Ken’ân Rifâî’nin Hayatı
Hazırlayan: Arzu Eylül YALÇINKAYA
KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN YAŞADIĞI DÖNEM
Ken’ân Rifâî’nin yaşadığı dönem Osmanlı’nın son dönemi
ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına tesadüf eder ve bu dönem Türk tarihinde bir çok
değişimin arka arkaya tecrübe edildiği farklı bir zaman dilimidir. Ken’ân
Rifâî’nin hayatı ve tasavvuf anlayışının inceleneceği bu çalışmaya öncelikle
onun içinde yaşadığı dönemin siyasî, sosyal ve dinî (güzel) yapısını
değerlendirerek başlamanın uygun olacağı düşünülmüştür.
Osmanlı Devleti XX. yüzyılda, pek çok siyasî ve sosyal
değişime şahit olmuştur. İç ve dış tazyikler nedeniyle bir anlamda mecburi
olarak yaşanan bu değişim süreci son derece hızlı gerçekleşmiş, bu nedenle söz
konusu muhavelenin bireysel ve toplumsal açıdan hazmedilmesinde bazı sorunlar
ortaya çıkmıştır. Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) gerçekte
devletin beş yüz yıllık geleneği olan Osmanlı kimliğiyle birlikte yaşama
modelini XX. yüzyılın icaplarına göre yeniden şekillendirmek çabasıdır. Batı’da
ortaya çıkıp çeşitli coğrafyalarda farklı şekillerde karşılık bulan bireysel ve
milli kimlik arayışları, Osmanlı Devleti tebaası ve onu oluşturan unsurlar
üzerinde de kırılmalara sebep olmuştur. Bu dönemdeki hükümetlerin, devletin
bekâsını temin yönündeki uygulamalarının doğrudan ve dolaylı olarak Rifâî’nin
hayatını da şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle söz konusu dönemde
dikkat çeken idârî, askerî ve sosyal hamlelere daha yakından bakmak
gerekmektedir.[1]
Ken’ân Rifâî’nin doğduğu yıl
(1283/1869), Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatindedir. İmpartorluğun çeşitli bölgelerinde
devam eden isyanlar, bazı eyaletlerin özerklik ve muhtariyetler kazanması ile
neticelenmiştir.[2] Genel olarak bir huzursuzluğun
hakim olduğu Rumeli’de, Bulgaristan ve Hersek bağımsızlık arayışı içindedir.
Rifâî’nin Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde eğitime başladığı yıl (1876-77),
Abdülhamid henüz tahta çıkmıştır.
Meşrutiyeti ilân etme şartıyla tahta geçen Sultan, imparatorluk coğrafyasında
patlak veren birçok isyan ve tehditle başa çıkmak zorundadır. II. Abdülhamid’in
saltanatının ilk yılında Balkanlar’da çıkan isyanlar ve ardından yaşanan 93
harbi neticesinde, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’den çekilme süreci de
başlamıştır. Çocukluk ve yetişkinlik yılları büyük ölçüde Sultan II. Abdülhamid
devrine tesadüf eden Rifâî, devletin içinden geçtiği birçok güçlüğü bizzat
kendi hayatında da tecrübe etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da ilk çözülme
alametleri gösterdiği bu dönemde, Avrupa devletleri iktisâdî, siyasî, ilmî ve
edebî olarak bir yükseliş içerisindedir. XVII. yüzyıldan itibaren değişen bilgi
ve insan anlayışı neticesinde, Avrupa halkları yeni sosyal ve idârî düzen
arayışına yönelmiştir. İnsan hakları ve özgürlükleri kapsamında elde edilen
başarılar bu gayretin neticeleri arasında değerlendirilebilir. XIX. yüzyılın
ilk yarısından itibaren Batılı devletler tarafından, Osmanlı İmparatorluğu
hasta adam olarak adlandırılmaya başlamıştır:[3] Batılı devletlerin, Doğu’ya yöneldiğinde gördüğü tek
şey, çözülmesi gereken bir “Şark Meselesi”dir. Şark meselesi, kısaca Osmanlı
İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş evrelerinde ortaya çıkan sorunların
tamamını ifade etmektedir. Osmanlı Devleti’nin bakiyesini paylaşmak konusunda
Avrupa devletleri uzlaşmazlık içindedir. Yüzyılın son çeyreğinde dış güçlerin
kendi aralarındaki çatışmalar, II. Abdülhamid dönemi siyasi hamlelerinin
tesirini hızlandırmış ve hükümetin politik gücünü arttırmıştır.[4]
Sultan II. Abdühamid devletin içinde bulunduğu askeri
ve mâli zafiyetlerin farkında olarak barışı korumak adına saltanatı boyunca dış
ilişkilerde hassas bir politika takip etmiştir. Sultan bu anlayış içinde yurt
dışındaki problemleri savaşla değil diplomasiyle çözmeye çalışmış, uluslararası
ilişkilerde devletin bağımsızlığının garanti altına alınması ve toprak
bütünlüğünün savunulmasını en önemli görev kabul etmiştir. Bu dönemde hükümetin
özellikle Balkanlar’da büyük bir savaşın çıkmasını engellemek amacıyla yerel
halkın isteklerini değerlendirdiği ve çıkan ayaklanmaları imtiyazlar vererek
aşmaya çalıştığı görülür. Abdülhamid’in dış politikadaki diplomatik tavrının
asıl sebebi zaman kazanmak ve memleketi içine düştüğü mali zorluklardan
kurtarıp gerekli reformların uygulanmasını sağlamaktır.[5] Sultan II. Abdülhamid Batılı devletlerin
müdahelelerinden korunmak maksadıyla, devletin ilk anayasası olan Kanûn-i Esâsî’yi
(1876) ilan etmiştir. Kanûn-i Esâsî ilk zamanlar, imparatorluk halkları
arasında eşitlik ve birliği temin edecek bir ilke olarak düşünülmüşse de[6] II. Abdülhamid meşrutî idareyi devletin içinde
bulunduğu şartlar için uygun görmeyerek 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i
Mebûsan’ı süresiz olarak tatil etmiştir. II. Abdülhamid’in saltanat ve merkezi
idareyi kuvvetlendirme yönündeki tasarrufları, o günlerden başlayarak günümüze
kadar süren tartışmalara neden olmuştur. İdaredeki baskı devlet bürokrasisi
içerisinde hürriyet arayışlarına hız vermiş, bu arayışlar neticesinde
kronolojik sırayla Genç Osmanlı[7] ve Jön Türk[8] oluşumları tarih sahnesine çıkmıştır. Osmanlı
münevveri bu dönemde vatan, millet, hürriyet gibi mefhumları tartışarak bunlara
yönelik farklı yaklaşımlar geliştirmiştir.[9] Söz konusu kavramların Osmanlı düşünce dünyasına
giriş sürecine ve Ken’ân Rifâî’nin bu mefhumlarla ilgili görüşlerine, onun
fikri cephesinin incelendiği bölümde ayrıntılı olarak temas edilecektir.
Söz konusu fikri hareketlilik ortamında Osmanlı
düşünce hayatı içerisinde devletin bekâsını temin amaçlı Osmanlıcılık,
Batıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi çeşitli fikrî akımlar ortaya çıkmıştır.[10] Bunlar içerisinde Osmanlıcılık, tüm etnik
gruplarda bir Osmanlılık aidiyet duygusu yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
çıkarlarını gözetmeyi teşvik etmeyi sağlamak amaçlı bir düşünce akımıdır.[11] Batıcılık ya da orijinal adıyla Garpçılık,
yine imparatorluğu içinde bulunduğu çöküntüden kurtarmayı ve Osmanlı
İmparatorluğu’nu Batılı medeniyetleri seviyesine çıkarmayı hedefleyen bir
cereyandır.[12] Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası için oluşturduğu
tehdidi bertaraf etmek amacını güden İslâmcılık düşüncesi ise, bunu yaparken
dinin kılavuzluğunu elden bırakmayarak, modernleşmenin gereklerine uygun bir
zihniyet dünyası inşâ etmek savına dayanır.[13] II. Abdülhamid bu dönemde İslâm devletlerini
birleştirmeye yönelik bir yaklaşım olan İslamcılık düşüncesini benimsemiştir.
Ken’ân Rifâî’nin de dahil olduğu, dönemin bürokrat
sınıfı hakkında birkaç değerlendirmeyi burada hatırlamak faydalı olacaktır.
Osmanlı’da günümüzdeki anlamıyla bürokratikleşmeye yönelik ilk girişimler,
Batılı devletlerle diplomatik olarak ilk temasların başladığı XVIII. yüzyıl
sonlarına denk düşer. Bu dönemde, askeri ilişkilerden önce, diplomasinin önem
kazandığı bir sürece girilmesi dolayısıyla, diplomatik ilişkilerin sağlıklı
yürütülebilmesi için Avrupa dillerini bilen eğitimli devlet adamlarının
yetiştirilmesi gerekliliği doğmuştur. Tanzimat yönetimi, bilinçli olarak
Müslüman unsurun (ki bu büyük ölçüde Türkçe konuşan Müslüman unsur demektir)
devlet işlerinde yetiştirilmesi, Batı dillerini ve modern bilimi öğrenmesi
alanında bazı adımlar atmıştır. Bu dönemde yetişen bürokratlar, ilk zamanlar
Osmanlılık bilinci ile hareket etmiş ve sonrasında ise Türk ulusçuluğunun temellerini
atmışlardır.[14] XIX. yüzyılda yetişen yeni nesil Osmanlı devlet
adamının karakteristiğine bakıldığında en önemli özelliği Arapça Osmanlıca
bilmek gibi kültür dillerine hakimiyetin yanı sıra, Batı dillerinden en az bir
ya da ikisine de hakim olmasıdır. Osmanlı aydının diğer bir özelliği,
Osmanlıcılık ve Osmanlılık bilincine sahip olmasıdır.[15] Ortaylı, bu bilincin köklü
bir tarih şuuruna dayanmasa da dönemin aydın ve bürokrat kesimi için pragmatik
bir yurtseverlik göstergesi olduğu kanaatindedir.[16] Osmanlılık bilincine sahip
olduğu bilinmektedir.
Bu dönemde Osmanlı aydını ve tebaası içerisinde
görülen düşünce hareketliliğine de ana hatlarıyla değinmek gerekir. Tanzimat ve
Meşrutiyet ile fikir hayatımıza birçok yeni kavram girmiştir. Bunlardan,
medeniyet ve terakki, ulûm ve fünûn, kanun ve nizâm, hürriyet ve meşveret gibi
kavram çiftleri, Osmanlı düşünce dünyasında en etkili olanlardır.[17] Özellikle meşrutiyet ve hürriyet mefhumları, istibdâd
kavramı ile yanyana getirilerek üzerinde en çok tartışılan konular olmuş ve II.
Abdülhamid’e yönelik muhalefetin de temel söylemi olarak kullanılmıştır.[18] Batı kökenli kavramları İslâm’a dayandırarak açıklama
çabası yine bu dönemden başlamış ve II. Meşrutiyet döneminde de devam etmiştir.
Söz konusu kavramların arkasındaki bilimsel düşünce ve felsefi akımlar da,
Osmanlı düşünce dünyasına yine aynı dönemde girmiştir.[19] Aynı esnada telaffuz edilmeye başlanan pozitivizm,
materyalizm, sosyal darvinizm gibi felsefi sistemler, bu sistemlerin savunucusu
olan yayın organları aracılığı ile halk tabakalarına da ulaşmıştır.[20] Batı düşünce ve felsefesinin ürünü olan söz konusu
akımlarla birlikte, terakkî, hürriyet, vatan gibi mefhumlar da bu dönemde en
çok tartışılan konular arasındadır. Ken’ân Rifâî’nin fikrî cephesini ele
alacağımız II. bölümde, onun söz konusu kavramlar ve akımlar hakkındaki
görüşlerine değinilecektir.
Tanzimatla başlayan Batılılaşma[21] yönündeki sistemli değişimlerin, yani modernleşme
reformlarının, Osmanlı Devleti ve toplumu üzerindeki ilk ve en büyük etkisi
şüphesiz ikilemlerdir.[22] Sosyal yaşantının bir parçası olan kültür, medeniyet,
günlük hayat, dinî yaşantı gibi alanlarda ikilem ve çekişmeler mevcuttur.
Devlet ve toplum en genel anlamda gelenek ile modern arasında bir geçiş süreci
içindedir.
II. Abdülhamid devrinin temel karakteristiğine
bakıldığında bu dönemde devletin kurtarılmasının temel gaye olduğu,
İslamcılık/Panislamizm politikası ve bu politikanın eğitim alanına yayılması
gibi kendine has özellikleri ile Tanzimat döneminden ayrıştığı görülür. II.
Abdülhamid sömürgeciliğin hakim olduğu bir dünya düzeni içerisinde tahta
oturmuş ve tahtta bulunduğu otuz üç sene içerisinde Balkanlar’dan Basra’ya,
Kafkaslar’dan Kuzey Afrika’ya ve Fas’tan Yemen’e kadar olan geniş bir
coğrafyada yer alan İslâm memleketlerini sömürgeciliğe karşı başarı ile
korumuştur.[23] Bu dönemde II. Abdülhamid ittihad-ı İslâm
politikasını takip etmiştir. Panislamizm de denen bu yaklaşım, Batılı
devletlerin müdahalelerine karşı koymak amacıyla, İslâm inancının birleştirici
gücünü yeniden canlandırma anlamındadır. XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın
başında ortaya çıkan bu politik hareket, İslâm medeniyetinin temel değerlerine
ve geleneklerine geri dönüş olarak düşünülebileceği gibi Avrupa saldırılarına
karşı[24] halifeliğin güç ve nüfûzunu arttırmak amacını da
kapsamaktadır. Sultan dağılmakta olan Osmanlı Devleti’nin tek kurtuluş ümidi
olarak Müslümanların birleşmesini gerekli görmüş ve bu amaçla halifelik
sıfatından faydalanarak Anadolu haricindeki Müslümanları emperyalizme karşı
birleşmeye çağırmıştır.[25] Böylelikle çeşitli bölge halkları canlanarak
sömürgeleştirme faaliyetlerine karşı mücadele hareketlerine yönelmişlerdir.[26]
II. Abdülhamid dönemi ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nda
Alman etkisinin yerleştiği bir dönemdir.* [27] Bu etki Berlin Kongresi’nden (1878) sonra Alman
yatırımlarının artışı, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ticari
etkinliğin canlanması, çeşitli uzmanların getirilmesi ve Alman kültürünün
yayılması şeklinde başlamıştır. Daha sonra bu etki Osmanlı ordusunda Alman
komutanların artması, askeri uzmanların katılımı ve Türk subaylarının
Almanya’ya gitmesi ile devam etmiştir. Elbette en büyük etki Osmanlı
İmparatorluğu’nda bir Alman koridoru işlevi gören Bağdat Demiryolu Hattı
projesinin büyük bir kısmının Almanlar’a verilmesidir.[28] II. Abdülhamid İngiliz siyasetine güvenmediği için
Almanya’ya yaklaşmış ve bu yakınlığın İngiliz hükümetini kuşkulandırmamasına da
dikkat etmiştir.[29]
Sultan II. Abdülhamid’in uygulamaya koyduğu
ıslahatlara bakıldığında içerde ve dışarda birçok gerilimin yaşandığı, mâli ve
idâri zorlukların imparatorluğu zayıflattığı bir zaman diliminde eğitim
alanındaki reformaları öne aldığı görülür. Sultan mâli sıkıntılar sebebiyle
arzu ettiği tüm ıslahatları yürürlüğe koyamamış olsa da eğitim alanında birçok
yenilik yapmış ve ıslahat hareketlerini eğitim hamleleri üzerine
temellendirmiştir.[30] Abdülhamid devri ıslahatlarının mahiyetinin daha iyi
anlaşılması için ilk olarak Osmanlı Devleti’nin geleneksel eğitim kuramlarından
medresenin o esnadaki durumunu hatırlamamız gerekir.
XIX. yüzyılın
başlarında medreseler Osmanlı Devleti’nin uzun zamandır yenilenmeyi bekleyen
kuramları arasındadır. Nitekim yüzyılın başınan itibaren medreselerin ıslah
edilmesi gereken yönleri üzerine çeşitli çözüm önerileri sunulmuştur.[31] Ancak bu esnada ıslahata en çok ihtiyaç duyan kurum
olan medrese ihmal edilmiştir. Bu tutumun nedeni medresenin ve temsil ettiği
zihniyetin tasfiyesinin neredeyse mümkün olmadığı şeklindeki yaygın kanaattir.[32] II. Abdülhamid devrinden sonra İttihatçılar devrinde
de benzer çabalar olmuş ancak araya giren I. Dünya Savaşı ve arkasından yaşanan
büyük idari değişimler nedeniyle bu çabalardan beklenen netice alınamamıştır.[33] Geçiş dönemi Osmanlı Devleti’nde geri kalmışlığın
faturalarından biri haklı ya da haksız olarak medrese ve müderrislere yüklenmek
istenmiştir. Ortaya çıktığı dönemlerden itibaren Türk-İslâm kültürüne birçok
katkı sağlamış olan medrese kurumu bu dönemde maddî ve mânevî olarak
yıpratılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat ile açılan devir
Batılılaşma hareketlerinin devlet eliyle başlatıldığı, “Osmanlı Devleti’nin
yeniden yapılanmasında, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki ve kültürel alanda
geniş ve köklü değişikliklerin yapıldığı bir dönemdir.”[34] Devlet teşkilatının ıslahatların sürekliliğini temin
amacıyla yeni kadrolara ve öncelikle bu kadroları yetiştirecek modern eğitim
kurumlarına ihtiyacı vardır. Tanzimat Osmanlıcılık ideolojisi içinde eşitlik
ilkesini de getirmektedir. Bunun eğitimdeki karşılığı bütün unsurlara açık yani
karma Osmanlı okulları tesis etmek şeklindedir. Bu eğitim taşrada ve
İstanbul’da dinî eğitim ağırlıklı devam ederken İstanbul merkezinde Batı tipi
eğitim ve eğitim kurumlan da de devreye girmiştir.[35]
Gerçekten de Tanzimat döneminde düzensiz olmakla
birlikte eğitim alanında birbiri ardına yenilikler yapılmış,[36] bu esnada birçok yeni okul açılırken eğitimi
geliştirmeye yönelik yeni kurumlar da ihdas edilmiştir. Bu durum askeri ve
idâri alanda ortaya çıkan yeni müesseseler için eğitimli insan ihtiyacını
ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla eğitimin alanındaki girişimlerin Tanzimat
dönemindeki öncelikli hedefi söz konusu ihtiyaca cevap vermektir.[37] Aynı dönemde Sıbyan mektebi, İbtidaiye, Rüştiye,
İdâdî ve Sultaniler ilk ve orta öğretimin temel müesseseleri olarak
yerleştikten sonra, daha yüksek seviyede eğitim kurumları da tesis edilmeye
başlamıştır.[38] Bütün çabalara rağmen XIX. yüzyıl biterken ancak dört
yüz kadar rüştiyenin faaliyete geçebildiği görülür. Buna mukabil kendi
okullarını açma izni alan tebea okulları ve yabancı kaynaklı okulların sayısı
dönemin sonunda üç yüze ulaşmış durumdadır.[39] Tanzimat devrinde, dönemin bürokrat ihtiyacına
yönelik olarak da birçok okul açılmıştır.[40] Eş zamanlı olarak Bâbıâli ofislerinin birçoğu ve
özellikle Tercüme Ofisi, üst düzey devlet memuru yetiştiren bir eğitim kurumu
olarak işlev görmüştür. Son dönem Osmanlı aydınının doğduğu yer olarak da kabul
edilen Tercüme Ofisi’nde yetişenler, Avrupa’da görev yaptıktan sonra
İstanbul’da yüksek mertebelerde vazife almışlardır.[41] Medreseler çok fazla bir değişime uğramaksızın yeni
eğitim müesseseleriyle eş zamanlı olarak eğitime devam ederken müderrisler de
Tanzimat döneminde açılan yeni okulların kurucu kadrolarını teşkil etmişlerdir.
Dönemin eğitim reformları 1869 Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nin kanun olarak
kabulüne kadar büyük ölçüde bir karmaşa içindedir. Beklentiler ve vaadler
yüksek olmakla birlikte pratikte çok azı uygulamaya konulabilmiştir.[42] Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nde ıslah edilen sıbyan
ve rüşdiye mekteplerinde uygulanacak olan usûl-i cedîde ya da tertîb-i cedîde
ayrıntıları ile anlatılır. “Tüzüğün getirdiği bir yenilik de, usûl-i cedîde
denilen yeni öğretim yönteminin yaygınlaştırılmasıdır. Selim Sabit Efendi’nin
Elifbâ-yı Osmânî’si tüm okullarda geçerli ders kitabı”[43] sayılmaktadır. Usûl-i cedîde terimi, eğitim
alanındaki yeni usuller anlamında olup terimin Osmanlı Türk eğitim tarihinin
ilk çağdaş eğitim bilimcisi olan Selim Sabit Efendi (ö. 1910) tarafından ortaya
atıldığı kabul edilir.[44] Usûl-i
cedîde sınıflardaki talebe sayısından öğretmenin sahip olması gereken
niteliklere kadar eğitimin maddî ve mânevî hemen bütün unsurlarını
kapsamaktadır.[45] Tanzimat döneminde başlayan bu usuller Meşrûtiyet
döneminde de devam etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin eğitimcilik yılları eğitim
alanındaki ıslahatların ülke sathında yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ve Osmanlı
modernleşmesinin büyük ölçüde eğitim hamleleri üzerine şekillendiği bu kritik
döneme tekabül eder.
Tanzimat devrinde eğitim alanında belirgin olarak
hissedilen Batılı unsurların[46] II.
Abdülhamid döneminde belli bir süzgeçten geçirildiği görülür. Abdülhamid dönemi
eğitim ıslahatlarında Osmanlıcılık düşüncesini temin eden müfredatın yanı sıra,
öğrencilerin İslâm inanç ve ahlâkı hakkında bilgi edinmesine yönelik dersler de
müfredata dahil edilmiştir.[47] Bunda II. Abdülhamid’in Osmanlı birliğini İslâm birliği
ile kuvvetlendirme isteği etkili olup bu amaçla eğitimden beklentisi yüksektir.
Süreç içerisinde Müslüman okulların sayı ve kapasiteleri arttırılmaya
çalışılmış, donanımlı ve dindar öğretmenlerin görev alması teşvik edilmiş ve
böylece yabancı okullara talebin azalmasına çalışılmıştır. “Diğer taraftan her
seviyedeki okulların müfredatında din derslerine ağırlık verilerek dinini bilen
ve öğrendiğini uygulayan insanların yetiştirilmesi hedeflenmiştir.”[48] Fortna dönemin eğitim anlayışının Batı Avrupa modeline
dayanan ilerici bir aydınlanma düşüncesi üzerine tesis edilmesine rağmen bu
modelin zararlı etkilerinin okullarda verilen Osmanlılık bilinci ve İslam
geleneğine yönelik derslerle bertaraf edilmeye çalışıldığını kaydeder.[49]
XIX. yüzyılda yeniden düzenlenmesi icab eden
alanlardan bir diğeri ise tasavvuf ilminin ilişkili olduğu kuramlardır ve bu
kuramların başında tekke müessesesi yer alır.[50] 20.
yüzyılın başında İstanbul’da yaklaşık dört yüz bin civarında Müslüman yaşamakta
olup tekkelerin sayısı neredeyse her bin kişiye bir tekke düşecek rakama
ulaşmıştır. Bu dönemde tekkeler müslüman cemaatin dinî, mânevî ve sosyal
ihtiyaçlarına birçok yönden cevap vermiştir.[51] Haftanın her günü bir tekkenin ihyâ günü olarak
tahsis edilmiştir. İhyâ günlerinde maddî sıkıntı içinde olanlar tekkeye gelerek
gıda, barınma ve temizlik gibi ihtiyaçlarını temin etmektedir.[52] Tasavvufî oluşumlardan en dikkat çekenlerden biri
olan Darülmesnevîler, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında herkese açık olan ve
isteyenlerin Farsça öğrenebilecekleri müesseseler olarak hizmet vermiştir.
Uludağ’ın “tasavvuf bu dönemde hâlâ varlığını koruyor, hâlâ bir dinamizme sahip
ve hâlâ Müslüman aydınlar ve dünya tasavvuftan birtakım şeyler bekliyor”[53] ifadesiyle dile getirdiği şekilde, XX. yüzyılın ilk
çeyreğinde, tasavvuf düşüncesi devam etmekte ve tekke faaliyetleriyle içinde
bulunduğu muhiti beslemektedir.
Tekke o dönemde dinî hayatın en önemli merkezlerinden
biridir. Tekke ferdi kendi kendiyle, aslıyla irtibata geçiren ve bu suretle
kendisiyle barışmış olarak bireyi hemcinsiyle de uyumlu bir hayat sürmeye sevk
eden en önemli kuramlardandır. Tekke kurumunun, bireyin mânevî ve şahsi
gelişimine katkıları bu yüzyılda devam etmiş olmakla birlikte siyasî ve sosyal
değişkenlerin tesiriyle tekkenin fonksiyonu genişleyerek sosyal direnişlerin
menbaı haline de gelmiştir.[54] Öte yandan bu dönemde tekke tarihi açısından bazı
önemli gelişmeler de kaydedilmiştir. İçerisine meşihat konulan cami ve mescid
sayısının artması[55] ve hâne-tekke modelinin yaygınlık kazanması bu yeniliklerden
en dikkat çekici olanlarıdır.[56] Mesnevî eğitiminde ve tasavvufî sohbetlerde
Farsça etkin durumdadır.[57] Tekke edebiyatında yüzyılın başında daha çok klasik
türde eserler verilirken ikinci yarısında mevzuların değiştiği ve Fransız
ihtilali sonrasında yaygınlaşan hürriyet, adâlet ve müsavât gibi kavramların
mevzubahis edildiği görülür. Tekke ehli Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına
kadar eğitim ve halka sosyal destek amaçlı faaliyetlerine doğrudan ya da
dolaylı olarak devam etmiştir.[58]
Bu dönemde tasavvufî hayatın yukarıda ayrıntılarını
verdiğimiz olumlu yönlerinin yanı sıra olumsuz yönleri de vardır. Meclis-i
Meşâyih arşivindeki kayıtlardan anlaşıldığı üzere, tekkelerin gelir-gider
dengelerinde ve tâyinatlarının ödenmesinde düzensizliklermevcuttur. Zikir
esnasında gerçekleşen bazı usulsüz haller (hâlat-ı gayr-ı meşrû’a) ile zikirde
kullanılan âletlerin yasaklanmasına dair çeşitli muhtıralar yayınlanarak
örneğin muharrem mersiyelerinin, İslâm itikadıyla çelişenlerine ayinler
sırasında yer verilmemesi husûsunda uyarılar yapılır.[59] Aynı tedbirler cümlesinden olmak üzere zikirlerde
dinî esaslara aykırı davranışlar olabileceği endişesiyle, tekke dışında zikir
yapılması yasaklanmıştır. Şeyhlerle ilgili olarak ise şeyhlerin görevlerini
aksatmaları, tekkelerin gelirlerini kendi malları gibi kullanmaları, tekkede
ticarethâne açmaları ve dervişlere sıkıntı vermeleri gibi durumlar başlıca
şikâyet sebepleridir.[60] Beşik
şeyhliği de tekkelerin o dönemdeki problemleri arasındadır.[61] Bu ve benzeri sebeplerle tekkelerin tasfiyesi ile
igili konular, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gündeme gelmiş ve bu
gâyeye yönelik olarak hükümetlerce farklı pratikler ortaya konulmuştur.
Tekkelerin durumunu iyileştirmek için yapılan ilk
düzenlemeler Tanzimat döneminde başlamıştır. Bu niyetle bir dizi müessese ve
uygulama ihdas edilmiş olup Meclis-i Meşâyıh bunların ilkidir.[62] Meclis-i Meşâyıh 1866 yılında Şeyhülislâmlığa bağlı
olarak ve tasavvufî hayatın seviyesini yükseltmek gayesiyle kurulmuştur. Ancak
bunu temin edebilmek için tekkenin etrafında şekillendiği şeyhin iyi yetişmiş
olması gereklidir. Ayrıca beşik şeyhliğinin mahzurlarının da bir şekilde telâfi
edilmesi elzemdir. Bu meyanda, tekke ve dergâhların merkez karakteri şeyhlerin
iyi yetiştirilmesini temin için bir Medresetü’l-Meşâyıh müessessesi planlanmış
ancak yürürlüğe geçirilememiştir.[63]
Tarîkat ve tekke kurumuna yönelik tedbir ve ıslahatlar
en çok II. Abdülhamid döneminde gerçekleşmiştir.[64] Sultan II. Abdülhamid selefinin yapmış olduğu gibi
ilk zamanlarında tarîkat mensuplarıyla arasını iyi tutmuş, onları sarayda
ağırlayarak fikirlerine ehemmiyet vermiş ve fakat bu irtibat bir süre sonra
değişerek saltanatın tekkelere olan yardımı da hissedilir ölçüde azalmıştır.
Sonrasında tasavvufî kurumların üzerindeki denetimin arttığı başka bir dönem
başlamıştır.[65] II. Abdülhamid dönemi Mevlevîler ve Mevlevî tarîkatı
mensupları için nisbeten zor olmuştur.[66] [67] Buna mukabil Sultanın, Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî (ö.
1909)70 ve bazı Arap asıllı
şeyhleri etrafında bulundurarak Arap asıllı tarîkatlarla irtibat kurması İslâm
devletleri ile birlikteliği devam ettirme çabasının bir parçası olarak da
görülmüştür. II. Abdülhamid içerden ve dışardan pek çok tehlikeyle uğraştığı
saltanatı müddetince tarîkatlara yönelik bazı tedbirler almıştır. Güç
oluşumlarını dağıtmak, tarîkat mensuplarını takip ettirmek ve gerekli
gördüğünde sürgüne göndermek, bu amaçla başvurduğu tedbirlerden bazılarıdır.
Gittikçe artan baskı, jurnal faaliyeti ve ağırlaşan takip, tasavvuf erbâbı
arasında infiale neden olmuş, II. Abdülhamid dönemini eleştirmeye başlayan
tekke çevreleri bu sırada ittihatçıları kendilerine yakın bulmaya
başlamışlardır.[68]
II. Meşrutiyet devrinde sûfîler de kendi içerisinde
bir hesaplaşmaya dönmüş, Osmanlı’nın geri kalmışlığının faturasının, tekkelere
ve tasavvufî hayata kesilmesine bir tepki olarak, tasavvufî hayatı bütün
cepheleriyle tanıtmaya yönelik faaliyetler içerisine girmişlerdir. Bu
özeleştiri ve tasfiye sırasında tasavvufu uygulamaya yönelik kavramlardan
birçoğu yeniden değerlendirilmiştir.[69] Tasavvufun İslâmî ilimlerden biri olup olmadığı
konusu da, yine o dönemde tartışılan meselelerden biri olarak karşımıza çıkar.[70] II. Meşrutiyet ile başlayan nisbi özgürlük döneminde,
sûfî cemiyetlere bağlı dergiler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde büyük bir sûfî
kütüphanesi meydana getirmeye çalışılmışsa da muvaffak olunamamıştır.
II. Abdülhamid yönetimi kısıtlamaları nedeniyle, bir
araya gelme ve yazı yazma serbestiyeti kısıtlanmış olan her kesimden Osmanlı
aydını II. Meşrûtiyet döneminin sağladığı nisbî özgürlük ortamı içerisinde yazı
faaliyetlerine devam ederken, tasavvuf erbâbı da cemiyetlere bağlı yayın
organlarıyla neşriyata yönelerek bu kanalla tasavvuf düşüncesini canlı tutmaya
çalışmıştır. Sûfîlerin kurmayı planladıkları ilk cemiyet, Cemiyet-i Sûfiyye-i
İttihâdiyye’dir. Ancak kurucu şeyh, Şeyh Naili Efendi (ö. 1324/ 1908)’nin
vefatı nedeniyle bu girişim yarım kalmıştır.[71] Bu esnada Şeyh Esad Erbilî (ö. 1931)’nin
başkanlığında kurulan Cemiyet-i Sûfiyye’ye bağlı bir yayın organı olan Tasavvuf
mecmuası haftalık şekilde yayınlanmaya başlanır (1911) .[72]5 Tasavvufî içerikli
dergilerden yine o sıralarda neşredilmeye başlanan Cerîde-i Sûfiyye ve Muhibbân
tekke dünyasını canlandırmayı hedeflese de ömürleri uzun sürmez.[73] Rifâî’nin sürekli yayınlarla ilişkisi I. Meşrutiyet
döneminde, Türk kültürü için bir okul işlevi gören Tercüman-ı Hakîkat
gazetesindeki makale yazarlığı ile sınırlı kalmıştır.
XIX. yüzyıl İstanbul’unda etkin olan birçok tarikat
mevcuttur. Bunların arasında yirmi altı tekke ile faaliyette bulunan ve Ken’ân
Rifâî’nin de temsilcisi olduğu Rifâiyye de bulunmaktadır.[74] XX. asrın başına
gelindiğinde ise bu rakam otuz sekize ulaşmıştır. İstanbul’da açılan ilk Rifâî
dergâhı Fatih Küçükmustafapaşa Mahallesindeki Karasarıklı (Kara Ayşe Hatun)
Tekkesi’dir. Diğer önemli Rifâî tekkeleri: Alacamescid (Sadık Efendi) tekkesi,
Düğümlü Baba (Arabacıbaşı) Dergâhı ve Üsküdar Rifâî Âsîtânesidir. Rifâiyye’nin
Sayyadiye kolu ise İstanbul’a XIX. asrın sonunda ulaşmış ve Aksaray Şekerci
sokağındaki Ebü’l-Hüdâ Dergâhı ve Eyüp’te bir diğer tekke ile temsil
edilmiştir. Rifâiyye’nin Sayyadiyye kolundan gelen Ma’rifiyye şubesinin
âsitânesi İstanbul Kartal’dadır. 1908 yılında açılan Ümmü Ken’ân Dergâhı da
İstanbul’daki Rifâî dergahlarından biri olarak 1925 yılı sonuna kadar hizmet
vermiştir.
Ken’ân
Rifâî, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki sicill-i ahvâl belgesinde Abdülhalim
Ken’ân adıyla kayıtlıdır.[75] Rifâî, eserlerinin mukaddime bölümünde çoğunlukla
Abdülhalim Ken’ân[76] ya da Ken’ân Abdülhalim ismini kullanırken Galatasaray
Mekteb-i Sultânîsi kayıtlarında Mehmet Ken’ân adıyla geçmektedir.[77] Ken’ân
Rifâî, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki kayıtlarda Ken’ân Bey, Ken’ân Efendi,
Rifâîyye meşâyihinden ya da Rifâî tarîkatı şeyhi, Abdülhalim Ken’ân Efendi
ifadeleriyle yer alır.[78] Meclis-i Meşâyih kayıtlarında Ümmü Ken’ân Dergâh-ı
Şerîfi Postnişîni Reşâdetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi”[79] ibareleriyle geçer. Rehber-i
Sâlikîn adlı kitabının takdim yazısını “Hâdimü’l-Kur’ân, es-Seyyid el-Hâcı,
Abdülhalim Ken’ân” [80] künyesiyle imzaladığı
görülen Ken’ân Rifâî, soyadı kanunundan sonra Büyükaksoy soyadını kullanmaya
başlamıştır.
Abdülhalim Ken’ân Bey, 1286/1869[81] yılında Selânik’te dünyaya gelmiştir. Filibe
hanedanından[82] Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey ile Hatice
Cenan Hanım’ın oğlu olan Ken’ân Rifâî, çocukluk yıllarının bir kısmını
Filibe’de dedesi Hacı Hasan Bey’in çifliğinde geçirmiştir. Burada öncelikle
Rifâî’nin çocukluk dönemini geçirdiği Balkanlar’ın siyasi ve sosyal durumu
değerlendirilerek bölgede yaşanan tecrübelerin Rifâî’nin fikrî cephesi
üzerindeki etkileri değerlendirilecektir.
Balkanlar’ın
önemli şehirlerinden biri olan Filibe (Plovdiv), Edirne’den sonra Osmanlı’nın
Rumeli’de ilk ele geçirdiği bölgelerdendir. Bulgaristan’ın güney kesiminde
Meriç Nehri’nin iki yakasına kurulmuş olup XIX. yüzyılın ikinci yarısında
Balkanlar’ın en mamur yerleşim yerlerinden biridir.[83] Cami, medrese ve ilim adamlarıyla devrin önemli İslâm
merkezlerinden arasında olduğu gibi, farklı etnik unsurları bir araya getirmesi
nedeniyle Osmanlı şehir mozaiğinin Balkanlar’daki son örneklerinden biri
durumundadır. Filibe ekonomik gücünü büyük ölçüde çeltik yetiştiriciliğine
borçludur. 1846 yangınından sonra kısa zamanda toparlanarak, ev ve konakların
eski zarafetiyle tekrar inşa edilebilmesi, biraz da ekonomik durumu ile
ilişkilidir. Ken’ân Rifâî’nin dedesi Hacı Hasan Bey de bölgedeki arazi ve
çiftlik sahiplerinden biridir. [84]
Ken’ân Bey, Filibe hanedanından varlıklı ve nüfuzlu
bir aileye mensuptur.[85] Bir müddet Alâiye Kaymakamlığı’nda bulunan[86] dedesi Hacı Hasan Bey’in konağı, İktisadî, içtimai ve
idari bakımdan, muhitin cazibe odaklarından biri durumundadır.[87] Sâmiha Ayverdi, Hasan Bey’in hânesine, heybe ile
altın girdiğini, konağı ziyaret edenlere keseyle altın verildiğini ve Ken’ân
Rifâî’nin küçük yaşta bu varlık ve cömertlik örneklerine şahit olduğunu dile
getirir.[88] Buna göre Rifâî’nin ilerleyen yıllarda tekke ve
konağında sergilediği cömertlik ve âlîcenaplığın, tasavvuf geleneğinden
kaynaklandığı kadar, aile göreneğinden beslendiğinin söylemek de mümkündür.
Ken’ân Rifâî, bulunduğu muhit bakımından, dönemin ilim
ve kültürü ile yakın temâs halindedir. Zira Rifâî’nin çocukluk yıllarının
Filibe’si, Osmanlı Devleti’nin önemli ticaret, kültür ve mâneviyat
merkezlerinden biridir. Tasavvufî hayat, tekkeler vasıtasıyla sosyal hayatın
içindedir.[89] Şehir Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar büyük ölçüde
Osmanlı geleneksel şehir mozaiğini muhafaza eden, dolayısıyla Türk, Bulgar,
Rum, Ermeni ve Yahudilerin birlikte yaşadığı bir yer olma durumunu muhafaza
etmiştir. Ekonomik bakımdan güçlü olması dolayısıyla mâmur bir görünüm arzeden
Filibe o dönemde kitabevleri, sanat ve edebiyat faaliyetleriyle de dikkat
çekmektedir.[90] Bu kültür iklimi içinde Ken’ân Rifâî’nin Osmanlı
Devleti’nin geleneksel hususiyetlerini yaşının elverdiği ölçüde gözlemleme
imkanı bulduğu ve 1870’lerden itibaren bölgede değişen dengelere yakından şahit
olduğu anlaşılır. Rifâî, Rumeli’de geçirdiği ilk çocukluk yıllarında,
imparatorluğun kozmopolit yapısını teneffüs ettiği bir ortam içinde
bulunmuştur. Söz konusu dönemin onun düşünce dünyasını şekillendiren âmillerden
biri olduğunu söylememiz mümkündür.
Filibe’de 1876 yılında baş gösteren Bulgar ayaklanması
sonrasında, Balkanlar ve özellikle Filibe’den Anadolu’ya göçler başlamıştır.[91] Bu dönemde Rifâî’nin büyükbabası Hacı Hasan Bey Doğu
Rumeli’nin Bulgar Prensliği’ne katılışına kadar bir müddet daha Filibe’de
kalmıştır. Ancak oğlu Abdülhalim Bey isyan başlar başlamaz İstanbul’a giderek
Fatih semtinin Hırka-i Şerif Mahallesi’nde bir konak satın almıştır.[92] Abdülhalim
Bey, kısa süre içerisinde oğlu Abdülhalim Ken’ân’ı İstanbul’a naklederek
Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nin ilk kısmına sürekli yatılı olarak
yazdırmıştır. Rifâî ve ailesinin İstanbul’a göç ettikten sonra bu şehir ile
irtibatları devam etmiştir. Ken’ân Rifâî liseden mezun olduğu zamana kadar yaz
aylarını büyük ölçüde dedesinin çiftliğinde geçirmiştir.[93] Rifâî’nin yaz aylarında memleketinden İstanbul’a
dönerken tren Türk sınırdan içeri girdiği esnada trenden inerek önce toprağı
öptüğü ve sonrasında karşılaştığı ilk jandarma erinin boynuna sarıldığı
nakledilir. Şeyhin hamâsî duygularının bir tezâhürü olarak nakledilen bu
anekdota dayanarak onun Tanzimat Dönemi’nin önemli mefhumlarından vatan ve
millet gibi kavramları, yazılı metinler üzerinden değil ancak vatan toprağı
kaybetmek suretiyle tecrübî olarak öğrendiğini söylememiz mümküdür.[94] Ken’ân Rifâî yetişkinlik döneminde geride bırakılan
emlak ve toprağın durumunu takip amacıyla Bulgar sınırları içerisindeki
Filibe’ye birkaç defa daha ziyarette bulunmuştur.[95]
Yukarıda bahsi geçen zorluklara rağmen Filibe’de geçen
yıllara ait hâtıralar, Rifâî’nin sohbetlerinde çokça yer alır. Söz gelimi
sadakatin mahiyeti ile ilgili bir değerlendirme sırasında konağın Çerno adlı
köpeği Rifâî tarafından örnek verilir.[96] Ken’ân
Rifâî’nin Filibe’deki tahsili sırasında okulda tanışıp muhabbet ettiği
arkadaşlarından birini emeklilik çağına eriştiğinde arayıp bulduğu da
aktarımlar arasındadır.[97]
Yüzyılın ikinci yarısında tedrîcî olarak terk edilen
Filibe topraklarında Osmanlı kültür mirasının en güzel örneği olan yüzlerce
minare, medrese, tekke, han ve konak, yeni sahiplerinin insafına bırakılmıştır.[98] Hacı Hasan Bey ve ailesinin yaşadığı konağın
ilerleyen yıllarda bir Rus birliğinin karargâhına dönüşmesi kaybedilen mirasın
durumuyla ilgili en trajik örneklerden biridir. Konağın yeri Hacı Hasan Bey
adlı mahallededir. 1980’li yıllarda eskiden konağın olduğu yere bir sinema
binası inşa edilmiştir. Hacı Hasan Bey Mahallesi’nde yine Hacı Hasan Bey isimli
bir cami bulunmaktadır. Ancak cami Filibe hanedanından bir başka Hacı Hasan Bey
tarafından yaptırılmıştır. Hacı Hasan Bey, İstanbul’da Karacaahmet
Kabristanı’nda, Karacaahmet Camii mihrabının biraz uzağında medfundur. [99]
İmparatorluğun Rumeli’den çekilişinin ilk merhalesi
Bulgaristan olması nedeniyle bu istihâleyi küçük ölçekte kendi bünyesinde
yaşayanlardan biri de Hacı Hasan Bey ailesi ve dolayısıyla Ken’ân Rifâî’dir.
Bir başka deyişle devletin büyük ölçüde yaşadığı dağılış sürecini ve idari
yapının geçirdiği ani istihâlelerin birçoğunu Ken’ân Rifâî de bizzat tecrübe
etmiştir. Bürokratik görevleri nedeniyle İmparatorluğun moderniteye geçiş
sürecindeki problemlere ilk elden muhatap olduğu da dikkate alındığında Ken’ân
Bey’in Osmanlı devletinin tecrübeleri ile birlikte olgunlaşmış bir şahsiyet
olduğunu söylemiz mümkündür.
1837 yılında Filibe’de dünyaya gelen Abdülhalim Bey,[100] Filibe hanedanından sâbık Alâiye kaymakamı Hacı Hasan
Bey’in oğludur.[101] İlk eğitimini Filibe’de Sıbyan mektebinde almış,
hususi hocalardan Arapça, Farsça, hendese, heyet ve hikmet eğitimi gördükten
sonra, dört sene daha resmî eğitimine devam etmek suretiyle tahsilini
tamamlamıştır. Abdülhalim Bey memuriyet hayatına,[102] 1273/1856 senesinde Filibe telgrafhanesinde
mülâzımlık vazifesiyle başlamış ve sonrasında sırasıyla Filibe ve Selânik
telgraf müdürlüğü (1284/1867),[103] Selânik telgraf müfettişliği müdür muavinliği,
Prizren vilâyeti telgraf müfettişliği (1287/1870), Selânik ve Yanya ve İşkodra
vilâyetleri müfettişliği (1289/1872), Edirne ve Prizren vilâyetleri telgraf
müfettişliği (1290/1873), Bursa Vilâyeti telgraf ve posta başmüdürlüğü
(1294/1877), Şarkî Rumeli vilâyetleri telgraf ve posta müdürlüğü (1294/1877),
Trablusgarp Posta Telgraf Nezâreti başmüdürlüğü (1304/1886), Dersaâdet
(İstanbul) postahanesi müdüriyeti (1304/1886), Hicaz Vilâyeti telgraf ve posta
başmüdürlüğü (1306/1888) vazifelerinde bulunmuştur. Abdülhalim Bey Hicaz’da
görevli olarak bulunduğu sırada rahatsızlanarak bir süre izinli olara
İstanbul’a gelmiştir.[104] Emekliye ayrıldıktan sonra Posta ve Telgraf Nezâreti
tarafından kendisine mâzûliyet maaşı tahsis edilmiştir.[105]
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Abdülhalim Bey 1876
Bulgar isyanları esnasında Filibe’deki şartların değişmesi nedeniyle gizlice
İstanbul’a giderek, ailenin buraya yerleşebilmesi için gereken hazırlıkları
yapmıştır.[106] Fatih semti Hırka-i Şerif Mahallesi’nde bir konak ile
diğer bazı emlakın bu ziyaret sırasında satın alınmış olması mümkündür.[107] Ken’ân Rifâî, Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne
başladığı dönemde, Abdülhalim Bey Şarkî Rumeli vilâyetleri telgraf ve posta
müdürlüğü görevindedir. Akabinde Abdülhalim Bey Rifâî’nin tahsil hayatının son
yılında (1305/1888), Dersaâdet postahânesi müdürü olarak İstanbul’dadır.[108] Abdülhalim Bey, farklı vilayetlerdeki görevlerinin
ardından emekli olarak İstanbul’a döndüğü sırada eşi Hatice Cenan Hanım ve oğlu
Rifâî, Medine’dedir. Rahatsızlığı üzerine ailesini yanına çağıran[109] Abdülhalim Bey, Ken’ân Rifâî’nin izinli olarak
yanında bulunduğu bu dönemde,[110] 19 Cemâziyelâhır 1322/31 Ağustos 1904 tarihinde
İstanbul’da vefat etmiş olup[111] aile büyükleriyle birlikte Karacaahmet Mezarlığı’nda
medfundur.[112]
Bir dönem Şarkî Rumeli’de Filibe Murahhası olarak
Osmanlı Devleti’ni temsil eden[113] Abdülhalim Bey, memuriyetleri sırasında üstün
hizmetlerine binâen birçok nişan almıştır. Sicill-i Ahvâl belgesinde Abdülhalim
Bey’in memuriyet hayatı için yazılan genel değerlendirme bölümde, “hakkında bir
gün şikâyet gelmediği” şeklinde bir kayıt mevcuttur. Telgraf ve Posta nâzırı
Haydar Efendi, Abdülhalim Bey’in ilgili belgesinin mülâhaza hanesine “ber
mûmâ-ileyh ashab-ı dirâyet ve haysiyetten olduğunu tasdik ederim” şeklinde bir
değerlendirme yazısı kaleme almıştır.[114] Bu ifadelere dayanarak Abdülhalim Bey’in iş
disiplinine sahip olduğu söylenebilir. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde,
telgraf ve demiryolu ağı, siyasi birliğin devamı için önem arzeden iki temel
araçtır.[115] Abdülhalim Bey, telgraf ağının Osmanlı coğrafyasında
yaygınlaşmasına katkıda bulunan isimlerden biridir.
Abdülhalim
Bey ve oğlu Rifâî’nin, farklı vilayetlerdeki memuriyetleri dolayısıyla hayat
boyu çok fazla bir araya gelemedikleri ancak Abdülhalim Bey’in, oğlunun her
türlü ihtiyacını önceden düşünerek tedârik etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.[116] Ken’ân Rifâî’nin
kaymakam olan dedesi ve Posta-Telgraf Teşkilatı’nın kurucu kadrosunda bulunan
babası vesilesiyle küçük yaştan itibaren Osmanlı yüksek derece memur hayatını
yakından tanıma imkanı bulduğunu ve memuriyet disiplini bakımından babasından
etkilendiğini söylememiz mümkündür.
Hatîce Cenan Hanım’ın Kafkaslar’dan Balkanlar’a
yerleşen bir aileden geldiği ve babasının bölgede nüfuz sahibi bir bey olduğu
kaydedilir.[117] Hatîce Cenan Hanım’ın kökenleri hakkında bil kısıtlı
bilgiye ulaşılırken, nakledilenler ve bazı şiirlerine dayanarak mizacı hakkında
daha fazla malumata erişmek mümkündür. Hatîce Cenan Hanım aşk, iman, ve ihlâs
ehlidir. Tefekkür ve sükût etmeyi seven bir tabiata sahip olduğu
belirtilmektedir. Eşyâyı Hak tecellîsi olarak gören Cenan Hanım, Hak
sevgisinin, ancak halkı sevmekle kemâle ereceği kanaatindedir. Hatîce Cenan
Hanım’ın ahlâkî vasıfları sebebiyle daha yaşarken efsaneleştiği ve Hak velileri
arasında kabul edildiğini nakleden Araz’a göre, Cenan Hanım mürşidinden aldığı
terbiye gereği hayatı boyunca riyazet üzere yaşamıştır. Hatîce Cenan Hanım,
gençliğinde, Filibe’de ikamet eden Kadirî-Üveysî meşrep Edhem Efendi’ye (ö.
1893) intisap etmiştir. Edhem Efendi tekke şeyhliği olmayan ve irşâdını sivil
olarak yürüten bir mürşiddir. Cenan Hanım bu zâttan Niyâzî-i Mısrî Divânı’nı
okumuştur. Nezihe Araz’ın kaydettiğine göre Hatîce Cenan Hanım, Niyâzî-i
Mısrî Divanından şerhini istediği bölümün altını çizerek Şeyh Edhem
Efendi’ye iletir, Edhem Efendi ise bu beyitlerin şerhi mahiyetinde yine eserin
başka bir bölümünü işaretleyerek ona iade eder. Edhem Efendi’nin mizaç olarak
konuşmayı pek sevmediği, kendisine sorulan sorulara uzun izahlarda bulunmak
yerine sukûtu ihtiyar ettiği kaydedilir. Buna göre Hatîce Cenan Hanım’ın “çok
düşünür, az konuşur” şeklinde ifade edilen tavrında, mürşidinin meşrebinin
etkili olduğu söylenebilir. Hatîce Cenan Hanım seyr ü sülûkunu Filibeli Edhem
Efendi’nin gözetiminde tamamlamıştır.[118]
Hatîce
Cenan Hanım’ın mânevî yönünü tanımamıza imkân vermesi bakımından, kendi kaleme
aldığı bir şiirinin aşağıdaki mısraları önemlidir:
“Benim derdim
yamandır, kim bana hemderd olur bilmem!
Hemen hâlim figandır,
kim bana hemhâl olur bilmem!
Görenler karşıdan
hâlim beni mecnun sanırlar hep,
Adı aşk derdimin ammâ
tabibe şerhini bilmem!
Gezerken serseri
oldum esîr-i dâm-ı şîrin yâr,
Nasıl bu dâma bend oldum suâl etsen cevab bilmem!
İlâhî hep rızânı
isterim, Sensin bana maksûd,
Ayırma Ümmü Ken’ân’ı kapısından, başka bâb bilmem!” [119]
Mânevî
şahsiyetinin ayrıntıları Ken’ân Rifâî’ye verdiği şu nasihatten de
anlaşılabilir:
“İnsanları seveceksin, senin içinde tükenmez af,
merhamet ve müsâmaha hâzineleri var. Onun için yalnız insanları değil, bütün
mahlûkatı aynı yorulmaz hız ve aynı tükenmez iştiyakla seveceksin. Sende mevcut
cevherleri cömertçe harcamalısın. İnsanları insanlara iştirak ederek,
hatalarında ve sevaplarında onlarla bir olarak seveceksin. Doğumları ile
çoğalıp ölümleri ile eksilecek kadar onlardan olacaksın. Senin bir insan olarak
vazifen, insanların yüzünü müşterek samimi bir gayeye, bir ideale çevirmektir
ve bunun birçok yolları vardır. Fakat en kestirme, en güzel, en büyük yol aşk
ve iman yoludur. Hudutsuz bir insanlık aşkı... beşeriyetin tek selâmet kapısı
her zaman budur. İnsan kemâle, beşerîlikten, ulûhîliğe, kısacası Allah’a ancak
bu yoldan ulaşır.”[120]
Cenan Hanım’ın yukarıdaki ifadelerinde tasavvufun
tevhid ve aşk mekteplerinin izlerini görmek mümkündür. Ferîdüddîn Attâr (ö.
618/1221), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) ve Yunus Emre (ö. 720/1320
[?]) eser ve şiirleri ile Anadolu tasavvufunda yaygınlık kazanan aşk ve sevgi
temaları, Cenan Hanım’ın yukarıdaki beyanında da görülür.[121] Cenan Hanım’ın bu nasihati ile, tevhid ve sevgi
mektebinin temel prensiplerini, bir annenin sade ve samimi diliyle oğluna
aktardığını söylememiz mümkündür. 1337/1919 yılında İstanbul’da vefat eden
Hatîce Cenan Hanım’ın kabri, İstanbul Merkez Efendi Mezarlığı’nda Ken’ân
Rifâî’ye ait olan hazirede yer almaktadır.
Ken’ân
Rifâî’nin annesinin vefatından sonra kaleme aldığı iki mersiyeden, Hatîce Cenan
Hanım’ın meşrebi hakkında bilgi edinmek ve Rifâî’nin annesine duyduğu
muhabbetin mahiyetini anlamak mümkündür.[122]
“Ümmü Ken’ân Hakkında Mersiye
Ağla benim ey
gözlerim hem yaş yerine kan,
Ol nâle-i Ken’ân!
Lâhuta uçup gitti
hemân cismimdeki cân,
Bir cilve-i Sübhân!
Titre okuyup âyet-i
Zelzele’yi Ken’ân,
Et giryeyle figân!
Gitti O güzel sevgili cân, mahbûb-i cenân, Âyine-i
Rahmân![123]
Fillibeli Edhem Efendi ile ilgili rastladığımız yegane
vesika 1282/1866 doğumlu Arif Efendi’nin doğum belgesidir. Belgenin künyesinde
“Arif Efendi, 1282 [1866] Filibe doğumlu, Filibeli Edhem Efendi’nin oğlu”[124] ifadesi yer alır. Filibeli Edhem Efendi, Bulgar
isyanından sonra İstanbul Eminönü Posta Nezâreti’ne memur olarak tayin
edilmiştir.[125] Ancak şeyhin, Rifâî ve ailesiyle İstanbul’daki
irtibatları hakkında bir bilgimiz yoktur. Edhem Efendi, Rifâî’ye Balıkesir ve
Manastır’daki memuriyetleri sırasında bir süre eşlik etmiştir.
Filibeli Edhem Efendi genç, mevzun bir yapıya sahip,
melihü’l-vech (güzel yüzlü) bir zât olarak tarif edilir.[126] Kadirî meşrebe sahip olan Edhem Efendi’nin tekke
şeyhliği vazifesi yoktur. Araz, Filibeli Edhem Efendi’yi anlatırken gizemli bir
mistik portresi çizer.[127] Buna göre Edhem Efendi aşklı, feyzli, esrarlıdır ve
bu özellikleri ile Şems-i Tebrîzî’yi hatırlatır: “Edhem Efendi, zaman zaman
bulunduğu şehirden, zaman zaman olduğu yerden kaybolur. Nerede, hangi
bilinmezin ardında, gittiği yere nasıl ulaştığını kimse bilmez.”[128] Edhem Efendi, mânevî şahsiyetinde müşfik bir baba
özelliği öne çıkan, müridlerinin terbiyesiyle tek tek ilgilenen dakik bir
mürşiddir.[129]
Ken’ân Rifâî’nin Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı
eserinde yer alan bazı şiirlerinde, Edhem Efendi’ye yönelik atıflar yer alır.
Özellikle “Şeyh-i Muhteremim Hazret-i Edhem ... Efendim Hakkında Söylemeye
Çalıştığım Bir İki Söz”[130] adlı şiirinde, Edhem Efendi’nin mizacı ve tasavvufî
neşvesi hakkında bilgi veren Rifâî, bütün dünyâyı gezdiği halde mürşidi Edhem
şah gibi bir zât bulamadığı şeklindeki ifadeyle başlar. Rifâî’nin anlatımındaki
Edhem Efendi kemal sahibi bir zât olup, manasında Hz. Peygamber’in sîreti
gizlidir. Rifâî’ye göre devrin kutbü’l-aktâb’ı olan Edhem Efendi, rahmet ve
lütfu ile alemi nasiplendiren bir şahsiyettir. Edhem Efendi, kendisine sorulan
sorulara zâhirde pek cevap vermezken, bâtında kendisine tevessül edildiğinde
birçok cevapla mukabele eder. Her nefes Allah zikri ile meşgul ve Allah adı
anıldığında gözlerinden yaşlar dökülen Edhem Efendi, bu manzume dahilinde Rifâî
tarafından kanâatkâr, âlicenâb ve cömert bir kimse olarak tarif edilir. Yine
Rifâî’nin ifâdesine göre, Edhem Efendi kerâmet ehli olmakla birlikte, ehl-i
nâmustur. Bir başka deyişle, Şeyh Edhem Efendi, sahv üzere bulunan ve işlerini
şeriata uygun olarak yapan bir kimsedir. Ken’ân Rifâî’ye göre, zâhiren ümmî
olan şeyhi, bâtınen dört kitabın mânâsına vâkıftır. Rifâî, şiirini, mürşidinin
irtihâlinden duyduğu üzüntü ile sonlandırır. Ken’ân Rifâî, bu şiirinde ve daha
bir çok yerde, vefatından sonra Edhem Efendi’nin rûhâniyetinden gelen feyz ve
işaretlerle hayatına yön verdiğini kaydeder.
Ken’ân Rifâî, Filibe’de bulunduğu dönemde, Edhem
Efendi’nin mânevî şahsiyetinden, yaşının müsaade ettiği ölçüde istifade
etmiştir.[131] Rifâî ile Filibeli
Edhem Efendi arasında, Filibe’de başlayan irtibât, ilerleyen yıllarda bir
mürşid-mürid ilişkisine dönüşmüştür. Bu başlık altında Filibeli Edhem’in
şahsiyeti üzerinde duruldu. İlerleyen bölümlerde Rifâî ile mürşidi Edhem
Efendi’nin irtibatı hakkında, tarihi sıra takip edilerek bilgi verilecektir.
Galatasay Mekteb-i Sultânisi Yılları (1877-1888)
Ken’ân Rifâî’nin hayatındaki en önemli eğitim kurumu[132], sekiz yaşında başladığı ve yaklaşık on bir yıl
boyunca devam ettiği Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’dir. Babası Abdülhalim Bey,
Filibe’den ayrılma hazırlıkları içerisindeyken oğlunu öncelikle Galatasaray’a
daimî leylî/yatılı olarak yazdırmıştır. Rifâî, okula başladığı ilk zamanlarda
kızamık hastalığına tutulmuş ve uzun bir süre okula ara vermek zorunda
kalmıştır. Ailesi yanında olmayan Rifâî, tedavi sürecini o zamanki okul müdürü
ve babasının arkadaşı olan Ali Suâvî’nin evinde geçirmiştir.[133] Bir süre sonra aile, Filibe’den ayrılarak Fatih
semtinde satın alınan konağa yerleşmiştir. Ancak bu yeni dönemde Rifâî’nin
babası Abdülhalim Bey, Rumeli Posta Telgraf Müdürlüğü’ndeki çeşitli vazifeleri
sebebiyle çoğu zaman şehir dışındadır.[134] Ken’ân Rifâî’nin çok küçük yaşta girdiği Galatasaray
Mekteb-i Sultânîsi’nde aldığı eğitimin mahiyetinin belirlenmesi onun düşünce
dünyasının inceliklerine vâkıf olabilmek açısından önemlidir. Bu bölümde Ken’ân
Rifâî’nin Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ndeki hocaları, aldığı eğitim ve dönem
arkadaşları üzerinde kısaca durulacaktır.
Ken’ân Rifâî’nin Galatasaray Sultânîsi’ndeki ilk
eğitim yıllarının, Ali Suâvi’nin (ö. 1878) müdürlük yaptığı döneme rastladığına
değinmek gereklidir. Ali Suâvi 1877 yılında mektebin müdüriyetine geldiği
günden itibaren Abdülhamid dönemi eğitim anlayışını yansıtan ve sonrasında da
eğitim alanındaki ıslahatlar için örnek teşkil edecek bir seri uygulamaya başlamıştır.[135] Bunların içinde öğretmenlerin genellikle Türk ve
Müslüman uyruktan seçilmesi, Arapça, Osmanlıca, Farsça, ahlâk ve akaid
derslerinin müfredata yerleştirilmesi gibi hamleler dikkat çeker.[136] Nitekim Rifâî’nin aldığı bu formel eğitimin, tekke
eğitimciliği ve uygulamalarında etkili olduğu görülecektir.
Ken’ân Rifâî Galatasaray Lisesi’nde okurken dönemin
önemli hocalarından dersler almıştır. Recâizâde Mahmud Ekrem (ö. 1914), Muallim
Nâci (ö. 1893), Muallim (Ahmed) Feyzî (ö. 1910)[137], Ali Suâvî (ö. 1878), Münif Mehmet Paşa (ö. 1910) ve
Mehmet Zihnî Efendi (ö. 1919) gibi isimler bunlardan bazılarıdır. Mösyö Dubois
ve Mösyö Dupre Fransızca öğretmenleridir. Rifâî’nin hocaları ile güzel bir
irtibat içerisinde olduğu aktarılan bilgiler arasındadır. Söz gelimi Muallim
Nâci Rifâî’yi şiir okuma becerisinden dolayı “oratör” olarak adlandırmaktadır.
Bu dönemde Muallim Nâci’nin, Rifâî için şöyle bir beyit yazdığı kaydedilir:
“Dünyâda yok senin gibi ceylân mısın nesin/ Bu hüsn-i hadle Yûsuf-ı Ken’ân
mısın nesin?”. Yine Muallim Nâci’nin, Rifâî’nin mezuniyetinden yaklaşık on sene
sonraki bir karşılaşmalarında Ken’ân Rifâî’nin “hocam beni unuttun mu?”
şeklindeki sualine “unutulur mu Ken’ân illeri, unutulur mu Ken’ân illeri?”[138] şeklinde cevap verdiği kaydedilir ki bu anekdot onun
hocası Muallim Nâci’nin teveccühüne mazhar olduğunu göstermesi bakımından kayda
değerdir. Sohbetler 'inde ve Mesnevi şerhlerinde Muallim Nâci’nin
şiirlerine yönelik yaptığı atıflardan Rifâî’nin de bu iltifata aynı şekilde
mukabele ettiği anlaşılır.[139]
Eski ile bağları koparmadan yenileşmeyi savunan bir
Tanzimat şairi olarak Muallim Naci, 1983’ten itibaren bir süre Tercümân-ı
Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmiştir.[140] Rifâî’nin şiirde büyük ölçüde geleneksel bir tutum
içinde olan Muallim Nâci’nin etkisinde kaldığı görülür. Muâllim Nâci Tercümân-ı
Hakikat gazetesinde çalışırken gençleri gazel yazmaya teşvik etmesi
nedeniyle yenilikçilerin tepkisini çekmiştir. Ahmet Midhat Efendi’nin (ö. 1912),
Nâcî’nin Galatasaray’dan
arkadaşı olan, yenilikçi Recâizâde Mahmut Ekrem’in
yazılarını gazetede yayımlamaya başlaması sonucu, Muallim Nâci bir grup
arkadaşıyla birlikte gazeteden ayrılmıştır.[141] Muallim
Nâci ve Recâizâde Mahmut Ekrem gibi iki farklı anlayıştan gelen hocanın
talebesi olan Ken’ân Rifâî, Numûne-i Terakkî Mektebi müdürü olduğu dönemde Tercümân-ı
Hakikat gazetesinde pedagoji üzerine yazılar neşretmiştir.[142]
Ken’ân Rifâî’nin hocalarından Mehmed Zihnî Efendi,
ulûm-i âliye (medrese öğretim üyeliği) görevi bulunan ve Maârif Nezâreti
bünyesinde birçok komisyonda, mecliste görev almış birisidir. Galatasaray
Mekteb-i Sultânîsi ulûm-i Arabiyye ve dîniyye muallimliği (1879) görevine
başladığında, Ken’ân Rifâî okulun orta öğretim kısmında öğrencidir. Zihnî
Efendi, zeki, dikkatli, eleştirel yöne sahip ve düzenli olarak yazan alim bir
zâttır. Hulusî Kılıç’ın Islâm Ansiklopedisi’nde Mehmet Zihnî Efendi
hakkında kaydettiği bilgiler onun Ken’ân Rifâî üzerindeki etkisini gösterir
mahiyettedir: “[Mehmet Zihni Efendi] Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde ve
Mekteb-i Mülkiye’deki hocalığı sırasında, çığır açıcı öğretimi sayesinde birçok
değerli talebe yetiştirmiştir. Babanzâde Ahmed Nâim, Ali Nazimâ, Ken’ân Rifâî,
Hanbelîzâde Muhammed Şâkir ve Abdülhak Şinâsi Hisar bunlardan bazılarıdır.”[143] Rifâî’nin Mehmet Zihnî Efendi’den dinî muktesabatını
zenginleştirme açısından istifâde ettiğini söyleyebiliriz.
Rifâî’nin
psikoloji dersi öğretmeni Münif Mehmed Paşa (ö. 1910), medrese geleneğinden
gelmekle birlikte, Bâbıâli tercüme odasında çalıştığı ve Berlin Sefaretinde
başkâtiplik yaptığı dönemlerde farklı fikir çevreleriyle yakınlaşmış bir
düşünür ve eğitimcidir. Paşa, toplumu çağın gerisinde bırakan göreneklere karşı
duruşuyla tanınmıştır.[144] Hilmi Ziya Ülken’e (ö. 1974) göre Münif Paşa evrimci
ve terakkîci bir medeniyetin öğreticisidir ve Ansiklopedistlerin XVIII. yüzyıl
Fransa’sında gördüğü işlevin benzeri bir işlevi son dönem Osmanlı maârifinde
ortaya koymuştur.[145] Rifâî, Sohbetler adlı eserinde Münif Mehmed
Paşa’nın okulda verdiği bir dersten bahseder:
“Psikoloji okuduğumuz zaman hocamız Münif Paşa rûhu
meş’aleye benzetmişti. Mum azaldıkça ruh da yavaş yavaş söner” diyordu. Doğru.
Fakat bu, gıdanın, havanın, fizyolojik ve biyolojik kanunların tesiriyle vücûda
gelen hayvânî ruhtur. Lâkin izâfî rûh, kayda ve zamana sığmayan bir varlıkla
devam eder. İşte bu ruhtur ki meselenin esrarını çözer. O ruh aşktır. Bu hâsıl
olmadıktan sonra, bir kimsenin kendi cüz’î aklı ile ruh deryâsına ve hakikat
âlemine sefer kılmasına imkân yoktur. Emniyet ve emân aşk gemisine ilticâ ile
mümkün olur.”[146]
Ken’ân Rifâî yukarıdaki ifâdeleri, ilerleyen yıllarda
sohbet meclislerinde öğrencileri ile paylaşarak konuyu tasavvufî açıdan izah
eder.[147]
Ken’ân
Rifâî, 22 Şevval 1305/2 Temmuz 1888 yılında Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nin
edebiyat bölümünden mezun olmuştur.[148] Edebiyât bölümü öğrencisi olan Rifâî’nin diplomasında
son sınıf derslerinin başarı durumu şu şekilde yer alır:
“Devlet-i Âli Osman
Edebiyât Şehâdetnâmesi
Lisân-ı edebiyât-ı
Osmaniyye: Aliyyü’l-a’lâ,
Usûlü’l-kitâbet: Karîbü’l-a’lâ,
Türkçeden Fransızcaya
ve Fransızcadan Türkçeye Tercüme: Karîbü’l-a’lâ,
Lisân-ı
Edebiyât-ı Arabiyye Karîbü’l-a’lâ,
Lisân-ı
Edebiyât-ı Fârisiyye: Aliyyül’l-a’lâ
Türkçeden
Fârisîye ve Fârisîden Türkçeye Tercüme: Aliyyül’l-a’lâ
Târihü’l-İslâm: A’lâ,
Târih-i
Osmânî: A’lâ,
Hat: Aliyyü’l-a’lâ,
Hıfzu’l-Mushaf: Evsat.”
Ken’ân
Rifâî’nin memuriyete başladığı ilk yıllara ait Sicill-i Ahvâl belgesinde
Türkçe, Fransızca, Rumca tekellüm ve kitâbet ettiği, Bulgarca ve İngilizceye
ise aşina olduğu kayıtlıdır.[149] [150] Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi, Fransız dilinin
kaynağıdır.[151] İngilizceye
olan aşinalığının resmî kaynağı bulunamamıştır. Ken’ân Rifâî’nin birçok dili
bilmesi, dönemin bürokrat karakteristiğine ve aynı zamanda kozmopolit devlet
yapısına uygundur.[152] İlber Ortaylı, Osmanlı seçkinlerinin birçok dil
bilmelerine rağmen özellikle Balkan dillerinde aynı anda okuma ve yazma
becerisine sahip olanların neredeyse yok derecesinde olduğunu kaydeder.[153] Rifâî’nin dil bilgisi açısından Ortaylı’nın
yukarıdaki tespitine örnek teşkil ettiğini söylememiz mümkündür.
Edebiyat bölümü öğrencisi olan Rifâî, Fransızca,
Almanca ve birçok Avrupa dilinin kökeni olan Latince eğitimi sayesinde bu
dillerin klasik ve modern eserlerini asıllarından okuma imkanı bulmuştur.
Rifâî’nin, Doğu kültür ve edebiyatıyla resmî manada ilk karşılaşması da yine
aynı şekilde, Galatasaray’daki eğitimi kanalıyla olmuştur. Dinî ve tasavvufî
ilimler açısından önemli olan Arapça ve Farsçayı, Sultânî eğitimi sırasında
almış olan Ken’ân Rifâî’nin, bu donanımını öğretmenlik yılları ve tekke
şeyhliği döneminde bir eğitim aracı olarak kullandığı görülecektir. Yukarıda
belirtildiği gibi Ken’ân Rifâî’nin Mekteb-i Sultânî’de okutulan dersler
sebebiyle kuvvetli bir genel kültür eğitimi almış ve bu birikimi memurluk ve
mürşidlik vazifelerinde kullanmıştır.[154]
Rifâî’nin bu dönemde Galatasaray’dan arkadaşı Server
Hilmi ile kurduğu dostluk ömür boyu devam etmiştir. Server Hilmi Bey Ken’ân
Rifâî hayatta iken vefat etmiştir.[155] Rızâ Tevfik (ö.1949) ile Tevfik Fikret (ö.1915) de
okul arkadaşlarındandır. Ken’ân Rifâî’nin yukarıda adı geçen Galatasaray
mezunlarından, Babanzâde Ahmed Nâim (ö. 1934) ile tekke şeyhliği döneminde
görüştüğü nakledilmektedir.[156] Rifâî, Galatasaray’daki dostlarına vefakâr olduğu
kadar, farklı dönemde oradan mezun olmuş önemli isimlere karşı da ilgilidir.[157] Kanaatimizce Rifâî’nin bu tutumu aynı görüşe sahip
olduğu kimselerle sınırlı değildir.[158] Rifâî’nin aynı okuldan mezun olmanın verdiği ortak
noktalar dolayısıyla Sultânî mezunlarına bir iltifatı olduğu söylenebilir.
Ken’ân Rifâî’nin de Maârif müdürlüğü ve tekke şeyhliği
görevlerindeyken, Mekteb-i Sultânî eğitiminin ona kazandırdığı bu donanımı,
birey ve toplumun iyileşmesi, bilhassa kültürel ikilemlerin aşılması yolunda
bir araç olarak kullanmış olduğu söylenebilir. Ken’ân Rifâî’nin bu kurumdan
aldığı en önemli donanım, farklı kültürleri sentezleme becerisidir.
Ken’ân Rifâî Galatasaray yıllarını değerlendirirken
orada aldığı Batı tesirindeki eğitimi “zarf-ı hârici” olarak adlandırır ve
hayatın deruni tarafına ise Sultani’den mezun olduktan sonra Şeyh Edhem
Efendi’nin manevi terbiyesi vasıtasıyla yöneldiğini kaydeder: “Müşarünileyh
[Edhem Efendi] hazretleriyle birlikte Karesi'ye gittik, orada taht-ı
terbiyelerinde bulundum. Gittikçe dünyâya yeni çıktım ve öğrenilecek, bilinecek
çok şeyler olduğunu ve o âna kadar bildiklerimin bir zarf-ı haricîden ibaret
bulunduğunu anlamakta idim.”[159] Rifâî’nin
yetişkinlik yılları bu tarihten sonra maârif ve tasavvufi eğitim etrafında
şekillenmiştir.
Ken’ân
Rifâî Galatasaray Sultânîsi’nden mezun olduktan sonra Hukuk Fakültesi’ne
girmiş, ancak devam etmeyerek memuriyet hayatına başlamıştır.[160] Ken’ân Rifâî’nin memuriyetine dair Başbakanlık
Osmanlı Arşivi’ndeki ilk kayıt, Posta Telgraf Nezâreti’dir. Buna göre Rifâî 9
Kasım 1888 tarihinde yüz kuruş maaşla Telgraf ve Posta Nezâreti Tahrirât-ı
Ecnebiye Kalemi’ne,[161] 27 Mayıs 1889 tarihinde iki yüz elli kuruş maaşla,
posta muavinliği kitâbet ve tercümanlığına tayin olmuştur.[162]
Ken’ân Rifâî kısa bir süre Bâbıâli kalemlerinde
çalıştıktan sonra Maârif Nezâreti’nde göreve başlar. Bâbıâli’de bulunduğu kısa
dönem hariç tutulduğunda, çalışma hayatının tamamını Maârif Nezâreti bünyesinde
öğretmenlik, müdürlük ve müfettişlik gibi vazifelerde bulunur. Bu başlık
altında Ken’ân Rifâî’nin Maârif Nezâreti’ndeki görevleri sırasında bulunduğu
şehirler ve burada yaşadığı tecrübeler kronolojik sıra takip edilerek ortaya konulacak,
yeri geldikçe Rifâî’nin bu süreç içerisinde ortaya koyduğu uygulama ve
deneyimleri hakkında değerlendirmelerde bulunulacaktır.[163]
Ken’ân Rifâî’nin eğitimci olarak görev yaptığı yıllar,
Osmanlı devletinin birlik ve bekâsı amacıyla maârifin önemli bir araç olarak
görüldüğü yılllardır. Esasen Osmanlı Devleti’nde maârif, XIX. yüzyılın başından
beri sosyal değişme ve ıslahatlar için bir tür motor olarak kabul edilmiştir.[164] İlk ciddi eğitim hamleleri XVIII. yüzyılın son
çeyreğinde III. Selim ile başlamış,[165] [166] II. Mahmut ile hız kazanmıştır. Bu dönemde eğitim
yoluyla devletin eski gücüne kavuşacağı şeklindeki kanaat yaygınlaşarak eğitim
politikalarına da yön vermiştir. 1856 Islahat Fermanı’ndaki hükme istinaden,
Osmanlı tebaasında eğitim-öğretim alanında bir hareketlilik başlamış, buna
karşılık Osmanlı hükümeti de modernleşme hareketlerine ve bilhassa eğitim
alanındaki ıslahatlara hız vermiştir. Bu amaçla 1857’de Maârif-i Umûmiye
Nezâreti ve 1869’da Maârif Nizamnâmesi yayımlanmıştır. II. Abdülhamid devri
maârif ıslahatlarına bakıldığında ise maârifin genelde bütün Osmanlı
coğrafyasında, özelde ise Balkanlar’da siyâsî ve sosyal birliği muhafazada
temel dayanak olarak görüldüğü ve uygulamalara bu açıdan son derece önem
verildiği anlaşılır.
Ken’ân Rifâî, Balıkesir’deki görevine başlamasının
hemen öncesinde Filibeli Edhem Efendi’nin mânevî terbiyesine girmiştir.
Dolayısıyla, Rifâî’nin çalışmaya başladığı 1888-89 senesi, onun tasavvufa
intisap ettiği zaman dilimi olarak kabul edilebilir. Nitekim, Ken’ân Rifâî’nin
de, Seyyid Ahmed er-Rifâî19 ve Rehber-i Sâlikîn adlı
eserlerinin giriş bölümünde, tasavvufa intisabı ile ilgili anlatımları da bu
yöndedir.
Buna göre Ken’ân Rifâî, Balıkesir Karesi İdâdîsi’ndeki
görevi için yola düştüğünde, Filibeli Edhem Efendi de onunla birlikte
Balıkesir’e gelir. Rifâî’nin “şeyh-i muhteremim, bir tekke şeyhi olmayıp sivil
giyinmiş bir zât idi. Fakîr, bir şey anlamamakla berâber, vâlide-i mükerrememin
emri üzerine hareket ettim. Müşârünileyh hazretleriyle birlikte Karesi’ye
gittik, orada taht-ı terbiyelerinde bulundum”[167] şeklindeki
ifadelerinden Edhem Efendi’nin terbiyesine girdiği ve Kadirî usûlüyle seyr ü
sulûka başladığı anlaşılır. Rifâî, bu dönemde yaşadığı mânevî tecrübeyi,
“gittikçe dünyâya yeni çıktığımı ve öğrenilecek, bilinecek çok yer olduğunu ve
o âna kadar bildiklerimin bir zarf-ı hârîciden ibâret bulunduğunu anlamakta
idim”[168] sözleriyle dile
getirir.
Balıkesir yılları (Temmuz 1889 - Haziran 1890)
Ken’ân Rifâî 23 Şevval 1306/ 22 Haziran 1889 tarihinde
Maârif Nezâreti tarafından Balıkesir Karesi Mekteb-i İdâdîsi Müdürlüğü’ne tayin
edilmiş ve 1 Temmuz 1889 tarihinde buradaki görevine başlamıştır.[169] Bir yandan mektep müdürlüğü görevini yerine
getirirken diğer yandan aynı kurumda Fransızca ve târih-i umûmî dersleri de
veren Ken’ân Rifâî, bu vazifeleri için toplamda 1750 kuruş maaş almaktadır.[170]
Balıkesir’in Karesi sancağı,[171] Ken’ân Rifâî’nin göreve başlamasından kısa bir süre
önce Biga sancağı ile birleşerek yeni bir vilâyet olduğu için bölgenin eğitim
durumu iyi değildir.[172] Bu nedenle Karesi İdâdîsi resmî olarak açıldığında
henüz mektep binası olmadığından, eğitim amaçlı olarak muhitin büyük konakları
kullanılmıştır.[173] Karesi İdadisi’ne ait olan binanın inşaatı, Ken’ân
Rifâî okulun dördüncü müdürü olarak görevli olduğu dönemde tamamlanmıştır.[174]
Ken’ân Rifâî’nin Balıkesir’de aldığı mânevî terbiyeye
bakıldığında, iki temel hususun öne çıktığı görülür: Kadirî sülûku ve riyâzet.
Balıkesir’de bulunduğu sırada, mürşidi Filibeli Edhem Efendi’nin gözetiminde
seyr ü sülûkunu tamamlayan Rifâî, bu esnada kuru ekmek ve zeytinden ibaret olan
bir perhize devam eder. Ken’ân Rifâî’nin bir hanedan çocuğu olduğu ve çok
yüksek gelir getiren akarlara sahip olduğu halde genç yaşında mürşidinin
isteğiyle elindeki tüm imkanları bırakarak riyâzet ve perhize yönelmiş olması
dikkat çekicidir. Tasavvuf tarihinde bu tür riyâzetin örnekleri çok olmakla
birlikte, bunlardan kuru ekmek ve zeytin en yaygın olanıdır. Bu perhiz Rifâî’yi
maddî ve mânevî açıdan daha ileri bir noktaya taşımıştır. Nitekim tasavvufta
riyâzet tahalluk derecesinden tahakkuk ya da tahkik derecesine yükselmenin
başlangıcı olarak kabul edilir.[175] Ken’ân Rifâî’nin o döneme ait fotoğraflarına
bakıldığında sonraki yıllara kıyasla oldukça zayıf ve naif bir görünüme sahip
olması gençliği kadar biraz da bu riyâzetle ilgilidir.[176] Söz konusu uygulamanın daha sonraki dönemlerde devam
ettiğine dair bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak maârif hayatı çoğunlukla
imparatorluk sınırlarındaki zorlu bölgelerde geçen Rifâî, ilerleyen zamanlarda
memuriyet yıllarına ait tecrübeleri talebelerine aktarırken, o dönemi “tecrübî
bir çîle” hayatı olarak değerlendirecektir. Şeyh, yaşadığı zorluklar ile
müridlerinin payına düşen çileyi onlar adına peşinen yüklendiği kanaatindedir:
“Birçok mürebbîler talebelerini mücâhede, riyâzet ve türlü çilelerle terbiye
ederler. Ben ise onların çilelerini kendim çektim.”[177] Bu açıdan bakıldığında Şeyh Edhem Efendi’nin Ken’ân
Rifâî’yi riyâzete yönlendirmesinin, mânevi gelişimine hız vermenin yanı sıra
onu hayat boyu karşısına çıkabilecek zor şartlara karşı kuvvetlendirmek
gâyesine matuf olduğunu söylememiz de mümkündür.
Ken’ân Rifâî, Balıkesir’de iken şeyhinin emri ile ney
meşki ve mûsikî tahsiline başlamış ve aktarımlara göre, her ikisinde de kısa
sürede ilerleme kaydetmiştir:[178]
“Balıkesir’de öğretmen-öğrenci birlikte otururlarken
evlerinin karşısında bir dergâh vardı. Ayin günleri saatlerca zikir ve semâ
eden dervişler bitkin bir halde ayine son verip dağılacakları her zaman Edhem
Efendi öğrencisine: ‘al şu ney’i, üfle biraz’ diye ney’i uzatır ve pencereden dergâha
doğru yana yana giden ney nağmeleri oradakileri yeniden alevler, yeniden dalga
dalga coştururdu.”[179]
Kaynaklarda Filibeli Edhem Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin
irtibatları hakkında bazı anlatımlar mevcuttur. Nezihe Araz, Anadolu
Evliyaları adlı eserinde, bu irtibatın sohbet ve soru cevap üzerine kurulu
olduğunu kaydeder. Ken’ân Rifâî’nin mürşidi Edhem Efendi’ye devamlı sorular
sorduğu Edhem Efendi’nin bazen söz söyleyerek bazen de sukût ederek Rifâî’ye
cevap verdiği nakledilir. [180] Ken’ân Rifâî’nin
mürşidi Edhem Efendi’ye olan muhabbeti ve bağlılığı Ilâhiyât-ı Ken’ân’daki
şiirlerinden açıkça anlaşılır. Konu Edhem Efendi’nin vefâtından söz edeceğimiz
“Manastır Yılları” bölümünde ayrıntılarıyla ele alınacaktır.[181]
Adana yılları (Haziran 1890 - Mart 1891)
Ken’ân Rifâî 22 Şevval 1307/ 1 Haziran 1890 tarihinde
Adana Vilâyeti Maârif Müdüriyeti’ne nakledilmiştir. Rifâî Eylül ayı itibariyle
genel tarih dersi öğretmenliğine de başlamıştır.[182]
Ken’ân Rifâî göreve geldikten sonra Adana ve
civarındaki öğretim kuramlarının durumunu tespit ederek ihtiyaçlarını temin
etmeye yönelir. Bölgede ilköğretim geleneği belli ölçüde yerleşmiş fakat
rüşdiyelerin sancak genelinde yalnızca üç tane olması ve idâdî olarak yalnızca
Adana idâdîsinin bulunması düşündürücüdür.[183] İşin gerçeği ticârî hayatı ele geçirmek üzere olan
gayrimüslimler, eğitim alanında da gerek okullarıyla gerek öğrenci sayılarıyla
Müslüman nüfûsa oranla ileridedir. Fransız ve Amerikan kökenli yabancı okullar
da yaygınlık kazanmaktadır.[184] Böyle bir ortamda Rifâî, civardaki köy ve kasabaları
dolaşarak halkı uyandırmaya, okullar yaptırmak için imkânlar aramaya başlar ve
Mut, Silifke, Anamur, Gülnar kasaba ve köylerini dolaşıp mektepler yaptırma
girişimlerinde bulunur.[185] Rifâî coğrâfî ve jeopolitik durumundan dolayı
ekonomisi de kuvvetli olan bölgede görevli olduğu süre boyunca bölgenin eğitim
durmunu iyileştirmek için, şehrin kaynaklarını ve maddî imkanlarını maârif
işlerine sevketmeye çalışmış ve bu amaçla bölge erkanı ile iş birliği içinde
olmuştur.
Ken’ân Rifâî Adana Maârif Müdürlüğü sırasında, vali
Şâkir Paşa (ö. 1899)[186] ve Tarsus Mutasarrıfı Mustafa Neşet Paşa ile birlikte
bölge eğitiminin gelişmesi yönünde çalışmalarda bulunmuştur. O tarihte
bölgedeki yabancı okulların sayısı Türk okullarından fazladır ve bu hususta bir
şeyler yapmak yerel idareciler olarak öncelikle bu kadronun görevidir. Ken’ân
Rifâî esâsen maârif müdürü olarak görevli olduğu hemen bütün vilâyetlerde
öncelikle yabancı okullar meselesi ile ilgilenmiştir. Rifâî bölücü faaliyetlere
kaynak teşkil eden bu okulların Osmanlı birliği üzerindeki olumsuz tesirlerinin
farkında olarak yetki alanı dahilinde gayrimüslim okulların sayısını sınırlı
tutma adına çeşitli uygulamaları gerçekleştirmiştir. Konunun ayrıntıları Ken’ân
Rifâî’nin Kosova ve Manastır yılları bölümleri içerisinde işlenecektir.
Meclisin en önde geleni Şâkir Paşa, Ken’ân Rifâî’den
kısa bir zaman önce Adana Valiliği’ne gelmiştir. Şâkir Paşa Biraz
uygulamalarında insiyatif kullanmayı seven bir yerel idarecidir. Osmanlı
yönetiminin egemen kılmaya çalıştığı politikaları pek dikkate almamakla bilinen
vali bu nedenle Osmanlı yönetiminden pek destek görmez ve çoğunlukla yerel
imkânları değerlendirerek hareket eder. Meclisin diğer önemli siması ise Tarsus
Mutasarrıfı Mustafa Neşet Paşa’dır. Neşet Paşa bölgenin kalkınmasına ve
ıslahına yönelik bir gayeyle vazifeye getirilmiştir. O dönemde Mersin’de,
kendilerine Yunanlı süsü veren yerli Rumların ticarette haksız bir pay elde
ettikleri ve bu sûretle zenginleşerek Müslümanların mal ve mülklerini
gasbettiklerine şahit olunduğundan bölge mutasarrıflığına hükümetin onurunu
koruyacak bir mutasarrıfın atanması gereklidir.[187] Tedbir olarak Mersin Adana’ya bağlı bir sancağa
dönüştürülmüş, Tarsus kazası Mersin’e bağlanarak her iki belde tek bir
mutasarrıflığa tebdil olunduktan sonra ilgili mutasarrıflığa Mustafa Neşet Paşa
getirilmiştir.[188] Mustafa Neşet Paşa vazifeye geldikten sonra, önceki
valinin ve mutasarrıfların çalışmalarına kaldığı yerden devam ederek bölgeye
atanmış olmasından beklenen maksadı gerçekleştirmek için çalışmıştır.[189] Gerek Şâkir Paşa’nın gerek Neşet Paşa’nın bölgeyi
kalkındırma, yeni okullar yaptırma ve bu okullara kaynak bulma arayışlarında[190] Adana Maârif Müdürü olan Ken’ân Rifâî ile müşterek
hareket ettikleri anlaşılmaktadır.
Ken’ân Rifâî, Anada’daki vazifesinin yaklaşık yedinci
ayında Adana halkının aleni tepkisi ile karşılaşır. Jurnal vakası olarak anılan
hadise, Rifâî ve Adana’daki uygulamaları ile ilgili Pâyitaht’a iletilen
şikâyetlerdir. Bu şikâyetler cümlesinden olmak üzere piyano ile ilâhî okuması,
Fransızca dersinde kullandığı Mesnevî tercümelerinin yanlış tefsir
edilmesi gibi hadiseler zikredilir. Adana halkı bu uygulamalara tepki
göstererek şikâyetlerini II. Abdülhamid devri mâbeynine bir jurnal ile
bildirmişlerdir.[191] Abdülhamid
dönemi bürokrasi çevresinde, sürgün ile neticelenen birçok junal vakası olduğu
malumdur. Ancak Ken’ân Rifâî ile ilgili şikâyetlerin neticesi beş on gün sonra
gelmiştir. Buna göre Rifâî önce Konya’ya (02 Aralık 1890), oradan da doğrudan
Manastır Maârif Müdürlüğü’ne tayin edilmiştir.[192] Neticede Rifâî Konya’ya gitmesi için gereken
harcırahın nereden ödeneceğiyle ilgili yazışmalar devam ederken[193] Manastır
Maârif Müdürlüğü’ne tayin olunduğu haberini almış ve
Manastır’a doğru yola çıkmıştır. Adana’daki uygulamaları dolayısıyla ilerleyen
aylarda Rifâî’nin memuriyet rütbesi yükseltilmiştir.[194] Terfi belgesinde, Ken’ân Rifâî’nin Adana Vilâyeti
Maârif Müdürlüğü esnasındaki uygulamaları “hüsn-ü ifâyı vazife ve sa’y-i
masrûfe” ifadeleri ile değerlendirilmiştir.[195]
Ken’ân Rifâî, Sohbetler adlı eserinde Adana’nın
köy mekteplerini teftişi sırasında yaşadığı bir hadiseden şu şekilde bahseder:
“Adana’da maârif müdürü idim. Hücrâ köylerin birinde bilgili ve zekî bir adam
gördüm. Edebiyata da vukufu ziyâde idi. Böyle bir kimsenin bir köyde sıkışıp
kalması yakışır mı dedim ve kendisini vilâyete alarak muallimlik verdim.”[196] Rifâî’nin yukarıdaki
tasarrufu, bölge imkanlarını yine Adana maârifinin istifadesine yönelik
kullanma çabasına bir olarak değerlendirilebilir.
Manastır yılları (Mart 1891 - Temmuz 1893)
Ken’ân Rifâî, 2 Mart 1891’de Manastır Vilâyeti Maârif
Müdüriyeti’ne nakledilerek aynı zamanda Fransızca muallimliği ile de
görevlendirilmiştir. Her iki vazife için toplamda 2600 kuruş maaş alan Rifâî,
Mekteb-i İdâdîde, Mevâlîd-i Selâse adı verilen bir dersin öğretmenliğinde
bulunmuştur. O dönemde lise müfredatlarında yer alan söz konusu ders,
tabiattaki hayvan, bitki, mâdenlerden ibâret üç âlemden bahseden bir tabiat
bilgisi dersidir.[197] Rifâî, Manastır’da göreve başladığı sırada,
Adana’daki vazifelerine istinaden 2 Nisan 1891 tarihinde rütbe-i sâlise ile
terfi etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin Manastır dönemine baktığımızda memuriyet
hayatında ekalliyet mektepleri ile ilgili meseleler ve mânevî hayatında ise
şeyhi Filibeli Edhem Efendi’nin vefatından sonra aldığı hilâfet vazifesi öne
çıkmaktadır.
Manastır Makedonya’nın güneybatısında, Pelister
Dağı’nın eteklerinde Vardar Nehri’nin kollarıyla sarılmış bir Balkan şehridir.
Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte etnik yapısında değişiklikler olan şehrin
çehresinde, zamanla Müslüman unsurlar öne çıkmıştır. Selânik şehri de Manastır
Vilâyeti’ne bağlıdır. Nüfus, pek çok Balkan şehrinde olduğu gibi Bulgar, Yunan,
Sırp ve -Selânik’te yoğunlukta olmak üzere- Yahudi unsurdan teşekkül etmiştir.
Orta Avrupa ile Adriyatik arasında bir geçiş bölgesi olduğundan, Osmanlı’nın
önemli ticaret merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. Ancak Rifâî’nin görevli
bulunduğu yıllarda şehir türlü zorluklar içindedir ve yüzyılın başında ekonomik
kriz, yangın, sel ve sonrasında veba gibi çeşitli felaketlerle sarsılmış durumdadır.
Bununla birlikte, Berlin Kongresi kararlarının ardından Makedonya ve Manastır
önem kazanarak, hükümetin ıslahat alanı içine girmiştir.[198] Manastır vilâyetinde özellikle 1890’dan başlayarak
artan canlılık, Dragor Irmağı’nın kenarına döşenen ağaçlar, aralarındaki iki
katlı ahşap yapılar, postaneler, gezi alanları ve demiryolu istasyonu ile
kendini göstermektedir.[199]
Ken’ân Rifâî Manastır’da görevliyken, bölgedeki
zorlukların eğitim üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etmeye çalışmış,
bilhassa Maârif Nezâreti’nin eğitim anlayışıyla ters düşen kesimlerin usulsüz
uygulamaları ile mücadele içinde olmuştur. Ruhsatsız olan ekalliyet okullarına
ruhsat kazandırma çalışmaları aynı çabanın bir parçasıdır. Bu bağlamda Ken’ân
Rifâî öncelikle etnik gruplara ait okullarla ilgilenmek durumunda kalmıştır.
Zira farklı etnik cemaatler, milliyetçilik akımının tesiriyle resmî ve
gayriresmî yolları kullanarak kendi kültürlerine hizmet edecek okullar açmak
için bir yarış halindedir. Slav, Latin ve Yunan unsurlar, bu mücadeleyi
yürütenlerin başındadır. Manastır Vilâyeti, tam da bu kozmopolit özelliği
nedeniyle siyâsî açıdan da nazik bir vaziyettedir.[200] Maârif Müdürü Ken’ân Rifâî görev süresince farklı
unsurların okul açma yönündeki taleplerini, başvuru şartlarını yerine getirdikleri
ölçüde dikkate almıştır.
Yukarıda bahsedilen siyasi hassasiyetin, bölge
idaresine yönelik dış müdâheleler ile bizzat vâlinin uygulamalarından
kaynaklandığı görülür. Esâsen Manastır vâlisi, süistimal, çetelerle iş birliği,
rüşvet ve gasba tevessül ettiği yönündeki şikâyetler nedeniyle soruşturma
altındadır. Söz konusu vaziyet, genel anlamda Ken’ân Rifâî’nin müdürlük
dönemini ve bu sıradaki tasarrufunu olumsuz anlamda etkilemiştir. Zira bu
şartlar altında maârifin bölgeye yönelik uygulamalarını tatbik etmek, etnik
grupların, yabancı devletlerin ve vâlinin muhalefetini peşinen kabul etmek
demektir. Nitekim Bulgar ya da Sırp okullarına müdahale edilmesi halinde
yabancı basın, hükümetin politika ve uygulamaları aleyhine Avrupa’yı ve
Balkanlar’ı karıştırmak için durumu fırsat bilmektedir.[201] Dolayısıyla Ken’ân Rifâî maârif uygulamalarını
gerçekleştirirken, tebaanın talepleri ile hükûmetin, bölge maârifiyle ilgili
olarak çok sık değişen kararları arasında hassas bir denge takip etmeye
çalışmıştır.[202] Rifâî bu amaçla çeşitli unsurlara ait okulların
eğitim izni için sürekli Bâbıâli’yle yazışmalar yapmış ve bu konuda merkezden
gelen kararlara göre hareket etmiştir. 17 Ağustos 1891 tarihli “ruhsatsız olan
Amerikan Kız Mektebi’ne ruhsatname verilip verilmeyeceğinin Manastır Maârif
Müdürü Ken’ân Bey tarafından” sorulduğuna ilişkin belge,[203] bunun örneklerinden biridir. Ken’ân Rifâî’den sonra
Manastır Maârif Müdürü olan Abdül Bey’e gelen emir, sâbık müdürün izinden
giderek ruhsatsız okullarla ilgilenmesi yönündedir. Bu durum, Rifâî’nin
faaliyetlerinin, sonraki idareciler için emsal teşkil ettiğini göstermesi
bakımından önemlidir.
Rifâî’nin Manastır’daki uygulamalarından memnun
olmayan özellikle Bulgar ve Sırp unsurlar, Ken’ân Rifâî hakkında Maârif
Nezâreti’ne çeşitli şikâyetlerde bulunarak, farklı kanallara hazırlattıkları
istidanamelerle çeşitli mercilere ulaşmaya çalışmışlardır. Nitekim Maârif
Nezâreti konunun hassasiyetine binâen ileri sürülen iddiaları dikkatle
incelediği ve fakat bu iddiaları asılsız bulmuştur.[204]
Ken’ân Rifâî’nin buradaki faaliyetleri, vilâyet
erkanının ilgisini ve takdirini çekmiştir. Vilâyet erkanından Üçüncü Ordu
Kumandanı Müşir Fazlı Paşa, Rifâî’nin uygulamalarını takdir edenlerden biridir.
Fazlı Paşa, Yunan tehlikesine karşı tetikte duran cevval bir kumandandır.[205] İnsiyatif kullanması ile dikkat çeker ve kimi zaman
bu nedenle hakkında şikâyetler vârit olur.[206] Bayram tebrikine katılmamak, hükûmete bando ve mızıka
göndermemek gibi halleri,[207] hakkındaki şikâyetlerden bazılarıdır.
Padişahın velâdetini tebrik etmemek de bir başka
şikâyet sebebidir.[208] Hükümet, kendisine ulaşan şikayetleri inceleyerek
konuyla ilgili değerlendirme telgrafları göndermektedir.[209] Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa ise, Manastır
vâlisinin usulsüzlüklerinin farkındadır ve bu durumdan müştekidir. Hükümet kimi
zaman bu iki idareci arasında ihtilafın önlenmesi için çeşitli öneriler ile
devreye girse de kalıcı bir çözüm bulunamamış,[210] ilerleyen yıllarda Fazlı Paşa vâlinin tazyikiyle
vazifesinden azledilmiştir.[211]
Ken’ân Rifâî’nin Manastır Maârif müdürlüğünde
bulunduğu zaman dilimi Nâzır Zühdü Paşa’nın[212] (ö. 1902) yabancı okullar üzerine rapor hazırladığı
yıllara tekabül eder. Söz konusu raporun tarihi yaklaşık 1893-1894 seneleridir.[213] Zühdü Paşa’nın bu raporu bölgedeki yabancı okulların
sayısı, ruhsat durumları, buralarda verilen eğitim, okulların verdiği zarar
gibi konularda bilgi edinme ihtiyacı hakkındaki “irâde-i seniyye” üzerine
kaleme aldığı kaydedilir. Paşa konuyla ilgili ayrıntılı bir çalışma yaparak
raporunu hazırlamış ve bu hususta hükümeti bilgilendirmiştir.[214] Zühdü Paşa’nın yabancı okulların durumu ilgili raporu
hazırlama amacıyla Balkanlar’da bulunduğu dönemde Rifâî’nin maârif
uygulamalarını yakından takip etme imkanı bulduğu söylenebilir. Nitekim Nâzır
Zühdü Paşa, ilerleyen yıllarda II. Abdülhamid kendisine Nümûne-i Terakkî Lisesi
müdürlüğü için uygun bir eğitimci sorduğunda Ken’ân Rifâî’yi teklif ettiği ve
sultanın da bu öneriyi kabul ettiği nakledilir.[215]
Ken’ân Rifâî, Manastır’da iken Avrupa’nın bazı mühim
şehirlerine “tevsî-i mâlûmât” yani eğitim amaçlı ya da memur olarak gitmek için
Maârif Nezâreti’nden izin talep etmiştir.[216] İstidânâmede geçen ifadelerden, Ken’ân Bey’in
tahsiline devam etmek, kültürel anlamda malumat ve görgüyü arttırmak için böyle
bir talepte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu talep Maârif Nezâreti’nin yurt
dışı öğrencileriyle ilgili ücret politikalarının imkânları haricinde olduğu ve
görev yerinde kendisine ihtiyaç olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.[217] Ken’ân Rifâî aynı dönemde Dahiliye Nezâreti Sicill-i
Ahvâl İdâre-i Umûmiyesi’nden memuriyet hayatındaki faaliyetlerini gösteren
Sicill-i Ahvâl belgesinin tanzim edilmesini istemiştir. İlgili belgenin,
mülahaza kısmında yazan “erbâb-ı ehlîyyînden bulunmakla me’mûriyet-i
hâliyyesine devâm ile îfâ-yı vazîfe etmekte bulunduğu”[218] şeklindeki değerlendirmeye istinaden Ken’ân Rifâî’nin
Maârif Nezâreti’ndeki hizmetlerinin olumlu karşılandığını söyleyebiliriz.
Ken’ân Rifâî bu başvuru süreci sonunda 1893 yılı baharında yapılan bir becâyiş
neticesinde Kosova’ya maârif müdürü olarak nakledilmiştir. [219]
Kosova dönemine geçmeden önce, Ken’ân Rifâî’nin bu
dönemdeki tasavvufî yaşantısına bakmak faydalı olacaktır. Ken’ân Rifâî,
Manastır’da görevli iken Şeyhi Filibeli Edhem Efendi, bir süreliğine onun
yanına gelir. Aktarımlara göre Rifâî bu dönemde ziyaretine gelen mürşidi Edhem
Efendi ile birlikte Rumeli bölgesinde trenle bir yolculuk yapmıştır.[220] Filibeli Edhem Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin
Manastır’da geçirdikleri bu zaman dilimi onların son görüşmeleridir. Bu
ziyaretin ardından Filibeli Edhem Efendi Manastır’dan ayrılarak memleketi
Filibe’ye dönmüş ve birkaç ay sonra vefat etmiştir. Ayverdi’nin aktarımına göre
de Ken’ân Rifâî mürşidi Edhem Efendi’nin vefat ettiğini mânevî bir işaretle
haber almıştır. Edhem Efendi vefât ettiği sırada kırk beş yaşlarında ve oldukça
sağlıklıdır. Edhem Efendi’nin, mânevî eğitimlerinden sorumlu olduğunu söylediği
Hatice Cenan Hanım ve Ken’ân Rifâî’ye olan irşad vazifesini tamamlanmış
olduğundan yakında vefat edeceğini çevresine bildirdiği kaydedilir. [221] Ken’ân Rifâî’nin eserlerinde geçen ifadelerden
anlaşıldığı üzere, Şeyh Edhem Efendi irtihâlinden sonra Rifâî’ye manada hilafet
vermiştir: “Mürşidim Efendim, fakir Manastır Müdürlüğü’nde bulunduğum sırada,
cemâle yürümüşler ve o sıralarda fakiri istihlâf buyurmuşlar idi.”[222] Ken’ân Rifâî Rehber-i Sâlikîriin adlı eserinin
Mukaddimesi’nde Edhem Efendi’den aldığı mânevî terbiye ve hilâfeti “meşâyih-i
Kâdiriyye‘den muktedâ-yı erbâb-ı irfân ve dakikadan esrâr-ı furkân-ı Cenâb- ı
Edhem kaddessallâhû sırrahû’l-azîz hazretlerinin terbiye-i mürşidânelerinde
bulunarak yirmi dört yaşımda ve kendilerinin irtihâl-i dâr-i bekâ buyurdukları
sırada istihlâf etmiş[imdir]”[223] ifadeleriyle dile getirir. Bu tarihten sonra Edhem
Efendi ile Ken’ân Rifâî’nin irtibatlarının, mânevî işaretlerle devam ettiği
nakledilir: “Edhem Efendi, araştırıcı, isteyici, sorucu ve baştan ayağa iştiyak
olan müridinin sağnak sağnak suallerini eskiden hemen dâima sükûtla
cevaplandırmış, ya da sâdece ‘gör de bil!’ diye kestirip atmışken, şimdi, yâni
mânâ planına intikal ettikten sonra, bir suâline bin cevap vermektedir.”[224] Ken’ân Rifâî, şeyhi Edhem Efendi’nin irtihâlinden
duyduğu üzüntüyü aşağıdaki şiiri ile dile getirmiştir:
“Görmeden râhat yüzü
hiç terk-i dünyâ eyledin/ Âfîtâb-ı vechine çektin firaklı bir nikâb. Mürşidim
Edhem, firâkın etti zindân âlemi/ Hasretinle yandı cismim, oldu vîrân u harâb.
Bâtınen kıldın beni
eltâf-ı gûnâgûna âlemi/ Hasretinle yandı cismim, oldu vîrân u harâb.
Bâtınen kıldın beni eltâf-ı gûnâgûna gark/ Öyle mebzûl
lutf ihsân ki kabûl etmez hesâb. Kâbe-i vechin tavâf etmek nasîb etsin Hudâ!/
Maksad-ı Ken’ân, Cenân dâreynde sen bî- irtiyâb.” [225]
Ken’ân Rifâî’nin Manastır’daki yaşantısının
ayrıntılarını görebilmek için, eserlerinde geçen birkaç vakayı buraya
kaydetmemiz gerekir. Rifâî, Sohbetler’inde Manastır ile Makedonya
arasında geçen bir seyahatinden bahseder. Bu seyahat esnasında Belgrad’da bir
otel odasını bir rahiple paylaşmak durumunda kalan şeyh, Fransızca, İngilizce,
Almanca ve Türkçe lisanlarından hiçbirini konuşamayan papazla iletişim
kuramadığını esefle nakleder.[226] Manastır’da geçen
bir başka hâdise de yine dil ve konuşma odaklıdır: Manastır İdâdîdîsi’ndeki bir
talebe, kavga esnasında arkadaşını silahla başından vurmuş ve bu hadise üzerine
mektep müdürü Maârif Müdürü olan Ken’ân Bey’den yardım istemiştir. Ken’ân Bey
başından vurulan çocuktan ümit kesilmesine rağmen onu hastaneye
naklettirmiştir. Konuşma yetisini büyük ölçüde kaybeden çocuk ilerleyen
yıllarda tamamen sağlığına kavuşmuştur.[227]
Kosova yılları (Nisan 1893 - Şubat 1896)
Ken’ân Bey becâyiş[228] usûlüyle geçtiği Kosova Vilâyeti[229] Maârif Müdürlüğü vazifesine 12 Nisan 1893’te başlamış
bu süre zarfında vekâleten ve asâleten Kosova Mekteb-i İdâdîsi’nde Fransızca
dersi muallimliğinde bulunmuştur. İlave vazifeleriyle birlikte, Rifâî’nin o
dönemdeki toplam maaşı 2400 kuruştur.[230]
1878 sonrası, siyâsî ve jeopolitik önemi dolayısıyla
Kosova’da birçok alanda olduğu gibi, eğitim alanında da ciddi bir ıslahat
programı uygulanmıştır.[231] Eğitim vasıtasıyla bölgede birliği temin etme
düşüncesinde olan Sultan II. Abdülhamid, kritik durumundan ötürü Kosova
Vilâyeti’ne öncelik vermiş ve bu gayeye yönelik olarak bölgede tedbirler
almıştır. Bölgede yeni okulların açılabilmesi için bütçeye ve donanımlı
öğretmene ihtiyaç vardır. Alınan kararlara göre, vilâyette tarımdan elde edilen
hasılatın bir kısmı ilgili bölge maârif sandığına aktarılacak, çeşitli
nedenlerden işlevini kaybetmiş vakıfların gelirleri tamamen bölge maârifine
devredilecektir. Ken’ân Rifâî’nin görevli olduğu dönemde vilâyet idaresi ile
Maârif Nezâreti arasında süren yazışmalar neticesinde, bölge menâfi
hisselerinin maârife devredilmesine ve bu sûretle yeni okullar açılmasına izin
verilmiştir.[232] Zamanla iptidâîler önem kazansa da ilk etapta Müslim
ve gayrimüslimlerin birlikte eğitim gördüğü idâdîlerden, yeni bir Osmanlı
yaratma hususunda büyük bir beklenti vardır. 1869 Nizamnâmesi’nden[233] sonraki yirmi yıl içerisinde Üsküp, Priştine ve
Prizren’den toplanabilen maârif vergisinin oluşturduğu bütçe 1891 yılı
itibariyle vasat bir idâdînin inşasını tamamlamaya müsaade etmediğinden,
eğitime kiralık bir evde nehârî[234] olarak başlanmıştır.[235] Açılan yeni idâdîlerden bölgedeki Müslüman halkı da
kaynaştırması ve özellikle ayrılıkçı hareketler içinde bulunan Arnavut unsurun
bu yolla kontrol altına alınması hedeflenirken, milliyetçi hareketin ivme
kazandığı bir ortamda II. Abdülhamid’in buradaki çabası beklenen neticeyi
vermemiştir.[236] Yukarıda söz ettiğimiz gibi bölge maârifinin sağlıklı
işleyebilmesi, okulların maddi durumuyla başka bir deyişle, okulların kendi
kendilerini idare edebilmeleri için kaynak bulunmasıyla ilişkilidir. Ken’ân
Rifâî bölge okullarına kaynak bulma konusunda faaliyet içinde olmuş, Eğitim
vergisinin düzenli bir şekilde toplanması ve çeşitli vakıf gelirlerinin maârif
bütçesine bağlanması gibi hususlarda çalışmıştır.[237] Bu nedenle bölge halkının yeni usûl ile yapılan
eğitimi tanıması için çalışmak da yine bir maârif müdüründen beklenen işler
arasındadır.[238]
Ken’ân Rifâî buradaki görevi sırasında dış müdahaleler
dolayısıyla bölgede sayıları süratle artan yabancı okulların usulsüzlükleri ile
mücadele etmek durumunda kalmıştır. Tedricen ve harici müdahalelerle açılan bu
kurumlar aynı zamanda mensup oldukları zümrenin nüfûzunu da temsil ettikleri
için Osmanlı devletinin bölgedeki varlığına yönelik açık bir tehlike durumundadır.
Tehlikenin en aza indirilmesi için maârif müdürlerinin devamlı surette yabancı
okulları teftiş ederek böylelikle okulların sayısını müfredatlarını ve
faaliyetlerini kontrol altına alması gereklidir. Halkın infialine neden
olabilecek hadiseler karşısında tetikte olmak ve gerektiğinde inisiyatif almak
da yine bölge maârif müdürlerinin görevleri arasındadır.[239] Ken’ân Rifâî Manastır Maârif Müdürlüğü’nde olduğu
gibi, Kosova’daki görevi sırasında da yukarıda saydığımız konularla
ilgilenmiştir.
1896 yılı Kosova Salnâmesi’nden anlaşıldığı kadarıyla
Ken’ân Rifâî, bu dönemde aynı zamanda maârif meclisinin de reisidir.[240] Ayrıca bölgenin ümit vadeden Mekâtib-i İdâdî-i
Mülkîsi’nde İdâdî’nin Fransızca öğretmenliği ile Hey’et-i Ta’limiye bünyesinde
geçen Mekteb-i İdâdî Mübâyaat Komisyonu reisliği gibi bazı tali görevleri
vardır.[241] Ken’ân Rifâî bu dönemde maârifin genel işlerinin yanı
sıra öğretmenlik yapmaya devam etmiştir. Rifâî’nin eğitimle ilgili farklı
görevleri aynı anda yürütmesi ona okulların ihtiyaçlarını tespit etme ve
uygulama geliştirme konusunda kolaylık sağlamıştır. Rifâî’nin yürüttüğü
Mübayaat Komisyonu reisliğinin anlamı üzerinde de durmamız gereklidir. Esâsen
maârif meclisinin tam olarak teşekkül etmediği bölgelerde muhasebe kalemi,
maârif meclisi başkanı ya da müdür gibi hareket ediyor ve bölge maârifinin
görevleri bu birimden soruluyordu. Rifâî’nin bölge maârif müdürlüğü ile beraber
heyet-i tâlimiyenin mübâyaat komisyonu reisliğinde bulunması, ona maârif ile
ilgili karar alma ve uygulama gücünü birlikte vermiştir. Ken’ân Rifâî bu görev
dahilinde alım satım işleriyle ve Maârif Nezâreti kasasına girmesi gereken
alacakların takibiyle ilgilenmiştir.[242]
Rifâî’nin
hassasiyet gösterdiği hususlardan bir diğeri, bölgenin ümidi ve parlayan
yıldızı durumundaki Mekteb-i İdâdî-i Mülkî’dir. O dönemde Mekâtib-i İdâdî-i
Mülkî, Balkanlar’ın ve özellikle Kosova’nın en iyi okullarından biridir. II.
Abdülhamid’in isteğiyle açılan okul yine sultanın maddi manevi desteği ile
faaliyettedir.[243] Esasen Kosova vilayeti “usûl-i cedîde”[244] denilen yeni öğretim metodlarının ve maârif
alanındaki birçok ıslahatın tatbik sahası durumundadır. Bu dönemde ilk ve orta
öğretimdeki yeniliklerin ulaşması istenen seviyeyi göstermesi bakımından
İdâdi-i Mülkî bir örnek teşkil etmiştir.[245] İdâdî-i Mülkî’nin o dönemki işleyişi hakkında bölge
salnamesinde şu bilgiye rastlanmıştır:
“İş bu mekteb feyz-i mükesseb, asr-ı guzîn-i Hazret-i
Şehinşâhî’nin âsâr-ı âlîsinden olup 1306 senesinde minhârî olarak küşâd
olunmuştur ve bu sene-i mübârekede leylîye tahvili icrâ buyurulmuştur. Yirmi
beşi leylî ve yüz dördü nehârî olmak üzere 129 nefer talebeyi hâvîdir.”[246]
Bölge
maârifinin sembolü durumundaki Mekteb-i İdâdî, maârifin en çok önem verdiği
konulardan biridir. Ken’ân Rifâî bu amaçla mektebin dahili işleriyle de
yakından ilgilenmiştir.
Bu vesileyle dönemin maârif anlayışının en önemli
terimi olan usûl-i cedîde terkibini biraz daha açmamız faydalı olacaktır.
Usûl-i cedîde daha öncede belirttiğimiz gibi Selim Sabit Efendi tarafından
ortaya atılmış ve sonrasında Maârif Nizamnâmesi’nde dile getirilen eğitim
reformlarını karşılamak üzere kullanılmış bir tabirdir. Burada biraz daha
açacak olursa usûl-i cedîde denilince anlaşılan şey, sınıflardaki öğrenci
sayısından öğretmenin sahip olması gereken niteliklere kadar eğitimin maddi ve
mânevî hemen bütün unsurlarındaki yeniliklerdir.[247] Abdülhamid’in saltanatı süresinde dönemin eğitim
anlayışı söz konusu yeniliklerin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaştırılmasına
odaklanmıştır. Rifâî de bu dönemde maârif müdürlüklerinde bulunduğundan söz konusu
ıslahatların yapılandırılma ve yaygınlaştırılmasında aktif olarak çalışmıştır.
Nitekim Ken’ân Rifâî’nin Kosova Maârif Müdürlüğü bu
anlamda onun en faal olduğu dönemlerden biri olarak karşımıza çıkar. Söz gelimi
onun müdüriyeti döneminde vilâyetteki kütüphane ve mektep sayısında artış
görülmüştür. Kosova’da ilk sanayi mektebi için teşebbüs, yine onun görev süresi
içinde gerçekleşmiştir. Rifâî genel anlamda bölgedeki Türk ve yabancı okulların
teftişinden ve teçhizatından sorumlu olmakla birlikte, yabancı okulların
teftişinde daha etkili olarak görev yapmıştır. Bunun sebebinin Ken’ân Rifâî’nin
yerel halkın lisanı olan Rumca ve Bulgarcaya vâkıf olmasıdır. Böylelikle Rifâî
yalnızca tebeanın yazışmalarına değil fakat okullarda okutulmak üzere kaleme
alınan kitapları da teftiş edebilmektedir.[248]
Ken’ân Rifâî Manastır Maârif Müdürlüğü’nden
Kosova’daki görevine becâyiş usûlüyle tayin edilmiştir. Bunun nedeni ise
Kosova’da görevde olan maârif müdürünün usulsüz uygulamalarıdır. Maârif
müdürünün usulsüz uygulamaları nedeniyle bölgede hassas olan dengeler Osmanlı
Devleti aleyhine döndüğünden, durumun tekrar kontrol altına alınması için
ehliyetli bir maârifçiye ihtiyaç hasıl olmuştur. Becâyiş usûlüyle Kosova’ya
nakledilen Ken’ân Rifâî’in bu çetrefilli durumların içinden çıkması ve bölge
maârifini düzenlemekle birlikte yabancı okulların hassas olan vaziyetini de
çözmesi beklenmektedir.[249] Ken’ân Rifâî Kosova’da çeşitli güç odaklarının her an
değişen dengelerini takip ederek, maârifin taleplerini yerine getirmeye ve
Osmanlı devlet haysiyetini koruyacak uygulamalar ortaya koymaya çalışmıştır.[250] Kosova’da Rumlar ve Bulgarlar, okul açıp kendi
dillerinde eğitim almalarına rağmen Sırpların kendi dillerinde eğitim
alamamaları, onların Balkanlar’da haksızlığa uğradıklarını iddia etmelerine
sebebiyet verir ve kendi okullarını açmak isterler.[251] Nitekim Sırp mekteplerinin açılması, sâbık maârif
müdürü zamanında gerçekleşmiş ve onun da yerinden olmasına sebep olmuştur.
Ken’ân Rifâî de öncelikle bu hususla ilgilenmiştir. Rifâî durumla ilgili olarak
öncelikle Kumanova’da usulsüzce açılan Sırp okulunu kapatmış, bunun üzerine
Sırp halkı, kendilerine haksızlık yapıldığı yönündeki iddialarını mahkemeye
taşımıştır. Maârif Müdürü Ken’ân Rifâî, okul açma girişimlerinde usulsüzlükleri
nedeniyle bu dönemde Sırp okulunun açılmasına mani olmaya çalışmıştır. Buna
karşın Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle ilerleyen zamanlarda hükûmet ve
dolayısıyla Maârif Nezâreti’nin bu husustaki söylemi Sırplar lehine olmak üzere
değişmiş, vilâyette Sırp mektebi açılmasına izin verilmiş ancak maârif
müdürünün bu okulu yakından takip etmesi emredilmiştir. Bu hadise üzerine
maârif müdürleri nazik[252] bir konu olan tebaa okullarıyla ilgili kararlarda
nezârete sormadan iş yapmamaları hususunda uyarılmıştır.[253]
Bu süreçte alınan tedbirlere rağmen hükümet ve Maârif
Nezâreti bölgedeki yabancı okullar meselesini tam olarak çözüme
kavuşturamamıştır. Esasen sorunun devam etmesinin en temel nedeni, okul açma
konusunu özgürlük arayışlarının sembolü haline getirmiş Osmanlı uyruklarının bölgede
menfaati olan Avrupa devletlerinin desteğini almış olmalarıdır. Tebea arasında
devam eden üstünlük ve özerklik arayışı, her unsurun kendi dil ve kültürünü
yeni nesillere aktarabileceği eğitim kurumları üzerinden yapılmaktadır. Durumun
farkında olan Maârif Nezâreti, Anadolu ve Balkanlar’da tebaa okullarının
açılmasına dair bir seri tedbir alarak maârifin bu bölgelerde teftişi amacıyla
çeşitli uygulamalar geliştirmiştir.[254]
Ken’ân Rifâî’nin Kosova vilâyetindeki çalışmalarının
mahiyetini anlayabilmek için ona destek olan iki önemli ismi tanımakta fayda
vardır: Teselya Kumandanı Müşir Edhem Paşa ve Kosova vâlisi Hafız Paşa.[255] Bu iki isim vilâyetin asayişinden maârifine kadar,
her alanda kuvvetlenmesi için birlikte uyumlu bir çalışma yürütmüştür. Ferik
Edhem Paşa ikinci mabeynci Osman Bey’in damadıdır ve yâverândandır.[256] Sadrazam Mehmed Esad Safvet Paşa,[257] Sadrazam Ali Rıza Paşa,[258] Sadrazam Sâlih Hulûsî Paşa[259] dönemlerinde kumandanlık yapmış ve bir dönem Tevfik
Paşa’nın kabinesinde Harbiye nazırı olarak görevde bulunmuştur. 1895’te Hafız
Paşa valiliğe gelinceye kadar bir süre Kosova valilik ve kumandanlık
vazifelerini birlikte üstlenmiş olan Edhem Paşa, vazifenin gerektirdiği
vasıflara sahip kararlı ve cevval bir şahsiyet olup[260] bu dönemde Yunan çetelerine karşı mücadelesiyle
dikkat çeker.[261] Rifâî Hafız Paşa’nın vâlilik görevine gelişinden
sonra bölgede eğitimin gelişmesi adına daha uygun bir ortama kavuşmuştur.
Gerçekten Vâli Hafız Paşa Bağdat’tan Kosova’ya gelir
gelmez vilâyetin asayişini kontrol altına almakla emniyeti tesis etmiş ve
böylece diğer çalışmalara da hız kazandırmıştır. Hafız Paşa vilâyeti karış
karış gezerek asayişle ilgili tedbirler almış, tedbirlerin tatbikinde hükümetle
iş birliği halinde olmuş ve uygulamaları ile halkın saygısını kazanmıştır. Bu
dönemde Vâli Hafız Paşa ve Müşir Edhem Paşa’yı en çok uğraştıran konu hükümet
aleyhine çalışan eşkiya çeteleridir. Vâli komiteleri devamlı kontrol altında
tutmak adına sınır boyunca çetelere karşı mücadele vermiştir. Bu taife içinde
avânesi ile birlikte I. Dünya Savaşı sonrasına kadar bölgede sorun çıkaran
eşkıya reisi Rüstem Kabaş,[262] bölge vâlisini en çok uğraştıranlardandır. Ken’ân
Rifâî’nin bu noktada gönüllü olarak meseleye dahil olduğu görülür. Hafız
Paşa’nın Şar Dağları’na yerleşen Rüstem Kabaş ve ekibini ele geçirmeye
çalıştığı bir dönemde Ken’ân Rifâî bu dağların arkasındaki okulları teftişe
yönelmiştir.
Ken’ân Rifâi mektepler kazandırmak niyetiyle çetelerin
mesken tuttuğu Şar Dağı’nı aşıp Kalkanderen ve Prizren’e gitme arzusunu
bildirdiğinde, Vâli Hafız Paşa ve Müşir Edhem Paşa Şar Dağları’nın komita
yatağı olduğunu ve tehlikeli olduğunu hatırlatarak onu men etmeye çalışmıştır.[263] Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in bu hususta kararlı olduğu
anlaşılınca, dağların ardındaki bölgeye selâmetle ulaşması için yanına birkaç
jandarma verilmiştir. Ken’ân Rifâî yola çıktıktan kısa bir süre sonra yanına
verilen jandarmayı da evine göndererek Şar Dağları’nın zirvesine doğru
tırmanmaya başlamış, zirveye ulaştığında meşhur Rüstem Kabaş ve avânesi ile
karşılaşmıştır. Rifâî’nin, eşkıya grubuna Arnavutça merhaba anlamına gelen
“tunyatiyata” diyerek selam verdiği ve bir süre sohbet ettikten sonra güvenli
bir şekilde yoluna devam ettiği kaydedilir.[264] Bu teftişinden sonra Kosova’daki çalışmaları Maârif
Nezâreti’nin dikkatini çeken Rifâî, bölgedeki hizmetlerinden ötürü rütbeyle
terfi ve taltif edilmiştir.[265] Hafız Paşa’nın Rüstem Kabaş’ın yaptırdığı kuleyi
yıkıp avânesini dağıtması ve bu hizmetlerine karşılık birinci rütbeden Nişân-ı
Osmânî ile taltif olunması da hemen aynı dönemdedir.[266]
Ken’ân Rifâî’nin Kosova’daki mânevî yaşantısına
gelindiğinde, onun tecrübelerini daha iyi anlamak adına o dönemdeki tasavvufî
oluşumlara kısaca temas etmemiz gerekir. Malum olduğu üzere, XIX. yüzyılın
ikinci yarısında Kosova’da yaklaşık on tarîkat etkindir ki bunlar Halvetî
(Ramazâniye ve Sinânî kolları), Kadirî, Sâdî, Melâmî, Rufâî, Bektâşî,
Nakşibendî, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî (ö. 656/1258) ve Mevlevî tarîkatlarıdır. Raif
Vırmiça, bölgedeki oluşumları incelediği eserinde Rifâîlik tarikatının Halvetî
ve Kadirî tarikatlarına nisbetle daha geç geliştiğini ve Rifâî tekkelerinin
yine bu iki tarîkata kıyasla daha sonra kurulduğunu kaydeder.[267] Ken’ân Rifâî’nin bu dönemde Kosova’da etkin olan
Rifâî tekkelerinden biriyle olan irtibatı hakkında Ayverdi bazı bilgiler verir.
Yazarın anlatımına göre Kosova’nın en eski Rifâî dergâhlarından birine
intisaplı olan altmış yaşlarındaki Seyyide Hanım, bir gün Ken’ân Rifâî’nin
kapısını çalarak kendisini müridliğe kabul etmesini rica edince, Rifâî bu
konularla ilgisi olmadığı yönünde bir cevap vermiştir. Seyyide Hanım ertesi gün
tekrar Rifâî’nin evine gelerek, vefat etmiş olan büyükbabasının mânâ âleminden
Rifâî’ye gönderdiği selamı iletmiş ve tekrar dervişliğe kabulünü talep
etmiştir. Bu gidiş gelişler neticesinde, Seyyide Hanım Ken’ân Rifâî’nin ilk
müridlerinden olarak kayda geçmiştir.[268] Balkanlar’ın genelinde olduğu gibi, Kosova’ya da
İslâm’ın girdiği ilk günlerden itibaren tasavvuf etkili olmuş ve tarîkatlar
burada yaygın olarak faaliyette bulunmuştur. Rifâîyye tarîkatı da bunlardan biridir.
Seyyide Hanım bölgenin en köklü Rifâî dergahlarından birine mensuptur.[269] Metin İzeti’nin Balkanlar’da Tasavvuf adlı
çalışmasına göre, o dönemde Üsküp’e bağlı Prizren’de faaliyette olan üç Rifâî
tekkesi vardır. Bunlardan Şeyh Cemal ve Şeyh Edhem Efendi tekkeleri günümüze
kadar faaliyetlerine devam etmiş olup Seyyide Hanım’ın bağlı olduğu tekkenin
Şeyh Edhem Efendi tekkesi olması muhtemeldir.[270]
Ken’ân Rifâî’nin, Kosova’daki yaşantısının
ayrıntılarına gelindiğinde öncelikle ailevi durumuna bakmak gerekir. Rifâî
Kosova’da iken annesi Hatice Cenan Hanım yanındadır ve babası Abdülhalim Bey
ise onları zaman zaman ziyaret etmektedir. Ken’ân Rifâî, Kosova’da iken anne ve
babasının yanında olduğu bir dönemde ilk evliliğini gerçekleştirir. Şeyh,
Kosova günlerini yad ederken, orda tanıştığı Galip Bey isminde bir zâttan
bahseder. Galip Bey Üsküp eşrafından oldukça varlıklı bir kimsedir. Ancak bu
zâtın yaşam tarzı, maddî durumuna nispetle oldukça mütevâzîdir. Galip Bey
varlıklı durumuna rağmen kendi konağının sadece iki göz odasında yaşamaktadır.
Rifâî, babası Abdülhalim Bey ile birlikte, bahsi geçen kişiyi Üsküp’teki evinde
ziyaret ettiklerini ve ziyaret sırasında Galip Bey’in onlara kendi elleriyle
hazırladığı kahveyi ikram ettiğini kaydeder. Bu anekdot bize Abdülhalim Bey’in
Kosova ziyaretleri ve ailenin bölge eşrafıyla olan irtibatları hakkında bilgi
vermesi bakımından önemlidir. Aynı anekdot Rifâî’nin tasavvufî neşvesi
açısından değerlendirildiğinde ise bu anlatının hangi bağlamda dile
getirildiğine bakmak gerekir. Rifâî, bu hatırayı melâmet bahsi içerisinde
anlatır ve Üsküp eşrafından Gâlip Bey’in halinde melâmet işaretleri bulunduğuna
dikkat çeker. Rifâî “İşte nefse melâmet böyle olur. Yoksa sokak sokak türlü
kıyafetle ve rezîlâne bir şekilde gezmekten ne çıkar?”[271] diyerek konuyu tasavvufî bir meselenin izahı ile
tamamlar.
Ken’ân Rifâî, 1895 yılı içerisinde geçirdiği bir kalp
rahatsızlığı sebebiyle Maârif Nezâreti’nden izin istemiş, bunun üzerine nezâret
tarafından “etıbbânın tavsiyesiyle tedâvi için”[272] bir ay süreyle Dersaâdet’e gitmesi için kendisine
izin verilmiştir.[273] İzin belgesinin tam metni: “Maârif Müdürü Ken’ân Bey
kalp hastalığına tutulduğundan etıbbânın tavsiyesiyle tedavi için raporu bâdehû
[Maârif] Nezâret-i Celîlesi’ne takdim olunmak üzere bir ay süreyle Dersaâdet’e
gitmek istediğinden müsaade-i nazâretpenahileri”276 [274] şeklindedir. Şeyh altmış yıllı aşan çalışma hayatı
boyunca buna benzer başka bir sorunla karşılaşmamıştır. Buna istinaden söz
konusu rahatsızlığın Kosova’daki gerilimli çalışma ortamından kaynaklanan
geçici bir durum olduğu kaydedilebilir.
Ken’ân Rifâî, Trabzon’a tayin edilmeden evvel
Kosova’da görevli olduğu sırada Sicill-i Osmânî’den hal tercümesini talep
etmiştir. O dönemde tertip edilen bu belge ışığında Rifâî ile ilgili farklı
kaynaklardan gelen malumatın sağlamasını yapmak mümkündür.[275]
Ken’ân Rifâî, Kosova’da görevli iken İngiltere
kraliçesi Victoria’nın (ö. 1901) damatlarından birinin Kosova’dan geçeceği
haberi üzerine, bu üst düzey misafire Üsküp’teki ikameti sırasında mihmandarlık
etmekle görevlendirilmiştir.[276] Ken’ân Rifâî, mihmandarlığı sırasında, prens ile
yakından ilgilenmiştir. İngilizce ve Fransızca gibi Avrupa dilleriyle konuşarak
prensin Osmanlı Devleti’nin yüksek düzey bürokrat tipini yakından tanımasına
vesile olmuştur. Ken’ân Rifâî prens üzerinde yarattığı tesir ve onunla kurduğu
yakınlığa istinaden sohbet sırasında İngiliz donanmasının daha ne kadar
Selânik’te kalacağını sormuştur. Prens bu sohbet sırasında Osmanlı Devleti’nin
konuyla ilgili endişelerinden habersiz olarak donanmanın kısa süre sonra
Selânik’ten ayrılacağı yönünde bir bilgi vermiştir. Ken’ân Rifâî mihmandarlık
vazifesini tamamlayıp prensi uğurladıktan sonra, aldığı bu bilgiyi vali Hafız
Bey’e iletmiş vali de bu müjdeli haberi bir telgrafla doğruca Mabeyn’e aktarmıştır.
O dönemde, bu tür güzel haberler, ekseriyetle İstanbul’dan gelen bir taltif ya
da ikram ile neticelenmesi alışımış bir durumdur. Hadise’nin bundan sonrasını
Ayverdi şu şekilde nakleder:
“Fakat bu sırada vali Hafız Paşa’nın, maârif müdürünün
dirayetini Mâbeyn'e bildirmiş olmasının semeresi yüz göstermiş ve Üsküp Maârif
Müdürü’ne ‘ihsân-ı şâhâne’ çıkmıştır. Ne ki vilâyetle saray arasındaki muhabere
sona erinceye kadar bu makama, câhil denecek kadar zayıf ve kültürsüz bir adam
getirilmiştir ve ihsân-ı şâhâne, selefi zamanında cereyan eden vukûattan
bihaber olan bu adamcağıza nasip olmuştur.”[277]
Ken’ân Rifâî’nin, meselenin iç yüzünü öğrendikten
sonraki tavrı ve bu olayı yorumlayışı, onun mutasavvıf kimliğini ve mânevi
dünyası hakkında bilgi vermesi bakımından önemlidir.
Ken’ân Bey’in bu dönemdeki faaliyetlerini genel olarak
değerlendirecek olursak, Maârif Müdürü olarak Kosova’da yürüttüğü vazifede
patriyarkal bir idareci kimliğinin ön planda olduğunu söylemek mümkündür.
Patrimonyal olarak da ifade edilen bu idare tarzında, idarecinin sorumlu olduğu
bölgede insiyatif alarak uygulamada bulunması söz konusudur.[278] Bürokrasi açısından Osmanlı modernleşme dönemi,
patriyarkal bürokrasiden yasal bürokrasiye geçiş girişimlerine şahit olmuştur.[279] Ancak hükümetin müdahele konusunda yetersiz kaldığı
bölgelerde, bölge şartlarına vakıf olan yerel idareciler, zaman zaman
meseleleri kendi insiyatiflerini kullanarak çözümlemek durumunda kalmışlardır.
Rifâî’nin Kosova Maârif müdüriyeti sırasında, hükümetle irtibatlı olarak bölge
sorunlarını halletmeye çalıştığı, fakat acil müdahele gerektiren durumlarda
yerel idarecilerle işbirliği yaparak pratik çözümler ürettiği de
anlaşılmaktadır. Osmanlılık bilinci içinde, birliğin muhafazası için
yetkilerini kullanmıştır. Ken’ân Rifâî’nin, irtibatlı olduğu tebaayla olan
ilişkilerinde insana hürmet anlayışla hareket ettiği ve burada yaşadığı
zorlukların onun mânevî olgunluğunu hızlandırıcı bir etkisi olduğu
söylenebilir.
Trabzon yılları (Mart 1896 - Ocak 1897)
Ken’ân Rifâî, 20 Mart 1896 tarihinde Trabzon vilâyeti[280] Maârif Müdürlüğü’ne nakledilir. Rifâî, aynı esnada
öğretmenlik görevine devam ederek Hıfzu’s-Sıhha, Fransızca, Mâlûmat-ı Fenniyye
[Fen bilgisi] ve Coğrafya dersleri vermiştir.
Yukarıdaki ifadeler nakil hadisesinin resmî tarafını
teşkil eder. Rifâî’nin Trabzon’a nakledilişinin mânevî yönü ise bir “incizâb”
hikâyesi ile izâh edilir. Aktarımlara göre Trabzon’da ikamet eden Mehmet Baba
adlı meczup bir zât vardır. Rifâî ve annesi Trabzon’a taşındıkları gün,
Trabzon’un meczuplarından bu zât, derhal Rifâî’nin hanesine gelerek kapıyı
çalıp içeri girmiş, halk içindeki meczup halinden sıyrılarak, son derece
mutedil bir ifade ile, Hatice Cenan Hanım ve Ken’ân Rifâî’nin Trabzon’a
gelmeleri için uzun süredir dua ettiğini bildirmiştir. O günden sonra Mehmet
Baba’nın, sık sık Rifâî’nin evine geldiği ve oradaki mânevî sohbetlere devam
ettiği bu hususta nakledilen bilgiler arasındadır. [281]
Bu dönemde Trabzon Medreselerindeki öğrenci sayısı
dört yüz elli civarındadır.[282] Ken’ân Rifâî’nin vilâyet Maârif müdürü olarak göreve
başladığı 1897 yılı itibariyle, Trabzon’da iki idâdî mevcuttur. Bu okulların
öğrenci profiline bakıldığında aralarında kız öğrenci bulunmadığı ve dört
öğrenci hariç diğerlerinin Müslüman kesimden olduğu görülür.[283]
Ken’ân Rifâî’nin Trabzon Maârif müdürlüğü sırasında en
çok ilgilendiği mevzular, maârifin mali meseleleridir. Yazışmalardan
anlaşıldığı kadarıyla, gelir gider cetveli, vâridât, senetler, hasılât-ı
umûmiye defterleri ve melfûfatı takip etmek yine öncelikli olarak müdürün
bizzat ilgilendiği konulardır.[284] 1896 yılı itibariyle vilâyet-i Trabzon’un çeşitli
rüşdiyelerinden mezun olacak öğrenciler için, süratle beş yüz adet şehâdetnâme
gönderilmesi yönündeki talebi, bölge rüşdiyelerinin durumu hakkında genel bir
bilgi vermesi açısından kayda değerdir. İdâdî için istenen şehâdetnâme sayısı,
rüşdiyeye göre daha azdır.[285] Maârif müdürü Ken’ân Bey merkezden taşraya kadar
eğitim-öğretimin ihtiyacı, eğitimcinin çalışma şartları ve performans
durumlarıyla ilgilenmiştir. Ken’ân Rifâî’nin çalışanların performans durumunu
takip ederek izin taleplerini Maârif Nizamnâmesi’ne uygun olarak değerlendirmek
konusunda hassastır. Özel hayatında para ile ilgili işlerden -hata yapmak
tehlikesi sebebiyle- çekinen Ken’ân Rifâî, maârif vazifesi gereği mali işlerle
ilgilenmek durumunda kalmıştır. Bununla berâber Ken’ân Rifâî, evrakların
tertibinden anlaşıldığı üzere maârifin mâli konularında hata yapmamak adına
titiz bir şekilde çalışmaya gayret göstermiştir.[286]
Ken’ân Rifâî’nin Trabzon’da irtibatlı olduğu
kimselerin başında vâli Kadri Bey (ö. 1903)
bulunmaktadır. Vâli Kadri Bey, Padişah tarafından Trabzon’da ikameti
istenen bir idarecidir[287] ve uzun yıllardır aynı vazifededir. Vâli, Doğu ve
Batı kültür mirasına hâkim, zeki, malumatlı, cerbezeli ve hoşsohbet bir
şahsiyettir. Kadri Bey, 1903 yılında vazifesi başında vefat edinceye kadar on
bir yıl Trabzon valiliğinde kalmıştır.[288] Ciddi
ve disiplinli bir idareci de olan vâli Kadri Bey döneminde, bölgenin temel
meseleleri kontrol altına alınmış ve bölge asayişi konusunda büyük ilerlemeler
kaydedilmiştir. Kaçakçılık, Ermeni komitalarının tehditleri, Gürcü gençlerin
ahlâk sınırlarını zorlayan davranışları, köy ağalarının zorbalıkları bunlardan
birkaçıdır.[289] Kadri
Bey, ünlü muharrir ve Büyük Türk Lügatfnın yazarı Hüseyin Kazım Bey’in[290] babasıdır.[291] Vali Kadri Bey Sultan ile şahsi irtibatı olan bir
zattır. Trabzon Vâliliği’nden önce mâliye müsteşarlığında bulunmuştur. Vâli
Sadrazam Ahmed Cevâd Paşa döneminde sadâret mektupçuluğu vazifesi için
düşünülmüşse de vazife -Kadri Bey irtibatlı olmak şartıyla-Tevfik Bey’e
verilmiştir.[292] Vâli Kadri Bey uzun yıllar Trabzon’daki görevine
devam ederek yine burada vefat etmiştir.
Kadri
Bey’in, ilerleyen yıllarda Ken’ân Rifâî’ye gönderdiği aşağıdaki mektup,
aralarındaki irtibatın mahiyetini göstermesi bakımından kayda değerdir:
4
Zilkade 1319/ 30 Kânûnusânî 1317/ 12 Şubat 1902 tarihli olanından bir kısım:
“Dâvet-i mâneviyye
ile mübeşşer azizim! Allah biliyor ki çoktandır mektup alamadım. Ken’ân-ı
sâhib-i vicdan nerededir, diye tahattur ederken, Medînetü’r-Resûl aleyhissalâtü
vesselamdan yazılmış 1 Eylül 1316 tarihli beşâretnâmenizi aldım. Hukuk-i
insâniyyeye mahsus bayram tebrikine teşekkürle iâde-i tebrik ederim. Gelelim
bahse: Size bu memuriyet ve hizmet, tevcîh-i peygamberi ve ihsân-ı ilâhîdir,
bahtiyarsınız. Mevlâ-yı müteal bu fakire de öyle bir saadet ihsan buyursun,
âmin. O mukaddes mecliste bulunanlar nail oldukları tecellîyât-ı sübhâniyye
nisbetinde gönül pazarlığından hâli olmayıp füyûzât-ı mâneviyyeye mazhar
olurlar .... Evet azizim, öyle tecellîyat ve füyûzâtın mâhiyetini idrak,
varlığa mahsustur. Halbuki sen yoksun, o benlikler vehm ü gümânındır, gâyet-i
rabıta ve teslimiyet ve varlığı izâle ve zuhûra tebâiyet. İnsan geldiği yeri
bilse ve kendisini bilse insan olur ama, o dâniş-i irfanı pazarlık uymayınca
vermiyorlar. Bundan dolayı çok şey söylediler. Halbuki sırr-ı aşkı söyleyen
bilmez, bilenler söylemez.”[293]
Ken’ân
Rifâî, Trabzon’da nisbeten daha verimli bir çalışma ortamı içerisinde
bulunmuştur. Rifâî’nin bu dönemdeki uygulamaları, Trabzon’daki mesaisinin
yedinci ayında bir terfi ve taltif ile neticelenmiştir:[294] “Âtufetli efendim hazretleri, Vazâif-i
memuriyetlerini hüsn ü îfâda müşâhede olan ikdâm ve mesaîleri cihetiyle şâyan-ı
âtıfet-i seniyye oldukları.”[295] Mabeyn’e gönderilen terfi metninde Rifâî’nin
Trabzon’daki vazifeleri esnasında ortaya koyduğu tavır hakkında genel bir bilgi
edinmemizi sağlayan ifadeler mevcuttur:
“Maârif Müdürleri meyânında hasâfet ve liyâkatleriyle
kesb-i temyîz etmiş olan Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân ve Sivas Maârif Müdürü
Hulûsi [efendilere] ... kadar bulundukları müteaddid maârif müdüriyetlerinde
sâdıkane ve mukaddimâne bezl-i mesaî ile hizemât-ı mebrûre ibrâz eylemiş
olduklarına ve vazâif-i me’mûriy etlerine ikmâm ve ehemmiyetleri meşhûr olan bu
gibi kudemâ-i me’mûriyyînin sadâkat-i karine âtıfet-i seniyyeye mazhâriyetleri
şân-ı âli muktezâ-yı celîlinden bulunmasına mebnî gerek kendileri, gerek
emsalleri için mûcib-i şevk ve gayret olmak üzere ...” [296]
Ken’ân Rifâî bir yandan Maârif tarafından terfî ve
taltîf edilirken yine Maârif tarafından bir çalışanın maaş senedine yanlışlıkla
yapıştırdığı eksik pul nedeniyle sorgulanmıştır.[297] Tetkik esnasında ortaya çıkan bu durumun 90 kuruş bir
cezası vardır. Trabzon’un yeni Maârif Müdürü, Ken’ân Rifâî’den bu tahsilatın
yapılmasını uygun görmüş fakat daha sonra hatada muhasebecilerin payı olduğu
ortaya çıkınca kararı geri çekmiştir. Bu durumdan, Ken’ân Rifâî’nin aktif
olarak çalıştığı dönemde, memurların teftişinin titizlikle yapıldığı da
anlaşılır ki dönemin Maârif teşkilatının çalışma prensipleri hakkında fikir
vermesi bakımından kayda değerdir. Nitekim Maârif Nezâreti’nin kısa bir süre
önce taltif ve terfi ettiği yüksek derece bir memurunu, çok küçük bir meblağın
tasarrufu ile ilgili olarak takip etmesi bahsedilen hassasiyetin en açık bir örneğidir.
Ken’ân Rifâî annesinin hastalığı dolayısıyla Maârif
Nezâreti’ne bir telgraf göndererek Trabzon’dan İstanbul’a tayinini taleb eder.
(Kasım 1896) Rifâî, İstanbul İdâsisi Müdür yardımcılığına tayin edildiğini
bildiren telgrafı aldıktan sonra ailesi ile birlikte İstanbul’a doğru yola
çıkar.[298] Ken’ân Rifâî, bahsi
geçen okuldaki görevine başlamadan önce İstanbul’un ilk özel okulu olan
Numûne-i Terakki Lisesi’ne müdür olarak atandığı haberini alır.[299] Rifâî’nin Numûne-i
Terakki Lisesi Müdürlüğü’ne tayininde dönemin Maârif Nâzırı Zühdü Paşa’nın
referansının etkili olduğu nakledilir. Aktarımlara göre, Sultan II. Abdülhamid
Nazır Paşa’yı çağırtarak Numûne-i Terakki’ye müdür olabilecek kapasitede
güvenilir bir isim önermesini ister. Nâzır Zühdü Paşa, Pâdişah’a doğrudan
Ken’ân Rifâî’nin ismini vermiştir. Durumu haber alan Rifâî, Zühdü Paşa’ya
teşekkür ziyaretine gittiğinde, Paşa “bana teşekkür etme. Bunu doğrudan doğruya
Allah yaptı. Pâdişâh, bana, oraya emniyetli bir adamını tâyin et, deyince,
benim de ağzımdan senin ismin çıkıverdi”[300] şeklinde mukabele
eder. Nâzır Zühdü Paşa’nın yabancı okullar meselesi üzerine rapor yazarken
Ken’ân Rifâî ile birlikte çalışmış olmasının onun güvenilir bir isim olarak
Rifâî’yi önermesinde etkili olduğu söylenebilir.
İstanbul yılları (Ocak 1897 - Aralık 1900)
Ken’ân Rifâî’nin İstanbul’da resmî ilk vazifesi
Dersaâdet Mekteb-i İdâdîsi müdüriyetidir, ancak bu vazifeye başlayamadan 14
Ocak 1897 tarihinde şehrî 1200 kuruş maaşla, Numûne-i Terakkî Lisesi
Müdüriyeti’ne ve aynı okulun coğrafya ve Fen bilgisi dersi öğretmenliğine
nakledilmiştir.[301]
Rifâî 1897 Kasım ayı itibariyle İstanbul’a geldiğinde,
şehrin atmosferi çalkantılıdır. İstanbul son üç ayı Ermeni gösterileri ve
Osmanlı Bankası vakası ile geçirmiştir. Bunda Taşnak-Hınçak komitalarının
etkisi büyüktür. Ermeni cemaatinin para yardımı ve mânevî yardımı ile beslenen
teşkilât, 1896 yılında ani bir hücumla Bâbıâli’yi basmış, Osmanlı Bankası’na
yürümüş ve şehir içinde kanlı bir ayaklanma başlamıştır. İstanbul halkı bu
olayın tesirini atlatamadan[302] belki daha trajik iki büyük hadiseyle sarsılmıştır.
Bunlardan biri Çanakkale önlerinde demirlemiş İngiliz Donanması, diğeri ise
Ruslar’ın her an İstanbul’u işgal edebileceği yönündeki söylentilerdir.
İstanbul bu iki vâkıanın yarattığı kasvetli bir hava içindedir.[303]
Ken’ân Rifâî’nin göreve başladığı dönemde İstanbul,[304] her ne kadar Avrupaî unsurlarla karışmış olsa da, en
genel hatlarıyla bir Türk şehri görünümündedir. Bununla birlikte Tanzimat
sonrası İstanbul’u, Batılılaşma’ya ve sosyo-kültürel hayattaki değişimlere
açıktır.[305] Bu dönemde İstanbul ve İstanbul halkı
alaturka-alafranga ifadeleriyle özetlenebilecek bir ikilemin içindedir.
Alaturka-alafranga kavram çiftine indirgenen söz konusu ikilem -dönemin
romanlarına da konu olduğu şekliyle- Doğu- Batı, eski-yeni, geleneksel-modern,
Şarklı İstanbul-Avrupavârî İstanbul şeklinde fiziksel ve psikolojik katmanlara
sahiptir.[306]
Ken’ân Rifâî böyle bir atmosfer içerisinde göreve
başladığında, öncelikle okulun genel başarı durumuyla ilgilenmek durumunda
kalmıştır. Bu durum esasen biraz da Numûne-i Terakkî’nin kurucusu ve sâbık
müdürü Nâdir Bey’in (ö. 1927) vaziyetiyle ilişkilidir.[307] İngiltere’deki tahsilinden sonra yurda dönerek özel
lise statüsündeki Numûne-i Terakkiyi açan Nâdir Bey II. Abdülhamid’in
saltanattan alınmasıyla ilgili planlar içindeyken yakalanmış ve sonrasında
devlet okula el koymuştur. Esasen Müdür Nâdir Bey’in planları, eğlenmek için
gittiği Tokatlıyan Oteli’nde kontrolünü kaybedercesine içtiği bir esnada
padişah aleyhindeki ifadeleri ve bir darbe planını ağzından kaçırmasıyla ortaya
çıkmıştır. Hadisenin artından okul teftiş edilmiş bunun neticesinde başta Nadir
Bey olmak üzere pek çok kişi sürgün edilmiştir. Bu esnada Numûne-i Terakkî’nin
kadrosu da tamamiyle değiştirilmiştir. Okul, Ocak 1897 itibariyle resmî okul
statüsü ile tekrar eğitime açıldığında, göreve gelen ilk müdür Ken’ân
Rifâî’dir. [308]
Ken’ân Rifâî Numûne-i Terakkî müdürlüğüne başladıktan
sonra, hükümetin yakın takibine girmiştir. Zira Numûne-i Terakkî, yukarıda
bahsettiğimiz gibi önceki müdür Nadir Bey’in hükümet aleyhindeki tavrından
dolayı Saray için endişe konusudur ve bu nedenle gözetim altındadır. Bu esnada
Ken’ân Rifâî, ortaya atılan bir ihbar üzerine sorgulanmak amacıyla Mâbeyn’e
çağrılmış, yapılan sorgulama neticesinde şüphelerin yersiz olduğuna kanaat
getirilerek serbest bırakılmıştır.[309]
Ken’ân Bey’in Numûne-i Terakkî Mekteb-i İdâdîsi müdürü
olduğu dönemde, karşılaştığı ilk ve en önemli zorluk, resmî bir idâdî mektebi
statüsünde olmasına rağmen okulun hâlâ özel okul muamelesi görmesidir. Bu
nedenle Rifâî çalıştığı dönemde okulun değişen statüsü dolayısıyla, bazı
vergilerden muaf olduğunu hatırlatmak üzere çeşitli makamlarla yazışmalar
yapmak durumunda kalmıştır. Bu durum Numûne-i Terakkî için 1897-1909 yılları
arasında devam eden bir sorundur. Yapılan yazışmalar da çoğunlukla bu husustaki
zorlukları aşma yönündedir. Mesele 1901 yılında Ken’ân Rifâî’nin Medine’ye
tayinine kadar bu minval üzere devam etmiştir.[310]
Ken’ân Rifâî mektebin yeniden teşkilatlanması
sırasında, okula öğrenci kazandırmak için çalışmıştır. Rifâî’nin okul
ilanlarını yeterli görmeyerek üç defa daha ilan verilmesi yönündeki talebi
karşılık bulmuş ve bu tedbirin ardından öğrenci sayısı artmıştır.[311] Ken’ân Rifâî’nin Numûne-i Terakkî müdürü imzasıyla
Nezâret’e gönderdiği belgelerden anlaşıldığı üzere, Rifâî buradaki görevi
süresince başta öğrenci sayısı olmak üzere, okulun mâli işleri ve memurlarının
çalışma düzeni gibi konularla yakından ilgilenmiştir.[312]
Numûne-i Terakki müdürü Ken’ân Rifâî’nin bu dönemdeki
vazifesi, maârif müdürlüğüne göre daha düşük bir derece olup maaşı da, önceki
görevlerine nisbeten daha azdır. Durum, Maârif Nezâreti tarafından
incelenmiştir: “Numûne-i Terakki müdürü atûfetli Ken’ân Bey’in ifâ-yı vâzife
husûsunda ikdâm ve gayreti müşâhede olunduğu, mektebe müdâvim talebenin gün be
gün tezâyüd etmesiyle de müsbet bulunduğuna ve mümâileyh evvelce almakta olduğu
maaştan daha dûn bir maaşla mekteb-i mezbûr müdüriyetine tâyin kılınmış
olduğuna binâen muvafık re’yü âl-i cenâb.”[313] Maârif Nezâreti tarafından yapılan değerlendirmeler
sonucunda “Numûne-i Terakkî müdürü Ken’ân Bey’in üstün hizmetlerinden dolayı
maaşına zam yapılması” yönünde bir karar alınarak yürürlüğe konulmuştur.
Ken’ân Rifâî bu dönemde Galatasaray Sultânîsi’nden
arkadaşı Server Hilmi Bey’le karşılaşır ve ona Numûne-i Terakkî Lisesi’nin
münhal olan doktorluğunu teklif eder..[314] Rifâî ile Server Bey, Numûne-i Terakkî’deki müşterek
mesâîleri nedeniyle dostluklarında yeni bir dönem başlarlar. Rifâî Medine’de
olduğu dönemde, Server Hilmi Bey ile irtibatına mektuplaşarak devam etmiştir.
Bu mektuplar tasavvufî muhteva bakımından önemlidir. Ken’ân Rifâî, bu dönemde
Muhyiddin İbnü’l-Arâbî (ö. 1240) ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin eserlerinden
yaptığı tercümeleri söz konusu mektuplar aracılığıyla Server Hilmi Bey ile
paylaşır.[315] Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışının inceleneceği
üçüncü bölümde, bu mektuplardan bazıları tasavvufî muhteva bakımından
değerlendirilecektir. Server Hilmi Bey Rifâî İstanbul’a döndükten sonra onun
sohbet halkasında ve hizmetinde bulunmuştur.
Ken’ân Rifâî, İstanbul’a tayininden yaklaşık üç ay
sonra, Medîne-i Münevvere’de görev almak için başvurularda bulunmaya
başlamıştır. Bu başvurunun gerekçesini Rifâî şu şekilde ifade eder: “Bilâhire
ya’ni on sene sonra gördüğüm işâret-i pür beşâret-i Hazret-i Peygamberî üzerine
Medîne-i Münevvere’ye gitmiş ve Mekteb-i İdâdî’nin küşâdı bu abd-i ahkara nasîb
olarak birkaç sene orada hidmet şerefiyle mübâhî olmuş idim.”[316] Medine’de vazife alma yönündeki arayışlarına devam
eden Rifâî, gereken resmî izni kısa sürede alamamıştır. Bu arayışlar sırasında
Medine’ye gidebilmesi için aracı olması ümidiyle Saray’da bulunan ahbaplardan
İsmail Ağa’yı ve onun vesileyle tanıştığı Musâhip Nâdir Ağa’yı sık sık ziyaret
etmektedir.[317]
Osmanlı saray teşkilâtında musahip ünvanı, vezir ve
beylerbeyinden, gerek şahsiyeti gerek bilgisiyle temâyüz etmiş ve padişaha
danışmanlık yapan saray görevlileri için kullanılmaktaydı.[318] Kendi aralarında da bir derecelenme olduğu görülen
musahiplerden, Ken’ân Rifâî’nin irtibatlı olduğu İsmail ve Nâdir Ağa da bu
zümredendir. İsmail Ağa, Topkapı Sarayı Kasr-ı Hümâyun Bekçibaşısıdır[319] ve yakında emekli olmak üzeredir. Nadir Ağa da Yıldız
Sarayı’na arzuhalleri iletmekle görevli ve müşkillerin çözülmesinde anahtar
konumda bulunan, kıdemli bir muhasiptir.[320] Bahsedilen
iki isim o dönemde çeşitli maruzatları dinleyip hâl çaresi bulmakta mâhir iki
saray görevlisidir. Adı geçen müsahipler Numûne-i Terakki müdürü Ken’ân Bey’in
Medine’ye tayin talebinin ilgili makamlara iletilmesinde etkili olmuşlardır.
Ken’ân Rifâî, Medine’ye tayinini beklerken annesi ve
eşi hazırlık yapmak üzere önceden Medine’ye gider ve Şerife Azize Hanım’ın
evine misafir olur. Şerîfe Azize Mekke emîri Abdülmuttalib’in kızıdır. Buna
göre ailenin Mekke emiri ve ailesi ile o günlerin öncesinde tesis edilen bir
hukukunun olduğu söylenebilir. Babası Abdülhalim Bey’in, Hicâz Vilâyeti Posta
ve Telgraf Müdürlüğü’nde bulunduğu dikkate alındığında, söz konusu irtibatın
Abdülhalim Bey’in görevi sırasında kurulmuş olması mümkündür.[321]
Başvurudan iki sene sonra Ken’ân Rifâî, Maârif
Nezâreti tarafından çağrılmış ve Medîne-i Münevvere’de kurulum aşamasında olan
İdâdî-i Hamîdî Müdürlüğü’ne gitme hususunda görüşü istenmiştir.[322] Teklifi derhal kabul
eden Ken’ân Rifâî, ilerleyen yıllarda o günlere ait hislerini “oraya değil
müdürlük veya mubassırlık, hademelikle gönderseler yine gidecektim”[323] ifadeleriyle
aktaracaktır.
Medine yılları (Şubat 1901 - Nisan 1904)
Ken’ân Rifâî 22 Aralık 1900 tarihinde Numûne-i Terakkî
müdüriyeti ile muallimlik vazifesinden kendi arzusuyla ayrılmış ve 14 Şubat
1901’de Medine-i Münevvere Mekteb-i İdâdîsi Müdüriyeti’ne başlamıştır.[324] Aynı esnada İdâdi-i Hamîdî’nin Coğrafya, Tarih,
Türkçe ve Ahlâk dersi öğretmenliklerinde de bulunmuştur. Başladığı tarih
itibariyle, maaşı 1520 kuruştur. Sonraki dönemde mektebin Tarih dersi yerine
Kitâbet ve Mâlûmât-ı zer’iyye (Ziraat Bilgisi) derslerinin öğretmenliğini de
üstlenmiştir.[325]
Ken’ân Rifâî Medine’ye giderken o sırada henüz Hicâz
demiryolu yapılmadığından, İskenderiye ve Mısır üzerinden Yanbuğ’a geçmiş, daha
sonra deve kervanları ile şehre ulaşmıştır.[326] Medîne’ye hasta ve yorgun olarak varan Rifâî,
Medine’nin tek doktoru Emin Efendi isimli bir zâtın hazırladığı ilaçlarla kısa
sürede iyileşerek, vazifesinin başına geçmiştir. Doktor Emin Efendi’nin
ilerleyen yıllarda İstanbul Gurebâ Hastanesi reisliğinde bulunurken de Rifâî
ile irtibatını sürdürdüğü Sohbetler adlı eserde ona yönelik atıflardan
anlaşılmaktadır. İlerleyen yıllarda Medine yangınında harap olan İdâdî-i Hâmidî
binası, doktor Emin Bey’in eşi tarafından tamir ettirilmiş ve akabinde Bâbıâli
tarafından nişan ile ödüllendirilmiştir.[327]
Ken’ân
Rifâî’nin Sicill-i Ahvâl belgesinde konu izah edilirken, Rifâî’nin Numûne-i
Terakkî müdüriyet ve öğretmenliğinden kendi isteğiyle ayrıldığı ve yine
Medine’deki vazifeye kendi isteğiyle gittiği husûsuna vurgu yapıldığı görülür.
Zira İstanbul’da böyle mühim bir görevden sonra Doğu vilâyetlerinde, hâssaten
Hicaz bölgesinde bir vazifeye gitmek, herhangi bir açıklama düşülmemesi halinde
çoğunlukla bir sürgün anlamındadır. Oysa Rifâî’nin tayininde tamamen gönüllülük
esastır. Maârif Nezâreti açısından bu durum sıradışı bulunarak, konu Ken’ân
Rifâî’nin memuriyetiyle ilgili sicil belgesine olduğu gibi aktarılmıştır.
Rifâî’nin aşağıdaki ifadeleri, hadiseye ışık tutması bakımından önemlidir:
“Ben oraya aşk ile gittim. Gözüm başka şey görmüyordu.
İstanbul’da vazifem çok parlaktı. Bu vazifeyi terk ederek oraya gideceğim için
maâriften: Orası çöldür, buradaki güzel işini bırakıp da nasıl gidiyorsun, deli
misin, sen? diyorlardı. Halbuki oraya değil müdürlük, mubassırlık veya
hademelikle gönderseler yine gidecektim. ”[328]
Ken’ân Rifâî, bu işaretin ardından, gereken
başvuruları yapmış, ancak görevlendirilmesi yaklaşık üç yıl sonra
gerçekleşmiştir. Ken’ân Rifâî, Medine’ye geldiğinde[329] Medine İdâdîsi kurulma aşamasındadır. Henüz inşaat
halinde olan ve aslında bir rüşdiye olması planlanan mektep, İstanbul’dan yeni
bir müdürün geleceği yönündeki haberlerle birlikte idâdîye çevrilmiştir.[330] İdâdî-i Hamidî, bünyesinde rüşdiye eğitiminin de
verildiği bir kurumdur.[331] Müdür yardımcısı ve İdâdî’nin öğretmen kadrosunun
tayini, mektep müdürü Ken’ân Bey’in vazifesine başlamasından sonra
gerçekleştirilmiştir. Müdür muavinliğine ve bazı derslerin muallimliğine,
Dârülmuallimîn-i Âliye mezunlarından Tevfik Efendi tayin edilmiştir.[332] O esnada öğrencinin okulda okuyacağı kitap ve
eğitim-öğretimin devamı için gerekli olan materyaller Maârif tarafından
ücretsiz olarak temin edilmiş ve Posta-Telgraf Nezâreti kanalıyla yine ücretsiz
olarak mektebe ulaştırılmıştır.[333] Mükafat töreni tertip edilmesi okulun başlıca
faaliyetleri arasındadır ve bir çok defa gereken evraklar doğrudan
İstanbul’daki Maârif Nezâreti tarafından hazırlanarak mektebe gönderilmektedir.[334] Öğrenci
sayısının devamlı artmasından dolayı Mektep idâresi tarafından sınıf ihtiyacını
karşılamaya yönelik olarak okula ikinci bir sınıf açılmış sonrasında yine
ihtiyaca binaen eğitim ve memur kadrosunda genişlemeye gidilmiştir.[335] Ken’ân Rifâî ve yeni eğitimci kadrosu, kısa bir süre
önce eğitim öğretime başlayan İdâdî-i Hamîdî’nin gelişmesi için birlikte
çalışmışlardır.[336]
Açılış tarihi itibariyle Medine İdâdîsi, muhitinde bir
eğitim-öğretim etkinliğine vesile olmuştur. Buna göre okulun civarında yeni
iptidâî mektepleri açılmış, bu mekteplere yeni eğitim kadroları tayin edilmiştir.[337] Ken’ân Bey, Medine’deki görevini Maârif Nezâreti’yle
irtibatlı olarak sürdürmüş, okulun birçok ihtiyacının mahalli imkânlar
kullanılarak tedârikine çalışmıştır. Rifâî’nin uygulamalarıyla Medine’de
maârifin gelişmesine öncülük ettiği ve yeni usullerin tatbikinde bölge
şartlarına vâkıf olarak, pratik çözümler geliştirdiği söylenebilir.[338]
Gerçekten de Ken’ân Rifâî, Medine’ye idâdî müdürü
sıfatı ile geldiğinde, bir mektebin hizmet verebilmesi için gereken iki temel
unsuru temin etmek durumunda kalmıştır ki bunlardan biri mektep binası, diğeri
de öğrencidir. Okulda toplamda yirmi öğrenci vardır. Rifâî, İdâdî-i Hamîdî’nin
îmârı tamamlanıncaya kadar derslere Harem-i Şerifin çatısı altında başlar:
“Talebeyi toplayıp, Harem-i Şerifte, Hazret-i Peygamber’in huzurunda bir
ağızdan salât u selâm getirmek, benim için en büyük dünya saadetlerinin üstünde
idi.”[339] Bu durum çok sürmemiştir. Rifâî kısa sürede inşa ve
kurulumuna muvaffak olduğu okul bünyesinde, İstanbul okullarından getirdiği en
yeni usulleri (usûl- i cedîde) takip eden bir eğitim programı ile tedrisata
başlamıştır. O vakit Ravza’da yaşadığı sahnelerin benzerlerine mektebin çatısı
altında şahit olmaya başlamıştır: “Medîne çocuklarının rast geldikleri yerde
elimi öpmeleri ve sınıftan çıkacağım vakit veda makamında onlara ‘Fî-emânillâh’
deyip karşılığında ‘Ehlen ve sehlen ve merhaba’ diye cevap vermelerinden
duyduğum lezzeti hiçbir lezzete değişemem!”[340] Ancak yerli, sâdat ve eşraf çocuklarından oluşan
mektepteki talebe sayısının arttırılması gereklidir. Ken’ân Rifâî bu amaçla
Medine’deki eşraf ile civardaki bedevi kabilelerin büyükleriyle görüşmelere
koyulur. Bir devlet okulu olan İdâdi-yi Hamîdî’nin eğitim dili Osmanlıcadır.
Arap öğrenciler için özel olarak bir Türkçe dersi konulmuş ve ders
öğretmenliğini Ken’ân Rifâî üstlenmiştir.
Yukarıda Ken’ân Rifâî’nin, henüz Galatasaray
Sultanisi’nde öğrenci iken, fasih Arapçadan Türkçeye ve Türkçeden Arapçaya
tercüme hususunda başarılı olduğu kaydedilmişti. Bununla beraber Ken’ân Rifâî,
kısa sürede Medine halkının diline de aşina olur. Hatta burada bulunduğu süre
içerisinde Türklere yerel Arapçayı öğretmek maksadıyla Kırk Derste Arapça
isimli bir eser de kaleme almıştır.[341] Dil kabiliyeti ile kısa zamanda Medinelileri
etkileyen Ken’ân Rifâî, ahâlî ve seyyid çocuklarından birçoğunu mektebe çekmeyi
başarır. Ancak Rifâî’nin bununla kalmayarak bedevî kabileleriyle irtibat
kurduğu ve bu bölgeden de okula öğrenci kazandırdığı görülür.[342] Meselenin
eğitimle ilgili hudûdları aşan tarafı ise bedevîlerin Ken’ân Rifâî’ye olan
muhabbetleridir. Ken’ân Rifâî Medîne’de bulunduğu süre içerisinde, Bedeviler
onu çadırlarına davet etmeye, kendi gelenekleriyle ikramlarda bulunmaya ve
olası bir asayişsizlik durumunda ara bulucu olarak ona istinâd etmeye devam
etmişlerdir.[343] Bu gibi aktarımlardan Ken’ân Rifâî’nin öğrenci sayısı
günden güne artan İdâdî-yi Hâmidî’de İstanbul’dan getirdiği en yeni metodları
tatbik ettiği bir tedrisata başladığı ve uygulamaları konusunda şehirli ve
bedevi halkın desteğini kazandığı anlaşılmaktadır.[344]
Ken’ân Rifâî’nin
çalışmaları yerel idarecilerin de farklı bir şekilde dikkatini çekmiştir.
Şeyhü’l-Harem Osman Paşa’nın Rifâî’nin İstanbul’da Numûne-i Terakkî gibi önemli
bir okulun müdüriyetini bırakarak Medine çöllerinde yeni kurulan bir idâdînin
başına gelmesine uzun zaman şüpheyle baktığı ve bu hamlenin arkasında farklı
bir niyet aradığı nakledilir. Ancak bu durum çok sürmemiş Şeyhü’l-Harem Osman
Paşa bir süre sonra müdür Ken’ân Rifâî’nin gayretini görerek, onunla bölge
meselelerini halletmek hususunda iş birliği içinde olmuştur.[345] İlerleyen zamanlarda Paşa Rifâî’nin çalışmalarını
takdir ederek “hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri” için Bâbıâli’ye
istidâlar göndermiştir. Şeyhü’l-Harem’in nezârete ilettiği istidâ metni
Rifâî’nin Medine’deki ilk tasarrufâtı hakkında bilgi vermesi bakımından
önemlidir.
Şeyhü’l-Harem Osman Paşa’nın taltîf metninden[346] Ken’ân Rifâî’nin Medine’deki ilk tasarrufâtı hakkında
şu bilgilere ulaşılır: Ken’ân Rifâî İdâdî müdürlüğüne başladığı gün itibariyle
eğitim ıslahatarını uygulamaya yönünde harekete geçmiş ve İstanbul’a döndüğü
güne kadar aralıksız olarak çalışmıştır. Kurulduğu sırada yirmi beş öğrenciyi
geçmeyen okul nüfusu, müdür Ken’ân Rifâî’nin zamanında günden güne artarak yüz
seksene ulaşmıştır. Ken’ân Rifâî hiç okul yüzü görmemiş bedevî ve şehirli
birçok çocuğu okul ve öğretmen ile tanıştırmıştır. Medine ve civar beldelerin
eşrafıyla müzâkerelere koyularak maârifin bir nimet ve kıymet olduğu gerçeğini
onlara tasdîk ettirmiştir. Nezâretle irtibat kurarak, Medine çevresinde
devletin iptidâî mektepleri açmasına öncülük etmiştir. Osman Paşa, bu gibi
hizmetleri sebebiyle Müdür Ken’ân Rifâî’nin Medine ve civar semtlerde son
derece sevilen ve hürmet edilen bir kimse olduğunu kaydeder.[347]
Medîne ahâlisi Rifâî’ye son derece teveccüh gösterir
ve akşam ile yatsı arasında yapılan toplantılarda mutlaka onu da görmek ister.
Dağıstan kahramanı Şeyh Şâmil’in (ö. 1871) oğlu Kâmil Paşa (ö. 1930),
Şeyhü’l-Harem Osman Ferit Paşa (ö. 1912), Nâibü’l-Harem Halil Ağa, Harem-i
Şerif Müdürü Nizâmeddin Bey, Doktor Emin Efendi, Eczâcı Enver Bey, Medine
yerlilerinden Esat Berrî, Seyyid Safî, Nakîbüleşrâf Seyyid Ali Bâfakih’in
toplantılara katılan isimler arasındadır.[348]
Ken’ân Rifâî’nin eserlerinde, kendi anlatımıyla Medine
dönemine ait anılar oldukça geniş yer tutar. Eserlerinde, bu döneme ait
anekdotları değerlendirmek anlamlıdır. Öncelikle Şeyhe göre Medine şehri
bütünüyle mucizevi haller ve işlerle doludur. Rifâî’nin tabiriyle “pek acayip
bir yerdir. Orada her şey dakîkası dakikasına meydana çıkar.”[349] Bu acayip ve mûcizevi haller cümlesinden olmak üzere
Rifâî’nin eserlerinde yer alan hâtıralar onun Medine’deki hayatının
ayrıntılarını ve Medine ile ilgili his ve kanaatlerini tespit etme bakımından
önemlidir.
İfadelerden anlaşıldığı üzere onun hayatının odağı
Harem-i Şeriftir. Burada metinlerde geçen Harem-i Şerif ifadesi, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’ın Mescidi ve Ravza-i Mutahhara için kullanılan bir terkiptir. Bahsi
geçen isimler Rifâî’nin Ravza-i Mutahhara etrafında buluştuğu kimselerdir.
Örneğin Rifâî, ulemâdan bir zât olan Ali Efendi’den bahseder. Birlikte Harem-i
Şerif’te namaz kıldıkları esnada Ali Efendi’nin yanındaki kimseden
müşteki bir edayla namazının fasit olduğunu ifade etmesi üzerine Ken’ân Rifâî,
“onun hareketlerinden sana ne? Namaz kılarken etrafımızı görmeyecek kadar huzur
içinde olmamız lâzım değil mi?”[350] ifadeleriyle bu zâtı ikaz etmiştir. Bir gün de
Harem-i Şerif’te diz çökerek oturmasından mütevellit vücûdunda duyduğu
rahatsızlığı fark eden bir zât tarafından Rifâî “ya efendi, huzûrunu bozma da
bağdaş kur otur, rahat et, zararı yok!” sözleriyle uyarılmış ve ardından “öyle
ya huzursuz diz çöküp oturmaktansa, huzûr ile bağdaş kurarak oturmak elbet daha
iyi... edep sâde zâhirî hareketler ve görünüşler ile değildir. Sen kalpte
huzûrunu muhâfazaya dikkat et! Çünkü Allah kalbe ve niyete nazar eder. Elverir
ki sen onunla olasın”[351] şeklinde tedib edilmiştir. Rifâî bunların yanı sıra
Medine’de bulunan Fransız mühtedisi Mehmet Ali adlı bir zâttan bahseder. Aşık
bir kimse olan bu zât, genç yaşta ailesini ve işini bırakarak Hz. Peygamber’e
hizmet etmeye gelmiştir. Fansız mühtedi Mehmet Ali Bey, hizmete mani olacağı
endişesi ile Ken’ân Rifâî tarafından teklif ettiği mubassırlık vazifesini bile
reddetmiştir.[352]
Rifâî Sohbetler
adlı eserinde Arif hoca isimli bir müderristen söz eder. Arif hoca, Medine’de
bir Medrese açtığı ve yıllardır orada yaşadığı halde Hz. Peygamber ile manada
müşerref olamamıştır. Arif hoca bu durumu, Medine’ye ziyârete gelen bir Hint
fakirine anlattığında, Hintli tarafından kınanır. Rifâî, hadise üzerine kalbi kırık
olan Ârif hocayı “o cilvedir, üzülmenize sebep olup ecir ve sevaba nâil
olasınız diyedir”[353] sözleriyle
teseli ettiğini söylemektir. Bir başka sohbetinde Harem-i Şerife giderken
Arapça bilmedikleri için huzura girmeye çekinerek delil beklediklerini söyleyen
bir grup Türkistanlı’ya tesâdüf ettiğini kaydeden Rifâî, “delîle hacet yok..
girin, Resûlullah Türkçe de bilir”[354] diyerek onları içeri davet ettiğini belirtir. Ken’ân
Rifâî tarafından aktarılan bu ve bunun gibi pek çok anekdot, Mescid-i Nebevi ve
harem-i şerif odaklı olup bu tür hatıratta en önemli vurgu Medine’nin kendine
has özel ve garip halleri olmasıdır. Bu anlatımlardan Rifâî’nin Medine şehrine
olan muhabbeti ve buradaki ikametinin olgunlaşma sürecine tesirleri hakkında
izlenime ulaşmak mümkündür.
Bu dönemde Rifâî’nin annesi Hatice Hanım ve eşi de
yanındadır. Kızı Hayriye Hanım (ö. 1919) Medine’de dünyaya gelmiştir.[355] Mürşidi Şeyh Hamza er-Rifâî’nin tekkesi Ravza’ya çok
yakın bir yerde olup şeyhin burada kendine has ders halkaları vardır. Ken’ân
Rifâî’nin “bizim bulunduğumuz saâdethâne, Harem-i Saâdete pek yakın idi,
Kubbe-i Saâdet içinde gibi idi”[356] ifadesinden anlaşıldığı üzere, onun evi de Ravza-i
Mutahhara’ya çok yakındır.
Parmaksızoğlu Rifâî’nin Medine dönemini
değerlendirirken “Medine’de çok renkli bir hayat geçiren Ken’ân, burada Hicâz
vâli ve kumandanı Ferik Osman Paşa ile anlayışlı bir çalışma yaptığı kadar,
tasavvufî heyecanlarını da tatmin etti”[357] cümlelerini kaydeder. Bize göre Rifâî, burada
bulunduğu üç yıl boyunca aşk, fenâ ve rızâ gibi tasavvufî hal ve makamları
tecrübe etmiştir. Şiirlerine bakıldığında, Rifâî’nin bu dönemde Hz.
Peygamber’in (s.a.s.) huzurunda geçirdiği murakabe zamanlarından ve Hamza
er-Rifâî’nin terbiyesinde gerçekleştirdiği Rifâî sülûkundan oldukça feyz aldığı
görülür. Sohbetlerinde geçen ve yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz
hatıralardan anlaşıldığı üzere, esâsen Rifâî için Ravza-i Mutahhara’ya yakın
olarak Peygamber şehrinde yaşamak ve orada görev yapmak başlı başına bir zevk
ve vecd sebebidir.
Bu dönemde Ravza-i Mutahhara’da yazdığı ve birçoğunu
bestelediği ilâhî ve naatlar bu anlamda önemlidir. Ken’ân Rifâî Ravza’da kaleme
aldığı naatlarında bir maârifçi ve idâreci kimliğinden öte, bir âşık olarak
karşımıza çıkar.[358] Rifâî hemen bütün boş zamanlarını Mescid-i Nebevî’de
geçirdiğini kaydeder. Nitekim huzurda geçen bu zamanların son derece feyzli
geçtiğini ortaya çıkan naat ve manzûmelerden[359] okumak
mümkündür. Rifâî bu vecd anlarında kaleme aldığı şiirlerinde, noksanını itiraf
ederek Hakk’ın merhametine ve Hz. Muhammed’in şefâatine sığınır. “Bir avuç
toprak vücûdum girdi bahr-i lutfuna” ifadelerinden anlaşıldığı üzere onun için
hayattaki en büyük nimet Allah Resûlü’nün huzurunda bulunmaktır: “Hîç azâd
etmem kabul/ Kurbânınım şâhım meded”[360] ifadeleri de o huzurdan ayrılışın Rifâî’de
uyandırdığı tesiri ifade eden mısralar olarak değerlendirilebilir.
Ken’ân Rifâî’nin Hamza er-Rifâî’ye intisâbı
Ken’ân Rifâî, Medîne’de bulunduğu süre içerisinde
Şeyhü’l-Meşâyih Hamza er- Rifâî’den, Rifâî usûlü ile seyr ü sülûkunu
tamamlayarak icâzetini almıştır.[361] İstanbul’a döndüğünde Meclis-i Meşâyıh tarafından
icazeti onaylanmış ve resmî olarak Rifâî şeyhi unvanını almıştır. Hamza
er-Rifâî o dönemde Medine’de şeyhü’l-meşâyıh olarak hizmet etmektedir.[362]
Hamza er-Rifâî hakkında ulaştığımız Arapça kaynaktaki
bilgiyi burada değerlendirmemiz faydalı olacaktır. Medîne eşrafından olan
Seyyid Hamza bin Ebü’l- Hasan er-Rifâî’nin künyesi Seyyid Hamza bin Ebu’l-Hasan
bin Ahmed bin Mansûr bin İbrahim bin Kasım bin Muhammed bin İbrahim bin Ahmed
er-Rifâî’dir. Rifâî ailesi, Medîne’de halvet ve celvet ehli bir aile olarak ün
salmıştır. Öyle ki Medîne halkı bu aileden birini anmak istediğinde başına
harf-i tarif koymaksızın “falanca kişi Rifâî”dir demesi yeterlidir.[363] Hamza er-Rifâî’nin, tarikat silsilesinde sırasıyla şu
isimler yer alır: Hamza er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî, Ahmed er-Rifâî, Mansur
er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî, Kasım er-Rifâî, Muhammed er-Rifâî, İbrahim er-Rifâî
ve Şeyh Seyyid Ahmed er-Rifâî.
Hamza er-Rifâî 1282/1865-66’da Medine-i Münevvere’de
dünyaya gelmiştir. Babası Seyyid Ebu Hasan er-Rifâî [İbrahim er-Rifâî], annesi
Fatıma bint Seyyid Ahmed es-Semhûdî’dir. Seyyid Hamza beyaz tenli, gözleri
yeşil ile maviye çalan, orta boylu bir zâttır. Güçlü bir hatip olan Hamza
er-Rifâî’nin, etkileyici ancak yumuşak bir sesi vardır. Kaynaklarda Hamza
er-Rifâî’nin, genellikle üzerine enkuri ya da aba giydiği, abasının altına ise
Endülüslülerin de kullandığı şâye denilen, etekleri biraz kısa bir fistan
giydiği söylenmiştir.
Hamza er-Rifâî Mescid-i Nebevî’nin odalarında erken
çağlarında Kur’ân- Kerîm’i hıfzetmiştir. Mescid-i Nebevî halkalarında ders
dinleyerek, Şâfî mezhebinde icazet almış ve Medîne’nin ileri gelen alimleri
arasında fetva verir bir konuma yükselmiştir. Babasının vefatının ardından,
tarîkat şeyhliği ona geçmiştir. Mescid-i Nebevî’nin doğusunda, Büdur
sokağındaki Rifâî Zâviyesi diye bilinen dergâhında, zikir halkaları kurduğu,
istiğfar, dua, ilim ve salavat ile vaktini geçirdiği, meclisine dünyanın farklı
yerlerinden insanların katıldığı kaydedilmiştir.
Medine ileri gelenlerinden Seyyid Hamza er-Rifâî,
heybet ve vakar sahibi bir zât olarak yöneticiler ve halk tarafından sözüne
itibar edilen bir kimsedir. Onun meclisi ilim talep edenlerin ve sorunlarına
çözüm arayanların devam ettiği bir meclistir. Anlaşmazlıklar Hamza er-Rifâî’nin
arabululucuğu ve hakemliği ile aşılmaktadır. Hamza er-Rifâî’nin şöhreti yalnız
Medine ve Hicaz ile sınırlı kalmadığı, sohbet halkası içerisinde farklı İslam
ükelerinden gelen âlimlerin bulunduğu nakledilir. Örneğin, Cezâyirli âlim el-Kutb
Muhammed bin Yusuf Atfiş’in Medine’yi ziyareti sırasında (1303/1885-86)
Mescid-i Nebevî’de tefsir dersleri vermek istediği zaman Seyyid Hamza
er-Rifâî’nin bu hususta aracılığına başvurduğu ve Hamza er-Rifâî’nin de Medine
Müftüsü Şeyh Muhammed Bâlî el-Hanefî’ye durumu ileterek ders için onun
muvâfakatını aldığı nakledilir.
Seyyid Hamza er-Rifâî’nin hayatının evi ile Mescid-i
Nebevî arasında ve çoğunlukla, ibâdet ve zikir ile geçtiği söylenir. Kaynakta
“işte Medine’nin saygın kişilerinden Seyyid Hamza böyle bir hayat sürdü ve
geride ıtrını bıraktı, 1366/1946 yılında Recep ayında çarşamba günü vefat etti”
ifadeleriyle tesirinin orada hâlen devam ettiği kaydedilir. Medine’de hâlen
mevcut olan Rifâî’lerin Seyyid Hamza er-Rifâî’ye dayandığı söylenir. Hamza er-Rifâî’nin
Ahmed, Abdullah, Ebû Safa, Ebü’l-Hüda, Hasan, Kâzım, Muhammed, Mansur ve
İbrahim adında dokuz erkek çocuğu vardır. [364]
Numan
Bey hâli hazırda mevcûd olan Medine Rifâî dergâhını ziyâret ettiğinde Hamza
er-Rifâî’nin oğullarından, İbrahim Rifâî ve Ahmed Rifâî ile karşılaşır. Oldukça
yaşlı olan Ahmed Rifâî, Ken’ân Rifâî’nin Medine İdâdîsi’nde öğrencisi olmuş,
sonrasında bir müddet İstanbul’da bulunarak hukuk tahsili görmüş ve Türkçe
öğrenmiştir. Hamza er-Rifâî’nin oğlu olan Ahmed Rifâî, Ken’ân Rifâî için “büyük
bir zâttı, dergâha babama [Hamza er-Rifâî] ziyarete gelirdi” ifadelerini
kullanarak onun dergahtaki hallerini aktarır. Ahmed Rifâî’nin anlatımına göre
Ken’ân Rifâî, Medîne’ye ve babası Hamza er-Rifâî’nin dergahına geldiğinde fasih
Arapçası vardır. Bunun yanı sıra Rifâî, kısa zaman içerisinde Medine’de
konuşulan yerel Arapça’ya da intibak etmiştir. Ken’ân Rifâî’nin Medîne
İdâdisi’ndeki çalışmalarına da dikkat çeken Ahmed Rifâî, onun işine sadık,
dikkatli ve devamlı bir memur olduğunu kaydeder. Ona göre zekası, edebi,
kibarlığı ve ihlası ile öne çıkan Ken’ân Rifâî, bu özellikleri ile kendisini
hem talebe ve öğretmenlere hem de halka sevdirmiştir. Ahmed Rifâî yine aynı
yerde, Ken’ân Rifâî’nin İstanbul’a dönüşünün ardından, Medinelilerin “artık,
Ken’ân Bey gibi bir müdür zor gelir” dediklerini kaydeder. Ken’ân Rifâî’nin
İstanbul’a yerleştirkten sonra Medineli dostlarıyla irtibatı devam ettirdiği ve
Hacca gidenlerle birlikte onlara selam ve hediyelerini ilettiği nakledilir.
Ahmed Rifâî Ken’ân Rifâî’nin mânevî şahsiyeti için de şu değerlendirmelerde
bulunur:
“[Ken’ân Rifâî] Babamın [Hamza er-Rifâî] duasını almış
temiz bir Müslümandı. Kendisiyle birlikte develerle hacca gittik, gidiş
gelişlerimiz çok feyizli oldu. Kasideleri dinlenirdi. Hem Türkçe hem Arapça kasideler
okurdu. Pederim zikir esnasında Ken’ân Bey’e kaside okumasını söylerdi. Türkçe
kasideleri Arap dervişler dinler, mest olurlardı. Zikre feyz geldiğini
görürdüm.”[365]
Osmanzâde Hüseyin Vassaf (ö. 1929) Sefîne-i Evliyâ’da, Medine’yi ziyaret
ettiği, zaman Hamza er-Rifâî ile görüşerek elini
öptüğünü kaydeder. Hüseyin Vassâf, Hamza er-Rifâî’nin mağrib delili olduğunu
söylerek ve onu “nahif, zarif, edîb, halûk bir insan-ı kâmildir” şeklinde tarif
eder. Vassaf’tan alınan bilgiye göre Hamza er-Rifâî İstanbul’u ziyaret etmiş ve
buradaki Rifâî dergahlarından birinde burhan çıkarmıştır.[366]
Hamza er-Rifâî Dergâhı hakkındaki bilgilerimiz, büyük
ölçüde İbrahim Numan’ın bölgede yaptığı araştırmayla ilgili makalesine dayanır.[367] Bu kaynaktan elde edilen bilgiye göre Hamza
er-Rifâî’nin dergâhı eski Medine çarşısındadır.[368] Dergâh binası taş örgü kemerli, yüksekçe taç
kapılıdır. Buradaki Rifâî Dergâhı şehirle bütünleşmiş bir görüntü arz etmekte
olup ev-dergâh münasebetine uygun olarak tasarlanmıştır.[369]
Dergâh-ev
birlikteliğine uygun bu tasarıma göre, dergâha kemerli bir portalden, üzeri
çapraz tonozla örtülü, iki yanında nişler bulunan bir mahfel vasıtasıyla
girilir. Bu medhal, merkezî ve büyük bir kubbe ile örtülen
tevhidhâneye açılır. Tevhidhânede mihrâbın karşısında yarım tonozla örtülü bir
mahfel yer alır ve oradan geçilen çilehâneye aracılığıyla bahçeye çıkılır.
Numan, dergâh mimarisinin, sâlikin kesretten vahdete seyrini ve sonrasında
vahdetten kesrete seyreden sülûkunu temsil edecek şekilde tasarlandığını
kaydeder. Araştırmacıya göre, tevhidhâneden çilehâneye ve oradan da tekrar
hayata açılan bir kapıdan geçilmesi bu fikri kuvvetlendirir. Dergâhla irtibatı
olan hâne ise Mescid-i Nebevî ve Ravza ile iç içe girmiş gibi Kubbe-i Hadrâ’ya
bakmaktadır. Seyyid Hamza er-Rifâî’nin türbesi de önceleri bu bünye içerisinde
olup daha sonra başka bir yere nakledilmiştir.[370]
Hac vazifesi ve İstanbul’a dönüş
Ken’ân Rifâî, 12 Şubat 1903 tarihinde Mekke’ye giderek
hac vazifesini îfâ etmek için resmî izin istemiş, Zilkade ayı içerisinde “vekil
tâyin etmek ve maâşı tarafınızdan verilmek kaydıyla mezuniyetiniz”[371] şeklindeki cevap ile Rifâî’ye izin verilmiştir.
Ken’ân Rifâî, Tuğgeneral İbrahim Rifat Paşa’nın
gözetimindeki Surre alayına Medine’den katılan hacılar arasındadır. Rifat
Paşa’nın hac ziyaretlerini anlattığı hatıratında 1903 haccı da ayrıntılı olarak
anlatılmış olduğu için, Ken’ân Rifâî’nin hac ziyaretinin ayrıntılarını, bu
eserden takip etmek mümkündür. İran şâhının damadı ve oğlu da hac
ziyaretindedir. Şerif Avnur ve Refik Paşa hacdadır. Surre emîni Mehdi Bey’dir.
Sağlıkla ilgili meselelerin kontrol altında tutulması için o yılki hacıların
sayısı Mekke emiri tarafından sınırlanmıştır.[372]
Ken’ân Rifâî, bu dönemde Maârif Nezâreti’ne tedaviye
muhtaç olduğu yönünde bir telgraf iletmiştir. Bu telgrafta İstanbul’a
gidebilmesi için izin verilmesini talep eder. Bu talebin nezâret içerisinde
birkaç kalemden geçerek değerlendirildiği,[373] ancak İstanbul’a gitmesi için gereken iznin Ken’ân
Rifâî’nin ikinci telgrafı üzerine verildiği anlaşılmaktadır.[374] Ken’ân Rifâî, yerine vekil bırakma ve üç ay için
dönme şartlarını kabul ederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Ancak daha sonra
İstanbul’a ulaştığında zamanının birçoğunun yollarda geçmiş olması ve babasının
rahatsız olması nedeniyle izninin üç ay daha uzatılmasını talep etmiştir.[375]
Rifâî’nin
İstanbul’da olduğu 14 Ocak 1904 tarihinde, onun terfi ve taltifi için Maârif
Nezâreti’ne bir telgraf iletilir.[376] Ken’ân Bey’in terfi ve taltifi için vilâyetten,
Maârif Nezâreti’ne gönderilen talep metni şöyledir: “Medine, Haleb ve Aydın
idâdî müdürleri Ken’ân, Mehmed Faik ve Hasan Tahsin ile Görice İdadisi Hat,
Türkçe ve Kitabet Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık
rütbe ile taltifleri için Bâbıâli’den izin isteği.”[377] Diğeri biraz daha geç tarihli Şeyhü’l-Harem Ferik
Osman Paşa’nın taltif talebidir ki tam metni aşağıdaki şekildedir:
“Maârif Nezâret-i Celîlesine
Atûfetlü Efendim Hazretleri,
Medîne-i Münevvere Hamîdî Mekteb-i İdâdîsi Müdürü olup
bâzı mesâlih-i zâtiyesinin tesviyesi zımnında bu defa mezûnen Dersaâdet'e
azimet eden izzetlü Ken’ân Bey bendeleri mekteb-i mezbûrun bidâyet-i küşâdından
hareketi gününe kadar ibrâz etmiş olduğu âsâr-ı dirâyet ve kârgüzâr-ı şiâr-ı
sıdk ve istikâmet-i mehâsinkârîleri ve husûsiyle mekteb-i mezbûrun küşâdı günü
mevcût olan yirmi beş nefer talebenin bugün yüz seksene kadar terakkîsi ve
mektebin şu intizâm-ı haliyle beraber bir de şimdiye kadar hiç mektep yüzü
görmemiş urban ve bedevân meşâyihiyle dahi bilmüzâkere nîmet-i maârifin kadr ü
kıymetini tasdik ettirerek (Mugaysele, Avâlî ve Hayf) karyelerinde cânib-i
devletten birer mekteb-i ibtidâî tesîsiyle hakk-ı ehakkı halîfe-i
ekremü’l-velîniâm-ı a’zamîde belde-i tayyibe etrâfında meskûn olan umûm urbânın
deavât-ı bîpâyanlarının celb ve istihsâli cümlemizi minnettâr etmiş ve mîr-i
mumâileyh şu hidemât-ı dirâyetkârânesinden dolayı hakîkaten her cihetle taltife
sezâvar görülmüş bulunduğundan mümâileyhin hâiz olduğu rütbesinin bir derece
terfî ve müceddeden bir kıt’a nişân-ı zîşanla da tesrîr ve mürâcaat-ı vâkıasının
dahi teshil ve tervîciyle beraber hakkında muâmele-i iltifatsâzî-i dâver-i
efhâmîlerinin dahî bîdiriğ ve şâyân buyurulması ricâsına bilhassa ictisâr
olundu. Ol bâbda emr ü fermân hazret-i men lehü'l-emrindir.
7 Ramazan 1323
23 Teşrinievvel 1321/
5 Kasım 1903
Şeyhü’l-harem-i
Hazret-i Nebevi ve Medîne-i Münevvere
Nâzın Ferik Osman Ferid bin Hasan”[378]
Ken’ân Rifâî, Medine’den ayrılırken Nakibü’l-eşrâf
Alevî Bâ Fakîh adlı mübarek bir zâtı ziyâret ederek onunla vedalaştığını
kaydeder. Rifâî’nin tarifine göre bu zât Rasûlullah neslinden ve nurani yüzlü
bir kimsedir. Rifâî, Alevî Bâ Fakîh’in kendisini uğurlarken, “bu mazhariyet
sizden başka kimseye olmamıştır. Sizi, bilen seviyor, bilmeyen seviyor. Buna
hayret ediyorum. Bu da Resûlullah Efendimiz’in size karşı teveccühüdür, sizi
tebrik ederim”[379] sözleri ile iltifat ettiğini nakleder. Ken’ân
Rifâî’nin bahsettiği Alevî Bâ Fakîh’in ismine resmi evraklar arasında tesadüf
edilmiştir. Seyyitlerin reisi olarak adı geçen Alevî Bâ Fakîh’in imzası,
Mabeyn-i Hümâyûn Başkitâbet-i Celîlesi’ne gönderilen bir tezkirede bulunmuştur.
Evrakkta imzası olan diğer isimler, Medine-i Münevvere Hanefî Müftüsü ve ileri
gelen Fıkıh âlimine aittir. Alevî Bâ Fakih’in bu belgedeki tam ismi, ed-Dâî
es-Seyyid Alevî Bâ Fakîh. “ed-Dâî” ünvanı ulemâ sınıfından yüksek rütbelilere
verilen bir unvan olması hasebiyle ibarenin kullanımdan bu zâtın Resûlullah
soyundan gelen ve ulemâ sınıfından bir kimse olduğu söylenebilir.[380]
Medine’den ayrılışın Rifâî’de uyandırdığı infiâl ise,
o dönemde Server Bey’e yazdığı mektupta geçen “ah Server’im, Server’im! Buraya
girdikten sonra çıkmak, cennetten cehenneme girmekten daha beterdir”[381] ifadesinden açıkça
anlaşılır.
İstanbul yılları (1904 - 1950)
Ken’ân Rifâî, İstanbul’a yerleşmesinin ardından, önce
11 Mart 1905 Dersaâdet Dârülmuallimîn-i Âliye Şubesi Fransızca muallimliğine[382] ve sonrasında Ocak 1906’da ise teftiş ve muayene
heyetine tayin edilir.[383] Rifâî daha sonra, 5 Şubat 1908’de Maârif Nezâret-i
Celîlesi Teftiş ve Muayene Heyeti azalığına ve oradan da 1 Ekim 1908’de 1500
kuruş maaşla Dârüşşafaka mektebi müdüriyeti ile Fransızca öğretmenliğine
nakledilir.[384] Rifâî, İstanbul’a kesin olarak yerleştikten sonraki
vazifelerini, Seyyidi Ahmed er-Rifâî adlı eserinin son bölümünde,
sırasıyla şu şekilde kaydeder: “Ba’dehu tekrar İstanbul’a gelerek,
Dârulmuallimîn’in sunuf-ı âliyesi Fransızca muallimliğiyle, Te’lif ve Tercüme
Encümeni azalığına, Darüşşafaka Müdürlüğü’nde, Gelenbevî Sultanî Müdürlüğü’nde
ve İstanbul vilâyeti Maârif müfettişliği’nde bulundum.”[385] Bu bilgilerden son ikisi Sicill-i Ahval belgesinde
kayıtlı değildir.
Ken’ân Rifâî’nin göreve başladığı 1905 yılının
İstanbul’u farklı siyâsî düşüncelerin ve yaşam tarzlarının yan yana bulunduğu
bir şehirdir. Galata ile Fatih semtlerinin birbirinden ayrı iki dünyayı temsil
ettiği bu yıllarda, modern dünyanın getirdiği yenilikler ile eski yaşantının
unsurları doğal bir süreç içerisinde kontrolsüz bir terkip oluşturmuştur.[386] Aynı esnada tekke, cami, medrese ve mahalle etrafında
örülmüş günlük hayatıyla Fatih semti, geleneksel yaşantımızı belli ölçüde
muhafaza eden bir görünüm içindedir.[387] Ken’ân Rifâî Fatih’e yerleştiği ve tekkesini açtığı
sırada, sur içindeki hayat harici ve dahili unsurlarıyla, alışıldığı şekliyle
devam etmektedir. Fatih semtinde tasavvufî hayat ise üç yüzü aşan tekke ile
gerek bireysel gerek sosyal hayat üzerinde etkili durumdadır.[388]
dönemde İstanbul’da eğitim kuramlarına bakıldığında şu
tablo ile karşılaşılır: İdâdilere öğretmen yetiştirmek üzere, 1877 tarihinde
Dârülmuallimîn[389] içerisinde bir de Âliye şubesi açılmıştır. Osman Nuri
Ergin’e göre mektebin istenen seviyeye gelmesi 1908 inkılâbından ve özellikle
müdür Said Bey’in idaresinden sonra gerçekleşmiştir. Ken’ân Rifâî’nin
Dârülmuallimîn’deki Fransızca öğretmenliği de aynı döneme tesadüf eder. Rifâî,
Darüşşafaka’daki vazifesine başlayıncaya kadar bir müddet Said Bey’le birlikte
çalışmış ve Dârüllmuallimîn’deki yeni uygulamaların bir parçası olmuştur.
Ken’ân Rifâî’nin müdür olarak atandığı Darüşşafaka (1
Ekim 1908) 28 Mart 1865’te Elifbâ ve Hesap’tan ibaret iki dersle faaliyete
başlamıştır. Okulun hızla yayılan şöhreti nedeniyle kısa zamanda öğrenci
sayısında artış olmuş, bu nedenle ortaya çıkan ek bina ihtiyacı civardaki başka
binalar ile karşılanmıştır. Dârüşşafaka’nın ilk öğretmenleri arasında Namık
Kemal (ö. 1888) gibi önemli bir isim de vardır ki onun Paris’e gidişinden sonra
yerine Trabzon mebusu olan Ali Nakî Efendi ders vermeye başlamıştır. Okul
binası 1872’de tamamlanmış, sonrasında okul öksüz ve yetim çocukların eğitimine
tahsis edilmiştir. Darüşşafaka’nın müfredatı, Galatasaray Sultânîsi’nde verilen
müfredatın aynısı olup eğitim dili Türkçedir. Dârüşşafaka’dan mezun olan Sâlih,
Şevki, Fahri ve Mustafa Efendiler Paris’te tahsile gönderilmiş ve bu mektep
telgraf ve posta idaresi için bir başlangıç noktası olmuştur.[390]
Ken’ân Rifâî, Darüşşafaka Mektebi’nin 1903
olaylarından sonra Maârif İdâresi’ne geçtiği, gönüllülük esasının kalktığı,
öğretmenlerin ücret aldığı bir dönemde idareci olarak göreve gelmiştir. Okulun
statüsü II. Meşrutiyet’in ardından değişmiş, yedi ay süren devir işlemleri
sonunda mektep tekrar Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Ken’ân
Rifâî, mektebin statü değişiminden sonra da müdürlük görevine devam etmiştir.[391] Yazışmalardan anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî bu
görevde iken çoğunlukla okulun değişen durumu nedeniyle yaşadığı sorunlarla
ilgilenmiştir.[392] Yine bu dönemde Rifâî’nin eğitim hayatı sonlanmak
üzere olan öğrenciler için kefil olduğu ve bir an evvel mezun olabilmeleri için
nezâret ile işbirliği içinde çözüm ürettiği görülür.[393] Ken’ân Rifâî, Şubat 1908’de Maârif Nezâret-i Celîlesi
Teftiş ve Muayene Heyeti azalığına atanmış,[394] sonrasında okul idareciliğinden çok Maârif
Nezâreti’nin teftiş ve müfredat hazırlama kurullarında görev almıştır.
1908 yılı Temmuz’unda II. Abdülhamid tahttan indirilerek
II. Meşrûtiyet ilan edilmiş, bu idârî değişimin ardından İstanbul’un birçok
kesiminde hürriyeti anlamlandırma ve hazmetme problemleri ortaya çıkmıştır.
Yeni yönetimin vaad ettiği hürriyet ortamı gerçekleşmediği gibi ortaya çıkan
siyasî istikrarsızlık nedeniyle ülke içinde bölünmeler ve ideolojik ayrımlar
belirginleşmeye başlamıştır.[395] Değişen idârî şartlar ve bahşedilen özgürlük fikri
içerisinde şehrin hemen her kesimi, kendisini ve çevresini yeniden
tanıma-tanımlama sürecindedir. Dönemin nesir ve nazmında da yansımasını bulduğu
şekliyle, şehirde “çıkarcılığın, dalkavukluğun, fitnenin, haksızlığın,
doymazlığın, korkaklığın ve aymazlığın her türlü ahlâkî ve insanî değerin önüne
geçtiği, sosyal bozuklukların had safhada olduğu bir ortam söz konusudur.”[396] Şehir
sanayileşmenin ve farklı dünya görüşlerinin tesiriyle bilinçsizce bir imar
faaliyeti içindedir[397] ve çarpık yapılaşma nedeniyle hırpalanmaktadır.[398] Aynı dönemde şehir halkı idârî tutarsızlıkların neden
olduğu hadiseler altında maddî-mânevî incinmiş ve asayişin olmadığı bir şehir
hayatı içinde yaşamak durumunda kalmıştır.[399]
1908 yılının Mayıs ayında Ken’ân Rifâî bir yandan
Maârif Nezâreti bünyesindeki görevlerine devam ederken diğer yandan da
konağının bahçesinde inşa edilen tekkeyle ilgilenmektedir. Şeyh, Rehber-i
Sâlikîn adlı Rifâî usûl ve âdâbını anlatan kitabının basılması için gereken
başvuruları da yine aynı dönemde yapmıştır. Konuyla ilgili 05 Rebiyülâhir 1326/
27 Mayıs 1908 tarihli ilk değerlendirmenin[400] ardından gelen cevap “Rifâî Tarîkatı Şeyhi Abdülhalim
Ken’ân Efendi’nin yazdığı Rehber-i Sâlikin adlı kitabın basımı sakıncalı
olmasa da bir kere de incelenmek üzere Meşihat’a gönderildiği”[401] şeklindedir. Yapılan incelemelerin ardından Rehber-i
Sâlikîn adlı eser basılmıştır (1327/1909).
Yukarıda geçen yazışmalarda görüldüğü üzere 1908
senesi Temmuz ayı itibariyle Ken’ân Rifâî Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki
belgelerde “Rifâî tarîkatı şeyhi” ve “Rufâiyye meşâyihinden”[402] unvanıyla kayıtlıdır. Bu unvanın kullanılışı
tekkesinin açılmasından öncedir. Rifâî’nin arşivin Maârif ile ilgili
dosyalarında, Bey unvanı ile anılırken, bu tarihten sonra Bey ünvanından çok
Efendi unvanı ile yer almıştır.[403] Burada kullanılan “bey” unvanının sonradan Efendi’ye
dönüşmesi, Ken’ân Rifâî’nin’in maârif vazifelerine ilaveten yüklendiği şeyhlik
görevi nedeniyledir. Zira o dönemde “bey” ünvanı mülk ve toprak sahipleri için
kullanılırken, “efendi” ünvânı çoğunlukla din görevlileri ve tekke mensupları
için kullanılmaktadır.
Ken’ân Rifâî bu dönemde Medine’ye bir vefa ziyareti
için yola çıkar. Bu ziyaret Darüşşafaka’nın devredildiği ve dergâhın
açılmasından önceki döneme denk düşer. Rifâî’nin o yolculuk sırasında yanında
halifesi Hattat Aziz Efendi (ö. 1934) ve üç yâranı daha vardır. Hicaz Demiryolu
tamamlandığı için yolculuk trenle gerçekleştirilir.[404]
Rifâî Mayıs 1911’de gözlerinin gece çalışmaya müsaade
etmemesi nedeniyle görevinden affını istemiştir. Maâriften yazılan derkenâr
üzerine “kudemâ-i me’murîn-i maârifiyye” olmasına, yani maârif memurlarının
eskilerinden olmasına binaen kendisine mâzûliyet maaşı bağlanması uygun
görülmüştür.[405] Bir dönem Mekâtib-i Vakfiyye müfettişliği yapan
Rifâî, Kasım 1920’de Tedkîkat-ı İlmiye Encümeni Azalığı’na tayin olunmuştur:[406]
“İstanbul Vilâyeti Maârif müfettişlerinden Ken’ân
Beyefendi’ye Derkenâr olan ehliyyetinize binâen, İzzetlü Efendim, iki bin beş
yüz kuruş maaşla nezâreti senâverî tedkikât-ı ilmiye encümeni âzâlığına tayin
kılındığınızdan vazîfe-yi cedîdenize mübâşeret olunması mümtenâdır efendim.”[407]
Dergâhın tarihçesi ve vakfiyesi
Ken’ân Rifâî, Osmanlı Devleti’nin birçok vilâyetinde
maârifçi olarak çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşerek bu tarihten sonra
eğitimciliğine ilâveten resmi olarak irşad faaliyetlerine de başlamıştır.
Ken’ân Rifâî, Medine’den İstanbul’a dönüşünden yaklaşık dört yıl sonra Fatih’te
Kırtay Sokak’ta kendi ikamet ettiği konağın avlusunda kendi tekkesini inşa
ettirmiştir. Dergâh, Rifâî’nin annesi Hatice Cenan Hanım’ın isteği ve teşviki
ile yaptırılmış ve bu nedenle Ümmü Ken’ân Dergâhı olarak
adlandırılmıştır. Ümmü Ken’ân Dergâhı 23 Recep 1326/21 Ağustos 1908’de yapılan
bir merâsim ve âyinle açılmıştır. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde,
vakfiyesine istinaden dergâhın kuruluş tarihi 1908 olarak kaydedilmiştir:
“İstanbul Rifâîliğinin şehir hayatında kurduğu son merkez, Fatih’teki Ümmü
Ken’ân Tekkesi’dir. Vakfiyesi 1908 tarihini taşıyan tekkenin ilk ve son
postnişini tarîkatın Sayyâdi koluna bağlı bulunan Ken’ân Rifaî’dir.”[408]
Ümmü
Ken’ân Dergâhı’nın vakfiyesi 1908 yılına aittir. Tekke, bazı kaynaklarda Altay
Dergâhı olarak geçse de resmî adı Ümmü Ken’ân Dergâhı’dır. Dergâhın Fatih’te
Altay semtinde bulunması nedeniyle, “Altay’daki Rifâî Dergâhı” anlamına
karşılık gelen Altay Dergahı şeklindeki kullanımın zamanla yaygınlaşmış
olduğunu söylememiz mümkündür. [409]
Tekkesinin fiziksel özellikleri
Ümmü Ken’ân Dergâhı, İstanbul’un Fatih semtinde,
Kırtay Sokak’ta, mülkiyeti Ken’ân Rifâî’ye ait olan konağın bahçesinde inşâ
edilmiştir.[410] Bu yapılanma dergâh- hâne modeline uygun olarak
tasarlanmışır. Üç katlı ahşap bir yapı olan dergah binasının ikinci katında,
konak ile tekkeyi birleştiren bir ara geçit yer almaktadır. Ümmü Ken’ân Dergâhı
tekke ve zâviyelerin ilgasının akabinde, ailenin ikametgâhı olarak kullanılmış,
2007 yılındaki restorasyonundan sonra farklı fonksiyonlarla kullanılmaya devam
etmiştir. Bu başlık altında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın fiziksel özellikleri
üzerinde durulacaktır.
Ümmü Ken’ân Dergâhı iç aksamı ile geleneksel bir Rifâî
dergahı özelliği arzeder. Buna göre, dergâh içinde geleneksel Rifâî
tekkelerinde yer alan semâhâne ya da tevhidhâne bulunur. Dergâhın meydanı kare
şeklinde olup zemini ahşaptır. Mihrabın sağ ve sol taraflarında iki sancak ile
Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1182) ile Ehl-i Beyt’in isimlerinin yazılı olduğu
levhalar mevcuttur. Mihrabın etrafı, Rifâîliğin simgesi olan, kılıç, darb, siş,
tığ, zincir gibi unsurlarla sarılmıştır. Ken’ân Rifâî’nin damadı Ziya Cemal
Büyükaksoy (ö. 1953)
tarafından mihrabın etrafındaki Rifâî sembollerinin
manasını izah etmek üzere yazılan “Mihrâb ve Zarfın
Tefsiri” adlı metin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın semahânesi ve mihrabının fiziksel
özellikleri hakkında bilgi verir.[411] Cemal Bey, hazırladığı metinde mihrabın etrafındaki
sembollerin genel olarak Rifâîlik tarîkatı içerisindeki anlamı üzerinde durur.
Bununla birlikte kullandığı ifadeler arasında Cenâniyye ve Ken’ânniyye
ifadeleri dikkat çeker. Cemal Büyükaksoy’un sembollerin genel ve özel
kullanımlarını izah ettiği bir metin içerisinde Ken’âniyye ve Cenâniyye
ifâdeleri üzerinde durması, onun Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın Rifâîlik içerisinde
kendine has özelliklerini ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilir. Ümmü
Ken’ân Dergâhı’nın genel havası ve orada Rifâîliğe ait unsurların kullanılışını
göstermesi bakımından “Mihrap ve Zarfın Tefsiri” adlı metindeki sembollerin
üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Cemal Büyükaksoy mihrab ve zarfın tefsiri adlı metne,
Ahmed er-Rifâî’nin kutupluk ve gavslık makamını şahsında birleştirdiğine
yönelik Rifâî tarîkatına ait temel bir kabülün izahı ile başlar. Sonrasında
mihrabın etrafındaki bütün unsurların Ahmed er-Rifâî’nin tarîkat prensipleri
ile özdeşleştirilmesi ile devam eder. Ahmed Rifâî’nin kutupluk ve gavsliği
kendinde birleşmesi, zıtlıkları birleştirmek şeklinde tefsir edilmiş ve bu
yorum mihrabın etrafına simetrik ya da zıt olarak yerleştirilmiş hemen bütün
unsurlar için benzer açıdan değerlendirilmiştir. Örneğin dergahın semâhenesindeki
mihrabın etrafında yer alan iki sancak, Pîr Ahmed er-Rifâî’nin insanın zahir ve
bâtınına vakıf olduğunu anlatan bir sembodür. Aynı şekilde mihrabın iki yanında
yer alan sancakların başında “Lâ ilâhe illallah-Muhammedu’r-resulullah”
kelime-i tevhidi yer alır ki Cemal Büyükaksoy bu iki sancak üzerindeki tevhid
kelimelerini, varlık dairesinin nüzûl ve urûc kavsiyle özdeşleştirir. Şârih,
buradaki tasvîri bnü’l-Arâbî’nin vahdet-i vücûd anlayışının temel konularından
biri olan vücûd mertebeleri ve nefis merteleri ile izah eder. Daha sonra sancak
üzerinde yer alan ayetlerin tefsirine, oradan da sancak üzerindeki harf
sembolizminin Cenâniyye ve Kenâniyye meşreplerine işaret ettiğine dikkat çeker.
Metni çoşkun bir ruh hali içerisinde kaleme aldığı anlaşılan Büyükaksoy,
mürşidi Ken’ân Rifâî’nin uygulamalarıyla Pîri Ahmed er-Rifâî’nin yolunu devam
ettirdiğine vurgu yapar. Ancak bununla birlikte Kenâniyye ifâdesini tefsir
ederken, Ken’ân Rifâî’nin, Rifâîlik tarîkatı içerisinde kendine has bir meşrebe
sahip olduğuna da işaret eder.[412] Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın semâhânesinde yerlan
unsurlara ait bu ayrıntıdan sonra tekrar dergâh binasının fiziksel
özelliklerine dönebiliriz.
Yapılan dergâh binası, giriş katı üzerinde iki katlı
ahşap bir yapıdır. Ken’ân Rifâî dergâhın tamamlanmasının hemen ardından, iç
mekânları gösteren bir maket yaptırmıştır. Zamanla yıpranan bina, 2007 yılında
tamamen yıkılmış ve bu örneğe sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.[413] 1988 yılında aile tarafından dergah binasının satışa
çıkarılmasının ardından bina Rifâî’nin takipçileri tarafından satın alınmış ve
daha sonrasında tamir ettirilmiştir. Gürbüz Ertürk’ün anlatımıyla bu hadise şu
şekilde gerçekleşmiştir, “228.000 dolar değer biçilen bina için merhum Meşkûre
Sargut ile kızı Cemalnur Sargut’un büyük gayretleri ile bu para toplanmış ve
metruk haldeki bu dergah binası Cenan Vakfı adına satın alınmıştır.. .Yine
Meşkûre Sargut ve Cemâlnur Sargut’un gayretleriyle inşaat bedeli olan 400.000
dolar civarındaki paranın temini bu işe gönül veren dostları tarafından
sağlanmıştır.” [414] “Yenilenen Dergâh binası 3 Ekim 2007 tarihinde ve
yine Ramazan ayının 21. günü dualarla hizmete açılmıştır.”[415] Bina o tarihten itibaren Ken’ân Rifâî Tasavvuf
Araştırmaları Enstitüsü adıyla hizmet vermekte olup müze kısmı haftanın belli
günleri ziyarete açık bulunmaktadır.[416]
Ertürk dergâh binasının yenilenme sürecini anlattığı
tebliğinde dergahın restitüsyon projelerine uygun olarak 2003-2007 yılları
arasında yeniden inşa edildiğini kaydeder. Bu süreçte Ertürk’ün deyişiyle
“binânın dış kontürü karnıyarık dış plan şeması ve iç mekanda yer alan kubbe,
prensip olarak aynen” korunmuş, zemin katı kâgir olarak bırakılmıştır. Üst
katlar günümüz teknolojisinin verdiği imkanlar kullanılarak çelik iskelet
üzerine ahşap kaplama şeklinde îmâl edilmiştir. Son olarak dış cehpe ahşapla
kaplanarak aslî görünümü verilmeye çalışılmıştır. Böylelikle vaktiyle başta
Rifâî usulüyle olmak üzere çeşitli usullerde zikir ve semâ yapılan semâhane de
aslına uygun olarak inşâ ve tefriş edilmiştir.”[417]
Ertürk bu süreçte dergâhın iç düzenlemesinde
orjinaline sadık kalındığını ve fakat günümüze uygun bazı fonksiyonel
değişiklikler yapıldığını kaydeder.[418] Buna göre, dergâhlar
açıkken, zemin kat girişte sağdaki odada Cuma günleri yemek ikram edilmekteyken
bugün kütüphane olarak düzenlenmiş ve bu şekilde hizmete sunulmuş olup 13000
kitabı hâvidir. Yine girişin solundaki oda önceden dergâha zikre gelenlerin
dinlenip çay içtikleri, zikir öncesi Ken’ân Rifâî’nin sohbetini dinledikleri
bir yer iken, Hatîce Cenan Hanım’ın vefatından ve dergâh toprağına
defnedilmesinden sonra Cenan Hanım’ın manasına ithafen “türbe-i saâdet” odası
olarak adlandırılmıştır.[419] Bu oda günümüzde
vakıf yönetimine ayrılmıştır. Mümkün mertebe aslına sadık olarak yeniden inşa
edilen Dergâh binasına, eski halinden farklı olarak bodrum katta bulunan yüz
yirmi kişilik bir konferans salonu eklenmiştir. [420]
Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki
uygulamaları
Bu bölümde, Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki
faaliyetleri incelenecektir. Bu bağlamda dergahın işleyişi, ayin günleri, dinî
günlere özel uygulamaları, Fatih’teki diğer tekkeler içerisindeki yeri ve
dönemi içerisinde yüklendiği sosyal fonksiyonlar üzerinde de durulacaktır.
Ümmü Ken’ân Dergâhı, 1908 yılında açılmıştır. Dergâh
evkâfa kayıtlıdır ve masraflar için evkaf tarafından aylık on beş lira
miktarında bir ücret tahsis edilmiştir. Tahsis edilen miktar tekkenin
masrafları için yeterli olmadığı halde, Ümmü Ken’ân Dergâhı’na devam eden
dervişlerden bağış alınmamış, dergâhın her türlü masrafı, bizzat Ken’ân Rifâî tarafından
karşılanmıştır.[421]
Ken’ân Rifâî, 1908’den itibaren Ümmü Ken’ân
Dergâhı’nda Rifâî seyr ü sülûku üzere müridlerin terbiyesiyle ilgilenmiştir.
Ken’ân Rifâî temelde Rifâî usûlünü benimsemiş ve bu yönde eğitim vermiştir.
Ancak icazetli olduğu diğer üç tarikatın usûlünü de yerine ve ihtiyaca göre
tatbik etmiştir.[422] Ken’ân Rifâî çok fazla tekke mesaisi olmadığı için
dergâhın açılmasından önce Server Hilmi Bey’le İstanbul’daki tekkeleri gezerek
zikir usûlüyle ilgili malumatını geliştirdiğini kaydeder ve söz konusu
ziyâretler sırasında edindiği izlenimi şu ifadelerle dile getirir: “Ben
tekkeden yetişmedim, dergâh açılacağı zaman ağabeyimle [Server Hilmi Bey] tekke
tekke gezip usûl, erkân öğrenmeye çalışmıştık.”[423] İcâzetini Medine’de Hamza er-Rifâî Dergâhı’ndan alan
Ken’ân Rifâî, zikir adabı açısından Medine ile İstanbul arasında bazı farkların
olduğunu ön görerek, İstanbul tekkelerini ziyaret etme gereği duymuştur.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Rifâî âyini Cuma günü
yapılmaktadır. Tekke Çarşamba günleri de faaliyettedir. Faaliyet günleri
Rifâî’nin annesi Hatîce Cenan Hanım tarafından belirlenmiş ve bu esnada
haftalık programın başka dergahların faaliyet günleri ile çakışmamasına dikkat
edilmiştir. Buna göre, Ümmü Ken’ân Dergâh’ında Cuma namazından sonra Mesnevî
takrîri ve Rifâî zikri icra edilmektedir.[424]
1925 yılının Temmuz ayında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nı
ziyaret eden Şeyh Şemseddin Mısrî’nin ziyaret sonrası kaleme aldığı metin,
Rifâî’nin tekkesi ve Cuma günleri gerçekleşen ayin hakkında genel bir bilgi
vermesi bakımından önemlidir. Bu metne göre Ken’ân Rifâî, dervişlerin “sallû”
salâsı ile semâhâneye girer ve iki dervişin eşliğinde kürsüye çıkar. Rifâî
kürsüde yaklaşık kırk beş dakika Mesnevî’den bazı beyitler okuyup şerh
ettikten sonra zikre geçilmesi için işaret eder. Mısrî İstanbul’un meşhur
zakirlerinin yer aldığı zikirde, İsm-i Celâl zikrinin o gün kendilerine
verildiğini kaydeder ve Rifâî dervişlerinin arada bir iki dakika süren farklı
bir zikir yaptıklarını naklederken “alelhusûs birkaç dakika devam eden bir usûl
yaptılar ki başka yerde görmemiştim, kalbi bir zikirdi, âdeta hafif hafif
hâlile çalar gibi” ifadelerini kullanır. Şemseddin Mısrî Ümmü Ken’ân
Dergâhı’nın genel görünümünü anlatırken, tekkenin ve dervişlerin bakımlı olduğu
tespitini yapar ve “zengin olduklarından zâkirlere ikişer, birer lira, muhtaç
dervişlere kezâ, hele kapının önünde kırk, elliden mütecâviz fukarâ ictimâ
ediyorlar ki ba’dez-zikir kendilerine biraz para veriliyormuş” sözleriyle bu
manzarayı Rifâî’nin maddî durumu ile ilişkilendirir. Mısrî, Rifâî’nin o günkü
ev sahipliğini ve tavrını ise “Ba’dez-zikir çok iltifat ettiler. Esâsen herkese
mültefit bulunuyorlar” ifadeleriyle özetler.[425]
Ümmü Ken’ân Dergâhı’na ait daha geç tarihli bir
tasvir, Ken’ân Rifâî’nin oğlu Kâzım Büyükaksoy’un, öğrencisi Prof. Dr. Emre
Ömürlü’ye yazdırdığı metin olup burada dergâhın haftalık, aylık ve yıllık
uygulamaları ayrıntıları ile izah edilir. Metinden anlaşıldığına göre Cuma günü
ayinden bir saat önce, Ümmü Ken’ân Dergahı’nın cümle kapısı Rifâî’nin baş
halifesi Şeyh Osman Efendi ile Şeyh Aziz Efendi ve Şeyh Server Efendi
tarafından dualarla açılır. Kapının açılışından sonra Rifâî dervişleri, diğer
tarîkatlara mensup dervişler ve ayini izlemeye gelen seyirciler yavaş yavaş
dergaha girmeye başlar. Erken gelen dervişler, mukabelenin başlayacağı saate
kadar selamlık kısmındaki odalarda birbirleriyle musâfaha edip görüşme imkanı
bulmaktadır.[426]
Ken’ân Rifâî, Cuma namazından sonra tekkenin semahane
ya da tevhidhâne kısmına geçer. Hattat Aziz Efendi, Rifâî’nin halifesi olarak
onu semahanenin kapısında karşılar. Büyükaksoy, Mesnevî takriri
sırasındaki atmosferi “herkes hatta Mevlevîhâne şeyhleri dahi, bunların içinde
bulunan mesnevîhânlar bile huşû içinde dikkatle dinleyip takip ederlerdi”
ifadesiyle dile getirir. Takrir sonrasında, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda “âyin-i
şerîf” başlar.
Dergâhta gerçekleşen âyin ya da zikir esnâsında
dervişler yere oturur. Dervişlerin arasında bulunan zakirbaşı, Ken’ân Rifâî’nin
verdiği işaretlere göre zikri idâre eder. Zikirde İstanbul’un kıymetli ve güzel
sesli zâkirleri hazır bulunur. Zâkirbaşı’nın idâresi altındaki dervişler
semâhânenin ortasında iki tarafa serilmiş bulunan postların üzerine oturarak
bizzat Rifâî’nin bestelediği ilâhîler ile klasik tekke mûsikîsinde yer etmiş
Arapça ve Türkçe ilâhîlerden bazılarını hep bir ağızdan okurlar. Ümmü Ken’ân
Dergâhı’nda cuma günü gerçekleşen mukabele esnasında, İstanbul’un muhtelif
semtlerinden farklı tarîkatlara mensup on beşe yakın şeyhin hazır bulunduğunu
kaydeden Kazım Büyükaksoy, metinde katılımcıların isimlerini vermemiştir.
Mukabeleye iştirak eden zâkirlerin boş çevrilmediği, özellikle muhtaç olanlara
ikram ve taltiflerde bulunulduğu, Mısrî gibi Kazım Bey’in de dikkat çektiği
konular arasındadır.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Cuma günleri Mesnevî
şerhinden sonra icra edilen Rifâî âyini hakkında da bilgi vermemiz faydalı
olacaktır. Bu vesileyle ayin esnâsında okunan evrad ve ezkârın sıralaması ile
zikir uygulama esnasında ortaya konulan Rifâî usûlü hakkında da mâlumat
verilecektir. Dergâhta Rifâî zikri sırasında, dervişler evrâd-ı şerif denilen
bir kitapçığı takip eder. Ken’ân Rifâî tarafından tertip edilen Rifâî evradı
içerisinde sırasıyla bazı sûreler, çeşitli sûrelerden ayetler, esmâü’l-hüsnâ ve
salavât-ı şerîfeler yer alır. Ken’ân Rifâî bu evradı hazırlarken, Rehber-i
Sâlikîn adlı kitabında derlemiş olduğu Ahmed er-Rifâî’ye ait olan vird ve
salavatları dikkate almıştır. Ayin-i şerif, dervişlerin Rifâî evrâdından
bölümler okuması ile başlar ve ortalama olarak iki saat kadar devam eder.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda, her dergahta olduğu gibi
zikir adabına riâyet zikrin önemli bir ilkesidir. Zikir merasimi ve onunla
ilişkili incelikler, dervişlerin semahaneye ya da zikrin yapılacağı meydana
girmesi ile başlar ve zikir boyunca devam eder. Buna göre meydanın kapısına
gelen zâkir sağ ayağını sol ayağının üstüne çapraz koyarak mühürler ve niyaz
eder. Derviş elini göğsüne götürerek ve hafifçe eğilerek bir süre niyazda
bulunduktan sonra eşiğe basmamaya özen göstererek içeri girer. Meydana giren
dervişler önce namaz kılıp bir müddet secde ettikten sonra oturur ve sonrasında
okunan Fatiha Suresi ile ayin başlar.
Rifâî ayini, salât-ı kemâliyye ve Evrâd-ı Şerifin
okunması ile başlar. Devamında dervişler, cumhur olarak Rifâî usûl ilâhisi ve
Cihangir ilâhîsini okurlar. Arkasından kuûdî zikir ve evrâd-ı şerif
içerisinden, zâkir başının tercihine göre, zikir esnâsında evrâd-ı şerifin
farklı bölümleri ile bazı salâvatlar okunmasıyla bu bölüm tamamlanır. Giriş
bölümü diyebileceğimiz bu fasıldan sonra, “kıyâmî kelime-i tevhîd” zikrine
geçilir.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki Rifâî Zikri üzerine bir
yüksek lisans çalışması yapan Gencer’in tespitlerine göre, ayinde yer alan
kıyâmî tevhid zikri şu şekilde gerçekleşir: Zikir, meydan sahibinin icra ettiği
dua, münâcaat, şuğul ve duadan sonra başlar. Zikirde sırasıyla “şey’en lillah
zikri” ve “kalbi zikir” yapılır. Kıyamî tevhid zikri, cumhur ilâhîlerin
okunması ile ara/durak verir. Tamamen ayakta gerçekeşen bu zikri, zikir reisi
başlatır ancak icranın nasıl devam edeceğine zakir başı karar verir.[427]
Rifâî âyininde bundan sonra İsm-i Celâl zikrine
geçilir. Bu bölüm ism-i celâl zikri ile başlar, kalbî zikir ve devamında icra
edilen “sallı zikir” ile sonra erer. Ardından, devrân zikri denilen bölüme
geçilir. Devran zikri “el ele devran”, “sallı devran” ve “sarılarak devran”
şeklinde adlandırılan kısımlardan oluşur. Akabinde, Rifâî gülü denilen bir
Rifâî uygulaması gerçekleştirilir. Devran zikri denilen bu bölüm, saf halinde
karşılıklı olarak yapılan zikir ile tamamlanır. Böylelikle Rifâî ayininin
sonuna da yaklaşılmıştır. İsm-i Hû zikri, Gülbank çıkarılması ve musafaha ile
zikir sona erer.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda ihyâ ya da başka bir deyişle
kandil geceleri ise, ayin günlerinden biraz daha hareketli geçer. Kandil
gecelerinde gece yarısına kadar Kâzım Büyükaksoy’un ifadesiyle “müstesnâ” bir
mânevî toplantı gerçekleşmektedir. Bu gecelere özel ritüeller arasında burhan
çıkarmak ve gül yalamak gibi Rifâî uygulamaları da vardır. Bazı zamanlar kandil
haftalarında, zâkir başı tarafından Mevlid-i Şerif okunmaktadır. Muharrem
ayının onuncu günü ihyâ edilen aşûre gününde, tarihî iki büyük kazanda tevhid
ve mersiyeler eşliğinde âşure pişirmek adettir. Pişirilen aşûre, çorba, etli
patates ve pilavdan mürekkep yemek ile birlikte, tabla ve siniler üzerindeki
sofralarda dervişlere ikram edilir.
Kazım Büyükaksoy, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda Ramazan
ayının otuz gün boyunca gerçekleştirilen faaliyetlerle ihyâ edildiğini
kaydeder. Buna göre, terâvih namazı Şeyh Bedrettin Efendi yahut Medine’den
Ken’ân Rifâî ile birlikte gelmiş olan Ömer Efendi tarafından kıldırılır.
Ramazan ayı boyunca pazartesi ve cuma geceleri dervişler, iftardan sonra Şeyh
Ken’ân Rifâî ile buluşarak bir saat kadar sohbet dinleme imkanı bulur. Kahve
nakibi Şakir Dede adlı bir zât, dervişlere ve misafirlere kahve hazırlamakla
görevlidir. Şeker ve Kurban bayramlarını takip eden cuma günlerine mahsus
olarak ise gündüz saatleri içerisinde növbe, kudüm ve burhan merâsimleri yapmak
tekkenin uygulamaları arasındadır.
Araştırmacılar tarafından Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın
sosyal fonksiyonları üzerinde de durulmuş ve Dergâhı’ın dinî ve tasavvufî
ritüellerin icrâ edildiği bir mekân olmanın ötesinde bazı sosyal fonksiyonları
yerine getirdiği de kaydedilmiştir. Aydın Yüksel, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi ’nin “Ken’ân Rifâî” maddesinde, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın
İstanbul’daki emsallerine göre daha çok aydın kişilerin devam ettiği bir yer
olarak şöhret bulduğunu belirtir.[428] Mustafa Tahralı, İslâm Ansiklopedisi’nde,
Ken’ân Rifâî’nin XX. yüzyılda yaşayan sûfîler arasında önemli bir yere sahip
olduğunu kaydeder. Araştırmacıya göre Rifâî, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda
müridlerine aşk, tevhid, güzel ahlâk ve irfân etrafında ördüğü tasavvufî
görüşlerini aktarmış ve şeyhliği süresince ilim, fikir ve sanat dünyasına
birçok insan kazandırmıştır.[429] Mehmet Demirci, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın geleneksel
anlamda tekke kurumunun hemen bütün özelliklerini taşıdığı ve beslendiği
kültüre katkıda bulunan bir merkez işlevi gördüğü kanaatindedir.[430]
Yukarıdaki yaklaşımların daha iyi
değerlendirilebilmesi için, Rifâî’nin tekkesinin, konağı ile birlikte
incelenmesi doğru olacaktır. Ancak öncesinde, Osmanlı Devleti’nin son döneminde
konakların yüklendiği sosyal fonksiyonları hatırlamamız gerekir. XIX. yüzyılın
sonu ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı fikrî hareketliliği üzerinde
devlet adamı, âlim ve varlıklı kimselerin konaklarında devam eden ilmî ve edebî
toplantıların tesiri büyüktür.[431] Bu dönemde, büyük konaklarda bizzat konak
sahiplerinin yönettiği toplantılar dahilinde, siyâsî, edebî, ilmî ve fikrî
meseleler serbestçe tartışılmıştır. Aktarımlardan Ken’ân Rifâî’nin tekkesinin
konağıyla birlikte bir bütün teşkil ettiği anlaşılır. Her iki mekanda da,
yukarıda bahsettiğimiz nitelikte dinî- mânevî ve edebi konular etrafında
çeşitli sohbet meclisleri devam etmiştir. Nitekim, tekkeyi ziyarete gelenlerin,
Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki ayinin önce ya da sonrasında Rifâî konağın selamlık
bölümünde görüşmesi bunun en açık örneklerinden biridir. Özdamar, “âyinden
sonra dergâhın şeyhi Ken’ân Rifâî’nin odasına gidiliyor, ilmî ve edebî sohbetler
ediliyordu”[432] ifadesiyle buna dikkat çeker. Yine konağın selamlık
bölümünde erkeklere özel sohbet meclisleri kurulmakta ve dinî ve idari
görevleri olan birçok önemli isim bu meclislere devam etmektedir. Bu açıdan
bakıldığında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın tekke kurumunun tarihsel süreç içinde
yüklendiği temel fonksiyonları icra ettiği ve bununla birlikte Osmanlı Türk
toplum hayatında konakların yüklendiği işlevleri de büyük ölçüde yerine
getirdiğini söylememiz mümkündür.[433] Sosyal
bir müessese olarak tekke, o dönemde birçok işleve sahiptir.[434] Tekkelerin Meşrûtiyet dönemine has görevleri arasında
Osmanlı ordularının galibiyeti için topluca dua etmek, salavat getirmek ve
topluma moral verecek mahiyette sohbetler vermek gibi uygulamalar da yer
almaktadır.
Kurtuluş Savaşı sırasında Rifâî’nin tekkesinin söz
konusu işlevi yerine getirmesine bir örnek olması açısından, Meclis-i Meşâyıh
arşivinden ulaşabildiğimiz evraklardan birine burada yer vermek istiyoruz.
Belgeden anlaşıldığı üzere, Meclis-i Meşâyıh tarafından Kurtuluş Savaşı
sırasında orduların muzafferiyeti için, İstanbul’daki bazı dergahlarda bu
amaçla toplu salavât-ı şerife okunması yönünde bir karar alınmıştır. Karara ait
evraktaki listeden anlaşıldığı üzere, İstanbul dergahlarından elli beş tanesi
toplu salâvat okumakla görevlendirilmiştir. Ümmü Ken’ân Dergâhı söz konusu
evraktaki dergah listesinde, on yedinci sırada yer almakta olup belgede
“Hırka-i Saâdet’te Ümmü Ken’ân Dergâhı Postnişînliği” şeklinde kayıtlıdır.[435]
Aynı dönemde, Rifâî’nin Cuma günleri Mesnevî
takrirlerinden sonra orduların muzafferiyetine yönelik olarak yaptığı dua
örneklerine ilgili takrirlere ait defterlerde rastlamak mümkündür. Tarihi
açıdan önemli olduğu için, söz konusu müsveddeler arasında bulduğumuz, Kurtuluş
Savaşı’nın en çetin günleri sırasında yapılan bir dua üzerinde durmak
istiyoruz. Duanın yapıldığı günler, Muharrem ayını ilk günleridir ve Osmanlı
Devleti her cephede savaş halindedir: “İlâhî ilâhî isyanlarımız hatalarımız
kusurlarımız afveyle ilâhî seni yâd etmekten bizi dûr etme ilâhî. Bizim şânımız
tuğyân-ı isyandır. Senin şânın rahmâniyettir. Şânına lâyık olanı işle ilâhî.
Bizi hidâyetinden dûr eyleme ilâhî. Hükümetimize muvaffakiyetler ve nusretler
ihsân eyle ilâhî. Bi hürmeti seyyide’l-mürselîn. Fâtiha.”[436] Ken’ân Rifâî,buna ilaveten Mesnevî takrîrleri
esnasında dervişlere moral verecek ifadeler de kullanmaktadır. Ders notları
içerisinde savaş günleri arefesinde ve sonrasında cemiyetin mânevî olarak
güçlenmesi ve iman tazelemesine yönelik telkin ifadelerine tesadüf edilir.
Rifâî’nin bu tür uygulamalarının uyandırdığı tesiri görmek bakımından Mustafa
Özdamar’ın ifadeleri önemlidir: “Mütareke yılları idi (1918 sonları) (...)
Civarımızda tarîk-i Rifâiyye’den Ümm-i Ken’ân dergâhında her Cuma namazdan
sonra Rifâî âyîni icrâ edilirdi. O meş’um günlerin elem ve ıztıraplarını kısmen
de olsa dindirebilmek için oraya giderdik.”[437] Bu ifadelere dayanarak Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın savaş
yıllarının toplum bünyesi üzerinde meydana getirdiği ümitsizlik, yorgunluk gibi
duyguların izâlesinde rol oynayan bir tür moral merkez olarak faaliyet
gösterdiğini söylememiz mümkündür.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın Fatih’teki diğer tekkeler,
şeyhler ve devrin önemli isimleriyle irtibatına da değinmek istiyoruz. Ümmü
Ken’ân Dergâhı, Eğrikapı’daki Cemalettin Uşşâkî Dergâhı etrafında merkezleşen
dördüncü gruba mensuptur ki bu merkez etrafında birleşen kırk kadar tekke
vardır. Selâmlık sohbetlerinde geçen isimlerden Fatih civarındaki şeyhlerin
Rifâî’nin selamlık sohbetlerine devam ettiği anlaşılır. Nitekim yukarıda da
kaydedildiği üzere, Kazım Büyükaksoy yaklaşık on beş kadar şeyhin, Ümmü Ken’ân
Dergâhı’nda Cuma günleri tertip edilen zikre devam ettiğini kaydeder. Sohbet
notlarından anlaşıldığı üzere, Rifâî’nin konağı ve tekkesi devrin mühim
tasavvuf büyüklerinin ve din adamlarının bir araya geldiği bir mekandır. Esasen
Dergâh’ın İstanbul’da üç yüz kadar tekkenin bulunduğu Fatih semtinde yer alması
bu durum için gereken şartları da hazırlamıştır. Bu isimlerden bazıları
hakkında sohbet metinlerinden çıkarılabilecek bilgiler şöyle özetlenebilir:
Şeyh Yunus Efendi Bosnalı Rifâî şeyhidir. Sohbetlere katılan Mustafa Efendi
Hırka-i Şerifteki Uşşâkî Dergâhı şeyhidir. Her iki şeyh de sohbete çok faal
olarak katılmakta ve sorularını bir dinî tasavvufî birikime istinad ederek
sormaktadır. “Namaz nedir?”[438] gibi dinî mahiyette sorular sordukları gibi, tasavvuf
literatüründen bazı iktibaslar ile sohbete katkıda bulundukları da görülür.
Rifâî’nin halifelerinden Şeyh Bahreddin Efendi’nin, Ümmü Ken’ân Dergâhı’na
devam ettiği esnada müridleri ile birlikte Ken’ân Rifâî’ye intisab ettiği de bu
hususta nakledilen bilgiler arasındadır.
Yukarıda
Ken’ân Rifâî’nin tekke kurmadan önce İstanbul tekkelerini ziyaret ederek, usul
ve adab konusunda mâlûmat topladığını kaydetmiştik. Rifâî’nin bu ziyaretler
sonrasındaki kanaatlerini konunun sonlarına yaklaşırken yeniden
değerlendirmemiz doğru olacaktır:
“Ben tekkeden yetişmedim, dergâh açılacağı zaman
ağabeyimle tekke tekke gezip usûl, erkân öğrenmeye çalışmıştık. Şeyhler
meclisinde filân kimse Beyyûmî zikri çok güzel yaptırıyor, falan Kayyûmî
zikirde daha ileri gibi hükümlerle, mürşidliği zikir ve devranda üstat olmakla
ölçerlerdi. Halbuki tankat demek, edep, irfan ve insanlık demektir.” [439]
Ken’ân Rifâî, Filibeli Edhem Efendi’den Kâdiriyye ve
Medine’de Hamza er- Rifâî Hazretleri’nden Rifâiyye usûlüyle seyr ü sülûkunu
tamamlayarak her iki tarîkattan icâzet almıştır. Rifâî’nin eserlerinde geçen
ifadelerden, mürşidi Edhem Efendi’den hilafet aldığı anlaşılır: “Mürşidim
Efendim, fakir Manastır Müdürlüğü’nde bulunduğum sırada, cemâle yürümüşler ve o
sıralarda fakiri istihlâf buyurmuşlar idi.”[440] Ken’ân Rifâî, aynı konuyu Rehber-i Sâlikîriin
adlı eserinin Mukaddimesi’nde geçen “Meşâyih-i Kâdiriyye’den muktedâ-yı erbâb-ı
irfân ve dakikadan esrâr-ı furkân-ı Cenâb-ı Edhem kaddessallâhû sırrahû’l-azîz
hazretlerinin terbiye-i mürşidânelerinde bulunarak yirmi dört yaşımda ve
kendilerinin irtihâl-i dâr-i bekâ buyurdukları sırada istihlâf etmiş[imdir]”,
ifadeleriyle yine aynı şekilde Şeyh Edhem Efendi’den hilâfeti dile
getirmektedir.
Ken’ân
Rifâî metnin devamında Hamza er-Rifâî’den de hilâfet aldığını kaydeder: “Yine
bir işâret-i mâ’neviyye üzerine nesl-i pâk Hazret-i Resûlullah’tan ve oranın
Şeyhü’l-meşâyıhı bedru’l-avârif ravzâtu’l-ikbâl es-seyyid eş-şeyh Muhammed
Hamza er-Rifâî Hazretlerinden tarîkat-ı âliyye-i Rifâîyyeden hilâf almış
[ımdır].”[441] Ken’ân
Rifâî’nin icâzetnâmesinde yer aldığı şekliyle, Hamza er-Rifâî’nin, Seyyid Ahmed
er-Rifâî’ye kadar olan silsilesi aşağıda verilmiştir:
“Hamza er-Rifâî - Ebu’l-Hasen er-Rifâî - Ahmed
er-Rifâî - Mansûr er-Rifâî - İbrahim er-Rifâî - Ebu’l-Kasım er-Rifâî - Kasım
er-Rifâî - Ahmed er-Rifâî - Muhammed er- Rifâî - Ahmed er-Rifâî - Şerefüddîn
er-Rifâî - Abdülkadir er-Rifâî - Siracüddîn er-Rifâî - Abdürrahim er-Rifâî - Abdülmuti’
er-Rifâî - Ebussafâ Mansûr er-Rifâî - Mühezzibüddevle er-Rifâî - Cemalüddîn
Muhammed er-Rifâî - Ebussafâ Mansûr er- Rifâî - Seyyid Ahmed el-Kebîr er-Rifâî.[442]
Ken’ân Rifâî’nin Mevlevî icâzetini teberrüken aldığı
rivâyet edilir.[443] Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî takrîrleri, dergah
çevrelerinde muhabbet ve alaka uyandırmış, diğer dergâhlardan bir çok şeyh ve
derviş derslere devam etmeye başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere bazı Mevlevî
şeyhlerinin müridleriyle birlikte Mesnevî takrîrlerini dinlemeye
geldikleri kaydedilir.[444] Buna göre Ümmü Ken’ân Dergâhı’na gelerek takrirleri
dinleyen Kazasker Molla[445] adlı Mevlevî şeyhi, dinlediği bir dersin ardından
elli senedir Mesnevî okuyup okuttuğu halde Rifâî’den dinlediği Mesnevî’den
daha mükemmelini duymadığını söylemiş, bu vesile ile muhitte oluşan olumlu
intiba neticesinde Konya Mevlevîhânesi’nden Ken’ân Rifâî’ye teberrüken Mevlevî
icâzeti verilmiştir. Metinde icâzetin kimin tarafından verildiği
kaydedilmemiştir. Ancak Ken’ân Rifâî’nin şeyhlik yaptığı 1917-1925 tarihleri arasında
Konya Mevlevîhânesi’nde postnişin olarak Abdülhalim Çelebi (ö. 1925) bulunduğu cihetle, icazetin
onun tarafından verilmiş olması mümkündür.[446] Ken’ân Rifâî ise Mevlevî icâzetini, Medine’de
bulunduğu dönemde, bizzat Hz. Peygamber’in manasından aldığını kaydeder:[447] “Bilâhare ihsân ale’l-ihsân olmak üzre Rifâî ve Kadirî
ve Mevlevî tarîkat-i âlîleri üzerine mürşid-i âzâm ve mu’âllimu’l-hayru’l-ekrem
u rûhu’l-ervâh ve mededü’l- fettâh sallallâhû aleyhi ve sellem Efendimiz
Hazretleri cenâb-ı seniyyelerinden mânen me’zûn ve me’mûr buyurulmuşumdur.”[448]
Ken’ân Rifâî’nin sülûk yaptırmaya icâzetli bulunduğu
tarîkatlardan biri de Şâzeliyye’dir. Rifâî, Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı
eserinin giriş bölümünde Kadîriyye ve Rifâiyye’den sonra Şâzelî tarikatını da
zikreder. Rifâî’nin bu usûlde zikir yaptırdığı bilinmekte olup hususi evrakları
arasında zikir esnasında okunacak Şâzelî evrâdı örneğine rastlanmıştır.[449] Evrâdın teksir
edilmiş olmasına dayanarak, zikir öncesinde dergâhtaki katılımcılara
dağıtıldığını söylemek mümkündür. Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî’nin teberrüken
aldığı Şâzelî icâzetinin kaynağı Bursalı bir Şâzelî şeyhidir.[450] Ken’ân Rifâî’nin
ilerleyen yıllarda usûlünce seyr ü sülûkunu tamamlayan halifelerine de icâzet
vermiş olduğu Meclis-i Meşâyih kayıtlarından takip edilmektedir.[451]
Resmî bir vazife olarak şeyhliği ve tekke idaresi
Ken’ân Rifâî 1908’den Aralık 1925’te tekkelerin
seddine kadar on yedi yıl boyunca Fatih’te Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda tekke
şeyhliği vazifesinde bulunmuştur. Maârif görevlerine ilâveten 1908 yılı
itibariyle resmi olarak şeyhlik görevine de başlayan Rifâî’nin bu tarih
itibariyle arşivin ilgili koleksiyonlarında “Rifâî meşâyihinden Ken’ân Efendi”
üvanı ile kayıtlı olduğu görülür.[452] Örneğin Ken’ân Rifâî, Meclis-i Meşâyih defterlerinde,
halifelerinden Şeyh Ömer Efendi’ye verdiği icâzetnamenin onay belgesinde “Ümmü
Ken’ân Dergâh-ı Şerîfi Postnişîni Reşâdetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi” şeklinde
kayıtlıdır.[453] Ken’ân Rifâî’nin farklı görevleri nedeniyle aynı
döneme ait çeşitli fonlarda müdür, müfettiş ve encümen azası olarak
nitelendirildiğine de tesadüf edilir.
1908-1925 tarihleri arasında birçok halife ve mürid
yetiştiren Rifâî’nin, terbiyecilik vasfı daha önce bazı çalışmalarda incelenmiş
olsa da başlıca bir konu olarak şeyhliğini ele alan bir çalışma yapılmamıştır.
Ken’ân Rifâî, medrese eğitimi olmamasına rağmen, kuvvetli bir dinî ve tasavvufî
müktesebata sahiptir.[454] Onun bu konudaki ilk kaynağı annesi Hatice Cenan
Hanım’dır. Hatice Cenan Hanım’ın, mürşidi Şeyh Edhem Efendi’den Niyâzî-i
Mısrî Divânı’nı okuduğunu yukarıda ifade etmiştik. Rifâî’nin de annesi
Cenan Hanım kanalıyla Niyazî Mısrî’nin Divânı ve düşüncesine küçük yaşlardan
itibaren aşinalık kesbetmiştir. Nitekim Rifâî’nin eserlerinde Mısrî’ye yönelik
ifadelerin çokluğu onun ilerleyen yıllarda mürşidi Edhem Efendi’nin gözetiminde
iken Mısrî ve düşüncesi üzerine daha uzun mesai verdiğini gösterir. Öte yandan
Rifâî, ilk dinî bilgilerini Filibe Sıbyan mektebinden almış, akaid, kıraat ve
İslam ahlâkı gibi temel İslam ilimlerine dair mâlumâtını ise Sultanî eğitimi
sırasında geliştirmiştir. Fakat yukarıda sıraladığımız bu eğitimler, onu
eserlerinde karşılaşılan eser ve muhteva zenginliğini açıklamada yetersizdir.
Bizce Rifâî’yi bu derece bir kaynak zenginliğine eriştiren şey onun iyi bir
okuyucu olmasıdır. İslâm kültürünün iki temel dili olan Arapça ve Farsçaya
tercüme ve telif seviyesinde vakıf olan Rifâî, her iki dildeki temel klasikleri
o dönemde yaygın olduğu şekliyle, kendi gayreti ile okumuş ve çalışmıştır. Türk
entelektüelleri arasında, bilhassa Tanzimat dönemi aydınları arasında yaygın
olarak görülen bu eğitim metodunda, kişi kendisini geliştirmek istediği alanda
okuma ve tetebbu yapma suretiyle literatüre hâkim olur ve sırasında literatüre
yeni eserler kazandıracak seviyeye de erişirdi.[455] Buna binaen Rifâî’nin dinî tasavvufî müktesebatını, o
dönemde yaygın olduğu şekliyle otodidakt olarak geliştirdiğini söylememiz
mümkündür.
Mehmet
Demirci Rifâî’nin şeyhliğini değerlendirirken, onun farklı alanlardaki ilmi
birikimine dikkat çekerek bu sayede müridlerin akıl ve gönüllerine aynı anda
hitab edebildiğini kaydeder.[456] Sargut, bu tespiti bir derece ileri taşıyarak bir
senteze varır ki ona göre Rifâî’nin verdiği ilim, aşk ve
nefis terbiyesindeki gaye, kendisiyle ve dolayısıyla âlemle barışık, huzurlu ve
samimi Müslümanlar yetiştirmektir.[457]
Tekkelerin kapatılmasının ardından
1925’te Şeyh Said Olayı gerçekleşir. O yılın Mart
ayında Takrîr-i Sükûn Kanunu çıkarılarak Doğu’da ve Ankara’da İstiklâl
Mahkemeleri kurulur. Şeyh Said ve 48 kişinin idamından sonra Mustafa Kemal ilk
defa tekkelerin aleyhinde konuşur. 02 Eylül 1925 tarihinde tekke, zâviye ve
türbelerin kapatılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararı çıkar. Karar 13 Aralık
1925 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanır.[458] 1925’te tarîkatlar kapandığı zaman Türkiye’de Kâdiriyye,
Nakşibendiyye, Halvetiyye, Mevleviyye, Bektâşîlik, Bayrâmiyye, Celvetiyye,
Sâdiyye ve Rifâiyye tarikatları birçok kollarıyla beraber faaliyettedir.
Mustafa Kara tekkelerin seddinin ardından, farklı tarîkatlara mensup olan
dervişlerin karar karşısında sergiledikleri tavrı şöyle özetlemektedir: Tekke
mensupları içerisinde tekkeleri kapatmanın mümkün olmadığını söyleyenler olduğu
gibi, tasavvufun bir vicdan işi olduğunu düşünerek bütün dünyanın derviş için
bir tekke olduğunu ve dervişin taca, hırkaya ihtiyacı olmadığını düşünenler de
vardır. Durumu Hakk’ın bir tecellîsi olarak görenler için, bu durum rızâ
gösterilmesi gereken bir zuhûrattır. Bunun yanı sıra bir başka grup da
tasavvufun bir gönül işi olduğunu, tekkelerin kapatılmasının insanın bu yönüne
sed koyamacağını bu bakımdan milâdını dolduran tekkelerin ilgasının isabetli
bir karar olduğu görüşündedir. Sûfîler arasında devrin tarîkat zamanı
olmadığını telaffuz edenler olduğu gibi din ve mâneviyâtın aslî unsurlarından
olmaması nedeniyle tekkelerin kapatılmasını mühim bir mesele olarak görmeyenler
de mevcuttur.[459]
Ken’ân Rifâî’nin bu farklı yaklaşımlar içerisinde,
nerede durduğunu tespit edebilmek için, tekkesinin kuruluşundan ilgili kanunun
yürürlüğe girdiği zamana kadar tekke kurumu ve işleyişi hakkındaki tespitlerine
bakmamız gerekir. Yukarıda da belirtildiği üzere Rifâî, Ümmü Ken’ân Dergâhı’nın
açılışından önce bir seri hazırlıklar yapmış ve o esnada tekke âdap ve
erkânının İstanbul’a has olan inceliklerini tetkik için civar semtlerde birçok
tekke ve dergâhı ziyaret ederek mâlumat derlemiştir. Bu esnada, bir ilim ve
irfan yuvası olması gereken tekkelerin bazı zaaflar içinde olduğunu tespit
etmiştir. Rifâî, bu tür zaafları gidermek için irşad vazifesi sırasında her
vesileyle, müridin dikkatini zâhirî unsurlardan derunî olana yöneltme çabası
içindedir. “Tespihi öyle mi tutayım, böyle mi tutayım?” şeklindeki bir suale
verdiği “ister yukarı tut, ister aşağı tut. Sen kendine bak, kendini doğru tut,
bu kâfidir. Sırat tespihin mânâsı ile alâkadardır, şekli ile değil. Tespih
demek, Allah’ı tenzih etmek, birlemek demektir, bunu yapabiliyor musun?”[460] şeklindeki cevabı bu anlayışın bir örneğidir. Ken’ân
Rifâî’nin bu tür bir prensiple sürdürdüğü resmî şeyhlik görevi, tekke ve
zâviyelerin ilgası ile ilgili kararın yürürlüğe konmasının 1925 senesi
tamamlandığı günlerde sonlanır.
Ken’ân
Rifâî tekke ve zâviyelerin ilgası ile ilgili kararın ardından, tekke
faaliyetlerine son vererek vakfiyesini feshettirmiştir. Devletin konuyla ilgili
hükmüne saygı duyduğu görülen Rifâî, her türlü sohbet, ders, Mesnevî
takriri, zikir ve semâ âyinine bu tarihten sonra son vermiştir. Rifâî’nin
sohbet ve ayin konusunda istekli olan müridlerine, açıkça yapılması men edilen
şeyi gizli yapmaktan da sakındığını söylemiş ve bu husustaki tavrını ortaya
koymuştur. Ken’ân Rifâî sonrasında aile içi sohbetler haricinde, geleneksel
anlamda bir sohbet vermediği gibi seyr ü sülûk da yaptırmamıştır. Rifâî’nin bu
hususta “ûlü’l-emre itâat” anlayışını benimsemiş olduğu, şu alıntıdan
anlaşılabilir:
“1929 senesinde idi.
Bir gün Doktor Server Hilmi Bey hiç de mûtadı olmadığı halde bir istiğrak
havasına dalarak semâ etmeye başladı. Fakat Ken’ân Rifâî onu hemen eteğinden
tutarak: “Olmaz Efendi, bu zamanda böyle şey olmaz. Mademki yasaktır denmiş,
menedilmiştir, onun için olamaz. Biz ûlül’l-emrin sözüne ittibâ ederiz. Çünkü
oradan söyleyenin Hak olduğunu biliriz! diyerek, üç kişiden ibaret bir odada
dahi kânuna aykırı bir hareketi kabul etmemiş, devlet emrinin gıyabî
bekçiliğini yapmıştır.”[461]
Tekkelerin
kapatılmasından beş yıl sonraya ait nakledilen bir vakaya göre ise Ken’ân Rifâî
Bâyezid Câmii’nde Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâki Baykara[462] (ö.
1935) ile karşılaşmış ve aralarında ayak üstü bir mükâleme geçmiştir.
Dergâhların kapatılmasından dolayı mahzun bir halde olan Abdülbâkî Efendi,
içinde bulunduğu keyfiyeti “bir zamanlar nây-i Mevlânâ ile demsâz idik/ Şimdi
olduk mâşaallah bir düdük!” beyitiyle dile getirince, Rifâî’nin şu şekilde
cevap verdiği nakledilir:
“Niçin düdük olalım? Neysek yine oyuz, erenler! Evvelce,
zâhir tekkesinde demsâz idik; şimdi kalp tekkesinde dilsâzız. Allah böyle
istemiş, böyle yapmış. Madem ki ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir
sebep yok ki. Şimdi ten tekke oldu; gönül de makam, yine kalpler cemâl nûriyle
doldu. Mescid ü meyhânede/ Kabe’de, büthânede/ Hanede, viranede, çağırırım
dost, dost.”[463]
Ken’ân Rifâî’nin yukarıdaki cevâbı araştırmacılar
tarafından Rifâî’nin o dönemki yaklaşımını değerlendirmek amacıyla
yorumlanmıştır.[464] Ken’ân Rifâî’nin tekkelerin kapatılmasıyla ilgili
karar karşısında sükûtu ihtiyar etmesi devrin istibdat ortamının gerektirdiği
bir durum muydu? Yoksa bu sükût, onun Hakk’ın iradesi karşısında teslimiyeti
gerektiren sûfî yönünün bir ifâdesi miydi? Bu bağlamda, bu ve benzeri sorular
tartışılmıştır. Bize göre Rifâî, hükûmetin ortaya koyduğu icraatin Hakk’ın
iradesine bir âlet olduğu ve ûlü’l-emre itâatin gerekli olduğu kanaatindedir.
Şeyhin o dönemdeki ifadelerinde de genel olarak ûlü’l-emre, yani devlet
büyüklerinin emir ve işlerine itaat vurgusu hakimdir.
Demirci,
Rifâî’nin söz ve uygulamalarıyla hükûmetin kararlarına uyum göstermiş olmasına
rağmen, o günkü idarenin makbul bir adamı sayılmadığını ve dergâhların
ilgasından vefatına kadar devamlı surette devlet görevlileri tarafından bir
şekilde takip altında tutulduğunu kaydeder. Demirci bu takibin kimi zaman taciz
derecesine ulaştığı düşüncesindedir.[465] Rifâî’nin tekke şeyhliği dönemini genel olarak değerlendirmek gerekirse, bu zaman diliminin Rifâî’nin mânevî
yolculuğunu tamamlayarak toplum hizmetine döndüğü bir döneme tekabül ettiğini
söyleyebiliriz. [466]
Server Hilmi Bey, 1285/1869 İstanbul doğumlu olup
Maliye Mümeyyizi Hilmi Bey’in oğludur.[467] Galatasaray Sultânîsi’nden mezun olduktan sonra tıp
fakültesine giden Server Hilmi Bey, mezuniyetinden sonra alanıyla ilgili
çeşitli vazifelerde görev almıştır. Bu vazifelerden bazıları şunlardır: Mülkiye
’nin Müfredat-ı Tıb muavinliği,[468] Mukarrerât-ı
Tıb muallim muavinliği,[469] Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahane muallim
muavinliği[470] ile Müfredat muallimliği ve Mülkiye Müfredat-ı Tıp
muallimliğidir[471]. “Server Hilmi Bey otuz beş sene matier medikal ve
teşrif-fizyoloji profesörlüğü yapmış ve 9 sene de Eczacı Dişçi mektepleri
müdürlüğünü sürdürmüştür.”[472] Kayıtlardan anlaşıldığı üzere, Server Hilmi Bey’in
eczacılık ve Diş hekimliği alanlarında önemli hizmetleri olmuştur.[473]
Server
Hilmi Bey’in, Ken’ân Rifâî ile irtibatı Galatasaray Sultânîsi’nde başlamıştır.
Mezuniyetlerinin ardından uzun süre görüşemeyen Server Bey ve Rifâî, otuz
yaşları civarında İstanbul’da karşılaşmış ve bu tarihten sonra dostluklarına
farklı bir şekilde devam etmişlerdir. Server Hilmi Bey Ken’ân Rifâî’nin
hayattaki en yakın arkadaşıdır.[474] Server Hilmi Bey, o dönem Batı kaynaklı fikir
akımlarına ilgiliyken
1897 yılı civarında Rifâî ile karşılaşmasından sonra,
Ken’ân Rifâî’nin mânevî yönünden etkilenerek tasavvufa intisab etmiştir.
Numûne-i Terakkî’deki teşrîk-i mesâîlerinden kısa bir
süre sonra Rifâî’nin Medine’ye tayini gerçekleştiği için Server Bey’in ilk
mânevî eğitimi mektuplaşmalar vesilesiyle gerçekleşmiştir. Bahsi geçen
mektuplar, husûsî meselelerin ötesine geçerek geleneksel anlamda tasavvufî
risâlelere dönüşmüştür. Dolayısıyla bu yazışmalar, Rifâî’nin tasavvufî
neşvesini tespit açısından kaynak değerine sahiptir.[475] Tezimiz kapsamında bu risâlelerden Nefsin
Dereceleri konulu bir mektuba ulaşılmıştır. Söz konusu risâle, üçüncü
bölümde Rifâî’nin nefis mertebeleri ile ilgili görüşleri kapsamında
incelenecektir.[476]
Ken’ân Rifâî’nin “ağabeyim”, şeklinde hitab ettiği
Server Hilmi Bey’in vefatından sonra söylediği “Server, insanlık timsali idi.
Server, asrının güzidesi idi. Biz birbirimize öyle bağlanmışızdır ki, bunu ölüm
bile çözemez” şeklindeki sözleri aralarındaki irtibatın mahiyetini ortaya koyan
bir örnek olarak değerlendirilebilir.[477]
Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden ve halifelerinden
meşhur Hattat Aziz Efendi,[478] yazı
tahsilini Nuruosmaniye’deki hat mektebinde tamamlamıştır. Hat sanatında birçok
icâzete sahiptir ve kendine has usûlü sebebiyle diğer hattatlar arasında
serîü’l-kalem nâmıyla şöhret bulmuştur.[479] İlk dönemde Abdülaziz Eyyûbi ve Aziz olarak
imzaladığı eserlerini daha sonra Şeyh Mehmed Abdülaziz er-Rifâî şeklinde
imzalamıştır.[480] Çok uzun yıllar memuriyet görevinde bulunmuş olan
Aziz Efendi, 1896’da Meclis-i İdâre-i Emvâl-i Eytâm Kitâbeti’nde göreve
başlamış ve görev yıllarının sonlarına doğru Mısır Meliki I. Fuad’ın resmî bir
davetiyle Kur’ân-ı Kerîm yazmak üzere on yıl kalacağı Mısır’a çağrılmıştır.[481] Aziz Efendi, buradaki çalışmalarından ötürü Nilan-ı
Mecîdi adı verilen dördüncü rütbeye yükseltilmiştir.[482] Aziz Efendi, Mısır’dan döndükten bir yıl sonra 16
Ağustos 1934’te İstanbul’da vefat etmiş ve Edirnekapı Mezarlığı’na
defnedilmiştir. Sanat çalışmaları dışında, kendi mânevî halkasında bulunan
müridlerinin irşâdıyla meşgul olan Aziz Efendi’nin,[483] Ümmü Ken’ân Dergâhı içerisinde sekiz adet hattı yer
alır.[484]
Ken’ân Rifâî ilk mürid ve halifelerinden olan Hattat
Aziz Efendi’yi “Aziz’de Hz. Osman’ın hayâsı vardır” ifadesiyle tavsif eder[485] ve müridlerine örnek teşkil etmesi amacıyla sohbetlerinde
Hattat Aziz Efendi’nin kemalinden bahseder.[486] Rifâî’nin Aziz Efendi ile ilgili aktarımlarında esas
vurgu onun edebidir. İfadelerin bize sunduğu portreye göre Aziz Efendi,
şeyhinin sohbetinde heyecandan elleri nemlenen, yüzünü sileceği vakit başını
hırkasının içine sokan ve her halinden edep ve hayâ okunan bir zâttır. Bu hâle
örnek olmak üzere Aziz Efendi’nin Ken’ân Rifâî ile gerçekleştirdiği tren
yolculuğu sırasındaki hallerinden bahsedilir. Rifâî, bu yolculuğu anlatırken,
hava sıcaklığı nedeniyle insanların ıslak yerlere uzandığını, ancak Aziz
Efendi’nin edeb içerisinde mürşidinin bir ihtiyacı olur düşüncesiyle yol
boyunca teyakkuz halinde bulunduğunu kaydeder.[487] Aziz Efendi tekke ve mürid-mürşid âdâbına son derece
riayetkârdır. Aziz Efendi, Mısır’da vazifeli bulunduğu yıllarda zaman zaman
İstanbul’a gelir ve Rifâî’nin sohbetine katılırdı.[488] Ken’ân Rifâî’nin ifadelerine dayanarak şeyh ile
Hattat Aziz Efendi arasında hoş bir muhabbetin bulunduğunu ve araya giren
mesafeye rağmen bu muhabbetin aralıksız devam ettiğini söylememiz mümkündür.[489]
Şeyh Cemal Efendi Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Nazlı
Hanımla evlidir. Şeyh Cemal Efendi’nin çocukları Semiha Cemal Hanım (ö. 1936)
ile Ziyâ Cemal Bey de ilerleyen yıllarda Rifâî’nin sohbet kalkasına
katılmıştır.[490] Cemal Efendi ayrıca
Rifâî’nin müridlerinden mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi’nin de dayısıdır. Cemal
Bey’in resmî görevi nişan mümeyyizliğidir. Nişan mümeyyizi olarak Cemal Bey’in
vazifesi, padişah tarafından verilen mücevher ve murassa nişanlarını devlet
adına hazırlamaktır. Cemal Efendi bu vazifede bulunduğu dönemde Osmanlı Devlet
hazinesini dürüst bir şekilde korumuş bir memur olarak tanınmıştır.[491] Rifâî hayatta iken
vefat eden halîfelerinden biri olan Şeyh Cemal Efendi helal haram konusundaki
hassasiyeti ile öne çıkan bir şahsiyettir.[492]
Şeyh
Osman Efendi Ken’ân Rifâî’nin halifesidir. O da diğer halifeleri gibi, Rifâî
hayatta iken vefat etmiştir.[493] Kökenine ve ailesine dair çok fazla bilgi bulunmayan
Şeyh Osman Efendi, mizacında aşk ve vecd halleri hakim olan bir sûfîdir.
1318/1901 senesinde Miftâh-ı Müşkîlât-ı Ârifin adlı basılmamış eserinin
mukaddimesinde Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî neşvesini şu ifadelerle dile getirir:
[494]
“Bâis-i sebeb-i feyz ü necâtım ve şeyh-i mükerremim
Esseyyid Abdülhalîm Ken’ân Velî’nin nazar-ı himmetiyle şu satırların tahrîrine
muvaffak oldum. Azizim Efendim bana: ‘Osman, tevhidin hakikati sükûttur,
yokluktur; yok ol, oğlum!’ buyururdu. İşte bu kitabın zübdesini de o ikide
ihtisar ettik. Anlayana büşrâküm, ne saadet.” [495]
Ken’ân Rifâî’nin sohbet metinlerinden anlaşıldığı
üzere Şeyh Osman Hilmi Efendi’nin Rifâî’nin sohbetine devam eden İsmail adlı
bir oğlu vardır.[496] Osman Efendi tasavvufî birikimiyle selamlık
sohbetlerinde öne çıkan mühim bir şahsiyettir. Şeyh, Rifâî’nin baş halifesi
olmasının verdiği imtiyazla, soru ve cevaplarıyla sohbet meclisine önemli
katkılarda bulunur.[497] Ken’ân Rifâî, kimi zaman sohbet konusu açması için
“şeyhim buyursanıza” şeklinde bir girizgahla sözü bizzat Osman Efendi’ye verir.
Ken’ân Rifâî’nin, Osman Efendi’ye teveccühü yalnızca sohbet meclisinden ibaret
değildir, sırasında birkaç müridini yanına alarak Osman Efendi’nin ziyaretine
de gider.[498] Şeyh Osman Efendi de şeyhine hürmetkârdır.[499] Osman Efendi, her konuda gayreti ve çalışmayı öne
alan bir micazı ile öne çıkan bir şahsiyettir.[500]
Meclis-i Meşâyıh Arşivi’nde, Ken’ân Rifâî’nin Osman
Efendi’ye verdiği Rifâî icâzetnâmesinin kaydı şu şekildedir: “Tarîkat-ı
Âliyye-i Rifâiyye’den hırka-i saâdet civârında Ümmü Ken’ân Dergâh-ı Şerifi Postnişîni
Reşadetli Şeyh Seyyid Ken’ân Efendi tarafından Osman Hilmi Efendi’ye itâ olunan
bin üç yüz yirmi dokuz tarihli icâzetnâme tasdik edilmiştir.”[501] Ken’ân Rifâî, Osman
Efendi’ye 1911 tarihinde icazetnâme vermiştir. Rifâî’nin 1908 yılında tekkesini
kurduğu hatırlandığında, Şeyh Osman Efendi’nin en fazla üç yıl içerisinde
sülûkunu tamamlamış olduğunu söylememiz mümkündür.
. 2.9. Önde Gelen
Müritleri/Talebeleri
Ken’ân
Rifâî’nin halifeleri, kendisi hayatta iken ve çoğunlukla Cumhuriyet öncesinde
vefat etmiş olduğu için, bu başlık altındaki isimlerin ekseriyeti, onun kadın
müridleridir. Bahsedilen müridlerin bazıları Rifâî’nin halifelerinin aile
mensupları bir kısmı da 1940’lı yılların sonuna doğru, tasavvufî anlamda
görülen nisbi serbestiyet ortamında Rifâî’ye intisab eden kimselerdir. Ken’ân
Rifâî özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yıllarında, dinî-tasavvufî
mahiyette yayın ve faaliyet yapma yasağının olduğu dönemde, söz konusu geleneği
muhafaza etmeleri amacıyla kabiliyetli gördüğü müridlerini ve muhiplerini
tarihi-kültürel içerikli eserler yazmaları hususunda teşvik etmiştir. Rifâî’nin
bu teşviki onun tasavvufa tekke dışında meşru bir mecra arayışı ile uyumludur.
Bu tavır şeyhin tekkelerin ilgasından sonra söylediği, “tekkeler bir gün akademi olarak açılacaktır”,[502] meâlindeki
sözleriyle de tutarlılık arzeder. Nitekim, Rifâî’nin eli kalem tutan
müridlerinin etrafında belirginleşen kültürel hareketlilik, o dönemde tasavvuf
geleneğinin muhafazası ve yeni nesillere aktarımı için meşru ve muteber bir
kanal teşkil ettiği anlaşılır.
Semiha Cemal, Ken’ân Rifâî’nin halifelerinden Şeyh
Cemal Efendi ve yakın talebelerinden Nazlı Hanımefendi’nin kızı, Ziya Cemal
Büyükaksoy’un da kız kardeşidir.[503] Kısa bir zaman İzmir Kız Lisesi felsefe ve ruhiyat
hocalığında bulunduktan sonra, 1929-1935 seneleri arasında İstanbul Kız Muallim
Mektebi’nde ruhiyât muallimliği yapmıştır.[504] 1 93 6’da genç yaşında vefat etmiştir. Kabri Merkez
Efendi’de, Ken’ân Rifâî’nin türbesinin bulunduğu alandadır. Çok verimli bir
hayat yaşayan Semiha Cemal birçok esere imza atmıştır. Epiktetos (ö. 150) ve
Marcus Aurelius Antoninus[505] (ö. 180)’un
birçok eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Hayat ve
Mihrap dergilerindeki yazıları Gül Demeti adlı
kitabında bir araya getirilen Semiha Cemal’in Aşk Peygamberi, Aşk isimli
iki romanı bulunmaktadır.
Semiha Cemal Hanım eserlerinde kaleme aldığı
diyaloglarda, İslâm’ın tevhid inancına göndermeler yapar ve bir nevi bu kanal
ile İslâm inanç ve ahlâkını muhafaza muhafazaya çalışır. Cemal’in Romanlarının
ortaya çıktığı dönem, Cumhuriyet’in ilânı ve tekkelerin ilgasından sonraki
döneme tekâbül eter. Dönemin hassasiyeti İslâm ve tasavvuf kültürü ile ilgili
mevzuların- toplumun hemen birçok meselesi gibi- ancak roman ve diğer edebî
formlar içerisinde ele alınmasına müsâde etmektedir.[506] Cemâl’in eserlerinde kullandığı retorikten
dinî-tasavvufî içerikli müstakil eserler ortaya koyacak bir muktesebâta sâhip
olduğu anlaşılır. Ancak Cemal dönemin hassasiyetiniz gözeterek tasavvuf
geleneğine ait birçok unsuru konuyla ilgili müstakil eserler telif etmek yerine
roman, hikâye ve deneme gibi formlar içerisinde aktarmayı tercih etmiştir.
Sâmiha
Ayverdi, 25 Kasım 1905 günü İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma Meliha
Hanım, babası Piyade Kaymakamı Yarbay İsmail Hakkı Bey’dir. Hayatını kendi
hususi çalışmalarına ve okumaya vakfetmiştir.[507] Sivil toplum hususunda öncü bir şahsiyet olan
Ayverdi, Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin kurucusu, Kubbealtı
Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı kurucu üyesi, İstanbul Fetih Cemiyeti ile
İstanbul ve Yahya Kemal Enstitüleri’nin üyesi olup,[508] hizmetlerinden
dolayı pek çok dernek ve vakıf tarafından ödüle lâyık görülmüştür.[509] Sâmiha
Ayverdi ile ilgili yapılmış birçok akademik çalışma bulunmaktadır. Eserlerinde
bizzat yaşadıklarından ve çevresinden büyük ilham almıştır. Selim İleri,
Ayverdi’nin daha çok muhafazakâr çevreler tarafından ilgi gördüğünü söyler ve
“20. yüzyılın sayılı İstanbul yazarlarından biridir” ifadesine yer verir.[510]
Samiha Ayverdi Ken’ân Rifâî’nin ilk gençlik
çağlarından itibaren Rifâî’nin sohbetlerine devam etmiş ve bu sohbetlerin büyük
bir kısmını not etmiştir. Şeyhin vefatından sonra Sohbetler adı ile
neşredilen eser sayesinde Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışını araştırmaya
imkan veren bir kaynak eser ortaya çıkmıştır. Sâmiha Ayverdi tekkelerin ilgasından
sonraki dönemde Ken’ân Rifâî henüz hayatta iken tasavvufî içerikli romanlar
neşretmiştir. Böylelikle Türk kültür ve inanç dünyasından büyük ölçüde
çekilmekte olan tasavvufî düşüncenin canlı kalması ve muhafazası yolunda
dönemin şartları içinde meşru bir kanal açmıştır. Ayverdi Ken’ân Rifâî’nin
vefatının ardından (ö. 1950) Türk tarihi ve kültürü üzerine araştırma türünde
eserler vermeye devam etmiştir. Ayverdi’nin tasavvuf düşüncesini doğrudan
dinî-tasavvufî yazın ile değil fakat Türk-İslam kültürüne ait yazın vasıtasıyla
aktarmak yolunu tercih ettiği anlaşılmaktadır. Türk-İslâm sentezine ve “kökü
mâzide olan âti” anlayışına vurgu yapan Ayverdi, Cumhuriyet Türkiyesi’nin
muhafazakar kalemleri arasında kabul edilmiştir.[511]
Ayverdi, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık
adlı eserin kendisine ait bölümünü tamamlarken, mürşidi hakkındaki nihâî
hükmünü de kaydetmiştir: “Ken’ân Rifâî, belki de Hazret-i Peygamber’in, her yüz
senede bir, insanlar arasından çıkacağını müjdelediği bu asrın İslâmiyet’te en
büyük inkılâpçı insanıdır.”[512] Sâmiha Ayverdi’nin
telif faaliyetlerine istinaden Ken’ân Rifâî’nin dile getirdiği şu ifadeler
kayda değerdir: “Hey Koca Sâmiha! Kitaplarınla dergâhımı yeniden açtın.”[513] Ken’ân Rifâî bu
ifadeleriyle Ayverdi’nin kendi tasavvuf anlayışını eserleri ve uygulamalarıyla
devam ettirecek nitelikte bir şahsiyet olduğu dile getirir.
Üç Şeyhülislâm: Haydârizâde İbrahim Efendi, Dürrîzâde
Abdullah Efendi ve Şeyhülislâm Nesimi Efendi(?)
Ken’ân
Rifâî’nin sohbet halkasında Osmanlı Devleti’nin yüksek rütbeli memurlarından
şeyhülislâmlar da vardır.[514] Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde şeyhülislamlık
yapmış üç zât Rifâî’ye intisab etmiştir: Haydârîzade İbrâhim Efendi (ö. 1933),
Dürrîzâde Abdullah Efendi (ö. 1921) ve Şeyhülislâm Nesimi Efendi (?).[515] Bu isimlerden Haydârizâde İbrahim Efendi, Rifâî’ye
intisâb ettiği zaman şeyhülislamın çevresindekiler bu duruma itiraz etmiştir.
Esad Efendi gibi ced-be-ced yani aileden şeyh olan bir kimseye intisap edeceği
yerde Ken’ân Rifâî gibi sivil bir şeyhe gösterilen bu teveccühün sebebi
sorulduğunda Haydârizâde’nin şu şekilde cevap verdiği kaydedilir:
“Evet, mevkiim dolayısıyla bütün şeyhler gelip
ubûdiyet arz ederler. Ben ise Hazret-i Ken’ân’a ubûdiyet arz eylemeye
gidiyorum. Çünkü birçok şeyhlerin bilgisi ve ilmi bende de var. Esat
Efendi’deki kal ilmi bende de var. Fakat beni teshir eden zâttaki hâl ilmi ne
Esat Efendi’de var ne de bende var. Beni onun rûhâniyeti cezbetti. O da ayrı
bir mesele.”[516]
Haydârizâde İbrahim Efendi, Sadrazam Ahmet Tevfik
Paşa, Sadrazam Damad Mehmed Ferid Paşa, Sadrazam Ali Rıza Paşa ve Sadrazam
Sâlih Hulûsi Paşa kabineleri döneminde şeyhülislâmlık vazifesinde bulunmuştur.[517] Tevfîk Paşa kabinesi yeniden kurulduğunda, önceki
vazifelerine binâen şeyhülislâmlık vazifesi tekrar kendisine verilmiş, Haydârizâde
bu dönemde oldukça etkin olmuştur.[518] Şeyhülislâm Haydârizâde İbrahim Efendi’nin Osmanlı
son dönem kabineleri üzerindeki etkisi, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın (ö.
1957) Son Sadrazamlar adlı eserindeki kayıtlarından takip edilebilir.[519] İnal, bu çalışmasında Sultan Vahdettin’in sadrıâzamın
uygulamaları ve memleketin genel ahvâli hakkında Şeyhülislâm Haydârizâde
İbrahim Efendi ile istişare ettiğini kaydeder. Bu iştişâre sırasında,
Haydarîzâde İbrahim Efendi’nin Sultan Vahdetttin’e söylediği “vahdet-i vücûd gibi
vahdet-i cünûd olmuş. Buradaki askerle Anadolu’daki asker birleşmişler. Eski
sadrıâzamlar, padişah uğruna kendilerini fidâ ederlerdi. Efendimiz, sadrıâzam
uğruna nefsi şahânenizi feda ediyorsunuz”[520] şeklindeki cevap onun tasavvufî birikiminden izler
taşır. Ken’ân Rifâî’nin, Şeyhülislam Haydârizâde İbrahim Efendi’nin kendisine
gösterdiği teveccühü takdir ettiği ve vefatından sonra onu rahmet ve hürmetle
yadettiği kaydedilir.[521]
Ken’ân Rifâî’nin sohbet meclisine devam eden bir başka
şeyhülislâm, Dürrîzade Abdullah Efendi’dir. Altı kuşak boyunca şeyhülislâmlık
yapmış, Dürrîzâde ailesine mensup olan Abdullah Efendi, son dönem
kabinelerinden Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa ve Sadrazam Damad Mehmed Ferid Paşa
kabineleri döneminde görev yapmıştır. Rumeli Kazaskeri Dürrîzâde Mehmed
Efendi’nin oğludur.[522] İbnülemin Mahmud
Kemal İnal’in Son Sadrazamlar adlı eserinden Şeyhülislâm Dürrîzade
Abdullah Efendi’nin bu dönemdeki uygulamaları ve ifadeleri hakkında bilgi
edinmek mümkündür.[523]
Meşkûre Sargut 6 Mart 1925 tarihinde İstanbul’da
dünyaya gelmiştir. Annesi Çerkez kökenli Şâdiye Hanım ve babası Bulgaristan
göçmeni Remzi Tınay Bey’dir. İlk öğretimine Fatih’teki mahalle mektebinde
başlayan Sargut, daha sonra İstanbul Kız Lisesi’nde eğitimine devam etmiş ve
sonrasında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans
eğitimine başlamış ve Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden olan doktor Ömer Faruk
Sargut ile evlenmiştir.[524]
Annesi ve babasının Ken’ân Rifâî’ye bağlılığı
dolayısıyla düzenli olarak Rifâî’nin konağında bulunmuş olan Sargut, 1939-1944
yılları arasında Rifâî’den Mesnevî dersleri almıştır. Aynı zamanda yazar
olan Sargut’un ilk eseri Duygulu Gönüllere Hitap arzusu üzerine 1950’de
Rifâî’nin arzusu üzerine neşredilmiştir. 19521953 yıllarında Islâm’ın Nuru
adlı dergide “Tasavvuf Deryasından Bir Katre” başlıklı köşede makaleleri
yayımlanmıştır. Daha sonra bu makaleleri Mevlânâ Diyor Ki adlı eserinde
toplanmıştır. 1958 yılında Konya Azim Yayınları’ndan Hak ve Halk Yolunda
Mevlânâ isimli eseri yayımlanmıştır. Ârifler Bahçesi’nden adlı eseri
1993’te Seyran Yayınları’ndan çıkmıştır.[525] Sargut’un Gönülden Gönüle adlı bir eseri de
mevcuttur.[526] Bununla
birlikte halihazırda neşredilmeyi bekleyen iki eseri daha vardır. Sargut 9
Şubat 2013’te vefat etmiştir. Kitapları ve sohbetleri ile Ken’ân Rifâî’nin
tasavvuf düşüncesini sonraki nesillere aktarmaya çalışan Sargut, bilhassa
tasavvuf kültürünün Türk kadınları arasında canlılığını korumasına hizmet eden
bir şahsiyet olarak öne çıkar.
Ken’ân Rifâî’nin Meşkûre Sargut ile ilgili olarak
kaydettiği: “elimde gergef seni işliyorum. Sen demirbaşsın, sen benim kalbimin
kandilisin Meşkûre”[527] şeklindeki sözleri
onun Meşkûre Sargut’u kendi tasavvuf anlayışının devamında etkili olacak bir
şahsiyet olarak gördüğü şeklinde yorumlanabilir.
Safiye Erol, 2 Ocak 1902’de Uzunköprü’de dünyaya
gelmiştir. İlk gençlik yıllarında Almanya’ya gitmiş ve öğrenimini orada
sürdürerek felsefe alanında doktora yapmıştır. Doktora sonrası 1926 yılında
memlekete dönen Erol, tasavvuf ağırlıklı yazılar ve romanlar yazmıştır.
Yazılarından bazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. Eserlerinden
öne çıkanları, Kadıköyü’nün Romanı (1939), Ülker Fırtınası (1944)
ve Ciğerdelen (1947)[528]dir.[529] Bunların yanı sıra, 1941’de Selma Lagerlöf’ün Portugaliya
Imparatoriçesi’ni ve 1945’te La Motte-Fouque’un Su Kızı"nı
Türkçeye kazandırmıştır. Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık
kitabının felsefî bölümü onun tarafından yazılmıştır. Eserde Erol,
hocasıyla 1948 yılında karşılaşmış olduğundan bahsetmektedir.[530] Son romanı Dineyri Papazı 1951’de Son Havadis
Gazetesi’nde yayınlanmış ve 1962’de Hz. Peygamber’in hayatının bölümlerini
anlattığı Çölde Biten Rahmet Ağacı isimli eseri basılmıştır. safiye Erol
1 Ekim 1964’te İstanbul’da vefat etmiştir.
Safiye Erol mürşidi Rifâî’nin vefatının ardından
yazılan Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık eserinde
hocasını anlattığı bir bölüm kaleme alır. Safiye Erol ile Ken’ân Rifâî’nin
irtibatını inceleyebilmek için Erol’un kaleme aldığı bu bölümü burada değerlendirmemiz
faydalı olacaktır. Erol’a göre bir mürşid eserleri ve müridleri ile
değerlendirilmelidir. Öncelikle mümin kimsenin Bakara Sûresi’ndeki tasvirini
veren Erol mümini tarif ederken ahenkli ve ölçülü bir insan portresi çizer.[531] Mürşid
ise, bireye iç ahengini kazandıran ve sonrasında onu toplum adına topluma
kazandıran kişidir. Mürşid, kendi adına bir beklenti içinde değildir. Bir başka
deyişle, mürşid ve tarîkat samimi müminleri zühd sınırında bırakmayarak onları
aşk ve iştiyaka sevkeder. Mürşid insanı nötralize ederek, onu çok istemek ve
hiç istememek gibi iki temel zaafdan kurtarır. Bu büyük zaaflardan kurtulan
insan, böylece gücünü ve iradesini ölçülü kullandığı, kendisiyle ve çevresiyle
ahenk içinde bulunduğu bir hayat yaşar. Erol, mürşid terbiyesi ile insanın
ulaştığı bu denge haline “Hak tevâzünü” adı verir.[532] Erol bu bölümde mürşid-mürid ilişkisini anlatırken
yalnızca teorik bilgilerden değil ayrıca kendi müritlik tecrübesinden de ilham
almıştır.
Ken’ân Rifâî’nin oğlu olan Kâzım Büyükaksoy 1902
yılında Medine’de dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma Mâhire Hanım’dır. İstanbul
Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun olmuştur. Bir süre bankacılık
yaptıktan sonra Fatih Millet Kütüphanesi müdür yardımcılığından emekliye
ayrılmıştır. Kâzım Büyükaksoy, anı ve biyografi yazarlığı ve mevlidhanlığıyla
ünlüdür. Kâzım Büyükaksoy etkileyici sesiyle İstanbul’un tanınmış
mevlidhanlarından biri olmuştur. Büyükaksoy’un, babası Rifâî’nin bestelenmiş
eserlerinin orjinaline sadık kalınarak notaya geçirilmesi konusunda hassasiyet
gösterdiği ve eserleri bizzat kontrol ettiği kaydedilir.[533]
Hak
Yolunun Önderleri[534] ve Ken’ân Rifâî’nin sohbetlerinden derlenen Mesnevî
Hatıraları53 adlı iki eseri vardır. Onun yukarıda adı geçen iki
eseribs55sw2a<<c
Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî yönü hakkında önemli iki
kaynak eserdir. Kâzım Büyükaksoy her seviyeden insana hitap edebilen sâfiyet
sahibi bir şahsiyet olarak tarif edilir.[535] [536] Kâzım Bey rind-meşrep birbirine zıt özellikleri
şahsiyetinde birleştirmiş bir Allah sevgilisi olarak tavsif edilir.[537] 1
993 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
Büyükaksoy Ümmü Ken’ân Dergâh’ında tatbik edilen Rifâî
zikrinin mûsikî ve icra da dahil olmak üzere sonraki nesillere aktarılmasında
önemli bir rol üstlenmiştir.[538]
Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki şahsiyetler târihî
sırayla incelendiğinde öncelikle farklı vilâyetlerde aldığı maârif görevleri
sırasındaki isimleri hatırlamamız gerekir. Adana Maârif müdürlüğü sırasında
(Haziran 1890 - Mart 1891) Adana vâlisi Şakir Paşa ve Tarsus mutasarrıfı
Mustafa Neşet Paşa ile irtibatlıdır. Manastır Maârif müdürlüğü sırasında bölge
kumandanı Fazlı Paşa, Kosova Maârif müdürlüğü zamanında ise vâli Hacı Hasan Bey
ile kumandan Müşir Edhem Paşa birlikte çalıştığı ve yakınlık kurduğu isimler
arasındadır. Trabzon vâlisi Kadri Bey ve Medine Şeyhü’l-Haremi Osman Paşa yine
Ken’ân Rifâî’nin mesâi ve gönül birliği içinde bulunduğu şahsiyetlerdir.
Rifâî’nin Medine yılları orada geliştirdiği dostluklar
bakımından oldukça verimlidir. Medine’de gerçekleşen akşam ile yatsı arasındaki
bu toplantılarda Rifâî ile tanışan önemli isimlerin birçoğu İstanbul’a
döndüklerinde Ken’ân Rifâî’yi ve tekkesini ziyaret ederek onunla irtibatlarını
devam ettirmişlerdir. Bu isimlerden biri Şeyh Şâmil’in en küçük oğlu olan Kâmil
Paşa’dır. Kâmil Paşa oğlu Said Şâmil[539] ile birlikte Hicaz’dan İstanbul’a döndüğünde (1908)
Rifâî’nin tekkesi de kurulma aşamasındadır. Tasvîr-i Efkâr gazetesindeki
haberden anlaşıldığı üzere baba-oğul devlet erkanı ile irtibat halindedir.[540] Daha sonra uzun yıllar Dersaâdet’te bulunduğu
anlaşılan Kâmil Paşa, buradaki ikameti sırasında Ken’ân Rifâî’nin tekkesine ve
sohbet meclislerine devam etmiştir.[541]
Devrin tanınmış mûsikî üstadlarından İzzettin Hümâyi
Elçioğlu’da (ö. 1950) Rifâî’nin müntesipleri arasındadır. Fatih Bülbülcüzâde
Tekkesi şeyhi Ahmed Şemseddin’in oğlu İzzettin Hümâyi Elçioğlu ilk mûsikî
bilgilerini babasından almış, Eğrikapılı Mehmed Efendi’den ilâhî, bahriye
imamlarından Hafız Mehmed Efendi’den Mevlevî âyinleri meşketmiş ve bazı
hocalardan da Batı mûsikîsi öğrenmiştir. Doğal bir ses güzelliğine sahip olan
ve mevlidhanlığı ile de tanınan Elçioğlu, iyi bir ud ve tanbur icracısıdır.
Uzun yıllar Ümmü Ken’ân Dergâhı zâkirbaşısı iken hocalık imtihanlarına girerek
öğretmenlik formasyonunu da tamamlamıştır. Uzun yıllar Üsküdar, Kabataş,
Davutpaşa ve Gelenbevi liseleriyle diğer bazı orta öğretim kurumlarında
çalıştıktan sonra Onaltıncı İlk Mektep mûsikî muallimi iken emekliye
ayrılmıştır.[542] Zamanın tanınmış mûsikîşinas ve bestekârları arasında
yer alan Elçioğlu, Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki zâkirbaşılığının yanı sıra
Rifâî’nin Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı eserindeki birçok şiirin de
bestekârıdır.
Ken’ân Rifâî’nin tekkesine devam eden isimlerden biri
de, Prof. Dr. Sadettin Ökten’in babası Celâlettin Ökten’dir (ö. 1961). Dinî
ilimler alanında isim yapmış bir aileye mensup olan Ökten İstanbul Yüksek İslâm
Enstitüsü’nde görev yapmış değerli bir ilim adamıdır ve bu çevrede daha çok
Celâl Hoca olarak tanınır. Celâl Ökten, Dârülfünûn’da okuduğu dönemde Babanzâde
Ahmed, İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1946) ve Mehmet Âkif Ersoy (ö. 1936) gibi mühim
hocaların sevgi ve ilgisine nail olmuştur.[543] Yukarıda
geçen isimler, muhit ve ilgi alanları itibariye Rifâî’nin de irtibatlı olduğu
kimselerdir. Ökten’in Ken’ân Rifâî ile bu bağlantılar vasıtasıyla tanışmış
olması muhtemeldir. Celâlettin Ökten, Kurtuluş savaşı yıllarında (1918-1922) o
sıkıntılı günlerin acısını dindirmek için Cuma günleri Ümmü Ken’ân
Dergâhı’ndaki âyinleri takip etmeye başlamış ve âyin sonrasında Rifâî’nin
konağında gerçekleşen ilmî ve tasavvufî sohbetlerin de bir parçası olmuştur.
Celâl Hoca’nın Rifâî yoluna girdikten bir süre sonra cezbeye dayanamayıp “alın
bu hali benden... kitaplarım iki parmak toz tuttu, okuyamaz oldum!” diyerek
ilim yolunu tercih ettiği nakledilmektedir.[544] Rivâyete göre Ken’ân Rifâî, Celâl Ökten’in ruh
halinde gözlemlediği değişim nedeniyle, ondan kitapları ile dergâh arasında bir
seçim yapmasını isteyince, Ökten kitaplarını seçmiştir. Ancak Rifâî’nin Celâl
Hoca’ya Fransızca öğrettiği ve Celâl Hoca’nın da Rifâî’nin oğlu Kâzım
Büyükaksoy’a Arapça dersi verdiği ve bu suretle aralarındaki irtibatın devam
ettiği aktarılan bilgiler arasındadır.[545]
Mevlevî şeyhlerinden yukarıda bahsettiğimiz Kazasker
Molla adlı zât, Rifâî’nin dergâhına devam eden isimlerdendir. Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî
takrirlerine katıldıktan sonra orada dinlediği şerhten etkilenerek Yenikapı
Mevlevîhânesi’ndeki şeyhlere durumu iletmiştir. Kazasker Molla, elli senedir Mesnevî
ile iştigal ettiği halde Rifâî’den dinlediği şerhin benzerini görmediğini, Mesnevfyi
Ken’ân Rifâî’den dinlemek gerektiğini ifade etmiştir.[546]
Bursa Halvetî Dergâhı son postnişini Mehmet Şemseddin
Ulusoy (ö. 1936) da Ken’ân Rifâî’nin muhabbet halkasındadır. Mehmet Şemseddin
Mısrî’nin aktarımlarından anlaşıldığı üzere Mısrî ve çevresi Rifâî ile irtibat
halindedir. Rifâî Bursa’ya gittiği zaman Şemseddin Mısrî’yi ziyaret ettiği
gibi, Mısrî de İstanbul’a geldiğinde Ümmü Ken’ân Dergâhı’na gelerek Rifâî’yi
ziyaret eder. Mehmet Şemseddin Mısrî, Niyâzî-i Mısrî’nin (ö. 1105/1694)
halifelerinden olan Mehmed Sahfî Efendi’nin oğludur. Şemsi 1893’ten tekkelerin
kapatıldığı 1925 tarihine kadar Niyâzî-i Mısrî Âsitânesi’nin postnişînliğini
yapmıştır. Cumhuriyet sonrasında resmi görevleri vasıtasıyla Bursa’da tasavvuf
kültürünü canlı tutmak için çalışmalarda bulunan Şemseddin Mısrî, Osmanlı
Devleti’nin son döneminde yetişmiş bir mutavvıf şâir ve kültür tarihçisidir.[547] Mısrî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’nı ziyaretinden sonra
kaleme aldığı yazıdan Rifâî’nin tekkesi ve orada gördüğü usûlden etkilendiği
anlaşılır.[548]
Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki mühim isimlerden bir
diğeri de, Anatomi Profesörü Nurettin Ali Berkol’dur.[549] Türk hekim, siyaset adamı ve eski Dârülfünun emîni
olan Nurettin Berkol, TBMM II. Reisi olarak da görev yapmıştır. Nurettin
Berkol’un görevleri dolayısıyla sürekli olarak Ken’ân Rifâî’nin yanında
bulunamadığı, ancak her vesileyle Rifâî ile irtibat kurarak ona olan
bağlılığını ortaya koyduğu aktarılır. Bu cümleden olmak üzere, Nurettin
Berkol’un her seyahat öncesinde, mutlaka Rifâî’yi telefonla arayarak ondan izin
aldığı da rivâyet edilmiştir.[550] Ken’ân Rifâî’nin çevresindeki önemli isimlerden biri
de Profesör Nihat Reşad Berger’dir (ö. 1961) Reşat Berger, Ken’ân
Rifâî’nin hastalığı döneminde onu tedavi etmek için gelen doktorlar
arasındadır. Berger’in, “biz onu iyileştirmeye geliyoruz, hakikatte o bizi
tedavi ediyor”, sözlerinden anlaşıldığı üzere ikili arasında kısa zaman
içerisinde samimi bir irtibat kurulmuştur.[551] Rifâî’nin sürekli hekimleri arasında olan diğer bir
doktor da Prof. Dr. Süheyl Ünver’dir. Hastalığı döneminde Rifâî ile irtibat
kuran ve onun mânevî cephesinden etkilenen Ünver’e göre Kenân Rifâî, tesiri
kendisinden sonra devam edecek şahsiyetlerdendir.[552] Bu isimlerin yanı sıra üniversite yüksek Matematik
Profesörü Nadir Bey de Rifâî’nin çevresindeki şahsiyetler arasındadır.[553]
Rifâî’nin sohbet halkası içerisinde Ubeydullah Efendi
adlı bir zâtın da bulunduğu kaydedilir. Ayverdi, Ubeydullah Efendi’nin medrese
tahsili olmakla birlikte Doğu ve Batı kültür mirasına da hakim bir kimse
olduğunu belirtir. Bu ifâdelere istinaden adı geçen kişinin Osmanlı son
döneminde öne çıkan isimlerden Muhammed Ubeydulah Efendi olduğu söylenebilir.[554] Nitekim, Muhammed Ubeydullah Efendi hakkında yazan
araştırmacılar onun Osmanlı son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk döneminde etkin ve
bu nedenle Doğu-Batı düşüncesine hakim bir ilim adamı olduğuna vurgu yapar.
Ubeydullah Efendi laiklik, din ve Kur’ân’ın anlaşılması ile ilgili
tartışmalardaki ilmi yaklaşımları ile öne çıkmıştır.[555]
Ken’ân Rifâî’nin halkasında bulunan farklı
şahsiyetlere örnek olarak Keldânî[556] Patrik
Vekîli Monsenyör Abid Efendi kaydedilebilir.[557] Monsenyör Âbid Efendi’nin, Rifâî’nin bir sohbetini
dinledikten sonra Müslüman olduğu ve sonrasında vefatına kadar Rifâî’nin
meclisine devam ettiği nakledilir.[558] Evvelce Mısır Keldânî Patrik Vekili olduğu söylenen
Abid Efendi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Mısır’da Patrik Vekili Butros Abid
Efendi” ifadeleriyle kayıtlıdır.[559] 1917 Yılında bir meselenin halli için Harbiye
Nezâreti’nde bulunduğu sırada kalp krizi geçirerek hastalanan Abid Efendi’nin
Yûsuf Sûresi’ni okuyarak vefat ettiği rivayet edilir. Abid Efendi’nin şeyhine
olan hürmetini gösteren hatıralar içerisinde, onun otuz yıl üzerinde namaz
kıldığı seccadeyi Rifâî’nin tekkedeki makamına kendi elleriyle sermesi ile
ilgili aktarım en dikkat çekici olanıdır.[560]
Yûsuf Ken’ân Turak’ın anlatımından Rifâî’nin son dönem
Osmanlı ulemasından, Elmalılı Hamdi Yazır ve Bâbânzâde Nâzım ile sohbet
ettikleri anlaşılır.[561] Rifâî
ile irtibatları oldukça öncelere dayanan Eski Vakıflar Müfettişi Yûsuf Kenan
Turak’ın, anlatımına göre Turak, Fatih civarında makam aracıyla seyrederken,
yolda Ken’ân Rifâî’ye tesadüf eder ve onu istediği yere götürmek üzere aracına
davet eder. Rifâî, biraz nevale alacağını, sonrasında eve geçeceğini söyleyerek
teklifi kabul eder. Ken’ân Rifâî eve dönüş yolu üzerinde müsaade alarak bir
yere uğramak istediğini söyleyince, Turak’da ona eşlik eder. Ken’ân Rifâî,
Elmalılı Hamdi Yazır’ın evine uğramıştır ve mecliste Bâbânzâde Ahmed Nâim de
vardır. Mollalık âleyhine bazı yorumlar yapıldığı esnâda sohbete katılan Rifâî,
“ne varsa mollalıkta vardır. Her şey mollalıkla başlar, mollalıkla hitam bulur”[562] şeklinde bir yorumla konuya dahil olur. Babanzâde,
Rifâî’nin bu ifadesini “efendim bu irşadınızı bendeniz şöyle tevil ederim...
Mollalık olmazsa ilim olmaz, ilimsiz de mütekâmil insan olmaz” şeklinde
yorumlar. Turak, sonrasında Elmalılı, Bâbânzâde ve Rifâî arasında bir saat
kadar vahdet-i vücûd üzerine söyleşi gerçekleştiğini kaydeder. Turak, dönüş
yolunda Şeyh Rifâî’nin semtin kabadayılarından bir kaç genci önüne katarak
iftar için konağa buyur ettiğini de ilave eder. Rifâî, Elmalılı ve Babanzâde’nin
yakınlığı hakkında bilgi vermesi bakımından Kenan Turak’ın bu üç ismin
diyaloglarına dair aktarımı önemli olduğu gibi şeyhin dönemin ilim ve fikir
çevreleriyle irtibatından bir kesit sunması bakımından da dikkate değerdir.
Maârif
Müdürü Esat Sagay (ö. 1938) da Rifâî’nin çevresindendir. Aktarımlardan
anlaşıldığına göre Ken’ân Rifâî’nin halifelerinden Server Hilmi Bey’in yeğeni
olan Esat Sagay Rifâî ile yakın temas halindedir:
“Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Hocam’ diye hitap ettiği
Esat Sagay, Cumhuriyet döneminin en önemli Milli Eğitim Bakanlarındandır.
Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde, asker, siyâsetçi ve eğitimci olarak
çalışmış, Cumhuriyet’in son döneminde de siyasetçi ve eğitimci kimliğini
sürdürmüştür. Sagay dönemin Milli Eğitim Bakanı olarak Cumhuriyet’in eğitim
politikasına damgasını vurmuştur.”[563]
Esat Sagay Maârif müdürü olarak çalıştığı dönemde sık
sık konağı ziyaret eder. İfadelerden anlaşıldığı üzere Sagay, Rifâî ve konak
çevresiyle düzenli olarak görüşür. Esat Sagay ölüm döşeğinde iken Rifâî’nin
damadı Ziya Cemal Büyükaksoy’a, Ken’ân Rifâî’yi kastederek “efendinin kıymetini
bil. Öpülecek el onun elidir. Hayat o. Fakat ben bunu bilinceye kadar neler
çektim!”,[564] şeklinde sözler sarfettiği kaydedilir. Esat Sagay’ın
bu sözleri Ken’ân Rifâî ile kurduğu yakınlıktan daha fazla istifade
edememesinin onda uyandırdığı infialin bir işareti olarak kabul edilebilir.
Ken’ân Rifâî’nin, Esat Sagay’ın yurt dışında doktora tahsili yapan oğlu Reşat
Sagay ile yakından ilgilenmiş olduğu anlaşılmaktadır.[565]
Burada Ken’ân Rifâî’nin yakın halkasında bulunan iki
ismi de kaydetmek gerekir. Sâmiha Ayverdi’nin abisi Ekrem Hakkı Ayverdi (ö.
1984) ve onun eşi İlhan Ayverdi. 1899 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Ekrem
Hakkı Ayverdi, Türk mimar- mühendis ve mimarlık tarihi araştırmacısıdır. Ekrem
Hakkı Ayverdi, ailevi münasebetler vasıtasıyla Ken’ân Rifâî ile temas halinde
olmuştur. Rifâî’nin modern dönemde geleneği muhafaza etme anlayışına katıldığı
görülen Ayverdi, bu yaklaşımı mimari alanındaki çalışmaları ile ortaya koymuştur.
Ayverdi’nin en kayda değer cephesi Türk mimarlık tarihi üzerine yaptığı ve
özellikle Osmanlı devri Türk mimarisinin önemini ortaya koyduğu çalışmalarıdır.
Fâtih Devri Mimarisi ve îlk 250 Senenin Osmanlı Mimârîsi isimli
kaynak niteliğindeki eserleri bu çalışmalarına örnek olarak gösterilebilir.[566] Eşi İlhan Ayverdi ise 1949 yılında Ken’ân Rifâî ile
tanışmıştır.[567]
Yukarıdaki şahsiyetler genel olarak
değerlendirildiğinde, Ken’ân Rifâî’nin etrafındaki kimselerin çalışkan,
eğitimli, idrak ve zevk sahibi kimseler olduğu görülür. Bunun yanı sıra
Rifâî’nin irtibatlı olduğu zâtların birçoğunun mûsikî yönü de kuvvetlidir.
Rifâî’nin devlet erkanı, ilim ve sanat insanıyla kurduğu yakınlığın temelinde,
maneviyatın yanında Osmanlı birliğinin muhafazası, devletin eğitim, kültür ve
teknik anlamda ilerlemesini temin etmek gibi hamasî endişeler de mevcuttur.
Rifâî’nin memuriyet yıllarına yakından bakarken onun çalıştığı hemen her
şehirde, şahsiyeti ve uygulamalarıyla bir tür cazibe odağı haline geldiğini
ifade etmiştik. Burada konuya daha geniş bir açıdan bakıldığında Rifâî’nin otuz
yılı bulan aktif meslek hayatı süresince çalışmalarını daha verimli hale
getirmeyi temin edecek şekilde kendisine meşrep olarak yakın gördüğü kimselerle
irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz.
Ken’ân Rifâî’nin sohbetinde bulunarak ondan aldığı
birikimi çeşitli kanallarla topluma kazandırmak gayretinde olan gruplar onun
takipçileri olarak kabul edilebilir. Bu başlık altında târihî sırayla bu
gruplardan ve yaptıkları çalışmalardan kısaca bahsedilecektir. Ken’ân Rifâî’nin
takipçilerinin öne çıkan özellikleri ve yaşantısı hakkında antropolojik bir
çalışma[568] yapılmış olup bizim bu başlık altında çalışacağımız
konu Rifâî’den sonra yolunu devam ettirenlerin yaptığı faaliyetleri şeyhin
anlayışınına katkıları açısından değerlendirmektir.
Bahsedilen kurumlar içerisinde Kubbealtı Akademisi
Kültür ve Sanat Vakfı ve yazar Sâmiha Ayverdi ile ağabeyi Yüksek Mimar
Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından kurulmuştur. Vakıf bu gayeye erişmek için başta
akademik konferans, seminer ve sempozyumlar olmak üzere çeşitli sohbet
toplantıları, anma günleri, sanat ve dil alanında halkı eğitmeyi amaçlayan
çeşitli eğitim programları tertip etmiştir.[569] Vakfın neşrettiği Kubbealtı Akademi Mecmûası otuz beş
yılı aşkın bir süredir çıkmaya devam etmektedir.
Ken’ân Rifâî’nin takipçilerinin kurduğu derneklerden
biri de Türk Kadınları Kültür Derneği’ dir. 1966 yılında Ankara ve
İstanbul’da Sâmiha Ayverdi’nin teşvîkiyle kurulmuş olan dernek Türk insanının
milli kültür birikimiyle tanışması gayesine mâtuf olarak konferans, sempozyum,
gezi ve kurslar düzenlemektedir. Günümüzde Derneğin merkezi Ankara’da olup
İstanbul ve Anadolu’nun değişik illerinde temsilcilikleri bulunmaktadır.
Ayverdi’nin teşvikiyle kurulan TÜRKKAD’ın İstanbul şubesine 1999 yılında
Cemâlnur Sargut başkan olarak seçilmiştir. Bu tarihten sonra TÜRKKAD’ın
faaliyetleri uluslararası organizasyonlara dönüşmüştür. TÜRKKAD’ın tertip
ettiği yurt içi ve yurt dışı çalışmaların bir neticesi olarak ortaya çıkan
diğer bir faaliyet alanı ise üniversiteler bünyesinde açılan tasavvuf kürsüleri
ve Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü olmuştur.[570]
Üsküdar Üniversitesi bünyesinde açılan Tasavvuf Araştırmaları
Enstitüsü ve Enstitünün ülkemizde tasavvuf eğitimindeki yeri hakkında biraz
daha ayrıntılı bilgi vermek gerekir. Cemâlnur Sargut hâlen bir yandan yazın
faaliyetlerine[571] devam ederken bir yandan Rektör Danışmanı unvanıyla
üniversite bünyesinde dersler verirken haftanın belli günleri çeşitli kültür
merkezlerinde halka açık olarak tasavvuf dersleri de vermektedir.
Ken’ân Rifâî’nin takipçileri tarafından kurulan bir
başka vakıf ise Cenan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’ dır. 2000 yılında
kurulan vakfın genel anlamda gayesi yukarıdakilerle benzerlikler
göstermektedir. Buna göre esas olan, Türk toplumuna has milli, mânevî ve
kültürel değerlerin sonraki nesillere aktarılmasıdır. Burada diğer iki
kuruluşun gayeleri arasında rastlanmayan “tasavvufun araştırılması” ifadesi yer
alır. Öte yandan ferdin ve toplumun kendini tanımasına, gelişimine ve huzuruna
katkıda bulunmak gibi daha somut gayeler ortaya konmuştur. Vakfın bunları
yaparken başvuracağı araçlar şu şekilde ifade edilir: “Akademik çalışmalar ve
kültürel etkinlikler düzenlemek suretiyle, toplumsal eğitimimizin ve
kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunmak. Müze ve enstitü, kütüphâne, arşiv
gibi kalıcı kurumlar tesis ederek geçmişimizi, tarih mirasımızı korumak.”[572] Cenan Vakfı bünyesinde Ken’ân Rifâî’nin torunlarından
Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un devam ettirdiği akademik ve kültürel toplantılar hali
hazırda devam etmektedir. Prof. Gürsoy tasavvuf mirasımız ile düşünce
geleneğimizi buluşturan entellektüel faaliyetleri ile öne çıkmaktadır.
Ken’ân Rifâî’nin farklı zamanlardaki evliliklerinden
erkek ve kız çocukları ve torunları bulunmaktadır. [573] Hayriye Hanım, Kâzım Büyükaksoy, Aliye Büyükaksoy ve
Kainât Büyükaksoy (Gürsoy) çocuklarıdır; Aliye Hanım’dan, Kâzım Bey’den ve
Kâinat Hanım’dan erkek ve kız torunları ile torun çocukları bulunmaktadır.”[574] Rifâî’nin Cumhuriyet öncesindeki evlilik hayatı çok
eşlidir.
Ken’ân Rifâî’nin eşi Güzide Hanım Kırklarelili’dir.[575] Sohbet notlarından anlaşıldığı üzere Güzide Hanım,
şer’î bilgisi kuvvetli, sağlık konularına önem veren, günlük hadiselerden ibret
ve hikmet çıkarma kabiliyetine sahip, basiret sahibi bir hanımdır.[576] Sohbet meclisleri çoğu kez onun sorduğu bir soru ya
da bir yaptığı bir paylaşım ile açılır. Örneğin Güzide Hanım bir gün önce
okunan bir kitapta geçen, ehlullahın Allah’tan utanması nedeniyle günahtan uzak
durmaları meselesini tekrar dile getirdiğinde, Rifâî sohbete şöyle devam eder:
“Öyle ya... sen, bir şey yapacağın vakit, benden, tekdir edeceğimden korktuğun
için mi yapmazsın. Yoksa: Niye bunu yaptın Güzîdeciğim, dememden mi çekinirsin?
Tabiî ki günâhı korku yüzünden işlemezsin. Buna, evvelâ vicdanın razı olmaz.
Cenâb-ı Hakk’ın her yerde olduğunu bildiğin için ondan çekinmeden nasıl yaparım
bunu?”[577] Ken’ân Rifâî ile Güzide Hanım’ın günlük
mesuliyetlerini yerine getirirken sohbet ettikleri ve dinî-tasavvufî meseleleri
de birlikte mütâlaa ettikleri anlaşılmaktadır: “Bugün Güzide Hanım Valideniz
ile bir hadîs-i şeriften bahsediyorduk. Resûlullâha sormuşlar. Bize bizi
Allah’a yaklaştıracak amellerden bahset, demişler. Efendimiz de: İlmullah, yâni
Allah ilmi... cevâbında bulunmuş.”[578] Rifâî’nin yukarıdaki ifadeleri buna bir örnek olarak
değerlendirilebilir. Güzide Hanım ilmi ve ahlâkı ile konakta öne çıkan bir
şahsiyettir. Bu durumun onun manevi hâlini olumsuz etkilemesinden çekinen
Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki hizmetleri nedeniyle kendini beğenip
rehavete kapılmaması konusunda onu uyardığı kaydedilir.[579]
Ken’ân
Rifâî’nin eşi Behîce Hanım, konağın idaresi ve bahçe işlerinden mesuldür.
Ken’ân Rifâî’nin günlük işlerine yardımcı olmak da yine onun sorumluluğundadır.[580] Aralarındaki irtibata örnek olarak sohbet notlarında
yer alan bazı anekdotlar kayda değerdir. Aşağıdaki metin günlük hadiselerin
aile içinde birer sohbet konusuna dönüştüğüne örnek olarak verilebilir:
“Bu sabah Behîce Valideniz, bu sobadan, atılmak üzere
bir demir parçası çıkardı. Kömürlerin içinde yanıp yanıp da artık atılacak hâle
gelen bir demir parçası... Evet, bir demir parçası der ve ehemmiyet
vermezsiniz. Halbuki unutmayınız ki her şey. her şey zî-hayattır; canlıdır.”[581]
Ken’ân Rifâî’nin eşi Lutfiye Hanım cömert, eli açık ve
hizmet ehli bir kadındır. Cömertliği nedeniyle Lutfiye Hanım’ın evin idaresi
için ayrılan parayı ayın ilk haftasında bitirdiği nakledilir. Lutfiye Hanım,
Ken’ân Rifâî’nin bu durum karşısındaki tavrını şu şekilde anlatır: “Ben ...
paramın bittiğini, sağ avucumu kaşımak suretiyle haber verirdim. O zaman o
[Ken’ân Rifâî] gülerek takvimi gösterir fakat gene de dayanamaz, beni fazla
fazla memnun ederdi.”[582] Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî, Lutfiye Hanım esnediği
zaman nerede olursa olsun ona Çerkezce, “mahşej” diye seslenir, Lutfiye Hanım
da “sineminuh (gözümün nuru)” şeklinde cevap verirdi ve aralarındaki bu
karşılıklı gönül alma Çerkezce olarak bir müddet devam ederdi. Lutfiye Hanım,
Rifâî’nin günlük yaşantısından örnekler verirken “sakın ehemmiyetsiz şeylerdir
diye yazmamazlık etmeyin, yazın bu hatıraları” diyerek şeyhin ev hayatında da
latif haller içerisinde olduğunu gösteren örneklerin dikkate alınmasını ister.[583]
Ken’ân Rifâî’nin oğlu Kazım Büyükaksoy’un da,
sohbetlere soruları ve tasavvufî metin paylaşımlarıyla iştirak ettiği görülür.[584] Kazım Bey’in sesi kuvvetlidir. Hafızlığı ve
Mevlidhanlığı ile dönemin İstanbul’unda şöhret bulmuştur. Ken’ân Rifâî’nin oğlu
Kazım Bey’e söylediği şu sözler onun genel anlamda evlad sevgisi ile ilgili
görüşlerini de ortaya koyması açısından önemlidir: “Kâzım... Bir gün Sedat
[Rifâî’nin halifelerinden Server Bey’in oğlu] ile sen muhtaç vaziyete düşseniz
ve ben de ancak bir kişiye yardım edecek kudrete sahip olsam bil ki sana değil
Sedat’a yardım ederim.”[585] Sohbet notlarından anlaşıldığı üzere Kazım Bey’in
kızı Asiye Hanım’ın da sesi güzeldir ve bazı zamanlarda dedesi Ken’ân Rifâî’ye
ilâhîler okumaktadır.[586]
Ken’ân
Rifâî’nin kızı Kâinât Büyükaksoy (ö. 2017) mânevî tarafı güçlü ve derinlikli
biri olarak tasvir edilir. Aktarımlara göre Kâinât Hanım dinî ve mânevî
konularla iç içe büyümüş bir çocuktur. Kâinat Hanım gençliğinde de aynı
hassasiyet içinde olup sahip olduğu tasavvufî muktesebat onun sohbet
meclislerinde yaptığı paylaşımlarda kendini hissettirir:[587]
“[Kâinât Hanım:] Mesnevî-i Şerifte: Her ne ki
seni Allah’tan alıkoyar o, şeker gibi lezzetli de olsa, bil ki can çekişmektir,
buyuruluyor.’ [Ken’ân Rifâî:] ‘Allah’tan başka olan her istek, hattâ âhirete
âit de olsa, şüphe etme ki o can çekişmektir. Faraza buraya babanı görmek üzere
birisi geliyor. Fakat bulamıyor, yalnız Konağı görüyor. ... Asıl gaye,
aradığını görmek ona kavuşmaktır. Diğer zevkler ve sürûrlar ise etrafında
dolaşmak ve maksûda erememektir.”[588]
Ken’ân
Rifâî, kızının sohbetlere iştirakinden onun tasavvufî içerikli soru ve paylaşımlarından
memnundur. Ancak aktarımlara göre, Kâinât Hanım’ın dinî-mânevî konulara önem
vermesini hoş bulmayan dayısı, yeğeni Kainat’ın gittikçe dünya hayatından
uzaklaştığını düşündüğü için onun bu hâlinden endişelidir. Kâinat Hanım’ın
dayısı, bu konudaki endişelerini Ken’ân Rifâî’ye bildirdiğinde şeyhin şöyle bir
cevap verdiği kaydedilir:
“Bu söz, kaç bakımdan doğru değil... Ben dünyâdan
çekilmiş bir insan mıyım ki kızım çekilsin. Bir insanın dünyânın mâhiyetini
bilmesi, selâmetinin en esaslı rehberidir. Zîra dünyâda öyle oyuklar, çukurlar,
girdaplar vardır ki, her an, insanın bunlardan birinin içine düşmesi
beklenebilir. İşte mâneviyat, beşeri bu çukurlara, girdaplara düşmekten
kurtaran manevî bir gözlüktür ki bu gözlüğü takmış olanlar, nereye basacaklarını
ve ne gibi tehlikeler karşısında olduklarını görür ve bilirler.”[589]
Hikmet Kâinât Hanım’ın oğlu Prof. Ken’ân Gürsoy,
Türkiye’nin yakın dönemde yetiştirdiği önemli felsefeci ve bürokratlarından
biridir. Uzun yıllar Galatasaray Üniversitesi’nde, eğitimciliğinin yanı sıra
enstitü müdürlüğü ve dekanlık gibi görevlerde bulunan Gürsoy, daha sonra
Dışişlerinde çalışarak büyükelçilikten emekli olmuştur.[590]
Ken’ân Rifâî’nin kızı olan Hayriye Hanım, Medine’de
dünyaya gelmiş ve yirmi yaşındayken vefât etmiştir.[591] Aktarımlara göre Ken’ân Rifâî, kızı Hayriye Hanım’ın
vefatını, annesi Hatice Cenân Hanım’ın sağlığından endişe ederek kendisinden
gizlemiştir.[592]
Sohbetler adlı eserinde yer alan tasvirlere bakılarak Ken’ân
Rifâî’nin anlayışlı ve hoş geçimli bir eş portresi çizdiğini ve talebeleriyle
yaptığı tasavvufî sohbetlere aile içinde devam ettiğini söyleyebiliriz.
Rifâî’nin ailesi de aynı şekilde dinî-mânevî konulara ilgili ve tasavvuf
literatürüne aşina kimseler olarak dikkat çekmektedir.[593]
Ken’ân Rifâî, vefatından önceki yıllarda çeşitli
hastalıklarla mücadele sürecine girer. Rifâî, özellikle 1949-1950 kışında
çaresi bulanamayan kronik bir bronşite yakalanarak devamlı surette öksürmeye
başlar. Bunun yanı sıra aldığı ilaçların yan tesirleri nedeniyle şeyhin
vücûdunda başka rahatsızlıklar da baş gösterir. Çevresindekiler, Ken’ân
Rifâî’nin yaşadığı zorluk nedeniyle kimi zaman şikâyet kabilinden söz etmeye
başlayınca, şeyh onları “[hastalık] bana bir misafirdir, ben onu evime gelen
her misafir gibi hoşlarım. Şikâyet bize yakışır mı? Gidecekse hoşlukla gitsin”
şeklindeki sözleri ile teselli eder. Sohbetler’de geçen ifadelerden anlaşıldığı
üzere, Rifâî son günlerine kadar okuyup anlatmaya ve irşad etmeye devam
etmiştir.[594]
Ken’ân Rifâî, yakında dâr-ı bekâya irtihal edeceğini
haber vererek, vefatından önceki son günleri, yakınları ve talebelerini tek tek
kabul edip vedalaşarak geçirmiştir. 7 Temmuz 1950 tarihinde vefat eden Ken’ân
Rifâî Büyükaksoy, Merkez Efendi Camii avlusunda şadırvan ile kabristan duvarı
arasındaki hazîreye defnedilmiştir.[595]
Ken’ân Rifâî hakkında hayatta iken ve vefatından sonra
bazı eleştiriler yapıldığı gibi, tekke faaliyetleri de hükümet tarafından
muayyen zamanlarda takip edilmiştir. Ken’ân Rifâî, aktif olarak Maârif Nezâreti’nde
görev yaptığı sırada bir kaç defa hükümetin takibine uğramıştır. Bunlardan
ilki, Numûne-i Terakki Lisesi müdürü olduğu (1897-1900) dönemdedir. Okulun
sabık müdürü Nadir Bey’in hükümet aleyhindeki girişimleri dolayısıyla, Nadir
Bey’den sonra göreve gelen ilk müdür olan Ken’ân Rifâî’nin buradaki
uygulamaları hükümet tarafından yakından takip edilmiş ve okul, sivil
polislerce sürekli denetlenmiştir. Ken’ân Rifâî, bir süre sonra bir kaç
öğrencinin saraya verdiği jurnal nedeniyle, sorgulanmak üzere saraya
çağırılmıştır. Ayverdi’nin anlatımıyla “günün birinde bunlardan
[jurnalcilerden] biri olan Sait Molla ile kardeşinin Saray’a verdikleri bir
jurnal ile Avrupa’ya kaçıp siyâsî mültecilere iltihak edeceği rivayeti alıp
yürüyünce, sorgusu yapılmak üzere müdür, Mâbeyn’e davet olundu.” ifadeleriyle
Rifâî’nin sorgulanmak üzere çağrıldığını kaydeder.[596] Ayverdi aynı yerde, Ken’ân Rifâî’nin siyasi bir emeli
olmadığı görülerek salıverildiğini naklederken, yanlış anlamayı telafi etmek
maksadıyla, saray tarafından verilen ihsân-ı şâhâneyi almadan makamı
terkettiğininin de altını çizer.[597] Rifâî’nin bu tür aktarımlarda hükümetle uyumlu
çalışmasına rağmen, saray ve siyaset çevrelerine karşı mesafeli ya da kayıtsız
bir memur olarak tasvir edilmesi dikkat çekicidir.
Ken’ân Rifâî, Medine’den dönerek İstanbul’a yerleştiği
ve tekkesinin açılması için gereken izni beklediği dönemde, konağın selamlık
bölümünde devam eden sohbet meclisleri dolayısıyla hükümet tarafından, Jön Türk
hareketine ev sahipliği yaptığı yönünde bir ithama maruz kalmıştır. II.
Meşrutiyet’in hemen öncesine tesadüf eden günlerde, konağında yapılan aramada
ilgili şüpheye dair her hangi bir şey bulunamamıştır. Ayverdi bu arama
sırasında, Rifâî’nin el yazması eserleri ile Tercümân-ı Hakikat
gazetesinde çıkan pedogoji makalelerine el konulmuş olmasını, talihsiz bir
durum olarak nitelendirir. Rifâî’nin dergâhı 1925 yılında tekkelerin ilgası ile
ilgili kararın ardından, tekke faaliyetlerine devam edildiğine dair şüphe
nedeniyle uzun süre takip edilmiş ancak aramalar sırasında bu konuda da her
hangi bir bulguya ulaşılamamıştır. Yukarıdaki vakalardan anlaşıldığı üzere,
Rifâî örgün eğitim müesseseleri ve tekke kurumu aracılığıyla Osmanlı
Devleti’nde eğitimin genel anlamda gelişmesi ve tasavvuf kültürünün devamı için
çalışmıştır. Rifâî’nin toplum hizmetini eğitim faaliyetleri ile
sınırlandırdığı, politik ve ideolojik hedefler peşinde olmadığı, birçok üst
düzey yetkili ile ailevi yakınlıkları bulunmasına rağmen, Saray ve çevresiyle
irtibatının maârif görevlerinin gerektirdiği sınırlar içerisinde kaldığı
anlaşılmaktadır.
Yukarıda, Rifâî’nin irtibatlı olduğu şeyhleri
açıklarken, ziyarete gelen şeyhlerin onun hakkındaki görüşlerini kaydetmiştik.
Bu anlatımlarda Rifâî ilmi, irfanı, sanatı ve cömertlik gibi bir tekke
şeyhinden beklenen özellikler ile tanıtılıyordu. Rifâî’nin yaşadığı dönemde,
şahsiyeti, tekke uygulamaları ya da tasavvufî görüşleri aleyhinde bir yazıya
tesadüf edilmemişir. İsmail Parmaksızoğlu, Türk Ansiklopedisinin Ken’ân
Rifâî maddesinde onun giyim kuşamı ile diğer şeyhlerden ayrıldığına dikkat
çeker.[598] Parmaksızoğlu
söz konusu tespiti için bir kaynak vermemiştir. Ancak bu ifadeler, Rifâî’nin,
Maârif Nezâreti’ndeki görevleri dolayısıyla takip ettiği Osmanlı bürokratlarına
has giyim tarzının, bazı çevrelerce yadırganmış olabileceğini intibaını
uyandırır. Bununla birlikte, tekke çevrelerinden Ken’ân Rifâî ile irtibatlı
olanların yazını içerisinde şeyhin tasavvuf anlayışı ya da dış görünüşüne dair
olumsuz bir yoruma rastlanmamıştır. Bu durum, döneme ait hatıratların daha çok
ortaya çıkmasıyla değişkenlik gösterebilir kanaatindeyiz.
Cemil Meriç’in, Jurnal inde yer alan Ken’ân
Rifâî ve çevresine yönelik makalesi, şeyhin dış görünüşünün yanında tasavvuf
anlayışına yönelik değerlendirmeler içeren -bulabildiğimiz- ilk yazı olması
dolayısıyla önemlidir. Cemil Meriç’e göre Rifâî, bir XIX. yüzyıl
entelektüelidir. İmparatorluğun geniş coğrafyasında çalışmış bir Osmanlı
bürokratıdır ve bu nedenle tecrübi bilgisi vardır.[599] Ken’ân Rifâî bu yazı dahilinde İslâm’ı anlama ve
yorumlamada emsalleri arasında daha başarılı bir şeyh olarak karşımıza çıkar.
Meriç, tüm olumlu yönleri ile beraber Rifâî’nin, öncekilerin az çok bir tekrarı
olduğunu söyler. Cemil Meriç Rifâî’nin giyim tarzına da temas ederek, şeyhin
öğretisi kadar dış görünümü ile de asrın insanı üzerinde olumlu bir tesir
uyandırdığını kaydeder.
Gerçekte Rifâî’nin, giyim tarzı ve şıklığı onun
hakkında olumlu ve olumsuz yazan hemen her kalemin, üzerinde durduğu bir
konudur. Rifâî’yi ziyarete gelerek sonrasında intibalarını yazan müelliflerin,
metin içerisinde onun kıyafeti ve aksesuarlarından, en az bir tanesinden
bahsetmek gereği duyduğu söylenebilir. Rifâî’nin gözlük, saat, baston-pardesu,
ağızlık gibi aksesuarlar kullanması da dikkat çekmiştir.
Ken’ân
Rifâî Osmanlı devlet memuriyeti sırasında, dönemin üst düzey memurları için bir
tür üniforma işlevi gören kıyafetleri giymiştir.[600] Aslında bu giyim tarzı, Kanûn-i Esâsi ile yasal
olarak tespit edilmiş ve memurlar tarafından zamanla tamamen benimsenmiştir.
Rifâî giyim tarzına yönelik tercihlerinde, her dönemde devlet tarafından
önerilen prensipleri takip etmiştir. Rifâî özellikle Cumhuriyet Türkiye’sinde
uygulamaya konulan giyim-kuşamla ilgili düzenlemelerden bîzar olan kesimlerin,
meseleye yaklaşımını anlamlı bulmamaktadır. Ona göre dinî-mânevî meselelerin
zahiri bir unsur olan fes ya da şapkayla bir ilgisi yoktur. Kişi şartlara,
konumuna ve durumuna göre dilediği kıyafeti giymekte muhayyerdir.
“Bugün Bahreddin Efendi gelmişti, söz arasında
hocaların şapka giymek mecburiyetinden şikâyetle bahsetti. Ben de ona sus
dedim. Bu gibi sözler bize yakışmaz, bunlar câhil lâflarıdır. Allah kalbe ve
niyete bakar, şapkaya veya kavuğa değil. Bilmiyor musun, Resûlullah mübarek
göğüslerine elleriyle vurarak, üç kere “Ettükâ hâ hünâ, ettükâ hâ hünâ, ettükâ
hâ hünâ” yâni takva buradadır, takva buradadır diye göstermişlerdir.”[601] “ ... bu şapkalar
ki, hep toprağın dışında kalacak şeylerdir. Şu halde bunları giymenin de
giymemenin de ne ehemmiyeti olur?”[602]
Son
olarak akademik bir endişe olmaksızın yazılan iki kitapta geçen, Ken’ân Rifâî
ile ilgili bölümleri değerlendirmek doğru olacaktır. Yakın geçmişte, Soner
Yalçın tarafından yazılan Efendi ve Efendi 2 adlı kitaplarda,
Ken’ân Rifâî’nin daha birçok Türk ve İslâm büyüğü ile beraber Sabateist kökenli
olabileceği yönünde bir iddia ortaya atılmıştır. Yalçın’ın, akademik
araştırmaya dayanmayan bu kitabında Rifâî, Balkanlar’da Yahudiler’in yaşadığı
bir bölge olan Selânik’te dünyaya gelmiş olması, çocukluk yıllarında kısa bir
dönem buradaki Alianz İsrailit okuluna devam etmesi ve adının Ken’ân olması
gibi sebeplerle bu gruba dahil edilmeye çalışılmıştır. Akademik anlamda
incelendiğinde, kitaptaki bilgilerin kaynaksız olduğu ve ortaya konulan
malumatın kendi içerisinde tutarsızlık arzettiği görülür.[603] Ancak kitap Rifâî’nin muhipleri arasında bir infiale
sebep olmuş, akabinde Yalçın’ın kitabını tekzip amaçlı olarak, Devlet arşivleri
eski genel müdürü İsmet Binark Bay Efendi adlı bir derleme kaleme
almıştır.[604] Devlet Arşivleri tecrübelerinden istifade ederek
kitabı hazırlayan Binark, eserini yazarken öncelikle vesikalara, Rifâî’nin
kendi eserlerine ve müridleri tarafından yazılan kitaplara başvurmuştur.
Rifâî’nin olumlu ve olumsuz hakkında söylenenler
karşısında dile getirdiği “beni kimi Ken’ân görür, kimi şeytan görür”[605] şeklindeki ifadesi, müsbet ya da menfi olarak kendisi
hakkında ileri sürülen görüşlerden haberdar olduğunu göstermektedir.
Muktezâ-yı hayat (İstanbul 1308/1891)
Muktezâ-yı
Hayat, Ken’ân Rifâî’nin Balıkesir
Karesi İdadîsi’nde öğretmenlik ve idârecilik yaptığı dönemde Fransızca
eserlerden yaptığı tercümeleri derleyerek neşr ettiği bir eserdir.[606] Eserin giriş bölümünde belirttiği üzere müellif, orta
öğretim seviyesinde bu alanda gördüğü birtakım eksiklikleri gidermek ve
“sübyân-ı vatana bir hediye olmak üzere” böyle bir kitap kaleme almıştır.[607] Muktezâ-yı Hayat, bir mukaddime ile her biri
bâb olarak isimlendirilen altı bölümden oluşur. Sırasıyla bölümler ve başlıkları
şu şekildedir: Bab-ı evvel [Birinci Bölüm]: Teneffüs Ettiğimiz Hava, Bâb-ı sâni
[İkinci Bölüm]: İçtiğimiz Su, Bâb-ı sâlis [Üçüncü Bölüm] : Zer’ Ettiğimiz
Toprak, Bâb-ı râbia [Dördüncü Bölüm]: Nebâtât-ı Nâfia, Bâb-ı hâmis [Beşinci
Bölüm]: Eklettiğimiz etmek, Bâb-ı sâdis [Altıncı Bölüm]: Me’kûlât-ı Hayvâniyye.
Rehber-i Sâlikîn (İstanbul 1327/1909)
Rehber-i Sâlikîn
(İstanbul, 1327/1909) tarîkat usûl ve âdâbını anlatan bir risâledir.[608] Osmanlıca matbu bir kitap olan Rehber-i Sâlikîn,
orta boy 247 sayfadır. Kitap bu çalışma sırasında tarafımızdan günümüz
alfabesine çevrilmiş olup burada içeriği hakkında bazı değerlendirmelerde
bulunulacaktır.[609] Ken’ân Rifâî, 1908 senesinde Maârif Nezâreti’ne
gönderdiği bir istidâ ile eserinin basılması için müsade ister.[610] Teftiş ve muâyene heyetinin onayından geçen kitap,
usûl gereği bir kere daha incelenmek üzere “makam-ı âlî-i meşihât penâhî”ye
gönderilir.[611] “Rufâiye meşâyihinden Abdülhalim Ken’ân Bey’in Rehber-i
Sâlikîn isimli eserinin tabına müsâade isteği”[612] ile ilgili süreç olumlu cevaplandığından, eser
1327/1909 tarihinde neşredilmiştir. Kitabın okuyucu kitlesi, genelde seyr ü
sülûk üzere bulunan sâlikler, özelde ise -Ken’ân Rifâî’nin irşâd makamında
bulunduğu tarîkat gereği- Rifâî sâlikleridir. Burada gâye Rifâî usulüyle mânevî
seyrine devâm eden sâliklere bu yolda rehberlik edecek Türkçe bir kaynak temin
etmektir. Müellif mukaddimeden hemen sonra “sûret-i ahz-i terbiye ve tarîkatım
hakkında bir iki söz” başlığı altında mürşidleri ve aldığı tarîkat hilafetleri
hakkında bilgi verir.[613]
Ken’ân Rifâî, eserin ilk bölümünde Seyyid Ahmed
er-Rifâî’nin “neseb-i âlîleri ile hırka-yı şerîfleri” hakkında bilgi verdikten
sonra sırasıyla sohbet, telkin, zikir ve keyfiyyet-i derecât-ı sülûk, riyâzât
ve halvet başlıkları altında seyr ü sülûkun temel meselelerine yer verir.[614] Seyyid Ahmed er-Rifâî’ye ait bir münâcatın ardından,
dervişlerin Rifâîliğe intisap şartları izah edilir. Son derece ayrıntılı olan
bu bölümde, intisab esnâsında okunacak dualar, zikir âdâbı, tercih edilen
giysi, intisab için uygun olan yer ve zaman gibi konular ele alınır.[615] Bu başlık altındaki diğer bir tasavvufî mesele
riyâzettir.[616] Tasavvufî meselelerin izah edildiği bu bölümden
sonra, 92-169. sayfalar arasında, vird ve salavatlara yer verilir. Burada yer
alan vird ve salâvatlar sırasıyla şöyledir: Virdi’l-Fuyûzat[617], Şeyhinden Me’zûn olduğu bâzı salavât, Hazret-i Pîr-i
Kebîr Destigîrin her gün okuduğu evraddan bazıları, Ahmed er-Rifâî
hazretlerinin Cevherü’l-Esrâr nâmında olan salavât-ı şerifesi. Eser, bazı
hizbler ve Ken’ân Rifâî’nin manzûmeleri ile sona erer.
Rehber-i Sâlikîriin en önemli
husûsiyetlerinden birisi tasavvufî meselelerin belli bir tertip içerisinde
ortaya koyan Türkçe bir kitap olmasıdır. Eser, Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî
görüşlerini ve irşâd usûlünü tespit etmeye imkân vermesi bakımından önemlidir.
Tuhfe-i Ken’ân (İstanbul 1327/1911)
Tuhfe-i
Ken’ân (1327/1911), Ken’ân Rifâî’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda postnişin
olduktan sonra neşrettiği bir eserdir. Ken’ân Rifâî’ye ait bazı ilâhilerin de
yer aldığı kitap yüz yirmi yedi sayfadır.[618] Müellif eserin ilk bölümünde Hazreti Peygamber’in
yaklaşık üç yüz kırk kadar hadisinden çıkarılan manaları nazmen tercüme etmiş,
ikinci bölümünde ise Rasulullah hakkında yazılmış Arapça bir şiir olan İmam
Bûsîrî (ö. 695/1296?)’nin Kasîde-i Bürde’sini yine nazmen çevirmiştir.
Mukaddimedeki ifâdelerden anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî, Tuhfe-i Ken’ân’da
geçen hadislerin nazmen tercümesini, Medine’de bulunduğu dönemde ve
Resulûllah’ın mânevî huzûrunda iken kaleme almıştır. Eserde hadislerin
tercümesi ile birlikte şerhleri de yer almaktadır. [619] 1925 yılında basılan Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı
kitaba, Tuhfe-i Ken’ân’da geçen Kaside-i Bürde tercümesi de
eklenmiştir.
“Tasavvurdan uzaktı cür’etim, yok bende hiç dermân!
Telakkî eyledim ammâ huzurunda iken fermân.
Vezin, mevzun düşünmekçün kalır mı artık hiç iz’an!
hazretten
şefâattır visaldir maksadım her ân!”623
Eserin üçüncü bölümü denilebilecek 84-95 sayfaları
arasında “es-Seyyid eş- Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî kaddesallahu sırrahü’l-âlî
hazretlerinin ahzâb ve salavât-ı şerîfesinden muktebes hizb ve salatlar”
başlığı ve buna uygun olarak tanzim edilmiş bir içerik yer alır. Eserin son
bölümü olan 97-127 sayfalarında çeşitli naat ve ilâhilere ayrılmıştır. Sayıları
23-25 arasındaki naat ve ilâhiler diğer kitaplarındaki ilâhî ve manzûmeleriyle
birlikte Mustafa Tahralı tarafından 2013 yılında Ilâhiyât-ı Ken’ân- Ilâhî ve
Manzumeler[620] adlı kitap içinde bir araya getirilmiştir.
Tuhfe-i Ken’ân ’ın
hattının kime ait olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Mustafa Tahralı -imza
olmamakla birlikte- eserdeki yazıların Rifâî’nin mürid ve halifelerinden hattat
Aziz Rifâî Efendi (Ö.1934) tarafından yazıldığını kabul eder. Tuhfe-i Ken’ân
2019 yılında Tahralı tarafından günümüz alfabesine çevrilerek neşredilmiştir.[621] Prof. Dr. Ali Yardım araştırmaları esnâsında Tuhfe-i
Ken’ân’daki hadislere kaynak teşkil eden iki temel eser tespit etmiştir:
Celâleddin es-Suyûti’nin (Ö.911/1507) el-Câmiu’s-Sağir[622] adlı eseri ile Zeynüddin Muhammed Abdürrauf el-
Münâvî el-Haddâdî’nin (ö. 1031/1622) Kunûzu’l-Hakayık
adlı eseri.[623] Tuhfe-i
Ken’ân"da
geçen hadislerin kaynaklarını tespit etmeye yönelik bu çalışma yarım kalmıştır.[624]
Seyyid Ahmed er-Rifâî (İstanbul 1340/1924)
Ken’ân Rifâî’nin Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı
eseri ilk olarak 1340/1924 yılında basılmıştır. Eser yayınlandığı tarihte,
konusunda yazılmış en kapsamlı çalışma olarak dikkat çekmiştir.629 Seyyid
Ahmed er-Rifâî adlı eserin, 1924’ten sonra günümüz harfleriyle ilk baskısı
2008 yılında yapılmıştır.630 Kitabın mukaddimesinden anlaşıldığı
üzere Ken’ân Rifâî’nin telif ettiği eserin dört temel kaynağı vardır ki bunlar
Ebu’l-Hüdâ Efendi (öl.1909) tarafında yazılan ve 1301/1881 tarihinde Beyrut’ta
basılan, Kılâdetü’l- Cevâhirfi zikri’l-gavse ’r-Rifâîve etbâihi ’l-Ekâbir
eseri,631 es-Seyyid İbrâhim Efendi er- Râvî er-Rifâî tarafından
yazılmış ve 1309/1891 senesinde Halep’te basılmış olan Kitâbu Seyr ve
’l-Mesâî fî Ahzâbi ve Evrâdi’s-Seyyidi’l-Gavsi’l-Kebîr er Rifâî adlı eser
ile Ahmed er-Rifâî’nin Nizâmü’l-Hâss fîEhli’l-Ihtisâs63 ve El-Burhânü’l-Müeyyed63
adlı eserleridir.
Eserde Mukaddime’den sonra sırasıyla Ahmed er-Rifâî
Hazretleri ile ilgili konular numaralandırma yapılmaksızın çeşitli başlıklar
altında işlenmiştir. Bu başlıklar ve içerikleri sırasıyla şöyledir: Hz. Pîr-i
kebîr-i destgîr gavs-i a’zam-ı bî nazîr, sâhib-i tarîkat ve imam-ı ehl-i
hakikat ve Ravza-i pâk-i Hz. Peygamberî’de alâ-melei’n-nâs cenâb-ı Fahr-ı âlem
(s.a.v) hazretlerinin yed-i mübâreklerini öpmek şeref-i âlü’l-âliyle müşerref
ve mümtaz olan Pîrimiz Efendimiz Hz. Gavs Seyyid Ahmed Ebu’l-Alemeyn er-Rifâî
el-Huseynî (radıyallahu Teâlâ anh) hazretlerinin neseb-i âlîleriyle velâdet-i
seniyyeleri ve hırka-i şerîfelerinin sûret-i ahz ve ilbasları;634
Pîr-i destgîr efendimiz hazretlerinin suret-i ahz-i tarîkat ve terbiyeleri;635
Pîr-i kebîr-i destgîr (r.a.) hazretlerinin ahlâk-ı zekiyye ve sîret-i
marzıyyeleri;636 Pîr-i kebîr-i destgîr (r.a.) efendimizin kelimât- ı
şerîfe-i cevheriyyesi ve mecâlis-i ıtriyye-i seniyyesi ve ba’zı suâllere
verdikleri ecvibe- i âliyyesi.[625] Hz. Pîr (r.a.)’ın
ba’zı a’yân-ı zürriyeti ve meşâhîr-i ashâb ve etbâ-ı aliyyeleri;[626] Meşâyih-i Rifâiyye
hazarâtının âdâbıyla onların ulüvv-i meslek ve terbiyeleri;[627] Sohbet, telkîn-i
zikr ve keyfiyeti, derecât-ı sülûk, riyâzât ve halevât beyânındadır: Sohbet,
Telkîn-i Zikr, Dervişliğe Kabul Usûlü, Riyâzet, Halvet;[628] Tarîkat-ı aliyye-i
Rifâîyye’nin merâsimi: Halevât-ı üsbûiyye, siyah sarık sarmak, seccâdede
oturmak, halka ile zikir etmek; def, nevbe vurmak, sema’, tevâcüd, sancak,
havârık;[629] Hz. Pîr efendimize
Ebu’l-alemeyn denilmesinin sebebi;[630] Hz. Pîr efendimize
Şeyhu’l-ureycâ denilmesinin sebebi, Hz. Pîr’e Rifâî denilmesinin sebebi;[631] Kutbü’l-meşrikayn
ve’l-mağribeyn ve gavsü’s-sakaleyn ve mürşidü’l-hâfikayn İbnü’l- Hasan
ve’l-Hüseyin Ebu’l-alemeyn el-Kutbu’l-kebîr el-alemü’ş-şehîr mür’ibü’l-efâî
muhyi’l-mille ve’ddîn es-seyyid eş-şeyh Ahmed er-Rifâî (kaddesallahu
sırrahu’l-azîz) hazretlerinin manzûmâtı kerîmelerinden ba’zıları;[632] Şuabât-ı Rifaiyye;[633] İhvân-ı dînime ibret
olur ümîdiyle tarîkat-ı âliyyeye sûret-i duhûlüme dair bir iki söz.[634] Bu eser dahilinde
karşımıza çıkan Ahmed er-Rifâî portresinin Ken’ân Rifâî’nin önem verdiği
tasavvufî meseleler etrafında şekillendiğini söylememiz mümkündür.[635]
İlâhiyât-ı Ken’ân (İstanbul 1341)
İlk baskısı 1925 yılında yapılan kitap Ken’ân
Rifâî’nin Rehber-i Sâlikîn ve Tuhfe-i Ken’ân adlı eserlerinde
geçen ilâhilerle birlikte diğer şiirlerini ihtiva etmektedir. Buradaki ilâhi ve
manzumelerin bir kısmı ilk olarak Rehber-i Sâlikin (1327/1911) adlı kitapta ve
sonrasında Tuhfe-iKen’ân (1327/1911) adlı kitabın 92-127. sayfaları
arasında yayınlanmıştır. Her iki kitaptaki ilâhi ve manzûmelerin büyük kısmı
yaklaşık on üç yıl sonra basılan Seyyid Ahmed er-Rifâî (1340/1924) adlı
kitabın 186-220. sayfaları arasında “Muharrir-i kitabın Ümmü Ken’ân Dergâh-ı
Şerîfi’nde söylenen bazı ilâhîleriyle âsâr-ı manzûmesi” başlığı altında
yayınlanmıştır. Yukarıdaki üç kitapta geçen ilâhî ve manzumeler, birtakım yeni
ilâvelerle Ilâhiyât-ı Ken’ân adıyla 1925 yılında küçük boy bir kitap
olarak topluca neşredilmiştir. Manzûmelerin büyük çoğunluğu aruzla yazılmıştır.
Kitabın ikinci kısmında bizzat Rifâî’nin, bestekâr İzzettin Hümâyî Elçioğlu ve
Muallim Kâzım’ın bestelediği yetmiş beş kadar ilâhinin notası verilmiştir.
Ilâhiyât-ı Ken’ân’ın
Yusuf Ömürlü tarafından hazırlanan ikinci baskısında yeni bestelenmiş bazı
ilâhilerle ilk baskıda yer alan ilâhilerin sadece bestelenmiş olanlarına yer
verilmiştir (İstanbul 1974) [636]. Yusuf Ömürlü ve Dincer Dalkılıç’ın birlikte nota
yazımıyla yapılan üçüncü baskısında ise (İstanbul 1988) günümüz bestekârlarının
bazı bestelerinin notaları ilâve edilmiştir.[637]
Eserin üçüncü baskısı Yusuf Ömürlü tarafından 2013
yılında neşredilmiştir. Bazı eserlerin notaları tashih edilmiştir. Bu baskıdaki
güfteler Mustafa Tahralı tarafından aynı yıl içerisinde hazırlanan Ilâhiyât-ı
Ken’ân: Ilâhî ve Manzumeler, adlı eserden alınmıştır. Mustafa Tahralı
tarafından 2013 yılında neşredilen İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve Manzûmeler
adlı kitap ise Ken’ân Rifâî’nin yazdığı manzumelerin derlenmesinden oluşmakta
ve içerisinde nota kayıtları bulunmamaktadır. Bu baskıda Rifâî’nin kaleme
aldığı bütün ilâhi ve manzûmeler bir araya getirilmiştir.[638] Son olarak eserde yer alan besteleri de değerlendiren
Ömürlü, unutulmaya yüz tutmuş makamların bu eserde yer aldığını kaydeder.[639] İlâhiyât-ı Ken’ân birçok mersiye, methiye,
münacât ve naat türü eserler ihtivâ etmektedir. Geleneksel divanlardan farklı
olarak, İlâhiyât-ı Ken’ân’da şiirlere isimler verilmiştir.[640]
Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân’ da yer alan
manzûme ve ilâhileri değerlendirirken iki eser ile ilişkilendirir: Mesnevî
ve Niyâzî-i Mısrî Divânı. Mesnevî’nin manzûm bir Kur’ân tefsîri, Niyâzî-i
Mısrî Divânı’nın ise Mesnevî’nin özü olduğunu hatırlatan Rifâî, “biz
de onun lübb’ünü İlâhiyât-ı Ken’ân’da yaptık”[641] şeklindeki
ifadesiyle eser hakkındaki kendi kanaatini ortaya koyar.
İlk baskısı 1952 yılında yapılanMesnevîHatıraları,
Ken’ân Rifâî’nin 1908-1925 yılları arasında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda
gerçekleştirdiği Mesnevî takrîrleri esnâsında oğlu Kazım Büyükaksoy tarafından
tutulan notlardan yapılan bir derlemedir. Ders esnâsında tutulan notlar
Osmanlıca’dan günümüz alfabesine çevrilmiştir. Eser 1963 yılında bazı
düzeltmelerle yeniden basılmıştır.
Mesnevî Hatıraları, önceki iki baskının
karşılaştırılması suretiyle Eylül Yalçınkaya tarafından 2013 yılında yeniden
neşredilmiştir. Bu baskıda kitabın ismi, Ken’ân Rifâî ile ilişkisini göstermek
bakımından Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî Hatıraları olarak değiştirilmiştir.
Yine bu tarihli baskıda, eserin içinde geçen şerhlerin hangi cilde ait
oldukları tespit edilerek, kitabın içi hikaye başlıklarına göre düzenlenmiştir.
Anlaşılması güç olan kelime ve tamlamalar sözlük bilgisi ile desteklenmiş,
metinde geçen ayet ve hadisler de tespit edilerek ilgili yerlere eklenmiştir.
Şerhli Mesnevî-i şerif (İstanbul 1973, 2000)
Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî takrîrlerine ait notların
derlenmesinden oluşan diğer bir kitap Şerhli Mesnevî-i Şerîf tir. [642] Eser, Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî I. cilt
takrîrleri sırasında Ziya Cemal Büyükaksoy, Semiha Cemal ve Sâmiha Ayverdi’nin
tuttuğu notların karşılaştırılması ve bir heyet tarafından tetkik edilmesi ile
yayına hazırlanmıştır. Heyet içerisinde bulunan Nihad Sâmi Banarlı, eseri
günümüz Türkçesine çevirmiştir. Kitabın ilk baskısı 1973 yılında Hülbe
yayınlarından çıkmıştır.[643] İkinci baskısı 2000 yılında, Kubbealtı Neşriyâtı’ndan
çıkmış olan kitabın, o tarihten sonra aynı yayınevinden birçok defa daha
baskısı yapılmıştır. Oldukça hacimli olan kitabın ikinci baskısı 657 sayfadır.
Mesnevî hikâyelerinin şerhinde Ken’ân Rifâî, beyitlerde geçen
özel isimler, tarihi ya da edebi şahsiyetler hakkında bilgi verir. Ancak
konuyla ilgili olarak, Mesnevî’nin esas metnin de bulunmayan isimler,
eserler, tarihi şahsiyetler de şerhe dahil olduğu için, Rifâî’nin Mesnevî
şerhi muhtevası bakımından zengin bir görünüm arzeder.
Tahralı eserin, bu özellikleri sebebiyle Mesnevi
şerhleri arasında husûsi bir kıymeti hâiz olduğu kanaatindedir.[644]
Ken’ân Rifâî’nin sohbet notlarının derlenmesinden
oluşan diğer bir eser de Sohbetler adlı eserdir. Sâmiha Ayverdi’nin
yayına hazırladığı kitabın ilk baskısı 19911992 yıllarında iki cilt olarak
Hülbe Yayınları’ndan çıkmıştır. İkinci baskısı 2000 yılında Kubbealtı
Neşriyâtı’ndan çıkan kitap büyük boy ve altı yüz sayfadır. Bu tarihten sonra
birçok baskısı yapılmış olan kitabın sonunda kavram indeksi ve ayet indeksi
bulunmaktadır.
Sohbetler
adlı kitabın, ilk kısmı Semiha Cemal ile Sâmiha Ayverdi’nin aile içindeki
tasavvuf sohbetlerinden derlediği notlardan meydana gelmiştir. İkinci kısım
olan Selamlık Sohbetleri ise, Ken’ân Rifâî’nin damadı Ziya Cemal
Büyükaksoy’un Rifâî’nin konağının selamlık kısmında yapılan sohbetler esnâsında
tuttuğu notların derlenmesi ile hazırlanmıştır.[645] Ayrıca Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık adlı kitabın sonunda,[646] şeyhin sohbetlerinden derlenmiş bir bölüm yer alır.
Sâmiha Ayverdi’nin Dost adlı eseri Ken’ân Rifâî hakkında yazılmış bir
biyografi olup bu çalışmanın son bölümünde de yine Sâmiha Ayverdi ve Semiha
Cemal’in derlediği sohbet notlarına yer verilmiştir.[647]
Sohbetler adlı eserin, Ken’ân Rifâî’nin eğitim ve terbiye
metodlarını incelemek isteyenler için oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğu
söylenebilir. Sohbetler, Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî görüşlerinin
ayrıntılarını görmeye imkan verdiği kadar, şeyhin fikrî ve mânevî cephesine
nüfuz etmeyi de sağlayan zengin bir içeriğe sahiptir. Ayrıca eserden yine
kendisinin mizaç ve meşrebine, hayatı ve çevresi hakkında da birçok bilgiye
ulaşmak mümkündür. Eserin içeriği tezimiz dahilinde ilgili başlıklar içerisinde
değerlendirilecektir.
Ken’ân Rifâî Kırk derste Arapça eserini 1317/1901
tarihinde Medine’de bulunduğu sırada kaleme almıştır.[648] Kitap el yazması olarak büyük boy 84 varak, 168
sayfadır. Hat Ken’ân Rifâî’ye âittir. Lafza-i celâl ve besmele ile başlayan
kitap kırk bölümden oluşur ve her bölüm kendi içinde belli bir düzene sahiptir.
Bölümlerin başında, ders içeriğine yönelik bir “lugat” vardır. Burada ders
içerisinde kullanılacak kelimelerin listesi yer alır. Bölümde öne çıkan
dilbilgisi konuları, her bölüm içinde dip not çizgisinin altına yerleştirilir
ve konuyla ilgili ödev vazife başlığı altında verilir. Her dersin sonunda bir
de “ilâve” bölüm yer alır ki bu kısım müellifin “her dersin nihâyetinde
yazılacak olan ilâveler dersten memdûd olmayıp, bunları şakirtlerimiz boş
vakitlerinde kendilerini sıkmayarak öğreneceklerdir” ifadeleriyle dile
getirdiği gibi öğrenmeyi pekiştirici alıştırmalardır.
Ken’ân
Rifâî’nin Kırk Derste Arapça eseri, şekil olarak dönemin dil öğretimi
konusundaki pratik kitaplardan mülhem olarak kaleme alınmıştır. O dönemde
Medrese eğitiminin en çok eleştirilen kısımlarından birisi, yıllarca devam eden
Arapça eğitimine rağmen, kullanılan metodun talebelerin Arapça yazma ve
konuşmasını temin etmede yetersiz kalmasıydı. Ken’ân Rifâî’nin ise, Sultanî’de
aldığı Arapça eğitimi neticesinde, ileri seviyede tercüme yapabilecek kadar
dile hakim olduğunu kaydetmiştik. Rifâî, buna ilaveten Medine’de bulunduğu
dönemde yerel Arapça ve konuşma dilini de geliştirerek, Türk insanının Arapça
öğrenme ve konuşma zorluğunu aşmasına yardımcı olmak için bu eseri
hazırlamıştır. Eserin yalnızca ilk üç dersini dikkate alarak, Ken’ân Rifâî’nin
büyük ölçüde bu konuda muvakkak olduğunu söyleyebiliriz. Rifâî’nin Medrese
metodundan ayrı olarak, okuyucunun dikkatini gramer kaidelerinden çok doğrudan
konuşma diline çektiği farkledilir. Müellifin, kitabı takip eden öğrencinin ilk
on dersten sonra kendisini ifâde edebilecek seviyede bir Arapça’ya sahip
olmasını hedeflediği anlaşılmaktadır.
Ken’ân Rifâî’nin Camilla Flammarion (ö. 1925)’un
Fransızca adı La Fin du Monde (1892) olan romanını Dünyanın inkılâbı
ismiyle Türkçeye çevirdiği kaydedilmektedir.[649] Kitabın aslı Fransızca olup 1893 yılında İngilizceye
çevrilmiştir. Rifâî eseri Fransızca aslından Türkçe’ye çevirmiştir. Henüz el
yazması halinde olan çeviriye, II. Meşrûtiyet (1908)’in hemen öncesinde şeyhin
konağına yapılan bir arama sırasında, sakıncalı olabileceği düşünülen diğer
evraklarla birlikte el konulmuştur.[650]
Ken’ân Rifâî’nin Camilla Flammarion’a bir teveccühü
vardır ve bu durum onun sohbetlerinde yazara yönelik referanslardan kolayca
takip edilebilir.[651] Rifâî’nin Flammarion’a yönelik atıflarına
bakıldığında, onu inanç sahibi bir bilim adamı olarak gördüğü anlaşılır. Rifâî’ye
göre Flammarion bir pozivitist ve progresif değildir, fizik alemdeki
gelişmelerin metafizik alemle irtibatını kuran bir bilim insanı ve düşünürdür.
Eserlerindeki ifadelerinden anlaşıldığı üzere Flamammarion inanç sahibidir ve
bu onu devrin pozitivistlerinden ayrıştıran en önemli bir özelliğidir: “Hiçbir
şey yoktan vücûda gelmeyeceği cihetle, bilcümle eşyânın vücûd-i Hak’tan neşet
etmiş olması yâni onun tezahürleri ve tecellîsinden ibaret bulunmuş olması
lâzım gelir.”[652] Son zamanlarda dünyanın sonu ile ilgili birçok
yapımda, Flammarion’un bu romanına atıflar yer alırken, yazar halihazırda
“mistik billim kurgu yazının” en önemli ismi kabul edilir.[653] Rifâî’nin teveccühünde, Flammarion’un pozitivist ve
ilerlemeci dünya anlayışına karşı tutumu etkili olmuştur. Rifâî, Flammarion’un
eserini Dünyanın İnkılâbı adıyla Türkçeye çevirirken, pozitivizme karşı
duran Batılı bir yazarı Türk insanına tanıtmayı hedeflediği söylenebilir.[654]
Ken’ân Rifâî’nin gerek Mesnevî takrîrleri gerekse
sohbetlerine ait notları yukarıda derlenmiş kitaplardan ibâret değildir. Ken’ân
Rifâî’nin müridlerinden Meşkûre Sargut ve kızı Cemalnur Sargut vasıtasıyla bize
erişen Rifâî’ye ait not defterlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Ken’ân Rifâî’nin
basılmayı bekleyen daha birçok eseri mevcuttur. Bunlardan Mesnevî
takrirlerine ait notlar, başlı başına bir çalışmadır. Bu not defterlerinin,
Nazlı Hanım, İfakat Hanım ve kesin olmamakla beraber Semiha Cemal Hanım
tarafından tutulmuş olduğunu söyleyebiliriz. Defterlerin başındaki ifâdelerden
anlaşıldığı kadarıyla müsveddeden temize geçirilmek suretiyle ders notları
sonradan düzenlenmiştir.
Rifâî’nin Mesnevî Sohbetleri’ne ait ders
notları arasında müridlerinden İfakat Hanım tarafından tutulmuş olan not
defteri içerisinde, ikinci cilde ait ders tutanakları bulunmuştur. Defter
toplamda 187 yaprak olup 3a-114a sayfaları arasında Mesnevî ikinci cilde
ait takrir notları bulunmaktadır. Defterde 16 Kanunievvel 1338-14 Temmuz 1338
tarihleri arasında Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda yapılan Mesnevî takrîrlerine
ait notlar yer alır. Ders tutanağı Mesnevinin II. cildin “uyurken ağzına
yılan giren birini bir beyin incitmesi” ile ilgili beyitlerin şerhiyle başlayıp
III. cildin ilk beyitlerine yönelik şerh tutanakları ile devam eder. İfâkat
Hanım’ın ders notlarında eksik olan beyitlerin şerhi, Kazım Büyükaksoy’un
derlediği MesnevîHatıraları adlı kitaptadır.
Mesnevî Sohbetlerine
ait ders notları içerisinde Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Nazlı Hanım ve
İfâkat Hanım tarafından tutulmuş III. cilt şerhine ait ders defterleri de yer
alır.[655] Nazlı Hanım’ın defterinde, Mesnevinin ilgili
cildine ait on dokuz hikâyeye rastlanmıştır.[656] Buna göre söz konusu defterdeki hikâyeler, Mesnevi
nin III. cildinde geçen “köylü ve şehirli” hikâyesi ile başlar ve sırasıyla
diğer hikâyeler şerh edilerek “Bir şeyhin oğullarının ölümüne ağlamaması”
hikâyesiyle sona erer. Bazı hikayelerin eksik ya da yarım kalmasının sebebi not
tutan kişinin o gün derse katılmaması ile ilgili olduğu söylenebilir.[657] Bunun yanı sıra, Ken’ân Rifâî’ye ait özel dokümanlar
arasında, onun el yazısıyla hazırlanmış Mesnevı'nin çeşitli ciltlerine
ait beyitlerin şerhlerine rastlanmıştır. Yukarıda bahsedilen dökümandan doktora
çalışmamız sırasında yeri geldikçe istifade edilmiştir.
[1] Tanzimat ve
Islahat Fermanları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı
Tarihi, Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri, 1789-1856, Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 2017, C. 6, ss. 169-192, 248-264.
[2] Islahat Fermanı
ve farklı bölgelerdeki etkileri için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi,
Islahat Fermanı Devri 1861-1876, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2011,
C. 7, ss. 7-53.
[3] “1853’te,
Grandüşes Yelan evindeki bir şenlik sırasında, Çar I. Nikolay’ın, İngiliz
Elçisi Sir Hamilton Seymour’a söylediği tarihsel cümle bu bakımdan alabildiğine
aydınlatıcı bir kapalılık taşıyor: “Kollarımızda pek hasta bir adam var;
içtenlikle söylüyorum ki size, bu günlerden birinde, hele bütün zorunlu
önlemler alınmadan önce bizi terk ederse hastamız, büyük felâket olur!” Hasta
adam, ifadesinin zuhûru ile ilgili anekdodun tamamı için bkz. Robert Martran, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, çev. Server Tanilli, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yayınları, 1989, s. 618.
[4] Server Tanilli, Yüzyılların
Gerçeği ve Mirası, XIX. Yüzyıl: İlerlemeler ve Çelişmeler, İstanbul: İş
Bankası Kütür Yayınları, 2018, C. V, ss. 350-351.
[5] Abdülhamid
devletin hareket imkânını kısıtlayan borçları kapatmak konusunda gayretliydi.
Düyûn-ı Umûmiye’nin maliye üzerinde yarattığı bütün zorluklar ve mali
imkânsızlıklara rağmen, Sultan devletin kötü gidişatını düzeltmek adına birçok
yeniliğe imza attı. Sultanın her kesimden halkla ve orduyla yakın ilişkiler
kurduğu kaydedililir. II. Abdülhamid’in subaylarla yemek yediği, hükûmet
üyelerini Yıldız Sarayına yemeğe davet ederek ulema ile iftar yaptığı,
hastanede yaralı askerleri ziyaret ettiği ve halk içinde namaz kıldığı bu
meyandaki rivayetlere örnek olarak kaydedilebilir. Cevdet Küçük, “II.
Abdülhamid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 1, 1988, s. 217.
[6] Halil İnalcık, Rönesans
Avrupası, Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, İstanbul: İş
Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 315.
[7] Şerif Mardin,
Yeni Osmanlılar adı da verilen Genç Osmanlılar hareketinin doğuşunu özetle şu
şekilde resmeder: 1865 yazında, Belgrad Ormanı’nda bir piknik yapılmış,
toplantıya altı genç katılmıştır. Bu genç topluluk, Osmanlı Devleti tarafından
devam ettirilen politikaların devletin aleyhine neticeler verceğinden
endişelenir. Bu kötü gidişin faturası, Tanzimat’ın iki önemli ismi olan Ali ve
Fuad Paşalara kesilmiştir. Pikniğe katılan gençler Bâbıâli Tercüme Odası’nın
tedrisinden geçmiş, bu sayede dış işlerininin yürüme tarzını ve Avrupa’da hakim
olan politik ve siya
sî
sistemleri tanıma imkanını bulmuşlardır. Bu isimlerden bazıları Mehmed Bey,
Namık Kemal, Nuri ve Reşad Bey’lerdir. Genç Osmanlılar hareketinin gelişimi ve
tesirleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Şerif Mardin, Yeni Osmanlı
Düşüncesinn Doğuşu, çev. Mümtazer Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, ss. 17-32.
[8] Şükrü Hanioğlu,
“Jön Türkler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet
İslâm Araştırmaları Merkezi, C. 23, ss. 584-587.
[9] Genç
Osmanlılar’ın dağılışının ardından Jön Türk hareketinin başlangıcı hakkında
bigi ve değerlendirmeler için bkz. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî
Fikirleri, 1895-1908, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, ss. 34-38
[10] Yusuf Akçura, Üç
Tarzı Siyâset adlı eserinde Osmanlıcılık ile İslamcılığın zaman içerisinde
başarısızlıklarının ortaya çıktığını ve nihayet yeni dönemde Tükçülüğün
devletin bekâsını temin edecek anlayış olduğunu iddia eder. 1904 tarihli
kitabın Osmanlıcılık hareketini eleştirdiği bölümünde Genç Osmanlıların vatan
ve Osmanlılık prensipleri etrafında bir Osmanlı birliği tesis etme ve bu
suretle devletin devamını temin etme anlayışında olduklarını kaydeder.
Akçura’nın burada kullandığı Osmanlılık ifadesi zihniyet olarak Osmanlı
devletinde yaygınlaşması ve yerleşmesi düşünülen bir kimliğin ifadesidir.
İdeolojik çağrışımları daha az olması nedeniyle tezimiz kapsamında Rifâî’nin
Osmanlı devletinin bekâsını temin yönündeki faaliyetleri bu kelime ile
karşılanmıştır. Akçura’nın bahsi geçen ifade ile birlikte Osmanlıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük üzerine görüşleri için bkz. Yusuf Akçura, Üç Tarzı
Siyâset, İstanbul: Ötüken Neşr., 2018, ss. 18, 19-40.
[11] Azmi Özcan,
“Osmanlıcılık”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 33, ss. 485-487.
[12] Devlet idaresinden,
giyim tarzına, düşünceden edebiyata, Batıcılığın Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet
dönemlerinden farklı neticeleri ve ifadeleri olmuştur. Başlangıcı III. Ahmed
dönemine kadar çıkarılan Batıcılığın çeşitli evreleri hakkında
değerlendirmeleri için bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, der.
Mümtazer Türköne, Tuncay Önder, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, ss. 9-18.
[13] İlhan Kutluer,
“İslamcılık (Düşüncede)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 23, 2001, s. 65.
[14] XIX. Yüzyılda
Osmanlı seçkinlerinin genel karakteristiği için bkz. İlber Ortaylı, Osmanlı
Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2010, ss. 103-108.
[15] Özcan, a.g.m., ss.
485-487.
[16] XIX. Yüzyılda
Osmanlı seçkinlerinin genel karakteristiği için bkz. Ortaylı, a.g.e., 103-108.
[17] Gökhan Çetinsaya,
“Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce
Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, ed. Tanıl Bora, Murat
Gültekingil, C. 1, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 55.
[18] Mustafa Tekin,
“Dönemin İslamcılarının II. Abdülhamid’e Bakışı”, Birey ve Toplum, C. 1,
S. 1 (2011), ss. 41-60.
[19] Fransa’da düşünce
akımları için bkz. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), İstanbul:
Remzi Yayınevi, 1987, s. 341vd.
[20] Ergun Erdoğan, Osmanlılar’da
Yurt Dışı Eğitim ve Modernleşme, İstanbul: Büyüyen Ay, 2016, ss. 268-269.
[21] Şükrü Hanioğlu,
“Batılılaşma (giriş)”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 5, 1992,
ss.148-152.
[22] Halil İnalcık, Osmanlı
Tarihinde İslamiyet ve Devlet Seçme Eserleri 9, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2016, s. 141.
[23] Cezmi Eraslan, “II.
Abdülhamid Devri Politikalarında Din ve Devlet Anlayışına Genel Bir Bakış”, Sultan
II. Abdülhamid ve Dönemi ed. Coşkun Yılmaz, İstanbul: Sultanbeyli
Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür Yayınları No:12, 2012, s.
77.
[24] XVIII. ve XIX. yüzyıl
Avrupası’na gelecek olursak dönemin politikalarına yön veren en güçlü ülkelerin
Fransa, İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Rus Çarlığı olduğu
görülür. İngiltere büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştur. Girişimlerinin
devamı için dış politikada, Atlas Okyanusu’nu ve Hindistan yolunu kontrol
altına almayı hedeflemektedir. İngiltere için büyük bir endişe kaynağı olan
Fransa o dönemde kıtanın en güçlü imparatorluğudur ve onun da hedefi İngiltere
gibi denizlerde hakimiyet kurmaktır. Osmanlı İmparatorluğu açısından tehdit
oluşturan diğer bir ülke ise Avusturya’dır. Zira Avusturya kendisine gelişme
alanı olarak Balkanlar’ı seçmiş bu sebeple hem Rusya hem de Osmanlı
İmparatorluğu ile sürekli bir çatışma içindedir. Öte yandan, Osmanlı Devleti’nin
en çok mücadele ettiği devletlerden biri olan Rus Çarlığı’nın arzusu da, sıcak
denizlere inmektir. Çarlık, bunu sadece İstanbul ve Çanakkale boğazları
üzerinden yapabileceğinden, bütün himmetini boğazlarla ilgili imtiyazları elde
etmeye yöneltmiştir.
[25] Zafer Şen, “Sultan
II. Abdülhamid’in Panislamizm Ve Denge Politikası”,
http://www.zafersen.com/ikinci-abdulhamidin-panislamizm-ve-denge-politikasi(14.12.2019), ss.1-6,
(18.11.2019); II. Abdülhamid Panislamizm politikasını
yürütürken bir strateji takip ederek halife adına hutbe okunması, dînî
rehberlik ile Müslüman topluluğunu örgütleme ve yönetme fonksiyonlarının
Osmanlı Devleti’nin elinde tutulmasını istemiştir. II. Abdülhamid’in İslamcılık
politikası hakkında bilgi ve bu alandaki uygulamaları hakkında bkz. Şaban
Tanıyıcı, Selçuk Kahraman, “II. Abdülhamid’in Dış Politikasında İslamcılık ve
İngiliz Şeyhülislam Abdullah
Quilliam”, Medeniyet ve Toplum, C. 1, S. 2 (2017);
II. Abdülhamid’in özellikle en çok ilgilendiği ülkelerden biri Hindistan
olmuştur. Aynı politik anlayışın bir neticesi olarak Hamidiye döneminde
Hindistan’a elçiler ve ziyaretçiler gönderilmiş, Hindistan’daki İslâm Uleması
ve nüfûzlu kimselerle irtibat kurulmuş, tarikatlar ve Osmanlı ulemasının nüfuzu
bu amaçla değerlendirilmeye çalışılmıştır. II. Abdülhamid döneminde
Osmanlı-Hindistan münasebeti hakkında bu makaleye bkz. Azmi Özcan, “Sultan II.
Abdülhamid Döneminde Osmanlılar Ve Hindistan Müslümanları”, Türkler
Ansiklopedisi, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, C. 13, ss.138-143.
Recep Vardı, “II. Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyasetinin
Sosyolojik Sonuçları”, Toplum Bilimleri Dergisi, C. 8, S.16 (2014), s.
148.
İlber Ortaylı, İkinci Abdülhamid Döneminde Osmanlı
İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları No: 479 100. Doğum Yılında Atatürk’e Armağan Dizisi No: 24,
1981, s. 148.
Hulusi Yavuz, “Sultan II. Abdülhamid Han ve Büyük Bağdat
Demiryolu”, İslâm Medeniyetinde Bağdat (Medinetü’s Selam) Uluslararası
Sempozyum, İstanbul: IRCICA, 2008, ss. 123-154.
[31] Mustafa Şanal,
“Eşrefefendizâde Mehmet Şevketi’nin Medreselere İlişkin Islahat Düşünceleri ve
Çözüm Önerileri”, y.y., s.s. 193-218.
[32] Daha fazla bilgi
için bkz. Mehmet İpşirli, “Medrese”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003,
C. 28, ss. 327-333; Seyfettin Erşahin, “Ulema ve Osmanlı Yenileşmesi: II. Mahmud’un
bazı Islâhatı karşısında Ulemânın Tutumu Üzerine Tespitler”, Diyanet İlmi
Dergi, 1999, ss. 249-270.
[33] Erşahin, a.g.m.,
ss. 249-270.
[34] İsa Halis, Tanzimat
Dönemi Eğitim Sistemi ve Yeniden Yapılanma Çabaları, Konya: Serhat
Kitabevi, 2005, s. 11.
[35] Tanzimat dönemi
ıslahatları ve dönem hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ali Akyıldız,
“Tanzimat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye
Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2011, C. 40, ss. 1-10
[36] Tanzimat
dönemindeki yapılan yenilikler ve dönemin değerlendirmesi için bkz. Bayram
Kodoman, AbdülhamidDevri Eğitim Sistemi, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1988, ss. 8-27.
[37] Osmanlı Devleti’nin
XIX. yüzyılın başından itibaren yaptığı ıslahatlar temelde iki alan üzerinde
yoğunlaşmaktaydı ki bunlar askeriye ve ilmiyedir. Bu iki alanda Batılı
devletlerin eriştiği güce erişmek öncelikli hedef olarak alınmış olup Tanzimat
döneminde açılan birçok yeni eğitim kurumu aslında öncelikle askeri alanda
kuvvetlenmeyi temin etmeyi hedeflemekteydi. Fatma Ürekli, “Tanzimat Dönemi
Osmanlı Eğitim Sistemi ve Kurumlan”, Sosyal Bilimler Dergisi, ss.
382-406; Bu dönemde devlet, eğitimi, ilmiye sınıfının tekelinden almış ve
yeniden teşkilatlandırmaya yönelmişti. Söz konusu hedefe yönelik olarak, modern
ve Batılı tarzda açtığı okullar vasıtasıyla, Osmanlı birliğini gerçekleştirerek
aynı zamanda Tanzimat rûhuna uygun memurlar yetiştirmeyi amaçlamaktaydı. Bkz.
Şerif Demir, “Tanzimat Dönemi Eğitim Politikalarında Osmanlıcılık Düşüncesinin
Etkisi”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Kış-2010, C.9., ss. 291-92.
Tanzimat döneminde açılan okullar hakkında daha faza bilgi almak için bkz.
Halis, a.g.e., ss. 53-125; Ürekli, a.g.m., ss. 382-406.
[38] Tanzimat döneminde
mesleki ve teknik eğitim kurumları hakkında bilgi için bkz. Halils, a.g.e., s.
81 vd.
[39] Yabancı okullar
hakkında bilgi almak için bkz. Halis a.g.e., s. 140.
[40] Bâb-ı âlinin bu
dönemde açtığı okullar arasında Enderun Mektebi, Kitabet ve Mekteb-i Maârif-i
Adliye sayılabilir. Tüm bu açılan okullara rağmen, amaçlanan modernleşmenin çok
yavaş ve hayal kırıcı düzeyde olduğu söylenmiştir. Daha detaylı değerlendirme
için bkz. Lathiful Khuluq, “Modernization of Education in The Late Ottoman
Empire”Al-Jami‘ah, C. 43, S. 1 (2005), ss. 23-55.
[41] XIX. yüzyılın
ikinci yarısında, Osmanlı’da bürokrasinin yetişmesinde Bâbıâli tercüme ofisinin
yeri ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Onur Kınlı, Osmanlı’da
Modernleşme ve Diplomasi, İstanbul: İmge Yayınları, 2006, ss. 132-133.
[42] Halis, a.g.e., s.
139.
[43] a.g.e., ss.
125-135.
[44] Cemil Öztürk, “Selim
Sâbit Efendi”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul:
Diyânet İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2009, C. 36, ss. 429-430.
[45] Selçuk Akşin Somel,
Sabit’in dönem içerisindeki duruş ve kıymetini şu ifadelerle anlatıyor: “S.
Sâbit çok yönlü bir eğitsel deneyimlerinden kazandığı engin kültürüle ufkuyla,
modern eğilimleri geleneksel eğitim politikalarıyla telif etmeyi başarmış bir
pedagog ve eğitim bürokratıydı. 1869’dan sonra Osmanlı Eğitim modernizasyonunun
mimarı olarak öne çıkmıştır.” Selçuk Aksin Somel, Osmanlı’da Eğitimin
Modernleşmesi (1839-1908) İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin, çev. Osman Yener,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s. 217; Maârif Nizamnâmesi’nde usûl-i
cedîde kavramı geçmekle birlikte burada geçtiği şekliye terimin Sabit
tarafından ayrıntılı şekilde ortaya konan tarifle örtüşüp örtüşmediğinin
bilinmediğini söyleyen Somel, eserinde bahsi geçen pedogog ve eğitim bürokratı
tarafından ortaya konan usûl-i cedîde hakkında bilgi verir. Ayrıntılar için
bkz. a.g.e., ss. 217-219.
[46] Nitekim Tanzimat
reformlarında etkili bir isim olan Reşit Paşa Devlet-i Âl-i Osman’ın
temellerini “İslam, hânedân-ı âli Osman, Mekke ve Medine (Haremeyn) ile
İmparatorluğun payitahtı İstanbul” u şart olarak görür. Tanzimat döneminde
teknik ve askerî alanda Batılı devletlerin ulaştığı yetkinliği elde etmek
devletin güvenliği için hayati bir önem taşıdığı nedenle öncelikli hedef fen
alanında yetişmiş elemanlar eğitmektir. Selim Deringil, her iki eğitim
sisteminde din öğretiminin merkezi bir yeri olduğunu söylerken bu gerçeğe
işaret eder. bkz. Reşit Paşa’dan nakille Selim Deringil, İktidârın
Sembolleri ve İdeoloji, II. AbdülhamidDönemi (1876-1909), çev. Gül Çağalı
Güven, İstanbul: Doğan Kitap, 2002, s. 123.
[47] Kara, İttihad-ı
İslâm politikasını, ortaya çıktığı esnâda Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve
Islahat Fermanları çerçevesinde yeni siyasî birliğin nasıl gerçekleştirileceği
ve böylelikle yeni Osmanlı milleti ve ferdinin nasıl tarif edileceğine yönelik
arayışı merkeze alan bir kavramdır. İtithad-ı İslâm anlayışının buna cevabı
Osmanlı milleti ve ferdinin Müslim olsun olmasın eşit Osmanlı vatandaşı olarak
görmektir. İsmail Kara, Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2017, s. 23.
[48] Azmi Özcan,
“İttihâd-ı İslâm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2001, C. 23, ss.
470-475.
[49] Benjamin C.
Fortna’dan nakille Mustafa Gündüz, “Fortna, Benjamin C. II. Abdülhamid Dönemi
Eğitim Politikası Üzerine önemli Bir Çalışma ‘Mekteb-i Hümâyûn, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Son Döneminde Islâm, Devlet ve Eğitim’ İletişim Yayınları,
İstanbul 2005, s. 320”, Eğitimde Kuram ve Uygulama, Tanıtmalar, Reviews,
2008, 4, ss. 175-182.
[50] Esâsen, tekkelerin
idaresindeki problemlerin XVIII. yüzyılda başgösterdiği görülür. Osman Sâcid
Arı, Meclis-i Meşâyıh Arşivine Göre Hicrî 1296-1307 (Milâdî 1879-1890)
yılları arasında Osmanlı Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, (Yüksek
Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel
İslâm Bilimleri Anabilimdalı, 2005, ss. 47-137.
[51] Hür Mahmut Yücer, Osmanlı
Toplumunda Tasavvuf: XIX. Yüzyıl, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003, s. 91.
[52] a.g.e., s. 700.
[53] Süleyman Uludağ,
“Ken’ân Rifâî Hazretlerinin Yaşadığı Devirde Tasavvuf’, Rahmet Kapısı: Ken’ân
Rifâî Sempozyum Bildirileri, ed. TÜRKKAD İstanbul Şubesi Yayın Komisyonu,
İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 25.
a.g.e., s. 106; Tekkelerin savaş ve yokluk zamanında toplum
içerisinde ifa ettiği fonksiyonlar için bkz. Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun
Meseleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1993, s. 95.
Hür Mahmut Yücer, “Sultan Il. Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarîkat
Münasebetleri”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi ed. Coşkun Yılmaz,
İstanbul: Sultanbeyli Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür
Yayınları No:12, 2012, ss. 251-278
Bu uygulmanın son örneklerinden biri hakkındaki
değerlendirmeler için bkz. Salih Çift, “İstanbul’un Tasavvuf Hayatını Besleyen
Bursa Merkezli Bir Celvetî Dergâhı: Selâmî Ali Efendi Tekkesi”, T.C. Uludağ
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 1 (2007), s. 165.
[62] Bilgin Aydın,
“Meclis-i Meşâyih”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), C. 28, 2003, ss.
247-248.
[63] Mustafa Kara,
“Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarikatlar”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve
Kültür, ed. Semih Ceyhan, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 96.
[64] Yücer, “Sultan Il.
Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarîkat Münasebetleri”, ss. 251-278; Yücer, Osmanlı
Toplumunda Tasavvuf: XIX. Yüzyıl, s. 704.
[65] a.g.e., s. 701.
[66] Adem Ölmez, “II.
Abdülhamid ve Mevlevîlik”, Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevîlik Sempozyumu
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin 800. doğum yıldönümü anısına ed. Abdurrahman
Elmalı, Ali Bakkal, Yıl 2007, Urfa: Harran Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Şanlıurfa Mevlevîhânesi Yaşatma ve Kültür Derneği, 2007, ss. 361-365.
[67] Ebü’l-Hüdâ
es-Sayyâdî hakkında bilgi için bkz. Ş. Tufan Buzpınar, “Sayyâdî”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2009, C. 36, ss. 217-218.
[68] Yücer, a.g.e., s.
704.
[69] Halil İbrahim
Şimşek, “Türk Modernleşmesi Sürecinde Tasavvuf Alanında Ortaya Çıkan Bazı
Yöntem Tartışmaları”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.
5, S. 9 (2001), s. 37.
[70] a.g.m., s. 32.
[71] Mustafa Kara, Metinlerle
Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarîkatlar, Bursa: Sır Yayınları, 2008, s. 355.
[72] Mustafa Kara,
“Cem‘iyyet-i Sûfîyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. 7,
s. 335.
[73] Yalnız Cerîde-i
Sûfiyye uzun ömürlü olmuştur. Bu dönemde sûfî çevrelerce yayımlanan mecmualar
ve dervişlerin sosyo-kültürel etkiknlikleri hakkında daha fazla bilgi için bkz.
Mustafa Kara “İkinci Meşrûtiyet Devrinde Dervişlerin Sosyal ve Kültürel
Etkinlikleri”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sûfîler, haz. Ahmet Yaşar
Ocak, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, ss. 735-746.
[74] Abdürrezzak Tek, Tarihi
Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Bursa: Bursa Akademi, Yayınları, 2016, s.
80; Rifâîlik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Tahralı, “Rifâîyye”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2008, C. 35, ss. 99-103.
[75] BOA: DH.SAİDd.,
72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870): “Abdülhalim Ken’ân Bey; 1286 Selanik
doğumlu, Hicaz Vilâyeti Posta ve Telgraf Başmüdürü Hacı Abdülhalim Bey’in
oğlu.” Belge içinde şöyle ifade edilir: “Abdülhalim Ken’ân Bey Hicaz Vilâyeti
Posta ve Telgraf Sâbık Başmüdürü İzzetlu Hacı Abdülhalim beyin mahdumudur.”
İlgili belge için bkz. Ek 1.
[76] İsim yazma geleneğinde
sırasıyla önce şahıs ismi, sonrasında Arap dilinden gelen bir özellik olan
“bin” (oğlu) ifadesi ve akabinde baba ismi yazılmaktadır. Ancak gerek Sicilli
Osmanî kaydında gerekse Ken’ân Rifâî’nin eserlerindeki imzasında, baba isminin
başta gelmesi farklı bir yazım olarak dikkat çekmektedir. Bu yazım tarzının
sebebi, kaynağı yahut örneği bulunamamıştır.
[77] İsmet Binark, Dost
Kapısı: Ezel ve Ebed Arasında Ken’ân (Rifâî) Büyükaksoy, İstanbul: Cenan
Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2005, s. 41; Bkz. BOA: MF.MKT.,
66.34, (14 Zilkade 1297/ 18 Ekim 1880): “Mekteb-i Sultânî öğrencisi Ken’ân
Bey’in dilekçesine nazaran okul tarafından olan malumatın bildirilmesi”.
[78] BOA: MF.MKT.,
66.34; BOA: MF.MKT., 1052.66, (21 Cemâziyelâhır 1326/ 21 Temmuz 1908); Ken’ân Rifâî’nin
imza ve mührü için bkz. Ek 10.
[79] MMA. 1761.8a.
[80] Ken’ân Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, y.y., 1327/1909, s. 1; Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn:
Sâliklerin Rehberi, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul: Cenan Eğitim, Kültür ve
Sağlık Vakfı, 2019, s. 11.
[81] Ken’ân Rifâî’nin
hayatını ele alan eserlerde ve mezar taşında doğum tarihi 1867 olarak verilmiş
olmakla birlikte, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gençlik dönemine ait bir
sicill-i ahvâl belgesinde h. 1286/1869 tarihi verilir. Bkz. BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[82] Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’nde, Ken’ân Rifâî’nin mensûb olduğu Filibe hanedanına ait birçok kayda
rastlanmaktadır.
[83] Machiel Kiel,
“Filibe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, ss.
79-82; “Filibe de, tıpkı İstanbul gibi 7 tepeden oluşur.” Bkz. Sadık
Yalsızuçanlar, “Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin İsimlerle Mâcerâsı”, Rahmet
Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, haz. Türk Kadınları Kültür
Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 149.
[84] BOA: MKT.MHM.,
8.94, (21 Muharrem 1265/ 17 Aralık 1848): “Filibe hanedanından Hacı Hasan Bey
ile Enis Efendi ve Hayriye tüccarından Filibeli Hacı Ali Molla’nın Mal
Sandığı’na olan borçlarının tahsili.”
[85] Sâmiha Ayverdi, Dost,
Ankara: Hülbe Baytaş Yayınları, 1978, s. 5. Filibe hanedanı ve Hacı Hasan
Bey’in nüfuzuna dair bilgiler Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan
kayıtlardan takip edilebilir. Bkz. BOA: MKT.MHM., 8.94.
[86] Bkz. BOA: DH.SAİD.,
1.37, (29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu,
Alâiye Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”
[87] Sâmiha Ayverdi, Dost,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2017, s. 17.
[88] Ayverdi, a.g.e., s.
5.
[89] Selâmi Şimşek,
“Osmanlı’nın Balkanlar'daki Önemli Kültür Merkezlerinden Biri Filibe’de
Tasavvuf Ve Tarikatlar”, Osmanlı İlim, Düşünce Ve Sanat Dünyasında
Balkanlar, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı, Edirne, 2014, ss.
252-253.
[90] Kiel, a.g.m., ss.
79-82.
[91] Bulgar ayaklanması
ve yüzyılın son çeyreğinde Balkanlar’ın durumu için bkz. Bkz. Yusuf Halaçoğlu,
“Bulgaristan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C.
XIII, ss. 79-82; Misha Glenny, The Balkans, Nationalism, War and the Great Powers
1904-1999, New York: Viking Penguin, 2000, s. 126; Richard .J. Crampton, A
Concise History of Bulgaria, New York: Cambridge University Publication,
2002, s. 114.
[92] Ayverdi, Dost,
2017, s. 18.
[93] Rifâî, 13-14
yaşlarındayken Filibe’de bulunduğu zamanlara dair bir anısını nakleder. Bkz.
Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol, Sofi Huri, Ken’ân Rifâî ve
Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2003,
s. 536.
[94] a.g.e., s. 559;
Gerçekten de Rumeli’nin bu çalkantılı dönemi, tebaanın milli duygularını
uyandırdığı ölçüde Türkler arasında millî şuurun uyanışına da vesile olmuş, bir
yandan vatan kavramı Osmanlı mefkûresine Namık Kemal’in şiirleriyle girerken;
diğer yandan kaybedilen toprakların halk üzerinde yarattığı aksülamel türkülerin
ve ağıtların diliyle kendini ifade etmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin
çözülme alâmetlerini bizzat görmüş ve vatan toprağı kaybetmenin acısını ilk
elden tecrübe etmiş birisi olarak, Ken’ân Rifâî’nin de hayatı boyunca vatan
mefhumuna kıymet verdiği görülür. Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve
Manzumeler, İstanbul: Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2013,
s. 154.
[95] Ayverdi, a.g.e., s.
19.
[96] Ken’ân Rifâî,
“Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.
437.
[97] a.g.e., s. 451.
[98] “Ekrem Hakkı
Ayverdi’nin, yerinde yaptığı araştırmalar yanında özellikle cihat
defterlerindeki verilere dayanarak tespit ettiğine göre Bulgaristan’da 2356
cami-mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zâviye, 42 imaret, 116 han, 113
hamam-ılıca-kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 16 kervansaray vb.den oluşan
toplam 3339 İslâmî eserden günümüze çok azı gelmiştir ve diğerleri tamamen yok
edilmiştir. Bu eserlerin böylesine tahribi, buradaki cemaat ruhunu ve dayanışma
fikrini ve hepsinden önemlisi Müslüman halkın ilim, din ve kültür kaynaklarını
da kurutmuştur.” Bkz. Halaçoğlu, a.g.m., 79-82.
[99] Ekrem Hakkı
Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri, C. IV, İstanbul: İstanbul
Fetih Cemiyeti Yayınları, 1982, ss. 27-28.
[100] BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey, 1252 Filibe doğumlu. Alâiye
kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.” Abdülhalim Bey’in fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[101] Hacı Hasan Bey’in
yegâne oğlu Abdülhalim Bey değildir. Kayıtlarda aynı künyeyle Abdülhalim
Bey’den sonra dünyaya gelmiş iki zevatın adına tesadüf edilmiştir. Bkz. BOA:
DH.SAİD., 4.258, (29 Zilhicce 1255/ 4 Mart 1840): “Ahmed Cavid Bey; 1255 Filibe
doğumlu, Filibeli Hacı Hasan Bey’in oğlu.”
[102] Abdülhalim Bey’in
hayatı ve memuriyetleri ile ilgili bilgiler Osmanlı Devlet Arşivi’nden temin
edilen ve evrak numarası yukarıda verilen sicill-i ahvâl belgesinden
alınmıştır. Bkz. BOA: DH.SAİD.,1.37, (29 Zilhicce 1252/6 Nisan 1837)
[103] BOA: DH.MKT.,
1468.19, (20 Rebiyülevvel 1305/ 6 Aralık 1887) “Trablusgarb Posta ve Telgraf
Başmüdürlüğü’ne tayin edildiği halde gitmek istemeyen Mehmed Şevket Efendi’nin
yerine Abdülhalim Bey’in tayini.”
[104] BOA: DH.MKT.,
1933.105, (18 Ramazan 1309/ 16 Nisan 1892): “Hastalığı sebebiyle izinli olarak
Dersaadet’te bulunan Hicaz Telgraf ve Posta Müdürü Hacı Abdülhalim Bey’in
izninin uzatılması”
[105] BOA: ŞD., 1101.37,
(29 Cemâziyelâhır 1310/ 18 Ocak 1893); BOA: DH.MKT., 2056.111, (11 Ramazan
1310/ 29 Mart 1893).
[106] Ayverdi, Dost,
2017, s. 18.
[107] BOA: MF.MKT., 309.21,
(21 Şevval 1313/ 5 Nisan 1896).
[108] BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837): “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu, Alâiye
Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”
[109] Ayverdi, Araz, “
Medine ve Kendi Kendine Erişme”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, s. 97.
[110] BOA: MF.MKT.,
788.46., (14 Rebiyülâhir 1322/ 28 Haziran 1904): “Medine Hamidiye İdadisi
Müdürü Ken’ân Bey’e gözlerini tedavi ettirebilmesi için verilen iznin iki ay
temdidi.”
[111] BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).
[112] Kabri, Karacaahmet
Mezarlığı’nda babası Hacı Hasan Bey’in yanındadır. bkz. BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).
[113] Ayverdi, Araz,
“Çocukluğu ve Gençliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, s. 33.
[114] BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837).
[115] Bernard Lewis, Modern
Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1984, s. 126.
[116] Ken’ân Rifâî’nin ilk
memuriyetinin kısa süreli de olsa Posta Telgraf Teşkilatı bünyesinde olması
buna bir örnek teşkil eder. Bkz. BOA: DH.SAİD., 72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1
Nisan 1870).
[117] Nezihe Araz, Anadolu
Evliyaları, İstanbul: Fatiş Yayınevi, 1988, ss. 451-457; Hatice Cenan
Hanım’ın resmi için bkz. Ek 11.
[118] Araz, a.g.e., ss.
451-455.
[119] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân: İlâhî ve Manzumeler, ss. 68-69.
[120] Hatice Cenan
Hanım’dan nakil ile, Ayverdi, Araz, “Ken’ân Rifâî ve Annesi Hatice Cenan
Hanım”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 18.
[121] Yunus Emre ve Mevlânâ
Celâleddin Rûmi’nin tasavvuf anlayışlarında cezbe ve aşk faktörü hakkında
değerlendirmeler için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar,
İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, ss. 109-148; Yunus Emre tesirleri ve
takipçileri için bkz. Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, haz. Orhan F. Köprülü, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1976, ss. 257-390 .
[122] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, İlâhiler ve Manzumeler, ss. 48-51.
[123] a.g.e., s. 49.
[124] BOA: DH.SAİD.58.23,
(29 Zilhicce 1282/ 14 Mayıs 1866): “Arif Efendi; 1282 Filibe doğumlu, Filibeli
Edhem Efendi’nin oğlu.”
[131] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 460.
[132] Ken’ân Rifâî ilk eğitimini
Filibe’de Sıbyan Mektebi’nde almıştır. Burada, temel dinî bilgiler ile Arapça
ve Osmanlıca gibi temel dersleri tahsil etmiştir. Daha sonra bir müddet Filibe
Rum İdâdîsi’ne devam etmiş, orta öğretimin ilk yıllarım Galatasaray Mekteb-i
Sultânîsi’nde okumuş, fakat ortaokul diplomasını, ailevi sebeplerle Filibe’de
bulunduğu sırada kısa bir süre devam ettiği Filibe’deki Cem’iyyet-i İsrâiliyet
Mektebi’nden almıştır. Filibe’de o dönemde çeşitli sıbyan mektepleri ve
rüşdiyeleri mevcuttur. Filibe’de ilk ve orta öğretim seviyesindeki Türk, Bulgar
ve yabancı kaynaklı okullar ile müfredatları hakkında daha fazla bilgi için
bkz. Neriman Ersoy, XIX. Yüzyılda Filibe Şehri (1839-1876), (Doktora
Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003, ss. 248257;
BOA: DH.SAİD., 72.405, (29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870); Ken’ân Rifâî, Sohbetler,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, s. 451.
[133] Ayverdi, Araz,
“Çocukluğu ve Gençliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık, s. 26; Bu döneme ait fotoğraflar için bkz. Ek 11.
[134] BOA: DH.SAİD., 1.37,
(29 Zilhicce 1252/ 6 Nisan 1837) “Abdülhalim Bey; 1252 Filibe doğumlu, Alaiye
Kaymakamı Hacı Hasan Bey’in oğlu.”
[135] İsmail Doğan,
“Eğitimci Ali Suâvi (1839-1878) ve Galatasaray Lisesi’ndeki Uygulamaları”, Tanzimat’ın
150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1994,
ss. 515538.
[136] Ali Suâvi ve Hamidiye
dönemi faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Abdullah Uçman, “Ali
Suâvi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1989, C. 2, ss. 445-448.
[137] Son dönem bürokrat,
eğitimci, yazar ve şairlerinden Muallim Ahmed Feyzi Tebriz’de dünyaya
gelmiştir. Dönemin bilginlerinden Esed Molla’nın oğludur. Ezher’de eğitim
almış, İstanbul’a gelip Osmanlı uyruğuna geçtikten sonra eğitimle ilgili
vazifelerde bulunmuştur. Galatasaray Sultânîsi’nde Farsça öğretmenliği yapmış
ve Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde “Sürûş” adıyla yazılar yazmıştır.
İbnü’l- Emin Mahmud Kemal İnal’ın, Son Asır Türk Şairleri, C. 1,
eserinden nakille https://www.biyografya.com/biyografi/9883
(14.09.2019).
[138] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 24-25.
[139] Rifâî, Sohbetler,
s. 40.
[140] Ahmet Hamdi Tanpınar,
On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, haz. Abdullah Uçman, İstanbul:
Dergah Yayınları, 2017, s. 582.
[141] Abdullah Uçman,
“Muallim Nâcî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet İslâm
Araştırmaları Merkezi, 2005, C. 28, ss. 542-543.
[142] Ken’ân Rifâî’nin bu
dönemde yazdığı pedagoji makalelerine II. Meşrûtiyet öncesinde konağına yapılan
bir aramada el konulmuştur. Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Tercümân-ı Hakîkat
gazetesinde Mehmet Ken’ân mahlaslı bazı yazılara rastlandığını ve bunların
Ken’ân Rifâî’ye ait olan bahsi geçen pedagoji makaleleri olabileceğini söyler.
Aynı konu için bkz. Ayverdi, Araz, “Mürşidliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 110.
[143] Hulûsi Kılıç, “Mehmet
Zihni Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003, C. 30, ss. 315-317.
[144] Hatta o dönemde
yaygınlaşan “görenek belası” tabiri de Münif Paşa’ya aittir. Hakkında daha
fazla bilgi için bkz. İsmâil Doğan, “Münif Mehmed Paşa”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları
Merkezi, 2006, C. 32, ss. 9-12.
[145] Hilmi Ziya Ülken’e
göre Münif Paşa’nın aydınlanmacı ve terakkici yönü ile ilgili daha fazla
değerlendirme için bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi,
İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, ss. 75-77.
[146] Rifâî, Sohbetler,
ss. 473-474.
[147] Ken’ân Rifâî, Seyyid
Ahmed er-Rifâî, haz. Mustafa Tahralı, sad. Müjgan Cumhur, İstanbul: Cenan
Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 2015, ss. 259-261.
[148] Galatasaray
Diploması için bkz. Binark, a.g.e., s. 41.
[149] Bkz. Binark, a.g.e.,
ss. 41-42; Galatasaray’daki okul durumuyla ilgili diğer bir belge için bkz.
BOA: MF.MKT., 66.34, (14 Zilkade 1297/ 18 Ekim 1880).
[150] BOA: DH.SAİD.,72.405,
(25 Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Türkçe, Fransızca ve Rumca tekellüm ve
kitâbet eder; Bulgarca ve İngilizceye âşinadır.”
[151] Filibe’de büyümüş
olması Bulgarcaya aşinalık kesbetmesine, Rum İdâdîsi’ne bir müddet devam ederek
bölgedeki Rumlarla sosyal hayatın getirdiği bir zorunluluk icabı yakınlığı
olması, Rumcasına kaynak teşkil eder.
[152] Bu meseleyi biraz
daha açacak olursak Ken’ân Rifâî’nin söz konusu düşünce ve hayat tarzıyla ilk
teması Mekteb-i Sultânî değildir. Doğu ile Batı’nın tabii bir imtizâcı olan
Balkanlar’da kozmopolit bir toplum yapısı içerisinde büyümüş olması
dolayısıyla, onun her iki yaşam tarzına da bir tür aşinalık kazanmış olması
mümkündür. Rifâî, Filibe’de bulunduğu dönemde bu yaşam tarzı ile az çok temas
halinde olmuş ve yaşının elverdiği ölçüde tanıma imkanı bulmuştur. Ancak bir
yaşam tarzı olarak temas halinde bulunduğu bu anlayışla, formel manada
tanışması, Galatasaray’da aldığı eğitimle gerçekleşmiştir. Filibe’de Rum,
Ermeni, Bulgar, Yahudi tebaasıyla hanedanlığın gerektirdiği şekilde irtibatlı
olmuştur. Memuriyet yılları içerisinde Adana’da Ermenilerle, Manastır ve
Kosova’da Bulgar, Rum, Arnavut, Makedon, Yunanlılarla irtibatta bulunmuş,
Trabzon’da Ermeni ve Gürcü azınlıklarla mesleğinin icabı olarak ve mahalle
yaşamının bir gereği olarak yine temasta bulunmuştur. 1903 yılı sonlarında
yerleştiği ve vefatına kadar ikamet edeceği İstanbul’a gelince fetihten
öncesinde dahi kozmopolit özelliğiyle öne çıkan bir şehir olduğu ve burada
yaşayan her ferdin birlikte yaşama anlayışına sahip olduğu bir gerçektir. Ancak
Ken’ân Rifâî hassaten Müslüman unsurun öne çıktığı sur içinde ve Fatih
bölgesinde hayatını sürdürmüştür. Ancak maârifçiliği onun İstanbul halkı
içerisindeki çeşitli unsurlarla resmî ve içtimâi sebeplerle irtibat kurmasına
imkân sağlamış; sohbetlerindeki anekdotlardan anlaşıldığı üzere de bu
irtibatlarında dinî ve sosyal farklılıklara hürmet eden bir anlayış içerisinde
bulunmuştur. Ken’ân Rifâî’nin Osmanlı tebaasındaki farklı unsurlarla
irtibatlarına örnekler için bkz. Rifâî, Sohbetler, ss. 87-88, 399-400,
527, 535-536, 555.
[153] İlber Ortaylı, Avrupa
ve Biz Seçme Eserler 1, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2008, s. 83.
[154] O dönemde okutulan
dersler genel olarak Türkçe, Fransız dili ve edebiyatı, ahlâk ve âdap, Latince,
Grekçe, Osmanlı tarihi, genel tarih, Osmanlı coğrafyası, genel coğrafya,
matematik, kozmografya, mekanik, fizik, kimya, tabiat bilgisi, hukuk, mülkî
idare, hitabet ve edebiyat, hat ve resim, muhasebe, defter tutma gibi
derslerdir. II. Abdülhamid döneminde genel olarak Sultânîler’de verilen eğitim
ve özelde Galatasaray Sultânîsi hakkında bilgi için bkz. Esma İgüs, II.
Abdühamid Dönemi Eğitim Sistemi, Eğitim Yapıları ve Askeri Rüşdiyeler,
(Doktora Tezi), İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi, 2008, ss. 68-71; Benjamin
C. Fortna, Mekteb-i Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İslâm,
Devlet ve Eğitim, çev. Pelin Siral, İletişim Yayınları, 2005, s. 133.
[155] Ayrıntılı bilgi
halifeleri kısmında verilecektir.
[156] Babanzâde ile Ken’ân
Rifâî arasındaki mülâkata bir örnek için bkz. Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 563-564; hakkında bilgi
için bkz. İsmail L. Çakan, “Babanzâde Ahmed Naim”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları
Merkezi (İSAM), 2003, C. 4, ss. 375-376; Babanzâde Ahmed Naim’in dönem içindeki
duruşuyla ilgili İsmail Kara’nın değerlendirmesi için bkz. İsmail Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1: Metinler Kişiler, İstanbul: Dergah Yayınları, 2017,
ss. 319-352.
[157] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 540-541.
[158] Bu isimler
içerisinde, materyalist ve pozitivist görüşleriyle ünlü Rıza Tevfik de yer
alır. Rifâî, örneklerini seçerken Sultânî mezunlarını tercih eder. Bkz. Rifâî,
a.g.e., s. 412.
[159] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 269.
[160] Mehmet Demirci,
“Ken’ân Rifâî’nin Hayatı ve Şahsiyeti”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân
Rifâî Sempozyumu, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, s. 29; Ken’ân Rifâî’nin
bu döneme ait fotoğrafı için bkz. Ek 11; Ayverdi, mezuniyetinin ardından kısa
bir süre Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaptığını da kaydeder. Bkz. Bkz.
Rifâî, Sohbetler, s. I.
[161] Osmanlı Devleti’nin
XIX. yüzyıl başında bürokratikleşme yönünde yaptığı yeniliklerin bir parçası
olarak, Bâbıâli’de Tercüme bürosu açılmıştır. 1856’da artan dış yazışmalarla
ilgilenmek amacıyla Hariciye Nezâreti’ne bağlı olarak, Tahrîrât-ı Ecnebiyye
Odası kurulmuştur. Tarihçesi ve bu kurumun özellikleri hakkında daha fazla
bilgi için bkz. Carter Vaughn Findley, “Hariciye Nezâreti”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Araştırmaları
Merkezi, 1997, C.
16, ss. 178-180; Her fırsatta kurumsallaşmaya çalışan
Bâbıâli 1856 yılında tercüme odasından seçilen memurlar vasıtasıyla yabancı
lisanlarda artan yazışma ihtiyacını karşılamak maksadıyla Tercüme Odası’na
bağlı olarak Tahrirât-ı Ecnebiyye Odası’m ihdâs etmiştir. Hariciye
ofisi, bu tür evrakın hallinde bu odadan istifade ederek tercüme odasının
yükünü hafifletmeyi amaçlamıştır. 1869’da da bazı düzenlemeler yapılarak oda
memurlarının görev tanımları daha ayrıntılı bir hale getirilmiştir. Dil
alanında ihtisaslaşmaya zemin hazırlayan bu ofisle imparatorluk sarayının
duvarlarına Batılı bir pencere daha eklenmiştir. Yazışma alanındaki bu pozitif gelişmeyle
dış işlerindeki müesseseleşmenin sınırları biraz daha genişlemiştir. Hariciye
Nezâreti ile ilgili daha fazla bilgi için bkz. Mahmut Akpınar, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Hariciye Nezâreti’nin Kuruluşu ve Dış Politikanın
Kurumsallaşması”, İzmir, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Tarih İncelemeleri Dergisi, C. 29, S. 1 (2014), ss. 59-85.
[162] BOA: DH.SAİD.,72.405,
(29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870).
[163] Ken’ân Bey’in bu
dönemdeki uygulamalarım değerlendirebilmek için Tanzimat döneminde yapılan
maârif ıslahatlarına ve genel manada maârif anlayışına bakmak gerektiği gibi,
bu alandaki ıslahatların Osmanlı modernleşme sürecinde yüklendiği fonksiyonu da
dikkat almak gerekir. Bu sebeple metin dahilinde ilgili yerlerde gerekli
izahlarda bulunulacaktır.
[164] Teyfur Erdoğdu,
“Maârif-i Umumiyye Nezâreti Teşkilatı I”, Ankara, Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi, C. 51, S. 01 (1996), s. 185.
[165] a.g.m., s. 186
[166] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, ss. 259-261.
175
Bölgede yakın bir zamana kadar 1300 yılına kadar bölgede
birinci sınıf rüşdiye mektebinden başka okul yoktur. Okullar hakkında daha
fazla bilgi için bkz. Abdülmecit Mutaf, Salnâmelerde Karesi
[173] Okul binası, Maârif
Müdürü Giridî Hasan Tahsin Bey’in zamanında okulun inşaatı başlamıştır.
Tamamlanması 1895 senesini bulmuştur. Bu tarihten sonra seyyar halde bulunan
lise, bu yeni binaya taşınmıştır. Rifâî görevli olduğu dönemde okulun mekânla
ilgili problemi vardır. Bkz. a.g.m., s. 191.
[174] Karesi
İdadi’sinin1887’de iki sınıfı ve 29 öğrencisi mevcuttur. Bkz. a.g.e., s. 48.
[175] Tasavvufta riyâzet
türleri ve yeme-içe ile ilgili riyâzetin tekâmül sürecindeki hızlandırıcı rolü
için bkz. Öncel Demirdaş, “Riyâzet Eğitimi ile Gerçekleşen Mânevî Olgunluk”, Dinbilimleri
Akademik Araştırma Dergisi, C. 11, S. 3 (2011), ss. 79-90.
[176] Bkz. Fotoğraf albümü
Ek 11.
[177] Rifâî’den nakille
Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 131.
[178] Ayverdi, a.g.e., s.
22.
[179] Araz, a.g.e., s. 460.
[180] a.g.e., ss. 131-132.
[181] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken ’ân: İlâhî ve Manzumeler, s. 39,
[182] Sicill-i Ahvâl
belgesinde “22 Şevval 1307/ 20 Mayıs 1306/ 1 Haziran 1890 tarihinde 2000 guruş
maaşla Adana Vilâyeti Mâârif Müdüriyetine nakil” olunduğu kayıtlıdır. bkz. BOA:
DH.SAİD., 72.405.
[183] Bu gelişmişlikte
Maârif Nezâreti’nin, maârif ıslahatları kapsamında yaptığı uygulama ve
düzenlemeler yanında, bölge halkının eğitime gösterdiği hassasiyet de etkilidir.
Adana halkı özellikle sıbyan mektepleri tesisine önem vermekteydi. Halk, bu
maksatla kurulan vakıf ve diğer kaynaklar vasıtasıyla bölgenin eğitim öğretim
açısından ilerlemesinde son derece âmil olmuştur. Kurulan vakıflar ve Adana
halkının hizmetleri için bkz. Kâmil Şahin, “XIX. ve XX. Yüzyılda Adana İslâm
Sıbyan Mektepleri Üzerinde Gözlemler”, II. Uluslararası Karacaoğlan -
Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu, 20-24 Kasım 1991, Adana: Çukurova
Üniversitesi Basımevi, 1993, ss. 445-456.
[184] Özlem Karsandık, “Maârif
Salnâmelerine Göre Adana Sancağı’nda Eğitim-Öğretim (h. 1316-1321/ m.
1898-1903)”, Ankara, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Tarih Bölümü Araştırmaları Dergisi, C. 30, S. 50, y.y., s. 165; Bu dönemde
yabancı destekli olara açılan gayrimüslim okullarının genel durumu hakkında
bilgi için bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Devleti’nin Kısa Sosyal Tarihi,
Âyanlar, Bürokrasi, Demografi ve Modernleşme, İstanbul: Timaş Yayınları,
2019, ss. 168-170.
[185] Ayverdi, Araz,
“Memuriyet Yılları ve Hayatla İlk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 37.
[186] Adana Havalimanı
bulunduğu muhitin adını, Şâkir Paşa’dan almıştır. Vali, Adana’nın sel
problemini dere ıslah projeleriyle çözerek bölgenin tarım kapasitesini
arttırmış, böylece ismini ölümsüzleştirmiştir. Bkz.
http://www.milliyet.com.tr/tarihi-sakirpasa-konagi-acildi-adana-yerelhaber- 525442/
(24.01.2020).
[187] BOA: Y.PRK.DH., 3.39,
(29 Zilkade 1306/ 27 Temmuz 1889).
[188] BOA: MV., 48.40, (28
Safer 1307/ 24 Ekim 1889).
[189] “Mersin’de eğitim
kurumlannın gelişmesinde Adana Valileri Ziya Paşa, Abidin Paşa ve Sırrı
Paşa’nın katkıları son derece etkili olmuştur. Ayrıca Mersin Mutasarrıflan
Neşet Paşa, Cemal Bey ve Nazım Paşa da bu kurumların oluşmasında ve
gelişmesinde büyük emek harcamışlardır.”
Bkz.
http://www.mersinimecehaber.com/kultur/mersin-ortaokulumustafa-erimin-yazisi-h1208.html (24.01.2020)
[190] Adana halkının mektep
yaptırma konusunda oldukça istekli olduğu bilinmektedir. Bölgenin kaynaklarını
bu yönde kullanmak hususunda halk bilinçlidir. Bu amaçla vakıf kurmak, bazı
akarların gelirlerini eğitime tahsis etmek çokça görülen faaliyetlerdendir.
Dolayısıyla Maârif Müdürü Ken’ân Bey ve bölge idarecilerinin eğitim amaçlı
olarak kaynak arayışlarında bölge halkının durumunu iyi değerlendirdikleri,
patriyarkal bir yaklaşımla meseleleri ele aldıkları söylenebilir. Adana
halkının eğitime olan destekleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Şahin,
a.g.m., ss. 445-456.
[191] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 38-39.
[192] BOA: MF.MKT.,
127.42., (13 Ramazan 1308/ 15 Ekim 1889): “Adana’dan Konya’ya, sonra da
Manastır Maârif Müdürlüğü’ne nakledilen Ken’ân Bey’in harcırahının nereden
ödeneceğinin sorulduğu.”
[193] BOA: MF.MKT, 123.96,
(19 Rebiyülâhir 1308/ 2 Aralık 1890): “Konya Maârif Müdürlüğü’ne tayin edilen
Ken’ân Bey’e harcırah verilmesi.”
[194] BOA: İ.DH.
1221.95580, (21 Ramazan 1308/ 30 Nisan 1891): “Adana vilâyeti Maârif Müdürü
Ken’ân Efendi’ye rütbe tevcih.”
[195] BOA: İDH. 1221.95580.
[196] Rifâî, Sohbetler,
s. 646.
[197] BOA: MF.MKT, 159.125,
(12 Şaban 1310/ 1 Mart 1893): “Devam cetvelinde gelmedikleri günler için
Manastır Mekteb-i İdadisi mevâlid muallimi Ken’ân Bey ile Fransızca muallimi
Karabet Efendi’nin maaşlarından kesinti yapılıp yapılmadığının bildirilmesi
talebi.”
[198] Kristaq Prifti,
“Manastır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2003, C. 27, ss. 562-563.
[199] Feriha Büyükünal, Manastır-İstanbul,
Molla Bayırı No: 2, İstanbul: Avcılar Basın-Yayın, 2009, s. 15.
[200] Arşiv belgelerinden
anlaşıldığı kadarıyla, bölgedeki farklı etnik grupların bir arada olması ve bu
gruplar üzerinden Balkanlar’da hâkimiyet kurma girişimlerinde bulunan Avrupalı
devletlerin müdahalesi nedeniyle hükûmet bölgenin idaresinde zorluklar
yaşamıştır.
[201] Glenny, a.g.e., ss.
183-192.
[202] BOA: BEO.,
385.288.15, (09 Şevval 1311/ 15 Nisan 1894).
[203] BOA: MF.MKT.,
1.30.27, (12 Muharrem 1309/ 17 Ağustos 1891).
[204] BOA: MF.MKT., 309.46,
(23 Şevval 1313/ 7 Nisan 1896): “Manastır Maârif müdürünün esbâk Maârif Müdürü
Ken’ân Bey zamanında gayrimüslim okullara usulsüz ruhsatnâme verildiği iddiası
asılsız olduğundan, ruhsatsız okullarla ilgilenmesi.”
[205] BOA: Y..PRK.ASK.,
39.35, (02 Recep 1304/ 27 Mart 1887): “Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa’nın
Kesriye’de tutulan ve Manastır Yunan Konsolosu’nun ele geçirmek istediği evrakı
takdim etmek için Dersaâdet’e gelmesine müsaade edilmesi talebi.”
[206] BOA: DH.MKT., 1444.9,
(15 Zilhicce 1304/ 4 Eylül 1887): “Manastır vali-i sâbıkı Ali Kemal Paşa’nın,
Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa hakkındaki şikâyeti üzerine konunun
araştırılarak ortaya çıkacak sonuca göre gerekenin yapılması.”
[207] BOA: DH.MKT.,
1451.25, (8 Muharrem 1305/ 26 Eylül 1887): “Sabık Manastır valisi Ali Kemal
Paşa’nın bayram tebriki ve cülus yıldönümü törenlerine katılmadığı, hükûmete
bando ve mızıka göndermediği gerekçeleriyle Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı Paşa’yı
şikâyeti üzerine yapılan tahriratın takdim olunduğu.”
[208] BOA: Y..MTV., 75.129,
(18 Şaban 1310/ 7 Mart 1893): “Padişahın yevm-i veladetini, Taşlıca’da bulunan
Avusturya Kumandan ve zabitanının tebrik ettiği, Üçüncü Ordu Kumandanı Fazlı
Paşa’nın ise tebrik etmediğinin bildirildiği.”
[209] BOA: Y..MTV., 70.47,
(09 Rebiyülâhir 1310/ 31 Ekim 1892).
[210] BOA: Y..MTV., 75/206,
(25 Şaban 1310/ 14 Mart 1893): “Manastır valisi ile Üçüncü Ordu Kumandanı Ferik
Fazlı Paşa arasındaki ihtilafın izalesi için, tavsiyede bulunulması.”
[211] BOA: Y..PRK.ASK.,
89/52, (17 Ramazan 1310/ 4 Nisan 1893): “1- Fazlı Paşa’nın Üçüncü Ordu
Kumandanlığı’ndan azli. 2- Üçüncü Ordu Kumandanlığı’ndan azlolunan Fazlı
Paşa’nın yerine kendisi gibi Bektâşî meşrepli olan Üçüncü Ordu Muhasebecisi
Salih Bey’in bacanağı Rıfat Bey’in vekalet etmesinin uygun olmadığına dair
Manastır valisi Faik Paşa’nın mütâlaası. 3- Yaver-i Ekrem Derviş Paşa’nın Bektâşî
meşrepli askerlere Manastır gibi nazik mevkilerde görev verilmemesi gerektiğine
dair mütâlaası.”
[212] Zühdü Paşa hakkında
bilgi için bkz. Ali Z. Oralıoğlu, “Zühdü Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi
(İSAM), 2013, C. 44, ss. 538-539.
[213] Raporun metni ve daha
detaylı bilgi için bkz. Atilla Çetin, “Maârif Nâzırı Ahmed Zühdü Paşa’nın
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yabancı Okullar Hakkında Raporu”, Güneydoğu
Avrupa Araştırmaları Dergisi, C. 0, S. 10-11 (1982), ss. 189-219.
[214] Paşa, yabancı
okulların açılması konusunun nihâî hükme bağlanmadığı, konunun ahden sarâhate
kavuşmadığı ve dolayısıyla bu husustaki boşluğun kayıtlı
kayıtsız, ruhsatlı ruhsatsız okulların teşekkülüne imkan verdiğini kaydediyor.
Okulun inşâsı ile ilgili karara tevessül etmeksizin mevcut okul ya da evlerden
birinin gayrimüslimlerce okul olarak ittihaz edilebilmesi nedeniyle, bu
okulların gerçek sayısını tespit etmek mümkün değildir. Nezâret ve teftiş
konusuna gelince, her azınlık gurubu millî hislerle hareket etmekte ve o
bölgelerle yakın menfaat ilişkileri olan ecnebi devletler iğfalât ve
mefsedetleriyle türlü etkilerde bulunmaktadırlar. Paşa özellikle bu etkileri
Selânik, Kosova, Manastır’dan çeşitli müşahhas örneklerle ortaya koymaktadır.
Söz konusu fesat ve tahriklere mâni olmak için alınması gereken tedbirleri
Zühdü paşa şöyle özetler: “Gayrimüslim
kasaba ve
köylerindeki okullarda yabancı öğretmenlerin
bulundurulmaması ve yabancıların okul açacağı yerlerde eğer gayrimüslim tebaa
evladı yok ise bu okulların açılmasına müsade edilmemesi, ruhsat verildiyse
gereken teftişin mutlaka yapılarak Müslüman evlatlarının burada okumasına
müsade edilmemesi, gayrimüslim okullarda Osmanlı dilinin zorunlu tutulması,
teftişlerin sık yapılması”.
[215] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 57.
[216] BOA: BEO., 83.6160,
(13 Ramazan 1310/ 31 Mart 1893).
[217] BOA: İHUS., 5.34, (13
Rebiulahir 1310/ 4 Kasım 1892).
[218] BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[219] BOA: MF.MKT., 165.52,
(19 Ramazan 1310/ 6 Nisan 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile Maârif
Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişlerinin yapıldığı”; BOA: MF.MKT., 173.110, (25
Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile Kosova
Maârif Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişleri gerçekleştirildiğinden vilayetlerce
gerekli işlemlerin yapılması.” Manastırdaki göreviyle ilgili diğer belgeler
için bkz. BOA: MF.MKT., 129.61, (23 Zilkade 1308/ 30 Haziran 1891): “Manastır’a
maârif müdürü tayin edilen Ken’ân Bey ile mektep müdürü olarak tayin edilen
Vassaf Efendilerin harcırahlarının verilmesi, fazla maaş verilmişse geri
alınması”; BOA: MF.MKT.,159.125, (12 Receb 1310/ 30 Ocak 1893): “Devam
cetvelinde gelmedikleri günler için Manastır Mekteb-i İdadisi mevâlid muallimi
Ken’ân Bey ile Fransızca muallimi Karabet Efendi’nin maaşlarından kesinti
yapılıp yapılmadığının bildirilmesi talebi.”
[220] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 542.
[221] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 41.
[222] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 259.
[223] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, s. 21.
[224] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 41; Rifâî şeyhinin söz konusu tavrını “Bir hakikatten sorulsa sanki
muhtûmdu femin/ Bâtınen ancak verirdin bu suâle yüz cevâb.” beytiyle ifade
eder. bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân, İlâhiler ve Manzûmeler, s. 42.
[225] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân İlâhî ve Manzûmler, s. 40.
[226] Rifâî, Sohbetler,
s. 18.
[227] a.g.e., s. 19.
[228] BOA: MF.MKT.173.110,
(25 Zilhicce 1310/ 10 Temmuz 1893): “Manastır Maârif Müdürü Ken’ân Bey ile
Kosova Maârif Müdürü Abdül Efendi’nin becâyişleri gerçekleştirildiğinden
vilayetçe gerekli işlemlerin yapılması.”
[229] Birkaç defa
isyancılar ile devlet kuvvetlerinin çarpışma sahası olan Kosova, Tanzimat ve
Islahat fermanlannın ilanı üzerine idârî bakımdan yeni bir statüye bağlanmış;
savaştan sonra yönetiminde kalan vilâyetin merkezi, Priştine’ye nakledimiştir.
Osmanlı Nuri Demirel, Kosova’nın Tarihi ve Sosyolojik Yapısı, Konya:
Eğitim Yayınevi, 2016, s. 92; İlk salnâmesinden (1296/1879) anlaşıldığına göre
bu tarihte Kosova vilâyeti Priştine, Üsküp, Prizren, Yenipazar ve Debre
sancaklarından meydana geliyordu. Ancak bu sancaklarda zaman zaman
değişiklikler olmuş, kimi kazaların başka vilâyetlere bağlanması sonucu Kosova
vilâyeti bazen küçülmüş, bazen genişlemiştir. Bölge halkından kuzeye doğru
çekilenlerin yerine Arnavutlar yerleşmeye başlamıştır. 1888’de Vilâyet merkezi
Üsküp’e nakledilmiştir. Bu idârî taksimata göre vilâyet Üsküp, Priştine, Seniçe
(Sjenica), İpek, Taşlıca ve Prizren sancaklarına ayrılmış; II. Meşrutiyet’in
ilanına kadar bu yörede birçok isyan ve ihtilâl gerekleşmiştir. II. Abdülhamid’e
telgraf çeken 30.000 kişinin toplandığı Firzovik (Ferizaj), Kosova’nın Priştine
sancağına bağlıdır. Münir Aktepe, “Kosova”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi
(İSAM), 2002, C. 26, ss. 216-219.
[230] bkz. BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[231] Yusuf Sarınay,
“Geçmişten Günümüze Kosova”, Ankara, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar
Dergisi, C. I, S. 1 (1999), ss. 151-166.
[232] Mucize Ünlü, Kosova
Vilâyeti, Ankara: Gece Kitaplığı, 2014, s. 162.
[233] “Abdülaziz’in
saltanatı süresince millî eğitim alanında da önemli gelişmeler oldu. 1862’de,
devlet dairelerine kâtip yetiştirmek üzere, rüşdiyeyi bitirenlerin gidebileceği
Mekteb-i Mahrec-i Aklâm kuruldu; bu mektep 1874’e kadar faaliyetini sürdürdü.
1864’te bir dil okulu açıldı. 1858’de kurulan İnâs Rüşdiyesi 1861’de faaliyete
geçti. 1867’den itibaren hıristiyan çocukları da Türkçe imtihanını vermek
şartıyla rüşdiyelere alınmaya başlandı. Fransa’nın 1867’de verdiği bir nota ve
sürekli ısrarları sonucu 1868’de, tamamen Fransız eğitim sistemine göre öğretim
yapan Mekteb-i Sultânî (Galatasaray Lisesi) açıldı. Bu okulda müslüman ve
gayrimüslim çocukları karışık olarak okuyacaklar, eğitim Fransızca, yönetim de
Fransızlar’ın elinde olacaktı. 1869’da Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi
neşredilerek maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi.” Daha fazla bilgi için bkz.
Cevdet Küçük, “Abdülaziz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1988, C. 1,
s. 181.
[234] O dönemde yalnızca
talebenin gündüz okula gelip akşam evine döndüğü eğitim düzenine nehârî adı
veriliyordu. Talbenin hafta içi okulda konakladığı eğitim düzenine ise yatılı
manasında leylî adı veriliyordu.
[235] Nizamnâmenin
sadeleştirilmiş hâli için bkz. Reşat Özalp, Aydağan Ataünal, Türk Milli
Eğitim Sistemini Düzenleme Teşkilatı, Talim ve Terbiye Kurulu Şurası,
İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, 1977, ss. 549-583.
[236] Arzu M. Nurdoğan,
“İkinci Abdülhamid Dönemi’nde Devletin Kosova’da Açtığı Okullar”, İstanbul,
Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S. 25 (2011), ss. 35-76
[237] BOA: MF.MKT.210.23,
(23 Zillhicce 1311/ 27 Haziran 1894); BOA: MF.MKT., 214.17, (20 Muharrem 1312/
24 Temmuz 1894): Kosova Maârif Müdürlügünce üçyüz on senesi mart ayı varidat ve
masarıfat cetvelleriyle senet evraklarının gönderilmiş olduğu.
[238] Maârif müdürlerinin
vazifeleri 1869 Nizamnâmesi’nde ayrı bir bölüm olarak ifade edilmiştir.
Ayrıntılar için bkz. Özalp, Ataünal, a.g.e., ss. 549-583.
[239] Nurdoğan, a.g.m., ss.
35-76.
[240] H. Yıldırım Ağanoğlu,
Salnâme-i Vilâyet-i Kosova, İstanbul: Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma
Derneği, 2000, s. 98.
[241] Ağanoğlu, a.g.e., s.
171; Maârif müdürünün vazifeleri arasında vilayet maârifinin mali işleriyle
ilgilenmek de bulunuyordu. Bkz. Özalp, Ataünal, a.g.e., ss. 549-583.
[242] BOA: MF.MKT., 214.17.
[243] Ağanoğlu, a.g.e., s.
103.
[244] Mustafa Ergün, Barış
Çiftçi, “Türk Dünyasının İlk Ortak Eğitim Reformu: Usûl-i Cedîd Hareketi”, I. Uluslararası
Türk Dünyası Kültür Kurultayı, İzmir: Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları
Enstitüsü, 2006, ss. 1-14.
[245] Bedrettin Koro,
“Kosova Vilâyeti’nde Eğitim Kurumları: 1877-1912”, ed. Sinan Demirtürk, Hoca
Ahmet Yesevi Yılı Anısına Uluslararası Türk Dünyası Eğitim Bilimleri ve Sosyal
Bilimler Kongresi Bildirileri, 2016, C. 4, s. 382.
[246] Ağanoğlu, s. 171.
[247] Konu ile ilgili
olarak bkz. Somel, a.g.e., s. 217.
[248] BOA: MF.MKT. 242.44,
(3 Receb 1312/ 31 Aralık 1894) Avrupa'dan getirilip muzır oldukları için el
konulan matbuat hakkında tertib edilen cedvellerin tanzimi ve zamanında gönderilmesi
için Kosova Maârif Müdürlüğü’nce itina gösterilmesi.
[249] Kosova Vilâyeti sâbık
maârif müdürü, ekalliyet mektepleriyle hükûmet politikasına ters düşen temaslar
içindedir. Sâbık müdür, Sırp konsoloslarıyla ve memurlarıyla içli dışlıdır.
Özellikle Sırp mekteplerinin sayısında olağan dışı bir artış vardır:
Kumanova’da tedrisata başlayan mektepler de buna dahildir. Hıristiyan
mekteplerine resmî ruhsat muamelelerindeki usulsüzlükleri, Üsküp’te hükûmetin
yasaklamasına rağmen ruhsatsız mektep tesisine müsaadesi gibi hususlardan
soruşturma altında olan sâbık müdür, Vâli Ferik Edhem Paşa’nın nezârete verdiği
tezkire sonucunda görevden alınarak Manastır’a gönderilir. Bkz. BOA: Y..MTV.,
76.96, (17 Ramazan 1310/ 4 Nisan 1893); BOA: Y..PRK.A., 8.3, (14 Rebiyülevvel
1310/ 6 Ekim 1892).
[250] BOA: MF.MKT. 284.39,
(5 Rebiülahir 1313/ 25 Eylül 1895) Kosova vilayetinin merkez sancagına baglı
kazalar dahilindeki köy bekçileri için basılıp dagıtılan tezkireler hakkında
uygulanacak muamelenin maârif müdürlüğüne bildirildiği.
[251] BOA: BEO.169.12604,
(4 Cemâziyelevvel 1312/ 3 Kasım 1894): Kosova Vilayeti'nce Bulgar Mektebleri
ile iki Rum Mektebi için ruhsat verildiği halde, Sırp mekteblerine ruhsat
verilmemesinin canib-i vilayetden tenbih edildiğinin bildirilmesi üzerine,
Memalik-i Şahanede milel-i sairenin kendi lisanlarından müstefid olduklarının
bildirildiği; Metin Ayışığı, “Balkanlar’daki Gayrimüslim Milletlerin Kendi
Dillerinde İbâdet ve Eğitim Görmeleri Hususu ve Ulahlar”, Osmanlı Dönemi
Balkan Şehirleri, ed. Zafer Gölen, Abidin Temizer, Ankara: Gece Kitaplığı,
2017, C. 2, ss. 795-813; Balkanlar’da azınlıklar tarafından açılan okulların
teftişi Maârif Nezâreti’nce önemsenmiştir. Buna göre bölgede yetersizlikler
sebebiyle Osmanlıca/Türkçenin mecburi olarak bütün tebaa okullarında okutulması
mümkün olmadığından, gayrimüslimlerin okullarının teftişi için Rumca ve
Bulgarcaya vâkıf müfettişler tayin edilmesi gereği 1888 tarihli Meclis-i
Vükelada dile getirilir. Konu 1896 tarihli Vilâyet Maârif müdürlerine
gönderilen talimatta tekrar ele alınmıştır. Mektepler meseleleri denilen bu
mesele 1909 yılında tam anlamıyla alevlenecektir. Ayrıntılar için bkz. Ünlü,
a.g.e., s. 210, 216.
[252] Nazik ifadesinin bazı
evraklarda bölge şartlarını tasvir için kullanıldığı görülür. Bkz. BOA:
DH.MKT.551.35.
[253] BOA: MF.MKT.218. 35,
(11 Safer 1312/ 15 Ağustos 1894): “Kosova'daki Bulgar mekteplerinin teftişine
tayin edilen Kumanova Bulgar Mektebi Müdürü Yasko Efendi'nin refakatine süvari
verilmesi talebi. Maârif müdürlerinin, Sırp mektepleriyle ilgili meselelerde
nezârete sormadan hareket etmemeleri. Selanik, Kosova ve Manastır vilayetleri
dahilinde açılmak istenen Sırp okullarına gerekli şartlar dahilinde ruhsat
verilmesiyle açılanlarda görev yapan Sırp muallimlerin tahkik ve takibi.
Manastır'ın Akçeşme Mahallesi'nde açılmak istenen Bulgar mektebi için,
öncelikle irade-i seniyye alınması gerektiği. Prizrin Ortadoks Mektebi
Fransızca muallimliğine tayin edildiği halde, mahalli polis komiserliğince
istihdamı uygun bulunmayan Löbomir hakkında tahkikat yapılması.”
[254] Konunun ayrıntıları
için bkz. Ünlü, a.g.e., s. 163, 202-203.
[255] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 46.
[256] İbnülemin Mahmud
Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2013, C. VI-X, s. 856.
[257] a.g.e., ss. 856-857.
[258] İnal, Osmanlı
Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,,
2013, C. XI-XIV, s. 2106.
[259] a.g.e., s. 2120.
[260] BOA: Y.MTV., 79.169;
BOA: Y.PRK.AZJ, (05 Muharrem 1310/ 30 Temmuz 1892); BOA: Y.PRK.MYD., 14.47, (10
Receb 1311/ 17 Ocak 1894).
[261] BOA: DH.ŞFR., 210.54,
(30 Rebiyülevvel 1313/ 20 Eylül 1895): “Hududa karîb Kozma Köyünü eşkıyanın
abluka altına aldığı, ahalinin savuştuğu, Müşir Edhem Paşa’nın Yunan
eşkıyasının tenkili için gayret etmekte olduğu”; BOA: Y.PRK.PT., 12.153: “Fırka
kumandanları ile asakir-i şahanenin muharebede gösterdikleri hüsn-i hizmetten
dolayı taltifleri için isimlerini mübeyyin defterine gönderilmesi hususunun
başkatib paşa tarafından, Edhem Paşa’ya bildirildiği. Dömeke ve Armiye’nin
zaptolunarak ordugâhın Dömeke’ye nakli. Preveze’ye hücum eden Yunanlılar’ın
bozguna uğradıkları.”
[262] Arşiv kayıtlarından
anlaşıldığı kadarıyla başta Kosova olmak üzere çeşitli bölgelerde asayişi
tehdit etmiş bu komita, uzun yıllar hükûmeti ve yerli yönetimleri meşgul
etmiştir. Bkz. BOA: DH.ŞFR, 270.15.
[263] “Prizren, Eski
Yugoslavya’dan savaş sonucunda en son ayrılan Kosova’nın (Başkent Priştine’den
sonra) ikinci büyük kentidir. Kent, tam bir Türk ve dolayısıyla Müslüman
kentidir. Şar Dağları ile çevrili bu kente yaklaşınca göze ilk olarak 590 metre
yükseklikte bulunan kalesi çarpar. Dağların arasında ilerleyerek kente
ulaşılır.” Bkz. Adem Efe, “Balkanlar’ın İslamlaşmasında Tekkelerin Rolü ve
Kosova/ Prizren Şeyh Osman Efendi Tekkesi”, Uluslararası Balkan
Sempozyumu-Balkanlar ’da Dostluk ve İşbirliği, 5-7 Ekim 2012, Isparta:
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, 2013, s. 459;
Balkanlar’da adlî ıslahatların gerçekleştiği XX. yüzyıl başına kadar Kosova ve
Manastır bu gibi çete faaliyetlerine kalıcı bir çözüm getiremeyecektir. Bkz.
Fatmagül Demirel, “Vilayet-i, Selâse (Selanik, Manastır, Kosova) Adli
Islahatı”, Balkanlar’da İslâm Medeniyeti II. Milletlerarası Sempozyumu
Tebliğleri, Tiran, Arnavutluk, 4-7 Aralık 2003, ss. 467-476.
[264] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Ayverdi, Araz, a.g.e., s. 48.
[265] BOA: DH.MKT., 349.42,
(1 Şevval 1312/ 26 Şubat 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in rütbe
terfii ile taltifi.”
[266] BOA: DH.ŞFR., 341.12:
“Prizren ahalisinden olan Rüstem Kabaş ve avanesi, Vâli Hâfız Paşa ve askerî
birliklerine zor yıllar geçirttikten, nice katliamlar, kıyımlardan sonra af
diler, af dileği kabul edilir ve Kosova vilâyetinin de bu kararın gereğini
yerine getirmesi istenir.”; BOA: İ..HUS.,19.43, (16 Cemâziyelâhır 1311/ 25
Aralık 1893)); BOA: Y.PRK.UM., 29.17, (09 Recep 1311/ 16 Ocak 1894); BOA:
Y.PRK.UM., 32.26; BOA: Y..PRK.UM., 32.78, (01 Safer 1313/ 24 Temmuz 1895).
[267] Raif Vırmiça,
“Geçmişten Günümüze Kosova Tekkeleri”, XV. Türk Tarih Kongresi, Yıl
2006, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2010, s. 2090.
[268] Ayverdi, Araz, a.g.e.,
s. 52.
[269] “Kosova’da bugüne
kadar 10 tarikat faaliyette bulunmuştur. Bunlar Halveti (Ramazaniye ve Sinani
kolları), Kadirî, Sadî, Melâmî, Rifâî, Bektaşî, Nakşibendî, Şâzelî ve Mevlevî
tarîkatlandır. Vırmiça’nın ifade ettiği gibi bu tarîkat ve tekkeler eskiden
mevcut ve etkin iken Mevlevî tarîkatı ve tekkeleri hariç diğerlerinin etkinliği
azalmış, hatta yok olmuştur.” Bkz. Efe, a.g.m., s. 459.
[270] XIX. yüzyılın ikinci
yarısında, Kosova ve özelikle Üsküp’teki Rifâî tekkeleri hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. Metin İzeti, Balkanlar’da Tasavvuf, İstanbul: İnsan
Yayınları, 2014, ss. 251-256.
[271] Rifâî, Sohbetler,
s. 38.
[272] BOA: MF.MKT., 272.54,
(16 Muharrem 1313/ 22 Temmuz 1895): “Kosova Maârifi Müdürü Ken’ân Bey’e bir ay
izin verildiği.”
[273] Ken’ân Rifâî,
Osmanlı’nın Balkanlar’da son derece nazik bir vaziyette bulunduğu bir dönemde
vazife almış olmasına rağmen, arşiv kayıtları bize Osmanlı memurunun son derece
titizlikle takip edildiğini ve Bâbıâli ile irtibatların kuvvetli olduğunu
göstermektedir. Arşiv kayıtlarında rastladığımız şu ifade, söz konusu tespit
için yalnızca Kosova döneminden alınmış bir örnek olarak kaydedilmelidir: Bkz.
BOA: MF.MKT., (03 Zilkade 1312/ 28 Nisan 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân
Bey’in Manastır Maârif Müdürlüğü’nde bulunduğu sıradaki göreviyle ilgili
muhasebe devir defterinin tazmin ve tasdik edilerek bir nüshasının
gönderilmesi.”
[274] BOA: MF.MKT., 272.54,
(16 Muharrem 1313/ 22 Temmuz 1895).
[275] BOA: MF.MKT.259.65
(03 Zilkade 1312/ 28 Nisan 1895): “Kosova Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in tercüme-i
hal varakasının gönderildiği.”
[276] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 49.
[277] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile Ayverdi, Araz, a.g.e., ss. 53-54.
[278] “Osmanlı toplumu
gibi patrimonyal türde bir toplumda, başka deyimle, sosyal onur, statü ve
mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu
gerçek daha da belirgindir.” Halil İnalcık, Patrimonyal Devlet ve Sanat
Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2003, s. 9.
[279] Güler’e göre Osmanlı
modernleşme dönemi patriyarkal bürokrasiden yasal rasyonel bürokrasiye geçişin
özelliklerini taşır. Tanzimat reformlarının bu geçişte önemli yeri olmuştur.
Devlet memuriyetine girişte ve giriş usullerinde yeni düzenlemeler yapılmıştır.
Bürokrasinin ihtiyaç duyduğu nitelikli memurların yetiştirilmeleri için
Mekteb-i Maârif-i Adliyye ve Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye adlarında orta dereceli
iki okul açılmıştır. Memur işe alım prosedürü belirlenmiş, memurlara düzenli
maaş bağlanmıştır. Tanzimat’a kadar olan bu dönem sivil bürokrasinin
üstünlüğünü ispatladığı bir dönemdir. En önemlisi bu dönemde ilk reformcu
bürokrasi askeri ve sivil bürokrasiyi hazırlayan eğitim kurumlarının
modernleştirilmesine yönelmiş olmalarıdır. Bkz. Tahsin Güler, “Osmanlı’da
Siyâset ve Bürokrasi İlişkilenin Tarihi Seyri”, Isparta, Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C. 19, S. 4
(2014), ss. 311-336.
[280] Trabzon’un tarihi
milattan önceye dayanır. Heat W. Lowry, Feridun Emecen, “Trabzon”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi, (İSAM), 2012, C. 41, ss. 296-301; XIX. yüzyılın son yarısında Trabzon
vilâyeti, önemli bir liman şehriydi ve burası transit ticaret acısından
önemlidir. Cavit Akın, “XIX. Yüzyılın Son Yarısında Trabzon Vilâyeti”, Trabzon
Tarihi İlmi Toplantısı (6-7 Kasım 1998) Bildiriler, Yıl 1998, Trabzon:
Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 2000, ss. 198-199; 1977-78 Osmanlı-Rus
Harbi sonrasında imzalanan Berlin Anlaşması’nın ağır şartları altında deniz
ticaretindeki üstünlüğünü büyük ölçüde Batum’u kendi sınırları içerisine katan
Rusya’ya bırakmıştır. Metin Eriş, (Kültür Konseyi Adına), Trabzon,
İstanbul: Trabzon Valiliği Yayınları, 2016, s. 45; Evliyâ Çelebi’nin (ö. 1682)
Seyâhatnâme’sinde
sebeplerini ayrıntılı olarak verdiği üzere, Trabzon’da Yahudiler ile lazlar
arasında öteden beri bir husûmet sürüp gitmektedir. Yücel Dağlı, “Evliyâ Çelebi
Seyahatnâmesi’nde Trabzon”, Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildiriler, haz.
Kemal Çiçek, Kenan İnan, Hikmet Öksüz, Abdullah Saydam, Trabzon: Trabzon
Belediyesi Yayınları, 1999, ss. 287-303; XIX. yüzyılın sonunda Trabzon’un
nüfûsu kırk beş bin civarındadır. Mehmet Akif Bal, Trabzon Kronolojisi:
M.Ö.800- M.S.2010, İstanbul: y.y., 2009, s. 85; Trabzon halkı arasında
yaygın olan meslek grupları; esnaf, tüccar ve çiftçidir. Sanayi çok gelişmiş
olmayıp tekstil, deri, boya, mum imalat sanayi, gemi yapım sanayi gibi
alanlarda hareketlilik görülmektedir; Melek Öksüz, XVIII. Yüzyılın İkinci
Yarısında Trabzon, Toplum-Kültür-Ekonomi, Trabzon: Serander Yayınları,
2006, ss. 143-152, 245; Şehir 18921895 yılları arasında bir kolera salgınına
tutulmuştur. Nedim İpek, “Trabzon’da Kolera, 1892-1895”, Trabzon ve Çevresi
Uluslararası Tarih, Dil ve Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs 2001, C. I,
Trabzon: Trabzon Valiliği Kültür Yayınları, 2002, ss. 399-411; Ekim 1895’te bir
Ermeni isyanına şahit olmuştur. Hikmet Öksüz, “1895 Trabzon Olaylarının Yargıya
İntikali ve İsyancı Ermenilerin Mahkeme Kayıtlarına Geçen İfâdelerinin Sosyal
Psikoloji Açısından Yorumu”, XX. Yüzyıl Başlarında Trabzon, Toplumsal Tarih
Yazıları, Trabzon: Serander Yayınları, 2014, ss. 25-36; Söz konusu isyan,
Rifâî’nin de ikameti sırasında yakın irtibat içinde olduğu vâli Kadri Bey’in
müdâhelesiyle kısa zamanda bastırılmıştır. Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi,
Fetihten Kurtuluşa Kadar, Ankara: y.y., 1975, ss. 229-230
[281] Ayverdi, Araz, ,
a.g.e., s. 53.
[282] Mehmet Öncel Koç,
Cesarettin Albayrak, Salih Özkan, Hasan Kanber, Trabzon 2000, Trabzon:
Trabzon Valiliği Yayınları, s. 132; 1896 yılı itibariyle Trabzon merkez ve
taşrada yaygın olan iptidâi mekteplerinin yanı sıra, rüşdiyeler, kız
rüşdiyeleri, idâdîler, Trabzon merkezde Darülmuallimin (1890) ve Askeri Rüşdiye
mevcuttur. Usûl-i cedîde ile eğitim veren mekteplerin sayısında artış
gözlendiği gibi, 1891 yılında aynı şekilde yeni metodlarla eğitim veren İnas
(Kız) Mektebi de açılmıştır. Akın, a.g.e., s. 197.
[283] Abdurrahman Okuyan, XIX.
Yüzyılın Son Çeyreğinde Trabzon: Dinî, Sosyal ve Kültürel Hayat, Trabzon:
Kalem Yayınları, 2013, ss. 126-127.
[284] BOA: MF.MKT., 323.38,
(25 Muharrem 1314/ 6 Temmuz 1896): BOA: MF.MKT, 327.27., (13 Safer 1314/ 24
Temmuz 1896).
[285] BOA: MF.MKT. 315 55,
(29 Zilkade 1313/ 12 Mayıs 1896).
[286] BOA: MF.MKT.
309.10 (21 Şevval 1313/ 5 Nisan 1896).
[287] Sultan II.
Abdülhamid’in kendisine teveccühü olduğu, vali Kadri Bey için çeşitli hayratta
bulunduğu anlaşılıyor. II. Abdülhamid tarafından Hatuniye Camii yanına
yaptırılan türbesi daha sonra yıkılmıştır. Türbesinin resmi için bkz. Yaşar
Bedri Özdemir, Fotoğraf ve Gravürlerle Trabzon Şehrengizi, Trabzon: Mor
Taka Kitaplığı, 2011, s. 95.
[288] Mehmet Akif Bal, Hatıralarda
Trabzon’un Yakın Tarihi, Trabzon: ABP Yayınevi, 2004, s. 27.
[289] Hüseyin Albayrak, Tarih
İçinde Trabzon Valileri 1461-2007, Trabzon: Trabzon Valiliği İl, Kültür ve
Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2008, ss. 221-237.
[290] H. Aliyar Demirci,
a.g.m., s. 187.
[291] Bkz. Nurettin
Albayrak, “Hüseyin Kâzım Kadri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM),
C. 18, 1988, ss. 554-555.
[292] İnal, a.g.e., C.
VI-X, s. 1513.
[293] Vali Hüseyin Kazım
Bey’den nakil ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk
Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.
55.
[294] BOA: DH.SAİD.72.405.
[295] Terfian rütbe-i
sâniye sınıfı sâniye tevcih edilmiştir. BOA: İ.TAL.107.96, (18 Receb 1314/ 23
Aralık 1896).
[296] BOA: İ.TAL.,107.96,
(8/9 Rebiyülevvel 1314/ 6 Ağustos 1312/ 18 Ağustos 1896): “Trabzon Maârif
Müdürü Ken’ân Efendi’nin uhdesine terfian rütbe-i sâniye sınıf-ı sânisi
tevcihi.”
[297] BOA: MF.MKT.,
4.15.37, (25 Rebiyülâhir 1316/ 1 Eylül 1898): “Numûne-i Terakkî Müdürü Ken’ân
Bey’in Trabzon Maârif müdürü iken maaş senedine yanlışlıkla eksik pul
yapıştınldığı anlaşıldığından, istenen ceza-yı nakdinin affedildiği.”
[298] BOA: MF.MKT.343, (01
Cemâziyelâhir 1314/ 7 Kasım 1896 “Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in
istediği yere becâyişinin mümkün olmadığı.”
[299] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 57.
[300] Ayverdi, Araz,
a.g.e., ss. 57-58.
[301] BOA: MF.MKT., 347/26
(5 Şaban 1314/ 9 Ocak 1897): “Maârife devredilen Numune-i Terakkî Mektebi
Müdüriyeti’ne, Dersaadet Mekteb-i İdadisi Müdür Muavini Hüseyin Saadet Bey’in,
onun yerine de Trabzon Maârif Müdürü Ken’ân Bey’in tayini.”
[302] Ayverdi, Türk
Tarihinde Osmanlı Asırları, 1999
[303] Halil İnalcık, Devlet-i
Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-IV, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayınları, 2017, s. 407.
[304] Şehrin XIX. yüzyılın
sonu ve XX. yüzyılın başındaki görüntüsünü en iyi şekilde resmeden kaynaklar
şaşırtıcı bir şekilde İstanbul gezi rehberleridir. Şehir rehber kitapları ve bu
eserlerden İstanbul hakkında elde edilen malumat için bkz. Onur İnal, “XIX.
Yüzyıl Seyahat Rehberlerinde İstanbul”, Osmanlı İstanbul’u, II. Uluslararası
Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu, Bildiriler, İstanbul: 29 Mayıs Üniversitesi
Yayınları, 2014, ss. 277-286; Zeynep Çelik, XIX. Yüzyılda Osmanlı Başkenti:
Değişen İstanbul, çev. Selim Deringil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2015.
[305] Bostancı, Keçecizade
İzzet Fuâd Bey’in “İstanbul: İkinci Meşrûtiyetten Evvel ve Sonra” adlı yazı
dizisini inceleyerek dönemin İstanbul’u, sosya-kütürel hayatı ve diğer
ayrıntıları hakkında bazı bilgilere ulaşılır. Bkz. Kahraman Bostancı, “Keçecizâde
İzzet Fuad Bey’in Gözüyle II. Meşrûtiyet Öncesi ve Sonrasında İstanbul”, VII.
Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildirileri I: İstanbul Tarihi:
Medeniyetlerin Buluşma Noktası Olarak İstanbul, Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Yayınları, 2012, ss. 275-287; “Rahatlıkla denilebilir ki XIX. yüzyıl
sonu ile XX. yüzyıl başındaki İstanbul’un bugünkü imajı Batı değerlerinin
benimsenmesine (veya reddine) bağlı olarak çoğu zaman yapay ve idealize bir
şekil almakta ve tarihî gerçeklerden çok, bazı sosyal, politik ve kültürel
özlemleri yansıtmaktadır.” Dönemin fikir hayatı hakkında daha fazla bilgi için
bkz. Edhem Eldem, “Batılılaşma, Modernleşme ve Kozmopolitizm: XIX. Yüzyıl Sonu
ve XX. Yüzyıl Başında İstanbul”, Osman Hamdi Bey ve Dönemi, Sempozyum 17-18
Aralık 1992, haz. Zeynep Rona, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal
Tarih Vakfı Yayınları, 1993, s. 13.
[306] Petr Kucera, “XIX.
Yüzyıl Osmanlı-Türk Romanında Batılılaşan İstanbul ve Kültürel Eleştiri”, VII.
Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildirileri III: Edebiyat ve Folklorda
İstanbul, Konya: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2012, ss. 452-453.
[307] Mehmet Nâdir hakkında
bilgi için bkz. İhsân Fazlıoğlu, “Mehmed Nâdir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2003, C. 28,
ss. 499-500.
[308] Nuri Güçtekin, İstanbul
Erkek Lisesi Tarihi (1884-1923), İstanbul: İstanbul Erkek Liseliler Eğitim
Vakfı, 2016, s. 53.
[309] Ayverdi, Araz,
“Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 63.
[310] Güçtekin, a.g.e., s.
53.
[311] BOA: MF.MKT., 354.16,
(01 Zilkade 1314/ 3 Nisan 1897); Sonradan açılışı yapılıp muallimleri tayin
olunan Numune-i Terakki Mektebi yedinci idadi sınıfında derslere başlandığına
dair Numune Terakki Mektebi müdürünün yazısı; BOA: MF.MKT., 451.66, (27
Muharrem 1317/ 7 Haziran 1899): Nümune-i Terakki Mektebi'nin imtihan-ı
umumisinde, müdürlükçe takdim olunan defterde isimleri bildirilen mümeyyizlerin
hazır bulunmaları için tebligat yapılması; BOA: MF.MKT.525.11, (13 Cemâziyelevvel
1318/ 8 Eylül 1900): Numune-i Terakki Mektebi'nin açılışı ile ilgili ilan
yetersiz kaldığından üç defa daha ilan yapılması.
[312] BOA: MF.MKT. 354.16;
BOA: MF.MKT., 451.66.
[313] BOA: MF.MKT., 527.35,
(06 Cemâziyelâhır 1318/ 1 Ekim 1900): Terakki Numune Mektebi Müdürü Ken’ân
Bey'in üstün hizmetlerinden dolayı maaşına zam yapılması.
[314] Halifeleri bölümünde
Server Hilmi Bey hakkında ayrıntılı olarak bilgi verilecektir.
[315] Ken’ân Rifâî ve
Server Bey’in mektuplarına bir örnek için bkz. Ek 2.
[316] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, s. 20.
[317] a.g.e., s. 64.
[318] Resmî bir özellik
taşıyan musâhibin, devlet işlerinde, iç ve dış meselelerde görüşlerine
başvurulan mühim bir kimse olup hak ve hukuka riâyetkâr, ölçülü, kerem sahibi
olması, aynı zamanda devlet ve saltanata zarar verebilecek hususları açık ve
güzel misallerle sultana aktarabilecek şekilde fasih ve edip olması dikkate
alınmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Mehmet İpşirli, “Musâhib”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, C. 31, ss. 230-231.
[319] BOA: İ..ML., 3411,
(11 Cemâziyelevvel 1317/ 17 Eylül 1899).
[320] BOA: BEO.,
3563.267161, (12 Cemâziyelevvel 1327/ 1 Haziran 1909).
[321] BOA: BEO., 997.74728,
(24 Rebiyülevvel 1315/ 23 Ağustos 1897): “Mekke-i Mükerreme Müdüriyeti
Hazinesi’nde biriken maaşının kendilerine ödenmesine dair Şerif Abdülmuttalib
Efendi merhûmun kızı Şerife Azize ile torunu Münire Hanımlar tarafından verilen
arzuhâlin leffen gönderildiği, mealine göre gereğinin yapılması”; BOA: DH.MKT.,
1502.89, (10 Ramazan 1305/ 21 Mayıs 1888): “Fizan havâlisi ahalisinin delillik
hizmetinin Medine ahalisinden Şerife Azize, Fatıma Bedor ve Hayrunnisa ile
bunların vekili bulunan Seyyid Şefık’ten alınarak Abdülcevad’a verilmesine
engel olunması”; BOA: BEO: 2888.21653, (18 Cemâziyelâhır 1324/ 9 Ağustos 1906):
“Emir-i Mekke-i Mükerreme Ali Paşa Hazretlerinin Siyadet maaşının 660 kuruşunun
Şerife Azze (Azize) Hanım’ın maaşına zammı ve bin kuruşun müşarünileyin
kerimesi Aişe Hanım’a tahsisi.”
[322] Ken’ân Rifâî’den nakil
ile, Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 65.
[323] Rifâî, Sohbetler,
s. 501.
[324] BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[325] BOA: DH.SAİD.72.405;
BOA: MF.MKT.562.36, (21 Safer 1319/ 9 Haziran 1901): “Medine-i Münevvere
İdadisi Türkçe Muallimliği’ne Mektep Müdürü Ken’ân Bey, Hıfzussıhha
Muallimliği’ne, Gureba Hastanesi Tabibi Emin Efendi’nin tayin olunduğu.”
[326] Rifâî’nin Yanbuğ
üzerinden gitmesinin öncelikli sebebi henüz Bağdat Demiryolu projesinin
tamamlanmamış olması olabilir. Aynı zamanda Şam üzerinden deveyle yapılan
yolculuğun da güvenlikle ilgili problemleri olduğu düşünüldüğünde yine bu
güzergâhı tercih etmiş olduğu söylenebilir. Bilineceği gibi bu dönemde Şam ile
Medine arasındaki yolculuğun asayişle ilgili bazı problemleri bulunmaktaydı.
Esasen Bedevilerin saldırgan tavırlarından kaynaklanan bu güvensizliğin tarihi,
XIX. yüzyıldan öncesine dayanır. Konuyla ilgili olarak bkz. Faruk Doğan,
“XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda Şam-Medine Hac Yolu ve Güvenliği: Cerde
Başbuğuluğu”, Tarih Okulu Dergisi, S. 15 (2013), ss. 127-157;
Yanbuğu’l-Bahr Kasabası, Medîne-i Münevvere’nin batı yönünde ve Kızıldeniz
sahilindedir. Yanbuğ Limanı ile Medine arası yol, o zamanki imkânlarla elli üç
saattir. Güzel bir liman şehri olan Yanbuğ, Medine’nin limanı konumundadır ve
Hicaz demiryolu tamamlanıncaya kadar Medine’ye yolculuklarda sıkça
kullanılmıştır. Yanbuğ hakkında bilgi için bkz. Muhammed el- Emîn el-Mekkî, Osmanlı
Pâdişâhlarının Haremeyn Hizmetleri, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2008, s.
118.
[327] BOA: MF.MKT.,
1035.40, (18 Zilhicce 1325/ 18 Ocak 1908): “Medine-i Münevvere İdâdîsi’ndeki
yangında harap olan bazı yerlerin tamirinin Gureba Hastahanesi Reisi Emin
Bey’in eşi tarafından yaptırıldığından kendisine Şefkat Nişânı verilmesi
talebi.”
[328] Rifâî, Sohbetler,
s. 501.
[329] Medine, Osmanlı
döneminde, devletin kutsal yerlere ve Hz. Peygamber soyundan gelen emir
ailesine
gösterdiği hürmet nedeniyle daima imtiyazlı bir statüde
bulunmuş ve merkezî hükûmet tarafından Mekke emirliğine bağlı olan statüsü
korunmuştur. Zaman içerisinde yarımadanın Yemen’e kadar uzanan kesimleri ele
geçirilerek, Haremeyn’e uzanan hac yolları güvence altına alınmıştır. Hassaten
Tanzimat ve XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Haremeyn’de
merkezî hükümetin etkinliğini arttıran tedbirler almaya başlamıştır.
Merkezileşme anlayışının bir parçası olarak Hicâz Demiryolu’nun tedricî fakat
istikrarlı bir şekilde Medine’ye ulaştırılması, telgraf hattının çekilmesi gibi
tedbirler bu cümledendir. Osmanlı Devleti bu dönemde, Medine’yi güneydeki ileri
bir karakolu haline getirmeyi hedeflemiş ve söz konusu uygulamalarıyla da büyük
ölçüde bunu başarmıştır. Rifâî’nin çalışma hayatı boyunca, Batı’dan Doğu’ya
görev aldığı vilayetlerin birçoğu bahsi geçen özelliği göstermektedir. Medîne
halkı Kanüni Sultan Süleyman döneminde, bilhassa hac zamanı artan Bedevî
istilâlarına karşı şehri korumak maksadıyla yükseltilmiş sur içinde yaşıyordu.
Sür içi düzenli mimâri yapılardan oluşuyor; bu durum şehrin etrafından bedevî
kabilelerine doğru gittikçe dağınıklaşan bir görüntü arzediyordu. “Medine emîri
Mekke emîrine tâbi olup herhangi bir siyasî etkinliği bulunmuyor, şehirde
Osmanlı otoritesi merkezî hükümetin tâyin ettiği şeyhülharem ve ordu kumandanı
tarafından temsil ediliyordu.” İdâresi askerî olup ferik rütbesinde muhâfızlar
tarafından yönetiliyordu. Dönemin Medînesi; Yanbuu’l-Bahr, Hayber, Umm lecc,
el-Vech, el-Ulâ, Dubâ, Müveylih, Akabe, Suveyrikiyye kaza ve nâhiyelerinden
oluşmaktadır, ancak idarî sahası daha geniştir. Bkz. el-Mekkî, a.g.e., s. 117.
[330] BOA: İ..MF., 6.58,
(05 Şevval 1318/ 26 Ocak 1901): “Medine’de inşasına başlanan mekteb-i
rüşdiyenin idâdî mektebi yapılması ve tayin olunan müdür ve muallimler için
maaş tahsisi.”
[331] BOA: MF.MKT., 783.80:
“Medine-i Münevvere İdâdîsi’nde rüşdiyeyi okuyup şehâdetnamesini alan Halid
Efendi’nin Darüşşafaka’ya kabulü.”
[332] BOA: MF.MKT., 548.38,
(05 Zilhicce 1318/ 26 Mart 1901): “Medine İdâdîsi Müdür Muavinliği’ne ve bazı
derslere Darulmuallimin-i Aliye mezunlarından Tevfik Efendi’nin tayin
edildiği.”
[333] BOA: MF.MKT., 606.33,
(05 Zilhicce 1318/ 26 Mart 1901): “Medine İdâdîsi talebelerine dağıtılmak üzere
gönderilen kitapların ücretsiz sevkinin Posta ve Telgraf Nezâreti’ne
bildirildiği”; BOA: MF.MKT., 622.47, (13 Muharrem 1320/ 22 Nisan 1902): “Medine
İdâdîsi’nce talebelere ücretsiz dağıtılmak üzere talep edilen kitap ve
risâlelerin gönderildiği”; BOA: MF.MKT., 853.23 (04 Mart 1323/ 9 Mayıs 1905):
“Medine İdâdîsi’nin talep ettiği defter ve evrakın mahallince tabettirilmesi.”
[334] BOA: MF.MKT., 848.40,
(15 Safer 1323/ 21 Nisan 1905).
[335] BOA: MF.MKT., 722.42,
(07 Cemâziyelevvel 1321/ 30 Temmuz 1903).
[336] BOA: MF.MKT., 713.29,
(18 Rebiyülevvel 1321/ 14 Haziran 1903): “Medine İdâdîsi’ne ilâve edilen bir
sınıftan dolayı memurin maaşlarından gerekli kesintilerin yapılması”; BOA:
MF.MKT., 72, (07 Cemâziyelevvel 1321/ 1 Ağustos 1903): “Değiştirilen idâdî
programları gereğince Medîne İdâdîsi’ne yapılan tâyinler.”
[337] BOA: MF.MKT., 754.36,
(07 Şevval 1321/ 27 Aralık 1903).
[338] BOA: MF.MKT., 800.69,
(20 Cemâziyelâhır 1322/ 1 Eylül 1904): “Medine İdâdî Mektebi eğitim heyetinin,
eğitim yılı başlangıcından itibaren yeni programa göre deftere kaydedilerek
durumları hakkında bilgi verilmesi gerektiği.”
[339] Rifâî, a.g.e.,
s. 501.
[340] Rifâî’den nakil ile,
Ayverdi, Araz, “Medine ve Kendi Kendine Erişme”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 92.
[341] Eserleri kısmında
detaylı bilgi verilecektir.
[342] Bu ziyaretlerden
sonra bedevî çocuklarının da idâdîye kayıt olduğu, hatta aralarında Rifâî’yi
çok severek hayat boyu yanından ayrılmayanlar bulunduğu kaydedilmektedir. Ömer
ve Hâlit isimli iki öğrencisi Medine’den İstanbula taşınmış ve buraya
yerleşmişlerdir. Bkz. Ayverdi, Araz, “Medîne ve
[346] BOA: MF.MKT., 749.29,
(23 Teşrinievvel 1321/ 5 Kasım 1903).
[347] BOA: MF.MKT., 618.72,
(24 Zilhicce 1319/ 3 Nisan 1902): “Medine, Haleb ve Aydın idâdî müdürleri
Ken’ân, Mehmed Faik ve Hasan Tahsin ile Görice İdâdîsi Hat, Türkçe ve Kitâbet
Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri için
Bâbıâli’den izin isteği.”
[348] Ayverdi, Araz,
a.g.e., ss. 91-94.
[349] Rifâî, Sohbetler,
s. 501.
1978, s. 322.
[358] Ken’ân Rifâî’nin
naatları için bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı Ken ’ân, İlâhî ve Manzûmler ss.
26-35.
[359] a.g.e., ss.
168-188.
[360] a.g.e., s. 31.
[361] Hamza er-Rifâî’nin
bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[362] BOA: Y..PRK.AZJ. 45.
42. Seyhü'l-Harem-i Hazret-i Nebevî Osman Pasa'nın Medine seyyidlerinden
Seyhü'l-mesayih Seyyid Hamza Rufai Efendi'ye münhal bir maasın verilmesi
istirhamı.
[363] Beyt-i Rifâî:
İsimleri belirli (marife) yapma yollarından biridir; ismin başına elif lam
takısı getirmektir. Burada tarife gerek olmadığı, zira zaten muarref/bilinir
oldukları ifade edilmektedir. Hamza er-Rifâî, Rifâî hânesi ya da âilesi olarak
tanınan bir soydandır.
[364] Medine Soyluları
el yazmasından nakille Şerif Enes el-Kıtbî. Bkz. https://bit.ly/hamzaerrifai (19.01.2020)
[365] İbrahim Numan, “Eski
Medine Çarşısında Bir Rifâî Dergâhı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, S.
187, 2018, ss. 23-34.
[366] Osmanzâde Hüseyin
Vassaf, Sefıne-i Evliyâ, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2011, C. I, s.
266.
[367] Numan, a.g.m., s. 29.
[368] a.g.m., s. 25.
[369] a.g.m., s. 26.
[370] a.g.m., s. 28.
[371] BOA: MF.MKT.
684.33.1.1, (14 Zilkade 1320/ 12 Şubat 1903): “Hac için Mekke’ye gitmek isteyen
Medine İdâdîsi Müdürü Ken’ân Bey’e izin verildiği.”
[372] İbrahim Rifat Paşa, Miratü
’l-Haremeyn, Bir Generalin Hac Notları, İzmir: Yitik Hazine Yayınları,
2000, ss. 424-433.
[373] Bkz. BOA:
MF.MKT.749.29, (23 Şaban 1321/ 14 Kasım 1903).
[374] BOA: MF.MKT.749.29.
[375] BOA: MF.MKT.,788.46.
(14 Rebiyülâhir 1322/ 28 Haziran 1904): “Medine Hamidiye İdâdîsi Müdürü Ken’ân
Bey’e gözlerini tedavi ettirebilmesi için verilen iznin iki ay temdidi.” “Ol
bâbda emr ü fermân hazret ü men lehu’l-emrindir” ifâdesi resmî yazışmaların
sonunda yer alan genel ifade olup karar bu konudaki yetkiliye aittir, anlamına
gelmektedir.
[376] BOA: MF.MKT.
757.34. (25 Şevval 1321/ 14 Ocak 1904): “Medine İdâdîsi Müdürü Ken’ân Bey ile
Mekatib-i Ecnebiye ve Gayr-i Müslime Müfettişi Hami Beylerin taltifine
Bâbıâli’den izin talebi.”
[377] BOA: MF.MKT.,
618.72, (24 Zilhicce 1319/ 3 Nisan 1902): “Medine, Haleb ve Aydın idâdî müdürleri
Ken’ân, Mehmed âaik ve Hasan Tahsin ile Görice İdadisi Hat, Türkçe ve Kitabet
Muallimi Hüseyin Hüsnü Efendilerin hizmetlerine karşılık rütbe ile taltifleri
için Bâbıâli’den izin isteği.”
[378] BOA: MF.MKT., 749.29,
(23 Teşrinievvel 1321/ 5 Kasım 1903).
[379] Rifâî, Sohbetler,
ss. 500-501.
[380] İlhan Odalıoğlu,
Râşit Gündoğdu, Cavad Ekici, Ebul Fâruk Ünal, Belgelerle Osmanlı Devrinde
Hicaz, ed. Mustafa Güler, C. II, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2018, s. 232.
[381] Odalıoğlu, a.g.e.,
ss. 232-233.
[382] BOA: DH.SAİD.72.405,
(29 Zilhicce 1286/ 1 Nisan 1870); BOA: MF.MKT.842.23, (21 Muharrem 1323/ 28
Mart 1905): “Dârülmuallimîn Fransızca Muallimliği’ne Medine-i Münevvere idâdîsi
Müdüriyeti’nden müstafi Ken’ân Bey’in, Dâr-ı mezkûr Fünun Subesi Fransızca
Muallimliği’ne de Maliye Nezâreti Asar İdâre-i Umûmiyesi Mümeyyiz-i Sânisi
Nazım Bey’in tayini.”
[383] BOA: MF.MKT. 905.49,
(15 Zilkade 1323/ 11 Ocak 1906): “Ahmed Rıfat Efendi ile Ken’ân Bey’in teftiş
ve muayene heyetine tayini.”
[384] BOA: DH.SAİD.72.405.
[385] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 259.
[386] Bu dönemde bir
İstanbul beyi ya da nelerle meşguldür? Paul Dumont’un tasviriyle: Bir İstanbul
çelebisi, genel olarak bir güne Beyoğlu’nda yürüyüşe çıkarak başlamaktadır.
Alışveriş listesinde günlük ekmeğin yanına, Türkçe-Fransızca sözlük ve eşi için
bir şişe parfüm ilave etmiştir. Öğlenleri bir restoranda yemeğini yerken
akşamları direkler arasında Karagöz-Hacivat seyretmeye gitmekte ve sonrasında
nargile içmektedir. Paul Dumont, “The Everyday Life of an Istanbul Townsman at
the Beginning of the Twentieth Century”, The Modern Middle East, ed.
Albert Hourani, Philip Khoury, Mary C. Wilson, Newyork: I.B.Tauris, 2004, ss.
271-288.
[387] “XIX. yüzyıl boyunca
şehir yaşamında pek çok şey değişirken, pek çoğu da varlığını aynen sürdürdü.
... Mahalle yaşamı eskisine çok benzer biçimde varlığını sürdürüyordu.” Ebru
Boyar, Kate Fleet, Osmanlı İstanbul’unun Toplumsal Tarihi, Çev. Serpil
Çağlayan, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014, s. 297.
[388] İstanbul, farklı
görüşlerin ve yaşam tarzlarının kendini temsil ettiği ve birbiriyle yarıştığı
bir dönemden geçmektedir. Sonraki on yıl içerisinde Fatih-Galata arasındaki
yaşantı farkı gittikçe daha belirginleşmiştir.Bu iki İstanbul arasındaki
gerilim, Peyâmi Safa’nın (ö. 1961) Fatih-Harbiye adlı eserinde en çarpıcı
bir şekilde ortaya konulmuştur. Bkz. Peyâmi Safa, Fatih-Harbiye,
İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2019.
[389] Cemil Öztürk,
“Dârülmuallimîn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 1993, C.
8, ss. 551-552.
[390] Ergin konuyu şöyle
izah ediyor: “İlk zamanlarda bu tür müfredatı okutmak için gereken öğretmen
kadrosu ve Türkçe kitap olmadığından, ilk görevli öğretmenler asker kesiminden
ve gönüllü olarak çalışan öğretmenlerdir. İlk mezunlarda aynı şekilde maârifte
resmi görev alıncaya kadar hocalarından gördükleri usûl ile eğitim
vermişlerdir.” Bkz. Osman Ergin, Türkiye Maârif Tarihi, İstanbul Mektepleri
ve İlim, Terbiye ve Sanat Müesseseleri Dolayısıyla, C. I-II, İstanbul: Eser
Yayınları, 1977, ss. 487-494; Halis Ayhan, Hakkı Maviş, “Darüşşafaka”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. 9, ss. 7-9.
[391] Nuri Güçtekin, İstanbul’daki
Husûsî Mektepler (1873-1922), İstanbul: Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.
Yayınları, 2015, ss. 109-110.
[392] BOA: MF.MKT.,
1087.12., (21 Zilkade 1326/ 15 Aralık 1908).
[393] BOA: MF.MKT., 1127.6,
(18 CA 1327/ 31 Mayıs 1909).
[394] BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[395] Ebru Kavas, “Mehmet
Akif Ersoy Şiirinde II. Meşrutiyet İstanbul’unun Sosyal Tipleri”, I.
Uluslararası Mehmet Akif Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Yıl 2008, Burdur:
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, 2009, ss. 179-182.
[396] Bilhassa Mehmet Akif
Ersoy’un şiirleri bu dönemde ortaya çıkan tipleri ustalıkla resmeder. Söz
konusu şiirler ve değerlendirmeleri için bkz. a.g.m., ss. 179-182.
[397] Murat Yıldız,
“İstanbul İhtisab Nizamnâmesi”, Antik Çağ’dan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul
Tarihi: İstanbul’un Emperyal Dönüşümleri, Dünya Ölçeğinde İstanbul, Topografya
ve Yerleşim, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.
Yayınları, 2015, C. 2, ss. 123-127.
[398] “Muhafazakârların
İstanbul’un bilinçsizce imar edilip hırpalanmasına, İstanbul’da XX. yüzyılın
başlarında başlayan sanayileşmenin şehrin tarihî dokusuna hürmet etmeden
yerleşmesine tepkili oldukları anlaşılıyor. Muhafazakâr kesim Cumhuriyet
öncesinde ve sonrasında bununla ilgili yazılar yazmış, Tanpınar, Yahya Kemal ve
Ayverdi eserlerinde bunlardan bahsetmiştir.” H. Aliyar Demirci, “Muhafazakâr
Düşüncede Korunması Gereken Bir Değer Olarak İstanbul: Tanzimat’tan 1950’lere
Çarpık Sanâyileşmeye, ‘Şeddadî Binâlara’, ‘Kör Kazmaya’, ‘Eleştiriler’”, Muhafazakâr
Düşünce, S. 40 (2014), ss. 450-459.
[399] Bu dönemde alınan
asayiş tedbirleri için bkz. Yıldız, a.g.e., ss. 123-127.
[400] BOA: MF.MKT.,
1052.66., (05 Rebiyülâhir 1326/ 27 Mayıs 1908)
[401] a.yer.
[402] BOA: MF.MKT.,
1067.13, (21 Cemâziyelâhır 1326/ 21Temmuz 1908).
[403] BOA: MF.MKT.,
1052.66.
[404] Rifâî, Sohbetler,
ss. 500-501.
[405] BOA: DH.SAİD.,
72.405.
[406] BOA: MF.MKT.,
1241.83, (19 Rebiyülevvel 1339/ 30 Kasım 1920): “Mekâtib-i Vakfiyye müfettişi
Ken’ân Bey’in Tedkikat-ı İlmiye Encümeni Azalığına tayinleri”; BOA: MF.MKT.,
1241.85: “Ken’ân Bey’in Tedkikat-ı İlmiye Encümeni azalığına tâyin olunduğu.”
[407] BOA: MF.MKT.,
1241.85.
[408] Ekrem Işın, “Rifaîlik”,
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul: Kültür Bakanlığı
ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, ss. 325-330.
[409] Aydın Yüksel, “Ümmü
Ken’ân Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul: Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, ss. 111-112.
[410] Dergah binasının son
hali için bkz. Ek 11.
[411] Rifâî, Seyyid Ahmed
er-Rifâî, ss. 267-270.
[412] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, ss. 267-270.
[413] Gürbüz Ertürk, “Ümmü
Ken’ân Dergâhı”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, İstanbul:
Nefes Yayınları, 2017, ss. 153-159.
[414] a.g.m., s. 153.
[421] Prof. Dr. Emre
Ömürlü’nün özel kütüphanesinde bulunan “Dergâh-ı Şerif’ adlı metinden
alıntıdır. Metin, Rifâî’nin oğlu hafız ve mevlidhan Kâzım Büyükaksoy
tarafından, Emre Ömürlü’ye daktilo ettirilmiştir. Bkz. Ek 4.
[422] http://cemalnur.org/contents/detail/bendenize-dair/14; (16.01.2020); Sargut, Ken’ân Rifâî ile Aşka Yolculuk,
s. 189.
[423] Sargut, a.g.e., ss.
189-190.
[424] M. Şefik Korkusuz, İstanbul
Tekkeleri ve Postnişinleri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2016, s.
561-562.
[425] Mehmet Şemseddin
Ulusoy, Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat: Dildâr-ı Şemsî, haz.
Mustafa Kara, Yusuf Kabakçı, İstanbul: Dergah Yayınları, 2010, ss. 173-174.
[426] Semâhanenin hakkında
ve Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki uygulamalar hakkında Kâzım Büyükaksoy’un yazısı
için bkz. Ek 11.
[427] Rifâî tarîkatına ait
çeşitli uygulamalar için bkz. Tahralı, “Rifâiyye”, ss. 99-103.
[428] Yüksel, a.g.m., 1994,
ss. 111-112.
[429] Mustafa Tahralı,
“Ken’ân Rifâî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2002, s.
254.
[430] Araştırmacıya göre
tekke pasifliğe ve inzivâya yönlendirmeyip tarih boyunca bilakis ziraat, sanat
ve kültür alanında faal olmaya teşvik etmektedir. Nitekim tekke mensupları
tarih boyunca ortaya koydukları şiir, ilâhi ve destan türündeki eserlerle
toplumu birçok yönden beslemişlerdir. Bkz. Demirci, Ken’ân Rifâî Yazıları,
s. 40.
[431] Mustafa Ülger, “XIX.
Yüzyıl Osmanlı Fikir Hayatında Konakların Yeri”, Elazığ, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 13, S. 1 (2008), s. 198.
[432] Özdamar’dan naklen
Demirci, a.g.m., ss. 61-68.
[433] Tekkelerin görevleri
hakkında bilgi için bkz. Mustafa Kara, Din-Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve
Zaviyeler, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013, ss. 49-51.
[434] Tarihî süreç
içerisinde tekkelerin ifa ettiği fonksiyonlar için bkz. Kara, Din Hayat
Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, ss. 49-51.
[435] MMA.1745.17. (16
Zilkade 1339/ 22 Temmuz 1921). Evrakın aslı için bkz. Ek 3.
[436] Ken’ân Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 27b-28a.
[437] Özdamar’dan naklen
Demirci, a.g.m., ss. 61-68.
[438] Rifâî, Sohbetler,
s. 483.
[439] Bahreddin Efendi’nin
fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[440] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 259.
[441] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, ss. 2-3.
[442] Mehmet Demirci,
“Ken’ân Rifâî’de Tasavvuf Şiiri ve Mûsikîsi: İlâhiyât-ı Ken’ân”, Keşkül
Dergisi, S. 28, s. 128.
[443] Sargut, a.g.e., s.
189-190; 142;
http://cemalnur. org/contents/detail/ (15.01.2020)
[444] Rifâî, Sohbetler,
s. 288.
[445] Kazasker Molla adlı
Mevlevî şeyhinin o dönemde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde görevli olan iki molladan
biri olması muhtemeldir. Ancak daha fazla bir açıklama yapılmadığı için kesin
bir şey söylemek mümkün değildir.
[446] Sezâî Küçük, Mevlevîliğin
Son Yüzyılı, İstanbul: Vefâ Yayınları, 2007, s. 72.
[447] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 259.
[448] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, 2019, s. 2-3.
[449] Ken’ân Rifâî’nin
evrakları arasında bulunan Şâzelî evradı için bkz. Ek 8.
[450] Rifâî’nin, teberrüken
Şâzelî icazeti alışı ile ilgilli olarak aktarılan aytıntılar için bkz. Sargut,
a.g.e., s. 182.
[451] Meclis-i Meşâyıh
Arşivi, 1761, 8a (1329/1911).
[452] BOA: MF.MKT.,
1052.66., (5 Rebiyülâhir 1326/ 27 Mayıs 1908): “Rifâî Tankaü Şeyhi Abdülhalim
Ken’ân Efendi’nin yazdığı Rehber-i Sâlikîn adlı kitabın basımı sakıncalı olmasa
da bir kere de incelenmek üzere Meşihat’a gönderildiği.”
[453] Meclis-i Meşâyıh
Arşivi, 1761, 8a (1329/1911); Belgenin aslı için bkz. Ek 5.
[454] Rifâî’nin
sohbetlerinde geçen kaynak eserlere örnekler için bkz. Bkz. Rifâî, Sohbetler,
s. 53, 58, 62, 324, 526, 419,
[455] Hatice Kelpetin
Arpaguş, “Gelenek ve Şifâhî Kültür Bağlamında Osmanlı Toplumunda Dinî Değerler:
Otodidakt Eğitim Kurumlan ve Kaynakları Örneği”, Değerler Eğitimi Dergisi,
C. 2, S. 7-8 (2004), s. 81-126.
[456] Demirci, a.g.e., s.
25.
[457] Sargut, a.g.e., s.
218.
[458] Kara, Metinlerle
Günümüz Tasavvuf Hareketleri, ss. 146-147.
[459] Kara, a.g.e., s.
154.
[460] Ken’ân Rifâî’den
nakille, Ayverdi, Erol, “Din ve İman Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 176.
[461] Bu hassas dönemde,
hükümetin tedbir amaçlı kontrolleri sırasında, Ken’ân Rifâî’nin konağı da
aranmıştır. Ken’ân Rifâî’den nakil ile Ayverdi, Erol, “İkinci Medine
Yolculuğu”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 124.
[462] Abdülbâkî efendi
hakkında bilgi için bkz. Nûri Özcan, “BAYKARA, Abdülbâki”, Türkiye Diyânet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: İslâm Araştırmalar Merkezi
(İSAM), 1992, C. 5, ss. 246247.
[463] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile Ayverdi, Erol, a.g.e., s. 123.
[464] Demirci, Ken’ân
Rifâî Yazıları, s. 105.
[465] Tacizin boyutlarının
daha iyi anlaşılması için, Rifâî’nin 1925’te neşredilen Ahmed er-Rifâî adlı
eserinin, aramalar sebebiyle kuyuya atıldığı bildirilmektedir. Demirci, a.g.e.,
s. 190.
[466] a.g.e., 111.
[467] BOA: DH.SAİDd,
96.291, (29 Zilhicce 1285/ 12 Nisan 1869): “Server Hilmi Bey; 1285 İstanbul
doğumlu, Maliye Mümeyyizi Hilmi Bey’in oğlu.”; Server Hilmi Bey’in gençlik
yıllarına ait bir fotoğraf için bkz. Ek 11.
[468] BOA: MF.MKT., 235.51,
(29 Rebiyülâhir 1312/ 30 Ekim 1894): “Mülkiye’de boş olan Müfredat-ı Tıb
Muavinliğine Server Hilmi Efendi’nin tayin edildiği.”
[469] “BOA: DH.MKT.,
2395.34, (29 Rebiyülâhir 1318/ 26 Ağustos 1900): “Mülkiye Seririyyât-ı Dahiliye
Muallim Muavini Rıza ve Mukarrerat-ı Tıb Muallim Muavini Server Hilmi beylerin
taltifleri talebi.”
[470] BOA: İ..TAL., 228.40,
(14 Cemâziyelâhır 1318/ 9 Ekim 1900) “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahâne
muallim muavinlerinden Rıza ve Server Hilmi Beylerin terfi-i rütbeleri ve sair
taltifler.”
[471] BOA: MF.MKT., 717.18,
(08 Rebiyülâhir 1321/ 4 Temmuz 1903): “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye müfredat
muallimliğine Server Hilmi Efendi’nin, muallim muavinliğine de Mehmed Ref’i
Efendi’nin tayin olunduğu.”
[472] Namlı a.g.m., s. 483.
[473] BOA: DH.MKT., 329.14,
(10 Recep 1312/ 7 Ocak 1895), “Mülkiyet Seririyyat-ı Dahiliye müfredatı Tıb
muallimi muavinliklerine tayin olunan Doktor Ali Rıza ve Server Hilmi
Efendilerin rütbe-i sâlise ile taltiflerinin icrası için tercüme-i hal
varakalarının gönderilmesinin tebliği”.
[474] Namlı a.g.m., s. 483.
[475] Ayverdi, Araz, “ Ken’ân
Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 74vd.
[476] “Nefsin Dereceleri”
başlıklı risâle için bkz. Ek 2.
[477] Ayverdi, Araz,
a.g.e., s. 62.
[478] Hattat Aziz
Efendi’nin yetişkinlik dönemine ait bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[479] Ta’lik yazısı
icazetini 1894 yılında Hasan Hüsnü Efendi’den, sülüs ve nesih icazetlerini ise
hocası Ârif Efendi ve Reîsülhattâin Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey’den almıştır.
Celî-sülüs, Celî-ta’lik yazılarının inceliklerini zamanın celî üstadı Sâmi
Efendi’den öğrenmiştir.
[480] Muhittin Serin, “Aziz
Efendi, Rifâî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1991, C. 4,
s. 336.
[481] a.g.m., s. 337.
[482] BOA: İTAL., 112.85,
(Zilhicce 1314/Mayıs 1897): “Teberdar Osman ve Rüsûmat Muhasebe Tahrirat Kalemi
Ketebesi’nden Hattat Hafız Aziz Efendiler’e dördüncü rütbeden Nişan-ı Mecîdi
ihsânı.”
[483] Serin, a.g.m., s.
337.
[484] Muhittin Serin, Hattat
Aziz Efendi, İstanbul: Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı
Neşriyâtı, 1988, s. 20; Aziz Efendi’nin Ümmü Ken’ân Dergâhı’ndaki hatlarını
Muhyiddin Serin şu şekilde kakydeder: 2, 40x70 cm ebâdında Kelime-i Tevhid celî
ta’lik 1326 tarihli; 52x94 cm ebâdında hutût-i mütenevvia hilye-i şerif 1325
tarihli; 31x97 cm ebâdında celî sülüs besmele; 38, 5x42 cm ebâdında “Ya Hazreti
Şeyh Sultan Yusuf Sümbül Sinân” celî sülüs levha 1326 tarihli; 35x44 cm
ebâdında armûdî, celî, sülüs levha; 40x32 cm ebâdında celî sülüs levha 1341
târihli; 35x36 cm ebâdında “Ya Ali” celî sülüs zerendûd levha 1330 tarihli;
42x30 cm ebâdında celî sülüs müdevver ihlâs sûresi 1332
tarihli; Aziz Efendi, 1872-1934. Bkz: Serin, a.g.e., s. 41.
Bir örnek olarak: Eski Altınkum Gazinosu,
Rumeli kavağında bir askerî dinlenme tesisidir. Aynı i simle anılan bir de
plajı vardır. Ailecek ve yakın talebelerle hava almak için gidilen ve sohbet
mekânına dönüşen bir beldedir. Aziz Efendi bir keresinde, bir örümcek ağından
bir sineği kurtarmak isterken Ken’ân Rifâî tarafından ilâhî takdire müdahale
olarak görülerek durdurulur. a.g.e., s. 73.
[490] Ayverdi, Araz,
“Ken’ân Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve
Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 76.
[491] Aysel Yüksel, “XX.
Asır Münevveri Ken’ân Rifâî’nin Çevresi ve Talebeleri”, Bir XX. Yüzyıl
Münevveri Ken’ân Rifâî Sempozyumu Bildiriler Kitabı, İstanbul: Cenan Eğitim
Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyâtı, 1993, s. 149.
[492] Şeyh Cemal
Efendi’nin o döneme ait bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[493] Şeyh Osman
Efendi’nin bir fotoğrafı için bkz. Ek 11.
[494] Ayverdi, Erol,
a.g.e., s. 87.
[495] a.g.e., ss. 87-88.
[496] Rifâî, Sohbetler,
ss. 533, 554.
[502] Sargut, Ken’ân
Rifâî ile Aşka Yolculuk, s. 181; Ken’ân Gürsoy, “Ken’ân Gürsoy’la Röportaj,
Tasavvuf, 2007, S. 19, s. 481.
[503] Rifâî, a.g.e., s.
236.
[504] Semiha Cemal, Gül
Demeti, İstanbul: Bilgi Basım ve Yayınevi, 1954, s. 6.
[505] Stocaı felsefe okulu
mensubu olan Marcus Aurelius Antoninus hakkında bilgi için bkz. Ahmet Cevizci,
Felsefe Tarihi, Tales’ten Baudrillard’a, İstanbul: Say Yayınları, 2015,
s. 148.
[506] Cumhuriyetin ilk
yıllarında ve tek partili yıllarda dinî yayıncılığın zorluğu ve bu dönemdeki
neşriyât hakkında bilgi için bkz. Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele
Olarak İslâm, s.415-482; Kara, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarîkatlaf’, Türkiye’de
Tarîkatlar:Tarih-Kültür, ss. 103-111. Cumhuriyet döneminde roman türleri ve
romanın yüklendiği fonksiyonlar hakkında bilgi için bkz. Fatih Andı, “Türk
Edebiyatında Roman: Cumhuriyet Devri”, Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi, Eylül 2006, ss. 165-202.
[507] İsmet Binark, Sâmiha
Ayverdi Bibliyografyası, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 1999, s. xv.
[508] a.g.e., s. xvi.
[509] 1978’de “Türkiye
Millî Kültür Vakfı Armağanı” kendisine takdim edilmiş; 1984’te kendisine Milli
Kültür Vakfı tarafından “Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı” verilmiş;
1985’te “Yeryüzünde Birkaç Adım” eseri için Boğaziçi Yayınları tarafından
“Boğaziçi Başarı Ödülü” kendisine takdim edilmiştir. Daha fazla bilgi için
bknz: Binark, a.g.e., s. xvii.
[510] Selim İleri,
“Ayverdi, Sâmiha”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul:
Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, C. 3, s. 500.
[511] Türkiyede
muhafazakar düşünce ve Ayverdi’nin yeri üzerine yakın dönemdeki bir çalışma
için bkz. Hasan Aksakal, Türk Muhafazakarlığı Terennüm, Tereddüt, Tahakküm,
İstanbul: Alfa İnceleme, 2017, ss. 23-24, 42.
[512] Ayverdi, Araz,
“Ken’ân Rifâî ve İmanına İlk İştirak Edenlerden Bazıları”, Ken’ân Rifâî ve
Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 76.
[513] Cemalnur Sargut, Sâmiha
Ayverdi ile Sırra Yolculuk, Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar, İstanbul: Nefes
Yayınevi, 2009, s. 57.
[514] Osmanlı’da
şeyhülislâmlık müessesesi hakkında bkz. Mehmet İpşirli, “Şeyhülislâm”, Türkiye
Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, C. 39, ss. 91-96.; Abdülkadir
Altunsu, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1972.
[515] Semih Ceyhan,
“Ken’ân Rifâî Müntesibi Osmanlı Şeyhülislâmları”, Ken’ân Rifâî Rahmet Kapısı
Sempozyumu Bildirileri, İstanbul: Nefes Yayıncılık, s. 68.
[516] a.g.m., s. 70.
[517] İnal, a.g.e., C.
XI-XIV, s. 1721.
[518] a.g.e., s. 1723.
[519] a.g.e., s. 2111.
[520] Kemal İnal o esnada
içine doğan bir şiiri de eklemektedir. “Hayderî zade hakikat söylemiş/ Vakıfı
ahval olan takdir eder/ Gelse insâfe eğer Sultan Vahid/Nefsini kendi bile
ta’zir eder.” Bkz. a.g.e., s. 2071.
[521] Rifâî, Sohbetler,
s. 251.
[522] Mehmet İpşirli,
“Dürrîzâde Abdullah Beyefendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM),
1994, C. 10, s. 36.
[523] İnal, a.g.e., ss.
2055, 2066-67.
[524] İlâhe M. Kurşun,
“Çağdaş Türk Sûfî Kadınlarından Meşkûre: Sargut Hayatı ve Eserleri”, I.
Uluslararası Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul:
Üsküdar Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Üsküdar Üniversitesi Yayınları, 2020,
ss. 178-182.
[525] Meşkûre Sargut,ÂriflerBahçesi’nden,
İstanbul: Seyran Yayınları, 1993.
[526] Meşkûre Sargut, Gönülden
Gönüle, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 1994.
[527] İlâhe M. Kurşun, Meşkûre
Sargut’un Hayatı ve Eserleri, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: Üsküdar
Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Ensititüsü, 2019, s. 15.
[528] Safiye Erol, Ciğerdelen,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2001, s. 194.
[529] Selim İleri, “Erol,
Safiye”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul: Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, C. 3, s. 194.
[530] Safiye Erol, “Ken’ân
Rifâî”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 255.
[531] Erol, “Homo
Mysticus”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 268.
[532] Erol, “Mürşid-i
Âgâh”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 311-321.
[533] Ömürlü, Ömürlü,
a.g.m., s. 138.
[534] Kazım Büyükaksoy, Hak
Yolunun Önderleri: Yüce Veliler, İstanbul: Eser Yayınları, 1973., s. 508.
[535] Mesnevî
Hatıraları, 1952 ve 1967 yılında basılmıştır. İki nüsha arasında bazı
farklar mevcuttur. Eserin tahkikli neşri 2013 yılında Nefes Yayınevi’nden
çıkmıştır. bkz. Kâzım Büyükaksoy, Ken’ân Rifâî’denMesnevîHatıraları,
haz. Arzu Eylül Yalçınkaya, İstanbul: Nefes Yayınevi, 2013.
[536] Sargut, a.g.e., s.
207.
[537] Büyükaksoy,
MesnevîHatıraları, ss. 18-20.
[538] Mehmet Demirci, Gidenlerin
Ardından: Çağımızdan Yirmi Dört Derviş însan, İstanbul: Nefes Yayınevi,
2019, s. 10.
[539] Ali Ulvi Kurucu’dan
nakille,
https://endaze1.wordpress.com/2017/05/03/seyh-samilin-torunu-said- samil-bey-safvet-senih/
(17.01.2020)
[540] “Şeyh Şâmil merhûmun
mahdûmları (oğlu) Kâmil Beyefendi, dün Sadrâzam Paşa’yı ziyâretle bir müddet
mülâkât eylemişlerdir. Mîr muma-ileyh (adı geçen zât) evvelki gün de Harbiye
Nâzın Paşa ile Meclis-i Meb’ûsan re’isini de ziyâret eylemişlerdi.”
http://osmanligazeteleri.com/haber/seyh-samilin-
oglu-sadrazam-pasayi-ziyaret-etti/397/
(15.12.2019)
[541] “Doktor Emin Efendi
için Kâmil Paşa, ne mutlu Emin Efendi’ye ki evlâdiyle gömüldü. Yâni
şefâatçisini birlikte götürdü, demişti. Halbuki bu bembeyaz sakaldan daha fazla
bir irfan bekleniyor.” Ken’ân Rifâî, Sohbetler, s. 42.
[542] Nuri Özcan,
“Elçioğlu, İzzettin Hümâyi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM),
1995, C. 11, s.18.
[543] Emin Işık, “Celâl
Hoca”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. VII, s.
61.
[544] Rifâî, Sohbetler,
s. 155.
[545] Mehmet Demirci, “Ümmü
Ken’ân Dergâhı”, s. 12; Mustafa Özdamar, Celal Hoca Kuşağı, İstanbul:
Marifet Yayınları, 1993.
[546] Rifâî, Sohbetler,
s. 289.
[547] Mustafa Tatçı, Mehmet
Kemal Öztürk, “Şemseddin Mısrî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM),
2012, C. 42, ss. 135136.
[548] Ulusoy,
a.g.e., ss. 173-174.
[549] BOA: MV.2, 43.57, (21
Şaban 1334/ 23 Haziran 1916) “Doktor Nureddin Ali ve Operatör Doktor Kenan
Tevfık beylere gümüş Hilal-i Ahmer Madalyası verildiği”; maârif teşkilatına
dair kanunun maddelerinde değişiklik yapılması hakkında İstanbul Mebusu Dr.
Nureddin Ali Bey'in kanun teklifi.”
[550] Ken’ân Rifâî,
Nurettin Bey’in bu bağlılığını şu şekilde değerlendirmektedir: “Nûreddin Ali
Bey'in, o meşgalesi arasında telefonu açıp: Müsâadenizle ben gidiyorum,
demesini sabahlara kadar evrad çekmesi gibi kabul ediyorum. Çünkü o gulgule, o
patırtılı hayat içinde bu râbıta, bu unutmayış ona kâfi.” Rifâî, Sohbetler,
s. 145.
[551] Ayverdi, “Ahlak
Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve XX. Asrın Işığında Müslümanlık, s. 200.
[552] Rifâî, Sohbetler,
ss. 200-201.
[553] a.g.e., s. 253.
[554] Ayverdi, Araz,
“Terbiyeciliği”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.
134.
[555] Ali Akpınar, “Mehmed
Ubeydullah Efendi (1858-1937)’nin Laiklik ve Kur’ân’ın Doğru Anlaşılması ile
İlgili Görüşleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.
VII/2, s. 31-41.
[556] Milattan önce 2000
yıllarında Arabistan civarlarından gelen ve Arami kökenli oldukları varsayılan
ve
ilkçağdaki kavimler arası mücadelede yok olan Keldanilerin
konumuzla alakası mevcut değildir1. Keldanilik kavramı Nasturilikten ayrılıp
Katolikliği kabul eden Nasturilere, Papalığın 1553 yılından itibaren taktığı
isimdir. Görüldüğü üzere Nasturiler ile Keldaniler aynı ırktan gelen fakat
farklı mezheplere inanan topluluklardır3. Keldaniliğin asıl gelişimi XVII.
yüzyılın sonu ile XVIII. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir. 1854 yılına geldiğinde
Keldanilerin patriklik makamı, Babil şehrinde bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın
boyunca Keldaniler kendi aralarında ve Roma ile olan ilişkilerinde bir takım
sıkıntılar yaşanmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Murat Gökhan Dalyan, XIX.
Yüzyıl’da Nasturiler: İdari Sosyal Yapı ve Siyasî İlişkileri, Doktora Tezi,
Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi, 2009, s. 4.
[557] BOA: DH.MKT., 994.14,
(03 Cemâziyelâhır 1323/ 5 Ağustos 1905).
[558] Ayverdi, Araz,
“Mürşitliği”, Ken’ân Rifâî ve XX. Asrın Işığında Müslümanlık, s.114.
[559] BOA: DH.MKT., 994.14,
(03 Cemaziyelahir 1323/ 5 Ağustos 1905): “Mısır’da Keldani Patrik Vekili Butros
Abid Efendi’nin dairesinde ikamet ettiği belirtilen Meryem binti İbrahim'e
tebliği istenilen Bağdad Bidayet Mahkemesi davetinin adıgeçenin verilen adreste
bulunmaması dolayısıyla iade olunduğu”.
[560] Rifâî, Sohbetler,
s. 260.
[561] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 563-564.
[562] a.g.e., ss. 563-564.
[563] Mustafa Kemal ile
Esat Sagay arasındaki irtibat ve Sagay’ın maârif alanındaki çalışmaları
hakkında bilgi için bkz. Esat Sagay, “Hocam”, Maârif Vekili Esat Sagay’ın
Hatıraları, haz. Eren Sagay, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 63.
[564] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 401.
[565] a.g.e., ss. 380,
386, 420- 421.
[566] 1 950 yılına kadar
bina yapımı ve tarihi eserlerin restorasyonu üzerine çalışmıştır. 1950 yılından
sonra ilmî çalışmalara yönelerek Mühendisler Birliği, Kubbealtı Cemiyeti ve
İstanbul Fetih Cemiyeti ‘nin faaliyetlerine katılmış ve Yahya Kemal Enstitüsü
ve İstanbul Enstitüsü’nün uzun yıllar başkanlığını yapmıştır. 1979 yılında
Ayverdi’ye İstanbul Üniversitesi tarafından “Fahrî Edebiyat Doktorası”
verilmiştir. Ayverdi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan
bölgelerde bulunan Osmanlı mimari eserlerinin tespiti konusunda çalışmalar
yürütmüş ve bu araştırmaların bir neticesi olarak Avrupa’daki Osmanlı Mimarî
Eserleri adı altında sekiz ciltlik bir eser hazırlamıştır Daha fazla bilgi
için bkz. İ. Aydın Yüksel, “Ekrem Hakkı, Ayverdi”, Türkiye Diyanet Vakfı
îslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1991, C. 4, s. 295.
[567] Misalli Büyük
Türkçe Sözlük’ün yazımına 1971’de Nihad Sâmi Banarlı ve Faruk Kadri
Timurtaş’ın Türk dilinde bir sözlüğe ihtiyaç olduğu şeklindeki tespitlerinin
akabinde başlanır. Eserin yazılması için bir komisyon işe başlar, dört yıl
hazırlık yapılır; ancak sözlüğün yazımına destek veren hocalarla verimli bir
çalışma düzeni oluşturulamadığı için Ayverdi 1976 yılından itibaren bu işi
kendi üzerine alır ve 30 yıl boyunca buna devam eder. 2004’te sağlığının
bozulması nedeniyle Ayverdi’ye destek olan Ahmet Topaloğlu sözlüğe son halini
vermiş, böylelikle Misalli Büyük Türkçe Sözlük 2005 yılında
yayımlanmıştır. Söz konusu sözlük, 60.000’den fazla madde, yaklaşık 35.000
deyim ve 100.000 civarında misal ihtiva etmektedir. Hazırlanışında büyük bir
dikkat ve itina gösterilen bu lugat, Türkçenin sözlük bilimi kurallarına göre
hazırlanmış ilk sözlüğüdür. bkz. Mustafa Tahralı, “İlhan Ayverdi”, Türkiye
Diyanet Vakfı îslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyânet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2016, C. Ek-1 ss.150-151.
[568] Daha fazla bilgi için
bkz. Can Ceylan, Dergâh ’tan Akademi’ye Rifâîlik ve Ken’ân Rifâî, İstanbul:
Akademi Titiz Yayınları, 2014.
[569] Derneklerin faaliyet
alanları ve kullandıkları argümanlar hakkına daha fazla bilgi için bkz. Turan
Atik, Rifâîlik Tarîkatı Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, (Yüksek Lisans
Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, ss.
71-74.
Kürsüler ve Enstitü hakkında daha fazla bilgi için bkz.
https://akademi.nefesyayinevi.com/north- carolina-universitesi-kenan-rifai-islam-arastirmalari-kursusunun-calismalari-omid-safi/
(15.12. 2019); https://akademi.nefesyayinevi.com/pekin-universitesi-kenan-rifai-islam-arastirmalari-kursus
unun- calismalari-weiming-tu/
(15.12.2019); https://kerimvakfi.org/; http://kias.sakura.ne.jp/krcss
ku/en/ . (15.12.2019).
[571] Eserleri hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz.
http://cemalnur.org/. (15.12 2019).
[572] Mehmet Demirci,
“Ken’ân Rifâî ve Çevresi”, Demokrasi Platformu, Yıl: 2, Sayı: 6, Ankara
2006, ss. 68-71.
[573] Evlilikleri ve soy
ağacı için bkz. Can Ceylan, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Tarîkat Hayatı ve
Tasavvuf Anlayışı: Rifâî Şeyhi Ken’ân Rifâî’nin Günümüzdeki Takipçilerinin
Sanatsal, Kültürel ve Siyasî Faaliyet ve Tavırları, (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Anabilim
Dalı, s. 221.
[574] Tahralı, “Ken’ân
Rifâî”, s. 254.
[575] Rifâî, Sohbetler,
ss. 350, 382.
[576] a.g.e., ss.
50-51, 57.
[577] a.g.e., s. 63.
Güzide Hanım benzer soru ve ifadeleri için bkz. a.g.e., ss. 101-102, 104-105,
129, 150, 349.
[578] a.g.e., s.
414.
[579] Rifâî, Sohbetler,
s. 378.
[580] a.ge., s. 54,
299; Ayverdi, Araz, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,
ss. 382, 453, 513, 548.
[581] Rifâî, Sohbetler,
ss. 299-300.
[582] Ayverdi, “Sohbetler”,
Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 551.
[583] a.g.e., ss. 551-552.
[584] Rifâî, Sohbetler,
ss. 326-327.
[585] a.g.e., ss.
329-330.
[586] Ayverdi, “Sohbetler”,
Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 537-538.
[587] Rifâî, Sohbetler,
ss. 375-376, 429-430.
[588] a.g.e., s.
427.
[589] a.g.e., s.
402.
[591] Ken’ân Rifâî,
“Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss.
555-556.
[592] a.g.e., ss. 555-556.
[593] Ken’ân Rifâî’nin soy
ağacı için bkz. Ek. X.
Ayverdi, Araz, “Memuriyet Yılları ve Hayatla İlk
Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.
62.
[598] Parmaksızoğlu,
a.g.m., s. 322.
[599] Cemil Meriç, Jurnal
2, 1966-83, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, ss. 215-216.
[600] II. Abdülhamid
döneminde, İstanbulin yerine diz kapağının altına kadar uzanan geniş etekli,
arkası yırtmaçlı, alafranga bir ceket olan redingot giyilmeye başlanmış, yakası
kolalı frenk gömleği, boyun bağı, yelek ve redingotla aynı kumaştan pantolon,
beylerin yeni modası olmuştur. Kanun-i Esâsi ile, Avrupa devletleriyle
sürekli irtibat halinde olan Osmanlı toplumundaki kıyafetleri, devlet onayı
resmî olarak tescilenmiş yani yasallaşmıştır. II. Meşrutiyet, döneminde başa
kalpak konulması bir uygulama haline gelmiştir. Çok uluslu ve dinli Osmanlı
Devleti, bu kıyafet tarzı ile tek tip Osmanlı profile sergilemesine
çalışılmıştır. Fes Osmanlıcılık, Osmanlılık ruhunu yansıtan bir unsura
dönüşmüştür. Netice, hangi kesimden olursa olsun, fes, redingot, ve pantolon
Osmanlı bürokrasinin yeni üniforması haline gelmiş; ulema sınıfı bu tür
giyimden muaf tutulmuştur. Bürokrasinin başındaki fes onun Osmanlı ve Doğu
kültürünü temsil ederken, diğer unsurlar Batı’ya dönük tarafını temsil
etmektedir. Bu kıyafet şekli eklektiktir ve Osmanlı devlet adamı, Batı ile
etkileşim halinde olsa da kendi kimliğini muhafaza ettiğini göstermektedir.
Cumhuriyet Türkiye’sine geçildiğinde, Mustafa Kemâl Atatürk tarafından, kılık
kıyafet yeniden düzenlenmiş, fes kaldırılarak yerine sapka gelmiştir. Geniş
halk kesimleri için, devlet ve toplum yapısında başgösteren, zihniyet
değişikliği ve yeniliklerin en gözle görünür olanı; giyim kuşamla ilgili
değişiklikler olduğundan, halkın öncelikle bu konuya tepki gösterdiği
görülmektedir. Geleneksel toplum yapısını yansıtan, bölgeye, dine, makama, ait
olunan topluluk ve cinsiyete (mensubiyet) göre şekillenen giyim tarzı, modernite
neticesinde müslim- gayrimüslim ve makam ayımlarının silinmeye başladığı buna
mukabil modaya bağlı bir değişim sürecine girer. Modernitenin bir özelliği
olan, yeknesak ve tek tip (uniform) giyim anlayışı, XIX. yüzyıldan itibaren,
bütün dünyaya az çok hakim olmuştur. Emine Koca, “XVIII. ve XIX. Yüzyıl Erkek
Modası”, Türk İslâm Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, Konya,
2009, S. 7, ss. 63-81.
[601] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 468.
[602] Rifâî, Sohbetler,
s. 176.
[603] Söz gelimi bir
sayfada akrabası olarak tanıtılan bir kimsenin, diğer sayfada eşi olarak
tanıtılması gibi. Soner Yalçın, Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı,
İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2004, s. 439; Soner Yalçın, Efendi 2 Beyaz
Türklerin Büyük Sırrı, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2006, ss. 322-334.
[604] İsmet Binark, Bay
Efendi, Ankara: Altay Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı, 2007, ss. 89-125.
[605] Ayverdi, Araz,
“Netice”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, a.g.e.,
s. 252.
[606] Ken’ân Rifâî, Muktezâyı
Hayat, İstanbul: Karabet Matbaası, 1308; Eserin ilk bölümlerinden örnekler
için bkz. EK. 6.
[607] Tahralı, “Ken’ân
Rifâî”, s. 254-255.
[608] a.g.m., s. 254.
[609] Doktora çalışmamız
sırasında, Mustafa Tahralı’nın günümüz alfabesine aktarması ile eser ikinci
defa basılmıştır. Abdülhalim Ken’ân, Rehber-i Salikin, İstanbul: y.y.,
1908; Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul:
Cenân Eğitim ve Kültür Vakfı Neşr., 2019.
[610] BOA:
MF.MKT.1052/66. (5 Rebiulahir 1326/ 7 Mayıs 1908): “Rifâî Tarîkatı Şeyhi
Abdülhalim
[620] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân: İlâhî ve Manzûmler.
[621] Kâsîdetü ’l-Bürde,
Mısırlı sûfî ve şâir Muhammed b. Said el-Busîrî’nin Hz. Peygamber için yazdığı
ve el-kevâkibu’d-dürriyye fî medhi hayri’l-beriyye adını verdiği manzûme,
kâfiye harfi mîm olduğu için el-Kasîdetü’l-mîmiyye şeklinde anıldığı gibi
şâiirin hastalıktan kurtulmasına vesile olduğu için de Kasîdetü ’l-bürde
diye de anılmıştır. En eski nüshalarda 160 beyit iken sonrakilerde beyit sayısı
165 ulaşır. Kasîde-i bürde klasik Arap şiirinin özelliklerini taşır: Sevgiliye
özlem temasıyla başlar, nefisten şikâyet, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e övgü, onun
doğumu, mucizeleri, faziletleri; temel ahlâkî faziletler, cihat fütüvvet gibi
konulardan sonra dua ve niyâz bölümüyle tamamlanır. Aruzun basit bahriyle
yazılmış olup üslûbu sağlam ve liriktir. İslâm coğrafyasında büyük ilgi ve
sevgi görmüştür. Daha fazla bilgi için bkz. Mahmut Kaya, “Kâsîdetü’l-Bürde”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2001, C. 24, ss. 568-569.
[622] Suyûti’nin (ö.
911/1505) Câmiu’s-sagîr min hadîsi’l-beşîri’in-nezîr adını verdiği eser
alfabetik olup hadisler çoğunlukla kelimenin ilk iki harfi dikkate alınarak
sıralanmıştır. Kullanılan bu metodun bir gereği olarak esere hadislerin senedi
alınmamıştır. Eserde çoğunluğu kavlî hadisler teşkil eder ancak fililî
hadislere de yer verilmiştir. Suyutînin yetmiş bir hadis kitabını bir araya
getirerek Cem’ul- Cevâmi’ adıyla bir araya getirmeye niyetlenmişse de ömrü bu
çalışmayı tamamlamaya yetmemiştir. el-Câmi’us-sagir bu bakımdan Cem’ul-Cevâmi’
adlı eserin bir muhtasarı sayılmaktadır. “Süyûtî, hadis uydurmakla tanınmış
veya yalancılıkla itham edilmiş râvilerden eserine hadis almadığını, hadislerin
sağlamlık derecesini farklı bir usulle ortaya koyduğunu ifade etmektedir.”
Eser’in kaynakları ve şerhleri için bkz. Müctebâ Uğur, “el-Câmi'u’s-sağir”, Türkiye
Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 1993, C.7, ss.113-114.
[623] Rifâî, Tuhfe-i
Ken’ân, Armağan, 2019, s. 7.
[624] Tahralı, takdim
kısmında Ken’ân Rifâî’nin Câmius’s-sağîr’i kaynak olarak kullanışını Ali
Yardım’ın notlarından aldığı örneklerle izah etmektedir. Câmiu’s-sağîr’in
yedinci cildinden büyük ölçüde
Ercan Alkanlı, “Tasavvuf Tarihi Literatürü Açısından Seyyid
Ahmed er-Rifâî Adlı Eserin Değerlendirilmesi”, Rahmet Kapısı Ken’ân Rifâî,
İstanbul: Nefes Yayınevi, 2017, ss. 199-200.
[636] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken ’ân: İlâhî ve Manzûmler, s. 19.
[637] Yusuf Ömürlü, Vasfi
Emre Ömürlü, “İlâhiyât-ı Ken’ân”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî
Sempozyumu, Yıl 2015, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, ss. 131-142
[638] Ken’ân Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân: Notalarıyla Bestelenmiş İlâhiler, haz. Yusuf Ömürlü, İstanbul:
Cenân Eğitim ve Kültür Vakfı Neşriyâtı, 2013.
[639] a.yer.
[640] Tahralı, “Ken’ân
Rifâî”, s. 255.
[641] Rifâî, a.g.e,.,
s. 14.
[642] Ken’ân Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2000.
[643] Ken’ân Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, İstanbul: Hülbe Yayınları, 1973.
[644] Tahralı, a.g.m., ss.
254-255.
[645] Rifâî, Sohbetler,
ss. 3-4.
[646] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 356-568.
[647] Tahralı, a.g.m.,
s.254; Ayverdi, Dost, 2017, ss. 57-162.
[648] Eserin ilk bölümleri
için bkz. Ek. 7.
İngilizcesi Omega olan eser hakkındaki bir tanıtım
yazısını İngilizcesi’nden çevirerek buraya almak istiyoruz: “Gökbilimci Camille
Flammarion (1842-1925) tarafindan yazılan Omega’nın konusu, dünyanın sonunun
şaşırtıcı ve unutulmaz bir tasavvuru, neredeyse geleceğin destansı bir
tarihidir. Sorgulayıcı felsefik araştırma ile birleştirilen gerekçeli bilimsel
düşünme insanlığın önümüzdeki birkaç milyon yil boyunca fiziksel ve kültürel
olarak nasıl evrim geçireceğine dair olan bu rivayete güvenilirlik ve önem
kazandırmaktadır. Son, 25. yüzyılda, bir kuyruklu yıldızın dünyâya çarpma
tehlikesi riski ile başlar. Bu dehşet verici kozmik olayın sonuçları, uzak
gelecekte gezegeni ve insanlarını derinden etkileyecek olan bir dizi fiziksel,
ruhsal ve sosyal değişiklikleri harekete geçirecek kadar geniş kapsamlıdır.
Dünyanın yüzeyi zaman içinde katılaşarak değişime uğrar. Kültürler radikal
biçimde değişir, çöküşe uğrar ve yok olur. Milletler iniş ve çıkışlar yaşarlar,
türlerin soyu tükenir, ve insanoğlu dünyanın sonu geldiğinde kendini yalnız,
tek başına ve kökten değişimler içinde bulur. Bu melankolik şiirsel bilim kurgu
masalı, bugun ilk yazildiği zamandaki kadar merak
uyandırıcı ve rahatsız edicidir.”
https://www.goodreads.com/book/show/ 449325.Omega,
(19.08.2020).
[655] Arzu Eylül
Yalçınkaya, Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî Sohbetleri: III. Cilt, II. Defter,
(Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2013; Bu defterlerden Nazlı hanım’a ait olan ve üzerinde üçüncü
cildin ikinci defteri” yazılı olan el yazması tarafımızdan yüksek lisans tezi
olarak çalışılmıştır. Nazlı Hanım’ın Mesnevî III. cilde ait ders
notlarını kaydettiği defter tarafımızdan, yüksek lisans çalışmamız sırasında
günümüz alfabesine çevrilmiş ve üzerinde tahlil çalışması yapılmıştır.
[656] Metinde geçen
hikâyelerin isimleri Şefik Can tercümesi dikkate alınarak yazılmıştır. bkz.
Mevlana Celladdin Rûmî, Mesnevî Tercümesi, C. III-IV, çev. Şefik Can,
İstanbul, Ötüken Yayınları, 1997. Farklı tercüme için bkz. Mevlana Celladdin
Rûmî, Mesnevî, çev. Tâhirü’l-Mevlevî, haz. Selahattin Tuna, İstanbul,
Kırkambar Yayınları, 2009, ss. 59- 146.
[657] Söz konusu defter
günümüz harflerine çevrilmiştir. İfakat Hanım’ın ders notları Mesnevî
III. cildin tamamını içerdiği için her iki defterin karşılıklı okunması ile
Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî şerhinin üçüncü cildinin tahkikli olarak ortaya
çıkarılması mümkündür. Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî II. ve III. cild şerh
notlarından bu çalışma için günümüz harflerine çevrilmiş olan defterleri aslı
şahsi kütüphanemizdedir. Kaynak gösterirken defter numaraları dikkate alarak
isimlendirilmiş ve dipnotlarda bu şekilde yer almıştır. Ken’ân Rifâî, Mesnevî
Şerhi, C. III, D. IV, vr. X, gibi. Bunların yanı sıra, Ken’ân Rifâî’ye ait
dökümanlar içerisinde çeşitli tasavvufî meseleler hakkında risâleler
bulunmaktadır. İnce fasiküller halinde tertip edilmiş her bir risâle ayrı bir
tasavvufî mesele ya da kavramdan bahsetmektedir. “Nefis nedir?” “Seyr ü sülûk
hakkında”, vb. tespit edebildiğimiz risâle başlıklarıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar