönemde Mekâtib-i İdâdî-i Mülkî, Balkanlar’ın ve özellikle Kosova’nın en iyi okullarından biridir. II. Abdülhamid’in isteğiyle açılan okul yine sultanın maddi manevi desteği ile faaliyettedir.[243] Esasen Kosova vilayeti “usûl-i cedîde”[244] denilen yeni öğretim metodlarının ve maârif alanındaki birçok ıslahatın tatbik sahası durumundadır. Bu dönemde ilk ve orta öğretimdeki yeniliklerin ulaşması istenen seviyeyi göstermesi bakımından İdâdi-i Mülkî bir örnek teşkil etmiştir.[245] İdâdî-i Mülkî’nin o dönemki işleyişi hakkında bölge salnamesinde şu bilgiye rastlanmıştır:

“İş bu mekteb feyz-i mükesseb, asr-ı guzîn-i Hazret-i Şehinşâhî’nin âsâr-ı âlîsinden olup 1306 senesinde minhârî olarak küşâd olunmuştur ve bu sene-i mübârekede leylîye tahvili icrâ buyurulmuştur. Yirmi beşi leylî ve yüz dördü nehârî olmak üzere 129 nefer talebeyi hâvîdir.”[246]

Bölge maârifinin sembolü durumundaki Mekteb-i İdâdî, maârifin en çok önem verdiği konulardan biridir. Ken’ân Rifâî bu amaçla mektebin dahili işleriyle de yakından ilgilenmiştir.

Bu vesileyle dönemin maârif anlayışının en önemli terimi olan usûl-i cedîde terkibini biraz daha açmamız faydalı olacaktır. Usûl-i cedîde daha öncede belirttiğimiz gibi Selim Sabit Efendi tarafından ortaya atılmış ve sonrasında Maârif Nizamnâmesi’nde dile getirilen eğitim reformlarını karşılamak üzere kullanılmış bir tabirdir. Burada biraz daha açacak olursa usûl-i cedîde denilince anlaşılan şey, sınıflardaki öğrenci sayısından öğretmenin sahip olması gereken niteliklere kadar eğitimin maddi ve mânevî hemen bütün unsurlarındaki yeniliklerdir.[247] Abdülhamid’in saltanatı süresinde dönemin eğitim anlayışı söz konusu yeniliklerin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaştırılmasına odaklanmıştır. Rifâî de bu dönemde maârif müdürlüklerinde bulunduğundan söz konusu ıslahatların yapılandırılma ve yaygınlaştırılmasında aktif olarak çalışmıştır.

Nitekim Ken’ân Rifâî’nin Kosova Maârif Müdürlüğü bu anlamda onun en faal olduğu dönemlerden biri olarak karşımıza çıkar. Söz gelimi onun müdüriyeti döneminde vilâyetteki kütüphane ve mektep sayısında artış görülmüştür. Kosova’da ilk sanayi mektebi için teşebbüs, yine onun görev süresi içinde gerçekleşmiştir. Rifâî genel anlamda bölgedeki Türk ve yabancı okulların teftişinden ve teçhizatından sorumlu olmakla birlikte, yabancı okulların teftişinde daha etkili olarak görev yapmıştır. Bunun sebebinin Ken’ân Rifâî’nin yerel halkın lisanı olan Rumca ve Bulgarcaya vâkıf olmasıdır. Böylelikle Rifâî yalnızca tebeanın yazışmalarına değil fakat okullarda okutulmak üzere kaleme alınan kitapları da teftiş edebilmektedir.[248]

Ken’ân Rifâî Manastır Maârif Müdürlüğü’nden Kosova’daki görevine becâyiş usûlüyle tayin edilmiştir. Bunun nedeni ise Kosova’da görevde olan maârif müdürünün usulsüz uygulamalarıdır. Maârif müdürünün usulsüz uygulamaları nedeniyle bölgede hassas olan dengeler Osmanlı Devleti aleyhine döndüğünden, durumun tekrar kontrol altına alınması için ehliyetli bir maârifçiye ihtiyaç hasıl olmuştur. Becâyiş usûlüyle Kosova’ya nakledilen Ken’ân Rifâî’in bu çetrefilli durumların içinden çıkması ve bölge maârifini düzenlemekle birlikte yabancı okulların hassas olan vaziyetini de çözmesi beklenmektedir.[249] Ken’ân Rifâî Kosova’da çeşitli güç odaklarının her an değişen dengelerini takip ederek, maârifin taleplerini yerine getirmeye ve Osmanlı devlet haysiyetini koruyacak uygulamalar ortaya koymaya çalışmıştır.[250] Kosova’da Rumlar ve Bulgarlar, okul açıp kendi dillerinde eğitim almalarına rağmen Sırpların kendi dillerinde eğitim alamamaları, onların Balkanlar’da haksızlığa uğradıklarını iddia etmelerine sebebiyet verir ve kendi okullarını açmak isterler.[251] Nitekim Sırp mekteplerinin açılması, sâbık maârif müdürü zamanında gerçekleşmiş ve onun da yerinden olmasına sebep olmuştur. Ken’ân Rifâî de öncelikle bu hususla ilgilenmiştir. Rifâî durumla ilgili olarak öncelikle Kumanova’da usulsüzce açılan Sırp okulunu kapatmış, bunun üzerine Sırp halkı, kendilerine haksızlık yapıldığı yönündeki iddialarını mahkemeye taşımıştır. Maârif Müdürü Ken’ân Rifâî, okul açma girişimlerinde usulsüzlükleri nedeniyle bu dönemde Sırp okulunun açılmasına mani olmaya çalışmıştır. Buna karşın Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle ilerleyen zamanlarda hükûmet ve dolayısıyla Maârif Nezâreti’nin bu husustaki söylemi Sırplar lehine olmak üzere değişmiş, vilâyette Sırp mektebi açılmasına izin verilmiş ancak maârif müdürünün bu okulu yakından takip etmesi emredilmiştir. Bu hadise üzerine maârif müdürleri nazik[252] bir konu olan tebaa okullarıyla ilgili kararlarda nezârete sormadan iş yapmamaları hususunda uyarılmıştır.[253]

Bu süreçte alınan tedbirlere rağmen hükümet ve Maârif Nezâreti bölgedeki yabancı okullar meselesini tam olarak çözüme kavuşturamamıştır. Esasen sorunun devam etmesinin en temel nedeni, okul açma konusunu özgürlük arayışlarının sembolü haline getirmiş Osmanlı uyruklarının bölgede menfaati olan Avrupa devletlerinin desteğini almış olmalarıdır. Tebea arasında devam eden üstünlük ve özerklik arayışı, her unsurun kendi dil ve kültürünü yeni nesillere aktarabileceği eğitim kurumları üzerinden yapılmaktadır. Durumun farkında olan Maârif Nezâreti, Anadolu ve Balkanlar’da tebaa okullarının açılmasına dair bir seri tedbir alarak maârifin bu bölgelerde teftişi amacıyla çeşitli uygulamalar geliştirmiştir.[254]

Ken’ân Rifâî’nin Kosova vilâyetindeki çalışmalarının mahiyetini anlayabilmek için ona destek olan iki önemli ismi tanımakta fayda vardır: Teselya Kumandanı Müşir Edhem Paşa ve Kosova vâlisi Hafız Paşa.[255] Bu iki isim vilâyetin asayişinden maârifine kadar, her alanda kuvvetlenmesi için birlikte uyumlu bir çalışma yürütmüştür. Ferik Edhem Paşa ikinci mabeynci Osman Bey’in damadıdır ve yâverândandır.[256] Sadrazam Mehmed Esad Safvet Paşa,[257] Sadrazam Ali Rıza Paşa,[258] Sadrazam Sâlih Hulûsî Paşa[259] dönemlerinde kumandanlık yapmış ve bir dönem Tevfik Paşa’nın kabinesinde Harbiye nazırı olarak görevde bulunmuştur. 1895’te Hafız Paşa valiliğe gelinceye kadar bir süre Kosova valilik ve kumandanlık vazifelerini birlikte üstlenmiş olan Edhem Paşa, vazifenin gerektirdiği vasıflara sahip kararlı ve cevval bir şahsiyet olup[260] bu dönemde Yunan çetelerine karşı mücadelesiyle dikkat çeker.[261] Rifâî Hafız Paşa’nın vâlilik görevine gelişinden sonra bölgede eğitimin gelişmesi adına daha uygun bir ortama kavuşmuştur.

Gerçekten Vâli Hafız Paşa Bağdat’tan Kosova’ya gelir gelmez vilâyetin asayişini kontrol altına almakla emniyeti tesis etmiş ve böylece diğer çalışmalara da hız kazandırmıştır. Hafız Paşa vilâyeti karış karış gezerek asayişle ilgili tedbirler almış, tedbirlerin tatbikinde hükümetle iş birliği halinde olmuş ve uygulamaları ile halkın saygısını kazanmıştır. Bu dönemde Vâli Hafız Paşa ve Müşir Edhem Paşa’yı en çok uğraştıran konu hükümet aleyhine çalışan eşkiya çeteleridir. Vâli komiteleri devamlı kontrol altında tutmak adına sınır boyunca çetelere karşı mücadele vermiştir. Bu taife içinde avânesi ile birlikte I. Dünya Savaşı sonrasına kadar bölgede sorun çıkaran eşkıya reisi Rüstem Kabaş,[262] bölge vâlisini en çok uğraştıranlardandır. Ken’ân Rifâî’nin bu noktada gönüllü olarak meseleye dahil olduğu görülür. Hafız Paşa’nın Şar Dağları’na yerleşen Rüstem Kabaş ve ekibini ele geçirmeye çalıştığı bir dönemde Ken’ân Rifâî bu dağların arkasındaki okulları teftişe yönelmiştir.

Ken’ân Rifâi mektepler kazandırmak niyetiyle çetelerin mesken tuttuğu Şar Dağı’nı aşıp Kalkanderen ve Prizren’e gitme arzusunu bildirdiğinde, Vâli Hafız Paşa ve Müşir Edhem Paşa Şar Dağları’nın komita yatağı olduğunu ve tehlikeli olduğunu hatırlatarak onu men etmeye çalışmıştır.[263] Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in bu hususta kararlı olduğu anlaşılınca, dağların ardındaki bölgeye selâmetle ulaşması için yanına birkaç jandarma verilmiştir. Ken’ân Rifâî yola çıktıktan kısa bir süre sonra yanına verilen jandarmayı da evine göndererek Şar Dağları’nın zirvesine doğru tırmanmaya başlamış, zirveye ulaştığında meşhur Rüstem Kabaş ve avânesi ile karşılaşmıştır. Rifâî’nin, eşkıya grubuna Arnavutça merhaba anlamına gelen “tunyatiyata” diyerek selam verdiği ve bir süre sohbet ettikten sonra güvenli bir şekilde yoluna devam ettiği kaydedilir.[264] Bu teftişinden sonra Kosova’daki çalışmaları Maârif Nezâreti’nin dikkatini çeken Rifâî, bölgedeki hizmetlerinden ötürü rütbeyle terfi ve taltif edilmiştir.[265] Hafız Paşa’nın Rüstem Kabaş’ın yaptırdığı kuleyi yıkıp avânesini dağıtması ve bu hizmetlerine karşılık birinci rütbeden Nişân-ı Osmânî ile taltif olunması da hemen aynı dönemdedir.[266]

Ken’ân Rifâî’nin Kosova’daki mânevî yaşantısına gelindiğinde, onun tecrübelerini daha iyi anlamak adına o dönemdeki tasavvufî oluşumlara kısaca temas etmemiz gerekir. Malum olduğu üzere, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kosova’da yaklaşık on tarîkat etkindir ki bunlar Halvetî (Ramazâniye ve Sinânî kolları), Kadirî, Sâdî, Melâmî, Rufâî, Bektâşî, Nakşibendî, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî (ö. 656/1258) ve Mevlevî tarîkatlarıdır. Raif Vırmiça, bölgedeki oluşumları incelediği eserinde Rifâîlik tarikatının Halvetî ve Kadirî tarikatlarına nisbetle daha geç geliştiğini ve Rifâî tekkelerinin yine bu iki tarîkata kıyasla daha sonra kurulduğunu kaydeder.[267] Ken’ân Rifâî’nin bu dönemde Kosova’da etkin olan Rifâî tekkelerinden biriyle olan irtibatı hakkında Ayverdi bazı bilgiler verir. Yazarın anlatımına göre Kosova’nın en eski Rifâî dergâhlarından birine intisaplı olan altmış yaşlarındaki Seyyide Hanım, bir gün Ken’ân Rifâî’nin kapısını çalarak kendisini müridliğe kabul etmesini rica edince, Rifâî bu konularla ilgisi olmadığı yönünde bir cevap vermiştir. Seyyide Hanım ertesi gün tekrar Rifâî’nin evine gelerek, vefat etmiş olan büyükbabasının mânâ âleminden Rifâî’ye gönderdiği selamı iletmiş ve tekrar dervişliğe kabulünü talep etmiştir. Bu gidiş gelişler neticesinde, Seyyide Hanım Ken’ân Rifâî’nin ilk müridlerinden olarak kayda geçmiştir.[268] Balkanlar’ın genelinde olduğu gibi, Kosova’ya da İslâm’ın girdiği ilk günlerden itibaren tasavvuf etkili olmuş ve tarîkatlar burada yaygın olarak faaliyette bulunmuştur. Rifâîyye tarîkatı da bunlardan biridir. Seyyide Hanım bölgenin en köklü Rifâî dergahlarından birine mensuptur.[269] Metin İzeti’nin Balkanlar’da Tasavvuf adlı çalışmasına göre, o dönemde Üsküp’e bağlı Prizren’de faaliyette olan üç Rifâî tekkesi vardır. Bunlardan Şeyh Cemal ve Şeyh Edhem Efendi tekkeleri günümüze kadar faaliyetlerine devam etmiş olup Seyyide Hanım’ın bağlı olduğu tekkenin Şeyh Edhem Efendi tekkesi olması muhtemeldir.[270]

Ken’ân Rifâî’nin, Kosova’daki yaşantısının ayrıntılarına gelindiğinde öncelikle ailevi durumuna bakmak gerekir. Rifâî Kosova’da iken annesi Hatice Cenan Hanım yanındadır ve babası Abdülhalim Bey ise onları zaman zaman ziyaret etmektedir. Ken’ân Rifâî, Kosova’da iken anne ve babasının yanında olduğu bir dönemde ilk evliliğini gerçekleştirir. Şeyh, Kosova günlerini yad ederken, orda tanıştığı Galip Bey isminde bir zâttan bahseder. Galip Bey Üsküp eşrafından oldukça varlıklı bir kimsedir. Ancak bu zâtın yaşam tarzı, maddî durumuna nispetle oldukça mütevâzîdir. Galip Bey varlıklı durumuna rağmen kendi konağının sadece iki göz odasında yaşamaktadır. Rifâî, babası Abdülhalim Bey ile birlikte, bahsi geçen kişiyi Üsküp’teki evinde ziyaret ettiklerini ve ziyaret sırasında Galip Bey’in onlara kendi elleriyle hazırladığı kahveyi ikram ettiğini kaydeder. Bu anekdot bize Abdülhalim Bey’in Kosova ziyaretleri ve ailenin bölge eşrafıyla olan irtibatları hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir. Aynı anekdot Rifâî’nin tasavvufî neşvesi açısından değerlendirildiğinde ise bu anlatının hangi bağlamda dile getirildiğine bakmak gerekir. Rifâî, bu hatırayı melâmet bahsi içerisinde anlatır ve Üsküp eşrafından Gâlip Bey’in halinde melâmet işaretleri bulunduğuna dikkat çeker. Rifâî “İşte nefse melâmet böyle olur. Yoksa sokak sokak türlü kıyafetle ve rezîlâne bir şekilde gezmekten ne çıkar?”[271] diyerek konuyu tasavvufî bir meselenin izahı ile tamamlar.

Ken’ân Rifâî, 1895 yılı içerisinde geçirdiği bir kalp rahatsızlığı sebebiyle Maârif Nezâreti’nden izin istemiş, bunun üzerine nezâret tarafından “etıbbânın tavsiyesiyle tedâvi için”[272] bir ay süreyle Dersaâdet’e gitmesi için kendisine izin verilmiştir.[273] İzin belgesinin tam metni: “Maârif Müdürü Ken’ân Bey kalp hastalığına tutulduğundan etıbbânın tavsiyesiyle tedavi için raporu bâdehû [Maârif] Nezâret-i Celîlesi’ne takdim olunmak üzere bir ay süreyle Dersaâdet’e gitmek istediğinden müsaade-i nazâretpenahileri”276 [274] şeklindedir. Şeyh altmış yıllı aşan çalışma hayatı boyunca buna benzer başka bir sorunla karşılaşmamıştır. Buna istinaden söz konusu rahatsızlığın Kosova’daki gerilimli çalışma ortamından kaynaklanan geçici bir durum olduğu kaydedilebilir.

Ken’ân Rifâî, Trabzon’a tayin edilmeden evvel Kosova’da görevli olduğu sırada Sicill-i Osmânî’den hal tercümesini talep etmiştir. O dönemde tertip edilen bu belge ışığında Rifâî ile ilgili farklı kaynaklardan gelen malumatın sağlamasını yapmak mümkündür.[275]

Ken’ân Rifâî, Kosova’da görevli iken İngiltere kraliçesi Victoria’nın (ö. 1901) damatlarından birinin Kosova’dan geçeceği haberi üzerine, bu üst düzey misafire Üsküp’teki ikameti sırasında mihmandarlık etmekle görevlendirilmiştir.[276] Ken’ân Rifâî, mihmandarlığı sırasında, prens ile yakından ilgilenmiştir. İngilizce ve Fransızca gibi Avrupa dilleriyle konuşarak prensin Osmanlı Devleti’nin yüksek düzey bürokrat tipini yakından tanımasına vesile olmuştur. Ken’ân Rifâî prens üzerinde yarattığı tesir ve onunla kurduğu yakınlığa istinaden sohbet sırasında İngiliz donanmasının daha ne kadar Selânik’te kalacağını sormuştur. Prens bu sohbet sırasında Osmanlı Devleti’nin konuyla ilgili endişelerinden habersiz olarak donanmanın kısa süre sonra Selânik’ten ayrılacağı yönünde bir bilgi vermiştir. Ken’ân Rifâî mihmandarlık vazifesini tamamlayıp prensi uğurladıktan sonra, aldığı bu bilgiyi vali Hafız Bey’e iletmiş vali de bu müjdeli haberi bir telgrafla doğruca Mabeyn’e aktarmıştır. O dönemde, bu tür güzel haberler, ekseriyetle İstanbul’dan gelen bir taltif ya da ikram ile neticelenmesi alışımış bir durumdur. Hadise’nin bundan sonrasını Ayverdi şu şekilde nakleder:

“Fakat bu sırada vali Hafız Paşa’nın, maârif müdürünün dirayetini Mâbeyn'e bildirmiş olmasının semeresi yüz göstermiş ve Üsküp Maârif Müdürü’ne ‘ihsân-ı şâhâne’ çıkmıştır. Ne ki vilâyetle saray arasındaki muhabere sona erinceye kadar bu makama, câhil denecek kadar zayıf ve kültürsüz bir adam getirilmiştir ve ihsân-ı şâhâne, selefi zamanında cereyan eden vukûattan bihaber olan bu adamcağıza nasip olmuştur.”[277]

Ken’ân Rifâî’nin, meselenin iç yüzünü öğrendikten sonraki tavrı ve bu olayı yorumlayışı, onun mutasavvıf kimliğini ve mânevi dünyası hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir.

Ken’ân Bey’in bu dönemdeki faaliyetlerini genel olarak değerlendirecek olursak, Maârif Müdürü olarak Kosova’da yürüttüğü vazifede patriyarkal bir idareci kimliğinin ön planda olduğunu söylemek mümkündür. Patrimonyal olarak da ifade edilen bu idare tarzında, idarecinin sorumlu olduğu bölgede insiyatif alarak uygulamada bulunması söz konusudur.[278] Bürokrasi açısından Osmanlı modernleşme dönemi, patriyarkal bürokrasiden yasal bürokrasiye geçiş girişimlerine şahit olmuştur.[279] Ancak hükümetin müdahele konusunda yetersiz kaldığı bölgelerde, bölge şartlarına vakıf olan yerel idareciler, zaman zaman meseleleri kendi insiyatiflerini kullanarak çözümlemek durumunda kalmışlardır. Rifâî’nin Kosova Maârif müdüriyeti sırasında, hükümetle irtibatlı olarak bölge sorunlarını halletmeye çalıştığı, fakat acil müdahele gerektiren durumlarda yerel idarecilerle işbirliği yaparak pratik çözümler ürettiği de anlaşılmaktadır. Osmanlılık bilinci içinde, birliğin muhafazası için yetkilerini kullanmıştır. Ken’ân Rifâî’nin, irtibatlı olduğu tebaayla olan ilişkilerinde insana hürmet anlayışla hareket ettiği ve burada yaşadığı zorlukların onun mânevî olgunluğunu hızlandırıcı bir etkisi olduğu söylenebilir.

Trabzon yılları (Mart 1896 - Ocak 1897)

Ken’ân Rifâî, 20 Mart 1896 tarihinde Trabzon vilâyeti[280] Maârif Müdürlüğü’ne nakledilir. Rifâî, aynı esnada öğretmenlik görevine devam ederek Hıfzu’s-Sıhha, Fransızca, Mâlûmat-ı Fenniyye [Fen bilgisi] ve Coğrafya dersleri vermiştir.

Yukarıdaki ifadeler nakil hadisesinin resmî tarafını teşkil eder. Rifâî’nin Trabzon’a nakledilişinin mânevî yönü ise bir “incizâb” hikâyesi ile izâh edilir. Aktarımlara göre Trabzon’da ikamet eden Mehmet Baba adlı meczup bir zât vardır. Rifâî ve annesi Trabzon’a taşındıkları gün, Trabzon’un meczuplarından bu zât, derhal Rifâî’nin hanesine gelerek kapıyı çalıp içeri girmiş, halk içindeki meczup halinden sıyrılarak, son derece mutedil bir ifade ile, Hatice Cenan Hanım ve Ken’ân Rifâî’nin Trabzon’a gelmeleri için uzun süredir dua ettiğini bildirmiştir. O günden sonra Mehmet Baba’nın, sık sık Rifâî’nin evine geldiği ve oradaki mânevî sohbetlere devam ettiği bu hususta nakledilen bilgiler arasındadır. [281]

Bu dönemde Trabzon Medreselerindeki öğrenci sayısı dört yüz elli civarındadır.[282] Ken’ân Rifâî’nin vilâyet Maârif müdürü olarak göreve başladığı 1897 yılı itibariyle, Trabzon’da iki idâdî mevcuttur. Bu okulların öğrenci profiline bakıldığında aralarında kız öğrenci bulunmadığı ve dört öğrenci hariç diğerlerinin Müslüman kesimden olduğu görülür.[283]

Ken’ân Rifâî’nin Trabzon Maârif müdürlüğü sırasında en çok ilgilendiği mevzular, maârifin mali meseleleridir. Yazışmalardan anlaşıldığı kadarıyla, gelir gider cetveli, vâridât, senetler, hasılât-ı umûmiye defterleri ve melfûfatı takip etmek yine öncelikli olarak müdürün bizzat ilgilendiği konulardır.[284] 1896 yılı itibariyle vilâyet-i Trabzon’un çeşitli rüşdiyelerinden mezun olacak öğrenciler için, süratle beş yüz adet şehâdetnâme gönderilmesi yönündeki talebi, bölge rüşdiyelerinin durumu hakkında genel bir bilgi vermesi açısından kayda değerdir. İdâdî için istenen şehâdetnâme sayısı, rüşdiyeye göre daha azdır.[285] Maârif müdürü Ken’ân Bey merkezden taşraya kadar eğitim-öğretimin ihtiyacı, eğitimcinin çalışma şartları ve performans durumlarıyla ilgilenmiştir. Ken’ân Rifâî’nin çalışanların performans durumunu takip ederek izin taleplerini Maârif Nizamnâmesi’ne uygun olarak değerlendirmek konusunda hassastır. Özel hayatında para ile ilgili işlerden -hata yapmak tehlikesi sebebiyle- çekinen Ken’ân Rifâî, maârif vazifesi gereği mali işlerle ilgilenmek durumunda kalmıştır. Bununla berâber Ken’ân Rifâî, evrakların tertibinden anlaşıldığı üzere maârifin mâli konularında hata yapmamak adına titiz bir şekilde çalışmaya gayret göstermiştir.[286]

Ken’ân Rifâî’nin Trabzon’da irtibatlı olduğu kimselerin başında vâli Kadri Bey (ö.       1903) bulunmaktadır. Vâli Kadri Bey, Padişah tarafından Trabzon’da ikameti

istenen bir idarecidir[287] ve uzun yıllardır aynı vazifededir. Vâli, Doğu ve Batı kültür mirasına hâkim, zeki, malumatlı, cerbezeli ve hoşsohbet bir şahsiyettir. Kadri Bey, 1903 yılında vazifesi başında vefat edinceye kadar on bir yıl Trabzon valiliğinde kalmıştır.[288] Ciddi ve disiplinli bir idareci de olan vâli Kadri Bey döneminde, bölgenin temel meseleleri kontrol altına alınmış ve bölge asayişi konusunda büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Kaçakçılık, Ermeni komitalarının tehditleri, Gürcü gençlerin ahlâk sınırlarını zorlayan davranışları, köy ağalarının zorbalıkları bunlardan birkaçıdır.[289] Kadri Bey, ünlü muharrir ve Büyük Türk Lügatfnın yazarı Hüseyin Kazım Bey’in[290] babasıdır.[291] Vali Kadri Bey Sultan ile şahsi irtibatı olan bir zattır. Trabzon Vâliliği’nden önce mâliye müsteşarlığında bulunmuştur. Vâli Sadrazam Ahmed Cevâd Paşa döneminde sadâret mektupçuluğu vazifesi için düşünülmüşse de vazife -Kadri Bey irtibatlı olmak şartıyla-Tevfik Bey’e verilmiştir.[292] Vâli Kadri Bey uzun yıllar Trabzon’daki görevine devam ederek yine burada vefat etmiştir.

Kadri Bey’in, ilerleyen yıllarda Ken’ân Rifâî’ye gönderdiği aşağıdaki mektup, aralarındaki irtibatın mahiyetini göstermesi bakımından kayda değerdir:

4 Zilkade 1319/ 30 Kânûnusânî 1317/ 12 Şubat 1902 tarihli olanından bir kısım:

“Dâvet-i mâneviyye ile mübeşşer azizim! Allah biliyor ki çoktandır mektup alamadım. Ken’ân-ı sâhib-i vicdan nerededir, diye tahattur ederken, Medînetü’r-Resûl aleyhissalâtü vesselamdan yazılmış 1 Eylül 1316 tarihli beşâretnâmenizi aldım. Hukuk-i insâniyyeye mahsus bayram tebrikine teşekkürle iâde-i tebrik ederim. Gelelim bahse: Size bu memuriyet ve hizmet, tevcîh-i peygamberi ve ihsân-ı ilâhîdir, bahtiyarsınız. Mevlâ-yı müteal bu fakire de öyle bir saadet ihsan buyursun, âmin. O mukaddes mecliste bulunanlar nail oldukları tecellîyât-ı sübhâniyye nisbetinde gönül pazarlığından hâli olmayıp füyûzât-ı mâneviyyeye mazhar olurlar .... Evet azizim, öyle tecellîyat ve füyûzâtın mâhiyetini idrak, varlığa mahsustur. Halbuki sen yoksun, o benlikler vehm ü gümânındır, gâyet-i rabıta ve teslimiyet ve varlığı izâle ve zuhûra tebâiyet. İnsan geldiği yeri bilse ve kendisini bilse insan olur ama, o dâniş-i irfanı pazarlık uymayınca vermiyorlar. Bundan dolayı çok şey söylediler. Halbuki sırr-ı aşkı söyleyen bilmez, bilenler söylemez.”[293]

Ken’ân Rifâî, Trabzon’da nisbeten daha verimli bir çalışma ortamı içerisinde bulunmuştur. Rifâî’nin bu dönemdeki uygulamaları, Trabzon’daki mesaisinin yedinci ayında bir terfi ve taltif ile neticelenmiştir:[294] “Âtufetli efendim hazretleri, Vazâif-i memuriyetlerini hüsn ü îfâda müşâhede olan ikdâm ve mesaîleri cihetiyle şâyan-ı âtıfet-i seniyye oldukları.”[295] Mabeyn’e gönderilen terfi metninde Rifâî’nin Trabzon’daki vazifeleri esnasında ortaya koyduğu tavır hakkında genel bir bilgi edinmemizi sağlayan ifadeler mevcuttur:

“Maârif Müdürleri meyânında hasâfet ve liyâkatleriyle kesb-i temyîz etmiş olan Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân ve Sivas Maârif Müdürü Hulûsi [efendilere] ... kadar bulundukları müteaddid maârif müdüriyetlerinde sâdıkane ve mukaddimâne bezl-i mesaî ile hizemât-ı mebrûre ibrâz eylemiş olduklarına ve vazâif-i me’mûriy etlerine ikmâm ve ehemmiyetleri meşhûr olan bu gibi kudemâ-i me’mûriyyînin sadâkat-i karine âtıfet-i seniyyeye mazhâriyetleri şân-ı âli muktezâ-yı celîlinden bulunmasına mebnî gerek kendileri, gerek emsalleri için mûcib-i şevk ve gayret olmak üzere ...” [296]

Ken’ân Rifâî bir yandan Maârif tarafından terfî ve taltîf edilirken yine Maârif tarafından bir çalışanın maaş senedine yanlışlıkla yapıştırdığı eksik pul nedeniyle sorgulanmıştır.[297] Tetkik esnasında ortaya çıkan bu durumun 90 kuruş bir cezası vardır. Trabzon’un yeni Maârif Müdürü, Ken’ân Rifâî’den bu tahsilatın yapılmasını uygun görmüş fakat daha sonra hatada muhasebecilerin payı olduğu ortaya çıkınca kararı geri çekmiştir. Bu durumdan, Ken’ân Rifâî’nin aktif olarak çalıştığı dönemde, memurların teftişinin titizlikle yapıldığı da anlaşılır ki dönemin Maârif teşkilatının çalışma prensipleri hakkında fikir vermesi bakımından kayda değerdir. Nitekim Maârif Nezâreti’nin kısa bir süre önce taltif ve terfi ettiği yüksek derece bir memurunu, çok küçük bir meblağın tasarrufu ile ilgili olarak takip etmesi bahsedilen hassasiyetin en açık bir örneğidir.

Ken’ân Rifâî annesinin hastalığı dolayısıyla Maârif Nezâreti’ne bir telgraf göndererek Trabzon’dan İstanbul’a tayinini taleb eder. (Kasım 1896) Rifâî, İstanbul İdâsisi Müdür yardımcılığına tayin edildiğini bildiren telgrafı aldıktan sonra ailesi ile birlikte İstanbul’a doğru yola çıkar.[298] Ken’ân Rifâî, bahsi geçen okuldaki görevine başlamadan önce İstanbul’un ilk özel okulu olan Numûne-i Terakki Lisesi’ne müdür olarak atandığı haberini alır.[299] Rifâî’nin Numûne-i Terakki Lisesi Müdürlüğü’ne tayininde dönemin Maârif Nâzırı Zühdü Paşa’nın referansının etkili olduğu nakledilir. Aktarımlara göre, Sultan II. Abdülhamid Nazır Paşa’yı çağırtarak Numûne-i Terakki’ye müdür olabilecek kapasitede güvenilir bir isim önermesini ister. Nâzır Zühdü Paşa, Pâdişah’a doğrudan Ken’ân Rifâî’nin ismini vermiştir. Durumu haber alan Rifâî, Zühdü Paşa’ya teşekkür ziyaretine gittiğinde, Paşa “bana teşekkür etme. Bunu doğrudan doğruya Allah yaptı. Pâdişâh, bana, oraya emniyetli bir adamını tâyin et, deyince, benim de ağzımdan senin ismin çıkıverdi”[300] şeklinde mukabele eder. Nâzır Zühdü Paşa’nın yabancı okullar meselesi üzerine rapor yazarken Ken’ân Rifâî ile birlikte çalışmış olmasının onun güvenilir bir isim olarak Rifâî’yi önermesinde etkili olduğu söylenebilir.

İstanbul yılları (Ocak 1897 - Aralık 1900)

Ken’ân Rifâî’nin İstanbul’da resmî ilk vazifesi Dersaâdet Mekteb-i İdâdîsi müdüriyetidir, ancak bu vazifeye başlayamadan 14 Ocak 1897 tarihinde şehrî 1200 kuruş maaşla, Numûne-i Terakkî Lisesi Müdüriyeti’ne ve aynı okulun coğrafya ve Fen bilgisi dersi öğretmenliğine nakledilmiştir.[301]

Rifâî 1897 Kasım ayı itibariyle İstanbul’a geldiğinde, şehrin atmosferi çalkantılıdır. İstanbul son üç ayı Ermeni gösterileri ve Osmanlı Bankası vakası ile geçirmiştir. Bunda Taşnak-Hınçak komitalarının etkisi büyüktür. Ermeni cemaatinin para yardımı ve mânevî yardımı ile beslenen teşkilât, 1896 yılında ani bir hücumla Bâbıâli’yi basmış, Osmanlı Bankası’na yürümüş ve şehir içinde kanlı bir ayaklanma başlamıştır. İstanbul halkı bu olayın tesirini atlatamadan[302] belki daha trajik iki büyük hadiseyle sarsılmıştır. Bunlardan biri Çanakkale önlerinde demirlemiş İngiliz Donanması, diğeri ise Ruslar’ın her an İstanbul’u işgal edebileceği yönündeki söylentilerdir. İstanbul bu iki vâkıanın yarattığı kasvetli bir hava içindedir.[303]

Ken’ân Rifâî’nin göreve başladığı dönemde İstanbul,[304] her ne kadar Avrupaî unsurlarla karışmış olsa da, en genel hatlarıyla bir Türk şehri görünümündedir. Bununla birlikte Tanzimat sonrası İstanbul’u, Batılılaşma’ya ve sosyo-kültürel hayattaki değişimlere açıktır.[305] Bu dönemde İstanbul ve İstanbul halkı alaturka-alafranga ifadeleriyle özetlenebilecek bir ikilemin içindedir. Alaturka-alafranga kavram çiftine indirgenen söz konusu ikilem -dönemin romanlarına da konu olduğu şekliyle- Doğu- Batı, eski-yeni, geleneksel-modern, Şarklı İstanbul-Avrupavârî İstanbul şeklinde fiziksel ve psikolojik katmanlara sahiptir.[306]

Ken’ân Rifâî böyle bir atmosfer içerisinde göreve başladığında, öncelikle okulun genel başarı durumuyla ilgilenmek durumunda kalmıştır. Bu durum esasen biraz da Numûne-i Terakkî’nin kurucusu ve sâbık müdürü Nâdir Bey’in (ö. 1927) vaziyetiyle ilişkilidir.[307] İngiltere’deki tahsilinden sonra yurda dönerek özel lise statüsündeki Numûne-i Terakkiyi açan Nâdir Bey II. Abdülhamid’in saltanattan alınmasıyla ilgili planlar içindeyken yakalanmış ve sonrasında devlet okula el koymuştur. Esasen Müdür Nâdir Bey’in planları, eğlenmek için gittiği Tokatlıyan Oteli’nde kontrolünü kaybedercesine içtiği bir esnada padişah aleyhindeki ifadeleri ve bir darbe planını ağzından kaçırmasıyla ortaya çıkmıştır. Hadisenin artından okul teftiş edilmiş bunun neticesinde başta Nadir Bey olmak üzere pek çok kişi sürgün edilmiştir. Bu esnada Numûne-i Terakkî’nin kadrosu da tamamiyle değiştirilmiştir. Okul, Ocak 1897 itibariyle resmî okul statüsü ile tekrar eğitime açıldığında, göreve gelen ilk müdür Ken’ân Rifâî’dir. [308]

Ken’ân Rifâî Numûne-i Terakkî müdürlüğüne başladıktan sonra, hükümetin yakın takibine girmiştir. Zira Numûne-i Terakkî, yukarıda bahsettiğimiz gibi önceki müdür Nadir Bey’in hükümet aleyhindeki tavrından dolayı Saray için endişe konusudur ve bu nedenle gözetim altındadır. Bu esnada Ken’ân Rifâî, ortaya atılan bir ihbar üzerine sorgulanmak amacıyla Mâbeyn’e çağrılmış, yapılan sorgulama neticesinde şüphelerin yersiz olduğuna kanaat getirilerek serbest bırakılmıştır.[309]

Ken’ân Bey’in Numûne-i Terakkî Mekteb-i İdâdîsi müdürü olduğu dönemde, karşılaştığı ilk ve en önemli zorluk, resmî bir idâdî mektebi statüsünde olmasına rağmen okulun hâlâ özel okul muamelesi görmesidir. Bu nedenle Rifâî çalıştığı dönemde okulun değişen statüsü dolayısıyla, bazı vergilerden muaf olduğunu hatırlatmak üzere çeşitli makamlarla yazışmalar yapmak durumunda kalmıştır. Bu durum Numûne-i Terakkî için 1897-1909 yılları arasında devam eden bir sorundur. Yapılan yazışmalar da çoğunlukla bu husustaki zorlukları aşma yönündedir. Mesele 1901 yılında Ken’ân Rifâî’nin Medine’ye tayinine kadar bu minval üzere devam etmiştir.[310]

Ken’ân Rifâî mektebin yeniden teşkilatlanması sırasında, okula öğrenci kazandırmak için çalışmıştır. Rifâî’nin okul ilanlarını yeterli görmeyerek üç defa daha ilan verilmesi yönündeki talebi karşılık bulmuş ve bu tedbirin ardından öğrenci sayısı artmıştır.[311] Ken’ân Rifâî’nin Numûne-i Terakkî müdürü imzasıyla Nezâret’e gönderdiği belgelerden anlaşıldığı üzere, Rifâî buradaki görevi süresince başta öğrenci sayısı olmak üzere, okulun mâli işleri ve memurlarının çalışma düzeni gibi konularla yakından ilgilenmiştir.[312]

Numûne-i Terakki müdürü Ken’ân Rifâî’nin bu dönemdeki vazifesi, maârif müdürlüğüne göre daha düşük bir derece olup maaşı da, önceki görevlerine nisbeten daha azdır. Durum, Maârif Nezâreti tarafından incelenmiştir: “Numûne-i Terakki müdürü atûfetli Ken’ân Bey’in ifâ-yı vâzife husûsunda ikdâm ve gayreti müşâhede olunduğu, mektebe müdâvim talebenin gün be gün tezâyüd etmesiyle de müsbet bulunduğuna ve mümâileyh evvelce almakta olduğu maaştan daha dûn bir maaşla mekteb-i mezbûr müdüriyetine tâyin kılınmış olduğuna binâen muvafık re’yü âl-i cenâb.”[313] Maârif Nezâreti tarafından yapılan değerlendirmeler sonucunda “Numûne-i Terakkî müdürü Ken’ân Bey’in üstün hizmetlerinden dolayı maaşına zam yapılması” yönünde bir karar alınarak yürürlüğe konulmuştur.

Ken’ân Rifâî bu dönemde Galatasaray Sultânîsi’nden arkadaşı Server Hilmi Bey’le karşılaşır ve ona Numûne-i Terakkî Lisesi’nin münhal olan doktorluğunu teklif eder..[314] Rifâî ile Server Bey, Numûne-i Terakkî’deki müşterek mesâîleri nedeniyle dostluklarında yeni bir dönem başlarlar. Rifâî Medine’de olduğu dönemde, Server Hilmi Bey ile irtibatına mektuplaşarak devam etmiştir. Bu mektuplar tasavvufî muhteva bakımından önemlidir. Ken’ân Rifâî, bu dönemde Muhyiddin İbnü’l-Arâbî (ö. 1240) ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin eserlerinden yaptığı tercümeleri söz konusu mektuplar aracılığıyla Server Hilmi Bey ile paylaşır.[315] Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışının inceleneceği üçüncü bölümde, bu mektuplardan bazıları tasavvufî muhteva bakımından değerlendirilecektir. Server Hilmi Bey Rifâî İstanbul’a döndükten sonra onun sohbet halkasında ve hizmetinde bulunmuştur.

Ken’ân Rifâî, İstanbul’a tayininden yaklaşık üç ay sonra, Medîne-i Münevvere’de görev almak için başvurularda bulunmaya başlamıştır. Bu başvurunun gerekçesini Rifâî şu şekilde ifade eder: “Bilâhire ya’ni on sene sonra gördüğüm işâret-i pür beşâret-i Hazret-i Peygamberî üzerine Medîne-i Münevvere’ye gitmiş ve Mekteb-i İdâdî’nin küşâdı bu abd-i ahkara nasîb olarak birkaç sene orada hidmet şerefiyle mübâhî olmuş idim.”[316] Medine’de vazife alma yönündeki arayışlarına devam eden Rifâî, gereken resmî izni kısa sürede alamamıştır. Bu arayışlar sırasında Medine’ye gidebilmesi için aracı olması ümidiyle Saray’da bulunan ahbaplardan İsmail Ağa’yı ve onun vesileyle tanıştığı Musâhip Nâdir Ağa’yı sık sık ziyaret etmektedir.[317]

Osmanlı saray teşkilâtında musahip ünvanı, vezir ve beylerbeyinden, gerek şahsiyeti gerek bilgisiyle temâyüz etmiş ve padişaha danışmanlık yapan saray görevlileri için kullanılmaktaydı.[318] Kendi aralarında da bir derecelenme olduğu görülen musahiplerden, Ken’ân Rifâî’nin irtibatlı olduğu İsmail ve Nâdir Ağa da bu zümredendir. İsmail Ağa, Topkapı Sarayı Kasr-ı Hümâyun Bekçibaşısıdır[319] ve yakında emekli olmak üzeredir. Nadir Ağa da Yıldız Sarayı’na arzuhalleri iletmekle görevli ve müşkillerin çözülmesinde anahtar konumda bulunan, kıdemli bir muhasiptir.[320] Bahsedilen iki isim o dönemde çeşitli maruzatları dinleyip hâl çaresi bulmakta mâhir iki saray görevlisidir. Adı geçen müsahipler Numûne-i Terakki müdürü Ken’ân Bey’in Medine’ye tayin talebinin ilgili makamlara iletilmesinde etkili olmuşlardır.

Ken’ân Rifâî, Medine’ye tayinini beklerken annesi ve eşi hazırlık yapmak üzere önceden Medine’ye gider ve Şerife Azize Hanım’ın evine misafir olur. Şerîfe Azize Mekke emîri Abdülmuttalib’in kızıdır. Buna göre ailenin Mekke emiri ve ailesi ile o günlerin öncesinde tesis edilen bir hukukunun olduğu söylenebilir. Babası Abdülhalim Bey’in, Hicâz Vilâyeti Posta ve Telgraf Müdürlüğü’nde bulunduğu dikkate alındığında, söz konusu irtibatın Abdülhalim Bey’in görevi sırasında kurulmuş olması mümkündür.[321]

Başvurudan iki sene sonra Ken’ân Rifâî, Maârif Nezâreti tarafından çağrılmış ve Medîne-i Münevvere’de kurulum aşamasında olan İdâdî-i Hamîdî Müdürlüğü’ne gitme hususunda görüşü istenmiştir.[322] Teklifi derhal kabul eden Ken’ân Rifâî, ilerleyen yıllarda o günlere ait hislerini “oraya değil müdürlük veya mubassırlık, hademelikle gönderseler yine gidecektim”[323] ifadeleriyle aktaracaktır.

Medine yılları (Şubat 1901 - Nisan 1904)

Ken’ân Rifâî 22 Aralık 1900 tarihinde Numûne-i Terakkî müdüriyeti ile muallimlik vazifesinden kendi arzusuyla ayrılmış ve 14 Şubat 1901’de Medine-i Münevvere Mekteb-i İdâdîsi Müdüriyeti’ne başlamıştır.[324] Aynı esnada İdâdi-i Hamîdî’nin Coğrafya, Tarih, Türkçe ve Ahlâk dersi öğretmenliklerinde de bulunmuştur. Başladığı tarih itibariyle, maaşı 1520 kuruştur. Sonraki dönemde mektebin Tarih dersi yerine Kitâbet ve Mâlûmât-ı zer’iyye (Ziraat Bilgisi) derslerinin öğretmenliğini de üstlenmiştir.[325]

Ken’ân Rifâî Medine’ye giderken o sırada henüz Hicâz demiryolu yapılmadığından, İskenderiye ve Mısır üzerinden Yanbuğ’a geçmiş, daha sonra deve kervanları ile şehre ulaşmıştır.[326] Medîne’ye hasta ve yorgun olarak varan Rifâî, Medine’nin tek doktoru Emin Efendi isimli bir zâtın hazırladığı ilaçlarla kısa sürede iyileşerek, vazifesinin başına geçmiştir. Doktor Emin Efendi’nin ilerleyen yıllarda İstanbul Gurebâ Hastanesi reisliğinde bulunurken de Rifâî ile irtibatını sürdürdüğü Sohbetler adlı eserde ona yönelik atıflardan anlaşılmaktadır. İlerleyen yıllarda Medine yangınında harap olan İdâdî-i Hâmidî binası, doktor Emin Bey’in eşi tarafından tamir ettirilmiş ve akabinde Bâbıâli tarafından nişan ile ödüllendirilmiştir.[327]

Ken’ân Rifâî’nin Sicill-i Ahvâl belgesinde konu izah edilirken, Rifâî’nin Numûne-i Terakkî müdüriyet ve öğretmenliğinden kendi isteğiyle ayrıldığı ve yine Medine’deki vazifeye kendi isteğiyle gittiği husûsuna vurgu yapıldığı görülür. Zira İstanbul’da böyle mühim bir görevden sonra Doğu vilâyetlerinde, hâssaten Hicaz bölgesinde bir vazifeye gitmek, herhangi bir açıklama düşülmemesi halinde çoğunlukla bir sürgün anlamındadır. Oysa Rifâî’nin tayininde tamamen gönüllülük esastır. Maârif Nezâreti açısından bu durum sıradışı bulunarak, konu Ken’ân Rifâî’nin memuriyetiyle ilgili sicil belgesine olduğu gibi aktarılmıştır. Rifâî’nin aşağıdaki ifadeleri, hadiseye ışık tutması bakımından önemlidir:

“Ben oraya aşk ile gittim. Gözüm başka şey görmüyordu. İstanbul’da vazifem çok parlaktı. Bu vazifeyi terk ederek oraya gideceğim için maâriften: Orası çöldür, buradaki güzel işini bırakıp da nasıl gidiyorsun, deli misin, sen? diyorlardı. Halbuki oraya değil müdürlük, mubassırlık veya hademelikle gönderseler yine gidecektim. ”[328]

Ken’ân Rifâî, bu işaretin ardından, gereken başvuruları yapmış, ancak görevlendirilmesi yaklaşık üç yıl sonra gerçekleşmiştir. Ken’ân Rifâî, Medine’ye geldiğinde[329] Medine İdâdîsi kurulma aşamasındadır. Henüz inşaat halinde olan ve aslında bir rüşdiye olması planlanan mektep, İstanbul’dan yeni bir müdürün geleceği yönündeki haberlerle birlikte idâdîye çevrilmiştir.[330] İdâdî-i Hamidî, bünyesinde rüşdiye eğitiminin de verildiği bir kurumdur.[331] Müdür yardımcısı ve İdâdî’nin öğretmen kadrosunun tayini, mektep müdürü Ken’ân Bey’in vazifesine başlamasından sonra gerçekleştirilmiştir. Müdür muavinliğine ve bazı derslerin muallimliğine, Dârülmuallimîn-i Âliye mezunlarından Tevfik Efendi tayin edilmiştir.[332] O esnada öğrencinin okulda okuyacağı kitap ve eğitim-öğretimin devamı için gerekli olan materyaller Maârif tarafından ücretsiz olarak temin edilmiş ve Posta-Telgraf Nezâreti kanalıyla yine ücretsiz olarak mektebe ulaştırılmıştır.[333] Mükafat töreni tertip edilmesi okulun başlıca faaliyetleri arasındadır ve bir çok defa gereken evraklar doğrudan İstanbul’daki Maârif Nezâreti tarafından hazırlanarak mektebe gönderilmektedir.[334] Öğrenci sayısının devamlı artmasından dolayı Mektep idâresi tarafından sınıf ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak okula ikinci bir sınıf açılmış sonrasında yine ihtiyaca binaen eğitim ve memur kadrosunda genişlemeye gidilmiştir.[335] Ken’ân Rifâî ve yeni eğitimci kadrosu, kısa bir süre önce eğitim öğretime başlayan İdâdî-i Hamîdî’nin gelişmesi için birlikte çalışmışlardır.[336]

Açılış tarihi itibariyle Medine İdâdîsi, muhitinde bir eğitim-öğretim etkinliğine vesile olmuştur. Buna göre okulun civarında yeni iptidâî mektepleri açılmış, bu mekteplere yeni eğitim kadroları tayin edilmiştir.[337] Ken’ân Bey, Medine’deki görevini Maârif Nezâreti’yle irtibatlı olarak sürdürmüş, okulun birçok ihtiyacının mahalli imkânlar kullanılarak tedârikine çalışmıştır. Rifâî’nin uygulamalarıyla Medine’de maârifin gelişmesine öncülük ettiği ve yeni usullerin tatbikinde bölge şartlarına vâkıf olarak, pratik çözümler geliştirdiği söylenebilir.[338]

Gerçekten de Ken’ân Rifâî, Medine’ye idâdî müdürü sıfatı ile geldiğinde, bir mektebin hizmet verebilmesi için gereken iki temel unsuru temin etmek durumunda kalmıştır ki bunlardan biri mektep binası, diğeri de öğrencidir. Okulda toplamda yirmi öğrenci vardır. Rifâî, İdâdî-i Hamîdî’nin îmârı tamamlanıncaya kadar derslere Harem-i Şerifin çatısı altında başlar: “Talebeyi toplayıp, Harem-i Şerifte, Hazret-i Peygamber’in huzurunda bir ağızdan salât u selâm getirmek, benim için en büyük dünya saadetlerinin üstünde idi.”[339] Bu durum çok sürmemiştir. Rifâî kısa sürede inşa ve kurulumuna muvaffak olduğu okul bünyesinde, İstanbul okullarından getirdiği en yeni usulleri (usûl- i cedîde) takip eden bir eğitim programı ile tedrisata başlamıştır. O vakit Ravza’da yaşadığı sahnelerin benzerlerine mektebin çatısı altında şahit olmaya başlamıştır: “Medîne çocuklarının rast geldikleri yerde elimi öpmeleri ve sınıftan çıkacağım vakit veda makamında onlara ‘Fî-emânillâh’ deyip karşılığında ‘Ehlen ve sehlen ve merhaba’ diye cevap vermelerinden duyduğum lezzeti hiçbir lezzete değişemem!”[340] Ancak yerli, sâdat ve eşraf çocuklarından oluşan mektepteki talebe sayısının arttırılması gereklidir. Ken’ân Rifâî bu amaçla Medine’deki eşraf ile civardaki bedevi kabilelerin büyükleriyle görüşmelere koyulur. Bir devlet okulu olan İdâdi-yi Hamîdî’nin eğitim dili Osmanlıcadır. Arap öğrenciler için özel olarak bir Türkçe dersi konulmuş ve ders öğretmenliğini Ken’ân Rifâî üstlenmiştir.

Yukarıda Ken’ân Rifâî’nin, henüz Galatasaray Sultanisi’nde öğrenci iken, fasih Arapçadan Türkçeye ve Türkçeden Arapçaya tercüme hususunda başarılı olduğu kaydedilmişti. Bununla beraber Ken’ân Rifâî, kısa sürede Medine halkının diline de aşina olur. Hatta burada bulunduğu süre içerisinde Türklere yerel Arapçayı öğretmek maksadıyla Kırk Derste Arapça isimli bir eser de kaleme almıştır.[341] Dil kabiliyeti ile kısa zamanda Medinelileri etkileyen Ken’ân Rifâî, ahâlî ve seyyid çocuklarından birçoğunu mektebe çekmeyi başarır. Ancak Rifâî’nin bununla kalmayarak bedevî kabileleriyle irtibat kurduğu ve bu bölgeden de okula öğrenci kazandırdığı görülür.[342] Meselenin eğitimle ilgili hudûdları aşan tarafı ise bedevîlerin Ken’ân Rifâî’ye olan muhabbetleridir. Ken’ân Rifâî Medîne’de bulunduğu süre içerisinde, Bedeviler onu çadırlarına davet etmeye, kendi gelenekleriyle ikramlarda bulunmaya ve olası bir asayişsizlik durumunda ara bulucu olarak ona istinâd etmeye devam etmişlerdir.[343] Bu gibi aktarımlardan Ken’ân Rifâî’nin öğrenci sayısı günden güne artan İdâdî-yi Hâmidî’de İstanbul’dan getirdiği en yeni metodları tatbik ettiği bir tedrisata başladığı ve uygulamaları konusunda şehirli ve bedevi halkın desteğini kazandığı anlaşılmaktadır.[344]

Metin Kutusu: Kendi Kendine Erişme”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 94.
a.g.e., ss. 91-92.
a.g.e., s. 90.
a.g.e., s. 95.
Ken’ân Rifâî’nin çalışmaları yerel idarecilerin de farklı bir şekilde dikkatini çekmiştir. Şeyhü’l-Harem Osman Paşa’nın Rifâî’nin İstanbul’da Numûne-i Terakkî gibi önemli bir okulun müdüriyetini bırakarak Medine çöllerinde yeni kurulan bir idâdînin başına gelmesine uzun zaman şüpheyle baktığı ve bu hamlenin arkasında farklı bir niyet aradığı nakledilir. Ancak bu durum çok sürmemiş Şeyhü’l-Harem Osman Paşa bir süre sonra müdür Ken’ân Rifâî’nin gayretini görerek, onunla bölge meselelerini halletmek hususunda iş birliği içinde olmuştur.[345] İlerleyen zamanlarda Paşa Rifâî’nin çalışmalarını takdir ederek “hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri” için Bâbıâli’ye istidâlar göndermiştir. Şeyhü’l-Harem’in nezârete ilettiği istidâ metni Rifâî’nin Medine’deki ilk tasarrufâtı hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir.

Şeyhü’l-Harem Osman Paşa’nın taltîf metninden[346] Ken’ân Rifâî’nin Medine’deki ilk tasarrufâtı hakkında şu bilgilere ulaşılır: Ken’ân Rifâî İdâdî müdürlüğüne başladığı gün itibariyle eğitim ıslahatarını uygulamaya yönünde harekete geçmiş ve İstanbul’a döndüğü güne kadar aralıksız olarak çalışmıştır. Kurulduğu sırada yirmi beş öğrenciyi geçmeyen okul nüfusu, müdür Ken’ân Rifâî’nin zamanında günden güne artarak yüz seksene ulaşmıştır. Ken’ân Rifâî hiç okul yüzü görmemiş bedevî ve şehirli birçok çocuğu okul ve öğretmen ile tanıştırmıştır. Medine ve civar beldelerin eşrafıyla müzâkerelere koyularak maârifin bir nimet ve kıymet olduğu gerçeğini onlara tasdîk ettirmiştir. Nezâretle irtibat kurarak, Medine çevresinde devletin iptidâî mektepleri açmasına öncülük etmiştir. Osman Paşa, bu gibi hizmetleri sebebiyle Müdür Ken’ân Rifâî’nin Medine ve civar semtlerde son derece sevilen ve hürmet edilen bir kimse olduğunu kaydeder.[347]

Medîne ahâlisi Rifâî’ye son derece teveccüh gösterir ve akşam ile yatsı arasında yapılan toplantılarda mutlaka onu da görmek ister. Dağıstan kahramanı Şeyh Şâmil’in (ö. 1871) oğlu Kâmil Paşa (ö. 1930), Şeyhü’l-Harem Osman Ferit Paşa (ö. 1912), Nâibü’l-Harem Halil Ağa, Harem-i Şerif Müdürü Nizâmeddin Bey, Doktor Emin Efendi, Eczâcı Enver Bey, Medine yerlilerinden Esat Berrî, Seyyid Safî, Nakîbüleşrâf Seyyid Ali Bâfakih’in toplantılara katılan isimler arasındadır.[348]

Ken’ân Rifâî’nin eserlerinde, kendi anlatımıyla Medine dönemine ait anılar oldukça geniş yer tutar. Eserlerinde, bu döneme ait anekdotları değerlendirmek anlamlıdır. Öncelikle Şeyhe göre Medine şehri bütünüyle mucizevi haller ve işlerle doludur. Rifâî’nin tabiriyle “pek acayip bir yerdir. Orada her şey dakîkası dakikasına meydana çıkar.”[349] Bu acayip ve mûcizevi haller cümlesinden olmak üzere Rifâî’nin eserlerinde yer alan hâtıralar onun Medine’deki hayatının ayrıntılarını ve Medine ile ilgili his ve kanaatlerini tespit etme bakımından önemlidir.

İfadelerden anlaşıldığı üzere onun hayatının odağı Harem-i Şeriftir. Burada metinlerde geçen Harem-i Şerif ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın Mescidi ve Ravza-i Mutahhara için kullanılan bir terkiptir. Bahsi geçen isimler Rifâî’nin Ravza-i Mutahhara etrafında buluştuğu kimselerdir. Örneğin Rifâî, ulemâdan bir zât olan Ali Efendi’den bahseder. Birlikte Harem-i Şerifte namaz kıldıkları esnada Ali Efendi’nin yanındaki kimseden müşteki bir edayla namazının fasit olduğunu ifade etmesi üzerine Ken’ân Rifâî, “onun hareketlerinden sana ne? Namaz kılarken etrafımızı görmeyecek kadar huzur içinde olmamız lâzım değil mi?”[350] ifadeleriyle bu zâtı ikaz etmiştir. Bir gün de Harem-i Şerif’te diz çökerek oturmasından mütevellit vücûdunda duyduğu rahatsızlığı fark eden bir zât tarafından Rifâî “ya efendi, huzûrunu bozma da bağdaş kur otur, rahat et, zararı yok!” sözleriyle uyarılmış ve ardından “öyle ya huzursuz diz çöküp oturmaktansa, huzûr ile bağdaş kurarak oturmak elbet daha iyi... edep sâde zâhirî hareketler ve görünüşler ile değildir. Sen kalpte huzûrunu muhâfazaya dikkat et! Çünkü Allah kalbe ve niyete nazar eder. Elverir ki sen onunla olasın”[351] şeklinde tedib edilmiştir. Rifâî bunların yanı sıra Medine’de bulunan Fransız mühtedisi Mehmet Ali adlı bir zâttan bahseder. Aşık bir kimse olan bu zât, genç yaşta ailesini ve işini bırakarak Hz. Peygamber’e hizmet etmeye gelmiştir. Fansız mühtedi Mehmet Ali Bey, hizmete mani olacağı endişesi ile Ken’ân Rifâî tarafından teklif ettiği mubassırlık vazifesini bile reddetmiştir.[352]

Metin Kutusu: 353
354
355
356
357
Rifâî Sohbetler adlı eserinde Arif hoca isimli bir müderristen söz eder. Arif hoca, Medine’de bir Medrese açtığı ve yıllardır orada yaşadığı halde Hz. Peygamber ile manada müşerref olamamıştır. Arif hoca bu durumu, Medine’ye ziyârete gelen bir Hint fakirine anlattığında, Hintli tarafından kınanır. Rifâî, hadise üzerine kalbi kırık olan Ârif hocayı “o cilvedir, üzülmenize sebep olup ecir ve sevaba nâil olasınız diyedir”[353] sözleriyle teseli ettiğini söylemektir. Bir başka sohbetinde Harem-i Şerife giderken Arapça bilmedikleri için huzura girmeye çekinerek delil beklediklerini söyleyen bir grup Türkistanlı’ya tesâdüf ettiğini kaydeden Rifâî, “delîle hacet yok.. girin, Resûlullah Türkçe de bilir”[354] diyerek onları içeri davet ettiğini belirtir. Ken’ân Rifâî tarafından aktarılan bu ve bunun gibi pek çok anekdot, Mescid-i Nebevi ve harem-i şerif odaklı olup bu tür hatıratta en önemli vurgu Medine’nin kendine has özel ve garip halleri olmasıdır. Bu anlatımlardan Rifâî’nin Medine şehrine olan muhabbeti ve buradaki ikametinin olgunlaşma sürecine tesirleri hakkında izlenime ulaşmak mümkündür.

Bu dönemde Rifâî’nin annesi Hatice Hanım ve eşi de yanındadır. Kızı Hayriye Hanım (ö. 1919) Medine’de dünyaya gelmiştir.[355] Mürşidi Şeyh Hamza er-Rifâî’nin tekkesi Ravza’ya çok yakın bir yerde olup şeyhin burada kendine has ders halkaları vardır. Ken’ân Rifâî’nin “bizim bulunduğumuz saâdethâne, Harem-i Saâdete pek yakın idi, Kubbe-i Saâdet içinde gibi idi”[356] ifadesinden anlaşıldığı üzere, onun evi de Ravza-i Mutahhara’ya çok yakındır.

Parmaksızoğlu Rifâî’nin Medine dönemini değerlendirirken “Medine’de çok renkli bir hayat geçiren Ken’ân, burada Hicâz vâli ve kumandanı Ferik Osman Paşa ile anlayışlı bir çalışma yaptığı kadar, tasavvufî heyecanlarını da tatmin etti”[357] cümlelerini kaydeder. Bize göre Rifâî, burada bulunduğu üç yıl boyunca aşk, fenâ ve rızâ gibi tasavvufî hal ve makamları tecrübe etmiştir. Şiirlerine bakıldığında, Rifâî’nin bu dönemde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) huzurunda geçirdiği murakabe zamanlarından ve Hamza er-Rifâî’nin terbiyesinde gerçekleştirdiği Rifâî sülûkundan oldukça feyz aldığı görülür. Sohbetlerinde geçen ve yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz hatıralardan anlaşıldığı üzere, esâsen Rifâî için Ravza-i Mutahhara’ya yakın olarak Peygamber şehrinde yaşamak ve orada görev yapmak başlı başına bir zevk ve vecd sebebidir.

Bu dönemde Ravza-i Mutahhara’da yazdığı ve birçoğunu bestelediği ilâhî ve naatlar bu anlamda önemlidir. Ken’ân Rifâî Ravza’da kaleme aldığı naatlarında bir maârifçi ve idâreci kimliğinden öte, bir âşık olarak karşımıza çıkar.[358] Rifâî hemen bütün boş zamanlarını Mescid-i Nebevî’de geçirdiğini kaydeder. Nitekim huzurda geçen bu zamanların son derece feyzli geçtiğini ortaya çıkan naat ve manzûmelerden[359] okumak mümkündür. Rifâî bu vecd anlarında kaleme aldığı şiirlerinde, noksanını itiraf ederek Hakk’ın merhametine ve Hz. Muhammed’in şefâatine sığınır. “Bir avuç toprak vücûdum girdi bahr-i lutfuna” ifadelerinden anlaşıldığı üzere onun için hayattaki en büyük nimet Allah Resûlü’nün huzurunda bulunmaktır: “Hîç azâd etmem kabul/ Kurbânınım şâhım meded”[360] ifadeleri de o huzurdan ayrılışın Rifâî’de uyandırdığı tesiri ifade eden mısralar olarak değerlendirilebilir.

Ken’ân Rifâî’nin Hamza er-Rifâî’ye intisâbı

Ken’ân Rifâî, Medîne’de bulunduğu süre içerisinde Şeyhü’l-Meşâyih Hamza er- Rifâî’den, Rifâî usûlü ile seyr ü sülûkunu tamamlayarak icâzetini almıştır.[361] İstanbul’a döndüğünde Meclis-i Meşâyıh tarafından icazeti onaylanmış ve resmî olarak Rifâî şeyhi unvanını almıştır. Hamza er-Rifâî o dönemde Medine’de şeyhü’l-meşâyıh olarak hizmet etmektedir.[362]

Hamza er-Rifâî hakkında ulaştığımız Arapça kaynaktaki bilgiyi burada değerlendirmemiz faydalı olacaktır. Medîne eşrafından olan Seyyid Hamza bin Ebü’l- Hasan er-Rifâî’nin künyesi Seyyid Hamza bin Ebu’l-Hasan bin Ahmed bin Mansûr bin İbrahim bin Kasım bin Muhammed bin İbrahim bin Ahmed er-Rifâî’dir. Rifâî ailesi, Medîne’de halvet ve celvet ehli bir aile olarak ün salmıştır. Öyle ki Medîne halkı bu aileden birini anmak istediğinde başına harf-i tarif koymaksızın “falanca kişi Rifâî”dir demesi yeterlidir.[363] Hamza er-Rifâî’nin, tarikat silsilesinde sırasıyla şu isimler yer alır: Hamza er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî, Ahmed er-Rifâî, Mansur er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî, Kasım er-Rifâî, Muhammed er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî ve Şeyh Seyyid Ahmed er-Rifâî.

Hamza er-Rifâî 1282/1865-66’da Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmiştir. Babası Seyyid Ebu Hasan er-Rifâî [İbrahim er-Rifâî], annesi Fatıma bint Seyyid Ahmed es-Semhûdî’dir. Seyyid Hamza beyaz tenli, gözleri yeşil ile maviye çalan, orta boylu bir zâttır. Güçlü bir hatip olan Hamza er-Rifâî’nin, etkileyici ancak yumuşak bir sesi vardır. Kaynaklarda Hamza er-Rifâî’nin, genellikle üzerine enkuri ya da aba giydiği, abasının altına ise Endülüslülerin de kullandığı şâye denilen, etekleri biraz kısa bir fistan giydiği söylenmiştir.

Hamza er-Rifâî Mescid-i Nebevî’nin odalarında erken çağlarında Kur’ân- Kerîm’i hıfzetmiştir. Mescid-i Nebevî halkalarında ders dinleyerek, Şâfî mezhebinde icazet almış ve Medîne’nin ileri gelen alimleri arasında fetva verir bir konuma yükselmiştir. Babasının vefatının ardından, tarîkat şeyhliği ona geçmiştir. Mescid-i Nebevî’nin doğusunda, Büdur sokağındaki Rifâî Zâviyesi diye bilinen dergâhında, zikir halkaları kurduğu, istiğfar, dua, ilim ve salavat ile vaktini geçirdiği, meclisine dünyanın farklı yerlerinden insanların katıldığı kaydedilmiştir.

Medine ileri gelenlerinden Seyyid Hamza er-Rifâî, heybet ve vakar sahibi bir zât olarak yöneticiler ve halk tarafından sözüne itibar edilen bir kimsedir. Onun meclisi ilim talep edenlerin ve sorunlarına çözüm arayanların devam ettiği bir meclistir. Anlaşmazlıklar Hamza er-Rifâî’nin arabululucuğu ve hakemliği ile aşılmaktadır. Hamza er-Rifâî’nin şöhreti yalnız Medine ve Hicaz ile sınırlı kalmadığı, sohbet halkası içerisinde farklı İslam ükelerinden gelen âlimlerin bulunduğu nakledilir. Örneğin, Cezâyirli âlim el-Kutb Muhammed bin Yusuf Atfiş’in Medine’yi ziyareti sırasında (1303/1885-86) Mescid-i Nebevî’de tefsir dersleri vermek istediği zaman Seyyid Hamza er-Rifâî’nin bu hususta aracılığına başvurduğu ve Hamza er-Rifâî’nin de Medine Müftüsü Şeyh Muhammed Bâlî el-Hanefî’ye durumu ileterek ders için onun muvâfakatını aldığı nakledilir.

Seyyid Hamza er-Rifâî’nin hayatının evi ile Mescid-i Nebevî arasında ve çoğunlukla, ibâdet ve zikir ile geçtiği söylenir. Kaynakta “işte Medine’nin saygın kişilerinden Seyyid Hamza böyle bir hayat sürdü ve geride ıtrını bıraktı, 1366/1946 yılında Recep ayında çarşamba günü vefat etti” ifadeleriyle tesirinin orada hâlen devam ettiği kaydedilir. Medine’de hâlen mevcut olan Rifâî’lerin Seyyid Hamza er-Rifâî’ye dayandığı söylenir. Hamza er-Rifâî’nin Ahmed, Abdullah, Ebû Safa, Ebü’l-Hüda, Hasan, Kâzım, Muhammed, Mansur ve İbrahim adında dokuz erkek çocuğu vardır. [364]

Numan Bey hâli hazırda mevcûd olan Medine Rifâî dergâhını ziyâret ettiğinde Hamza er-Rifâî’nin oğullarından, İbrahim Rifâî ve Ahmed Rifâî ile karşılaşır. Oldukça yaşlı olan Ahmed Rifâî, Ken’ân Rifâî’nin Medine İdâdîsi’nde öğrencisi olmuş, sonrasında bir müddet İstanbul’da bulunarak hukuk tahsili görmüş ve Türkçe öğrenmiştir. Hamza er-Rifâî’nin oğlu olan Ahmed Rifâî, Ken’ân Rifâî için “büyük bir zâttı, dergâha babama [Hamza er-Rifâî] ziyarete gelirdi” ifadelerini kullanarak onun dergahtaki hallerini aktarır. Ahmed Rifâî’nin anlatımına göre Ken’ân Rifâî, Medîne’ye ve babası Hamza er-Rifâî’nin dergahına geldiğinde fasih Arapçası vardır. Bunun yanı sıra Rifâî, kısa zaman içerisinde Medine’de konuşulan yerel Arapça’ya da intibak etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin Medîne İdâdisi’ndeki çalışmalarına da dikkat çeken Ahmed Rifâî, onun işine sadık, dikkatli ve devamlı bir memur olduğunu kaydeder. Ona göre zekası, edebi, kibarlığı ve ihlası ile öne çıkan Ken’ân Rifâî, bu özellikleri ile kendisini hem talebe ve öğretmenlere hem de halka sevdirmiştir. Ahmed Rifâî yine aynı yerde, Ken’ân Rifâî’nin İstanbul’a dönüşünün ardından, Medinelilerin “artık, Ken’ân Bey gibi bir müdür zor gelir” dediklerini kaydeder. Ken’ân Rifâî’nin İstanbul’a yerleştirkten sonra Medineli dostlarıyla irtibatı devam ettirdiği ve Hacca gidenlerle birlikte onlara selam ve hediyelerini ilettiği nakledilir. Ahmed Rifâî Ken’ân Rifâî’nin mânevî şahsiyeti için de şu değerlendirmelerde bulunur:

“[Ken’ân Rifâî] Babamın [Hamza er-Rifâî] duasını almış temiz bir Müslümandı. Kendisiyle birlikte develerle hacca gittik, gidiş gelişlerimiz çok feyizli oldu. Kasideleri dinlenirdi. Hem Türkçe hem Arapça kasideler okurdu. Pederim zikir esnasında Ken’ân Bey’e kaside okumasını söylerdi. Türkçe kasideleri Arap dervişler dinler, mest olurlardı. Zikre feyz geldiğini görürdüm.”[365]

Osmanzâde Hüseyin Vassaf (ö.                  1929) Sefîne-i Evliyâ’da, Medine’yi ziyaret

ettiği, zaman Hamza er-Rifâî ile görüşerek elini öptüğünü kaydeder. Hüseyin Vassâf, Hamza er-Rifâî’nin mağrib delili olduğunu söylerek ve onu “nahif, zarif, edîb, halûk bir insan-ı kâmildir” şeklinde tarif eder. Vassaf’tan alınan bilgiye göre Hamza er-Rifâî İstanbul’u ziyaret etmiş ve buradaki Rifâî dergahlarından birinde burhan çıkarmıştır.[366]

Hamza er-Rifâî dergâhı

Hamza er-Rifâî Dergâhı hakkındaki bilgilerimiz, büyük ölçüde İbrahim Numan’ın bölgede yaptığı araştırmayla ilgili makalesine dayanır.[367] Bu kaynaktan elde edilen bilgiye göre Hamza er-Rifâî’nin dergâhı eski Medine çarşısındadır.[368] Dergâh binası taş örgü kemerli, yüksekçe taç kapılıdır. Buradaki Rifâî Dergâhı şehirle bütünleşmiş bir görüntü arz etmekte olup ev-dergâh münasebetine uygun olarak tasarlanmıştır.[369]

Dergâh-ev birlikteliğine uygun bu tasarıma göre, dergâha kemerli bir portalden, üzeri çapraz tonozla örtülü, iki yanında nişler bulunan bir mahfel vasıtasıyla girilir. Bu medhal, merkezî ve büyük bir kubbe ile örtülen tevhidhâneye açılır. Tevhidhânede mihrâbın karşısında yarım tonozla örtülü bir mahfel yer alır ve oradan geçilen çilehâneye aracılığıyla bahçeye çıkılır. Numan, dergâh mimarisinin, sâlikin kesretten vahdete seyrini ve sonrasında vahdetten kesrete seyreden sülûkunu temsil edecek şekilde tasarlandığını kaydeder. Araştırmacıya göre, tevhidhâneden çilehâneye ve oradan da tekrar hayata açılan bir kapıdan geçilmesi bu fikri kuvvetlendirir. Dergâhla irtibatı olan hâne ise Mescid-i Nebevî ve Ravza ile iç içe girmiş gibi Kubbe-i Hadrâ’ya bakmaktadır. Seyyid Hamza er-Rifâî’nin türbesi de önceleri bu bünye içerisinde olup daha sonra başka bir yere nakledilmiştir.[370]

Hac vazifesi ve İstanbul’a dönüş

Ken’ân Rifâî, 12 Şubat 1903 tarihinde Mekke’ye giderek hac vazifesini îfâ etmek için resmî izin istemiş, Zilkade ayı içerisinde “vekil tâyin etmek ve maâşı tarafınızdan verilmek kaydıyla mezuniyetiniz”[371] şeklindeki cevap ile Rifâî’ye izin verilmiştir.

Ken’ân Rifâî, Tuğgeneral İbrahim Rifat Paşa’nın gözetimindeki Surre alayına Medine’den katılan hacılar arasındadır. Rifat Paşa’nın hac ziyaretlerini anlattığı hatıratında 1903 haccı da ayrıntılı olarak anlatılmış olduğu için, Ken’ân Rifâî’nin hac ziyaretinin ayrıntılarını, bu eserden takip etmek mümkündür. İran şâhının damadı ve oğlu da hac ziyaretindedir. Şerif Avnur ve Refik Paşa hacdadır. Surre emîni Mehdi Bey’dir. Sağlıkla ilgili meselelerin kontrol altında tutulması için o yılki hacıların sayısı Mekke emiri tarafından sınırlanmıştır.[372]

Ken’ân Rifâî, bu dönemde Maârif Nezâreti’ne tedaviye muhtaç olduğu yönünde bir telgraf iletmiştir. Bu telgrafta İstanbul’a gidebilmesi için izin verilmesini talep eder. Bu talebin nezâret içerisinde birkaç kalemden geçerek değerlendirildiği,[373] ancak İstanbul’a gitmesi için gereken iznin Ken’ân Rifâî’nin ikinci telgrafı üzerine verildiği anlaşılmaktadır.[374] Ken’ân Rifâî, yerine vekil bırakma ve üç ay için dönme şartlarını kabul ederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Ancak daha sonra İstanbul’a ulaştığında zamanının birçoğunun yollarda geçmiş olması ve babasının rahatsız olması nedeniyle izninin üç ay daha uzatılmasını talep etmiştir.[375]

Rifâî’nin İstanbul’da olduğu 14 Ocak 1904 tarihinde, onun terfi ve taltifi için Maârif Nezâreti’ne bir telgraf iletilir.[376] Ken’ân Bey’in terfi ve taltifi için vilâyetten, Maârif Nezâreti’ne gönderilen talep metni şöyledir: “Medine, Haleb ve Aydın idâdî müdürleri Ken’ân, Mehmed Faik ve Hasan Tahsin ile Görice İdadisi Hat, Türkçe ve Kitabet Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri için Bâbıâli’den izin isteği.”[377] Diğeri biraz daha geç tarihli Şeyhü’l-Harem Ferik Osman Paşa’nın taltif talebidir ki tam metni aşağıdaki şekildedir:

“Maârif Nezâret-i Celîlesine

Atûfetlü Efendim Hazretleri,

Medîne-i Münevvere Hamîdî Mekteb-i İdâdîsi Müdürü olup bâzı mesâlih-i zâtiyesinin tesviyesi zımnında bu defa mezûnen Dersaâdet'e azimet eden izzetlü Ken’ân Bey bendeleri mekteb-i mezbûrun bidâyet-i küşâdından hareketi gününe kadar ibrâz etmiş olduğu âsâr-ı dirâyet ve kârgüzâr-ı şiâr-ı sıdk ve istikâmet-i mehâsinkârîleri ve husûsiyle mekteb-i mezbûrun küşâdı günü mevcût olan yirmi beş nefer talebenin bugün yüz seksene kadar terakkîsi ve mektebin şu intizâm-ı haliyle beraber bir de şimdiye kadar hiç mektep yüzü görmemiş urban ve bedevân meşâyihiyle dahi bilmüzâkere nîmet-i maârifin kadr ü kıymetini tasdik ettirerek (Mugaysele, Avâlî ve Hayf) karyelerinde cânib-i devletten birer mekteb-i ibtidâî tesîsiyle hakk-ı ehakkı halîfe-i ekremü’l-velîniâm-ı a’zamîde belde-i tayyibe etrâfında meskûn olan umûm urbânın deavât-ı bîpâyanlarının celb ve istihsâli cümlemizi minnettâr etmiş ve mîr-i mumâileyh şu hidemât-ı dirâyetkârânesinden dolayı hakîkaten her cihetle taltife sezâvar görülmüş bulunduğundan mümâileyhin hâiz olduğu rütbesinin bir derece terfî ve müceddeden bir kıt’a nişân-ı zîşanla da tesrîr ve mürâcaat-ı vâkıasının dahi teshil ve tervîciyle beraber hakkında muâmele-i iltifatsâzî-i dâver-i efhâmîlerinin dahî bîdiriğ ve şâyân buyurulması ricâsına bilhassa ictisâr olundu. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i men lehü'l-emrindir.

7 Ramazan 1323

23 Teşrinievvel 1321/ 5 Kasım 1903

Şeyhü’l-harem-i Hazret-i Nebevi ve Medîne-i Münevvere

Nâzın Ferik Osman Ferid bin Hasan”[378]

Ken’ân Rifâî, Medine’den ayrılırken Nakibü’l-eşrâf Alevî Bâ Fakîh adlı mübarek bir zâtı ziyâret ederek onunla vedalaştığını kaydeder. Rifâî’nin tarifine göre bu zât Rasûlullah neslinden ve nurani yüzlü bir kimsedir. Rifâî, Alevî Bâ Fakîh’in kendisini uğurlarken, “bu mazhariyet sizden başka kimseye olmamıştır. Sizi, bilen seviyor, bilmeyen seviyor. Buna hayret ediyorum. Bu da Resûlullah Efendimiz’in size karşı teveccühüdür, sizi tebrik ederim”[379] sözleri ile iltifat ettiğini nakleder. Ken’ân Rifâî’nin bahsettiği Alevî Bâ Fakîh’in ismine resmi evraklar arasında tesadüf edilmiştir. Seyyitlerin reisi olarak adı geçen Alevî Bâ Fakîh’in imzası, Mabeyn-i Hümâyûn Başkitâbet-i Celîlesi’ne gönderilen bir tezkirede bulunmuştur. Evrakkta imzası olan diğer isimler, Medine-i Münevvere Hanefî Müftüsü ve ileri gelen Fıkıh âlimine aittir. Alevî Bâ Fakih’in bu belgedeki tam ismi, ed-Dâî es-Seyyid Alevî Bâ Fakîh. “ed-Dâî” ünvanı ulemâ sınıfından yüksek rütbelilere verilen bir unvan olması hasebiyle ibarenin kullanımdan bu zâtın Resûlullah soyundan gelen ve ulemâ sınıfından bir kimse olduğu söylenebilir.[380]

Medine’den ayrılışın Rifâî’de uyandırdığı infiâl ise, o dönemde Server Bey’e yazdığı mektupta geçen “ah Server’im, Server’im! Buraya girdikten sonra çıkmak, cennetten cehenneme girmekten daha beterdir”[381] ifadesinden açıkça anlaşılır.

İstanbul yılları (1904 - 1950)

Ken’ân Rifâî, İstanbul’a yerleşmesinin ardından, önce 11 Mart 1905 Dersaâdet Dârülmuallimîn-i Âliye Şubesi Fransızca muallimliğine[382] ve sonrasında Ocak 1906’da ise teftiş ve muayene heyetine tayin edilir.[383] Rifâî daha sonra, 5 Şubat 1908’de Maârif Nezâret-i Celîlesi Teftiş ve Muayene Heyeti azalığına ve oradan da 1 Ekim 1908’de 1500 kuruş maaşla Dârüşşafaka mektebi müdüriyeti ile Fransızca öğretmenliğine nakledilir.[384] Rifâî, İstanbul’a kesin olarak yerleştikten sonraki vazifelerini, Seyyidi Ahmed er-Rifâî adlı eserinin son bölümünde, sırasıyla şu şekilde kaydeder: “Ba’dehu tekrar İstanbul’a gelerek, Dârulmuallimîn’in sunuf-ı âliyesi Fransızca muallimliğiyle, Te’lif ve Tercüme Encümeni azalığına, Darüşşafaka Müdürlüğü’nde, Gelenbevî Sultanî Müdürlüğü’nde ve İstanbul vilâyeti Maârif müfettişliği’nde bulundum.”[385] Bu bilgilerden son ikisi Sicill-i Ahval belgesinde kayıtlı değildir.

Ken’ân Rifâî’nin göreve başladığı 1905 yılının İstanbul’u farklı siyâsî düşüncelerin ve yaşam tarzlarının yan yana bulunduğu bir şehirdir. Galata ile Fatih semtlerinin birbirinden ayrı iki dünyayı temsil ettiği bu yıllarda, modern dünyanın getirdiği yenilikler ile eski yaşantının unsurları doğal bir süreç içerisinde kontrolsüz bir terkip oluşturmuştur.[386] Aynı esnada tekke, cami, medrese ve mahalle etrafında örülmüş günlük hayatıyla Fatih semti, geleneksel yaşantımızı belli ölçüde muhafaza eden bir görünüm içindedir.[387] Ken’ân Rifâî Fatih’e yerleştiği ve tekkesini açtığı sırada, sur içindeki hayat harici ve dahili unsurlarıyla, alışıldığı şekliyle devam etmektedir. Fatih semtinde tasavvufî hayat ise üç yüzü aşan tekke ile gerek bireysel gerek sosyal hayat üzerinde etkili durumdadır.[388]

dönemde İstanbul’da eğitim kuramlarına bakıldığında şu tablo ile karşılaşılır: İdâdilere öğretmen yetiştirmek üzere, 1877 tarihinde Dârülmuallimîn[389] içerisinde bir de Âliye şubesi açılmıştır. Osman Nuri Ergin’e göre mektebin istenen seviyeye gelmesi 1908 inkılâbından ve özellikle müdür Said Bey’in idaresinden sonra gerçekleşmiştir. Ken’ân Rifâî’nin Dârülmuallimîn’deki Fransızca öğretmenliği de aynı döneme tesadüf eder. Rifâî, Darüşşafaka’daki vazifesine başlayıncaya kadar bir müddet Said Bey’le birlikte çalışmış ve Dârüllmuallimîn’deki yeni uygulamaların bir parçası olmuştur.

Ken’ân Rifâî’nin müdür olarak atandığı Darüşşafaka (1 Ekim 1908) 28 Mart 1865’te Elifbâ ve Hesap’tan ibaret iki dersle faaliyete başlamıştır. Okulun hızla yayılan şöhreti nedeniyle kısa zamanda öğrenci sayısında artış olmuş, bu nedenle ortaya çıkan ek bina ihtiyacı civardaki başka binalar ile karşılanmıştır. Dârüşşafaka’nın ilk öğretmenleri arasında Namık Kemal (ö. 1888) gibi önemli bir isim de vardır ki onun Paris’e gidişinden sonra yerine Trabzon mebusu olan Ali Nakî Efendi ders vermeye başlamıştır. Okul binası 1872’de tamamlanmış, sonrasında okul öksüz ve yetim çocukların eğitimine tahsis edilmiştir. Darüşşafaka’nın müfredatı, Galatasaray Sultânîsi’nde verilen müfredatın aynısı olup eğitim dili Türkçedir. Dârüşşafaka’dan mezun olan Sâlih, Şevki, Fahri ve Mustafa Efendiler Paris’te tahsile gönderilmiş ve bu mektep telgraf ve posta idaresi için bir başlangıç noktası olmuştur.[390]

Ken’ân Rifâî, Darüşşafaka Mektebi’nin 1903 olaylarından sonra Maârif İdâresi’ne geçtiği, gönüllülük esasının kalktığı, öğretmenlerin ücret aldığı bir dönemde idareci olarak göreve gelmiştir. Okulun statüsü II. Meşrutiyet’in ardından değişmiş, yedi ay süren devir işlemleri sonunda mektep tekrar Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Ken’ân Rifâî, mektebin statü değişiminden sonra da müdürlük görevine devam etmiştir.[391] Yazışmalardan anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî bu görevde iken çoğunlukla okulun değişen durumu nedeniyle yaşadığı sorunlarla ilgilenmiştir.[392] Yine bu dönemde Rifâî’nin eğitim hayatı sonlanmak üzere olan öğrenciler için kefil olduğu ve bir an evvel mezun olabilmeleri için nezâret ile işbirliği içinde çözüm ürettiği görülür.[393] Ken’ân Rifâî, Şubat 1908’de Maârif Nezâret-i Celîlesi Teftiş ve Muayene Heyeti azalığına atanmış,[394] sonrasında okul idareciliğinden çok Maârif Nezâreti’nin teftiş ve müfredat hazırlama kurullarında görev almıştır.

1908 yılı Temmuz’unda II. Abdülhamid tahttan indirilerek II. Meşrûtiyet ilan edilmiş, bu idârî değişimin ardından İstanbul’un birçok kesiminde hürriyeti anlamlandırma ve hazmetme problemleri ortaya çıkmıştır. Yeni yönetimin vaad ettiği hürriyet ortamı gerçekleşmediği gibi ortaya çıkan siyasî istikrarsızlık nedeniyle ülke içinde bölünmeler ve ideolojik ayrımlar belirginleşmeye başlamıştır.[395] Değişen idârî şartlar ve bahşedilen özgürlük fikri içerisinde şehrin hemen her kesimi, kendisini ve çevresini yeniden tanıma-tanımlama sürecindedir. Dönemin nesir ve nazmında da yansımasını bulduğu şekliyle, şehirde “çıkarcılığın, dalkavukluğun, fitnenin, haksızlığın, doymazlığın, korkaklığın ve aymazlığın her türlü ahlâkî ve insanî değerin önüne geçtiği, sosyal bozuklukların had safhada olduğu bir ortam söz konusudur.”[396] Şehir sanayileşmenin ve farklı dünya görüşlerinin tesiriyle bilinçsizce bir imar faaliyeti içindedir[397] ve çarpık yapılaşma nedeniyle hırpalanmaktadır.[398] Aynı dönemde şehir halkı idârî tutarsızlıkların neden olduğu hadiseler altında maddî-mânevî incinmiş ve asayişin olmadığı bir şehir hayatı içinde yaşamak durumunda kalmıştır.[399]

1908 yılının Mayıs ayında Ken’ân Rifâî bir yandan Maârif Nezâreti bünyesindeki görevlerine devam ederken diğer yandan da konağının bahçesinde inşa edilen tekkeyle ilgilenmektedir. Şeyh, Rehber-i Sâlikîn adlı Rifâî usûl ve âdâbını anlatan kitabının basılması için gereken başvuruları da yine aynı dönemde yapmıştır. Konuyla ilgili 05 Rebiyülâhir 1326/ 27 Mayıs 1908 tarihli ilk değerlendirmenin[400] ardından gelen cevap “Rifâî Tarîkatı Şeyhi Abdülhalim Ken’ân Efendi’nin yazdığı Rehber-i Sâlikin adlı kitabın basımı sakıncalı olmasa da bir kere de incelenmek üzere Meşihat’a gönderildiği”[401] şeklindedir. Yapılan incelemelerin ardından Rehber-i Sâlikîn adlı eser basılmıştır (1327/1909).

Yukarıda geçen yazışmalarda görüldüğü üzere 1908 senesi Temmuz ayı itibariyle Ken’ân Rifâî Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde “Rifâî tarîkatı şeyhi” ve “Rufâiyye meşâyihinden”[402] unvanıyla kayıtlıdır. Bu unvanın kullanılışı tekkesinin açılmasından öncedir. Rifâî’nin arşivin Maârif ile ilgili dosyalarında, Bey unvanı ile anılırken, bu tarihten sonra Bey ünvanından çok Efendi unvanı ile yer almıştır.[403] Burada kullanılan “bey” unvanının sonradan Efendi’ye dönüşmesi, Ken’ân Rifâî’nin’in maârif vazifelerine ilaveten yüklendiği şeyhlik görevi nedeniyledir. Zira o dönemde “bey” ünvanı mülk ve toprak sahipleri için kullanılırken, “efendi” ünvânı çoğunlukla din görevlileri ve tekke mensupları için kullanılmaktadır.

Ken’ân Rifâî bu dönemde Medine’ye bir vefa ziyareti için yola çıkar. Bu ziyaret Darüşşafaka’nın devredildiği ve dergâhın açılmasından önceki döneme denk düşer. Rifâî’nin o yolculuk sırasında yanında halifesi Hattat Aziz Efendi (ö. 1934) ve üç yâranı daha vardır. Hicaz Demiryolu tamamlandığı için yolculuk trenle gerçekleştirilir.[404]

Rifâî Mayıs 1911’de gözlerinin gece çalışmaya müsaade etmemesi nedeniyle görevinden affını istemiştir. Maâriften yazılan derkenâr üzerine “kudemâ-i me’murîn-i maârifiyye” olmasına, yani maârif memurlarının eskilerinden olmasına binaen kendisine mâzûliyet maaşı bağlanması uygun görülmüştür.[405] Bir dönem Mekâtib-i Vakfiyye müfettişliği yapan Rifâî, Kasım 1920’de Tedkîkat-ı İlmiye Encümeni Azalığı’na tayin olunmuştur:[406]

“İstanbul Vilâyeti Maârif müfettişlerinden Ken’ân Beyefendi’ye Derkenâr olan ehliyyetinize binâen, İzzetlü Efendim, iki bin beş yüz kuruş maaşla nezâreti senâverî tedkikât-ı ilmiye encümeni âzâlığına tayin kılındığınızdan vazîfe-yi cedîdenize mübâşeret olunması mümtenâdır efendim.”[407]

Rifâî, 1921 yılında emekli olduktan sonra Fener Rum Lisesi ve Yuvakimyon Kız Lisesi’nde vefatından önceki hastalığına kadar Türkçe öğretmenliğine devam etmiştir.

Dergâhı: Ümmü Ken’ân Dergâhı

Dergâhın tarihçesi ve vakfiyesi

Ken’ân Rifâî, Osmanlı Devleti’nin birçok vilâyetinde maârifçi olarak çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşerek bu tarihten sonra eğitimciliğine ilâveten resmi olarak irşad faaliyetlerine de başlamıştır. Ken’ân Rifâî, Medine’den İstanbul’a dönüşünden yaklaşık dört yıl sonra Fatih’te Kırtay Sokak’ta kendi ikamet ettiği konağın avlusunda kendi tekkesini inşa ettirmiştir. Dergâh, Rifâî’nin annesi Hatice Cenan Hanım’ın isteği ve teşviki ile yaptırılmış ve bu nedenle Ümmü Ken’ân Dergâhı olarak adlandırılmıştır. Ümmü Ken’ân Dergâhı 23 Recep 1326/21 Ağustos 1908’de yapılan bir merâsim ve âyinle açılmıştır. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde, vakfiyesine istinaden dergâhın kuruluş tarihi 1908 olarak kaydedilmiştir: “İstanbul Rifâîliğinin şehir hayatında kurduğu son merkez, Fatih’teki Ümmü Ken’ân Tekkesi’dir. Vakfiyesi 1908 tarihini taşıyan tekkenin ilk ve son postnişini tarîkatın Sayyâdi koluna bağlı bulunan Ken’ân Rifaî’dir.”[408]

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın vakfiyesi 1908 yılına aittir. Tekke, bazı kaynaklarda Altay Dergâhı olarak geçse de resmî adı Ümmü Ken’ân Dergâhı’dır. Dergâhın Fatih’te Altay semtinde bulunması nedeniyle, “Altay’daki Rifâî Dergâhı” anlamına karşılık gelen Altay Dergahı şeklindeki kullanımın zamanla yaygınlaşmış olduğunu söylememiz mümkündür. [409]

Tekkesinin fiziksel özellikleri

Ümmü Ken’ân Dergâhı, İstanbul’un Fatih semtinde, Kırtay Sokak’ta, mülkiyeti Ken’ân Rifâî’ye ait olan konağın bahçesinde inşâ edilmiştir.[410] Bu yapılanma dergâh- hâne modeline uygun olarak tasarlanmışır. Üç katlı ahşap bir yapı olan dergah binasının ikinci katında, konak ile tekkeyi birleştiren bir ara geçit yer almaktadır. Ümmü Ken’ân Dergâhı tekke ve zâviyelerin ilgasının akabinde, ailenin ikametgâhı olarak kullanılmış, 2007 yılındaki restorasyonundan sonra farklı fonksiyonlarla kullanılmaya devam etmiştir. Bu başlık altında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın fiziksel özellikleri üzerinde durulacaktır.

Ümmü Ken’ân Dergâhı iç aksamı ile geleneksel bir Rifâî dergahı özelliği arzeder. Buna göre, dergâh içinde geleneksel Rifâî tekkelerinde yer alan semâhâne ya da tevhidhâne bulunur. Dergâhın meydanı kare şeklinde olup zemini ahşaptır. Mihrabın sağ ve sol taraflarında iki sancak ile Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1182) ile Ehl-i Beyt’in isimlerinin yazılı olduğu levhalar mevcuttur. Mihrabın etrafı, Rifâîliğin simgesi olan, kılıç, darb, siş, tığ, zincir gibi unsurlarla sarılmıştır. Ken’ân Rifâî’nin damadı Ziya Cemal Büyükaksoy (ö.                                          1953) tarafından mihrabın etrafındaki Rifâî sembollerinin

manasını izah etmek üzere yazılan “Mihrâb ve Zarfın Tefsiri” adlı metin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın semahânesi ve mihrabının fiziksel özellikleri hakkında bilgi verir.[411] Cemal Bey, hazırladığı metinde mihrabın etrafındaki sembollerin genel olarak Rifâîlik tarîkatı içerisindeki anlamı üzerinde durur. Bununla birlikte kullandığı ifadeler arasında Cenâniyye ve Ken’ânniyye ifadeleri dikkat çeker. Cemal Büyükaksoy’un sembollerin genel ve özel kullanımlarını izah ettiği bir metin içerisinde Ken’âniyye ve Cenâniyye ifâdeleri üzerinde durması, onun Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın Rifâîlik içerisinde kendine has özelliklerini ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilir. Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın genel havası ve orada Rifâîliğe ait unsurların kullanılışını göstermesi bakımından “Mihrap ve Zarfın Tefsiri” adlı metindeki sembollerin üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Cemal Büyükaksoy mihrab ve zarfın tefsiri adlı metne, Ahmed er-Rifâî’nin kutupluk ve gavslık makamını şahsında birleştirdiğine yönelik Rifâî tarîkatına ait temel bir kabülün izahı ile başlar. Sonrasında mihrabın etrafındaki bütün unsurların Ahmed er-Rifâî’nin tarîkat prensipleri ile özdeşleştirilmesi ile devam eder. Ahmed Rifâî’nin kutupluk ve gavsliği kendinde birleşmesi, zıtlıkları birleştirmek şeklinde tefsir edilmiş ve bu yorum mihrabın etrafına simetrik ya da zıt olarak yerleştirilmiş hemen bütün unsurlar için benzer açıdan değerlendirilmiştir. Örneğin dergahın semâhenesindeki mihrabın etrafında yer alan iki sancak, Pîr Ahmed er-Rifâî’nin insanın zahir ve bâtınına vakıf olduğunu anlatan bir sembodür. Aynı şekilde mihrabın iki yanında yer alan sancakların başında “Lâ ilâhe illallah-Muhammedu’r-resulullah” kelime-i tevhidi yer alır ki Cemal Büyükaksoy bu iki sancak üzerindeki tevhid kelimelerini, varlık dairesinin nüzûl ve urûc kavsiyle özdeşleştirir. Şârih, buradaki tasvîri bnü’l-Arâbî’nin vahdet-i vücûd anlayışının temel konularından biri olan vücûd mertebeleri ve nefis merteleri ile izah eder. Daha sonra sancak üzerinde yer alan ayetlerin tefsirine, oradan da sancak üzerindeki harf sembolizminin Cenâniyye ve Kenâniyye meşreplerine işaret ettiğine dikkat çeker. Metni çoşkun bir ruh hali içerisinde kaleme aldığı anlaşılan Büyükaksoy, mürşidi Ken’ân Rifâî’nin uygulamalarıyla Pîri Ahmed er-Rifâî’nin yolunu devam ettirdiğine vurgu yapar. Ancak bununla birlikte Kenâniyye ifâdesini tefsir ederken, Ken’ân Rifâî’nin, Rifâîlik tarîkatı içerisinde kendine has bir meşrebe sahip olduğuna da işaret eder.[412] Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın semâhânesinde yerlan unsurlara ait bu ayrıntıdan sonra tekrar dergâh binasının fiziksel özelliklerine dönebiliriz.

Yapılan dergâh binası, giriş katı üzerinde iki katlı ahşap bir yapıdır. Ken’ân Rifâî dergâhın tamamlanmasının hemen ardından, iç mekânları gösteren bir maket yaptırmıştır. Zamanla yıpranan bina, 2007 yılında tamamen yıkılmış ve bu örneğe sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.[413] 1988 yılında aile tarafından dergah binasının satışa çıkarılmasının ardından bina Rifâî’nin takipçileri tarafından satın alınmış ve daha sonrasında tamir ettirilmiştir. Gürbüz Ertürk’ün anlatımıyla bu hadise şu şekilde gerçekleşmiştir, “228.000 dolar değer biçilen bina için merhum Meşkûre Sargut ile kızı Cemalnur Sargut’un büyük gayretleri ile bu para toplanmış ve metruk haldeki bu dergah binası Cenan Vakfı adına satın alınmıştır.. .Yine Meşkûre Sargut ve Cemâlnur Sargut’un gayretleriyle inşaat bedeli olan 400.000 dolar civarındaki paranın temini bu işe gönül veren dostları tarafından sağlanmıştır.” [414] “Yenilenen Dergâh binası 3 Ekim 2007 tarihinde ve yine Ramazan ayının 21. günü dualarla hizmete açılmıştır.”[415] Bina o tarihten itibaren Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü adıyla hizmet vermekte olup müze kısmı haftanın belli günleri ziyarete açık bulunmaktadır.[416]

Ertürk dergâh binasının yenilenme sürecini anlattığı tebliğinde dergahın restitüsyon projelerine uygun olarak 2003-2007 yılları arasında yeniden inşa edildiğini kaydeder. Bu süreçte Ertürk’ün deyişiyle “binânın dış kontürü karnıyarık dış plan şeması ve iç mekanda yer alan kubbe, prensip olarak aynen” korunmuş, zemin katı kâgir olarak bırakılmıştır. Üst katlar günümüz teknolojisinin verdiği imkanlar kullanılarak çelik iskelet üzerine ahşap kaplama şeklinde îmâl edilmiştir. Son olarak dış cehpe ahşapla kaplanarak aslî görünümü verilmeye çalışılmıştır. Böylelikle vaktiyle başta Rifâî usulüyle olmak üzere çeşitli usullerde zikir ve semâ yapılan semâhane de aslına uygun olarak inşâ ve tefriş edilmiştir.”[417]

Ertürk bu süreçte dergâhın iç düzenlemesinde orjinaline sadık kalındığını ve fakat günümüze uygun bazı fonksiyonel değişiklikler yapıldığını kaydeder.[418] Buna göre, dergâhlar açıkken, zemin kat girişte sağdaki odada Cuma günleri yemek ikram edilmekteyken bugün kütüphane olarak düzenlenmiş ve bu şekilde hizmete sunulmuş olup 13000 kitabı hâvidir. Yine girişin solundaki oda önceden dergâha zikre gelenlerin dinlenip çay içtikleri, zikir öncesi Ken’ân Rifâî’nin sohbetini dinledikleri bir yer iken, Hatîce Cenan Hanım’ın vefatından ve dergâh toprağına defnedilmesinden sonra Cenan Hanım’ın manasına ithafen “türbe-i saâdet” odası olarak adlandırılmıştır.[419] Bu oda günümüzde vakıf yönetimine ayrılmıştır. Mümkün mertebe aslına sadık olarak yeniden inşa edilen Dergâh binasına, eski halinden farklı olarak bodrum katta bulunan yüz yirmi kişilik bir konferans salonu eklenmiştir. [420]

Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki uygulamaları

Bu bölümde, Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki faaliyetleri incelenecektir. Bu bağlamda dergahın işleyişi, ayin günleri, dinî günlere özel uygulamaları, Fatih’teki diğer tekkeler içerisindeki yeri ve dönemi içerisinde yüklendiği sosyal fonksiyonlar üzerinde de durulacaktır.

Ümmü Ken’ân Dergâhı, 1908 yılında açılmıştır. Dergâh evkâfa kayıtlıdır ve masraflar için evkaf tarafından aylık on beş lira miktarında bir ücret tahsis edilmiştir. Tahsis edilen miktar tekkenin masrafları için yeterli olmadığı halde, Ümmü Ken’ân Dergâhı’na devam eden dervişlerden bağış alınmamış, dergâhın her türlü masrafı, bizzat Ken’ân Rifâî tarafından karşılanmıştır.[421]

Ken’ân Rifâî, 1908’den itibaren Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Rifâî seyr ü sülûku üzere müridlerin terbiyesiyle ilgilenmiştir. Ken’ân Rifâî temelde Rifâî usûlünü benimsemiş ve bu yönde eğitim vermiştir. Ancak icazetli olduğu diğer üç tarikatın usûlünü de yerine ve ihtiyaca göre tatbik etmiştir.[422] Ken’ân Rifâî çok fazla tekke mesaisi olmadığı için dergâhın açılmasından önce Server Hilmi Bey’le İstanbul’daki tekkeleri gezerek zikir usûlüyle ilgili malumatını geliştirdiğini kaydeder ve söz konusu ziyâretler sırasında edindiği izlenimi şu ifadelerle dile getirir: “Ben tekkeden yetişmedim, dergâh açılacağı zaman ağabeyimle [Server Hilmi Bey] tekke tekke gezip usûl, erkân öğrenmeye çalışmıştık.”[423] İcâzetini Medine’de Hamza er-Rifâî Dergâhı’ndan alan Ken’ân Rifâî, zikir adabı açısından Medine ile İstanbul arasında bazı farkların olduğunu ön görerek, İstanbul tekkelerini ziyaret etme gereği duymuştur.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Rifâî âyini Cuma günü yapılmaktadır. Tekke Çarşamba günleri de faaliyettedir. Faaliyet günleri Rifâî’nin annesi Hatîce Cenan Hanım tarafından belirlenmiş ve bu esnada haftalık programın başka dergahların faaliyet günleri ile çakışmamasına dikkat edilmiştir. Buna göre, Ümmü Ken’ân Dergâh’ında Cuma namazından sonra Mesnevî takrîri ve Rifâî zikri icra edilmektedir.[424]

1925 yılının Temmuz ayında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nı ziyaret eden Şeyh Şemseddin Mısrî’nin ziyaret sonrası kaleme aldığı metin, Rifâî’nin tekkesi ve Cuma günleri gerçekleşen ayin hakkında genel bir bilgi vermesi bakımından önemlidir. Bu metne göre Ken’ân Rifâî, dervişlerin “sallû” salâsı ile semâhâneye girer ve iki dervişin eşliğinde kürsüye çıkar. Rifâî kürsüde yaklaşık kırk beş dakika Mesnevî’den bazı beyitler okuyup şerh ettikten sonra zikre geçilmesi için işaret eder. Mısrî İstanbul’un meşhur zakirlerinin yer aldığı zikirde, İsm-i Celâl zikrinin o gün kendilerine verildiğini kaydeder ve Rifâî dervişlerinin arada bir iki dakika süren farklı bir zikir yaptıklarını naklederken “alelhusûs birkaç dakika devam eden bir usûl yaptılar ki başka yerde görmemiştim, kalbi bir zikirdi, âdeta hafif hafif hâlile çalar gibi” ifadelerini kullanır. Şemseddin Mısrî Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın genel görünümünü anlatırken, tekkenin ve dervişlerin bakımlı olduğu tespitini yapar ve “zengin olduklarından zâkirlere ikişer, birer lira, muhtaç dervişlere kezâ, hele kapının önünde kırk, elliden mütecâviz fukarâ ictimâ ediyorlar ki ba’dez-zikir kendilerine biraz para veriliyormuş” sözleriyle bu manzarayı Rifâî’nin maddî durumu ile ilişkilendirir. Mısrî, Rifâî’nin o günkü ev sahipliğini ve tavrını ise “Ba’dez-zikir çok iltifat ettiler. Esâsen herkese mültefit bulunuyorlar” ifadeleriyle özetler.[425]

Ümmü Ken’ân Dergâhı’na ait daha geç tarihli bir tasvir, Ken’ân Rifâî’nin oğlu Kâzım Büyükaksoy’un, öğrencisi Prof. Dr. Emre Ömürlü’ye yazdırdığı metin olup burada dergâhın haftalık, aylık ve yıllık uygulamaları ayrıntıları ile izah edilir. Metinden anlaşıldığına göre Cuma günü ayinden bir saat önce, Ümmü Ken’ân Dergahı’nın cümle kapısı Rifâî’nin baş halifesi Şeyh Osman Efendi ile Şeyh Aziz Efendi ve Şeyh Server Efendi tarafından dualarla açılır. Kapının açılışından sonra Rifâî dervişleri, diğer tarîkatlara mensup dervişler ve ayini izlemeye gelen seyirciler yavaş yavaş dergaha girmeye başlar. Erken gelen dervişler, mukabelenin başlayacağı saate kadar selamlık kısmındaki odalarda birbirleriyle musâfaha edip görüşme imkanı bulmaktadır.[426]

Ken’ân Rifâî, Cuma namazından sonra tekkenin semahane ya da tevhidhâne kısmına geçer. Hattat Aziz Efendi, Rifâî’nin halifesi olarak onu semahanenin kapısında karşılar. Büyükaksoy, Mesnevî takriri sırasındaki atmosferi “herkes hatta Mevlevîhâne şeyhleri dahi, bunların içinde bulunan mesnevîhânlar bile huşû içinde dikkatle dinleyip takip ederlerdi” ifadesiyle dile getirir. Takrir sonrasında, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda “âyin-i şerîf” başlar.

Dergâhta gerçekleşen âyin ya da zikir esnâsında dervişler yere oturur. Dervişlerin arasında bulunan zakirbaşı, Ken’ân Rifâî’nin verdiği işaretlere göre zikri idâre eder. Zikirde İstanbul’un kıymetli ve güzel sesli zâkirleri hazır bulunur. Zâkirbaşı’nın idâresi altındaki dervişler semâhânenin ortasında iki tarafa serilmiş bulunan postların üzerine oturarak bizzat Rifâî’nin bestelediği ilâhîler ile klasik tekke mûsikîsinde yer etmiş Arapça ve Türkçe ilâhîlerden bazılarını hep bir ağızdan okurlar. Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda cuma günü gerçekleşen mukabele esnasında, İstanbul’un muhtelif semtlerinden farklı tarîkatlara mensup on beşe yakın şeyhin hazır bulunduğunu kaydeden Kazım Büyükaksoy, metinde katılımcıların isimlerini vermemiştir. Mukabeleye iştirak eden zâkirlerin boş çevrilmediği, özellikle muhtaç olanlara ikram ve taltiflerde bulunulduğu, Mısrî gibi Kazım Bey’in de dikkat çektiği konular arasındadır.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Cuma günleri Mesnevî şerhinden sonra icra edilen Rifâî âyini hakkında da bilgi vermemiz faydalı olacaktır. Bu vesileyle ayin esnâsında okunan evrad ve ezkârın sıralaması ile zikir uygulama esnasında ortaya konulan Rifâî usûlü hakkında da mâlumat verilecektir. Dergâhta Rifâî zikri sırasında, dervişler evrâd-ı şerif denilen bir kitapçığı takip eder. Ken’ân Rifâî tarafından tertip edilen Rifâî evradı içerisinde sırasıyla bazı sûreler, çeşitli sûrelerden ayetler, esmâü’l-hüsnâ ve salavât-ı şerîfeler yer alır. Ken’ân Rifâî bu evradı hazırlarken, Rehber-i Sâlikîn adlı kitabında derlemiş olduğu Ahmed er-Rifâî’ye ait olan vird ve salavatları dikkate almıştır. Ayin-i şerif, dervişlerin Rifâî evrâdından bölümler okuması ile başlar ve ortalama olarak iki saat kadar devam eder.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda, her dergahta olduğu gibi zikir adabına riâyet zikrin önemli bir ilkesidir. Zikir merasimi ve onunla ilişkili incelikler, dervişlerin semahaneye ya da zikrin yapılacağı meydana girmesi ile başlar ve zikir boyunca devam eder. Buna göre meydanın kapısına gelen zâkir sağ ayağını sol ayağının üstüne çapraz koyarak mühürler ve niyaz eder. Derviş elini göğsüne götürerek ve hafifçe eğilerek bir süre niyazda bulunduktan sonra eşiğe basmamaya özen göstererek içeri girer. Meydana giren dervişler önce namaz kılıp bir müddet secde ettikten sonra oturur ve sonrasında okunan Fatiha Suresi ile ayin başlar.

Rifâî ayini, salât-ı kemâliyye ve Evrâd-ı Şerifin okunması ile başlar. Devamında dervişler, cumhur olarak Rifâî usûl ilâhisi ve Cihangir ilâhîsini okurlar. Arkasından kuûdî zikir ve evrâd-ı şerif içerisinden, zâkir başının tercihine göre, zikir esnâsında evrâd-ı şerifin farklı bölümleri ile bazı salâvatlar okunmasıyla bu bölüm tamamlanır. Giriş bölümü diyebileceğimiz bu fasıldan sonra, “kıyâmî kelime-i tevhîd” zikrine geçilir.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki Rifâî Zikri üzerine bir yüksek lisans çalışması yapan Gencer’in tespitlerine göre, ayinde yer alan kıyâmî tevhid zikri şu şekilde gerçekleşir: Zikir, meydan sahibinin icra ettiği dua, münâcaat, şuğul ve duadan sonra başlar. Zikirde sırasıyla “şey’en lillah zikri” ve “kalbi zikir” yapılır. Kıyamî tevhid zikri, cumhur ilâhîlerin okunması ile ara/durak verir. Tamamen ayakta gerçekeşen bu zikri, zikir reisi başlatır ancak icranın nasıl devam edeceğine zakir başı karar verir.[427]

Rifâî âyininde bundan sonra İsm-i Celâl zikrine geçilir. Bu bölüm ism-i celâl zikri ile başlar, kalbî zikir ve devamında icra edilen “sallı zikir” ile sonra erer. Ardından, devrân zikri denilen bölüme geçilir. Devran zikri “el ele devran”, “sallı devran” ve “sarılarak devran” şeklinde adlandırılan kısımlardan oluşur. Akabinde, Rifâî gülü denilen bir Rifâî uygulaması gerçekleştirilir. Devran zikri denilen bu bölüm, saf halinde karşılıklı olarak yapılan zikir ile tamamlanır. Böylelikle Rifâî ayininin sonuna da yaklaşılmıştır. İsm-i Hû zikri, Gülbank çıkarılması ve musafaha ile zikir sona erer.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda ihyâ ya da başka bir deyişle kandil geceleri ise, ayin günlerinden biraz daha hareketli geçer. Kandil gecelerinde gece yarısına kadar Kâzım Büyükaksoy’un ifadesiyle “müstesnâ” bir mânevî toplantı gerçekleşmektedir. Bu gecelere özel ritüeller arasında burhan çıkarmak ve gül yalamak gibi Rifâî uygulamaları da vardır. Bazı zamanlar kandil haftalarında, zâkir başı tarafından Mevlid-i Şerif okunmaktadır. Muharrem ayının onuncu günü ihyâ edilen aşûre gününde, tarihî iki büyük kazanda tevhid ve mersiyeler eşliğinde âşure pişirmek adettir. Pişirilen aşûre, çorba, etli patates ve pilavdan mürekkep yemek ile birlikte, tabla ve siniler üzerindeki sofralarda dervişlere ikram edilir.

Kazım Büyükaksoy, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Ramazan ayının otuz gün boyunca gerçekleştirilen faaliyetlerle ihyâ edildiğini kaydeder. Buna göre, terâvih namazı Şeyh Bedrettin Efendi yahut Medine’den Ken’ân Rifâî ile birlikte gelmiş olan Ömer Efendi tarafından kıldırılır. Ramazan ayı boyunca pazartesi ve cuma geceleri dervişler, iftardan sonra Şeyh Ken’ân Rifâî ile buluşarak bir saat kadar sohbet dinleme imkanı bulur. Kahve nakibi Şakir Dede adlı bir zât, dervişlere ve misafirlere kahve hazırlamakla görevlidir. Şeker ve Kurban bayramlarını takip eden cuma günlerine mahsus olarak ise gündüz saatleri içerisinde növbe, kudüm ve burhan merâsimleri yapmak tekkenin uygulamaları arasındadır.

Araştırmacılar tarafından Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın sosyal fonksiyonları üzerinde de durulmuş ve Dergâhı’ın dinî ve tasavvufî ritüellerin icrâ edildiği bir mekân olmanın ötesinde bazı sosyal fonksiyonları yerine getirdiği de kaydedilmiştir. Aydın Yüksel, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ’nin “Ken’ân Rifâî” maddesinde, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın İstanbul’daki emsallerine göre daha çok aydın kişilerin devam ettiği bir yer olarak şöhret bulduğunu belirtir.[428] Mustafa Tahralı, İslâm Ansiklopedisi’nde, Ken’ân Rifâî’nin XX. yüzyılda yaşayan sûfîler arasında önemli bir yere sahip olduğunu kaydeder. Araştırmacıya göre Rifâî, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda müridlerine aşk, tevhid, güzel ahlâk ve irfân etrafında ördüğü tasavvufî görüşlerini aktarmış ve şeyhliği süresince ilim, fikir ve sanat dünyasına birçok insan kazandırmıştır.[429] Mehmet Demirci, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın geleneksel anlamda tekke kurumunun hemen bütün özelliklerini taşıdığı ve beslendiği kültüre katkıda bulunan bir merkez işlevi gördüğü kanaatindedir.[430]

Yukarıdaki yaklaşımların daha iyi değerlendirilebilmesi için, Rifâî’nin tekkesinin, konağı ile birlikte incelenmesi doğru olacaktır. Ancak öncesinde, Osmanlı Devleti’nin son döneminde konakların yüklendiği sosyal fonksiyonları hatırlamamız gerekir. XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı fikrî hareketliliği üzerinde devlet adamı, âlim ve varlıklı kimselerin konaklarında devam eden ilmî ve edebî toplantıların tesiri büyüktür.[431] Bu dönemde, büyük konaklarda bizzat konak sahiplerinin yönettiği toplantılar dahilinde, siyâsî, edebî, ilmî ve fikrî meseleler serbestçe tartışılmıştır. Aktarımlardan Ken’ân Rifâî’nin tekkesinin konağıyla birlikte bir bütün teşkil ettiği anlaşılır. Her iki mekanda da, yukarıda bahsettiğimiz nitelikte dinî- mânevî ve edebi konular etrafında çeşitli sohbet meclisleri devam etmiştir. Nitekim, tekkeyi ziyarete gelenlerin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki ayinin önce ya da sonrasında Rifâî konağın selamlık bölümünde görüşmesi bunun en açık örneklerinden biridir. Özdamar, “âyinden sonra dergâhın şeyhi Ken’ân Rifâî’nin odasına gidiliyor, ilmî ve edebî sohbetler ediliyordu”[432] ifadesiyle buna dikkat çeker. Yine konağın selamlık bölümünde erkeklere özel sohbet meclisleri kurulmakta ve dinî ve idari görevleri olan birçok önemli isim bu meclislere devam etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın tekke kurumunun tarihsel süreç içinde yüklendiği temel fonksiyonları icra ettiği ve bununla birlikte Osmanlı Türk toplum hayatında konakların yüklendiği işlevleri de büyük ölçüde yerine getirdiğini söylememiz mümkündür.[433] Sosyal bir müessese olarak tekke, o dönemde birçok işleve sahiptir.[434] Tekkelerin Meşrûtiyet dönemine has görevleri arasında Osmanlı ordularının galibiyeti için topluca dua etmek, salavat getirmek ve topluma moral verecek mahiyette sohbetler vermek gibi uygulamalar da yer almaktadır.

Kurtuluş Savaşı sırasında Rifâî’nin tekkesinin söz konusu işlevi yerine getirmesine bir örnek olması açısından, Meclis-i Meşâyıh arşivinden ulaşabildiğimiz evraklardan birine burada yer vermek istiyoruz. Belgeden anlaşıldığı üzere, Meclis-i Meşâyıh tarafından Kurtuluş Savaşı sırasında orduların muzafferiyeti için, İstanbul’daki bazı dergahlarda bu amaçla toplu salavât-ı şerife okunması yönünde bir karar alınmıştır. Karara ait evraktaki listeden anlaşıldığı üzere, İstanbul dergahlarından elli beş tanesi toplu salâvat okumakla görevlendirilmiştir. Ümmü Ken’ân Dergâhı söz konusu evraktaki dergah listesinde, on yedinci sırada yer almakta olup belgede “Hırka-i Saâdet’te Ümmü Ken’ân Dergâhı Postnişînliği” şeklinde kayıtlıdır.[435]

Aynı dönemde, Rifâî’nin Cuma günleri Mesnevî takrirlerinden sonra orduların muzafferiyetine yönelik olarak yaptığı dua örneklerine ilgili takrirlere ait defterlerde rastlamak mümkündür. Tarihi açıdan önemli olduğu için, söz konusu müsveddeler arasında bulduğumuz, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günleri sırasında yapılan bir dua üzerinde durmak istiyoruz. Duanın yapıldığı günler, Muharrem ayını ilk günleridir ve Osmanlı Devleti her cephede savaş halindedir: “İlâhî ilâhî isyanlarımız hatalarımız kusurlarımız afveyle ilâhî seni yâd etmekten bizi dûr etme ilâhî. Bizim şânımız tuğyân-ı isyandır. Senin şânın rahmâniyettir. Şânına lâyık olanı işle ilâhî. Bizi hidâyetinden dûr eyleme ilâhî. Hükümetimize muvaffakiyetler ve nusretler ihsân eyle ilâhî. Bi hürmeti seyyide’l-mürselîn. Fâtiha.”[436] Ken’ân Rifâî,buna ilaveten Mesnevî takrîrleri esnasında dervişlere moral verecek ifadeler de kullanmaktadır. Ders notları içerisinde savaş günleri arefesinde ve sonrasında cemiyetin mânevî olarak güçlenmesi ve iman tazelemesine yönelik telkin ifadelerine tesadüf edilir. Rifâî’nin bu tür uygulamalarının uyandırdığı tesiri görmek bakımından Mustafa Özdamar’ın ifadeleri önemlidir: “Mütareke yılları idi (1918 sonları) (...) Civarımızda tarîk-i Rifâiyye’den Ümm-i Ken’ân dergâhında her Cuma namazdan sonra Rifâî âyîni icrâ edilirdi. O meş’um günlerin elem ve ıztıraplarını kısmen de olsa dindirebilmek için oraya giderdik.”[437] Bu ifadelere dayanarak Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın savaş yıllarının toplum bünyesi üzerinde meydana getirdiği ümitsizlik, yorgunluk gibi duyguların izâlesinde rol oynayan bir tür moral merkez olarak faaliyet gösterdiğini söylememiz mümkündür.

Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın Fatih’teki diğer tekkeler, şeyhler ve devrin önemli isimleriyle irtibatına da değinmek istiyoruz. Ümmü Ken’ân Dergâhı, Eğrikapı’daki Cemalettin Uşşâkî Dergâhı etrafında merkezleşen dördüncü gruba mensuptur ki bu merkez etrafında birleşen kırk kadar tekke vardır. Selâmlık sohbetlerinde geçen isimlerden Fatih civarındaki şeyhlerin Rifâî’nin selamlık sohbetlerine devam ettiği anlaşılır. Nitekim yukarıda da kaydedildiği üzere, Kazım Büyükaksoy yaklaşık on beş kadar şeyhin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Cuma günleri tertip edilen zikre devam ettiğini kaydeder. Sohbet notlarından anlaşıldığı üzere, Rifâî’nin konağı ve tekkesi devrin mühim tasavvuf büyüklerinin ve din adamlarının bir araya geldiği bir mekandır. Esasen Dergâh’ın İstanbul’da üç yüz kadar tekkenin bulunduğu Fatih semtinde yer alması bu durum için gereken şartları da hazırlamıştır. Bu isimlerden bazıları hakkında sohbet metinlerinden çıkarılabilecek bilgiler şöyle özetlenebilir: Şeyh Yunus Efendi Bosnalı Rifâî şeyhidir. Sohbetlere katılan Mustafa Efendi Hırka-i Şerifteki Uşşâkî Dergâhı şeyhidir. Her iki şeyh de sohbete çok faal olarak katılmakta ve sorularını bir dinî tasavvufî birikime istinad ederek sormaktadır. “Namaz nedir?”[438] gibi dinî mahiyette sorular sordukları gibi, tasavvuf literatüründen bazı iktibaslar ile sohbete katkıda bulundukları da görülür. Rifâî’nin halifelerinden Şeyh Bahreddin Efendi’nin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’na devam ettiği esnada müridleri ile birlikte Ken’ân Rifâî’ye intisab ettiği de bu hususta nakledilen bilgiler arasındadır.

Yukarıda Ken’ân Rifâî’nin tekke kurmadan önce İstanbul tekkelerini ziyaret ederek, usul ve adab konusunda mâlûmat topladığını kaydetmiştik. Rifâî’nin bu ziyaretler sonrasındaki kanaatlerini konunun sonlarına yaklaşırken yeniden değerlendirmemiz doğru olacaktır:

“Ben tekkeden yetişmedim, dergâh açılacağı zaman ağabeyimle tekke tekke gezip usûl, erkân öğrenmeye çalışmıştık. Şeyhler meclisinde filân kimse Beyyûmî zikri çok güzel yaptırıyor, falan Kayyûmî zikirde daha ileri gibi hükümlerle, mürşidliği zikir ve devranda üstat olmakla ölçerlerdi. Halbuki tankat demek, edep, irfan ve insanlık demektir.” [439]

Rifâî’nin burada, dönemin tekke kurumuna yönelik bir eleştiride bulunduğunu söyleyebiliriz. Rifâî’nin bir ilim ve irfan yuvası olması gerektiğini düşündüğü tekke ve tekke şeyhliğinin, zâhirî unsurlara indirgenmiş olmasından endişeli olduğu anlaşılmaktadır.

Tekke Şeyhliği

İcâzetleri

Ken’ân Rifâî, Filibeli Edhem Efendi’den Kâdiriyye ve Medine’de Hamza er- Rifâî Hazretleri’nden Rifâiyye usûlüyle seyr ü sülûkunu tamamlayarak her iki tarîkattan icâzet almıştır. Rifâî’nin eserlerinde geçen ifadelerden, mürşidi Edhem Efendi’den hilafet aldığı anlaşılır: “Mürşidim Efendim, fakir Manastır Müdürlüğü’nde bulunduğum sırada, cemâle yürümüşler ve o sıralarda fakiri istihlâf buyurmuşlar idi.”[440] Ken’ân Rifâî, aynı konuyu Rehber-i Sâlikîriin adlı eserinin Mukaddimesi’nde geçen “Meşâyih-i Kâdiriyye’den muktedâ-yı erbâb-ı irfân ve dakikadan esrâr-ı furkân-ı Cenâb-ı Edhem kaddessallâhû sırrahû’l-azîz hazretlerinin terbiye-i mürşidânelerinde bulunarak yirmi dört yaşımda ve kendilerinin irtihâl-i dâr-i bekâ buyurdukları sırada istihlâf etmiş[imdir]”, ifadeleriyle yine aynı şekilde Şeyh Edhem Efendi’den hilâfeti dile getirmektedir.

Ken’ân Rifâî metnin devamında Hamza er-Rifâî’den de hilâfet aldığını kaydeder: “Yine bir işâret-i mâ’neviyye üzerine nesl-i pâk Hazret-i Resûlullah’tan ve oranın Şeyhü’l-meşâyıhı bedru’l-avârif ravzâtu’l-ikbâl es-seyyid eş-şeyh Muhammed Hamza er-Rifâî Hazretlerinden tarîkat-ı âliyye-i Rifâîyyeden hilâf almış [ımdır].”[441] Ken’ân Rifâî’nin icâzetnâmesinde yer aldığı şekliyle, Hamza er-Rifâî’nin, Seyyid Ahmed er-Rifâî’ye kadar olan silsilesi aşağıda verilmiştir:

“Hamza er-Rifâî - Ebu’l-Hasen er-Rifâî - Ahmed er-Rifâî - Mansûr er-Rifâî - İbrahim er-Rifâî - Ebu’l-Kasım er-Rifâî - Kasım er-Rifâî - Ahmed er-Rifâî - Muhammed er- Rifâî - Ahmed er-Rifâî - Şerefüddîn er-Rifâî - Abdülkadir er-Rifâî - Siracüddîn er-Rifâî - Abdürrahim er-Rifâî - Abdülmuti’ er-Rifâî - Ebussafâ Mansûr er-Rifâî - Mühezzibüddevle er-Rifâî - Cemalüddîn Muhammed er-Rifâî - Ebussafâ Mansûr er- Rifâî - Seyyid Ahmed el-Kebîr er-Rifâî.[442]

Ken’ân Rifâî’nin Mevlevî icâzetini teberrüken aldığı rivâyet edilir.[443] Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî takrîrleri, dergah çevrelerinde muhabbet ve alaka uyandırmış, diğer dergâhlardan bir çok şeyh ve derviş derslere devam etmeye başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere bazı Mevlevî şeyhlerinin müridleriyle birlikte Mesnevî takrîrlerini dinlemeye geldikleri kaydedilir.[444] Buna göre Ümmü Ken’ân Dergâhı’na gelerek takrirleri dinleyen Kazasker Molla[445] adlı Mevlevî şeyhi, dinlediği bir dersin ardından elli senedir Mesnevî okuyup okuttuğu halde Rifâî’den dinlediği Mesnevî’den daha mükemmelini duymadığını söylemiş, bu vesile ile muhitte oluşan olumlu intiba neticesinde Konya Mevlevîhânesi’nden Ken’ân Rifâî’ye teberrüken Mevlevî icâzeti verilmiştir. Metinde icâzetin kimin tarafından verildiği kaydedilmemiştir. Ancak Ken’ân Rifâî’nin şeyhlik yaptığı 1917-1925 tarihleri arasında Konya Mevlevîhânesi’nde postnişin olarak Abdülhalim Çelebi (ö.           1925) bulunduğu cihetle, icazetin onun tarafından verilmiş olması mümkündür.[446] Ken’ân Rifâî ise Mevlevî icâzetini, Medine’de bulunduğu dönemde, bizzat Hz. Peygamber’in manasından aldığını kaydeder:[447] “Bilâhare ihsân ale’l-ihsân olmak üzre Rifâî ve Kadirî ve Mevlevî tarîkat-i âlîleri üzerine mürşid-i âzâm ve mu’âllimu’l-hayru’l-ekrem u rûhu’l-ervâh ve mededü’l- fettâh sallallâhû aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri cenâb-ı seniyyelerinden mânen me’zûn ve me’mûr buyurulmuşumdur.”[448]

Ken’ân Rifâî’nin sülûk yaptırmaya icâzetli bulunduğu tarîkatlardan biri de Şâzeliyye’dir. Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserinin giriş bölümünde Kadîriyye ve Rifâiyye’den sonra Şâzelî tarikatını da zikreder. Rifâî’nin bu usûlde zikir yaptırdığı bilinmekte olup hususi evrakları arasında zikir esnasında okunacak Şâzelî evrâdı örneğine rastlanmıştır.[449] Evrâdın teksir edilmiş olmasına dayanarak, zikir öncesinde dergâhtaki katılımcılara dağıtıldığını söylemek mümkündür. Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî’nin teberrüken aldığı Şâzelî icâzetinin kaynağı Bursalı bir Şâzelî şeyhidir.[450] Ken’ân Rifâî’nin ilerleyen yıllarda usûlünce seyr ü sülûkunu tamamlayan halifelerine de icâzet vermiş olduğu Meclis-i Meşâyih kayıtlarından takip edilmektedir.[451]

Resmî bir vazife olarak şeyhliği ve tekke idaresi

Ken’ân Rifâî 1908’den Aralık 1925’te tekkelerin seddine kadar on yedi yıl boyunca Fatih’te Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda tekke şeyhliği vazifesinde bulunmuştur. Maârif görevlerine ilâveten 1908 yılı itibariyle resmi olarak şeyhlik görevine de başlayan Rifâî’nin bu tarih itibariyle arşivin ilgili koleksiyonlarında “Rifâî meşâyihinden Ken’ân Efendi” üvanı ile kayıtlı olduğu görülür.[452] Örneğin Ken’ân Rifâî, Meclis-i Meşâyih defterlerinde, halifelerinden Şeyh Ömer Efendi’ye verdiği icâzetnamenin onay belgesinde “Ümmü Ken’ân Dergâh-ı Şerîfi Postnişîni Reşâdetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi” şeklinde kayıtlıdır.[453] Ken’ân Rifâî’nin farklı görevleri nedeniyle aynı döneme ait çeşitli fonlarda müdür, müfettiş ve encümen azası olarak nitelendirildiğine de tesadüf edilir.

1908-1925 tarihleri arasında birçok halife ve mürid yetiştiren Rifâî’nin, terbiyecilik vasfı daha önce bazı çalışmalarda incelenmiş olsa da başlıca bir konu olarak şeyhliğini ele alan bir çalışma yapılmamıştır. Ken’ân Rifâî, medrese eğitimi olmamasına rağmen, kuvvetli bir dinî ve tasavvufî müktesebata sahiptir.[454] Onun bu konudaki ilk kaynağı annesi Hatice Cenan Hanım’dır. Hatice Cenan Hanım’ın, mürşidi Şeyh Edhem Efendi’den Niyâzî-i Mısrî Divânı’nı okuduğunu yukarıda ifade etmiştik. Rifâî’nin de annesi Cenan Hanım kanalıyla Niyazî Mısrî’nin Divânı ve düşüncesine küçük yaşlardan itibaren aşinalık kesbetmiştir. Nitekim Rifâî’nin eserlerinde Mısrî’ye yönelik ifadelerin çokluğu onun ilerleyen yıllarda mürşidi Edhem Efendi’nin gözetiminde iken Mısrî ve düşüncesi üzerine daha uzun mesai verdiğini gösterir. Öte yandan Rifâî, ilk dinî bilgilerini Filibe Sıbyan mektebinden almış, akaid, kıraat ve İslam ahlâkı gibi temel İslam ilimlerine dair mâlumâtını ise Sultanî eğitimi sırasında geliştirmiştir. Fakat yukarıda sıraladığımız bu eğitimler, onu eserlerinde karşılaşılan eser ve muhteva zenginliğini açıklamada yetersizdir. Bizce Rifâî’yi bu derece bir kaynak zenginliğine eriştiren şey onun iyi bir okuyucu olmasıdır. İslâm kültürünün iki temel dili olan Arapça ve Farsçaya tercüme ve telif seviyesinde vakıf olan Rifâî, her iki dildeki temel klasikleri o dönemde yaygın olduğu şekliyle, kendi gayreti ile okumuş ve çalışmıştır. Türk entelektüelleri arasında, bilhassa Tanzimat dönemi aydınları arasında yaygın olarak görülen bu eğitim metodunda, kişi kendisini geliştirmek istediği alanda okuma ve tetebbu yapma suretiyle literatüre hâkim olur ve sırasında literatüre yeni eserler kazandıracak seviyeye de erişirdi.[455] Buna binaen Rifâî’nin dinî tasavvufî müktesebatını, o dönemde yaygın olduğu şekliyle otodidakt olarak geliştirdiğini söylememiz mümkündür.

Mehmet Demirci Rifâî’nin şeyhliğini değerlendirirken, onun farklı alanlardaki ilmi birikimine dikkat çekerek bu sayede müridlerin akıl ve gönüllerine aynı anda hitab edebildiğini kaydeder.[456] Sargut, bu tespiti bir derece ileri taşıyarak bir senteze varır ki ona göre Rifâî’nin verdiği ilim, aşk ve nefis terbiyesindeki gaye, kendisiyle ve dolayısıyla âlemle barışık, huzurlu ve samimi Müslümanlar yetiştirmektir.[457]

Tekkelerin kapatılmasının ardından

1925’te Şeyh Said Olayı gerçekleşir. O yılın Mart ayında Takrîr-i Sükûn Kanunu çıkarılarak Doğu’da ve Ankara’da İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Şeyh Said ve 48 kişinin idamından sonra Mustafa Kemal ilk defa tekkelerin aleyhinde konuşur. 02 Eylül 1925 tarihinde tekke, zâviye ve türbelerin kapatılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararı çıkar. Karar 13 Aralık 1925 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanır.[458] 1925’te tarîkatlar kapandığı zaman Türkiye’de Kâdiriyye, Nakşibendiyye, Halvetiyye, Mevleviyye, Bektâşîlik, Bayrâmiyye, Celvetiyye, Sâdiyye ve Rifâiyye tarikatları birçok kollarıyla beraber faaliyettedir. Mustafa Kara tekkelerin seddinin ardından, farklı tarîkatlara mensup olan dervişlerin karar karşısında sergiledikleri tavrı şöyle özetlemektedir: Tekke mensupları içerisinde tekkeleri kapatmanın mümkün olmadığını söyleyenler olduğu gibi, tasavvufun bir vicdan işi olduğunu düşünerek bütün dünyanın derviş için bir tekke olduğunu ve dervişin taca, hırkaya ihtiyacı olmadığını düşünenler de vardır. Durumu Hakk’ın bir tecellîsi olarak görenler için, bu durum rızâ gösterilmesi gereken bir zuhûrattır. Bunun yanı sıra bir başka grup da tasavvufun bir gönül işi olduğunu, tekkelerin kapatılmasının insanın bu yönüne sed koyamacağını bu bakımdan milâdını dolduran tekkelerin ilgasının isabetli bir karar olduğu görüşündedir. Sûfîler arasında devrin tarîkat zamanı olmadığını telaffuz edenler olduğu gibi din ve mâneviyâtın aslî unsurlarından olmaması nedeniyle tekkelerin kapatılmasını mühim bir mesele olarak görmeyenler de mevcuttur.[459]

Ken’ân Rifâî’nin bu farklı yaklaşımlar içerisinde, nerede durduğunu tespit edebilmek için, tekkesinin kuruluşundan ilgili kanunun yürürlüğe girdiği zamana kadar tekke kurumu ve işleyişi hakkındaki tespitlerine bakmamız gerekir. Yukarıda da belirtildiği üzere Rifâî, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın açılışından önce bir seri hazırlıklar yapmış ve o esnada tekke âdap ve erkânının İstanbul’a has olan inceliklerini tetkik için civar semtlerde birçok tekke ve dergâhı ziyaret ederek mâlumat derlemiştir. Bu esnada, bir ilim ve irfan yuvası olması gereken tekkelerin bazı zaaflar içinde olduğunu tespit etmiştir. Rifâî, bu tür zaafları gidermek için irşad vazifesi sırasında her vesileyle, müridin dikkatini zâhirî unsurlardan derunî olana yöneltme çabası içindedir. “Tespihi öyle mi tutayım, böyle mi tutayım?” şeklindeki bir suale verdiği “ister yukarı tut, ister aşağı tut. Sen kendine bak, kendini doğru tut, bu kâfidir. Sırat tespihin mânâsı ile alâkadardır, şekli ile değil. Tespih demek, Allah’ı tenzih etmek, birlemek demektir, bunu yapabiliyor musun?”[460] şeklindeki cevabı bu anlayışın bir örneğidir. Ken’ân Rifâî’nin bu tür bir prensiple sürdürdüğü resmî şeyhlik görevi, tekke ve zâviyelerin ilgası ile ilgili kararın yürürlüğe konmasının 1925 senesi tamamlandığı günlerde sonlanır.

Ken’ân Rifâî tekke ve zâviyelerin ilgası ile ilgili kararın ardından, tekke faaliyetlerine son vererek vakfiyesini feshettirmiştir. Devletin konuyla ilgili hükmüne saygı duyduğu görülen Rifâî, her türlü sohbet, ders, Mesnevî takriri, zikir ve semâ âyinine bu tarihten sonra son vermiştir. Rifâî’nin sohbet ve ayin konusunda istekli olan müridlerine, açıkça yapılması men edilen şeyi gizli yapmaktan da sakındığını söylemiş ve bu husustaki tavrını ortaya koymuştur. Ken’ân Rifâî sonrasında aile içi sohbetler haricinde, geleneksel anlamda bir sohbet vermediği gibi seyr ü sülûk da yaptırmamıştır. Rifâî’nin bu hususta “ûlü’l-emre itâat” anlayışını benimsemiş olduğu, şu alıntıdan anlaşılabilir:

“1929 senesinde idi. Bir gün Doktor Server Hilmi Bey hiç de mûtadı olmadığı halde bir istiğrak havasına dalarak semâ etmeye başladı. Fakat Ken’ân Rifâî onu hemen eteğinden tutarak: “Olmaz Efendi, bu zamanda böyle şey olmaz. Mademki yasaktır denmiş, menedilmiştir, onun için olamaz. Biz ûlül’l-emrin sözüne ittibâ ederiz. Çünkü oradan söyleyenin Hak olduğunu biliriz! diyerek, üç kişiden ibaret bir odada dahi kânuna aykırı bir hareketi kabul etmemiş, devlet emrinin gıyabî bekçiliğini yapmıştır.”[461]

Tekkelerin kapatılmasından beş yıl sonraya ait nakledilen bir vakaya göre ise Ken’ân Rifâî Bâyezid Câmii’nde Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâki Baykara[462] (ö. 1935) ile karşılaşmış ve aralarında ayak üstü bir mükâleme geçmiştir. Dergâhların kapatılmasından dolayı mahzun bir halde olan Abdülbâkî Efendi, içinde bulunduğu keyfiyeti “bir zamanlar nây-i Mevlânâ ile demsâz idik/ Şimdi olduk mâşaallah bir düdük!” beyitiyle dile getirince, Rifâî’nin şu şekilde cevap verdiği nakledilir:

“Niçin düdük olalım? Neysek yine oyuz, erenler! Evvelce, zâhir tekkesinde demsâz idik; şimdi kalp tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş, böyle yapmış. Madem ki ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki. Şimdi ten tekke oldu; gönül de makam, yine kalpler cemâl nûriyle doldu. Mescid ü meyhânede/ Kabe’de, büthânede/ Hanede, viranede, çağırırım dost, dost.”[463]

Ken’ân Rifâî’nin yukarıdaki cevâbı araştırmacılar tarafından Rifâî’nin o dönemki yaklaşımını değerlendirmek amacıyla yorumlanmıştır.[464] Ken’ân Rifâî’nin tekkelerin kapatılmasıyla ilgili karar karşısında sükûtu ihtiyar etmesi devrin istibdat ortamının gerektirdiği bir durum muydu? Yoksa bu sükût, onun Hakk’ın iradesi karşısında teslimiyeti gerektiren sûfî yönünün bir ifâdesi miydi? Bu bağlamda, bu ve benzeri sorular tartışılmıştır. Bize göre Rifâî, hükûmetin ortaya koyduğu icraatin Hakk’ın iradesine bir âlet olduğu ve ûlü’l-emre itâatin gerekli olduğu kanaatindedir. Şeyhin o dönemdeki ifadelerinde de genel olarak ûlü’l-emre, yani devlet büyüklerinin emir ve işlerine itaat vurgusu hakimdir.

Demirci, Rifâî’nin söz ve uygulamalarıyla hükûmetin kararlarına uyum göstermiş olmasına rağmen, o günkü idarenin makbul bir adamı sayılmadığını ve dergâhların ilgasından vefatına kadar devamlı surette devlet görevlileri tarafından bir şekilde takip altında tutulduğunu kaydeder. Demirci bu takibin kimi zaman taciz derecesine ulaştığı düşüncesindedir.[465] Rifâî’nin tekke şeyhliği dönemini genel olarak değerlendirmek gerekirse, bu zaman diliminin Rifâî’nin mânevî yolculuğunu tamamlayarak toplum hizmetine döndüğü bir döneme tekabül ettiğini söyleyebiliriz. [466]

Halifeleri

Server Hilmi Bey

Server Hilmi Bey, 1285/1869 İstanbul doğumlu olup Maliye Mümeyyizi Hilmi Bey’in oğludur.[467] Galatasaray Sultânîsi’nden mezun olduktan sonra tıp fakültesine giden Server Hilmi Bey, mezuniyetinden sonra alanıyla ilgili çeşitli vazifelerde görev almıştır. Bu vazifelerden bazıları şunlardır: Mülkiye nin Müfredat-ı Tıb muavinliği,[468] Mukarrerât-ı Tıb muallim muavinliği,[469] Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahane muallim muavinliği[470] ile Müfredat muallimliği ve Mülkiye Müfredat-ı Tıp muallimliğidir[471]. “Server Hilmi Bey otuz beş sene matier medikal ve teşrif-fizyoloji profesörlüğü yapmış ve 9 sene de Eczacı Dişçi mektepleri müdürlüğünü sürdürmüştür.[472] Kayıtlardan anlaşıldığı üzere, Server Hilmi Bey’in eczacılık ve Diş hekimliği alanlarında önemli hizmetleri olmuştur.[473]

Server Hilmi Bey’in, Ken’ân Rifâî ile irtibatı Galatasaray Sultânîsi’nde başlamıştır. Mezuniyetlerinin ardından uzun süre görüşemeyen Server Bey ve Rifâî, otuz yaşları civarında İstanbul’da karşılaşmış ve bu tarihten sonra dostluklarına farklı bir şekilde devam etmişlerdir. Server Hilmi Bey Ken’ân Rifâî’nin hayattaki en yakın arkadaşıdır.[474] Server Hilmi Bey, o dönem Batı kaynaklı fikir akımlarına ilgiliyken

1897 yılı civarında Rifâî ile karşılaşmasından sonra, Ken’ân Rifâî’nin mânevî yönünden etkilenerek tasavvufa intisab etmiştir.

Numûne-i Terakkî’deki teşrîk-i mesâîlerinden kısa bir süre sonra Rifâî’nin Medine’ye tayini gerçekleştiği için Server Bey’in ilk mânevî eğitimi mektuplaşmalar vesilesiyle gerçekleşmiştir. Bahsi geçen mektuplar, husûsî meselelerin ötesine geçerek geleneksel anlamda tasavvufî risâlelere dönüşmüştür. Dolayısıyla bu yazışmalar, Rifâî’nin tasavvufî neşvesini tespit açısından kaynak değerine sahiptir.[475] Tezimiz kapsamında bu risâlelerden Nefsin Dereceleri konulu bir mektuba ulaşılmıştır. Söz konusu risâle, üçüncü bölümde Rifâî’nin nefis mertebeleri ile ilgili görüşleri kapsamında incelenecektir.[476]

Ken’ân Rifâî’nin “ağabeyim”, şeklinde hitab ettiği Server Hilmi Bey’in vefatından sonra söylediği “Server, insanlık timsali idi. Server, asrının güzidesi idi. Biz birbirimize öyle bağlanmışızdır ki, bunu ölüm bile çözemez” şeklindeki sözleri aralarındaki irtibatın mahiyetini ortaya koyan bir örnek olarak değerlendirilebilir.[477]

Hattat Aziz Efendi

Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden ve halifelerinden meşhur Hattat Aziz Efendi,[478] yazı tahsilini Nuruosmaniye’deki hat mektebinde tamamlamıştır. Hat sanatında birçok icâzete sahiptir ve kendine has usûlü sebebiyle diğer hattatlar arasında serîü’l-kalem nâmıyla şöhret bulmuştur.[479] İlk dönemde Abdülaziz Eyyûbi ve Aziz olarak imzaladığı eserlerini daha sonra Şeyh Mehmed Abdülaziz er-Rifâî şeklinde imzalamıştır.[480] Çok uzun yıllar memuriyet görevinde bulunmuş olan Aziz Efendi, 1896’da Meclis-i İdâre-i Emvâl-i Eytâm Kitâbeti’nde göreve başlamış ve görev yıllarının sonlarına doğru Mısır Meliki I. Fuad’ın resmî bir davetiyle Kur’ân-ı Kerîm yazmak üzere on yıl kalacağı Mısır’a çağrılmıştır.[481] Aziz Efendi, buradaki çalışmalarından ötürü Nilan-ı Mecîdi adı verilen dördüncü rütbeye yükseltilmiştir.[482] Aziz Efendi, Mısır’dan döndükten bir yıl sonra 16 Ağustos 1934’te İstanbul’da vefat etmiş ve Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilmiştir. Sanat çalışmaları dışında, kendi mânevî halkasında bulunan müridlerinin irşâdıyla meşgul olan Aziz Efendi’nin,[483] Ümmü Ken’ân Dergâhı içerisinde sekiz adet hattı yer alır.[484]

Ken’ân Rifâî ilk mürid ve halifelerinden olan Hattat Aziz Efendi’yi “Aziz’de Hz. Osman’ın hayâsı vardır” ifadesiyle tavsif eder[485] ve müridlerine örnek teşkil etmesi amacıyla sohbetlerinde Hattat Aziz Efendi’nin kemalinden bahseder.[486] Rifâî’nin Aziz Efendi ile ilgili aktarımlarında esas vurgu onun edebidir. İfadelerin bize sunduğu portreye göre Aziz Efendi, şeyhinin sohbetinde heyecandan elleri nemlenen, yüzünü sileceği vakit başını hırkasının içine sokan ve her halinden edep ve hayâ okunan bir zâttır. Bu hâle örnek olmak üzere Aziz Efendi’nin Ken’ân Rifâî ile gerçekleştirdiği tren yolculuğu sırasındaki hallerinden bahsedilir. Rifâî, bu yolculuğu anlatırken, hava sıcaklığı nedeniyle insanların ıslak yerlere uzandığını, ancak Aziz Efendi’nin edeb içerisinde mürşidinin bir ihtiyacı olur düşüncesiyle yol boyunca teyakkuz halinde bulunduğunu kaydeder.[487] Aziz Efendi tekke ve mürid-mürşid âdâbına son derece riayetkârdır. Aziz Efendi, Mısır’da vazifeli bulunduğu yıllarda zaman zaman İstanbul’a gelir ve Rifâî’nin sohbetine katılırdı.[488] Ken’ân Rifâî’nin ifadelerine dayanarak şeyh ile Hattat Aziz Efendi arasında hoş bir muhabbetin bulunduğunu ve araya giren mesafeye rağmen bu muhabbetin aralıksız devam ettiğini söylememiz mümkündür.[489]

Şeyh Cemal Efendi

Şeyh Cemal Efendi Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Nazlı Hanımla evlidir. Şeyh Cemal Efendi’nin çocukları Semiha Cemal Hanım (ö. 1936) ile Ziyâ Cemal Bey de ilerleyen yıllarda Rifâî’nin sohbet kalkasına katılmıştır.[490] Cemal Efendi ayrıca Rifâî’nin müridlerinden mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi’nin de dayısıdır. Cemal Bey’in resmî görevi nişan mümeyyizliğidir. Nişan mümeyyizi olarak Cemal Bey’in vazifesi, padişah tarafından verilen mücevher ve murassa nişanlarını devlet adına hazırlamaktır. Cemal Efendi bu vazifede bulunduğu dönemde Osmanlı Devlet hazinesini dürüst bir şekilde korumuş bir memur olarak tanınmıştır.[491] Rifâî hayatta iken vefat eden halîfelerinden biri olan Şeyh Cemal Efendi helal haram konusundaki hassasiyeti ile öne çıkan bir şahsiyettir.[492]

Şeyh Osman Hilmi Efendi

Şeyh Osman Efendi Ken’ân Rifâî’nin halifesidir. O da diğer halifeleri gibi, Rifâî hayatta iken vefat etmiştir.[493] Kökenine ve ailesine dair çok fazla bilgi bulunmayan Şeyh Osman Efendi, mizacında aşk ve vecd halleri hakim olan bir sûfîdir. 1318/1901 senesinde Miftâh-ı Müşkîlât-ı Ârifin adlı basılmamış eserinin mukaddimesinde Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî neşvesini şu ifadelerle dile getirir: [494]

“Bâis-i sebeb-i feyz ü necâtım ve şeyh-i mükerremim Esseyyid Abdülhalîm Ken’ân Velî’nin nazar-ı himmetiyle şu satırların tahrîrine muvaffak oldum. Azizim Efendim bana: ‘Osman, tevhidin hakikati sükûttur, yokluktur; yok ol, oğlum!’ buyururdu. İşte bu kitabın zübdesini de o ikide ihtisar ettik. Anlayana büşrâküm, ne saadet.” [495]

Ken’ân Rifâî’nin sohbet metinlerinden anlaşıldığı üzere Şeyh Osman Hilmi Efendi’nin Rifâî’nin sohbetine devam eden İsmail adlı bir oğlu vardır.[496] Osman Efendi tasavvufî birikimiyle selamlık sohbetlerinde öne çıkan mühim bir şahsiyettir. Şeyh, Rifâî’nin baş halifesi olmasının verdiği imtiyazla, soru ve cevaplarıyla sohbet meclisine önemli katkılarda bulunur.[497] Ken’ân Rifâî, kimi zaman sohbet konusu açması için “şeyhim buyursanıza” şeklinde bir girizgahla sözü bizzat Osman Efendi’ye verir. Ken’ân Rifâî’nin, Osman Efendi’ye teveccühü yalnızca sohbet meclisinden ibaret değildir, sırasında birkaç müridini yanına alarak Osman Efendi’nin ziyaretine de gider.[498] Şeyh Osman Efendi de şeyhine hürmetkârdır.[499] Osman Efendi, her konuda gayreti ve çalışmayı öne alan bir micazı ile öne çıkan bir şahsiyettir.[500]

Meclis-i Meşâyıh Arşivi’nde, Ken’ân Rifâî’nin Osman Efendi’ye verdiği Rifâî icâzetnâmesinin kaydı şu şekildedir: “Tarîkat-ı Âliyye-i Rifâiyye’den hırka-i saâdet civârında Ümmü Ken’ân Dergâh-ı Şerifi Postnişîni Reşadetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi tarafından Osman Hilmi Efendi’ye itâ olunan bin üç yüz yirmi dokuz tarihli icâzetnâme tasdik edilmiştir.”[501] Ken’ân Rifâî, Osman Efendi’ye 1911 tarihinde icazetnâme vermiştir. Rifâî’nin 1908 yılında tekkesini kurduğu hatırlandığında, Şeyh Osman Efendi’nin en fazla üç yıl içerisinde sülûkunu tamamlamış olduğunu söylememiz mümkündür.

.           2.9. Önde Gelen Müritleri/Talebeleri

Ken’ân Rifâî’nin halifeleri, kendisi hayatta iken ve çoğunlukla Cumhuriyet öncesinde vefat etmiş olduğu için, bu başlık altındaki isimlerin ekseriyeti, onun kadın müridleridir. Bahsedilen müridlerin bazıları Rifâî’nin halifelerinin aile mensupları bir kısmı da 1940’lı yılların sonuna doğru, tasavvufî anlamda görülen nisbi serbestiyet ortamında Rifâî’ye intisab eden kimselerdir. Ken’ân Rifâî özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yıllarında, dinî-tasavvufî mahiyette yayın ve faaliyet yapma yasağının olduğu dönemde, söz konusu geleneği muhafaza etmeleri amacıyla kabiliyetli gördüğü müridlerini ve muhiplerini tarihi-kültürel içerikli eserler yazmaları hususunda teşvik etmiştir. Rifâî’nin bu teşviki onun tasavvufa tekke dışında meşru bir mecra arayışı ile uyumludur. Bu tavır şeyhin tekkelerin ilgasından sonra söylediği, “tekkeler bir gün akademi olarak açılacaktır”,[502] meâlindeki sözleriyle de tutarlılık arzeder. Nitekim, Rifâî’nin eli kalem tutan müridlerinin etrafında belirginleşen kültürel hareketlilik, o dönemde tasavvuf geleneğinin muhafazası ve yeni nesillere aktarımı için meşru ve muteber bir kanal teşkil ettiği anlaşılır.

Semiha Cemal

Semiha Cemal, Ken’ân Rifâî’nin halifelerinden Şeyh Cemal Efendi ve yakın talebelerinden Nazlı Hanımefendi’nin kızı, Ziya Cemal Büyükaksoy’un da kız kardeşidir.[503] Kısa bir zaman İzmir Kız Lisesi felsefe ve ruhiyat hocalığında bulunduktan sonra, 1929-1935 seneleri arasında İstanbul Kız Muallim Mektebi’nde ruhiyât muallimliği yapmıştır.[504] 1 93 6’da genç yaşında vefat etmiştir. Kabri Merkez Efendi’de, Ken’ân Rifâî’nin türbesinin bulunduğu alandadır. Çok verimli bir hayat yaşayan Semiha Cemal birçok esere imza atmıştır. Epiktetos (ö. 150) ve Marcus Aurelius Antoninus[505] (ö.   180)’un birçok eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Hayat ve

Mihrap dergilerindeki yazıları Gül Demeti adlı kitabında bir araya getirilen Semiha Cemal’in Aşk Peygamberi, Aşk isimli iki romanı bulunmaktadır.

Semiha Cemal Hanım eserlerinde kaleme aldığı diyaloglarda, İslâm’ın tevhid inancına göndermeler yapar ve bir nevi bu kanal ile İslâm inanç ve ahlâkını muhafaza muhafazaya çalışır. Cemal’in Romanlarının ortaya çıktığı dönem, Cumhuriyet’in ilânı ve tekkelerin ilgasından sonraki döneme tekâbül eter. Dönemin hassasiyeti İslâm ve tasavvuf kültürü ile ilgili mevzuların- toplumun hemen birçok meselesi gibi- ancak roman ve diğer edebî formlar içerisinde ele alınmasına müsâde etmektedir.[506] Cemâl’in eserlerinde kullandığı retorikten dinî-tasavvufî içerikli müstakil eserler ortaya koyacak bir muktesebâta sâhip olduğu anlaşılır. Ancak Cemal dönemin hassasiyetiniz gözeterek tasavvuf geleneğine ait birçok unsuru konuyla ilgili müstakil eserler telif etmek yerine roman, hikâye ve deneme gibi formlar içerisinde aktarmayı tercih etmiştir.

Peki Semiha Cemal Hanım’ın bu faaliyetlerinin Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışı ve bu anlayışın yaygınlaştırılması ile ilişkisi nedir? Semiha Cemal Hanım pozitivizmin ve materyalizmin son derece hakim olduğu bir dönemde felseci kimliği ile, Stoacı felsefe okulunun temsilcileri ve öğretileri üzerinden maneviyata ilgi çeken eserler kaleme almıştır. Semiha Cemal ayrıca Mısır ve Antik Yunan filozof ve hükümdarları içerisinde tevhid inancına sahip olanlara işaret ederek, tarihin bu döneminde geçen spiritüel (tasavvufî) içerikli romanlar yazmıştır. Cemal’in romanlarında geçen tevhid ve mâneviyat odaklı diyaloglar, büyük ölçüde Rifâî’nin sohbet meclislerinde konuşulan dinî-tasavvufî mevzulardan ilham alınmıştır. Semiha Cemal Hanım ortaya koyduğu bu çalışmalarla mürşidinin tasavvuf anlayışını devrin gereklilikleri ile bir çatışmaya girmeden toplumla buluşturmaya çalışmıştır.

Sâmiha Ayverdi

Sâmiha Ayverdi, 25 Kasım 1905 günü İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma Meliha Hanım, babası Piyade Kaymakamı Yarbay İsmail Hakkı Bey’dir. Hayatını kendi hususi çalışmalarına ve okumaya vakfetmiştir.[507] Sivil toplum hususunda öncü bir şahsiyet olan Ayverdi, Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin kurucusu, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı kurucu üyesi, İstanbul Fetih Cemiyeti ile İstanbul ve Yahya Kemal Enstitüleri’nin üyesi olup,[508] hizmetlerinden dolayı pek çok dernek ve vakıf tarafından ödüle lâyık görülmüştür.[509] Sâmiha Ayverdi ile ilgili yapılmış birçok akademik çalışma bulunmaktadır. Eserlerinde bizzat yaşadıklarından ve çevresinden büyük ilham almıştır. Selim İleri, Ayverdi’nin daha çok muhafazakâr çevreler tarafından ilgi gördüğünü söyler ve “20. yüzyılın sayılı İstanbul yazarlarından biridir” ifadesine yer verir.[510]

Samiha Ayverdi Ken’ân Rifâî’nin ilk gençlik çağlarından itibaren Rifâî’nin sohbetlerine devam etmiş ve bu sohbetlerin büyük bir kısmını not etmiştir. Şeyhin vefatından sonra Sohbetler adı ile neşredilen eser sayesinde Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışını araştırmaya imkan veren bir kaynak eser ortaya çıkmıştır. Sâmiha Ayverdi tekkelerin ilgasından sonraki dönemde Ken’ân Rifâî henüz hayatta iken tasavvufî içerikli romanlar neşretmiştir. Böylelikle Türk kültür ve inanç dünyasından büyük ölçüde çekilmekte olan tasavvufî düşüncenin canlı kalması ve muhafazası yolunda dönemin şartları içinde meşru bir kanal açmıştır. Ayverdi Ken’ân Rifâî’nin vefatının ardından (ö. 1950) Türk tarihi ve kültürü üzerine araştırma türünde eserler vermeye devam etmiştir. Ayverdi’nin tasavvuf düşüncesini doğrudan dinî-tasavvufî yazın ile değil fakat Türk-İslam kültürüne ait yazın vasıtasıyla aktarmak yolunu tercih ettiği anlaşılmaktadır. Türk-İslâm sentezine ve “kökü mâzide olan âti” anlayışına vurgu yapan Ayverdi, Cumhuriyet Türkiyesi’nin muhafazakar kalemleri arasında kabul edilmiştir.[511]

Ayverdi, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık adlı eserin kendisine ait bölümünü tamamlarken, mürşidi hakkındaki nihâî hükmünü de kaydetmiştir: “Ken’ân Rifâî, belki de Hazret-i Peygamber’in, her yüz senede bir, insanlar arasından çıkacağını müjdelediği bu asrın İslâmiyet’te en büyük inkılâpçı insanıdır.”[512] Sâmiha Ayverdi’nin telif faaliyetlerine istinaden Ken’ân Rifâî’nin dile getirdiği şu ifadeler kayda değerdir: “Hey Koca Sâmiha! Kitaplarınla dergâhımı yeniden açtın.”[513] Ken’ân Rifâî bu ifadeleriyle Ayverdi’nin kendi tasavvuf anlayışını eserleri ve uygulamalarıyla devam ettirecek nitelikte bir şahsiyet olduğu dile getirir.

Üç Şeyhülislâm: Haydârizâde İbrahim Efendi, Dürrîzâde Abdullah Efendi ve Şeyhülislâm Nesimi Efendi(?)

Ken’ân Rifâî’nin sohbet halkasında Osmanlı Devleti’nin yüksek rütbeli memurlarından şeyhülislâmlar da vardır.[514] Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde şeyhülislamlık yapmış üç zât Rifâî’ye intisab etmiştir: Haydârîzade İbrâhim Efendi (ö. 1933), Dürrîzâde Abdullah Efendi (ö. 1921) ve Şeyhülislâm Nesimi Efendi (?).[515] Bu isimlerden Haydârizâde İbrahim Efendi, Rifâî’ye intisâb ettiği zaman şeyhülislamın çevresindekiler bu duruma itiraz etmiştir. Esad Efendi gibi ced-be-ced yani aileden şeyh olan bir kimseye intisap edeceği yerde Ken’ân Rifâî gibi sivil bir şeyhe gösterilen bu teveccühün sebebi sorulduğunda Haydârizâde’nin şu şekilde cevap verdiği kaydedilir:

“Evet, mevkiim dolayısıyla bütün şeyhler gelip ubûdiyet arz ederler. Ben ise Hazret-i Ken’ân’a ubûdiyet arz eylemeye gidiyorum. Çünkü birçok şeyhlerin bilgisi ve ilmi bende de var. Esat Efendi’deki kal ilmi bende de var. Fakat beni teshir eden zâttaki hâl ilmi ne Esat Efendi’de var ne de bende var. Beni onun rûhâniyeti cezbetti. O da ayrı bir mesele.”[516]

Haydârizâde İbrahim Efendi, Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Sadrazam Damad Mehmed Ferid Paşa, Sadrazam Ali Rıza Paşa ve Sadrazam Sâlih Hulûsi Paşa kabineleri döneminde şeyhülislâmlık vazifesinde bulunmuştur.[517] Tevfîk Paşa kabinesi yeniden kurulduğunda, önceki vazifelerine binâen şeyhülislâmlık vazifesi tekrar kendisine verilmiş, Haydârizâde bu dönemde oldukça etkin olmuştur.[518] Şeyhülislâm Haydârizâde İbrahim Efendi’nin Osmanlı son dönem kabineleri üzerindeki etkisi, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın (ö. 1957) Son Sadrazamlar adlı eserindeki kayıtlarından takip edilebilir.[519] İnal, bu çalışmasında Sultan Vahdettin’in sadrıâzamın uygulamaları ve memleketin genel ahvâli hakkında Şeyhülislâm Haydârizâde İbrahim Efendi ile istişare ettiğini kaydeder. Bu iştişâre sırasında, Haydarîzâde İbrahim Efendi’nin Sultan Vahdetttin’e söylediği “vahdet-i vücûd gibi vahdet-i cünûd olmuş. Buradaki askerle Anadolu’daki asker birleşmişler. Eski sadrıâzamlar, padişah uğruna kendilerini fidâ ederlerdi. Efendimiz, sadrıâzam uğruna nefsi şahânenizi feda ediyorsunuz”[520] şeklindeki cevap onun tasavvufî birikiminden izler taşır. Ken’ân Rifâî’nin, Şeyhülislam Haydârizâde İbrahim Efendi’nin kendisine gösterdiği teveccühü takdir ettiği ve vefatından sonra onu rahmet ve hürmetle yadettiği kaydedilir.[521]

Ken’ân Rifâî’nin sohbet meclisine devam eden bir başka şeyhülislâm, Dürrîzade Abdullah Efendi’dir. Altı kuşak boyunca şeyhülislâmlık yapmış, Dürrîzâde ailesine mensup olan Abdullah Efendi, son dönem kabinelerinden Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa ve Sadrazam Damad Mehmed Ferid Paşa kabineleri döneminde görev yapmıştır. Rumeli Kazaskeri Dürrîzâde Mehmed Efendi’nin oğludur.[522] İbnülemin Mahmud Kemal İnal’in Son Sadrazamlar adlı eserinden Şeyhülislâm Dürrîzade Abdullah Efendi’nin bu dönemdeki uygulamaları ve ifadeleri hakkında bilgi edinmek mümkündür.[523]

Meşkûre Sargut

Meşkûre Sargut 6 Mart 1925 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Annesi Çerkez kökenli Şâdiye Hanım ve babası Bulgaristan göçmeni Remzi Tınay Bey’dir. İlk öğretimine Fatih’teki mahalle mektebinde başlayan Sargut, daha sonra İstanbul Kız Lisesi’nde eğitimine devam etmiş ve sonrasında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimine başlamış ve Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden olan doktor Ömer Faruk Sargut ile evlenmiştir.[524]

Annesi ve babasının Ken’ân Rifâî’ye bağlılığı dolayısıyla düzenli olarak Rifâî’nin konağında bulunmuş olan Sargut, 1939-1944 yılları arasında Rifâî’den Mesnevî dersleri almıştır. Aynı zamanda yazar olan Sargut’un ilk eseri Duygulu Gönüllere Hitap arzusu üzerine 1950’de Rifâî’nin arzusu üzerine neşredilmiştir. 1952­1953 yıllarında Islâm’ın Nuru adlı dergide “Tasavvuf Deryasından Bir Katre” başlıklı köşede makaleleri yayımlanmıştır. Daha sonra bu makaleleri Mevlânâ Diyor Ki adlı eserinde toplanmıştır. 1958 yılında Konya Azim Yayınları’ndan Hak ve Halk Yolunda Mevlânâ isimli eseri yayımlanmıştır. Ârifler Bahçesi’nden adlı eseri 1993’te Seyran Yayınları’ndan çıkmıştır.[525] Sargut’un Gönülden Gönüle adlı bir eseri de mevcuttur.[526] Bununla birlikte halihazırda neşredilmeyi bekleyen iki eseri daha vardır. Sargut 9 Şubat 2013’te vefat etmiştir. Kitapları ve sohbetleri ile Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf düşüncesini sonraki nesillere aktarmaya çalışan Sargut, bilhassa tasavvuf kültürünün Türk kadınları arasında canlılığını korumasına hizmet eden bir şahsiyet olarak öne çıkar.

Ken’ân Rifâî’nin Meşkûre Sargut ile ilgili olarak kaydettiği: “elimde gergef seni işliyorum. Sen demirbaşsın, sen benim kalbimin kandilisin Meşkûre”[527] şeklindeki sözleri onun Meşkûre Sargut’u kendi tasavvuf anlayışının devamında etkili olacak bir şahsiyet olarak gördüğü şeklinde yorumlanabilir.

Safiye Erol

Safiye Erol, 2 Ocak 1902’de Uzunköprü’de dünyaya gelmiştir. İlk gençlik yıllarında Almanya’ya gitmiş ve öğrenimini orada sürdürerek felsefe alanında doktora yapmıştır. Doktora sonrası 1926 yılında memlekete dönen Erol, tasavvuf ağırlıklı yazılar ve romanlar yazmıştır. Yazılarından bazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. Eserlerinden öne çıkanları, Kadıköyü’nün Romanı (1939), Ülker Fırtınası (1944) ve Ciğerdelen (1947)[528]dir.[529] Bunların yanı sıra, 1941’de Selma Lagerlöf’ün Portugaliya Imparatoriçesi’ni ve 1945’te La Motte-Fouque’un Su Kızı"nı Türkçeye kazandırmıştır. Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabının felsefî bölümü onun tarafından yazılmıştır. Eserde Erol, hocasıyla 1948 yılında karşılaşmış olduğundan bahsetmektedir.[530] Son romanı Dineyri Papazı 1951’de Son Havadis Gazetesi’nde yayınlanmış ve 1962’de Hz. Peygamber’in hayatının bölümlerini anlattığı Çölde Biten Rahmet Ağacı isimli eseri basılmıştır. safiye Erol 1 Ekim 1964’te İstanbul’da vefat etmiştir.

Safiye Erol mürşidi Rifâî’nin vefatının ardından yazılan Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık eserinde hocasını anlattığı bir bölüm kaleme alır. Safiye Erol ile Ken’ân Rifâî’nin irtibatını inceleyebilmek için Erol’un kaleme aldığı bu bölümü burada değerlendirmemiz faydalı olacaktır. Erol’a göre bir mürşid eserleri ve müridleri ile değerlendirilmelidir. Öncelikle mümin kimsenin Bakara Sûresi’ndeki tasvirini veren Erol mümini tarif ederken ahenkli ve ölçülü bir insan portresi çizer.[531] Mürşid ise, bireye iç ahengini kazandıran ve sonrasında onu toplum adına topluma kazandıran kişidir. Mürşid, kendi adına bir beklenti içinde değildir. Bir başka deyişle, mürşid ve tarîkat samimi müminleri zühd sınırında bırakmayarak onları aşk ve iştiyaka sevkeder. Mürşid insanı nötralize ederek, onu çok istemek ve hiç istememek gibi iki temel zaafdan kurtarır. Bu büyük zaaflardan kurtulan insan, böylece gücünü ve iradesini ölçülü kullandığı, kendisiyle ve çevresiyle ahenk içinde bulunduğu bir hayat yaşar. Erol, mürşid terbiyesi ile insanın ulaştığı bu denge haline “Hak tevâzünü” adı verir.[532] Erol bu bölümde mürşid-mürid ilişkisini anlatırken yalnızca teorik bilgilerden değil ayrıca kendi müritlik tecrübesinden de ilham almıştır.

Erol kaleme aldığı eserler ile Türk diline, tasavvuf kültürünün muhafazasına ve bu kültürün roman türü aktarımına katkıda bulunmuştur. Nitekim Safiye Erol’un Ken’ân Rifâî ile tanışmasından sonra yazarlık kabiliyetini geliştirerek Türk-İslâm kültürünü tanıtacak çeşitli eserler ortaya koyduğu yani kendi bireysel meselelerini bir kenara bırakarak toplum hizmetine yöneldiğini söylememiz mümkündür.

Kâzım Büyükaksoy

Ken’ân Rifâî’nin oğlu olan Kâzım Büyükaksoy 1902 yılında Medine’de dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma Mâhire Hanım’dır. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun olmuştur. Bir süre bankacılık yaptıktan sonra Fatih Millet Kütüphanesi müdür yardımcılığından emekliye ayrılmıştır. Kâzım Büyükaksoy, anı ve biyografi yazarlığı ve mevlidhanlığıyla ünlüdür. Kâzım Büyükaksoy etkileyici sesiyle İstanbul’un tanınmış mevlidhanlarından biri olmuştur. Büyükaksoy’un, babası Rifâî’nin bestelenmiş eserlerinin orjinaline sadık kalınarak notaya geçirilmesi konusunda hassasiyet gösterdiği ve eserleri bizzat kontrol ettiği kaydedilir.[533]

Hak Yolunun Önderleri[534] ve Ken’ân Rifâî’nin sohbetlerinden derlenen Mesnevî Hatıraları53 adlı iki eseri vardır. Onun yukarıda adı geçen iki eseribs55sw2a<<c

Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî yönü hakkında önemli iki kaynak eserdir. Kâzım Büyükaksoy her seviyeden insana hitap edebilen sâfiyet sahibi bir şahsiyet olarak tarif edilir.[535] [536] Kâzım Bey rind-meşrep birbirine zıt özellikleri şahsiyetinde birleştirmiş bir Allah sevgilisi olarak tavsif edilir.[537]                                    1 993 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.

Büyükaksoy Ümmü Ken’ân Dergâh’ında tatbik edilen Rifâî zikrinin mûsikî ve icra da dahil olmak üzere sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol üstlenmiştir.[538]

Ken’ân Rifâî’nin Çevresi

Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki şahsiyetler târihî sırayla incelendiğinde öncelikle farklı vilâyetlerde aldığı maârif görevleri sırasındaki isimleri hatırlamamız gerekir. Adana Maârif müdürlüğü sırasında (Haziran 1890 - Mart 1891) Adana vâlisi Şakir Paşa ve Tarsus mutasarrıfı Mustafa Neşet Paşa ile irtibatlıdır. Manastır Maârif müdürlüğü sırasında bölge kumandanı Fazlı Paşa, Kosova Maârif müdürlüğü zamanında ise vâli Hacı Hasan Bey ile kumandan Müşir Edhem Paşa birlikte çalıştığı ve yakınlık kurduğu isimler arasındadır. Trabzon vâlisi Kadri Bey ve Medine Şeyhü’l-Haremi Osman Paşa yine Ken’ân Rifâî’nin mesâi ve gönül birliği içinde bulunduğu şahsiyetlerdir.

Rifâî’nin Medine yılları orada geliştirdiği dostluklar bakımından oldukça verimlidir. Medine’de gerçekleşen akşam ile yatsı arasındaki bu toplantılarda Rifâî ile tanışan önemli isimlerin birçoğu İstanbul’a döndüklerinde Ken’ân Rifâî’yi ve tekkesini ziyaret ederek onunla irtibatlarını devam ettirmişlerdir. Bu isimlerden biri Şeyh Şâmil’in en küçük oğlu olan Kâmil Paşa’dır. Kâmil Paşa oğlu Said Şâmil[539] ile birlikte Hicaz’dan İstanbul’a döndüğünde (1908) Rifâî’nin tekkesi de kurulma aşamasındadır. Tasvîr-i Efkâr gazetesindeki haberden anlaşıldığı üzere baba-oğul devlet erkanı ile irtibat halindedir.[540] Daha sonra uzun yıllar Dersaâdet’te bulunduğu anlaşılan Kâmil Paşa, buradaki ikameti sırasında Ken’ân Rifâî’nin tekkesine ve sohbet meclislerine devam etmiştir.[541]

Devrin tanınmış mûsikî üstadlarından İzzettin Hümâyi Elçioğlu’da (ö. 1950) Rifâî’nin müntesipleri arasındadır. Fatih Bülbülcüzâde Tekkesi şeyhi Ahmed Şemseddin’in oğlu İzzettin Hümâyi Elçioğlu ilk mûsikî bilgilerini babasından almış, Eğrikapılı Mehmed Efendi’den ilâhî, bahriye imamlarından Hafız Mehmed Efendi’den Mevlevî âyinleri meşketmiş ve bazı hocalardan da Batı mûsikîsi öğrenmiştir. Doğal bir ses güzelliğine sahip olan ve mevlidhanlığı ile de tanınan Elçioğlu, iyi bir ud ve tanbur icracısıdır. Uzun yıllar Ümmü Ken’ân Dergâhı zâkirbaşısı iken hocalık imtihanlarına girerek öğretmenlik formasyonunu da tamamlamıştır. Uzun yıllar Üsküdar, Kabataş, Davutpaşa ve Gelenbevi liseleriyle diğer bazı orta öğretim kurumlarında çalıştıktan sonra Onaltıncı İlk Mektep mûsikî muallimi iken emekliye ayrılmıştır.[542] Zamanın tanınmış mûsikîşinas ve bestekârları arasında yer alan Elçioğlu, Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki zâkirbaşılığının yanı sıra Rifâî’nin Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı eserindeki birçok şiirin de bestekârıdır.

Ken’ân Rifâî’nin tekkesine devam eden isimlerden biri de, Prof. Dr. Sadettin Ökten’in babası Celâlettin Ökten’dir (ö. 1961). Dinî ilimler alanında isim yapmış bir aileye mensup olan Ökten İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde görev yapmış değerli bir ilim adamıdır ve bu çevrede daha çok Celâl Hoca olarak tanınır. Celâl Ökten, Dârülfünûn’da okuduğu dönemde Babanzâde Ahmed, İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1946) ve Mehmet Âkif Ersoy (ö. 1936) gibi mühim hocaların sevgi ve ilgisine nail olmuştur.[543] Yukarıda geçen isimler, muhit ve ilgi alanları itibariye Rifâî’nin de irtibatlı olduğu kimselerdir. Ökten’in Ken’ân Rifâî ile bu bağlantılar vasıtasıyla tanışmış olması muhtemeldir. Celâlettin Ökten, Kurtuluş savaşı yıllarında (1918-1922) o sıkıntılı günlerin acısını dindirmek için Cuma günleri Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki âyinleri takip etmeye başlamış ve âyin sonrasında Rifâî’nin konağında gerçekleşen ilmî ve tasavvufî sohbetlerin de bir parçası olmuştur. Celâl Hoca’nın Rifâî yoluna girdikten bir süre sonra cezbeye dayanamayıp “alın bu hali benden... kitaplarım iki parmak toz tuttu, okuyamaz oldum!” diyerek ilim yolunu tercih ettiği nakledilmektedir.[544] Rivâyete göre Ken’ân Rifâî, Celâl Ökten’in ruh halinde gözlemlediği değişim nedeniyle, ondan kitapları ile dergâh arasında bir seçim yapmasını isteyince, Ökten kitaplarını seçmiştir. Ancak Rifâî’nin Celâl Hoca’ya Fransızca öğrettiği ve Celâl Hoca’nın da Rifâî’nin oğlu Kâzım Büyükaksoy’a Arapça dersi verdiği ve bu suretle aralarındaki irtibatın devam ettiği aktarılan bilgiler arasındadır.[545]

Mevlevî şeyhlerinden yukarıda bahsettiğimiz Kazasker Molla adlı zât, Rifâî’nin dergâhına devam eden isimlerdendir. Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî takrirlerine katıldıktan sonra orada dinlediği şerhten etkilenerek Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki şeyhlere durumu iletmiştir. Kazasker Molla, elli senedir Mesnevî ile iştigal ettiği halde Rifâî’den dinlediği şerhin benzerini görmediğini, Mesnevfyi Ken’ân Rifâî’den dinlemek gerektiğini ifade etmiştir.[546]

Bursa Halvetî Dergâhı son postnişini Mehmet Şemseddin Ulusoy (ö. 1936) da Ken’ân Rifâî’nin muhabbet halkasındadır. Mehmet Şemseddin Mısrî’nin aktarımlarından anlaşıldığı üzere Mısrî ve çevresi Rifâî ile irtibat halindedir. Rifâî Bursa’ya gittiği zaman Şemseddin Mısrî’yi ziyaret ettiği gibi, Mısrî de İstanbul’a geldiğinde Ümmü Ken’ân Dergâhı’na gelerek Rifâî’yi ziyaret eder. Mehmet Şemseddin Mısrî, Niyâzî-i Mısrî’nin (ö. 1105/1694) halifelerinden olan Mehmed Sahfî Efendi’nin oğludur. Şemsi 1893’ten tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar Niyâzî-i Mısrî Âsitânesi’nin postnişînliğini yapmıştır. Cumhuriyet sonrasında resmi görevleri vasıtasıyla Bursa’da tasavvuf kültürünü canlı tutmak için çalışmalarda bulunan Şemseddin Mısrî, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yetişmiş bir mutavvıf şâir ve kültür tarihçisidir.[547] Mısrî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’nı ziyaretinden sonra kaleme aldığı yazıdan Rifâî’nin tekkesi ve orada gördüğü usûlden etkilendiği anlaşılır.[548]

Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki mühim isimlerden bir diğeri de, Anatomi Profesörü Nurettin Ali Berkol’dur.[549] Türk hekim, siyaset adamı ve eski Dârülfünun emîni olan Nurettin Berkol, TBMM II. Reisi olarak da görev yapmıştır. Nurettin Berkol’un görevleri dolayısıyla sürekli olarak Ken’ân Rifâî’nin yanında bulunamadığı, ancak her vesileyle Rifâî ile irtibat kurarak ona olan bağlılığını ortaya koyduğu aktarılır. Bu cümleden olmak üzere, Nurettin Berkol’un her seyahat öncesinde, mutlaka Rifâî’yi telefonla arayarak ondan izin aldığı da rivâyet edilmiştir.[550] Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki önemli isimlerden biri de Profesör Nihat Reşad Berger’dir (ö. 1961) Reşat Berger, Ken’ân Rifâî’nin hastalığı döneminde onu tedavi etmek için gelen doktorlar arasındadır. Berger’in, “biz onu iyileştirmeye geliyoruz, hakikatte o bizi tedavi ediyor”, sözlerinden anlaşıldığı üzere ikili arasında kısa zaman içerisinde samimi bir irtibat kurulmuştur.[551] Rifâî’nin sürekli hekimleri arasında olan diğer bir doktor da Prof. Dr. Süheyl Ünver’dir. Hastalığı döneminde Rifâî ile irtibat kuran ve onun mânevî cephesinden etkilenen Ünver’e göre Kenân Rifâî, tesiri kendisinden sonra devam edecek şahsiyetlerdendir.[552] Bu isimlerin yanı sıra üniversite yüksek Matematik Profesörü Nadir Bey de Rifâî’nin çevresindeki şahsiyetler arasındadır.[553]

Rifâî’nin sohbet halkası içerisinde Ubeydullah Efendi adlı bir zâtın da bulunduğu kaydedilir. Ayverdi, Ubeydullah Efendi’nin medrese tahsili olmakla birlikte Doğu ve Batı kültür mirasına da hakim bir kimse olduğunu belirtir. Bu ifâdelere istinaden adı geçen kişinin Osmanlı son döneminde öne çıkan isimlerden Muhammed Ubeydulah Efendi olduğu söylenebilir.[554] Nitekim, Muhammed Ubeydullah Efendi hakkında yazan araştırmacılar onun Osmanlı son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk döneminde etkin ve bu nedenle Doğu-Batı düşüncesine hakim bir ilim adamı olduğuna vurgu yapar. Ubeydullah Efendi laiklik, din ve Kur’ân’ın anlaşılması ile ilgili tartışmalardaki ilmi yaklaşımları ile öne çıkmıştır.[555]

Ken’ân Rifâî’nin halkasında bulunan farklı şahsiyetlere örnek olarak Keldânî[556] Patrik Vekîli Monsenyör Abid Efendi kaydedilebilir.[557] Monsenyör Âbid Efendi’nin, Rifâî’nin bir sohbetini dinledikten sonra Müslüman olduğu ve sonrasında vefatına kadar Rifâî’nin meclisine devam ettiği nakledilir.[558] Evvelce Mısır Keldânî Patrik Vekili olduğu söylenen Abid Efendi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Mısır’da Patrik Vekili Butros Abid Efendi” ifadeleriyle kayıtlıdır.[559] 1917 Yılında bir meselenin halli için Harbiye Nezâreti’nde bulunduğu sırada kalp krizi geçirerek hastalanan Abid Efendi’nin Yûsuf Sûresi’ni okuyarak vefat ettiği rivayet edilir. Abid Efendi’nin şeyhine olan hürmetini gösteren hatıralar içerisinde, onun otuz yıl üzerinde namaz kıldığı seccadeyi Rifâî’nin tekkedeki makamına kendi elleriyle sermesi ile ilgili aktarım en dikkat çekici olanıdır.[560]

Yûsuf Ken’ân Turak’ın anlatımından Rifâî’nin son dönem Osmanlı ulemasından, Elmalılı Hamdi Yazır ve Bâbânzâde Nâzım ile sohbet ettikleri anlaşılır.[561] Rifâî ile irtibatları oldukça öncelere dayanan Eski Vakıflar Müfettişi Yûsuf Kenan Turak’ın, anlatımına göre Turak, Fatih civarında makam aracıyla seyrederken, yolda Ken’ân Rifâî’ye tesadüf eder ve onu istediği yere götürmek üzere aracına davet eder. Rifâî, biraz nevale alacağını, sonrasında eve geçeceğini söyleyerek teklifi kabul eder. Ken’ân Rifâî eve dönüş yolu üzerinde müsaade alarak bir yere uğramak istediğini söyleyince, Turak’da ona eşlik eder. Ken’ân Rifâî, Elmalılı Hamdi Yazır’ın evine uğramıştır ve mecliste Bâbânzâde Ahmed Nâim de vardır. Mollalık âleyhine bazı yorumlar yapıldığı esnâda sohbete katılan Rifâî, “ne varsa mollalıkta vardır. Her şey mollalıkla başlar, mollalıkla hitam bulur”[562] şeklinde bir yorumla konuya dahil olur. Babanzâde, Rifâî’nin bu ifadesini “efendim bu irşadınızı bendeniz şöyle tevil ederim... Mollalık olmazsa ilim olmaz, ilimsiz de mütekâmil insan olmaz” şeklinde yorumlar. Turak, sonrasında Elmalılı, Bâbânzâde ve Rifâî arasında bir saat kadar vahdet-i vücûd üzerine söyleşi gerçekleştiğini kaydeder. Turak, dönüş yolunda Şeyh Rifâî’nin semtin kabadayılarından bir kaç genci önüne katarak iftar için konağa buyur ettiğini de ilave eder. Rifâî, Elmalılı ve Babanzâde’nin yakınlığı hakkında bilgi vermesi bakımından Kenan Turak’ın bu üç ismin diyaloglarına dair aktarımı önemli olduğu gibi şeyhin dönemin ilim ve fikir çevreleriyle irtibatından bir kesit sunması bakımından da dikkate değerdir.

Maârif Müdürü Esat Sagay (ö. 1938) da Rifâî’nin çevresindendir. Aktarımlardan anlaşıldığına göre Ken’ân Rifâî’nin halifelerinden Server Hilmi Bey’in yeğeni olan Esat Sagay Rifâî ile yakın temas halindedir:

“Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Hocam’ diye hitap ettiği Esat Sagay, Cumhuriyet döneminin en önemli Milli Eğitim Bakanlarındandır. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde, asker, siyâsetçi ve eğitimci olarak çalışmış, Cumhuriyet’in son döneminde de siyasetçi ve eğitimci kimliğini sürdürmüştür. Sagay dönemin Milli Eğitim Bakanı olarak Cumhuriyet’in eğitim politikasına damgasını vurmuştur.”[563]

Esat Sagay Maârif müdürü olarak çalıştığı dönemde sık sık konağı ziyaret eder. İfadelerden anlaşıldığı üzere Sagay, Rifâî ve konak çevresiyle düzenli olarak görüşür. Esat Sagay ölüm döşeğinde iken Rifâî’nin damadı Ziya Cemal Büyükaksoy’a, Ken’ân Rifâî’yi kastederek “efendinin kıymetini bil. Öpülecek el onun elidir. Hayat o. Fakat ben bunu bilinceye kadar neler çektim!”,[564] şeklinde sözler sarfettiği kaydedilir. Esat Sagay’ın bu sözleri Ken’ân Rifâî ile kurduğu yakınlıktan daha fazla istifade edememesinin onda uyandırdığı infialin bir işareti olarak kabul edilebilir. Ken’ân Rifâî’nin, Esat Sagay’ın yurt dışında doktora tahsili yapan oğlu Reşat Sagay ile yakından ilgilenmiş olduğu anlaşılmaktadır.[565]

Burada Ken’ân Rifâî’nin yakın halkasında bulunan iki ismi de kaydetmek gerekir. Sâmiha Ayverdi’nin abisi Ekrem Hakkı Ayverdi (ö. 1984) ve onun eşi İlhan Ayverdi. 1899 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Ekrem Hakkı Ayverdi, Türk mimar- mühendis ve mimarlık tarihi araştırmacısıdır. Ekrem Hakkı Ayverdi, ailevi münasebetler vasıtasıyla Ken’ân Rifâî ile temas halinde olmuştur. Rifâî’nin modern dönemde geleneği muhafaza etme anlayışına katıldığı görülen Ayverdi, bu yaklaşımı mimari alanındaki çalışmaları ile ortaya koymuştur. Ayverdi’nin en kayda değer cephesi Türk mimarlık tarihi üzerine yaptığı ve özellikle Osmanlı devri Türk mimarisinin önemini ortaya koyduğu çalışmalarıdır. Fâtih Devri Mimarisi ve îlk 250 Senenin Osmanlı Mimârîsi isimli kaynak niteliğindeki eserleri bu çalışmalarına örnek olarak gösterilebilir.[566] Eşi İlhan Ayverdi ise 1949 yılında Ken’ân Rifâî ile tanışmıştır.[567]

Yukarıdaki şahsiyetler genel olarak değerlendirildiğinde, Ken’ân Rifâî’nin etrafındaki kimselerin çalışkan, eğitimli, idrak ve zevk sahibi kimseler olduğu görülür. Bunun yanı sıra Rifâî’nin irtibatlı olduğu zâtların birçoğunun mûsikî yönü de kuvvetlidir. Rifâî’nin devlet erkanı, ilim ve sanat insanıyla kurduğu yakınlığın temelinde, maneviyatın yanında Osmanlı birliğinin muhafazası, devletin eğitim, kültür ve teknik anlamda ilerlemesini temin etmek gibi hamasî endişeler de mevcuttur. Rifâî’nin memuriyet yıllarına yakından bakarken onun çalıştığı hemen her şehirde, şahsiyeti ve uygulamalarıyla bir tür cazibe odağı haline geldiğini ifade etmiştik. Burada konuya daha geniş bir açıdan bakıldığında Rifâî’nin otuz yılı bulan aktif meslek hayatı süresince çalışmalarını daha verimli hale getirmeyi temin edecek şekilde kendisine meşrep olarak yakın gördüğü kimselerle irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz.

Ken’ân Rifâî’nin çevresinin çoğunlukla İstanbul’un eğitimli ve seçkin zümresinden oluştuğu kanaati hakim olsa da tezimiz kapsamında ortaya çıkan tablo bundan biraz farklıdır. Rifâî’nin İmparatorluk coğrafyasının farklı vilâyetlerinde görev yapmış olması onun birçok şehirde farklı çevrelerle irtibat kurmasına imkan vermiştir. Rifâî çalıştığı bölgelerdeki müslim ve gayrimüslim unsurlarla bireysel anlamda olumlu ilişkiler geliştirmiştir. Rifâî’nin o dönemde kurduğu dostluk ve bağlantılar onun tekke şeyhliği döneminde de devam etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin tekkesi ve çevresi bu nedenle yalnızca İstanbul ya da “Dersaâdetin” seçkin zümresi ile sınırlı değildir. Yukarıdaki isimlere bakılarak Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın farklı kesimlerinden gelen kimselere ev sahipliği yaptığı söylenebilir. Bu anlamda tekkenin bir nevi ilim ve kültür merkezi olarak işlev gördüğü anlaşılmaktadır.

Takipçileri

Ken’ân Rifâî’nin sohbetinde bulunarak ondan aldığı birikimi çeşitli kanallarla topluma kazandırmak gayretinde olan gruplar onun takipçileri olarak kabul edilebilir. Bu başlık altında târihî sırayla bu gruplardan ve yaptıkları çalışmalardan kısaca bahsedilecektir. Ken’ân Rifâî’nin takipçilerinin öne çıkan özellikleri ve yaşantısı hakkında antropolojik bir çalışma[568] yapılmış olup bizim bu başlık altında çalışacağımız konu Rifâî’den sonra yolunu devam ettirenlerin yaptığı faaliyetleri şeyhin anlayışınına katkıları açısından değerlendirmektir.

Bahsedilen kurumlar içerisinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı ve yazar Sâmiha Ayverdi ile ağabeyi Yüksek Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından kurulmuştur. Vakıf bu gayeye erişmek için başta akademik konferans, seminer ve sempozyumlar olmak üzere çeşitli sohbet toplantıları, anma günleri, sanat ve dil alanında halkı eğitmeyi amaçlayan çeşitli eğitim programları tertip etmiştir.[569] Vakfın neşrettiği Kubbealtı Akademi Mecmûası otuz beş yılı aşkın bir süredir çıkmaya devam etmektedir.

Ken’ân Rifâî’nin takipçilerinin kurduğu derneklerden biri de Türk Kadınları Kültür Derneği’ dir. 1966 yılında Ankara ve İstanbul’da Sâmiha Ayverdi’nin teşvîkiyle kurulmuş olan dernek Türk insanının milli kültür birikimiyle tanışması gayesine mâtuf olarak konferans, sempozyum, gezi ve kurslar düzenlemektedir. Günümüzde Derneğin merkezi Ankara’da olup İstanbul ve Anadolu’nun değişik illerinde temsilcilikleri bulunmaktadır. Ayverdi’nin teşvikiyle kurulan TÜRKKAD’ın İstanbul şubesine 1999 yılında Cemâlnur Sargut başkan olarak seçilmiştir. Bu tarihten sonra TÜRKKAD’ın faaliyetleri uluslararası organizasyonlara dönüşmüştür. TÜRKKAD’ın tertip ettiği yurt içi ve yurt dışı çalışmaların bir neticesi olarak ortaya çıkan diğer bir faaliyet alanı ise üniversiteler bünyesinde açılan tasavvuf kürsüleri ve Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü olmuştur.[570]

Üsküdar Üniversitesi bünyesinde açılan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü ve Enstitünün ülkemizde tasavvuf eğitimindeki yeri hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi vermek gerekir. Cemâlnur Sargut hâlen bir yandan yazın faaliyetlerine[571] devam ederken bir yandan Rektör Danışmanı unvanıyla üniversite bünyesinde dersler verirken haftanın belli günleri çeşitli kültür merkezlerinde halka açık olarak tasavvuf dersleri de vermektedir.

Ken’ân Rifâî’nin takipçileri tarafından kurulan bir başka vakıf ise Cenan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’ dır. 2000 yılında kurulan vakfın genel anlamda gayesi yukarıdakilerle benzerlikler göstermektedir. Buna göre esas olan, Türk toplumuna has milli, mânevî ve kültürel değerlerin sonraki nesillere aktarılmasıdır. Burada diğer iki kuruluşun gayeleri arasında rastlanmayan “tasavvufun araştırılması” ifadesi yer alır. Öte yandan ferdin ve toplumun kendini tanımasına, gelişimine ve huzuruna katkıda bulunmak gibi daha somut gayeler ortaya konmuştur. Vakfın bunları yaparken başvuracağı araçlar şu şekilde ifade edilir: “Akademik çalışmalar ve kültürel etkinlikler düzenlemek suretiyle, toplumsal eğitimimizin ve kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunmak. Müze ve enstitü, kütüphâne, arşiv gibi kalıcı kurumlar tesis ederek geçmişimizi, tarih mirasımızı korumak.”[572] Cenan Vakfı bünyesinde Ken’ân Rifâî’nin torunlarından Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un devam ettirdiği akademik ve kültürel toplantılar hali hazırda devam etmektedir. Prof. Gürsoy tasavvuf mirasımız ile düşünce geleneğimizi buluşturan entellektüel faaliyetleri ile öne çıkmaktadır.

Rifâî’nin takipçileri başlığı altında incelenen şahıslar ve kuramların ortak noktası tasavvuf eğitimini akademiler vasıtasıyla devam ettirmeye yönelik çalışmalarıdır.

Ailesi ve Çocukları

Ken’ân Rifâî’nin farklı zamanlardaki evliliklerinden erkek ve kız çocukları ve torunları bulunmaktadır. [573] Hayriye Hanım, Kâzım Büyükaksoy, Aliye Büyükaksoy ve Kainât Büyükaksoy (Gürsoy) çocuklarıdır; Aliye Hanım’dan, Kâzım Bey’den ve Kâinat Hanım’dan erkek ve kız torunları ile torun çocukları bulunmaktadır.”[574] Rifâî’nin Cumhuriyet öncesindeki evlilik hayatı çok eşlidir.

Ken’ân Rifâî’nin eşi Güzide Hanım Kırklarelili’dir.[575] Sohbet notlarından anlaşıldığı üzere Güzide Hanım, şer’î bilgisi kuvvetli, sağlık konularına önem veren, günlük hadiselerden ibret ve hikmet çıkarma kabiliyetine sahip, basiret sahibi bir hanımdır.[576] Sohbet meclisleri çoğu kez onun sorduğu bir soru ya da bir yaptığı bir paylaşım ile açılır. Örneğin Güzide Hanım bir gün önce okunan bir kitapta geçen, ehlullahın Allah’tan utanması nedeniyle günahtan uzak durmaları meselesini tekrar dile getirdiğinde, Rifâî sohbete şöyle devam eder: “Öyle ya... sen, bir şey yapacağın vakit, benden, tekdir edeceğimden korktuğun için mi yapmazsın. Yoksa: Niye bunu yaptın Güzîdeciğim, dememden mi çekinirsin? Tabiî ki günâhı korku yüzünden işlemezsin. Buna, evvelâ vicdanın razı olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın her yerde olduğunu bildiğin için ondan çekinmeden nasıl yaparım bunu?”[577] Ken’ân Rifâî ile Güzide Hanım’ın günlük mesuliyetlerini yerine getirirken sohbet ettikleri ve dinî-tasavvufî meseleleri de birlikte mütâlaa ettikleri anlaşılmaktadır: “Bugün Güzide Hanım Valideniz ile bir hadîs-i şeriften bahsediyorduk. Resûlullâha sormuşlar. Bize bizi Allah’a yaklaştıracak amellerden bahset, demişler. Efendimiz de: İlmullah, yâni Allah ilmi... cevâbında bulunmuş.”[578] Rifâî’nin yukarıdaki ifadeleri buna bir örnek olarak değerlendirilebilir. Güzide Hanım ilmi ve ahlâkı ile konakta öne çıkan bir şahsiyettir. Bu durumun onun manevi hâlini olumsuz etkilemesinden çekinen Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki hizmetleri nedeniyle kendini beğenip rehavete kapılmaması konusunda onu uyardığı kaydedilir.[579]

Ken’ân Rifâî’nin eşi Behîce Hanım, konağın idaresi ve bahçe işlerinden mesuldür. Ken’ân Rifâî’nin günlük işlerine yardımcı olmak da yine onun sorumluluğundadır.[580] Aralarındaki irtibata örnek olarak sohbet notlarında yer alan bazı anekdotlar kayda değerdir. Aşağıdaki metin günlük hadiselerin aile içinde birer sohbet konusuna dönüştüğüne örnek olarak verilebilir:

“Bu sabah Behîce Valideniz, bu sobadan, atılmak üzere bir demir parçası çıkardı. Kömürlerin içinde yanıp yanıp da artık atılacak hâle gelen bir demir parçası... Evet, bir demir parçası der ve ehemmiyet vermezsiniz. Halbuki unutmayınız ki her şey. her şey zî-hayattır; canlıdır.”[581]

Ken’ân Rifâî’nin eşi Lutfiye Hanım cömert, eli açık ve hizmet ehli bir kadındır. Cömertliği nedeniyle Lutfiye Hanım’ın evin idaresi için ayrılan parayı ayın ilk haftasında bitirdiği nakledilir. Lutfiye Hanım, Ken’ân Rifâî’nin bu durum karşısındaki tavrını şu şekilde anlatır: “Ben ... paramın bittiğini, sağ avucumu kaşımak suretiyle haber verirdim. O zaman o [Ken’ân Rifâî] gülerek takvimi gösterir fakat gene de dayanamaz, beni fazla fazla memnun ederdi.”[582] Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî, Lutfiye Hanım esnediği zaman nerede olursa olsun ona Çerkezce, “mahşej” diye seslenir, Lutfiye Hanım da “sineminuh (gözümün nuru)” şeklinde cevap verirdi ve aralarındaki bu karşılıklı gönül alma Çerkezce olarak bir müddet devam ederdi. Lutfiye Hanım, Rifâî’nin günlük yaşantısından örnekler verirken “sakın ehemmiyetsiz şeylerdir diye yazmamazlık etmeyin, yazın bu hatıraları” diyerek şeyhin ev hayatında da latif haller içerisinde olduğunu gösteren örneklerin dikkate alınmasını ister.[583]

Ken’ân Rifâî’nin oğlu Kazım Büyükaksoy’un da, sohbetlere soruları ve tasavvufî metin paylaşımlarıyla iştirak ettiği görülür.[584] Kazım Bey’in sesi kuvvetlidir. Hafızlığı ve Mevlidhanlığı ile dönemin İstanbul’unda şöhret bulmuştur. Ken’ân Rifâî’nin oğlu Kazım Bey’e söylediği şu sözler onun genel anlamda evlad sevgisi ile ilgili görüşlerini de ortaya koyması açısından önemlidir: “Kâzım... Bir gün Sedat [Rifâî’nin halifelerinden Server Bey’in oğlu] ile sen muhtaç vaziyete düşseniz ve ben de ancak bir kişiye yardım edecek kudrete sahip olsam bil ki sana değil Sedat’a yardım ederim.”[585] Sohbet notlarından anlaşıldığı üzere Kazım Bey’in kızı Asiye Hanım’ın da sesi güzeldir ve bazı zamanlarda dedesi Ken’ân Rifâî’ye ilâhîler okumaktadır.[586]

Ken’ân Rifâî’nin kızı Kâinât Büyükaksoy (ö. 2017) mânevî tarafı güçlü ve derinlikli biri olarak tasvir edilir. Aktarımlara göre Kâinât Hanım dinî ve mânevî konularla iç içe büyümüş bir çocuktur. Kâinat Hanım gençliğinde de aynı hassasiyet içinde olup sahip olduğu tasavvufî muktesebat onun sohbet meclislerinde yaptığı paylaşımlarda kendini hissettirir:[587]

“[Kâinât Hanım:] Mesnevî-i Şerifte: Her ne ki seni Allah’tan alıkoyar o, şeker gibi lezzetli de olsa, bil ki can çekişmektir, buyuruluyor.’ [Ken’ân Rifâî:] ‘Allah’tan başka olan her istek, hattâ âhirete âit de olsa, şüphe etme ki o can çekişmektir. Faraza buraya babanı görmek üzere birisi geliyor. Fakat bulamıyor, yalnız Konağı görüyor. ... Asıl gaye, aradığını görmek ona kavuşmaktır. Diğer zevkler ve sürûrlar ise etrafında dolaşmak ve maksûda erememektir.”[588]

Ken’ân Rifâî, kızının sohbetlere iştirakinden onun tasavvufî içerikli soru ve paylaşımlarından memnundur. Ancak aktarımlara göre, Kâinât Hanım’ın dinî-mânevî konulara önem vermesini hoş bulmayan dayısı, yeğeni Kainat’ın gittikçe dünya hayatından uzaklaştığını düşündüğü için onun bu hâlinden endişelidir. Kâinat Hanım’ın dayısı, bu konudaki endişelerini Ken’ân Rifâî’ye bildirdiğinde şeyhin şöyle bir cevap verdiği kaydedilir:

“Bu söz, kaç bakımdan doğru değil... Ben dünyâdan çekilmiş bir insan mıyım ki kızım çekilsin. Bir insanın dünyânın mâhiyetini bilmesi, selâmetinin en esaslı rehberidir. Zîra dünyâda öyle oyuklar, çukurlar, girdaplar vardır ki, her an, insanın bunlardan birinin içine düşmesi beklenebilir. İşte mâneviyat, beşeri bu çukurlara, girdaplara düşmekten kurtaran manevî bir gözlüktür ki bu gözlüğü takmış olanlar, nereye basacaklarını ve ne gibi tehlikeler karşısında olduklarını görür ve bilirler.”[589]

Hikmet Kâinât Hanım’ın oğlu Prof. Ken’ân Gürsoy, Türkiye’nin yakın dönemde yetiştirdiği önemli felsefeci ve bürokratlarından biridir. Uzun yıllar Galatasaray Üniversitesi’nde, eğitimciliğinin yanı sıra enstitü müdürlüğü ve dekanlık gibi görevlerde bulunan Gürsoy, daha sonra Dışişlerinde çalışarak büyükelçilikten emekli olmuştur.[590]

Ken’ân Rifâî’nin kızı olan Hayriye Hanım, Medine’de dünyaya gelmiş ve yirmi yaşındayken vefât etmiştir.[591] Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî, kızı Hayriye Hanım’ın vefatını, annesi Hatice Cenân Hanım’ın sağlığından endişe ederek kendisinden gizlemiştir.[592]

Sohbetler adlı eserinde yer alan tasvirlere bakılarak Ken’ân Rifâî’nin anlayışlı ve hoş geçimli bir eş portresi çizdiğini ve talebeleriyle yaptığı tasavvufî sohbetlere aile içinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Rifâî’nin ailesi de aynı şekilde dinî-mânevî konulara ilgili ve tasavvuf literatürüne aşina kimseler olarak dikkat çekmektedir.[593]

Vefatı / Kabri

Ken’ân Rifâî, vefatından önceki yıllarda çeşitli hastalıklarla mücadele sürecine girer. Rifâî, özellikle 1949-1950 kışında çaresi bulanamayan kronik bir bronşite yakalanarak devamlı surette öksürmeye başlar. Bunun yanı sıra aldığı ilaçların yan tesirleri nedeniyle şeyhin vücûdunda başka rahatsızlıklar da baş gösterir. Çevresindekiler, Ken’ân Rifâî’nin yaşadığı zorluk nedeniyle kimi zaman şikâyet kabilinden söz etmeye başlayınca, şeyh onları “[hastalık] bana bir misafirdir, ben onu evime gelen her misafir gibi hoşlarım. Şikâyet bize yakışır mı? Gidecekse hoşlukla gitsin” şeklindeki sözleri ile teselli eder. Sohbetler’de geçen ifadelerden anlaşıldığı üzere, Rifâî son günlerine kadar okuyup anlatmaya ve irşad etmeye devam etmiştir.[594]

Ken’ân Rifâî, yakında dâr-ı bekâya irtihal edeceğini haber vererek, vefatından önceki son günleri, yakınları ve talebelerini tek tek kabul edip vedalaşarak geçirmiştir. 7 Temmuz 1950 tarihinde vefat eden Ken’ân Rifâî Büyükaksoy, Merkez Efendi Camii avlusunda şadırvan ile kabristan duvarı arasındaki hazîreye defnedilmiştir.[595]

Hakkında Yazılanlar

Ken’ân Rifâî hakkında hayatta iken ve vefatından sonra bazı eleştiriler yapıldığı gibi, tekke faaliyetleri de hükümet tarafından muayyen zamanlarda takip edilmiştir. Ken’ân Rifâî, aktif olarak Maârif Nezâreti’nde görev yaptığı sırada bir kaç defa hükümetin takibine uğramıştır. Bunlardan ilki, Numûne-i Terakki Lisesi müdürü olduğu (1897-1900) dönemdedir. Okulun sabık müdürü Nadir Bey’in hükümet aleyhindeki girişimleri dolayısıyla, Nadir Bey’den sonra göreve gelen ilk müdür olan Ken’ân Rifâî’nin buradaki uygulamaları hükümet tarafından yakından takip edilmiş ve okul, sivil polislerce sürekli denetlenmiştir. Ken’ân Rifâî, bir süre sonra bir kaç öğrencinin saraya verdiği jurnal nedeniyle, sorgulanmak üzere saraya çağırılmıştır. Ayverdi’nin anlatımıyla “günün birinde bunlardan [jurnalcilerden] biri olan Sait Molla ile kardeşinin Saray’a verdikleri bir jurnal ile Avrupa’ya kaçıp siyâsî mültecilere iltihak edeceği rivayeti alıp yürüyünce, sorgusu yapılmak üzere müdür, Mâbeyn’e davet olundu.” ifadeleriyle Rifâî’nin sorgulanmak üzere çağrıldığını kaydeder.[596] Ayverdi aynı yerde, Ken’ân Rifâî’nin siyasi bir emeli olmadığı görülerek salıverildiğini naklederken, yanlış anlamayı telafi etmek maksadıyla, saray tarafından verilen ihsân-ı şâhâneyi almadan makamı terkettiğininin de altını çizer.[597] Rifâî’nin bu tür aktarımlarda hükümetle uyumlu çalışmasına rağmen, saray ve siyaset çevrelerine karşı mesafeli ya da kayıtsız bir memur olarak tasvir edilmesi dikkat çekicidir.

Ken’ân Rifâî, Medine’den dönerek İstanbul’a yerleştiği ve tekkesinin açılması için gereken izni beklediği dönemde, konağın selamlık bölümünde devam eden sohbet meclisleri dolayısıyla hükümet tarafından, Jön Türk hareketine ev sahipliği yaptığı yönünde bir ithama maruz kalmıştır. II. Meşrutiyet’in hemen öncesine tesadüf eden günlerde, konağında yapılan aramada ilgili şüpheye dair her hangi bir şey bulunamamıştır. Ayverdi bu arama sırasında, Rifâî’nin el yazması eserleri ile Tercümân-ı Hakikat gazetesinde çıkan pedogoji makalelerine el konulmuş olmasını, talihsiz bir durum olarak nitelendirir. Rifâî’nin dergâhı 1925 yılında tekkelerin ilgası ile ilgili kararın ardından, tekke faaliyetlerine devam edildiğine dair şüphe nedeniyle uzun süre takip edilmiş ancak aramalar sırasında bu konuda da her hangi bir bulguya ulaşılamamıştır. Yukarıdaki vakalardan anlaşıldığı üzere, Rifâî örgün eğitim müesseseleri ve tekke kurumu aracılığıyla Osmanlı Devleti’nde eğitimin genel anlamda gelişmesi ve tasavvuf kültürünün devamı için çalışmıştır. Rifâî’nin toplum hizmetini eğitim faaliyetleri ile sınırlandırdığı, politik ve ideolojik hedefler peşinde olmadığı, birçok üst düzey yetkili ile ailevi yakınlıkları bulunmasına rağmen, Saray ve çevresiyle irtibatının maârif görevlerinin gerektirdiği sınırlar içerisinde kaldığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda, Rifâî’nin irtibatlı olduğu şeyhleri açıklarken, ziyarete gelen şeyhlerin onun hakkındaki görüşlerini kaydetmiştik. Bu anlatımlarda Rifâî ilmi, irfanı, sanatı ve cömertlik gibi bir tekke şeyhinden beklenen özellikler ile tanıtılıyordu. Rifâî’nin yaşadığı dönemde, şahsiyeti, tekke uygulamaları ya da tasavvufî görüşleri aleyhinde bir yazıya tesadüf edilmemişir. İsmail Parmaksızoğlu, Türk Ansiklopedisinin Ken’ân Rifâî maddesinde onun giyim kuşamı ile diğer şeyhlerden ayrıldığına dikkat çeker.[598] Parmaksızoğlu söz konusu tespiti için bir kaynak vermemiştir. Ancak bu ifadeler, Rifâî’nin, Maârif Nezâreti’ndeki görevleri dolayısıyla takip ettiği Osmanlı bürokratlarına has giyim tarzının, bazı çevrelerce yadırganmış olabileceğini intibaını uyandırır. Bununla birlikte, tekke çevrelerinden Ken’ân Rifâî ile irtibatlı olanların yazını içerisinde şeyhin tasavvuf anlayışı ya da dış görünüşüne dair olumsuz bir yoruma rastlanmamıştır. Bu durum, döneme ait hatıratların daha çok ortaya çıkmasıyla değişkenlik gösterebilir kanaatindeyiz.

Cemil Meriç’in, Jurnal inde yer alan Ken’ân Rifâî ve çevresine yönelik makalesi, şeyhin dış görünüşünün yanında tasavvuf anlayışına yönelik değerlendirmeler içeren -bulabildiğimiz- ilk yazı olması dolayısıyla önemlidir. Cemil Meriç’e göre Rifâî, bir XIX. yüzyıl entelektüelidir. İmparatorluğun geniş coğrafyasında çalışmış bir Osmanlı bürokratıdır ve bu nedenle tecrübi bilgisi vardır.[599] Ken’ân Rifâî bu yazı dahilinde İslâm’ı anlama ve yorumlamada emsalleri arasında daha başarılı bir şeyh olarak karşımıza çıkar. Meriç, tüm olumlu yönleri ile beraber Rifâî’nin, öncekilerin az çok bir tekrarı olduğunu söyler. Cemil Meriç Rifâî’nin giyim tarzına da temas ederek, şeyhin öğretisi kadar dış görünümü ile de asrın insanı üzerinde olumlu bir tesir uyandırdığını kaydeder.

Gerçekte Rifâî’nin, giyim tarzı ve şıklığı onun hakkında olumlu ve olumsuz yazan hemen her kalemin, üzerinde durduğu bir konudur. Rifâî’yi ziyarete gelerek sonrasında intibalarını yazan müelliflerin, metin içerisinde onun kıyafeti ve aksesuarlarından, en az bir tanesinden bahsetmek gereği duyduğu söylenebilir. Rifâî’nin gözlük, saat, baston-pardesu, ağızlık gibi aksesuarlar kullanması da dikkat çekmiştir.

Ken’ân Rifâî Osmanlı devlet memuriyeti sırasında, dönemin üst düzey memurları için bir tür üniforma işlevi gören kıyafetleri giymiştir.[600] Aslında bu giyim tarzı, Kanûn-i Esâsi ile yasal olarak tespit edilmiş ve memurlar tarafından zamanla tamamen benimsenmiştir. Rifâî giyim tarzına yönelik tercihlerinde, her dönemde devlet tarafından önerilen prensipleri takip etmiştir. Rifâî özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinde uygulamaya konulan giyim-kuşamla ilgili düzenlemelerden bîzar olan kesimlerin, meseleye yaklaşımını anlamlı bulmamaktadır. Ona göre dinî-mânevî meselelerin zahiri bir unsur olan fes ya da şapkayla bir ilgisi yoktur. Kişi şartlara, konumuna ve durumuna göre dilediği kıyafeti giymekte muhayyerdir.

“Bugün Bahreddin Efendi gelmişti, söz arasında hocaların şapka giymek mecburiyetinden şikâyetle bahsetti. Ben de ona sus dedim. Bu gibi sözler bize yakışmaz, bunlar câhil lâflarıdır. Allah kalbe ve niyete bakar, şapkaya veya kavuğa değil. Bilmiyor musun, Resûlullah mübarek göğüslerine elleriyle vurarak, üç kere “Ettükâ hâ hünâ, ettükâ hâ hünâ, ettükâ hâ hünâ” yâni takva buradadır, takva buradadır diye göstermişlerdir.”[601] “ ... bu şapkalar ki, hep toprağın dışında kalacak şeylerdir. Şu halde bunları giymenin de giymemenin de ne ehemmiyeti olur?”[602]

Son olarak akademik bir endişe olmaksızın yazılan iki kitapta geçen, Ken’ân Rifâî ile ilgili bölümleri değerlendirmek doğru olacaktır. Yakın geçmişte, Soner Yalçın tarafından yazılan Efendi ve Efendi 2 adlı kitaplarda, Ken’ân Rifâî’nin daha birçok Türk ve İslâm büyüğü ile beraber Sabateist kökenli olabileceği yönünde bir iddia ortaya atılmıştır. Yalçın’ın, akademik araştırmaya dayanmayan bu kitabında Rifâî, Balkanlar’da Yahudiler’in yaşadığı bir bölge olan Selânik’te dünyaya gelmiş olması, çocukluk yıllarında kısa bir dönem buradaki Alianz İsrailit okuluna devam etmesi ve adının Ken’ân olması gibi sebeplerle bu gruba dahil edilmeye çalışılmıştır. Akademik anlamda incelendiğinde, kitaptaki bilgilerin kaynaksız olduğu ve ortaya konulan malumatın kendi içerisinde tutarsızlık arzettiği görülür.[603] Ancak kitap Rifâî’nin muhipleri arasında bir infiale sebep olmuş, akabinde Yalçın’ın kitabını tekzip amaçlı olarak, Devlet arşivleri eski genel müdürü İsmet Binark Bay Efendi adlı bir derleme kaleme almıştır.[604] Devlet Arşivleri tecrübelerinden istifade ederek kitabı hazırlayan Binark, eserini yazarken öncelikle vesikalara, Rifâî’nin kendi eserlerine ve müridleri tarafından yazılan kitaplara başvurmuştur.

Rifâî’nin olumlu ve olumsuz hakkında söylenenler karşısında dile getirdiği “beni kimi Ken’ân görür, kimi şeytan görür”[605] şeklindeki ifadesi, müsbet ya da menfi olarak kendisi hakkında ileri sürülen görüşlerden haberdar olduğunu göstermektedir.

KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN ESERLERİ

Ken’ân Rifâî yazı hayatına çok genç yaşta, Galatasaray’dan mezun olduğu ilk yıllarda başlamıştır. İlk eseri 1891 yılında yayınladığı Muktezâ-yı Hayât adlı ders kitabıdır. Rifâî, sonraki dönemde, çalışma hayatının yoğunluğu nedeniyle eser neşretme faaliyetine bir müddet ara vermiştir. Ancak, Rifâî bu süre zarfında, Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde, pedagoji üzerine yazılar yazmış, şiirler kaleme almış ve çeşitli tercümeler yapmıştır. Rifâî’nin yazı hayatı bakımından en verimli dönemi, İstanbul’a yerleşerek tekke şeyhliğinde bulunduğu zaman olup bu dönemde arka arkaya dört eseri yayınlanmıştır. Rifâî, bir yazar olarak en velûd çağını idrak ettiği bir sırada, tekke ve zaviyeler ilga edilmiştir. Akabinde dinî-tasavvufî neşriyata yönelik kısıtlamaların baş göstermesi nedeniyle Rifâî, yazı çalışmalarına Mesnevî şerhleriyle devam etmiştir. Söz konusu şerhin büyük bir kısmı şu an müsvedde halindedir. Ken’ân Rifâî’nin vefatından sonra, sohbetlerinde tutulan defterlerin derlenmesinden oluşan çeşitli sohbet kitapları neşredilmiş olup hali hazırda yayınlanmayı bekleyen eserleri mevcuttur.

Yayımlanan Eserleri

Muktezâ-yı hayat (İstanbul 1308/1891)

Muktezâ-yı Hayat, Ken’ân Rifâî’nin Balıkesir Karesi İdadîsi’nde öğretmenlik ve idârecilik yaptığı dönemde Fransızca eserlerden yaptığı tercümeleri derleyerek neşr ettiği bir eserdir.[606] Eserin giriş bölümünde belirttiği üzere müellif, orta öğretim seviyesinde bu alanda gördüğü birtakım eksiklikleri gidermek ve “sübyân-ı vatana bir hediye olmak üzere” böyle bir kitap kaleme almıştır.[607] Muktezâ-yı Hayat, bir mukaddime ile her biri bâb olarak isimlendirilen altı bölümden oluşur. Sırasıyla bölümler ve başlıkları şu şekildedir: Bab-ı evvel [Birinci Bölüm]: Teneffüs Ettiğimiz Hava, Bâb-ı sâni [İkinci Bölüm]: İçtiğimiz Su, Bâb-ı sâlis [Üçüncü Bölüm] : Zer’ Ettiğimiz Toprak, Bâb-ı râbia [Dördüncü Bölüm]: Nebâtât-ı Nâfia, Bâb-ı hâmis [Beşinci Bölüm]: Eklettiğimiz etmek, Bâb-ı sâdis [Altıncı Bölüm]: Me’kûlât-ı Hayvâniyye.

Rehber-i Sâlikîn (İstanbul 1327/1909)

Rehber-i Sâlikîn (İstanbul, 1327/1909) tarîkat usûl ve âdâbını anlatan bir risâledir.[608] Osmanlıca matbu bir kitap olan Rehber-i Sâlikîn, orta boy 247 sayfadır. Kitap bu çalışma sırasında tarafımızdan günümüz alfabesine çevrilmiş olup burada içeriği hakkında bazı değerlendirmelerde bulunulacaktır.[609] Ken’ân Rifâî, 1908 senesinde Maârif Nezâreti’ne gönderdiği bir istidâ ile eserinin basılması için müsade ister.[610] Teftiş ve muâyene heyetinin onayından geçen kitap, usûl gereği bir kere daha incelenmek üzere “makam-ı âlî-i meşihât penâhî”ye gönderilir.[611] “Rufâiye meşâyihinden Abdülhalim Ken’ân Bey’in Rehber-i Sâlikîn isimli eserinin tabına müsâade isteği”[612] ile ilgili süreç olumlu cevaplandığından, eser 1327/1909 tarihinde neşredilmiştir. Kitabın okuyucu kitlesi, genelde seyr ü sülûk üzere bulunan sâlikler, özelde ise -Ken’ân Rifâî’nin irşâd makamında bulunduğu tarîkat gereği- Rifâî sâlikleridir. Burada gâye Rifâî usulüyle mânevî seyrine devâm eden sâliklere bu yolda rehberlik edecek Türkçe bir kaynak temin etmektir. Müellif mukaddimeden hemen sonra “sûret-i ahz-i terbiye ve tarîkatım hakkında bir iki söz” başlığı altında mürşidleri ve aldığı tarîkat hilafetleri hakkında bilgi verir.[613]

Ken’ân Rifâî, eserin ilk bölümünde Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin “neseb-i âlîleri ile hırka-yı şerîfleri” hakkında bilgi verdikten sonra sırasıyla sohbet, telkin, zikir ve keyfiyyet-i derecât-ı sülûk, riyâzât ve halvet başlıkları altında seyr ü sülûkun temel meselelerine yer verir.[614] Seyyid Ahmed er-Rifâî’ye ait bir münâcatın ardından, dervişlerin Rifâîliğe intisap şartları izah edilir. Son derece ayrıntılı olan bu bölümde, intisab esnâsında okunacak dualar, zikir âdâbı, tercih edilen giysi, intisab için uygun olan yer ve zaman gibi konular ele alınır.[615] Bu başlık altındaki diğer bir tasavvufî mesele riyâzettir.[616] Tasavvufî meselelerin izah edildiği bu bölümden sonra, 92-169. sayfalar arasında, vird ve salavatlara yer verilir. Burada yer alan vird ve salâvatlar sırasıyla şöyledir: Virdi’l-Fuyûzat[617], Şeyhinden Me’zûn olduğu bâzı salavât, Hazret-i Pîr-i Kebîr Destigîrin her gün okuduğu evraddan bazıları, Ahmed er-Rifâî hazretlerinin Cevherü’l-Esrâr nâmında olan salavât-ı şerifesi. Eser, bazı hizbler ve Ken’ân Rifâî’nin manzûmeleri ile sona erer.

Rehber-i Sâlikîriin en önemli husûsiyetlerinden birisi tasavvufî meselelerin belli bir tertip içerisinde ortaya koyan Türkçe bir kitap olmasıdır. Eser, Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî görüşlerini ve irşâd usûlünü tespit etmeye imkân vermesi bakımından önemlidir.

Tuhfe-i Ken’ân (İstanbul 1327/1911)

Tuhfe-i Ken’ân (1327/1911), Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhında postnişin olduktan sonra neşrettiği bir eserdir. Ken’ân Rifâî’ye ait bazı ilâhilerin de yer aldığı kitap yüz yirmi yedi sayfadır.[618] Müellif eserin ilk bölümünde Hazreti Peygamber’in yaklaşık üç yüz kırk kadar hadisinden çıkarılan manaları nazmen tercüme etmiş, ikinci bölümünde ise Rasulullah hakkında yazılmış Arapça bir şiir olan İmam Bûsîrî (ö. 695/1296?)’nin Kasîde-i Bürde’sini yine nazmen çevirmiştir. Mukaddimedeki ifâdelerden anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî, Tuhfe-i Ken’ân’da geçen hadislerin nazmen tercümesini, Medine’de bulunduğu dönemde ve Resulûllah’ın mânevî huzûrunda iken kaleme almıştır. Eserde hadislerin tercümesi ile birlikte şerhleri de yer almaktadır. [619] 1925 yılında basılan Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı kitaba, Tuhfe-i Ken’ân’da geçen Kaside-i Bürde tercümesi de eklenmiştir.

“Tasavvurdan uzaktı cür’etim, yok bende hiç dermân!

Telakkî eyledim ammâ huzurunda iken fermân.

Vezin, mevzun düşünmekçün kalır mı artık hiç iz’an!

hazretten şefâattır visaldir maksadım her ân!”623

Eserin üçüncü bölümü denilebilecek 84-95 sayfaları arasında “es-Seyyid eş- Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî kaddesallahu sırrahü’l-âlî hazretlerinin ahzâb ve salavât-ı şerîfesinden muktebes hizb ve salatlar” başlığı ve buna uygun olarak tanzim edilmiş bir içerik yer alır. Eserin son bölümü olan 97-127 sayfalarında çeşitli naat ve ilâhilere ayrılmıştır. Sayıları 23-25 arasındaki naat ve ilâhiler diğer kitaplarındaki ilâhî ve manzûmeleriyle birlikte Mustafa Tahralı tarafından 2013 yılında Ilâhiyât-ı Ken’ân- Ilâhî ve Manzumeler[620] adlı kitap içinde bir araya getirilmiştir.

Tuhfe-i Ken’ân ’ın hattının kime ait olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Mustafa Tahralı -imza olmamakla birlikte- eserdeki yazıların Rifâî’nin mürid ve halifelerinden hattat Aziz Rifâî Efendi (Ö.1934) tarafından yazıldığını kabul eder. Tuhfe-i Ken’ân 2019 yılında Tahralı tarafından günümüz alfabesine çevrilerek neşredilmiştir.[621] Prof. Dr. Ali Yardım araştırmaları esnâsında Tuhfe-i Ken’ân’daki hadislere kaynak teşkil eden iki temel eser tespit etmiştir: Celâleddin es-Suyûti’nin (Ö.911/1507) el-Câmiu’s-Sağir[622] adlı eseri ile Zeynüddin Muhammed Abdürrauf el- Münâvî el-Haddâdî’nin (ö. 1031/1622) Kunûzu’l-Hakayık adlı eseri.[623] Tuhfe-i

Ken’ân"da geçen hadislerin kaynaklarını tespit etmeye yönelik bu çalışma yarım kalmıştır.[624]

Seyyid Ahmed er-Rifâî (İstanbul 1340/1924)

Ken’ân Rifâî’nin Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eseri ilk olarak 1340/1924 yılında basılmıştır. Eser yayınlandığı tarihte, konusunda yazılmış en kapsamlı çalışma olarak dikkat çekmiştir.629 Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserin, 1924’ten sonra günümüz harfleriyle ilk baskısı 2008 yılında yapılmıştır.630 Kitabın mukaddimesinden anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî’nin telif ettiği eserin dört temel kaynağı vardır ki bunlar Ebu’l-Hüdâ Efendi (öl.1909) tarafında yazılan ve 1301/1881 tarihinde Beyrut’ta basılan, Kılâdetü’l- Cevâhirfi zikri’l-gavse ’r-Rifâîve etbâihi ’l-Ekâbir eseri,631 es-Seyyid İbrâhim Efendi er- Râvî er-Rifâî tarafından yazılmış ve 1309/1891 senesinde Halep’te basılmış olan Kitâbu Seyr ve ’l-Mesâî fî Ahzâbi ve Evrâdi’s-Seyyidi’l-Gavsi’l-Kebîr er Rifâî adlı eser ile Ahmed er-Rifâî’nin Nizâmü’l-Hâss fîEhli’l-Ihtisâs63 ve El-Burhânü’l-Müeyyed63 adlı eserleridir.

Metin Kutusu: 63
634
635
636

Eserde Mukaddime’den sonra sırasıyla Ahmed er-Rifâî Hazretleri ile ilgili konular numaralandırma yapılmaksızın çeşitli başlıklar altında işlenmiştir. Bu başlıklar ve içerikleri sırasıyla şöyledir: Hz. Pîr-i kebîr-i destgîr gavs-i a’zam-ı bî nazîr, sâhib-i tarîkat ve imam-ı ehl-i hakikat ve Ravza-i pâk-i Hz. Peygamberî’de alâ-melei’n-nâs cenâb-ı Fahr-ı âlem (s.a.v) hazretlerinin yed-i mübâreklerini öpmek şeref-i âlü’l-âliyle müşerref ve mümtaz olan Pîrimiz Efendimiz Hz. Gavs Seyyid Ahmed Ebu’l-Alemeyn er-Rifâî el-Huseynî (radıyallahu Teâlâ anh) hazretlerinin neseb-i âlîleriyle velâdet-i seniyyeleri ve hırka-i şerîfelerinin sûret-i ahz ve ilbasları;634 Pîr-i destgîr efendimiz hazretlerinin suret-i ahz-i tarîkat ve terbiyeleri;635 Pîr-i kebîr-i destgîr (r.a.) hazretlerinin ahlâk-ı zekiyye ve sîret-i marzıyyeleri;636 Pîr-i kebîr-i destgîr (r.a.) efendimizin kelimât- ı şerîfe-i cevheriyyesi ve mecâlis-i ıtriyye-i seniyyesi ve ba’zı suâllere verdikleri ecvibe- i âliyyesi.[625] Hz. Pîr (r.a.)’ın ba’zı a’yân-ı zürriyeti ve meşâhîr-i ashâb ve etbâ-ı aliyyeleri;[626] Meşâyih-i Rifâiyye hazarâtının âdâbıyla onların ulüvv-i meslek ve terbiyeleri;[627] Sohbet, telkîn-i zikr ve keyfiyeti, derecât-ı sülûk, riyâzât ve halevât beyânındadır: Sohbet, Telkîn-i Zikr, Dervişliğe Kabul Usûlü, Riyâzet, Halvet;[628] Tarîkat-ı aliyye-i Rifâîyye’nin merâsimi: Halevât-ı üsbûiyye, siyah sarık sarmak, seccâdede oturmak, halka ile zikir etmek; def, nevbe vurmak, sema’, tevâcüd, sancak, havârık;[629] Hz. Pîr efendimize Ebu’l-alemeyn denilmesinin sebebi;[630] Hz. Pîr efendimize Şeyhu’l-ureycâ denilmesinin sebebi, Hz. Pîr’e Rifâî denilmesinin sebebi;[631] Kutbü’l-meşrikayn ve’l-mağribeyn ve gavsü’s-sakaleyn ve mürşidü’l-hâfikayn İbnü’l- Hasan ve’l-Hüseyin Ebu’l-alemeyn el-Kutbu’l-kebîr el-alemü’ş-şehîr mür’ibü’l-efâî muhyi’l-mille ve’ddîn es-seyyid eş-şeyh Ahmed er-Rifâî (kaddesallahu sırrahu’l-azîz) hazretlerinin manzûmâtı kerîmelerinden ba’zıları;[632] Şuabât-ı Rifaiyye;[633] İhvân-ı dînime ibret olur ümîdiyle tarîkat-ı âliyyeye sûret-i duhûlüme dair bir iki söz.[634] Bu eser dahilinde karşımıza çıkan Ahmed er-Rifâî portresinin Ken’ân Rifâî’nin önem verdiği tasavvufî meseleler etrafında şekillendiğini söylememiz mümkündür.[635]

 

İlâhiyât-ı Ken’ân (İstanbul 1341)

İlk baskısı 1925 yılında yapılan kitap Ken’ân Rifâî’nin Rehber-i Sâlikîn ve Tuhfe-i Ken’ân adlı eserlerinde geçen ilâhilerle birlikte diğer şiirlerini ihtiva etmektedir. Buradaki ilâhi ve manzumelerin bir kısmı ilk olarak Rehber-i Sâlikin (1327/1911) adlı kitapta ve sonrasında Tuhfe-iKen’ân (1327/1911) adlı kitabın 92-127. sayfaları arasında yayınlanmıştır. Her iki kitaptaki ilâhi ve manzûmelerin büyük kısmı yaklaşık on üç yıl sonra basılan Seyyid Ahmed er-Rifâî (1340/1924) adlı kitabın 186-220. sayfaları arasında “Muharrir-i kitabın Ümmü Ken’ân Dergâh-ı Şerîfi’nde söylenen bazı ilâhîleriyle âsâr-ı manzûmesi” başlığı altında yayınlanmıştır. Yukarıdaki üç kitapta geçen ilâhî ve manzumeler, birtakım yeni ilâvelerle Ilâhiyât-ı Ken’ân adıyla 1925 yılında küçük boy bir kitap olarak topluca neşredilmiştir. Manzûmelerin büyük çoğunluğu aruzla yazılmıştır. Kitabın ikinci kısmında bizzat Rifâî’nin, bestekâr İzzettin Hümâyî Elçioğlu ve Muallim Kâzım’ın bestelediği yetmiş beş kadar ilâhinin notası verilmiştir.

Ilâhiyât-ı Ken’ân’ın Yusuf Ömürlü tarafından hazırlanan ikinci baskısında yeni bestelenmiş bazı ilâhilerle ilk baskıda yer alan ilâhilerin sadece bestelenmiş olanlarına yer verilmiştir (İstanbul 1974) [636]. Yusuf Ömürlü ve Dincer Dalkılıç’ın birlikte nota yazımıyla yapılan üçüncü baskısında ise (İstanbul 1988) günümüz bestekârlarının bazı bestelerinin notaları ilâve edilmiştir.[637]

Eserin üçüncü baskısı Yusuf Ömürlü tarafından 2013 yılında neşredilmiştir. Bazı eserlerin notaları tashih edilmiştir. Bu baskıdaki güfteler Mustafa Tahralı tarafından aynı yıl içerisinde hazırlanan Ilâhiyât-ı Ken’ân: Ilâhî ve Manzumeler, adlı eserden alınmıştır. Mustafa Tahralı tarafından 2013 yılında neşredilen İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzûmeler adlı kitap ise Ken’ân Rifâî’nin yazdığı manzumelerin derlenmesinden oluşmakta ve içerisinde nota kayıtları bulunmamaktadır. Bu baskıda Rifâî’nin kaleme aldığı bütün ilâhi ve manzûmeler bir araya getirilmiştir.[638] Son olarak eserde yer alan besteleri de değerlendiren Ömürlü, unutulmaya yüz tutmuş makamların bu eserde yer aldığını kaydeder.[639] İlâhiyât-ı Ken’ân birçok mersiye, methiye, münacât ve naat türü eserler ihtivâ etmektedir. Geleneksel divanlardan farklı olarak, İlâhiyât-ı Ken’ân’da şiirlere isimler verilmiştir.[640]

Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân’ da yer alan manzûme ve ilâhileri değerlendirirken iki eser ile ilişkilendirir: Mesnevî ve Niyâzî-i Mısrî Divânı. Mesnevî’nin manzûm bir Kur’ân tefsîri, Niyâzî-i Mısrî Divânı’nın ise Mesnevî’nin özü olduğunu hatırlatan Rifâî, “biz de onun lübb’ünü İlâhiyât-ı Ken’ân’da yaptık”[641] şeklindeki ifadesiyle eser hakkındaki kendi kanaatini ortaya koyar.

Mesnevi hatıraları

İlk baskısı 1952 yılında yapılanMesnevîHatıraları, Ken’ân Rifâî’nin 1908-1925 yılları arasında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda gerçekleştirdiği Mesnevî takrîrleri esnâsında oğlu Kazım Büyükaksoy tarafından tutulan notlardan yapılan bir derlemedir. Ders esnâsında tutulan notlar Osmanlıca’dan günümüz alfabesine çevrilmiştir. Eser 1963 yılında bazı düzeltmelerle yeniden basılmıştır.

Mesnevî Hatıraları, önceki iki baskının karşılaştırılması suretiyle Eylül Yalçınkaya tarafından 2013 yılında yeniden neşredilmiştir. Bu baskıda kitabın ismi, Ken’ân Rifâî ile ilişkisini göstermek bakımından Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî Hatıraları olarak değiştirilmiştir. Yine bu tarihli baskıda, eserin içinde geçen şerhlerin hangi cilde ait oldukları tespit edilerek, kitabın içi hikaye başlıklarına göre düzenlenmiştir. Anlaşılması güç olan kelime ve tamlamalar sözlük bilgisi ile desteklenmiş, metinde geçen ayet ve hadisler de tespit edilerek ilgili yerlere eklenmiştir.

Şerhli Mesnevî-i şerif (İstanbul 1973, 2000)

Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî takrîrlerine ait notların derlenmesinden oluşan diğer bir kitap Şerhli Mesnevî-i Şerîf tir. [642] Eser, Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî I. cilt takrîrleri sırasında Ziya Cemal Büyükaksoy, Semiha Cemal ve Sâmiha Ayverdi’nin tuttuğu notların karşılaştırılması ve bir heyet tarafından tetkik edilmesi ile yayına hazırlanmıştır. Heyet içerisinde bulunan Nihad Sâmi Banarlı, eseri günümüz Türkçesine çevirmiştir. Kitabın ilk baskısı 1973 yılında Hülbe yayınlarından çıkmıştır.[643] İkinci baskısı 2000 yılında, Kubbealtı Neşriyâtı’ndan çıkmış olan kitabın, o tarihten sonra aynı yayınevinden birçok defa daha baskısı yapılmıştır. Oldukça hacimli olan kitabın ikinci baskısı 657 sayfadır.

Mesnevî hikâyelerinin şerhinde Ken’ân Rifâî, beyitlerde geçen özel isimler, tarihi ya da edebi şahsiyetler hakkında bilgi verir. Ancak konuyla ilgili olarak, Mesnevî’nin esas metnin de bulunmayan isimler, eserler, tarihi şahsiyetler de şerhe dahil olduğu için, Rifâî’nin Mesnevî şerhi muhtevası bakımından zengin bir görünüm arzeder.

Tahralı eserin, bu özellikleri sebebiyle Mesnevi şerhleri arasında husûsi bir kıymeti hâiz olduğu kanaatindedir.[644]

Sohbetler

Ken’ân Rifâî’nin sohbet notlarının derlenmesinden oluşan diğer bir eser de Sohbetler adlı eserdir. Sâmiha Ayverdi’nin yayına hazırladığı kitabın ilk baskısı 1991­1992 yıllarında iki cilt olarak Hülbe Yayınları’ndan çıkmıştır. İkinci baskısı 2000 yılında Kubbealtı Neşriyâtı’ndan çıkan kitap büyük boy ve altı yüz sayfadır. Bu tarihten sonra birçok baskısı yapılmış olan kitabın sonunda kavram indeksi ve ayet indeksi bulunmaktadır.

Sohbetler adlı kitabın, ilk kısmı Semiha Cemal ile Sâmiha Ayverdi’nin aile içindeki tasavvuf sohbetlerinden derlediği notlardan meydana gelmiştir. İkinci kısım olan Selamlık Sohbetleri ise, Ken’ân Rifâî’nin damadı Ziya Cemal Büyükaksoy’un Rifâî’nin konağının selamlık kısmında yapılan sohbetler esnâsında tuttuğu notların derlenmesi ile hazırlanmıştır.[645] Ayrıca Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık adlı kitabın sonunda,[646] şeyhin sohbetlerinden derlenmiş bir bölüm yer alır. Sâmiha Ayverdi’nin Dost adlı eseri Ken’ân Rifâî hakkında yazılmış bir biyografi olup bu çalışmanın son bölümünde de yine Sâmiha Ayverdi ve Semiha Cemal’in derlediği sohbet notlarına yer verilmiştir.[647]

Sohbetler adlı eserin, Ken’ân Rifâî’nin eğitim ve terbiye metodlarını incelemek isteyenler için oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Sohbetler, Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî görüşlerinin ayrıntılarını görmeye imkan verdiği kadar, şeyhin fikrî ve mânevî cephesine nüfuz etmeyi de sağlayan zengin bir içeriğe sahiptir. Ayrıca eserden yine kendisinin mizaç ve meşrebine, hayatı ve çevresi hakkında da birçok bilgiye ulaşmak mümkündür. Eserin içeriği tezimiz dahilinde ilgili başlıklar içerisinde değerlendirilecektir.

Yayımlanmamış Eserleri

Kırk derste Arapça

Ken’ân Rifâî Kırk derste Arapça eserini 1317/1901 tarihinde Medine’de bulunduğu sırada kaleme almıştır.[648] Kitap el yazması olarak büyük boy 84 varak, 168 sayfadır. Hat Ken’ân Rifâî’ye âittir. Lafza-i celâl ve besmele ile başlayan kitap kırk bölümden oluşur ve her bölüm kendi içinde belli bir düzene sahiptir. Bölümlerin başında, ders içeriğine yönelik bir “lugat” vardır. Burada ders içerisinde kullanılacak kelimelerin listesi yer alır. Bölümde öne çıkan dilbilgisi konuları, her bölüm içinde dip not çizgisinin altına yerleştirilir ve konuyla ilgili ödev vazife başlığı altında verilir. Her dersin sonunda bir de “ilâve” bölüm yer alır ki bu kısım müellifin “her dersin nihâyetinde yazılacak olan ilâveler dersten memdûd olmayıp, bunları şakirtlerimiz boş vakitlerinde kendilerini sıkmayarak öğreneceklerdir” ifadeleriyle dile getirdiği gibi öğrenmeyi pekiştirici alıştırmalardır.

Ken’ân Rifâî’nin Kırk Derste Arapça eseri, şekil olarak dönemin dil öğretimi konusundaki pratik kitaplardan mülhem olarak kaleme alınmıştır. O dönemde Medrese eğitiminin en çok eleştirilen kısımlarından birisi, yıllarca devam eden Arapça eğitimine rağmen, kullanılan metodun talebelerin Arapça yazma ve konuşmasını temin etmede yetersiz kalmasıydı. Ken’ân Rifâî’nin ise, Sultanî’de aldığı Arapça eğitimi neticesinde, ileri seviyede tercüme yapabilecek kadar dile hakim olduğunu kaydetmiştik. Rifâî, buna ilaveten Medine’de bulunduğu dönemde yerel Arapça ve konuşma dilini de geliştirerek, Türk insanının Arapça öğrenme ve konuşma zorluğunu aşmasına yardımcı olmak için bu eseri hazırlamıştır. Eserin yalnızca ilk üç dersini dikkate alarak, Ken’ân Rifâî’nin büyük ölçüde bu konuda muvakkak olduğunu söyleyebiliriz. Rifâî’nin Medrese metodundan ayrı olarak, okuyucunun dikkatini gramer kaidelerinden çok doğrudan konuşma diline çektiği farkledilir. Müellifin, kitabı takip eden öğrencinin ilk on dersten sonra kendisini ifâde edebilecek seviyede bir Arapça’ya sahip olmasını hedeflediği anlaşılmaktadır.

Dünyanın inkılâbı

Ken’ân Rifâî’nin Camilla Flammarion (ö. 1925)’un Fransızca adı La Fin du Monde (1892) olan romanını Dünyanın inkılâbı ismiyle Türkçeye çevirdiği kaydedilmektedir.[649] Kitabın aslı Fransızca olup 1893 yılında İngilizceye çevrilmiştir. Rifâî eseri Fransızca aslından Türkçe’ye çevirmiştir. Henüz el yazması halinde olan çeviriye, II. Meşrûtiyet (1908)’in hemen öncesinde şeyhin konağına yapılan bir arama sırasında, sakıncalı olabileceği düşünülen diğer evraklarla birlikte el konulmuştur.[650]

Ken’ân Rifâî’nin Camilla Flammarion’a bir teveccühü vardır ve bu durum onun sohbetlerinde yazara yönelik referanslardan kolayca takip edilebilir.[651] Rifâî’nin Flammarion’a yönelik atıflarına bakıldığında, onu inanç sahibi bir bilim adamı olarak gördüğü anlaşılır. Rifâî’ye göre Flammarion bir pozivitist ve progresif değildir, fizik alemdeki gelişmelerin metafizik alemle irtibatını kuran bir bilim insanı ve düşünürdür. Eserlerindeki ifadelerinden anlaşıldığı üzere Flamammarion inanç sahibidir ve bu onu devrin pozitivistlerinden ayrıştıran en önemli bir özelliğidir: “Hiçbir şey yoktan vücûda gelmeyeceği cihetle, bilcümle eşyânın vücûd-i Hak’tan neşet etmiş olması yâni onun tezahürleri ve tecellîsinden ibaret bulunmuş olması lâzım gelir.”[652] Son zamanlarda dünyanın sonu ile ilgili birçok yapımda, Flammarion’un bu romanına atıflar yer alırken, yazar halihazırda “mistik billim kurgu yazının” en önemli ismi kabul edilir.[653] Rifâî’nin teveccühünde, Flammarion’un pozitivist ve ilerlemeci dünya anlayışına karşı tutumu etkili olmuştur. Rifâî, Flammarion’un eserini Dünyanın İnkılâbı adıyla Türkçeye çevirirken, pozitivizme karşı duran Batılı bir yazarı Türk insanına tanıtmayı hedeflediği söylenebilir.[654]

Mesnevi sohbetleri

Ken’ân Rifâî’nin gerek Mesnevî takrîrleri gerekse sohbetlerine ait notları yukarıda derlenmiş kitaplardan ibâret değildir. Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Meşkûre Sargut ve kızı Cemalnur Sargut vasıtasıyla bize erişen Rifâî’ye ait not defterlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Ken’ân Rifâî’nin basılmayı bekleyen daha birçok eseri mevcuttur. Bunlardan Mesnevî takrirlerine ait notlar, başlı başına bir çalışmadır. Bu not defterlerinin, Nazlı Hanım, İfakat Hanım ve kesin olmamakla beraber Semiha Cemal Hanım tarafından tutulmuş olduğunu söyleyebiliriz. Defterlerin başındaki ifâdelerden anlaşıldığı kadarıyla müsveddeden temize geçirilmek suretiyle ders notları sonradan düzenlenmiştir.

Rifâî’nin Mesnevî Sohbetleri’ne ait ders notları arasında müridlerinden İfakat Hanım tarafından tutulmuş olan not defteri içerisinde, ikinci cilde ait ders tutanakları bulunmuştur. Defter toplamda 187 yaprak olup 3a-114a sayfaları arasında Mesnevî ikinci cilde ait takrir notları bulunmaktadır. Defterde 16 Kanunievvel 1338-14 Temmuz 1338 tarihleri arasında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda yapılan Mesnevî takrîrlerine ait notlar yer alır. Ders tutanağı Mesnevinin II. cildin “uyurken ağzına yılan giren birini bir beyin incitmesi” ile ilgili beyitlerin şerhiyle başlayıp III. cildin ilk beyitlerine yönelik şerh tutanakları ile devam eder. İfâkat Hanım’ın ders notlarında eksik olan beyitlerin şerhi, Kazım Büyükaksoy’un derlediği MesnevîHatıraları adlı kitaptadır.

Mesnevî Sohbetlerine ait ders notları içerisinde Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Nazlı Hanım ve İfâkat Hanım tarafından tutulmuş III. cilt şerhine ait ders defterleri de yer alır.[655] Nazlı Hanım’ın defterinde, Mesnevinin ilgili cildine ait on dokuz hikâyeye rastlanmıştır.[656] Buna göre söz konusu defterdeki hikâyeler, Mesnevi nin III. cildinde geçen “köylü ve şehirli” hikâyesi ile başlar ve sırasıyla diğer hikâyeler şerh edilerek “Bir şeyhin oğullarının ölümüne ağlamaması” hikâyesiyle sona erer. Bazı hikayelerin eksik ya da yarım kalmasının sebebi not tutan kişinin o gün derse katılmaması ile ilgili olduğu söylenebilir.[657] Bunun yanı sıra, Ken’ân Rifâî’ye ait özel dokümanlar arasında, onun el yazısıyla hazırlanmış Mesnevı'nin çeşitli ciltlerine ait beyitlerin şerhlerine rastlanmıştır. Yukarıda bahsedilen dökümandan doktora çalışmamız sırasında yeri geldikçe istifade edilmiştir.



[1]     Tanzimat ve Islahat Fermanları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri, 1789-1856, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2017, C. 6, ss. 169-192, 248-264.

[2]     Islahat Fermanı ve farklı bölgelerdeki etkileri için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Islahat Fermanı Devri 1861-1876, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2011, C. 7, ss. 7-53.

[3]    “1853’te, Grandüşes Yelan evindeki bir şenlik sırasında, Çar I. Nikolay’ın, İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymour’a söylediği tarihsel cümle bu bakımdan alabildiğine aydınlatıcı bir kapalılık taşıyor: “Kollarımızda pek hasta bir adam var; içtenlikle söylüyorum ki size, bu günlerden birinde, hele bütün zorunlu önlemler alınmadan önce bizi terk ederse hastamız, büyük felâket olur!” Hasta adam, ifadesinin zuhûru ile ilgili anekdodun tamamı için bkz. Robert Martran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev. Server Tanilli, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1989, s. 618.

[4]     Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, XIX. Yüzyıl: İlerlemeler ve Çelişmeler, İstanbul: İş Bankası Kütür Yayınları, 2018, C. V, ss. 350-351.

[5]     Abdülhamid devletin hareket imkânını kısıtlayan borçları kapatmak konusunda gayretliydi. Düyûn-ı Umûmiye’nin maliye üzerinde yarattığı bütün zorluklar ve mali imkânsızlıklara rağmen, Sultan devletin kötü gidişatını düzeltmek adına birçok yeniliğe imza attı. Sultanın her kesimden halkla ve orduyla yakın ilişkiler kurduğu kaydedililir. II. Abdülhamid’in subaylarla yemek yediği, hükûmet üyelerini Yıldız Sarayına yemeğe davet ederek ulema ile iftar yaptığı, hastanede yaralı askerleri ziyaret ettiği ve halk içinde namaz kıldığı bu meyandaki rivayetlere örnek olarak kaydedilebilir. Cevdet Küçük, “II. Abdülhamid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 1, 1988, s. 217.

[6]    Halil İnalcık, Rönesans Avrupası, Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 315.

[7]     Şerif Mardin, Yeni Osmanlılar adı da verilen Genç Osmanlılar hareketinin doğuşunu özetle şu şekilde resmeder: 1865 yazında, Belgrad Ormanı’nda bir piknik yapılmış, toplantıya altı genç katılmıştır. Bu genç topluluk, Osmanlı Devleti tarafından devam ettirilen politikaların devletin aleyhine neticeler verceğinden endişelenir. Bu kötü gidişin faturası, Tanzimat’ın iki önemli ismi olan Ali ve Fuad Paşalara kesilmiştir. Pikniğe katılan gençler Bâbıâli Tercüme Odası’nın tedrisinden geçmiş, bu sayede dış işlerininin yürüme tarzını ve Avrupa’da hakim olan politik ve siya

sî sistemleri tanıma imkanını bulmuşlardır. Bu isimlerden bazıları Mehmed Bey, Namık Kemal, Nuri ve Reşad Bey’lerdir. Genç Osmanlılar hareketinin gelişimi ve tesirleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinn Doğuşu, çev. Mümtazer Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, ss. 17-32.

[8]    Şükrü Hanioğlu, “Jön Türkler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, C. 23, ss. 584-587.

[9]     Genç Osmanlılar’ın dağılışının ardından Jön Türk hareketinin başlangıcı hakkında bigi ve değerlendirmeler için bkz. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, 1895-1908, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, ss. 34-38

[10]  Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyâset adlı eserinde Osmanlıcılık ile İslamcılığın zaman içerisinde başarısızlıklarının ortaya çıktığını ve nihayet yeni dönemde Tükçülüğün devletin bekâsını temin edecek anlayış olduğunu iddia eder. 1904 tarihli kitabın Osmanlıcılık hareketini eleştirdiği bölümünde Genç Osmanlıların vatan ve Osmanlılık prensipleri etrafında bir Osmanlı birliği tesis etme ve bu suretle devletin devamını temin etme anlayışında olduklarını kaydeder. Akçura’nın burada kullandığı Osmanlılık ifadesi zihniyet olarak Osmanlı devletinde yaygınlaşması ve yerleşmesi düşünülen bir kimliğin ifadesidir. İdeolojik çağrışımları daha az olması nedeniyle tezimiz kapsamında Rifâî’nin Osmanlı devletinin bekâsını temin yönündeki faaliyetleri bu kelime ile karşılanmıştır. Akçura’nın bahsi geçen ifade ile birlikte Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük üzerine görüşleri için bkz. Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyâset, İstanbul: Ötüken Neşr., 2018, ss. 18, 19-40.

[11]   Azmi Özcan, “Osmanlıcılık”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 33, ss. 485-487.

[12]   Devlet idaresinden, giyim tarzına, düşünceden edebiyata, Batıcılığın Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinden farklı neticeleri ve ifadeleri olmuştur. Başlangıcı III. Ahmed dönemine kadar çıkarılan Batıcılığın çeşitli evreleri hakkında değerlendirmeleri için bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, der. Mümtazer Türköne, Tuncay Önder, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, ss. 9-18.

[13]   İlhan Kutluer, “İslamcılık (Düşüncede)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 23, 2001, s. 65.

[14]   XIX. Yüzyılda Osmanlı seçkinlerinin genel karakteristiği için bkz. İlber Ortaylı, Osmanlı Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, ss. 103-108.

[15]   Özcan, a.g.m., ss. 485-487.

[16]   XIX. Yüzyılda Osmanlı seçkinlerinin genel karakteristiği için bkz. Ortaylı, a.g.e., 103-108.

[17]   Gökhan Çetinsaya, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, C. 1, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 55.

[18]   Mustafa Tekin, “Dönemin İslamcılarının II. Abdülhamid’e Bakışı”, Birey ve Toplum, C. 1, S. 1 (2011), ss. 41-60.

[19]   Fransa’da düşünce akımları için bkz. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), İstanbul: Remzi Yayınevi, 1987, s. 341vd.

[20]   Ergun Erdoğan, Osmanlılar’da Yurt Dışı Eğitim ve Modernleşme, İstanbul: Büyüyen Ay, 2016, ss. 268-269.

[21]   Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma (giriş)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 5, 1992, ss.148-152.

[22]   Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet Seçme Eserleri 9, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, s. 141.

[23]   Cezmi Eraslan, “II. Abdülhamid Devri Politikalarında Din ve Devlet Anlayışına Genel Bir Bakış”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi ed. Coşkun Yılmaz, İstanbul: Sultanbeyli Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür Yayınları No:12, 2012, s. 77.

[24]   XVIII. ve XIX. yüzyıl Avrupası’na gelecek olursak dönemin politikalarına yön veren en güçlü ülkelerin Fransa, İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Rus Çarlığı olduğu görülür. İngiltere büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştur. Girişimlerinin devamı için dış politikada, Atlas Okyanusu’nu ve Hindistan yolunu kontrol altına almayı hedeflemektedir. İngiltere için büyük bir endişe kaynağı olan Fransa o dönemde kıtanın en güçlü imparatorluğudur ve onun da hedefi İngiltere gibi denizlerde hakimiyet kurmaktır. Osmanlı İmparatorluğu açısından tehdit oluşturan diğer bir ülke ise Avusturya’dır. Zira Avusturya kendisine gelişme alanı olarak Balkanlar’ı seçmiş bu sebeple hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorluğu ile sürekli bir çatışma içindedir. Öte yandan, Osmanlı Devleti’nin en çok mücadele ettiği devletlerden biri olan Rus Çarlığı’nın arzusu da, sıcak denizlere inmektir. Çarlık, bunu sadece İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinden yapabileceğinden, bütün himmetini boğazlarla ilgili imtiyazları elde etmeye yöneltmiştir.

[25]   Zafer Şen, “Sultan II. Abdülhamid’in Panislamizm Ve Denge Politikası”,

http://www.zafersen.com/ikinci-abdulhamidin-panislamizm-ve-denge-politikasi(14.12.2019),     ss.1-6,

(18.11.2019); II. Abdülhamid Panislamizm politikasını yürütürken bir strateji takip ederek halife adına hutbe okunması, dînî rehberlik ile Müslüman topluluğunu örgütleme ve yönetme fonksiyonlarının Osmanlı Devleti’nin elinde tutulmasını istemiştir. II. Abdülhamid’in İslamcılık politikası hakkında bilgi ve bu alandaki uygulamaları hakkında bkz. Şaban Tanıyıcı, Selçuk Kahraman, “II. Abdülhamid’in Dış Politikasında İslamcılık ve İngiliz Şeyhülislam Abdullah

Quilliam”, Medeniyet ve Toplum, C. 1, S. 2 (2017); II. Abdülhamid’in özellikle en çok ilgilendiği ülkelerden biri Hindistan olmuştur. Aynı politik anlayışın bir neticesi olarak Hamidiye döneminde Hindistan’a elçiler ve ziyaretçiler gönderilmiş, Hindistan’daki İslâm Uleması ve nüfûzlu kimselerle irtibat kurulmuş, tarikatlar ve Osmanlı ulemasının nüfuzu bu amaçla değerlendirilmeye çalışılmıştır. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı-Hindistan münasebeti hakkında bu makaleye bkz. Azmi Özcan, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Osmanlılar Ve Hindistan Müslümanları”, Türkler Ansiklopedisi, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, C. 13, ss.138-143.

Recep Vardı, “II. Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyasetinin Sosyolojik Sonuçları”, Toplum Bilimleri Dergisi, C. 8, S.16 (2014), s. 148.

İlber Ortaylı, İkinci Abdülhamid Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 479 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi No: 24, 1981, s. 148.

a.g.e., ss. 148-149.

Hulusi Yavuz, “Sultan II. Abdülhamid Han ve Büyük Bağdat Demiryolu”, İslâm Medeniyetinde Bağdat (Medinetü’s Selam) Uluslararası Sempozyum, İstanbul: IRCICA, 2008, ss. 123-154.

a.g.m., s. 221.

[31]   Mustafa Şanal, “Eşrefefendizâde Mehmet Şevketi’nin Medreselere İlişkin Islahat Düşünceleri ve Çözüm Önerileri”, y.y., s.s. 193-218.

[32]   Daha fazla bilgi için bkz. Mehmet İpşirli, “Medrese”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003, C. 28, ss. 327-333; Seyfettin Erşahin, “Ulema ve Osmanlı Yenileşmesi: II. Mahmud’un bazı Islâhatı karşısında Ulemânın Tutumu Üzerine Tespitler”, Diyanet İlmi Dergi, 1999, ss. 249-270.

[33]   Erşahin, a.g.m., ss. 249-270.

[34]   İsa Halis, Tanzimat Dönemi Eğitim Sistemi ve Yeniden Yapılanma Çabaları, Konya: Serhat Kitabevi, 2005, s. 11.

[35]   Tanzimat dönemi ıslahatları ve dönem hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ali Akyıldız, “Tanzimat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2011, C. 40, ss. 1-10

[36]   Tanzimat dönemindeki yapılan yenilikler ve dönemin değerlendirmesi için bkz. Bayram Kodoman, AbdülhamidDevri Eğitim Sistemi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, ss. 8-27.

[37]   Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılın başından itibaren yaptığı ıslahatlar temelde iki alan üzerinde yoğunlaşmaktaydı ki bunlar askeriye ve ilmiyedir. Bu iki alanda Batılı devletlerin eriştiği güce erişmek öncelikli hedef olarak alınmış olup Tanzimat döneminde açılan birçok yeni eğitim kurumu aslında öncelikle askeri alanda kuvvetlenmeyi temin etmeyi hedeflemekteydi. Fatma Ürekli, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Eğitim Sistemi ve Kurumlan”, Sosyal Bilimler Dergisi, ss. 382-406; Bu dönemde devlet, eğitimi, ilmiye sınıfının tekelinden almış ve yeniden teşkilatlandırmaya yönelmişti. Söz konusu hedefe yönelik olarak, modern ve Batılı tarzda açtığı okullar vasıtasıyla, Osmanlı birliğini gerçekleştirerek aynı zamanda Tanzimat rûhuna uygun memurlar yetiştirmeyi amaçlamaktaydı. Bkz. Şerif Demir, “Tanzimat Dönemi Eğitim Politikalarında Osmanlıcılık Düşüncesinin Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Kış-2010, C.9., ss. 291-92. Tanzimat döneminde açılan okullar hakkında daha faza bilgi almak için bkz. Halis, a.g.e., ss. 53-125; Ürekli, a.g.m., ss. 382-406.

[38]   Tanzimat döneminde mesleki ve teknik eğitim kurumları hakkında bilgi için bkz. Halils, a.g.e., s. 81 vd.

[39]   Yabancı okullar hakkında bilgi almak için bkz. Halis a.g.e., s. 140.

[40]   Bâb-ı âlinin bu dönemde açtığı okullar arasında Enderun Mektebi, Kitabet ve Mekteb-i Maârif-i Adliye sayılabilir. Tüm bu açılan okullara rağmen, amaçlanan modernleşmenin çok yavaş ve hayal kırıcı düzeyde olduğu söylenmiştir. Daha detaylı değerlendirme için bkz. Lathiful Khuluq, “Modernization of Education in The Late Ottoman Empire”Al-Jami‘ah, C. 43, S. 1 (2005), ss. 23-55.

[41]   XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’da bürokrasinin yetişmesinde Bâbıâli tercüme ofisinin yeri ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Onur Kınlı, Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi, İstanbul: İmge Yayınları, 2006, ss. 132-133.

[42]   Halis, a.g.e., s. 139.

[43]   a.g.e., ss. 125-135.

[44]   Cemil Öztürk, “Selim Sâbit Efendi”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Diyânet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2009, C. 36, ss. 429-430.

[45]   Selçuk Akşin Somel, Sabit’in dönem içerisindeki duruş ve kıymetini şu ifadelerle anlatıyor: “S. Sâbit çok yönlü bir eğitsel deneyimlerinden kazandığı engin kültürüle ufkuyla, modern eğilimleri geleneksel eğitim politikalarıyla telif etmeyi başarmış bir pedagog ve eğitim bürokratıydı. 1869’dan sonra Osmanlı Eğitim modernizasyonunun mimarı olarak öne çıkmıştır.” Selçuk Aksin Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908) İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin, çev. Osman Yener, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s. 217; Maârif Nizamnâmesi’nde usûl-i cedîde kavramı geçmekle birlikte burada geçtiği şekliye terimin Sabit tarafından ayrıntılı şekilde ortaya konan tarifle örtüşüp örtüşmediğinin bilinmediğini söyleyen Somel, eserinde bahsi geçen pedogog ve eğitim bürokratı tarafından ortaya konan usûl-i cedîde hakkında bilgi verir. Ayrıntılar için bkz. a.g.e., ss. 217-219.

[46]   Nitekim Tanzimat reformlarında etkili bir isim olan Reşit Paşa Devlet-i Âl-i Osman’ın temellerini “İslam, hânedân-ı âli Osman, Mekke ve Medine (Haremeyn) ile İmparatorluğun payitahtı İstanbul” u şart olarak görür. Tanzimat döneminde teknik ve askerî alanda Batılı devletlerin ulaştığı yetkinliği elde etmek devletin güvenliği için hayati bir önem taşıdığı nedenle öncelikli hedef fen alanında yetişmiş elemanlar eğitmektir. Selim Deringil, her iki eğitim sisteminde din öğretiminin merkezi bir yeri olduğunu söylerken bu gerçeğe işaret eder. bkz. Reşit Paşa’dan nakille Selim Deringil, İktidârın Sembolleri ve İdeoloji, II. AbdülhamidDönemi (1876-1909), çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: Doğan Kitap, 2002, s. 123.

[47]   Kara, İttihad-ı İslâm politikasını, ortaya çıktığı esnâda Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve Islahat Fermanları çerçevesinde yeni siyasî birliğin nasıl gerçekleştirileceği ve böylelikle yeni Osmanlı milleti ve ferdinin nasıl tarif edileceğine yönelik arayışı merkeze alan bir kavramdır. İtithad-ı İslâm anlayışının buna cevabı Osmanlı milleti ve ferdinin Müslim olsun olmasın eşit Osmanlı vatandaşı olarak görmektir. İsmail Kara, Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017, s. 23.

[48]   Azmi Özcan, “İttihâd-ı İslâm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2001, C. 23, ss. 470-475.

[49]   Benjamin C. Fortna’dan nakille Mustafa Gündüz, “Fortna, Benjamin C. II. Abdülhamid Dönemi Eğitim Politikası Üzerine önemli Bir Çalışma ‘Mekteb-i Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Islâm, Devlet ve Eğitim’ İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 320”, Eğitimde Kuram ve Uygulama, Tanıtmalar, Reviews, 2008, 4, ss. 175-182.

[50]   Esâsen, tekkelerin idaresindeki problemlerin XVIII. yüzyılda başgösterdiği görülür. Osman Sâcid Arı, Meclis-i Meşâyıh Arşivine Göre Hicrî 1296-1307 (Milâdî 1879-1890) yılları arasında Osmanlı Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslâm Bilimleri Anabilimdalı, 2005, ss. 47-137.

[51]   Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: XIX. Yüzyıl, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003, s. 91.

[52]   a.g.e., s. 700.

[53]   Süleyman Uludağ, “Ken’ân Rifâî Hazretlerinin Yaşadığı Devirde Tasavvuf’, Rahmet Kapısı: Ken’ân Rifâî Sempozyum Bildirileri, ed. TÜRKKAD İstanbul Şubesi Yayın Komisyonu, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 25.

Yücer, a.g.e., s. 86.

a.g.e., s. 78.

Şeyhlerin irşada başladıkları hânelerini, zamanla tekkeye dönüştürdükleri bir uygulama.

Yücer, a.g.e., ss. 78-79.

a.g.e., s. 106; Tekkelerin savaş ve yokluk zamanında toplum içerisinde ifa ettiği fonksiyonlar için bkz. Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1993, s. 95.

Hür Mahmut Yücer, “Sultan Il. Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarîkat Münasebetleri”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi ed. Coşkun Yılmaz, İstanbul: Sultanbeyli Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür Yayınları No:12, 2012, ss. 251-278

Arı, a.g.t. , s. 103, 122, 124.

Bu uygulmanın son örneklerinden biri hakkındaki değerlendirmeler için bkz. Salih Çift, “İstanbul’un Tasavvuf Hayatını Besleyen Bursa Merkezli Bir Celvetî Dergâhı: Selâmî Ali Efendi Tekkesi”, T.C. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 1 (2007), s. 165.

[62]   Bilgin Aydın, “Meclis-i Meşâyih”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), C. 28, 2003, ss. 247-248.

[63]   Mustafa Kara, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarikatlar”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 96.

[64]   Yücer, “Sultan Il. Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarîkat Münasebetleri”, ss. 251-278; Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: XIX. Yüzyıl, s. 704.

[65]   a.g.e., s. 701.

[66]   Adem Ölmez, “II. Abdülhamid ve Mevlevîlik”, Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevîlik Sempozyumu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin 800. doğum yıldönümü anısına ed. Abdurrahman Elmalı, Ali Bakkal, Yıl 2007, Urfa: Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Şanlıurfa Mevlevîhânesi Yaşatma ve Kültür Derneği, 2007, ss. 361-365.

[67]   Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî hakkında bilgi için bkz. Ş. Tufan Buzpınar, “Sayyâdî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2009, C. 36, ss. 217-218.

[68]   Yücer, a.g.e., s. 704.

[69]   Halil İbrahim Şimşek, “Türk Modernleşmesi Sürecinde Tasavvuf Alanında Ortaya Çıkan Bazı Yöntem Tartışmaları”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 5, S. 9 (2001), s. 37.

[70]   a.g.m., s. 32.

[71]   Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarîkatlar, Bursa: Sır Yayınları, 2008, s. 355.

[72]   Mustafa Kara, “Cem‘iyyet-i Sûfîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. 7, s. 335.

[73]   Yalnız Cerîde-i Sûfiyye uzun ömürlü olmuştur. Bu dönemde sûfî çevrelerce yayımlanan mecmualar ve dervişlerin sosyo-kültürel etkiknlikleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Mustafa Kara “İkinci Meşrûtiyet Devrinde Dervişlerin Sosyal ve Kültürel Etkinlikleri”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sûfîler, haz. Ahmet Yaşar Ocak, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, ss. 735-746.

[74]   Abdürrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Bursa: Bursa Akademi, Yayınları, 2016, s. 80; Rifâîlik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Tahralı, “Rifâîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2008, C. 35, ss. 99-103.

[75]   BOA: DH.SAİDd., 72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870): “Abdülhalim Ken’ân Bey; 1286 Selanik doğumlu, Hicaz Vilâyeti Posta ve Telgraf Başmüdürü Hacı Abdülhalim Bey’in oğlu.” Belge içinde şöyle ifade edilir: “Abdülhalim Ken’ân Bey Hicaz Vilâyeti Posta ve Telgraf Sâbık Başmüdürü İzzetlu Hacı Abdülhalim beyin mahdumudur.” İlgili belge için bkz. Ek 1.

[76]   İsim yazma geleneğinde sırasıyla önce şahıs ismi, sonrasında Arap dilinden gelen bir özellik olan “bin” (oğlu) ifadesi ve akabinde baba ismi yazılmaktadır. Ancak gerek Sicilli Osmanî kaydında gerekse Ken’ân Rifâî’nin eserlerindeki imzasında, baba isminin başta gelmesi farklı bir yazım olarak dikkat çekmektedir. Bu yazım tarzının sebebi, kaynağı yahut örneği bulunamamıştır.

[77]   İsmet Binark, Dost Kapısı: Ezel ve Ebed Arasında Ken’ân (Rifâî) Büyükaksoy, İstanbul: Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2005, s. 41; Bkz. BOA: MF.MKT., 66.34, (14 Zilkade 1297/ 18 Ekim 1880): “Mekteb-i Sultânî öğrencisi Ken’ân Bey’in dilekçesine nazaran okul tarafından olan malumatın bildirilmesi”.

[78]   BOA: MF.MKT., 66.34; BOA: MF.MKT., 1052.66, (21 Cemâziyelâhır 1326/ 21 Temmuz 1908); Ken’ân Rifâî’nin imza ve mührü için bkz. Ek 10.

[79]   MMA. 1761.8a.

[80]   Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, y.y., 1327/1909, s. 1; Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn: Sâliklerin Rehberi, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul: Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı, 2019, s. 11.

[81]   Ken’ân Rifâî’nin hayatını ele alan eserlerde ve mezar taşında doğum tarihi 1867 olarak verilmiş olmakla birlikte, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gençlik dönemine ait bir sicill-i ahvâl belgesinde h. 1286/1869 tarihi verilir. Bkz. BOA: DH.SAİD., 72.405.

[82]   Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde, Ken’ân Rifâî’nin mensûb olduğu Filibe hanedanına ait birçok kayda rastlanmaktadır.

[83]   Machiel Kiel, “Filibe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, ss. 79-82; “Filibe de, tıpkı İstanbul gibi 7 tepeden oluşur.” Bkz. Sadık Yalsızuçanlar, “Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin İsimlerle Mâcerâsı”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, haz. Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 149.

[84]   BOA: MKT.MHM., 8.94, (21 Muharrem 1265/ 17 Aralık 1848): “Filibe hanedanından Hacı Hasan Bey ile Enis Efendi ve Hayriye tüccarından Filibeli Hacı Ali Molla’nın Mal Sandığı’na olan borçlarının tahsili.”

[85]   Sâmiha Ayverdi, Dost, Ankara: Hülbe Baytaş Yayınları, 1978, s. 5. Filibe hanedanı ve Hacı Hasan Bey’in nüfuzuna dair bilgiler Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan kayıtlardan takip edilebilir. Bkz. BOA: MKT.MHM., 8.94.

[86]   Bkz. BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu, Alâiye Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”

[87]   Sâmiha Ayverdi, Dost, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2017, s. 17.

[88]   Ayverdi, a.g.e., s. 5.

[89]   Selâmi Şimşek, “Osmanlı’nın Balkanlar'daki Önemli Kültür Merkezlerinden Biri Filibe’de Tasavvuf Ve Tarikatlar”, Osmanlı İlim, Düşünce Ve Sanat Dünyasında Balkanlar, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı, Edirne, 2014, ss. 252-253.

[90]   Kiel, a.g.m., ss. 79-82.

[91]   Bulgar ayaklanması ve yüzyılın son çeyreğinde Balkanlar’ın durumu için bkz. Bkz. Yusuf Halaçoğlu, “Bulgaristan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, ss. 79-82; Misha Glenny, The Balkans, Nationalism, War and the Great Powers 1904-1999, New York: Viking Penguin, 2000, s. 126; Richard .J. Crampton, A Concise History of Bulgaria, New York: Cambridge University Publication, 2002, s. 114.

[92]   Ayverdi, Dost, 2017, s. 18.

[93]   Rifâî, 13-14 yaşlarındayken Filibe’de bulunduğu zamanlara dair bir anısını nakleder. Bkz. Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol, Sofi Huri, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2003, s. 536.

[94]   a.g.e., s. 559; Gerçekten de Rumeli’nin bu çalkantılı dönemi, tebaanın milli duygularını uyandırdığı ölçüde Türkler arasında millî şuurun uyanışına da vesile olmuş, bir yandan vatan kavramı Osmanlı mefkûresine Namık Kemal’in şiirleriyle girerken; diğer yandan kaybedilen toprakların halk üzerinde yarattığı aksülamel türkülerin ve ağıtların diliyle kendini ifade etmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin çözülme alâmetlerini bizzat görmüş ve vatan toprağı kaybetmenin acısını ilk elden tecrübe etmiş birisi olarak, Ken’ân Rifâî’nin de hayatı boyunca vatan mefhumuna kıymet verdiği görülür. Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzumeler, İstanbul: Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2013, s. 154.

[95]   Ayverdi, a.g.e., s. 19.

[96]   Ken’ân Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 437.

[97]   a.g.e., s. 451.

[98]   “Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, yerinde yaptığı araştırmalar yanında özellikle cihat defterlerindeki verilere dayanarak tespit ettiğine göre Bulgaristan’da 2356 cami-mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zâviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıca-kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 16 kervansaray vb.den oluşan toplam 3339 İslâmî eserden günümüze çok azı gelmiştir ve diğerleri tamamen yok edilmiştir. Bu eserlerin böylesine tahribi, buradaki cemaat ruhunu ve dayanışma fikrini ve hepsinden önemlisi Müslüman halkın ilim, din ve kültür kaynaklarını da kurutmuştur.” Bkz. Halaçoğlu, a.g.m., 79-82.

[99]   Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri, C. IV, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1982, ss. 27-28.

[100] BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey, 1252 Filibe doğumlu. Alâiye kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.” Abdülhalim Bey’in fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[101] Hacı Hasan Bey’in yegâne oğlu Abdülhalim Bey değildir. Kayıtlarda aynı künyeyle Abdülhalim Bey’den sonra dünyaya gelmiş iki zevatın adına tesadüf edilmiştir. Bkz. BOA: DH.SAİD., 4.258, (29 Zilhicce 1255/ 4 Mart 1840): “Ahmed Cavid Bey; 1255 Filibe doğumlu, Filibeli Hacı Hasan Bey’in oğlu.”

[102] Abdülhalim Bey’in hayatı ve memuriyetleri ile ilgili bilgiler Osmanlı Devlet Arşivi’nden temin edilen ve evrak numarası yukarıda verilen sicill-i ahvâl belgesinden alınmıştır. Bkz. BOA: DH.SAİD.,1.37, (29 Zilhicce 1252/6 Nisan 1837)

[103] BOA: DH.MKT., 1468.19, (20 Rebiyülevvel 1305/ 6 Aralık 1887) “Trablusgarb Posta ve Telgraf Başmüdürlüğü’ne tayin edildiği halde gitmek istemeyen Mehmed Şevket Efendi’nin yerine Abdülhalim Bey’in tayini.”

[104] BOA: DH.MKT., 1933.105, (18 Ramazan 1309/ 16 Nisan 1892): “Hastalığı sebebiyle izinli olarak
Dersaadet’te bulunan Hicaz Telgraf ve Posta Müdürü Hacı Abdülhalim Bey’in izninin uzatılması”

[105] BOA: ŞD., 1101.37, (29 Cemâziyelâhır 1310/ 18 Ocak 1893); BOA: DH.MKT., 2056.111, (11 Ramazan 1310/ 29 Mart 1893).

[106] Ayverdi, Dost, 2017, s. 18.

[107] BOA: MF.MKT., 309.21, (21 Şevval 1313/ 5 Nisan 1896).

[108] BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu, Alâiye Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”

[109] Ayverdi, Araz, “ Medine ve Kendi Kendine Erişme”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 97.

[110] BOA: MF.MKT., 788.46., (14 Rebiyülâhir 1322/ 28 Haziran 1904): “Medine Hamidiye İdadisi Müdürü Ken’ân Bey’e gözlerini tedavi ettirebilmesi için verilen iznin iki ay temdidi.”

[111] BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).

[112] Kabri, Karacaahmet Mezarlığı’nda babası Hacı Hasan Bey’in yanındadır. bkz. BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).

[113] Ayverdi, Araz, “Çocukluğu ve Gençliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 33.

[114] BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).

[115] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s. 126.

[116] Ken’ân Rifâî’nin ilk memuriyetinin kısa süreli de olsa Posta Telgraf Teşkilatı bünyesinde olması buna bir örnek teşkil eder. Bkz. BOA: DH.SAİD., 72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870).

[117] Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları, İstanbul: Fatiş Yayınevi, 1988, ss. 451-457; Hatice Cenan Hanım’ın resmi için bkz. Ek 11.

[118] Araz, a.g.e., ss. 451-455.

[119] Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzumeler, ss. 68-69.

[120] Hatice Cenan Hanım’dan nakil ile, Ayverdi, Araz, “Ken’ân Rifâî ve Annesi Hatice Cenan Hanım”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 18.

[121] Yunus Emre ve Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin tasavvuf anlayışlarında cezbe ve aşk faktörü hakkında değerlendirmeler için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, ss. 109-148; Yunus Emre tesirleri ve takipçileri için bkz. Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, haz. Orhan F. Köprülü, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, ss. 257-390 .

[122] Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân, İlâhiler ve Manzumeler, ss. 48-51.

[123]  a.g.e., s. 49.

[124] BOA: DH.SAİD.58.23, (29 Zilhicce 1282/ 14 Mayıs 1866): “Arif Efendi; 1282 Filibe doğumlu, Filibeli Edhem Efendi’nin oğlu.”

2017, s. 179.

Araz, a.g.e., s. 455.

a.g.e., ss. 449-452.

a.g.e., s. 458.

a.g.e., s. 457.

Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzumeler, ss. 42-43.

[131] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 460.

[132] Ken’ân Rifâî ilk eğitimini Filibe’de Sıbyan Mektebi’nde almıştır. Burada, temel dinî bilgiler ile Arapça ve Osmanlıca gibi temel dersleri tahsil etmiştir. Daha sonra bir müddet Filibe Rum İdâdîsi’ne devam etmiş, orta öğretimin ilk yıllarım Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde okumuş, fakat ortaokul diplomasını, ailevi sebeplerle Filibe’de bulunduğu sırada kısa bir süre devam ettiği Filibe’deki Cem’iyyet-i İsrâiliyet Mektebi’nden almıştır. Filibe’de o dönemde çeşitli sıbyan mektepleri ve rüşdiyeleri mevcuttur. Filibe’de ilk ve orta öğretim seviyesindeki Türk, Bulgar ve yabancı kaynaklı okullar ile müfredatları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Neriman Ersoy, XIX. Yüzyılda Filibe Şehri (1839-1876), (Doktora Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003, ss. 248­257; BOA: DH.SAİD., 72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870); Ken’ân Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, s. 451.

[133] Ayverdi, Araz, “Çocukluğu ve Gençliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 26; Bu döneme ait fotoğraflar için bkz. Ek 11.

[134] BOA: DH.SAİD., 1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837) “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu, Alaiye Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”

[135] İsmail Doğan, “Eğitimci Ali Suâvi (1839-1878) ve Galatasaray Lisesi’ndeki Uygulamaları”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1994, ss. 515­538.

[136] Ali Suâvi ve Hamidiye dönemi faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Abdullah Uçman, “Ali Suâvi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm

Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1989, C. 2, ss. 445-448.

[137]  Son dönem bürokrat, eğitimci, yazar ve şairlerinden Muallim Ahmed Feyzi Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Dönemin bilginlerinden Esed Molla’nın oğludur. Ezher’de eğitim almış, İstanbul’a gelip Osmanlı uyruğuna geçtikten sonra eğitimle ilgili vazifelerde bulunmuştur. Galatasaray Sultânîsi’nde Farsça öğretmenliği yapmış ve Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde “Sürûş” adıyla yazılar yazmıştır. İbnü’l- Emin Mahmud Kemal İnal’ın, Son Asır Türk Şairleri, C. 1, eserinden nakille https://www.biyografya.com/biyografi/9883 (14.09.2019).

[138] Ken’ân Rifâî’den nakil ile, Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 24-25.

[139] Rifâî, Sohbetler, s. 40.

[140] Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, haz. Abdullah Uçman, İstanbul: Dergah Yayınları, 2017, s. 582.

[141] Abdullah Uçman, “Muallim Nâcî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet İslâm

Araştırmaları Merkezi, 2005, C. 28, ss. 542-543.

[142] Ken’ân Rifâî’nin bu dönemde yazdığı pedagoji makalelerine II. Meşrûtiyet öncesinde konağına yapılan bir aramada el konulmuştur. Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde Mehmet Ken’ân mahlaslı bazı yazılara rastlandığını ve bunların Ken’ân Rifâî’ye ait olan bahsi geçen pedagoji makaleleri olabileceğini söyler. Aynı konu için bkz. Ayverdi, Araz, “Mürşidliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 110.

[143] Hulûsi Kılıç, “Mehmet Zihni Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003, C. 30, ss. 315-317.

[144] Hatta o dönemde yaygınlaşan “görenek belası” tabiri de Münif Paşa’ya aittir. Hakkında daha fazla bilgi için bkz. İsmâil Doğan, “Münif Mehmed Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2006, C. 32, ss. 9-12.

[145]  Hilmi Ziya Ülken’e göre Münif Paşa’nın aydınlanmacı ve terakkici yönü ile ilgili daha fazla değerlendirme için bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, ss. 75-77.

[146] Rifâî, Sohbetler, ss. 473-474.

[147] Ken’ân Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, haz. Mustafa Tahralı, sad. Müjgan Cumhur, İstanbul: Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2015, ss. 259-261.

[148]  Galatasaray Diploması için bkz. Binark, a.g.e., s. 41.

[149] Bkz. Binark, a.g.e., ss. 41-42; Galatasaray’daki okul durumuyla ilgili diğer bir belge için bkz. BOA: MF.MKT., 66.34, (14 Zilkade 1297/ 18 Ekim 1880).

[150] BOA: DH.SAİD.,72.405, (25 Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Türkçe, Fransızca ve Rumca tekellüm ve kitâbet eder; Bulgarca ve İngilizceye âşinadır.”

[151]  Filibe’de büyümüş olması Bulgarcaya aşinalık kesbetmesine, Rum İdâdîsi’ne bir müddet devam ederek bölgedeki Rumlarla sosyal hayatın getirdiği bir zorunluluk icabı yakınlığı olması, Rumcasına kaynak teşkil eder.

[152] Bu meseleyi biraz daha açacak olursak Ken’ân Rifâî’nin söz konusu düşünce ve hayat tarzıyla ilk teması Mekteb-i Sultânî değildir. Doğu ile Batı’nın tabii bir imtizâcı olan Balkanlar’da kozmopolit bir toplum yapısı içerisinde büyümüş olması dolayısıyla, onun her iki yaşam tarzına da bir tür aşinalık kazanmış olması mümkündür. Rifâî, Filibe’de bulunduğu dönemde bu yaşam tarzı ile az çok temas halinde olmuş ve yaşının elverdiği ölçüde tanıma imkanı bulmuştur. Ancak bir yaşam tarzı olarak temas halinde bulunduğu bu anlayışla, formel manada tanışması, Galatasaray’da aldığı eğitimle gerçekleşmiştir. Filibe’de Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi tebaasıyla hanedanlığın gerektirdiği şekilde irtibatlı olmuştur. Memuriyet yılları içerisinde Adana’da Ermenilerle, Manastır ve Kosova’da Bulgar, Rum, Arnavut, Makedon, Yunanlılarla irtibatta bulunmuş, Trabzon’da Ermeni ve Gürcü azınlıklarla mesleğinin icabı olarak ve mahalle yaşamının bir gereği olarak yine temasta bulunmuştur. 1903 yılı sonlarında yerleştiği ve vefatına kadar ikamet edeceği İstanbul’a gelince fetihten öncesinde dahi kozmopolit özelliğiyle öne çıkan bir şehir olduğu ve burada yaşayan her ferdin birlikte yaşama anlayışına sahip olduğu bir gerçektir. Ancak Ken’ân Rifâî hassaten Müslüman unsurun öne çıktığı sur içinde ve Fatih bölgesinde hayatını sürdürmüştür. Ancak maârifçiliği onun İstanbul halkı içerisindeki çeşitli unsurlarla resmî ve içtimâi sebeplerle irtibat kurmasına imkân sağlamış; sohbetlerindeki anekdotlardan anlaşıldığı üzere de bu irtibatlarında dinî ve sosyal farklılıklara hürmet eden bir anlayış içerisinde bulunmuştur. Ken’ân Rifâî’nin Osmanlı tebaasındaki farklı unsurlarla irtibatlarına örnekler için bkz. Rifâî, Sohbetler, ss. 87-88, 399-400, 527, 535-536, 555.

[153] İlber Ortaylı, Avrupa ve Biz Seçme Eserler 1, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 83.

[154] O dönemde okutulan dersler genel olarak Türkçe, Fransız dili ve edebiyatı, ahlâk ve âdap, Latince, Grekçe, Osmanlı tarihi, genel tarih, Osmanlı coğrafyası, genel coğrafya, matematik, kozmografya, mekanik, fizik, kimya, tabiat bilgisi, hukuk, mülkî idare, hitabet ve edebiyat, hat ve resim, muhasebe, defter tutma gibi derslerdir. II. Abdülhamid döneminde genel olarak Sultânîler’de verilen eğitim ve özelde Galatasaray Sultânîsi hakkında bilgi için bkz. Esma İgüs, II. Abdühamid Dönemi Eğitim Sistemi, Eğitim Yapıları ve Askeri Rüşdiyeler, (Doktora Tezi), İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi, 2008, ss. 68-71; Benjamin C. Fortna, Mekteb-i Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İslâm, Devlet ve Eğitim, çev. Pelin Siral, İletişim Yayınları, 2005, s. 133.

[155] Ayrıntılı bilgi halifeleri kısmında verilecektir.

[156] Babanzâde ile Ken’ân Rifâî arasındaki mülâkata bir örnek için bkz. Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 563-564; hakkında bilgi için bkz. İsmail L. Çakan, “Babanzâde Ahmed Naim”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, C. 4, ss. 375-376; Babanzâde Ahmed Naim’in dönem içindeki duruşuyla ilgili İsmail Kara’nın değerlendirmesi için bkz. İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1: Metinler Kişiler, İstanbul: Dergah Yayınları, 2017, ss. 319-352.

[157] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 540-541.

[158] Bu isimler içerisinde, materyalist ve pozitivist görüşleriyle ünlü Rıza Tevfik de yer alır. Rifâî, örneklerini seçerken Sultânî mezunlarını tercih eder. Bkz. Rifâî, a.g.e., s. 412.

[159] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 269.

[160] Mehmet Demirci, “Ken’ân Rifâî’nin Hayatı ve Şahsiyeti”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 29; Ken’ân Rifâî’nin bu döneme ait fotoğrafı için bkz. Ek 11; Ayverdi, mezuniyetinin ardından kısa bir süre Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaptığını da kaydeder. Bkz. Bkz. Rifâî, Sohbetler, s. I.

[161] Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıl başında bürokratikleşme yönünde yaptığı yeniliklerin bir parçası olarak, Bâbıâli’de Tercüme bürosu açılmıştır. 1856’da artan dış yazışmalarla ilgilenmek amacıyla Hariciye Nezâreti’ne bağlı olarak, Tahrîrât-ı Ecnebiyye Odası kurulmuştur. Tarihçesi ve bu kurumun özellikleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Carter Vaughn Findley, “Hariciye Nezâreti”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 1997, C.

16, ss. 178-180; Her fırsatta kurumsallaşmaya çalışan Bâbıâli 1856 yılında tercüme odasından seçilen memurlar vasıtasıyla yabancı lisanlarda artan yazışma ihtiyacını karşılamak maksadıyla Tercüme Odası’na bağlı olarak Tahrirât-ı Ecnebiyye Odası’m ihdâs etmiştir. Hariciye ofisi, bu tür evrakın hallinde bu odadan istifade ederek tercüme odasının yükünü hafifletmeyi amaçlamıştır. 1869’da da bazı düzenlemeler yapılarak oda memurlarının görev tanımları daha ayrıntılı bir hale getirilmiştir. Dil alanında ihtisaslaşmaya zemin hazırlayan bu ofisle imparatorluk sarayının duvarlarına Batılı bir pencere daha eklenmiştir. Yazışma alanındaki bu pozitif gelişmeyle dış işlerindeki müesseseleşmenin sınırları biraz daha genişlemiştir. Hariciye Nezâreti ile ilgili daha fazla bilgi için bkz. Mahmut Akpınar, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Hariciye Nezâreti’nin Kuruluşu ve Dış Politikanın Kurumsallaşması”, İzmir, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Tarih İncelemeleri Dergisi, C. 29, S. 1 (2014), ss. 59-85.

[162] BOA: DH.SAİD.,72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870).

[163] Ken’ân Bey’in bu dönemdeki uygulamalarım değerlendirebilmek için Tanzimat döneminde yapılan maârif ıslahatlarına ve genel manada maârif anlayışına bakmak gerektiği gibi, bu alandaki ıslahatların Osmanlı modernleşme sürecinde yüklendiği fonksiyonu da dikkat almak gerekir. Bu sebeple metin dahilinde ilgili yerlerde gerekli izahlarda bulunulacaktır.

[164] Teyfur Erdoğdu, “Maârif-i Umumiyye Nezâreti Teşkilatı I”, Ankara, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. 51, S. 01 (1996), s. 185.

[165] a.g.m., s. 186

[166] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, ss. 259-261.

a.g.e., s. 260.

a.g.e., ss. 260-261.

Belgede şu şekilde geçer: “23 Şevval 1306/ 10 Haziran 1305/ [22 Haziran 1889] 600 guruş maaşla

(2007), ss. 183-197.

175   Bölgede yakın bir zamana kadar 1300 yılına kadar bölgede birinci sınıf rüşdiye mektebinden başka okul yoktur. Okullar hakkında daha fazla bilgi için bkz. Abdülmecit Mutaf, Salnâmelerde Karesi

Sancağı (1847-1922), y.y., 1997, ss. 47-49.

[173] Okul binası, Maârif Müdürü Giridî Hasan Tahsin Bey’in zamanında okulun inşaatı başlamıştır. Tamamlanması 1895 senesini bulmuştur. Bu tarihten sonra seyyar halde bulunan lise, bu yeni binaya taşınmıştır. Rifâî görevli olduğu dönemde okulun mekânla ilgili problemi vardır. Bkz. a.g.m., s. 191.

[174] Karesi İdadi’sinin1887’de iki sınıfı ve 29 öğrencisi mevcuttur. Bkz. a.g.e., s. 48.

[175] Tasavvufta riyâzet türleri ve yeme-içe ile ilgili riyâzetin tekâmül sürecindeki hızlandırıcı rolü için bkz. Öncel Demirdaş, “Riyâzet Eğitimi ile Gerçekleşen Mânevî Olgunluk”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C. 11, S. 3 (2011), ss. 79-90.

[176] Bkz. Fotoğraf albümü Ek 11.

[177] Rifâî’den nakille Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 131.

[178] Ayverdi, a.g.e., s. 22.

[179] Araz, a.g.e., s. 460.

[180] a.g.e., ss. 131-132.

[181] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken ’ân: İlâhî ve Manzumeler, s. 39,

[182]  Sicill-i Ahvâl belgesinde “22 Şevval 1307/ 20 Mayıs 1306/ 1 Haziran 1890 tarihinde 2000 guruş maaşla Adana Vilâyeti Mâârif Müdüriyetine nakil” olunduğu kayıtlıdır. bkz. BOA: DH.SAİD., 72.405.

[183] Bu gelişmişlikte Maârif Nezâreti’nin, maârif ıslahatları kapsamında yaptığı uygulama ve düzenlemeler yanında, bölge halkının eğitime gösterdiği hassasiyet de etkilidir. Adana halkı özellikle sıbyan mektepleri tesisine önem vermekteydi. Halk, bu maksatla kurulan vakıf ve diğer kaynaklar vasıtasıyla bölgenin eğitim öğretim açısından ilerlemesinde son derece âmil olmuştur. Kurulan vakıflar ve Adana halkının hizmetleri için bkz. Kâmil Şahin, “XIX. ve XX. Yüzyılda Adana İslâm Sıbyan Mektepleri Üzerinde Gözlemler”, II. Uluslararası Karacaoğlan - Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu, 20-24 Kasım 1991, Adana: Çukurova Üniversitesi Basımevi, 1993, ss. 445-456.

[184] Özlem Karsandık, “Maârif Salnâmelerine Göre Adana Sancağı’nda Eğitim-Öğretim (h. 1316-1321/ m. 1898-1903)”, Ankara, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Araştırmaları Dergisi, C. 30, S. 50, y.y., s. 165; Bu dönemde yabancı destekli olara açılan gayrimüslim okullarının genel durumu hakkında bilgi için bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Devleti’nin Kısa Sosyal Tarihi, Âyanlar, Bürokrasi, Demografi ve Modernleşme, İstanbul: Timaş Yayınları, 2019, ss. 168-170.

[185] Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla İlk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 37.

[186] Adana Havalimanı bulunduğu muhitin adını, Şâkir Paşa’dan almıştır. Vali, Adana’nın sel problemini dere ıslah projeleriyle çözerek bölgenin tarım kapasitesini arttırmış, böylece ismini ölümsüzleştirmiştir. Bkz. http://www.milliyet.com.tr/tarihi-sakirpasa-konagi-acildi-adana-yerelhaber- 525442/ (24.01.2020).

[187] BOA: Y.PRK.DH., 3.39, (29 Zilkade 1306/ 27 Temmuz 1889).

[188] BOA: MV., 48.40, (28 Safer 1307/ 24 Ekim 1889).

[189] “Mersin’de eğitim kurumlannın gelişmesinde Adana Valileri Ziya Paşa, Abidin Paşa ve Sırrı Paşa’nın katkıları son derece etkili olmuştur. Ayrıca Mersin Mutasarrıflan Neşet Paşa, Cemal Bey ve Nazım Paşa da bu kurumların oluşmasında ve gelişmesinde büyük emek harcamışlardır.”

Bkz. http://www.mersinimecehaber.com/kultur/mersin-ortaokulumustafa-erimin-yazisi-h1208.html (24.01.2020)

[190] Adana halkının mektep yaptırma konusunda oldukça istekli olduğu bilinmektedir. Bölgenin kaynaklarını bu yönde kullanmak hususunda halk bilinçlidir. Bu amaçla vakıf kurmak, bazı akarların gelirlerini eğitime tahsis etmek çokça görülen faaliyetlerdendir. Dolayısıyla Maârif Müdürü Ken’ân Bey ve bölge idarecilerinin eğitim amaçlı olarak kaynak arayışlarında bölge halkının durumunu iyi değerlendirdikleri, patriyarkal bir yaklaşımla meseleleri ele aldıkları söylenebilir. Adana halkının eğitime olan destekleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Şahin, a.g.m., ss. 445-456.

[191] Ken’ân Rifâî’den nakil ile Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 38-39.

[192] BOA: MF.MKT., 127.42., (13 Ramazan 1308/ 15 Ekim 1889): “Adana’dan Konya’ya, sonra da Manastır Maârif Müdürlüğü’ne nakledilen Ken’ân Bey’in harcırahının nereden ödeneceğinin sorulduğu.”

[193] BOA: MF.MKT, 123.96, (19 Rebiyülâhir 1308/ 2 Aralık 1890): “Konya Maârif Müdürlüğü’ne tayin edilen Ken’ân Bey’e harcırah verilmesi.”

[194] BOA: İ.DH. 1221.95580, (21 Ramazan 1308/ 30 Nisan 1891): “Adana vilâyeti Maârif Müdürü Ken’ân Efendi’ye rütbe tevcih.”

[195] BOA: İDH. 1221.95580.

[196] Rifâî, Sohbetler, s. 646.

[197] BOA: MF.MKT, 159.125, (12 Şaban 1310/ 1 Mart 1893): “Devam cetvelinde gelmedikleri günler için Manastır Mekteb-i İdadisi mevâlid muallimi Ken’ân Bey ile Fransızca muallimi Karabet Efendi’nin maaşlarından kesinti yapılıp yapılmadığının bildirilmesi talebi.”

[198] Kristaq Prifti, “Manastır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, C. 27, ss. 562-563.

[199] Feriha Büyükünal, Manastır-İstanbul, Molla Bayırı No: 2, İstanbul: Avcılar Basın-Yayın, 2009, s. 15.

[200]  Arşiv belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla, bölgedeki farklı etnik grupların bir arada olması ve bu gruplar üzerinden Balkanlar’da hâkimiyet kurma girişimlerinde bulunan Avrupalı devletlerin müdahalesi nedeniyle hükûmet bölgenin idaresinde zorluklar yaşamıştır.

[201]  Glenny, a.g.e., ss. 183-192.

[202] BOA: BEO., 385.288.15, (09 Şevval 1311/ 15 Nisan 1894).

[203] BOA: MF.MKT., 1.30.27, (12 Muharrem 1309/ 17 Ağustos 1891).

[204] BOA: MF.MKT., 309.46, (23 Şevval 1313/ 7 Nisan 1896): “Manastır Maârif müdürünün esbâk Maârif Müdürü Ken’ân Bey zamanında gayrimüslim okullara usulsüz ruhsatnâme verildiği iddiası asılsız olduğundan, ruhsatsız okullarla ilgilenmesi.”

[205] BOA: Y..PRK.ASK., 39.35, (02 Recep 1304/ 27 Mart 1887): “Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa’nın Kesriye’de tutulan ve Manastır Yunan Konsolosu’nun ele geçirmek istediği evrakı takdim etmek için Dersaâdet’e gelmesine müsaade edilmesi talebi.”

[206] BOA: DH.MKT., 1444.9, (15 Zilhicce 1304/ 4 Eylül 1887): “Manastır vali-i sâbıkı Ali Kemal Paşa’nın, Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa hakkındaki şikâyeti üzerine konunun araştırılarak ortaya çıkacak sonuca göre gerekenin yapılması.”

[207] BOA: DH.MKT., 1451.25, (8 Muharrem 1305/ 26 Eylül 1887): “Sabık Manastır valisi Ali Kemal Paşa’nın bayram tebriki ve cülus yıldönümü törenlerine katılmadığı, hükûmete bando ve mızıka göndermediği gerekçeleriyle Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa’yı şikâyeti üzerine yapılan tahriratın takdim olunduğu.”

[208] BOA: Y..MTV., 75.129, (18 Şaban 1310/ 7 Mart 1893): “Padişahın yevm-i veladetini, Taşlıca’da bulunan Avusturya Kumandan ve zabitanının tebrik ettiği, Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa’nın ise tebrik etmediğinin bildirildiği.”

[209] BOA: Y..MTV., 70.47, (09 Rebiyülâhir 1310/ 31 Ekim 1892).

[210] BOA: Y..MTV., 75/206, (25 Şaban 1310/ 14 Mart 1893): “Manastır valisi ile Üçüncü Ordu Kumandanı Ferik Fazlı Paşa arasındaki ihtilafın izalesi için, tavsiyede bulunulması.”

[211] BOA: Y..PRK.ASK., 89/52, (17 Ramazan 1310/ 4 Nisan 1893): “1- Fazlı Paşa’nın Üçüncü Ordu Kumandanlığı’ndan azli. 2- Üçüncü Ordu Kumandanlığı’ndan azlolunan Fazlı Paşa’nın yerine kendisi gibi Bektâşî meşrepli olan Üçüncü Ordu Muhasebecisi Salih Bey’in bacanağı Rıfat Bey’in vekalet etmesinin uygun olmadığına dair Manastır valisi Faik Paşa’nın mütâlaası. 3- Yaver-i Ekrem Derviş Paşa’nın Bektâşî meşrepli askerlere Manastır gibi nazik mevkilerde görev verilmemesi gerektiğine dair mütâlaası.”

[212] Zühdü Paşa hakkında bilgi için bkz. Ali Z. Oralıoğlu, “Zühdü Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, C. 44, ss. 538-539.

[213] Raporun metni ve daha detaylı bilgi için bkz. Atilla Çetin, “Maârif Nâzırı Ahmed Zühdü Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yabancı Okullar Hakkında Raporu”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, C. 0, S. 10-11 (1982), ss. 189-219.

[214]  Paşa, yabancı okulların açılması konusunun nihâî hükme bağlanmadığı, konunun ahden sarâhate

kavuşmadığı ve dolayısıyla bu husustaki boşluğun kayıtlı kayıtsız, ruhsatlı ruhsatsız okulların teşekkülüne imkan verdiğini kaydediyor. Okulun inşâsı ile ilgili karara tevessül etmeksizin mevcut okul ya da evlerden birinin gayrimüslimlerce okul olarak ittihaz edilebilmesi nedeniyle, bu okulların gerçek sayısını tespit etmek mümkün değildir. Nezâret ve teftiş konusuna gelince, her azınlık gurubu millî hislerle hareket etmekte ve o bölgelerle yakın menfaat ilişkileri olan ecnebi devletler iğfalât ve mefsedetleriyle türlü etkilerde bulunmaktadırlar. Paşa özellikle bu etkileri Selânik, Kosova, Manastır’dan çeşitli müşahhas örneklerle ortaya koymaktadır. Söz konusu fesat ve tahriklere mâni olmak için alınması gereken tedbirleri Zühdü paşa şöyle özetler:           “Gayrimüslim kasaba ve

köylerindeki okullarda yabancı öğretmenlerin bulundurulmaması ve yabancıların okul açacağı yerlerde eğer gayrimüslim tebaa evladı yok ise bu okulların açılmasına müsade edilmemesi, ruhsat verildiyse gereken teftişin mutlaka yapılarak Müslüman evlatlarının burada okumasına müsade edilmemesi, gayrimüslim okullarda Osmanlı dilinin zorunlu tutulması, teftişlerin sık yapılması”.

[215]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 57.

[216] BOA: BEO., 83.6160, (13 Ramazan 1310/ 31 Mart 1893).

[217] BOA: İHUS., 5.34, (13 Rebiulahir 1310/ 4 Kasım 1892).

[218] BOA: DH.SAİD., 72.405.

[219] BOA: MF.MKT., 165.52, (19 Ramazan 1310/ 6 Nisan 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile Maârif Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişlerinin yapıldığı”; BOA: MF.MKT., 173.110, (25 Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile Kosova Maârif Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişleri gerçekleştirildiğinden vilayetlerce gerekli işlemlerin yapılması.” Manastırdaki göreviyle ilgili diğer belgeler için bkz. BOA: MF.MKT., 129.61, (23 Zilkade 1308/ 30 Haziran 1891): “Manastır’a maârif müdürü tayin edilen Ken’ân Bey ile mektep müdürü olarak tayin edilen Vassaf Efendilerin harcırahlarının verilmesi, fazla maaş verilmişse geri alınması”; BOA: MF.MKT.,159.125, (12 Receb 1310/ 30 Ocak 1893): “Devam cetvelinde gelmedikleri günler için Manastır Mekteb-i İdadisi mevâlid muallimi Ken’ân Bey ile Fransızca muallimi Karabet Efendi’nin maaşlarından kesinti yapılıp yapılmadığının bildirilmesi talebi.”

[220] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 542.

[221]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 41.

[222] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 259.

[223] Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, s. 21.

[224]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 41; Rifâî şeyhinin söz konusu tavrını “Bir hakikatten sorulsa sanki muhtûmdu femin/ Bâtınen ancak verirdin bu suâle yüz cevâb.” beytiyle ifade eder. bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân, İlâhiler ve Manzûmeler, s. 42.

[225] Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân İlâhî ve Manzûmler, s. 40.

[226] Rifâî, Sohbetler, s. 18.

[227]  a.g.e., s. 19.

[228] BOA: MF.MKT.173.110, (25 Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile Kosova Maârif Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişleri gerçekleştirildiğinden vilayetçe gerekli işlemlerin yapılması.”

[229] Birkaç defa isyancılar ile devlet kuvvetlerinin çarpışma sahası olan Kosova, Tanzimat ve Islahat fermanlannın ilanı üzerine idârî bakımdan yeni bir statüye bağlanmış; savaştan sonra yönetiminde kalan vilâyetin merkezi, Priştine’ye nakledimiştir. Osmanlı Nuri Demirel, Kosova’nın Tarihi ve Sosyolojik Yapısı, Konya: Eğitim Yayınevi, 2016, s. 92; İlk salnâmesinden (1296/1879) anlaşıldığına göre bu tarihte Kosova vilâyeti Priştine, Üsküp, Prizren, Yenipazar ve Debre sancaklarından meydana geliyordu. Ancak bu sancaklarda zaman zaman değişiklikler olmuş, kimi kazaların başka vilâyetlere bağlanması sonucu Kosova vilâyeti bazen küçülmüş, bazen genişlemiştir. Bölge halkından kuzeye doğru çekilenlerin yerine Arnavutlar yerleşmeye başlamıştır. 1888’de Vilâyet merkezi Üsküp’e nakledilmiştir. Bu idârî taksimata göre vilâyet Üsküp, Priştine, Seniçe (Sjenica), İpek, Taşlıca ve Prizren sancaklarına ayrılmış; II. Meşrutiyet’in ilanına kadar bu yörede birçok isyan ve ihtilâl gerekleşmiştir. II. Abdülhamid’e telgraf çeken 30.000 kişinin toplandığı Firzovik (Ferizaj), Kosova’nın Priştine sancağına bağlıdır. Münir Aktepe, “Kosova”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2002, C. 26, ss. 216-219.

[230] bkz. BOA: DH.SAİD., 72.405.

[231] Yusuf Sarınay, “Geçmişten Günümüze Kosova”, Ankara, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, C. I, S. 1 (1999), ss. 151-166.

[232] Mucize Ünlü, Kosova Vilâyeti, Ankara: Gece Kitaplığı, 2014, s. 162.

[233]  “Abdülaziz’in saltanatı süresince millî eğitim alanında da önemli gelişmeler oldu. 1862’de, devlet dairelerine kâtip yetiştirmek üzere, rüşdiyeyi bitirenlerin gidebileceği Mekteb-i Mahrec-i Aklâm kuruldu; bu mektep 1874’e kadar faaliyetini sürdürdü. 1864’te bir dil okulu açıldı. 1858’de kurulan İnâs Rüşdiyesi 1861’de faaliyete geçti. 1867’den itibaren hıristiyan çocukları da Türkçe imtihanını vermek şartıyla rüşdiyelere alınmaya başlandı. Fransa’nın 1867’de verdiği bir nota ve sürekli ısrarları sonucu 1868’de, tamamen Fransız eğitim sistemine göre öğretim yapan Mekteb-i Sultânî (Galatasaray Lisesi) açıldı. Bu okulda müslüman ve gayrimüslim çocukları karışık olarak okuyacaklar, eğitim Fransızca, yönetim de Fransızlar’ın elinde olacaktı. 1869’da Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi neşredilerek maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi.” Daha fazla bilgi için bkz. Cevdet Küçük, “Abdülaziz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1988, C. 1, s. 181.

[234] O dönemde yalnızca talebenin gündüz okula gelip akşam evine döndüğü eğitim düzenine nehârî adı veriliyordu. Talbenin hafta içi okulda konakladığı eğitim düzenine ise yatılı manasında leylî adı veriliyordu.

[235] Nizamnâmenin sadeleştirilmiş hâli için bkz. Reşat Özalp, Aydağan Ataünal, Türk Milli Eğitim Sistemini Düzenleme Teşkilatı, Talim ve Terbiye Kurulu Şurası, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1977, ss. 549-583.

[236]  Arzu M. Nurdoğan, “İkinci Abdülhamid Dönemi’nde Devletin Kosova’da Açtığı Okullar”, İstanbul, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S. 25 (2011), ss. 35-76

[237] BOA: MF.MKT.210.23, (23 Zillhicce 1311/ 27 Haziran 1894); BOA: MF.MKT., 214.17, (20 Muharrem 1312/ 24 Temmuz 1894): Kosova Maârif Müdürlügünce üçyüz on senesi mart ayı varidat ve masarıfat cetvelleriyle senet evraklarının gönderilmiş olduğu.

[238] Maârif müdürlerinin vazifeleri 1869 Nizamnâmesi’nde ayrı bir bölüm olarak ifade edilmiştir. Ayrıntılar için bkz. Özalp, Ataünal, a.g.e., ss. 549-583.

[239] Nurdoğan, a.g.m., ss. 35-76.

[240] H. Yıldırım Ağanoğlu, Salnâme-i Vilâyet-i Kosova, İstanbul: Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği, 2000, s. 98.

[241]  Ağanoğlu, a.g.e., s. 171; Maârif müdürünün vazifeleri arasında vilayet maârifinin mali işleriyle ilgilenmek de bulunuyordu. Bkz. Özalp, Ataünal, a.g.e., ss. 549-583.

[242] BOA: MF.MKT., 214.17.

[243]  Ağanoğlu, a.g.e., s. 103.

[244] Mustafa Ergün, Barış Çiftçi, “Türk Dünyasının İlk Ortak Eğitim Reformu: Usûl-i Cedîd Hareketi”, I. Uluslararası Türk Dünyası Kültür Kurultayı, İzmir: Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, 2006, ss. 1-14.

[245] Bedrettin Koro, “Kosova Vilâyeti’nde Eğitim Kurumları: 1877-1912”, ed. Sinan Demirtürk, Hoca Ahmet Yesevi Yılı Anısına Uluslararası Türk Dünyası Eğitim Bilimleri ve Sosyal Bilimler Kongresi Bildirileri, 2016, C. 4, s. 382.

[246]  Ağanoğlu, s. 171.

[247] Konu ile ilgili olarak bkz. Somel, a.g.e., s. 217.

[248] BOA: MF.MKT. 242.44, (3 Receb 1312/ 31 Aralık 1894) Avrupa'dan getirilip muzır oldukları için el konulan matbuat hakkında tertib edilen cedvellerin tanzimi ve zamanında gönderilmesi için Kosova Maârif Müdürlüğü’nce itina gösterilmesi.

[249] Kosova Vilâyeti sâbık maârif müdürü, ekalliyet mektepleriyle hükûmet politikasına ters düşen temaslar içindedir. Sâbık müdür, Sırp konsoloslarıyla ve memurlarıyla içli dışlıdır. Özellikle Sırp mekteplerinin sayısında olağan dışı bir artış vardır: Kumanova’da tedrisata başlayan mektepler de buna dahildir. Hıristiyan mekteplerine resmî ruhsat muamelelerindeki usulsüzlükleri, Üsküp’te hükûmetin yasaklamasına rağmen ruhsatsız mektep tesisine müsaadesi gibi hususlardan soruşturma altında olan sâbık müdür, Vâli Ferik Edhem Paşa’nın nezârete verdiği tezkire sonucunda görevden alınarak Manastır’a gönderilir. Bkz. BOA: Y..MTV., 76.96, (17 Ramazan 1310/ 4 Nisan 1893); BOA: Y..PRK.A., 8.3, (14 Rebiyülevvel 1310/ 6 Ekim 1892).

[250] BOA: MF.MKT. 284.39, (5 Rebiülahir 1313/ 25 Eylül 1895) Kosova vilayetinin merkez sancagına baglı kazalar dahilindeki köy bekçileri için basılıp dagıtılan tezkireler hakkında uygulanacak muamelenin maârif müdürlüğüne bildirildiği.

[251] BOA: BEO.169.12604, (4 Cemâziyelevvel 1312/ 3 Kasım 1894): Kosova Vilayeti'nce Bulgar Mektebleri ile iki Rum Mektebi için ruhsat verildiği halde, Sırp mekteblerine ruhsat verilmemesinin canib-i vilayetden tenbih edildiğinin bildirilmesi üzerine, Memalik-i Şahanede milel-i sairenin kendi lisanlarından müstefid olduklarının bildirildiği; Metin Ayışığı, “Balkanlar’daki Gayrimüslim Milletlerin Kendi Dillerinde İbâdet ve Eğitim Görmeleri Hususu ve Ulahlar”, Osmanlı Dönemi Balkan Şehirleri, ed. Zafer Gölen, Abidin Temizer, Ankara: Gece Kitaplığı, 2017, C. 2, ss. 795-813; Balkanlar’da azınlıklar tarafından açılan okulların teftişi Maârif Nezâreti’nce önemsenmiştir. Buna göre bölgede yetersizlikler sebebiyle Osmanlıca/Türkçenin mecburi olarak bütün tebaa okullarında okutulması mümkün olmadığından, gayrimüslimlerin okullarının teftişi için Rumca ve Bulgarcaya vâkıf müfettişler tayin edilmesi gereği 1888 tarihli Meclis-i Vükelada dile getirilir. Konu 1896 tarihli Vilâyet Maârif müdürlerine gönderilen talimatta tekrar ele alınmıştır. Mektepler meseleleri denilen bu mesele 1909 yılında tam anlamıyla alevlenecektir. Ayrıntılar için bkz. Ünlü, a.g.e., s. 210, 216.

[252] Nazik ifadesinin bazı evraklarda bölge şartlarını tasvir için kullanıldığı görülür. Bkz. BOA: DH.MKT.551.35.

[253] BOA: MF.MKT.218. 35, (11 Safer 1312/ 15 Ağustos 1894): “Kosova'daki Bulgar mekteplerinin teftişine tayin edilen Kumanova Bulgar Mektebi Müdürü Yasko Efendi'nin refakatine süvari verilmesi talebi. Maârif müdürlerinin, Sırp mektepleriyle ilgili meselelerde nezârete sormadan hareket etmemeleri. Selanik, Kosova ve Manastır vilayetleri dahilinde açılmak istenen Sırp okullarına gerekli şartlar dahilinde ruhsat verilmesiyle açılanlarda görev yapan Sırp muallimlerin tahkik ve takibi. Manastır'ın Akçeşme Mahallesi'nde açılmak istenen Bulgar mektebi için, öncelikle irade-i seniyye alınması gerektiği. Prizrin Ortadoks Mektebi Fransızca muallimliğine tayin edildiği halde, mahalli polis komiserliğince istihdamı uygun bulunmayan Löbomir hakkında tahkikat yapılması.”

[254] Konunun ayrıntıları için bkz. Ünlü, a.g.e., s. 163, 202-203.

[255]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 46.

[256]  İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, C. VI-X, s. 856.

[257]  a.g.e., ss. 856-857.

[258]  İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,, 2013, C. XI-XIV, s. 2106.

[259]  a.g.e., s. 2120.

[260] BOA: Y.MTV., 79.169; BOA: Y.PRK.AZJ, (05 Muharrem 1310/ 30 Temmuz 1892); BOA: Y.PRK.MYD., 14.47, (10 Receb 1311/ 17 Ocak 1894).

[261] BOA: DH.ŞFR., 210.54, (30 Rebiyülevvel 1313/ 20 Eylül 1895): “Hududa karîb Kozma Köyünü eşkıyanın abluka altına aldığı, ahalinin savuştuğu, Müşir Edhem Paşa’nın Yunan eşkıyasının tenkili için gayret etmekte olduğu”; BOA: Y.PRK.PT., 12.153: “Fırka kumandanları ile asakir-i şahanenin muharebede gösterdikleri hüsn-i hizmetten dolayı taltifleri için isimlerini mübeyyin defterine gönderilmesi hususunun başkatib paşa tarafından, Edhem Paşa’ya bildirildiği. Dömeke ve Armiye’nin zaptolunarak ordugâhın Dömeke’ye nakli. Preveze’ye hücum eden Yunanlılar’ın bozguna uğradıkları.”

[262]  Arşiv kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla başta Kosova olmak üzere çeşitli bölgelerde asayişi tehdit etmiş bu komita, uzun yıllar hükûmeti ve yerli yönetimleri meşgul etmiştir. Bkz. BOA: DH.ŞFR, 270.15.

[263]  “Prizren, Eski Yugoslavya’dan savaş sonucunda en son ayrılan Kosova’nın (Başkent Priştine’den sonra) ikinci büyük kentidir. Kent, tam bir Türk ve dolayısıyla Müslüman kentidir. Şar Dağları ile çevrili bu kente yaklaşınca göze ilk olarak 590 metre yükseklikte bulunan kalesi çarpar. Dağların arasında ilerleyerek kente ulaşılır.” Bkz. Adem Efe, “Balkanlar’ın İslamlaşmasında Tekkelerin Rolü ve Kosova/ Prizren Şeyh Osman Efendi Tekkesi”, Uluslararası Balkan Sempozyumu-Balkanlar ’da Dostluk ve İşbirliği, 5-7 Ekim 2012, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, 2013, s. 459; Balkanlar’da adlî ıslahatların gerçekleştiği XX. yüzyıl başına kadar Kosova ve Manastır bu gibi çete faaliyetlerine kalıcı bir çözüm getiremeyecektir. Bkz. Fatmagül Demirel, “Vilayet-i, Selâse (Selanik, Manastır, Kosova) Adli Islahatı”, Balkanlar’da İslâm Medeniyeti II. Milletlerarası Sempozyumu Tebliğleri, Tiran, Arnavutluk, 4-7 Aralık 2003, ss. 467-476.

[264] Ken’ân Rifâî’den nakil ile, Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 48.

[265] BOA: DH.MKT., 349.42, (1 Şevval 1312/ 26 Şubat 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in rütbe terfii ile taltifi.”

[266] BOA: DH.ŞFR., 341.12: “Prizren ahalisinden olan Rüstem Kabaş ve avanesi, Vâli Hâfız Paşa ve askerî birliklerine zor yıllar geçirttikten, nice katliamlar, kıyımlardan sonra af diler, af dileği kabul edilir ve Kosova vilâyetinin de bu kararın gereğini yerine getirmesi istenir.”; BOA: İ..HUS.,19.43, (16 Cemâziyelâhır 1311/ 25 Aralık 1893)); BOA: Y.PRK.UM., 29.17, (09 Recep 1311/ 16 Ocak 1894); BOA: Y.PRK.UM., 32.26; BOA: Y..PRK.UM., 32.78, (01 Safer 1313/ 24 Temmuz 1895).

[267] Raif Vırmiça, “Geçmişten Günümüze Kosova Tekkeleri”, XV. Türk Tarih Kongresi, Yıl 2006, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2010, s. 2090.

[268]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 52.

[269]  “Kosova’da bugüne kadar 10 tarikat faaliyette bulunmuştur. Bunlar Halveti (Ramazaniye ve Sinani kolları), Kadirî, Sadî, Melâmî, Rifâî, Bektaşî, Nakşibendî, Şâzelî ve Mevlevî tarîkatlandır. Vırmiça’nın ifade ettiği gibi bu tarîkat ve tekkeler eskiden mevcut ve etkin iken Mevlevî tarîkatı ve tekkeleri hariç diğerlerinin etkinliği azalmış, hatta yok olmuştur.” Bkz. Efe, a.g.m., s. 459.

[270] XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Kosova ve özelikle Üsküp’teki Rifâî tekkeleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Metin İzeti, Balkanlar’da Tasavvuf, İstanbul: İnsan Yayınları, 2014, ss. 251-256.

[271] Rifâî, Sohbetler, s. 38.

[272] BOA: MF.MKT., 272.54, (16 Muharrem 1313/ 22 Temmuz 1895): “Kosova Maârifi Müdürü Ken’ân Bey’e bir ay izin verildiği.”

[273] Ken’ân Rifâî, Osmanlı’nın Balkanlar’da son derece nazik bir vaziyette bulunduğu bir dönemde vazife almış olmasına rağmen, arşiv kayıtları bize Osmanlı memurunun son derece titizlikle takip edildiğini ve Bâbıâli ile irtibatların kuvvetli olduğunu göstermektedir. Arşiv kayıtlarında rastladığımız şu ifade, söz konusu tespit için yalnızca Kosova döneminden alınmış bir örnek olarak kaydedilmelidir: Bkz. BOA: MF.MKT., (03 Zilkade 1312/ 28 Nisan 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in Manastır Maârif Müdürlüğü’nde bulunduğu sıradaki göreviyle ilgili muhasebe devir defterinin tazmin ve tasdik edilerek bir nüshasının gönderilmesi.”

[274] BOA: MF.MKT., 272.54, (16 Muharrem 1313/ 22 Temmuz 1895).

[275] BOA: MF.MKT.259.65 (03 Zilkade 1312/ 28 Nisan 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in tercüme-i hal varakasının gönderildiği.”

[276]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 49.

[277] Ken’ân Rifâî’den nakil ile Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 53-54.

[278]  “Osmanlı toplumu gibi patrimonyal türde bir toplumda, başka deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha da belirgindir.” Halil İnalcık, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2003, s. 9.

[279]  Güler’e göre Osmanlı modernleşme dönemi patriyarkal bürokrasiden yasal rasyonel bürokrasiye geçişin özelliklerini taşır. Tanzimat reformlarının bu geçişte önemli yeri olmuştur. Devlet memuriyetine girişte ve giriş usullerinde yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bürokrasinin ihtiyaç duyduğu nitelikli memurların yetiştirilmeleri için Mekteb-i Maârif-i Adliyye ve Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye adlarında orta dereceli iki okul açılmıştır. Memur işe alım prosedürü belirlenmiş, memurlara düzenli maaş bağlanmıştır. Tanzimat’a kadar olan bu dönem sivil bürokrasinin üstünlüğünü ispatladığı bir dönemdir. En önemlisi bu dönemde ilk reformcu bürokrasi askeri ve sivil bürokrasiyi hazırlayan eğitim kurumlarının modernleştirilmesine yönelmiş olmalarıdır. Bkz. Tahsin Güler, “Osmanlı’da Siyâset ve Bürokrasi İlişkilenin Tarihi Seyri”, Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C. 19, S. 4 (2014), ss. 311-336.

[280]  Trabzon’un tarihi milattan önceye dayanır. Heat W. Lowry, Feridun Emecen, “Trabzon”, Türkiye

Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2012, C. 41, ss. 296-301; XIX. yüzyılın son yarısında Trabzon vilâyeti, önemli bir liman şehriydi ve burası transit ticaret acısından önemlidir. Cavit Akın, “XIX. Yüzyılın Son Yarısında Trabzon Vilâyeti”, Trabzon Tarihi İlmi Toplantısı (6-7 Kasım 1998) Bildiriler, Yıl 1998, Trabzon: Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 2000, ss. 198-199; 1977-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında imzalanan Berlin Anlaşması’nın ağır şartları altında deniz ticaretindeki üstünlüğünü büyük ölçüde Batum’u kendi sınırları içerisine katan Rusya’ya bırakmıştır. Metin Eriş, (Kültür Konseyi Adına), Trabzon, İstanbul: Trabzon Valiliği Yayınları, 2016, s. 45; Evliyâ Çelebi’nin (ö.                      1682)

Seyâhatnâme’sinde sebeplerini ayrıntılı olarak verdiği üzere, Trabzon’da Yahudiler ile lazlar arasında öteden beri bir husûmet sürüp gitmektedir. Yücel Dağlı, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Trabzon”, Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildiriler, haz. Kemal Çiçek, Kenan İnan, Hikmet Öksüz, Abdullah Saydam, Trabzon: Trabzon Belediyesi Yayınları, 1999, ss. 287-303; XIX. yüzyılın sonunda Trabzon’un nüfûsu kırk beş bin civarındadır. Mehmet Akif Bal, Trabzon Kronolojisi: M.Ö.800- M.S.2010, İstanbul: y.y., 2009, s. 85; Trabzon halkı arasında yaygın olan meslek grupları; esnaf, tüccar ve çiftçidir. Sanayi çok gelişmiş olmayıp tekstil, deri, boya, mum imalat sanayi, gemi yapım sanayi gibi alanlarda hareketlilik görülmektedir; Melek Öksüz, XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon, Toplum-Kültür-Ekonomi, Trabzon: Serander Yayınları, 2006, ss. 143-152, 245; Şehir 1892­1895 yılları arasında bir kolera salgınına tutulmuştur. Nedim İpek, “Trabzon’da Kolera, 1892-1895”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih, Dil ve Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs 2001, C. I, Trabzon: Trabzon Valiliği Kültür Yayınları, 2002, ss. 399-411; Ekim 1895’te bir Ermeni isyanına şahit olmuştur. Hikmet Öksüz, “1895 Trabzon Olaylarının Yargıya İntikali ve İsyancı Ermenilerin Mahkeme Kayıtlarına Geçen İfâdelerinin Sosyal Psikoloji Açısından Yorumu”, XX. Yüzyıl Başlarında Trabzon, Toplumsal Tarih Yazıları, Trabzon: Serander Yayınları, 2014, ss. 25-36; Söz konusu isyan, Rifâî’nin de ikameti sırasında yakın irtibat içinde olduğu vâli Kadri Bey’in müdâhelesiyle kısa zamanda bastırılmıştır. Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi, Fetihten Kurtuluşa Kadar, Ankara: y.y., 1975, ss. 229-230

[281]  Ayverdi, Araz, , a.g.e., s. 53.

[282] Mehmet Öncel Koç, Cesarettin Albayrak, Salih Özkan, Hasan Kanber, Trabzon 2000, Trabzon: Trabzon Valiliği Yayınları, s. 132; 1896 yılı itibariyle Trabzon merkez ve taşrada yaygın olan iptidâi mekteplerinin yanı sıra, rüşdiyeler, kız rüşdiyeleri, idâdîler, Trabzon merkezde Darülmuallimin (1890) ve Askeri Rüşdiye mevcuttur. Usûl-i cedîde ile eğitim veren mekteplerin sayısında artış gözlendiği gibi, 1891 yılında aynı şekilde yeni metodlarla eğitim veren İnas (Kız) Mektebi de açılmıştır. Akın, a.g.e., s. 197.

[283]  Abdurrahman Okuyan, XIX. Yüzyılın Son Çeyreğinde Trabzon: Dinî, Sosyal ve Kültürel Hayat, Trabzon: Kalem Yayınları, 2013, ss. 126-127.

[284] BOA: MF.MKT., 323.38, (25 Muharrem 1314/ 6 Temmuz 1896): BOA: MF.MKT, 327.27., (13 Safer 1314/ 24 Temmuz 1896).

[285] BOA: MF.MKT. 315 55, (29 Zilkade 1313/ 12 Mayıs 1896).

[286] BOA: MF.MKT. 309.10 (21 Şevval 1313/ 5 Nisan 1896).

[287]  Sultan II. Abdülhamid’in kendisine teveccühü olduğu, vali Kadri Bey için çeşitli hayratta bulunduğu anlaşılıyor. II. Abdülhamid tarafından Hatuniye Camii yanına yaptırılan türbesi daha sonra yıkılmıştır. Türbesinin resmi için bkz. Yaşar Bedri Özdemir, Fotoğraf ve Gravürlerle Trabzon Şehrengizi, Trabzon: Mor Taka Kitaplığı, 2011, s. 95.

[288] Mehmet Akif Bal, Hatıralarda Trabzon’un Yakın Tarihi, Trabzon: ABP Yayınevi, 2004, s. 27.

[289] Hüseyin Albayrak, Tarih İçinde Trabzon Valileri 1461-2007, Trabzon: Trabzon Valiliği İl, Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2008, ss. 221-237.

[290] H. Aliyar Demirci, a.g.m., s. 187.

[291] Bkz. Nurettin Albayrak, “Hüseyin Kâzım Kadri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 18, 1988, ss. 554-555.

[292]  İnal, a.g.e., C. VI-X, s. 1513.

[293]  Vali Hüseyin Kazım Bey’den nakil ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 55.

[294] BOA: DH.SAİD.72.405.

[295]  Terfian rütbe-i sâniye sınıfı sâniye tevcih edilmiştir. BOA: İ.TAL.107.96, (18 Receb 1314/ 23 Aralık 1896).

[296] BOA: İ.TAL.,107.96, (8/9 Rebiyülevvel 1314/ 6 Ağustos 1312/ 18 Ağustos 1896): “Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân Efendi’nin uhdesine terfian rütbe-i sâniye sınıf-ı sânisi tevcihi.”

[297] BOA: MF.MKT., 4.15.37, (25 Rebiyülâhir 1316/ 1 Eylül 1898): “Numûne-i Terakkî Müdürü Ken’ân Bey’in Trabzon Maârif müdürü iken maaş senedine yanlışlıkla eksik pul yapıştınldığı anlaşıldığından, istenen ceza-yı nakdinin affedildiği.”

[298] BOA: MF.MKT.343, (01 Cemâziyelâhir 1314/ 7 Kasım 1896 “Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in

istediği yere becâyişinin mümkün olmadığı.”

[299] Ken’ân Rifâî’den nakil ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 57.

[300] Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 57-58.

[301] BOA: MF.MKT., 347/26 (5 Şaban 1314/ 9 Ocak 1897): “Maârife devredilen Numune-i Terakkî Mektebi Müdüriyeti’ne, Dersaadet Mekteb-i İdadisi Müdür Muavini Hüseyin Saadet Bey’in, onun yerine de Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in tayini.”

[302]  Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, 1999

[303] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-IV, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2017, s. 407.

[304]  Şehrin XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başındaki görüntüsünü en iyi şekilde resmeden kaynaklar şaşırtıcı bir şekilde İstanbul gezi rehberleridir. Şehir rehber kitapları ve bu eserlerden İstanbul hakkında elde edilen malumat için bkz. Onur İnal, “XIX. Yüzyıl Seyahat Rehberlerinde İstanbul”, Osmanlı İstanbul’u, II. Uluslararası Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu, Bildiriler, İstanbul: 29 Mayıs Üniversitesi Yayınları, 2014, ss. 277-286; Zeynep Çelik, XIX. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul, çev. Selim Deringil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.

[305] Bostancı, Keçecizade İzzet Fuâd Bey’in “İstanbul: İkinci Meşrûtiyetten Evvel ve Sonra” adlı yazı dizisini inceleyerek dönemin İstanbul’u, sosya-kütürel hayatı ve diğer ayrıntıları hakkında bazı bilgilere ulaşılır. Bkz. Kahraman Bostancı, “Keçecizâde İzzet Fuad Bey’in Gözüyle II. Meşrûtiyet Öncesi ve Sonrasında İstanbul”, VII. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildirileri I: İstanbul Tarihi: Medeniyetlerin Buluşma Noktası Olarak İstanbul, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2012, ss. 275-287; “Rahatlıkla denilebilir ki XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başındaki İstanbul’un bugünkü imajı Batı değerlerinin benimsenmesine (veya reddine) bağlı olarak çoğu zaman yapay ve idealize bir şekil almakta ve tarihî gerçeklerden çok, bazı sosyal, politik ve kültürel özlemleri yansıtmaktadır.” Dönemin fikir hayatı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Edhem Eldem, “Batılılaşma, Modernleşme ve Kozmopolitizm: XIX. Yüzyıl Sonu ve XX. Yüzyıl Başında İstanbul”, Osman Hamdi Bey ve Dönemi, Sempozyum 17-18 Aralık 1992, haz. Zeynep Rona, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, 1993, s. 13.

[306] Petr Kucera, “XIX. Yüzyıl Osmanlı-Türk Romanında Batılılaşan İstanbul ve Kültürel Eleştiri”, VII. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildirileri III: Edebiyat ve Folklorda İstanbul, Konya: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2012, ss. 452-453.

[307] Mehmet Nâdir hakkında bilgi için bkz. İhsân Fazlıoğlu, “Mehmed Nâdir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2003, C. 28, ss. 499-500.

[308] Nuri Güçtekin, İstanbul Erkek Lisesi Tarihi (1884-1923), İstanbul: İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı, 2016, s. 53.

[309]  Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 63.

[310]  Güçtekin, a.g.e., s. 53.

[311] BOA: MF.MKT., 354.16, (01 Zilkade 1314/ 3 Nisan 1897); Sonradan açılışı yapılıp muallimleri tayin olunan Numune-i Terakki Mektebi yedinci idadi sınıfında derslere başlandığına dair Numune Terakki Mektebi müdürünün yazısı; BOA: MF.MKT., 451.66, (27 Muharrem 1317/ 7 Haziran 1899): Nümune-i Terakki Mektebi'nin imtihan-ı umumisinde, müdürlükçe takdim olunan defterde isimleri bildirilen mümeyyizlerin hazır bulunmaları için tebligat yapılması; BOA: MF.MKT.525.11, (13 Cemâziyelevvel 1318/ 8 Eylül 1900): Numune-i Terakki Mektebi'nin açılışı ile ilgili ilan yetersiz kaldığından üç defa daha ilan yapılması.

[312] BOA: MF.MKT. 354.16; BOA: MF.MKT., 451.66.

[313] BOA: MF.MKT., 527.35, (06 Cemâziyelâhır 1318/ 1 Ekim 1900): Terakki Numune Mektebi Müdürü Ken’ân Bey'in üstün hizmetlerinden dolayı maaşına zam yapılması.

[314] Halifeleri bölümünde Server Hilmi Bey hakkında ayrıntılı olarak bilgi verilecektir.

[315] Ken’ân Rifâî ve Server Bey’in mektuplarına bir örnek için bkz. Ek 2.

[316] Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, s. 20.

[317]  a.g.e., s. 64.

[318] Resmî bir özellik taşıyan musâhibin, devlet işlerinde, iç ve dış meselelerde görüşlerine başvurulan mühim bir kimse olup hak ve hukuka riâyetkâr, ölçülü, kerem sahibi olması, aynı zamanda devlet ve saltanata zarar verebilecek hususları açık ve güzel misallerle sultana aktarabilecek şekilde fasih ve edip olması dikkate alınmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Mehmet İpşirli, “Musâhib”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, C. 31, ss. 230-231.

[319] BOA: İ..ML., 3411, (11 Cemâziyelevvel 1317/ 17 Eylül 1899).

[320] BOA: BEO., 3563.267161, (12 Cemâziyelevvel 1327/ 1 Haziran 1909).

[321] BOA: BEO., 997.74728, (24 Rebiyülevvel 1315/ 23 Ağustos 1897): “Mekke-i Mükerreme Müdüriyet­i Hazinesi’nde biriken maaşının kendilerine ödenmesine dair Şerif Abdülmuttalib Efendi merhûmun kızı Şerife Azize ile torunu Münire Hanımlar tarafından verilen arzuhâlin leffen gönderildiği, mealine göre gereğinin yapılması”; BOA: DH.MKT., 1502.89, (10 Ramazan 1305/ 21 Mayıs 1888): “Fizan havâlisi ahalisinin delillik hizmetinin Medine ahalisinden Şerife Azize, Fatıma Bedor ve Hayrunnisa ile bunların vekili bulunan Seyyid Şefık’ten alınarak Abdülcevad’a verilmesine engel olunması”; BOA: BEO: 2888.21653, (18 Cemâziyelâhır 1324/ 9 Ağustos 1906): “Emir-i Mekke-i Mükerreme Ali Paşa Hazretlerinin Siyadet maaşının 660 kuruşunun Şerife Azze (Azize) Hanım’ın maaşına zammı ve bin kuruşun müşarünileyin kerimesi Aişe Hanım’a tahsisi.”

[322] Ken’ân Rifâî’den nakil ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 65.

[323] Rifâî, Sohbetler, s. 501.

[324] BOA: DH.SAİD., 72.405.

[325] BOA: DH.SAİD.72.405; BOA: MF.MKT.562.36, (21 Safer 1319/ 9 Haziran 1901): “Medine-i Münevvere İdadisi Türkçe Muallimliği’ne Mektep Müdürü Ken’ân Bey, Hıfzussıhha Muallimliği’ne, Gureba Hastanesi Tabibi Emin Efendi’nin tayin olunduğu.”

[326] Rifâî’nin Yanbuğ üzerinden gitmesinin öncelikli sebebi henüz Bağdat Demiryolu projesinin tamamlanmamış olması olabilir. Aynı zamanda Şam üzerinden deveyle yapılan yolculuğun da güvenlikle ilgili problemleri olduğu düşünüldüğünde yine bu güzergâhı tercih etmiş olduğu söylenebilir. Bilineceği gibi bu dönemde Şam ile Medine arasındaki yolculuğun asayişle ilgili bazı problemleri bulunmaktaydı. Esasen Bedevilerin saldırgan tavırlarından kaynaklanan bu güvensizliğin tarihi, XIX. yüzyıldan öncesine dayanır. Konuyla ilgili olarak bkz. Faruk Doğan, “XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda Şam-Medine Hac Yolu ve Güvenliği: Cerde Başbuğuluğu”, Tarih Okulu Dergisi, S. 15 (2013), ss. 127-157; Yanbuğu’l-Bahr Kasabası, Medîne-i Münevvere’nin batı yönünde ve Kızıldeniz sahilindedir. Yanbuğ Limanı ile Medine arası yol, o zamanki imkânlarla elli üç saattir. Güzel bir liman şehri olan Yanbuğ, Medine’nin limanı konumundadır ve Hicaz demiryolu tamamlanıncaya kadar Medine’ye yolculuklarda sıkça kullanılmıştır. Yanbuğ hakkında bilgi için bkz. Muhammed el- Emîn el-Mekkî, Osmanlı Pâdişâhlarının Haremeyn Hizmetleri, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2008, s. 118.

[327] BOA: MF.MKT., 1035.40, (18 Zilhicce 1325/ 18 Ocak 1908): “Medine-i Münevvere İdâdîsi’ndeki yangında harap olan bazı yerlerin tamirinin Gureba Hastahanesi Reisi Emin Bey’in eşi tarafından yaptırıldığından kendisine Şefkat Nişânı verilmesi talebi.”

[328] Rifâî, Sohbetler, s. 501.

[329] Medine, Osmanlı döneminde, devletin kutsal yerlere ve Hz. Peygamber soyundan gelen emir ailesine

gösterdiği hürmet nedeniyle daima imtiyazlı bir statüde bulunmuş ve merkezî hükûmet tarafından Mekke emirliğine bağlı olan statüsü korunmuştur. Zaman içerisinde yarımadanın Yemen’e kadar uzanan kesimleri ele geçirilerek, Haremeyn’e uzanan hac yolları güvence altına alınmıştır. Hassaten Tanzimat ve XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Haremeyn’de merkezî hükümetin etkinliğini arttıran tedbirler almaya başlamıştır. Merkezileşme anlayışının bir parçası olarak Hicâz Demiryolu’nun tedricî fakat istikrarlı bir şekilde Medine’ye ulaştırılması, telgraf hattının çekilmesi gibi tedbirler bu cümledendir. Osmanlı Devleti bu dönemde, Medine’yi güneydeki ileri bir karakolu haline getirmeyi hedeflemiş ve söz konusu uygulamalarıyla da büyük ölçüde bunu başarmıştır. Rifâî’nin çalışma hayatı boyunca, Batı’dan Doğu’ya görev aldığı vilayetlerin birçoğu bahsi geçen özelliği göstermektedir. Medîne halkı Kanüni Sultan Süleyman döneminde, bilhassa hac zamanı artan Bedevî istilâlarına karşı şehri korumak maksadıyla yükseltilmiş sur içinde yaşıyordu. Sür içi düzenli mimâri yapılardan oluşuyor; bu durum şehrin etrafından bedevî kabilelerine doğru gittikçe dağınıklaşan bir görüntü arzediyordu. “Medine emîri Mekke emîrine tâbi olup herhangi bir siyasî etkinliği bulunmuyor, şehirde Osmanlı otoritesi merkezî hükümetin tâyin ettiği şeyhülharem ve ordu kumandanı tarafından temsil ediliyordu.” İdâresi askerî olup ferik rütbesinde muhâfızlar tarafından yönetiliyordu. Dönemin Medînesi; Yanbuu’l-Bahr, Hayber, Umm lecc, el-Vech, el-Ulâ, Dubâ, Müveylih, Akabe, Suveyrikiyye kaza ve nâhiyelerinden oluşmaktadır, ancak idarî sahası daha geniştir. Bkz. el-Mekkî, a.g.e., s. 117.

[330] BOA: İ..MF., 6.58, (05 Şevval 1318/ 26 Ocak 1901): “Medine’de inşasına başlanan mekteb-i rüşdiyenin idâdî mektebi yapılması ve tayin olunan müdür ve muallimler için maaş tahsisi.”

[331] BOA: MF.MKT., 783.80: “Medine-i Münevvere İdâdîsi’nde rüşdiyeyi okuyup şehâdetnamesini alan Halid Efendi’nin Darüşşafaka’ya kabulü.”

[332] BOA: MF.MKT., 548.38, (05 Zilhicce 1318/ 26 Mart 1901): “Medine İdâdîsi Müdür Muavinliği’ne ve bazı derslere Darulmuallimin-i Aliye mezunlarından Tevfik Efendi’nin tayin edildiği.”

[333] BOA: MF.MKT., 606.33, (05 Zilhicce 1318/ 26 Mart 1901): “Medine İdâdîsi talebelerine dağıtılmak üzere gönderilen kitapların ücretsiz sevkinin Posta ve Telgraf Nezâreti’ne bildirildiği”; BOA: MF.MKT., 622.47, (13 Muharrem 1320/ 22 Nisan 1902): “Medine İdâdîsi’nce talebelere ücretsiz dağıtılmak üzere talep edilen kitap ve risâlelerin gönderildiği”; BOA: MF.MKT., 853.23 (04 Mart 1323/ 9 Mayıs 1905): “Medine İdâdîsi’nin talep ettiği defter ve evrakın mahallince tabettirilmesi.”

[334] BOA: MF.MKT., 848.40, (15 Safer 1323/ 21 Nisan 1905).

[335] BOA: MF.MKT., 722.42, (07 Cemâziyelevvel 1321/ 30 Temmuz 1903).

[336] BOA: MF.MKT., 713.29, (18 Rebiyülevvel 1321/ 14 Haziran 1903): “Medine İdâdîsi’ne ilâve edilen bir sınıftan dolayı memurin maaşlarından gerekli kesintilerin yapılması”; BOA: MF.MKT., 72, (07 Cemâziyelevvel 1321/ 1 Ağustos 1903): “Değiştirilen idâdî programları gereğince Medîne İdâdîsi’ne yapılan tâyinler.”

[337] BOA: MF.MKT., 754.36, (07 Şevval 1321/ 27 Aralık 1903).

[338] BOA: MF.MKT., 800.69, (20 Cemâziyelâhır 1322/ 1 Eylül 1904): “Medine İdâdî Mektebi eğitim heyetinin, eğitim yılı başlangıcından itibaren yeni programa göre deftere kaydedilerek durumları hakkında bilgi verilmesi gerektiği.”

[339] Rifâî, a.g.e., s. 501.

[340] Rifâî’den nakil ile, Ayverdi, Araz, “Medine ve Kendi Kendine Erişme”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 92.

[341] Eserleri kısmında detaylı bilgi verilecektir.

[342] Bu ziyaretlerden sonra bedevî çocuklarının da idâdîye kayıt olduğu, hatta aralarında Rifâî’yi çok severek hayat boyu yanından ayrılmayanlar bulunduğu kaydedilmektedir. Ömer ve Hâlit isimli iki öğrencisi Medine’den İstanbula taşınmış ve buraya yerleşmişlerdir. Bkz. Ayverdi, Araz, “Medîne ve

[346] BOA: MF.MKT., 749.29, (23 Teşrinievvel 1321/ 5 Kasım 1903).

[347] BOA: MF.MKT., 618.72, (24 Zilhicce 1319/ 3 Nisan 1902): “Medine, Haleb ve Aydın idâdî müdürleri Ken’ân, Mehmed Faik ve Hasan Tahsin ile Görice İdâdîsi Hat, Türkçe ve Kitâbet Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri için Bâbıâli’den izin isteği.”

[348]  Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 91-94.

[349] Rifâî, Sohbetler, s. 501.

a.g.e., s. 8.

a.g.e., s. 188.

a.g.e., s. 331.

a.g.e., s. 504.

Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 526.

[357]

1978, s. 322.

[358] Ken’ân Rifâî’nin naatları için bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı Ken ’ân, İlâhî ve Manzûmler ss. 26-35.

[359] a.g.e., ss. 168-188.

[360]  a.g.e., s. 31.

[361] Hamza er-Rifâî’nin bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[362] BOA: Y..PRK.AZJ. 45. 42. Seyhü'l-Harem-i Hazret-i Nebevî Osman Pasa'nın Medine seyyidlerinden Seyhü'l-mesayih Seyyid Hamza Rufai Efendi'ye münhal bir maasın verilmesi istirhamı.

[363] Beyt-i Rifâî: İsimleri belirli (marife) yapma yollarından biridir; ismin başına elif lam takısı getirmektir. Burada tarife gerek olmadığı, zira zaten muarref/bilinir oldukları ifade edilmektedir. Hamza er-Rifâî, Rifâî hânesi ya da âilesi olarak tanınan bir soydandır.

[364] Medine Soyluları el yazmasından nakille Şerif Enes el-Kıtbî. Bkz. https://bit.ly/hamzaerrifai (19.01.2020)

[365]  İbrahim Numan, “Eski Medine Çarşısında Bir Rifâî Dergâhı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, S. 187, 2018, ss. 23-34.

[366] Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefıne-i Evliyâ, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2011, C. I, s. 266.

[367] Numan, a.g.m., s. 29.

[368]  a.g.m., s. 25.

[369]  a.g.m., s. 26.

[370]  a.g.m., s. 28.

[371] BOA: MF.MKT. 684.33.1.1, (14 Zilkade 1320/ 12 Şubat 1903): “Hac için Mekke’ye gitmek isteyen Medine İdâdîsi Müdürü Ken’ân Bey’e izin verildiği.”

[372]  İbrahim Rifat Paşa, Miratü ’l-Haremeyn, Bir Generalin Hac Notları, İzmir: Yitik Hazine Yayınları, 2000, ss. 424-433.

[373] Bkz. BOA: MF.MKT.749.29, (23 Şaban 1321/ 14 Kasım 1903).

[374] BOA: MF.MKT.749.29.

[375] BOA: MF.MKT.,788.46. (14 Rebiyülâhir 1322/ 28 Haziran 1904): “Medine Hamidiye İdâdîsi Müdürü Ken’ân Bey’e gözlerini tedavi ettirebilmesi için verilen iznin iki ay temdidi.” “Ol bâbda emr ü fermân hazret ü men lehu’l-emrindir” ifâdesi resmî yazışmaların sonunda yer alan genel ifade olup karar bu konudaki yetkiliye aittir, anlamına gelmektedir.

[376] BOA: MF.MKT. 757.34. (25 Şevval 1321/ 14 Ocak 1904): “Medine İdâdîsi Müdürü Ken’ân Bey ile
Mekatib-i Ecnebiye ve Gayr-i Müslime Müfettişi Hami Beylerin taltifine Bâbıâli’den izin talebi.”

[377] BOA: MF.MKT., 618.72, (24 Zilhicce 1319/ 3 Nisan 1902): “Medine, Haleb ve Aydın idâdî müdürleri Ken’ân, Mehmed âaik ve Hasan Tahsin ile Görice İdadisi Hat, Türkçe ve Kitabet Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri için Bâbıâli’den izin isteği.”

[378] BOA: MF.MKT., 749.29, (23 Teşrinievvel 1321/ 5 Kasım 1903).

[379] Rifâî, Sohbetler, ss. 500-501.

[380]  İlhan Odalıoğlu, Râşit Gündoğdu, Cavad Ekici, Ebul Fâruk Ünal, Belgelerle Osmanlı Devrinde Hicaz, ed. Mustafa Güler, C. II, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2018, s. 232.

[381]  Odalıoğlu, a.g.e., ss. 232-233.

[382] BOA: DH.SAİD.72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870); BOA: MF.MKT.842.23, (21 Muharrem 1323/ 28 Mart 1905): “Dârülmuallimîn Fransızca Muallimliği’ne Medine-i Münevvere idâdîsi Müdüriyeti’nden müstafi Ken’ân Bey’in, Dâr-ı mezkûr Fünun Subesi Fransızca Muallimliği’ne de Maliye Nezâreti Asar İdâre-i Umûmiyesi Mümeyyiz-i Sânisi Nazım Bey’in tayini.”

[383] BOA: MF.MKT. 905.49, (15 Zilkade 1323/ 11 Ocak 1906): “Ahmed Rıfat Efendi ile Ken’ân Bey’in teftiş ve muayene heyetine tayini.”

[384] BOA: DH.SAİD.72.405.

[385] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 259.

[386] Bu dönemde bir İstanbul beyi ya da nelerle meşguldür? Paul Dumont’un tasviriyle: Bir İstanbul çelebisi, genel olarak bir güne Beyoğlu’nda yürüyüşe çıkarak başlamaktadır. Alışveriş listesinde günlük ekmeğin yanına, Türkçe-Fransızca sözlük ve eşi için bir şişe parfüm ilave etmiştir. Öğlenleri bir restoranda yemeğini yerken akşamları direkler arasında Karagöz-Hacivat seyretmeye gitmekte ve sonrasında nargile içmektedir. Paul Dumont, “The Everyday Life of an Istanbul Townsman at the Beginning of the Twentieth Century”, The Modern Middle East, ed. Albert Hourani, Philip Khoury, Mary C. Wilson, Newyork: I.B.Tauris, 2004, ss. 271-288.

[387]  “XIX. yüzyıl boyunca şehir yaşamında pek çok şey değişirken, pek çoğu da varlığını aynen sürdürdü. ... Mahalle yaşamı eskisine çok benzer biçimde varlığını sürdürüyordu.” Ebru Boyar, Kate Fleet, Osmanlı İstanbul’unun Toplumsal Tarihi, Çev. Serpil Çağlayan, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014, s. 297.

[388]  İstanbul, farklı görüşlerin ve yaşam tarzlarının kendini temsil ettiği ve birbiriyle yarıştığı bir dönemden geçmektedir. Sonraki on yıl içerisinde Fatih-Galata arasındaki yaşantı farkı gittikçe daha belirginleşmiştir.Bu iki İstanbul arasındaki gerilim, Peyâmi Safa’nın (ö. 1961) Fatih-Harbiye adlı eserinde en çarpıcı bir şekilde ortaya konulmuştur. Bkz. Peyâmi Safa, Fatih-Harbiye, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2019.

[389]  Cemil Öztürk, “Dârülmuallimîn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 1993, C. 8, ss. 551-552.

[390] Ergin konuyu şöyle izah ediyor: “İlk zamanlarda bu tür müfredatı okutmak için gereken öğretmen kadrosu ve Türkçe kitap olmadığından, ilk görevli öğretmenler asker kesiminden ve gönüllü olarak çalışan öğretmenlerdir. İlk mezunlarda aynı şekilde maârifte resmi görev alıncaya kadar hocalarından gördükleri usûl ile eğitim vermişlerdir.” Bkz. Osman Ergin, Türkiye Maârif Tarihi, İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve Sanat Müesseseleri Dolayısıyla, C. I-II, İstanbul: Eser Yayınları, 1977, ss. 487-494; Halis Ayhan, Hakkı Maviş, “Darüşşafaka”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. 9, ss. 7-9.

[391] Nuri Güçtekin, İstanbul’daki Husûsî Mektepler (1873-1922), İstanbul: Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, 2015, ss. 109-110.

[392] BOA: MF.MKT., 1087.12., (21 Zilkade 1326/ 15 Aralık 1908).

[393] BOA: MF.MKT., 1127.6, (18 CA 1327/ 31 Mayıs 1909).

[394] BOA: DH.SAİD., 72.405.

[395] Ebru Kavas, “Mehmet Akif Ersoy Şiirinde II. Meşrutiyet İstanbul’unun Sosyal Tipleri”, I. Uluslararası Mehmet Akif Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Yıl 2008, Burdur: Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, 2009, ss. 179-182.

[396] Bilhassa Mehmet Akif Ersoy’un şiirleri bu dönemde ortaya çıkan tipleri ustalıkla resmeder. Söz konusu şiirler ve değerlendirmeleri için bkz. a.g.m., ss. 179-182.

[397] Murat Yıldız, “İstanbul İhtisab Nizamnâmesi”, Antik Çağ’dan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi: İstanbul’un Emperyal Dönüşümleri, Dünya Ölçeğinde İstanbul, Topografya ve Yerleşim, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, 2015, C. 2, ss. 123-127.

[398]  “Muhafazakârların İstanbul’un bilinçsizce imar edilip hırpalanmasına, İstanbul’da XX. yüzyılın başlarında başlayan sanayileşmenin şehrin tarihî dokusuna hürmet etmeden yerleşmesine tepkili oldukları anlaşılıyor. Muhafazakâr kesim Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında bununla ilgili yazılar yazmış, Tanpınar, Yahya Kemal ve Ayverdi eserlerinde bunlardan bahsetmiştir.” H. Aliyar Demirci, “Muhafazakâr Düşüncede Korunması Gereken Bir Değer Olarak İstanbul: Tanzimat’tan 1950’lere Çarpık Sanâyileşmeye, ‘Şeddadî Binâlara’, ‘Kör Kazmaya’, ‘Eleştiriler’”, Muhafazakâr Düşünce, S. 40 (2014), ss. 450-459.

[399] Bu dönemde alınan asayiş tedbirleri için bkz. Yıldız, a.g.e., ss. 123-127.

[400] BOA: MF.MKT., 1052.66., (05 Rebiyülâhir 1326/ 27 Mayıs 1908)

[401]  a.yer.

[402] BOA: MF.MKT., 1067.13, (21 Cemâziyelâhır 1326/ 21Temmuz 1908).

[403] BOA: MF.MKT., 1052.66.

[404] Rifâî, Sohbetler, ss. 500-501.

[405] BOA: DH.SAİD., 72.405.

[406] BOA: MF.MKT., 1241.83, (19 Rebiyülevvel 1339/ 30 Kasım 1920): “Mekâtib-i Vakfiyye müfettişi Ken’ân Bey’in Tedkikat-ı İlmiye Encümeni Azalığına tayinleri”; BOA: MF.MKT., 1241.85: “Ken’ân Bey’in Tedkikat-ı İlmiye Encümeni azalığına tâyin olunduğu.”

[407] BOA: MF.MKT., 1241.85.

[408] Ekrem Işın, “Rifaîlik”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, ss. 325-330.

[409]  Aydın Yüksel, “Ümmü Ken’ân Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, ss. 111-112.

[410] Dergah binasının son hali için bkz. Ek 11.

[411]  Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, ss. 267-270.

[412] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, ss. 267-270.

[413]  Gürbüz Ertürk, “Ümmü Ken’ân Dergâhı”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, ss. 153-159.

[414]  a.g.m., s. 153.

a.g.m., s. 157.

a.g.m., s. 159.

Mehmet Demirci, “Ümmü Ken’ân Dergâhı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 2018, S. 187, s. 11.

Mehmet Demirci, a.g.m., ss. 11-12.

Bugün itibariyle 13000 eser mevcûttur.

Ertürk, a.g.m., s.158.

[421] Prof. Dr. Emre Ömürlü’nün özel kütüphanesinde bulunan “Dergâh-ı Şerif’ adlı metinden alıntıdır. Metin, Rifâî’nin oğlu hafız ve mevlidhan Kâzım Büyükaksoy tarafından, Emre Ömürlü’ye daktilo ettirilmiştir. Bkz. Ek 4.

[422]  http://cemalnur.org/contents/detail/bendenize-dair/14; (16.01.2020); Sargut, Ken’ân Rifâî ile Aşka Yolculuk, s. 189.

[423]  Sargut, a.g.e., ss. 189-190.

[424] M. Şefik Korkusuz, İstanbul Tekkeleri ve Postnişinleri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2016, s. 561-562.

[425] Mehmet Şemseddin Ulusoy, Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat: Dildâr-ı Şemsî, haz. Mustafa Kara, Yusuf Kabakçı, İstanbul: Dergah Yayınları, 2010, ss. 173-174.

[426]  Semâhanenin hakkında ve Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki uygulamalar hakkında Kâzım Büyükaksoy’un yazısı için bkz. Ek 11.

[427] Rifâî tarîkatına ait çeşitli uygulamalar için bkz. Tahralı, “Rifâiyye”, ss. 99-103.

[428] Yüksel, a.g.m., 1994, ss. 111-112.

[429] Mustafa Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2002, s. 254.

[430]  Araştırmacıya göre tekke pasifliğe ve inzivâya yönlendirmeyip tarih boyunca bilakis ziraat, sanat ve kültür alanında faal olmaya teşvik etmektedir. Nitekim tekke mensupları tarih boyunca ortaya koydukları şiir, ilâhi ve destan türündeki eserlerle toplumu birçok yönden beslemişlerdir. Bkz. Demirci, Ken’ân Rifâî Yazıları, s. 40.

[431] Mustafa Ülger, “XIX. Yüzyıl Osmanlı Fikir Hayatında Konakların Yeri”, Elazığ, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 13, S. 1 (2008), s. 198.

[432]  Özdamar’dan naklen Demirci, a.g.m., ss. 61-68.

[433]  Tekkelerin görevleri hakkında bilgi için bkz. Mustafa Kara, Din-Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013, ss. 49-51.

[434]  Tarihî süreç içerisinde tekkelerin ifa ettiği fonksiyonlar için bkz. Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, ss. 49-51.

[435] MMA.1745.17. (16 Zilkade 1339/ 22 Temmuz 1921). Evrakın aslı için bkz. Ek 3.

[436] Ken’ân Rifâî, Mesnevî Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 27b-28a.

[437]  Özdamar’dan naklen Demirci, a.g.m., ss. 61-68.

[438] Rifâî, Sohbetler, s. 483.

[439] Bahreddin Efendi’nin fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[440] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 259.

[441] Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, ss. 2-3.

[442] Mehmet Demirci, “Ken’ân Rifâî’de Tasavvuf Şiiri ve Mûsikîsi: İlâhiyât-ı Ken’ân”, Keşkül Dergisi, S. 28, s. 128.

[443]  Sargut, a.g.e., s. 189-190; 142; http://cemalnur. org/contents/detail/ (15.01.2020)

[444] Rifâî, Sohbetler, s. 288.

[445]  Kazasker Molla adlı Mevlevî şeyhinin o dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde görevli olan iki molladan biri olması muhtemeldir. Ancak daha fazla bir açıklama yapılmadığı için kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

[446] Sezâî Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, İstanbul: Vefâ Yayınları, 2007, s. 72.

[447] Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 259.

[448] Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, 2019, s. 2-3.

[449] Ken’ân Rifâî’nin evrakları arasında bulunan Şâzelî evradı için bkz. Ek 8.

[450] Rifâî’nin, teberrüken Şâzelî icazeti alışı ile ilgilli olarak aktarılan aytıntılar için bkz. Sargut, a.g.e., s. 182.

[451] Meclis-i Meşâyıh Arşivi, 1761, 8a (1329/1911).

[452] BOA: MF.MKT., 1052.66., (5 Rebiyülâhir 1326/ 27 Mayıs 1908): “Rifâî Tankaü Şeyhi Abdülhalim Ken’ân Efendi’nin yazdığı Rehber-i Sâlikîn adlı kitabın basımı sakıncalı olmasa da bir kere de incelenmek üzere Meşihat’a gönderildiği.”

[453] Meclis-i Meşâyıh Arşivi, 1761, 8a (1329/1911); Belgenin aslı için bkz. Ek 5.

[454] Rifâî’nin sohbetlerinde geçen kaynak eserlere örnekler için bkz. Bkz. Rifâî, Sohbetler, s. 53, 58, 62, 324, 526, 419,

[455] Hatice Kelpetin Arpaguş, “Gelenek ve Şifâhî Kültür Bağlamında Osmanlı Toplumunda Dinî Değerler: Otodidakt Eğitim Kurumlan ve Kaynakları Örneği”, Değerler Eğitimi Dergisi, C. 2, S. 7-8 (2004), s. 81-126.

[456] Demirci, a.g.e., s. 25.

[457]  Sargut, a.g.e., s. 218.

[458] Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, ss. 146-147.

[459]  Kara, a.g.e., s. 154.

[460] Ken’ân Rifâî’den nakille, Ayverdi, Erol, “Din ve İman Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 176.

[461] Bu hassas dönemde, hükümetin tedbir amaçlı kontrolleri sırasında, Ken’ân Rifâî’nin konağı da aranmıştır. Ken’ân Rifâî’den nakil ile Ayverdi, Erol, “İkinci Medine Yolculuğu”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 124.

[462] Abdülbâkî efendi hakkında bilgi için bkz. Nûri Özcan, “BAYKARA, Abdülbâki”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: İslâm Araştırmalar Merkezi (İSAM), 1992, C. 5, ss. 246­247.

[463] Ken’ân Rifâî’den nakil ile Ayverdi, Erol, a.g.e., s. 123.

[464] Demirci, Ken’ân Rifâî Yazıları, s. 105.

[465]  Tacizin boyutlarının daha iyi anlaşılması için, Rifâî’nin 1925’te neşredilen Ahmed er-Rifâî adlı eserinin, aramalar sebebiyle kuyuya atıldığı bildirilmektedir. Demirci, a.g.e., s. 190.

[466]  a.g.e., 111.

[467] BOA: DH.SAİDd, 96.291, (29 Zilhicce 1285/ 12 Nisan 1869): “Server Hilmi Bey; 1285 İstanbul doğumlu, Maliye Mümeyyizi Hilmi Bey’in oğlu.”; Server Hilmi Bey’in gençlik yıllarına ait bir fotoğraf için bkz. Ek 11.

[468] BOA: MF.MKT., 235.51, (29 Rebiyülâhir 1312/ 30 Ekim 1894): “Mülkiye’de boş olan Müfredat-ı Tıb Muavinliğine Server Hilmi Efendi’nin tayin edildiği.”

[469]  “BOA: DH.MKT., 2395.34, (29 Rebiyülâhir 1318/ 26 Ağustos 1900): “Mülkiye Seririyyât-ı Dahiliye
Muallim Muavini Rıza ve Mukarrerat-ı Tıb Muallim Muavini Server Hilmi beylerin taltifleri talebi.”

[470] BOA: İ..TAL., 228.40, (14 Cemâziyelâhır 1318/ 9 Ekim 1900) “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahâne muallim muavinlerinden Rıza ve Server Hilmi Beylerin terfi-i rütbeleri ve sair taltifler.”

[471] BOA: MF.MKT., 717.18, (08 Rebiyülâhir 1321/ 4 Temmuz 1903): “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye müfredat muallimliğine Server Hilmi Efendi’nin, muallim muavinliğine de Mehmed Ref’i Efendi’nin tayin olunduğu.”

[472] Namlı a.g.m., s. 483.

[473] BOA: DH.MKT., 329.14, (10 Recep 1312/ 7 Ocak 1895), “Mülkiyet Seririyyat-ı Dahiliye müfredatı Tıb muallimi muavinliklerine tayin olunan Doktor Ali Rıza ve Server Hilmi Efendilerin rütbe-i sâlise ile taltiflerinin icrası için tercüme-i hal varakalarının gönderilmesinin tebliği”.

[474] Namlı a.g.m., s. 483.

[475]  Ayverdi, Araz, “ Ken’ân Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 74vd.

[476]  “Nefsin Dereceleri” başlıklı risâle için bkz. Ek 2.

[477]  Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 62.

[478] Hattat Aziz Efendi’nin yetişkinlik dönemine ait bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[479]  Ta’lik yazısı icazetini 1894 yılında Hasan Hüsnü Efendi’den, sülüs ve nesih icazetlerini ise hocası Ârif Efendi ve Reîsülhattâin Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey’den almıştır. Celî-sülüs, Celî-ta’lik yazılarının inceliklerini zamanın celî üstadı Sâmi Efendi’den öğrenmiştir.

[480] Muhittin Serin, “Aziz Efendi, Rifâî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1991, C. 4, s. 336.

[481]  a.g.m., s. 337.

[482] BOA: İTAL., 112.85, (Zilhicce 1314/Mayıs 1897): “Teberdar Osman ve Rüsûmat Muhasebe Tahrirat Kalemi Ketebesi’nden Hattat Hafız Aziz Efendiler’e dördüncü rütbeden Nişan-ı Mecîdi ihsânı.”

[483]  Serin, a.g.m., s. 337.

[484] Muhittin Serin, Hattat Aziz Efendi, İstanbul: Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Neşriyâtı, 1988, s. 20; Aziz Efendi’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki hatlarını Muhyiddin Serin şu şekilde kakydeder: 2, 40x70 cm ebâdında Kelime-i Tevhid celî ta’lik 1326 tarihli; 52x94 cm ebâdında hutût-i mütenevvia hilye-i şerif 1325 tarihli; 31x97 cm ebâdında celî sülüs besmele; 38, 5x42 cm ebâdında “Ya Hazreti Şeyh Sultan Yusuf Sümbül Sinân” celî sülüs levha 1326 tarihli; 35x44 cm ebâdında armûdî, celî, sülüs levha; 40x32 cm ebâdında celî sülüs levha 1341 târihli; 35x36 cm ebâdında “Ya Ali” celî sülüs zerendûd levha 1330 tarihli; 42x30 cm ebâdında celî sülüs müdevver ihlâs sûresi 1332

tarihli; Aziz Efendi, 1872-1934. Bkz: Serin, a.g.e., s. 41.

Serin, a.g.m., s. 20.

Bir örnek olarak: Eski Altınkum Gazinosu, Rumeli kavağında bir askerî dinlenme tesisidir. Aynı i simle anılan bir de plajı vardır. Ailecek ve yakın talebelerle hava almak için gidilen ve sohbet mekânına dönüşen bir beldedir. Aziz Efendi bir keresinde, bir örümcek ağından bir sineği kurtarmak isterken Ken’ân Rifâî tarafından ilâhî takdire müdahale olarak görülerek durdurulur. a.g.e., s. 73.

Rifâî, Sohbetler, s. 6.

a.g.e., s. 59.

a.g.e., s. 99.

[490] Ayverdi, Araz, “Ken’ân Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 76.

[491] Aysel Yüksel, “XX. Asır Münevveri Ken’ân Rifâî’nin Çevresi ve Talebeleri”, Bir XX. Yüzyıl Münevveri Ken’ân Rifâî Sempozyumu Bildiriler Kitabı, İstanbul: Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 1993, s. 149.

[492]  Şeyh Cemal Efendi’nin o döneme ait bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[493]  Şeyh Osman Efendi’nin bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.

[494]  Ayverdi, Erol, a.g.e., s. 87.

[495]  a.g.e., ss. 87-88.

[496] Rifâî, Sohbetler, ss. 533, 554.

a.g.e., s. 551.

a.g.e., s. 373.

a.g.e., s. 435.

a.g.e., s. 533.

MMA, 1761-8a.   (1329/1911); Osmanlı Hilmi Efendi’e verilen icazetnamenin onayını gösteren

[502] Sargut, Ken’ân Rifâî ile Aşka Yolculuk, s. 181; Ken’ân Gürsoy, “Ken’ân Gürsoy’la Röportaj, Tasavvuf, 2007, S. 19, s. 481.

[503] Rifâî, a.g.e., s. 236.

[504]  Semiha Cemal, Gül Demeti, İstanbul: Bilgi Basım ve Yayınevi, 1954, s. 6.

[505]  Stocaı felsefe okulu mensubu olan Marcus Aurelius Antoninus hakkında bilgi için bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Tales’ten Baudrillard’a, İstanbul: Say Yayınları, 2015, s. 148.

[506]  Cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek partili yıllarda dinî yayıncılığın zorluğu ve bu dönemdeki neşriyât hakkında bilgi için bkz. Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, s.415-482; Kara, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarîkatlaf’, Türkiye’de Tarîkatlar:Tarih-Kültür, ss. 103-111. Cumhuriyet döneminde roman türleri ve romanın yüklendiği fonksiyonlar hakkında bilgi için bkz. Fatih Andı, “Türk Edebiyatında Roman: Cumhuriyet Devri”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Eylül 2006, ss. 165-202.

[507]  İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi Bibliyografyası, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 1999, s. xv.

[508]  a.g.e., s. xvi.

[509]  1978’de “Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı” kendisine takdim edilmiş; 1984’te kendisine Milli Kültür Vakfı tarafından “Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı” verilmiş; 1985’te “Yeryüzünde Birkaç Adım” eseri için Boğaziçi Yayınları tarafından “Boğaziçi Başarı Ödülü” kendisine takdim edilmiştir. Daha fazla bilgi için bknz: Binark, a.g.e., s. xvii.

[510]  Selim İleri, “Ayverdi, Sâmiha”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, C. 3, s. 500.

[511]  Türkiyede muhafazakar düşünce ve Ayverdi’nin yeri üzerine yakın dönemdeki bir çalışma için bkz. Hasan Aksakal, Türk Muhafazakarlığı Terennüm, Tereddüt, Tahakküm, İstanbul: Alfa İnceleme, 2017, ss. 23-24, 42.

[512] Ayverdi, Araz, “Ken’ân Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 76.

[513] Cemalnur Sargut, Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk, Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul: Nefes Yayınevi, 2009, s. 57.

[514]  Osmanlı’da şeyhülislâmlık müessesesi hakkında bkz. Mehmet İpşirli, “Şeyhülislâm”, Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, C. 39, ss. 91-96.; Abdülkadir Altunsu, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1972.

[515]  Semih Ceyhan, “Ken’ân Rifâî Müntesibi Osmanlı Şeyhülislâmları”, Ken’ân Rifâî Rahmet Kapısı Sempozyumu Bildirileri, İstanbul: Nefes Yayıncılık, s. 68.

[516]  a.g.m., s. 70.

[517]  İnal, a.g.e., C. XI-XIV, s. 1721.

[518]  a.g.e., s. 1723.

[519]  a.g.e., s. 2111.

[520] Kemal İnal o esnada içine doğan bir şiiri de eklemektedir. “Hayderî zade hakikat söylemiş/ Vakıfı ahval olan takdir eder/ Gelse insâfe eğer Sultan Vahid/Nefsini kendi bile ta’zir eder.” Bkz. a.g.e., s. 2071.

[521] Rifâî, Sohbetler, s. 251.

[522] Mehmet İpşirli, “Dürrîzâde Abdullah Beyefendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. 10, s. 36.

[523]  İnal, a.g.e., ss. 2055, 2066-67.

[524]  İlâhe M. Kurşun, “Çağdaş Türk Sûfî Kadınlarından Meşkûre: Sargut Hayatı ve Eserleri”, I. Uluslararası Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul: Üsküdar Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Üsküdar Üniversitesi Yayınları, 2020, ss. 178-182.

[525] Meşkûre Sargut,ÂriflerBahçesi’nden, İstanbul: Seyran Yayınları, 1993.

[526] Meşkûre Sargut, Gönülden Gönüle, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 1994.

[527] İlâhe M. Kurşun, Meşkûre Sargut’un Hayatı ve Eserleri, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Ensititüsü, 2019, s. 15.

[528]  Safiye Erol, Ciğerdelen, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2001, s. 194.

[529]  Selim İleri, “Erol, Safiye”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, C. 3, s. 194.

[530]  Safiye Erol, “Ken’ân Rifâî”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 255.

[531] Erol, “Homo Mysticus”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 268.

[532] Erol, “Mürşid-i Âgâh”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 311-321.

[533]  Ömürlü, Ömürlü, a.g.m., s. 138.

[534] Kazım Büyükaksoy, Hak Yolunun Önderleri: Yüce Veliler, İstanbul: Eser Yayınları, 1973., s. 508.

[535] Mesnevî Hatıraları, 1952 ve 1967 yılında basılmıştır. İki nüsha arasında bazı farklar mevcuttur. Eserin tahkikli neşri 2013 yılında Nefes Yayınevi’nden çıkmıştır. bkz. Kâzım Büyükaksoy, Ken’ân Rifâî’denMesnevîHatıraları, haz. Arzu Eylül Yalçınkaya, İstanbul: Nefes Yayınevi, 2013.

[536]  Sargut, a.g.e., s. 207.

[537] Büyükaksoy, MesnevîHatıraları, ss. 18-20.

[538]  Mehmet Demirci, Gidenlerin Ardından: Çağımızdan Yirmi Dört Derviş însan, İstanbul: Nefes Yayınevi, 2019, s. 10.

[540]  “Şeyh Şâmil merhûmun mahdûmları (oğlu) Kâmil Beyefendi, dün Sadrâzam Paşa’yı ziyâretle bir müddet mülâkât eylemişlerdir. Mîr muma-ileyh (adı geçen zât) evvelki gün de Harbiye Nâzın Paşa ile Meclis-i Meb’ûsan re’isini de ziyâret eylemişlerdi.” http://osmanligazeteleri.com/haber/seyh-samilin- oglu-sadrazam-pasayi-ziyaret-etti/397/ (15.12.2019)

[541]  “Doktor Emin Efendi için Kâmil Paşa, ne mutlu Emin Efendi’ye ki evlâdiyle gömüldü. Yâni şefâatçisini birlikte götürdü, demişti. Halbuki bu bembeyaz sakaldan daha fazla bir irfan bekleniyor.” Ken’ân Rifâî, Sohbetler, s. 42.

[542] Nuri Özcan, “Elçioğlu, İzzettin Hümâyi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1995, C. 11, s.18.

[543] Emin Işık, “Celâl Hoca”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet

Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. VII, s. 61.

[544] Rifâî, Sohbetler, s. 155.

[545] Mehmet Demirci, “Ümmü Ken’ân Dergâhı”, s. 12; Mustafa Özdamar, Celal Hoca Kuşağı, İstanbul: Marifet Yayınları, 1993.

[546] Rifâî, Sohbetler, s. 289.

[547] Mustafa Tatçı, Mehmet Kemal Öztürk, “Şemseddin Mısrî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2012, C. 42, ss. 135­136.

[548] Ulusoy, a.g.e., ss. 173-174.

[549] BOA: MV.2, 43.57, (21 Şaban 1334/ 23 Haziran 1916) “Doktor Nureddin Ali ve Operatör Doktor Kenan Tevfık beylere gümüş Hilal-i Ahmer Madalyası verildiği”; maârif teşkilatına dair kanunun maddelerinde değişiklik yapılması hakkında İstanbul Mebusu Dr. Nureddin Ali Bey'in kanun teklifi.”

[550] Ken’ân Rifâî, Nurettin Bey’in bu bağlılığını şu şekilde değerlendirmektedir: “Nûreddin Ali Bey'in, o meşgalesi arasında telefonu açıp: Müsâadenizle ben gidiyorum, demesini sabahlara kadar evrad çekmesi gibi kabul ediyorum. Çünkü o gulgule, o patırtılı hayat içinde bu râbıta, bu unutmayış ona kâfi.” Rifâî, Sohbetler, s. 145.

[551] Ayverdi, “Ahlak Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve XX. Asrın Işığında Müslümanlık, s. 200.

[552] Rifâî, Sohbetler, ss. 200-201.

[553]  a.g.e., s. 253.

[554]  Ayverdi, Araz, “Terbiyeciliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 134.

[555] Ali Akpınar, “Mehmed Ubeydullah Efendi (1858-1937)’nin Laiklik ve Kur’ân’ın Doğru Anlaşılması ile İlgili Görüşleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VII/2, s. 31-41.

[556] Milattan önce 2000 yıllarında Arabistan civarlarından gelen ve Arami kökenli oldukları varsayılan ve

ilkçağdaki kavimler arası mücadelede yok olan Keldanilerin konumuzla alakası mevcut değildir1. Keldanilik kavramı Nasturilikten ayrılıp Katolikliği kabul eden Nasturilere, Papalığın 1553 yılından itibaren taktığı isimdir. Görüldüğü üzere Nasturiler ile Keldaniler aynı ırktan gelen fakat farklı mezheplere inanan topluluklardır3. Keldaniliğin asıl gelişimi XVII. yüzyılın sonu ile XVIII. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir. 1854 yılına geldiğinde Keldanilerin patriklik makamı, Babil şehrinde bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın boyunca Keldaniler kendi aralarında ve Roma ile olan ilişkilerinde bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Murat Gökhan Dalyan, XIX. Yüzyıl’da Nasturiler: İdari Sosyal Yapı ve Siyasî İlişkileri, Doktora Tezi, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi, 2009, s. 4.

[557] BOA: DH.MKT., 994.14, (03 Cemâziyelâhır 1323/ 5 Ağustos 1905).

[558]  Ayverdi, Araz, “Mürşitliği”, Ken’ân Rifâî ve XX. Asrın Işığında Müslümanlık, s.114.

[559] BOA: DH.MKT., 994.14, (03 Cemaziyelahir 1323/ 5 Ağustos 1905): “Mısır’da Keldani Patrik Vekili Butros Abid Efendi’nin dairesinde ikamet ettiği belirtilen Meryem binti İbrahim'e tebliği istenilen Bağdad Bidayet Mahkemesi davetinin adıgeçenin verilen adreste bulunmaması dolayısıyla iade olunduğu”.

[560] Rifâî, Sohbetler, s. 260.

[561] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 563-564.

[562] a.g.e., ss. 563-564.

[563] Mustafa Kemal ile Esat Sagay arasındaki irtibat ve Sagay’ın maârif alanındaki çalışmaları hakkında bilgi için bkz. Esat Sagay, “Hocam”, Maârif Vekili Esat Sagay’ın Hatıraları, haz. Eren Sagay, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 63.

[564] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 401.

[565]  a.g.e., ss. 380, 386, 420- 421.

[566]  1 950 yılına kadar bina yapımı ve tarihi eserlerin restorasyonu üzerine çalışmıştır. 1950 yılından sonra ilmî çalışmalara yönelerek Mühendisler Birliği, Kubbealtı Cemiyeti ve İstanbul Fetih Cemiyeti ‘nin faaliyetlerine katılmış ve Yahya Kemal Enstitüsü ve İstanbul Enstitüsü’nün uzun yıllar başkanlığını yapmıştır. 1979 yılında Ayverdi’ye İstanbul Üniversitesi tarafından “Fahrî Edebiyat Doktorası” verilmiştir. Ayverdi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan bölgelerde bulunan Osmanlı mimari eserlerinin tespiti konusunda çalışmalar yürütmüş ve bu araştırmaların bir neticesi olarak Avrupa’daki Osmanlı Mimarî Eserleri adı altında sekiz ciltlik bir eser hazırlamıştır Daha fazla bilgi için bkz. İ. Aydın Yüksel, “Ekrem Hakkı, Ayverdi”, Türkiye Diyanet Vakfı îslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1991, C. 4, s. 295.

[567] Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ün yazımına 1971’de Nihad Sâmi Banarlı ve Faruk Kadri Timurtaş’ın Türk dilinde bir sözlüğe ihtiyaç olduğu şeklindeki tespitlerinin akabinde başlanır. Eserin yazılması için bir komisyon işe başlar, dört yıl hazırlık yapılır; ancak sözlüğün yazımına destek veren hocalarla verimli bir çalışma düzeni oluşturulamadığı için Ayverdi 1976 yılından itibaren bu işi kendi üzerine alır ve 30 yıl boyunca buna devam eder. 2004’te sağlığının bozulması nedeniyle Ayverdi’ye destek olan Ahmet Topaloğlu sözlüğe son halini vermiş, böylelikle Misalli Büyük Türkçe Sözlük 2005 yılında yayımlanmıştır. Söz konusu sözlük, 60.000’den fazla madde, yaklaşık 35.000 deyim ve 100.000 civarında misal ihtiva etmektedir. Hazırlanışında büyük bir dikkat ve itina gösterilen bu lugat, Türkçenin sözlük bilimi kurallarına göre hazırlanmış ilk sözlüğüdür. bkz. Mustafa Tahralı, “İlhan Ayverdi”, Türkiye Diyanet Vakfı îslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2016, C. Ek-1 ss.150-151.

[568] Daha fazla bilgi için bkz. Can Ceylan, Dergâh ’tan Akademi’ye Rifâîlik ve Ken’ân Rifâî, İstanbul: Akademi Titiz Yayınları, 2014.

[569] Derneklerin faaliyet alanları ve kullandıkları argümanlar hakkına daha fazla bilgi için bkz. Turan Atik, Rifâîlik Tarîkatı Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, ss. 71-74.

[571] Eserleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. http://cemalnur.org/. (15.12 2019).

[572] Mehmet Demirci, “Ken’ân Rifâî ve Çevresi”, Demokrasi Platformu, Yıl: 2, Sayı: 6, Ankara 2006, ss. 68-71.

[573] Evlilikleri ve soy ağacı için bkz. Can Ceylan, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Tarîkat Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı: Rifâî Şeyhi Ken’ân Rifâî’nin Günümüzdeki Takipçilerinin Sanatsal, Kültürel ve Siyasî Faaliyet ve Tavırları, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Anabilim Dalı, s. 221.

[574]  Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, s. 254.

[575] Rifâî, Sohbetler, ss. 350, 382.

[576] a.g.e., ss. 50-51, 57.

[577] a.g.e., s. 63. Güzide Hanım benzer soru ve ifadeleri için bkz. a.g.e., ss. 101-102, 104-105, 129, 150, 349.

[578] a.g.e., s. 414.

[579] Rifâî, Sohbetler, s. 378.

[580] a.ge., s. 54, 299; Ayverdi, Araz, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 382, 453, 513, 548.

[581] Rifâî, Sohbetler, ss. 299-300.

[582] Ayverdi, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 551.

[583] a.g.e., ss. 551-552.

[584] Rifâî, Sohbetler, ss. 326-327.

[585] a.g.e., ss. 329-330.

[586] Ayverdi, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 537-538.

[587] Rifâî, Sohbetler, ss. 375-376, 429-430.

[588] a.g.e., s. 427.

[589] a.g.e., s. 402.

[591] Ken’ân Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 555-556.

[592] a.g.e., ss. 555-556.

[593] Ken’ân Rifâî’nin soy ağacı için bkz. Ek. X.

a.g.e., ss. 201-203.

Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, s. 254.

Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla İlk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 62.

a.g.e, s. 62.

[598] Parmaksızoğlu, a.g.m., s. 322.

[599]  Cemil Meriç, Jurnal 2, 1966-83, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, ss. 215-216.

[600] II. Abdülhamid döneminde, İstanbulin yerine diz kapağının altına kadar uzanan geniş etekli, arkası yırtmaçlı, alafranga bir ceket olan redingot giyilmeye başlanmış, yakası kolalı frenk gömleği, boyun bağı, yelek ve redingotla aynı kumaştan pantolon, beylerin yeni modası olmuştur. Kanun-i Esâsi ile, Avrupa devletleriyle sürekli irtibat halinde olan Osmanlı toplumundaki kıyafetleri, devlet onayı resmî olarak tescilenmiş yani yasallaşmıştır. II. Meşrutiyet, döneminde başa kalpak konulması bir uygulama haline gelmiştir. Çok uluslu ve dinli Osmanlı Devleti, bu kıyafet tarzı ile tek tip Osmanlı profile sergilemesine çalışılmıştır. Fes Osmanlıcılık, Osmanlılık ruhunu yansıtan bir unsura dönüşmüştür. Netice, hangi kesimden olursa olsun, fes, redingot, ve pantolon Osmanlı bürokrasinin yeni üniforması haline gelmiş; ulema sınıfı bu tür giyimden muaf tutulmuştur. Bürokrasinin başındaki fes onun Osmanlı ve Doğu kültürünü temsil ederken, diğer unsurlar Batı’ya dönük tarafını temsil etmektedir. Bu kıyafet şekli eklektiktir ve Osmanlı devlet adamı, Batı ile etkileşim halinde olsa da kendi kimliğini muhafaza ettiğini göstermektedir. Cumhuriyet Türkiye’sine geçildiğinde, Mustafa Kemâl Atatürk tarafından, kılık kıyafet yeniden düzenlenmiş, fes kaldırılarak yerine sapka gelmiştir. Geniş halk kesimleri için, devlet ve toplum yapısında başgösteren, zihniyet değişikliği ve yeniliklerin en gözle görünür olanı; giyim kuşamla ilgili değişiklikler olduğundan, halkın öncelikle bu konuya tepki gösterdiği görülmektedir. Geleneksel toplum yapısını yansıtan, bölgeye, dine, makama, ait olunan topluluk ve cinsiyete (mensubiyet) göre şekillenen giyim tarzı, modernite neticesinde müslim- gayrimüslim ve makam ayımlarının silinmeye başladığı buna mukabil modaya bağlı bir değişim sürecine girer. Modernitenin bir özelliği olan, yeknesak ve tek tip (uniform) giyim anlayışı, XIX. yüzyıldan itibaren, bütün dünyaya az çok hakim olmuştur. Emine Koca, “XVIII. ve XIX. Yüzyıl Erkek Modası”, Türk İslâm Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, Konya, 2009, S. 7, ss. 63-81.

[601] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 468.

[602] Rifâî, Sohbetler, s. 176.

[603]  Söz gelimi bir sayfada akrabası olarak tanıtılan bir kimsenin, diğer sayfada eşi olarak tanıtılması gibi. Soner Yalçın, Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2004, s. 439; Soner Yalçın, Efendi 2 Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2006, ss. 322-334.

[604]  İsmet Binark, Bay Efendi, Ankara: Altay Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı, 2007, ss. 89-125.

[605]  Ayverdi, Araz, “Netice”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, a.g.e., s. 252.

[606] Ken’ân Rifâî, Muktezâyı Hayat, İstanbul: Karabet Matbaası, 1308; Eserin ilk bölümlerinden örnekler için bkz. EK. 6.

[607]  Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, s. 254-255.

[608]  a.g.m., s. 254.

[609] Doktora çalışmamız sırasında, Mustafa Tahralı’nın günümüz alfabesine aktarması ile eser ikinci defa basılmıştır. Abdülhalim Ken’ân, Rehber-i Salikin, İstanbul: y.y., 1908; Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul: Cenân Eğitim ve Kültür Vakfı Neşr., 2019.

[610] BOA: MF.MKT.1052/66. (5 Rebiulahir 1326/ 7 Mayıs 1908): “Rifâî Tarîkatı Şeyhi Abdülhalim

Ken’ân Efendi’nin yazdığı Rehber-i Sâlikin adlı kitabın basımı sakıncalı olmasa da bir kere de

Abdülhalim Ken’ân Bey’in “Rehber-i Sâlikîn” isimli eserinin tabına müsade isteği.

Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, 2019, ss. 6-7.

a.g.e., ss. 35-89.

a.g.e., ss. 62-70.

a.g.e., ss. 70-77.

a.g.e., s. 92.

Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, ss. 254-255.

Ken’ân Rifâî, Tuhfe-i Ken’ân: Armağan, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul: Cenân Eğitim, Kültür ve

[620] Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzûmler.

[621] Kâsîdetü ’l-Bürde, Mısırlı sûfî ve şâir Muhammed b. Said el-Busîrî’nin Hz. Peygamber için yazdığı ve el-kevâkibu’d-dürriyye fî medhi hayri’l-beriyye adını verdiği manzûme, kâfiye harfi mîm olduğu için el-Kasîdetü’l-mîmiyye şeklinde anıldığı gibi şâiirin hastalıktan kurtulmasına vesile olduğu için de Kasîdetü ’l-bürde diye de anılmıştır. En eski nüshalarda 160 beyit iken sonrakilerde beyit sayısı 165 ulaşır. Kasîde-i bürde klasik Arap şiirinin özelliklerini taşır: Sevgiliye özlem temasıyla başlar, nefisten şikâyet, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e övgü, onun doğumu, mucizeleri, faziletleri; temel ahlâkî faziletler, cihat fütüvvet gibi konulardan sonra dua ve niyâz bölümüyle tamamlanır. Aruzun basit bahriyle yazılmış olup üslûbu sağlam ve liriktir. İslâm coğrafyasında büyük ilgi ve sevgi görmüştür. Daha fazla bilgi için bkz. Mahmut Kaya, “Kâsîdetü’l-Bürde”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2001, C. 24, ss. 568-569.

[622]  Suyûti’nin (ö. 911/1505) Câmiu’s-sagîr min hadîsi’l-beşîri’in-nezîr adını verdiği eser alfabetik olup hadisler çoğunlukla kelimenin ilk iki harfi dikkate alınarak sıralanmıştır. Kullanılan bu metodun bir gereği olarak esere hadislerin senedi alınmamıştır. Eserde çoğunluğu kavlî hadisler teşkil eder ancak fililî hadislere de yer verilmiştir. Suyutînin yetmiş bir hadis kitabını bir araya getirerek Cem’ul- Cevâmi’ adıyla bir araya getirmeye niyetlenmişse de ömrü bu çalışmayı tamamlamaya yetmemiştir. el-Câmi’us-sagir bu bakımdan Cem’ul-Cevâmi’ adlı eserin bir muhtasarı sayılmaktadır. “Süyûtî, hadis uydurmakla tanınmış veya yalancılıkla itham edilmiş râvilerden eserine hadis almadığını, hadislerin sağlamlık derecesini farklı bir usulle ortaya koyduğunu ifade etmektedir.” Eser’in kaynakları ve şerhleri için bkz. Müctebâ Uğur, “el-Câmi'u’s-sağir”, Türkiye Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 1993, C.7, ss.113-114.

[623] Rifâî, Tuhfe-i Ken’ân, Armağan, 2019, s. 7.

[624]  Tahralı, takdim kısmında Ken’ân Rifâî’nin Câmius’s-sağîr’i kaynak olarak kullanışını Ali Yardım’ın notlarından aldığı örneklerle izah etmektedir. Câmiu’s-sağîr’in yedinci cildinden büyük ölçüde

a.g.e., ss. 39-130.

a.g.e., ss. 131-162.

a.g.e., ss. 163-201.

a.g.e., ss. 203-217.

a.g.e., ss. 219-226.

a.g.e., s. 225.

a.g.e., ss. 225-226.

a.g.e., ss. 228-255

a.g.e., ss. 257-258.

a.g.e., ss. 259-261.

Ercan Alkanlı, “Tasavvuf Tarihi Literatürü Açısından Seyyid Ahmed er-Rifâî Adlı Eserin Değerlendirilmesi”, Rahmet Kapısı Ken’ân Rifâî, İstanbul: Nefes Yayınevi, 2017, ss. 199-200.

[636] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken ’ân: İlâhî ve Manzûmler, s. 19.

[637] Yusuf Ömürlü, Vasfi Emre Ömürlü, “İlâhiyât-ı Ken’ân”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, Yıl 2015, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, ss. 131-142

[638] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: Notalarıyla Bestelenmiş İlâhiler, haz. Yusuf Ömürlü, İstanbul: Cenân Eğitim ve Kültür Vakfı Neşriyâtı, 2013.

[639]  a.yer.

[640]  Tahralı, “Ken’ân Rifâî”, s. 255.

[641] Rifâî, a.g.e,., s. 14.

[642] Ken’ân Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2000.

[643] Ken’ân Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, İstanbul: Hülbe Yayınları, 1973.

[644]  Tahralı, a.g.m., ss. 254-255.

[645] Rifâî, Sohbetler, ss. 3-4.

[646] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 356-568.

[647]  Tahralı, a.g.m., s.254; Ayverdi, Dost, 2017, ss. 57-162.

[648] Eserin ilk bölümleri için bkz. Ek. 7.

Rifaî, Sohbetler, s. 2.

Ayverdi, Araz, “Mürşidliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 110.

a.g.e., ss. 167, 355-56, 468.

a.g.e., s. 468.

İngilizcesi Omega olan eser hakkındaki bir tanıtım yazısını İngilizcesi’nden çevirerek buraya almak istiyoruz: “Gökbilimci Camille Flammarion (1842-1925) tarafindan yazılan Omega’nın konusu, dünyanın sonunun şaşırtıcı ve unutulmaz bir tasavvuru, neredeyse geleceğin destansı bir tarihidir. Sorgulayıcı felsefik araştırma ile birleştirilen gerekçeli bilimsel düşünme insanlığın önümüzdeki birkaç milyon yil boyunca fiziksel ve kültürel olarak nasıl evrim geçireceğine dair olan bu rivayete güvenilirlik ve önem kazandırmaktadır. Son, 25. yüzyılda, bir kuyruklu yıldızın dünyâya çarpma tehlikesi riski ile başlar. Bu dehşet verici kozmik olayın sonuçları, uzak gelecekte gezegeni ve insanlarını derinden etkileyecek olan bir dizi fiziksel, ruhsal ve sosyal değişiklikleri harekete geçirecek kadar geniş kapsamlıdır. Dünyanın yüzeyi zaman içinde katılaşarak değişime uğrar. Kültürler radikal biçimde değişir, çöküşe uğrar ve yok olur. Milletler iniş ve çıkışlar yaşarlar, türlerin soyu tükenir, ve insanoğlu dünyanın sonu geldiğinde kendini yalnız, tek başına ve kökten değişimler içinde bulur. Bu melankolik şiirsel bilim kurgu masalı, bugun ilk yazildiği zamandaki kadar merak

uyandırıcı ve rahatsız edicidir.” https://www.goodreads.com/book/show/               449325.Omega,

(19.08.2020).

[655]  Arzu Eylül Yalçınkaya, Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî Sohbetleri: III. Cilt, II. Defter, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013; Bu defterlerden Nazlı hanım’a ait olan ve üzerinde üçüncü cildin ikinci defteri” yazılı olan el yazması tarafımızdan yüksek lisans tezi olarak çalışılmıştır. Nazlı Hanım’ın Mesnevî III. cilde ait ders notlarını kaydettiği defter tarafımızdan, yüksek lisans çalışmamız sırasında günümüz alfabesine çevrilmiş ve üzerinde tahlil çalışması yapılmıştır.

[656] Metinde geçen hikâyelerin isimleri Şefik Can tercümesi dikkate alınarak yazılmıştır. bkz. Mevlana Celladdin Rûmî, Mesnevî Tercümesi, C. III-IV, çev. Şefik Can, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1997. Farklı tercüme için bkz. Mevlana Celladdin Rûmî, Mesnevî, çev. Tâhirü’l-Mevlevî, haz. Selahattin Tuna, İstanbul, Kırkambar Yayınları, 2009, ss. 59- 146.

[657] Söz konusu defter günümüz harflerine çevrilmiştir. İfakat Hanım’ın ders notları Mesnevî III. cildin tamamını içerdiği için her iki defterin karşılıklı okunması ile Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî şerhinin üçüncü cildinin tahkikli olarak ortaya çıkarılması mümkündür. Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî II. ve III. cild şerh notlarından bu çalışma için günümüz harflerine çevrilmiş olan defterleri aslı şahsi kütüphanemizdedir. Kaynak gösterirken defter numaraları dikkate alarak isimlendirilmiş ve dipnotlarda bu şekilde yer almıştır. Ken’ân Rifâî, Mesnevî Şerhi, C. III, D. IV, vr. X, gibi. Bunların yanı sıra, Ken’ân Rifâî’ye ait dökümanlar içerisinde çeşitli tasavvufî meseleler hakkında risâleler bulunmaktadır. İnce fasiküller halinde tertip edilmiş her bir risâle ayrı bir tasavvufî mesele ya da kavramdan bahsetmektedir. “Nefis nedir?” “Seyr ü sülûk hakkında”, vb. tespit edebildiğimiz risâle başlıklarıdır.














































Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar