AŞK VEYA ZİYAFET
Semiha CEMAL
Bilmenin tahattur [Hatırlamak ] etmek demek olduğunu
hatırına getiren bir kimsenin Eflâtun’un fikrini, bu (ziyafet) ve ya (Aşk) ta
olan tasavvufî parlaklığı, kendi ruhunda tasavvur etmemesi mümkün değildir.
Ölümün ayırdığını
birleştirenin, her mahvolanı tekrar yapanın, her ayrılanı bitiştirenin, her
zafa duçar olana tekrar derman verenin ve âdemden bu mevcudu zuhura getirmeye
çalışmış ve çalışmakta bulunmuş olanın, bu ebedî faaliyetin aşk olduğunu, Eflâtun
en geniş sahasile ve en vasi bir yakinle bize telkin etmiştir. Yoksa ebedî
cereyana şevk ve imanla iltihak etmek için insan kendi kendisine «bir şey halk olmaz, bir
şey devam etmez, her şey yürüyor ve hiç bir şey durmuyor, demek ve, bize gelen
aynı nehir olmadığı için aynı nehre inmediğimizi düşünmek kâfi gelecekmiydi?» şüphesiz ki hayır. Aşk,
Eflatûn'un varlığında, fena bulan ebediyete bağlıyan rabıta ve onu zamana ve
kendi hududunda tahakkuk etmesi lâzımgelen ve bu tahakkuk eden evveli yaşamış
olan ve ilerisi için yaşamaya hazırlanana sevkeden kanatlı bir aydınlatıcı idi.
Harekete iltihak etmek
sadakati ile onun ruhu daima tesadüften kurtularak, yeni ve mütenevvi hayatın
ve aklın ruşenlik süruruna sahib olurdu. Eflatûn’a göre bizim mukadderatımız,
çerhi, sade cebir ile sevk edilmiyor, çünkü eğer biz bir şeye muktedir olamıyorsak,
bu, evvelce bunu böyle istemiş olduğumuzdan ileri geliyor. Bu çerhin bu günkü
dönüşüne göre de, istikbalde alacağı istikamet için bir şeye muktedir olabiliyoruz.
Demek oluyor ki biz, kendi yolumuzu bizzat intihab [seçme ] etmekle mes’ul oluyor ve bu suretle yolumuzun
zahmet veya mükâfatını kendimiz taşıyoruz.
Hülâsa: Olduğumuz,
bulduğumuz geçen amellerimizin neticesi olduğu gibi şimdiki amellerimizle de
geleceği hazırlıyoruz.
Eflâtun için zaferlerin en
kıymetlisi kendi ruhunun sesinde bir delil, bir ilham edici ve bir hâkim
bulmasıdır. Bizim ruhumuz kendi tab'ı iktizasiyle bütün iyiliklere ve bütün
fenalıklara daimî bir istidadı haiz olmasıyla, yükselen tariki İlâhîyi takib
etmek için alçalan yoldan ihtiraz etmesi kendine düşer.
Öyle ise bizi âlâya
ulaştıracak ve bizi kendimizle sulh ve sükûn ile ve Allaha merbut olarak
yaşamayı nasib edecek müstakar [kararlı]
rabıta nedir? İşte bu
rabıta, güzelliğin aşkıdır, yani ruhudur: Güzelliği sevmek, insanı salih ve
hakikî olan hayrı aramaya sevkeder. Bizim hakikatimiz hayrımızla karışarak,
hayrımız hayatımız olmuştur. Yani her şeyin geldiği ve tekrar yenilenmek ve
yeniden tevsik olunmak için, her şeyin kendisine rucu ettiği hüsnü mutlakın
inikâs ve tecellisi olur. Hüsne rücuun ebedî memuru aşktır. Aşk» bizi
nefsimizin ve ruhumuzun hayrına sevketmekle, bizde İlahî olan şeye, dünyada
ulaşmaya müsaade eder ve bizi ölümden sonra hakîmlerin mükâfat olarak bu
hayret içinde daimî bir mesleğe nail oldukları ve Diotima’nın dediğine nazaran,
bizim hayatımızı yaşanmaya lâyık kılan, her saatte yeni ve cazibedar, ebedî
uluhiyetin temaşa hayretini istihsal ettikleri çiçeklerle müzeyyen bir
ziyafete intizaren yaşamaktır.
Binaenaleyh hayat demek
aşk demektir; aşk demek hayat demektir.
Hüsnü mutlakın aşkından
başka olan, her şey zahirde şeker gibi tatlı da olsa bu tatlılıklar manada can
çekişmek gibi acılıklardır. Proklus der ki: Aşk hikmetten daha İlâhîdir. Buda da der ki:
Marifet ve aşk kâinatta
iki büyük âmildir. Aşkı olmayan kimse, daimî surette beden zindanında kalmaya
ve devri daimin çemberinden kurtulmamaya mahkûmdur.
Cüzî akıl, hüsnü mutlakı
görmekten mahcubdur. Ne vakit aşk nuru zuhur ederse, bu nur akıl gözüne kuvvet
verir; Akıl gözü ancak bununla kudret bulur. Yoksa akla inanıp onun her şeye
kadir olduğunu hattâ Allahı da görebileceğini zanneden kimseler yanlış
düşünenlerdir. Paskal bu hususta akla hitabın «tais toi raison imbecile» demiştir ki: sus be ahmak akıl sen
hududundan ileriye gidemezsin demektir. Bunavantor der ki: Ruhun zatı mevcuda desteres olabilmesi
için aklın muntazaman her failiyeti tecavüz etmesi lâzımdır.
Hâsılı hayat bir çiçek,
Aşk da onun balıdır.
Apollodorof [[1]]—
Evet, öğrenmek istediğiniz şey hakkında epey şeyler biliyorum...
Geçende (Faler) deki
evimden gelirken ahbaplarımdan biri beni arkamdan görerek uzaktan lâtife
tarzında:
—
Ey! Faleron’lu (Apollodor), beni niye beklemiyorsun?
diye seslendi.
Bu söz üzerine ne
söyleyeceğimi anlamak için durdum. O, bana:
—
İyi oldu bende seni arıyordum, hani şu Sokrat’ın
(Alkibiad)ın ve daha başkalarının hazır bulundukları ve aşk hakkında
konuştukları (Agathon)un [[2]]
ziyafetinden biraz malûmat almak istiyordum. Biri bana bu hususta (Filip)in
oğlu (Phenix)ten işittiğini nakletti, fakat mevsuk surette doğruluğunu temin etmedi,
orada ne olup bittiğini sen biliyormusun? Şu vak’ayı sen anlat, çünkü sen
dostunun o vakit söylediği hitabeyi bilerek söyleyebilirsin. Fakat her şeyden
evvel: bu toplantıda bizzat bulundun mu, bana onu söyle!
Dedim ki — Bu ziyafetin
yakında olduğunu ve benim de orada bulunduğumu sana nakleden kimse, hiçte doğru
birşey söylememiş.
Glokon — Ben bunu doğru
zannediyordum, dedi.
—
Bu nasıl olur, Glokon? [[3]] Sen
(Agaton)un birçok senelerden beri Atinava gelmediğini ve benim de Sokrat’a
müdavemet edip hergün sözlerini ve hareketlerini dikkatle takip edeli ancak üç
seneyi geçmediğini bilmiyor musun? dedim. Ben ona devama başlamadan evvel,
rast gele öteye beriye dolaşıyordum ve bu suretle kendimi, bir iş görüyor
zannediyordum. Meğerse senin şimdi olduğun gibi dünyanın en bahtsızı ben
imişim! Çünkü felsefeyle meşgul olmaktansa başka herhangi birşeyle uğraşmanın
daha iyi olduğu kanaatındaydım.
Glokon — kuzum, alay etme
de, şu ziyafetin ne vakit yapıldığını bana söyle, dedi.
Ben — Biz daha o vakit
çocuktuk, (Agaton)un ilk trajedisinin muzafferiyeti, eserinin mugannilerile
tes'it edildiğinin ertesi günüydü, dedim.
Glokon — Zannıma kalırsa bu
halde sen çok uzak bir zamandan bahsediyorsun, dedi. Fakat bu vakanın ne
suretle cereyan ettiğini kimden işittin? Sokrat’ın kendisinden mi?
Ben — (Zeus)e yemin ederim
ki ondan işitmedim !
Ben onu kısa boylu ve
çıplak ayaklı (Sidaten) li (Aristodem) [[4]] den
işittim. Aristodem bunu (Feniks)e de hikâye etmişti. O, bizzat bu ziyafette
bulunmuş ve o vakitler zannederim, Sokrat’ın en yaman aşıklarından biri imiş.
Maamafih Aristodem’in Sokrat için bana anlattığı bazı hususiyetleri Sokrat
kendi de teyit etti.
Glokon — Öyle ise
(Apollodor) bu vak’ayı bana hikâye etmekte niye gecikiyorsun? Bizi Atina’ya
götüren bu yolda giderken bunu söylemek ve dinlemek isteyenler için bu ne hoş
birşey olur!
İşte biz böylece yürürken,
bu ziyafetten konuştuk. Mademki benden malûmat almak istiyorsunuz, işte bunun
için evvelce size söylediğim gibi onu nakletmekten nazlanmayacağım. Zaten ne
vakit felsefeden bahsetsem, yahut onun bahsini işitsem, ondan edeceğim
istifadeden başka buna müteallik bahislerde büyük bir zevk de duyarım. Bunun
hilâfına olarak, sizin zenginlerle ve iş adamlar ile konuştuğunuz sözleri
işittiğim vakit ise, sıkıntıdan çatlayacak gibi olurum, onların dostları olan
sizlere acırım, çünkü siz hepiniz işe yarayacak hiç bir şey yapmadığınız halde
harikalar vücuda getirdiğinizi zannedersiniz. Belki siz de beni bedbaht zannedersiniz,
belki de düşünceniz doğrudur; fakat ben kendi payıma sizi sade acınmaya lâyık
zannetmekle kalmıyorum, acınmaya lâyık olduğunuzu pek sarih olarak biliyorum.
Apollodor’un dostu — Sen
hep o Apollodor’sun. Hem kendini, hem başkalarını daima tahkir edersin. Kendin de
dahil olduğun halde Sokrattan başka bütün insanların bedbaht olduklarına
kanisin. Sana çabuk kızan ve müstehzi lâkabının niçin verildiğini bilmiyorsam
da; konuşmaya başlayınca, onlara hak veriyorum. Çünkü Sokrat hariç olmak üzere
gerek kendin hakkında gerek başkaları hakkında durmadan hiddete geliyorsun.
Apollodor — Aziz dostum,
ben kendimi ve sizi düşündüğüm vakit çıldırmış yahut kudurmuş bir halde
görünüyorsam bundan benim deli olduğum mu anlaşılır?
Apollodor’un dostu —
Apollodor, bu mes’elenin münakaşasını bir başka vakta bırakalım. Senden rica
ettiğimiz veçhile şimdi Agaton’un evinde söylenilen hitabeleri tekrar et de
dinliyelim.
Apollodor — Öyle ise
Aristodem’in başladığı yerden başlamam ve onun hikâyesini bana anlattığı gibi
anlatmaya gayret etmem daha iyi olur. Aristodem bana dedi ki:
—
Sokrata hamamdan çıkarken rasgeldim; hiç itiyadı
olmadığı halde ayaklarına sandallar giymişti. Kendine bu kadar çeki düzen
verdiğine nazaran nereye gitmekte olduğunu sordum.
Sokrat — Agaton’a akşam
yemeğine gidiyorum. Kalabalıktan hoşlanmadığım için zaferini tes’it için
verdiği şenliklerde bulunmayı dün reddetmiştim, fakat bu gün için gideceğimi
kendisine vadettim. Güzel bir gencin [[5]] yanına
güzel olarak gitmek için ben de süslendim. Fakat Aristodem, sen hakikaten
davetliler meyanında değilsen de akşam yemeğine benimle beraber gelmek istemez
misin?
Aristodem — Nasıl münasip
görürsen öyle yaparım.
Sokrat — Öyle ise hadi,
beni takip et. Şerefli adamlar, şerefli adamların sofrasına davetsiz gidip
oturur, diyerek bu husustaki darbı meseli [[6]] değiştirelim.
(Homer) sade bu darbı meseli değiştirmekle kalmıyor, fazla olarak onunla
eğleniyorda. Agamemnon’u çok cessur bir muharip olarak gösterdiği gibi
(Menelas)da korkak bir asker gibi gösteriyor, böyle olduğu halde küçüğü büyüğün
ziyafetine, yani (Menelas) ı, Agamemnon’un tes’it ettiği şenliğe ve kurban
âyinine davetsiz getiriyor.
Aristodem — Sokrat’tan bu
sözleri işittikten sonra senin dediğin gibi, kendimi şerefli bir insan addetmiyorum,
(Homer) ’in aldığı manada âkil bir adamın şenliğine davetsiz giden manasız bir
insan gibiyim. Mademki beni oraya sen götürüyorsun, Kendini ne türlü müdafaa
etmek lâzım geldiğini de sen bilirsin, çünkü ben, orada davetsiz gelmeye razı
olmadığımı ve beni senin davet ve teşvik ettiğini söyleyeceğim.
Sokrat — Yolda giderken ne
söylemek lâzım geldiğini beraberce düşünürüz, şimdi yalnız yürü gidelim.
Böylece konuşarak Agaton’un
ikametgâhına doğrulduk. Fakat yolda giderken Sokrat ikide birde düşünmeye ve
geri kalmaya başladı. [[7]]
Onu beklemeye kalkıştıkça, bana daima yürümemi rica ediyordu. Agaton'un evine
geldiğim vakit kapıyı açık buldum, ve orada tuhaf bir vak’a ile karşılaştım.
Ben kapıda görünür görünmez, içerden kölelerden biri önüme çıkarak beni
davetlilerin akşam yemeğini yemek üzere oturdukları sofranın bulunduğu salona
götürdü. Agaton’da beni görünce:
—
Aristodem, yemeğimize iştirâk etmek için tam
vaktinde geliyorsun! Eğer başka şey için geldinse, onu bir başka vakta bırak.
Bugün davetlilerim arasında bulunmanı rica etmek için seni aradım; maalesef
bulmak mümkün olamadı. Fakat Sokrat’ı niçin beraber getirmedin? dedi.
Birde arkama dönüpte ne
göreyim? Meğer Sokrat beni takip etmemiş değil mi?
—
Maamafih ben Sokrat’la beraber geldim, ve burada
akşam yemeğine onun tarafından davet olundum, dedim.
Agaton — Ne iyi ettin de
geldin. Fakat, Sokrat nerede?
—
O, demin arkamdan geliyordu, ben de ne olduğuna
şaşıyorum.
O vakit Agaton bir köleye
hitaben:
—
Git, onu ara bul, ve buraya getir. Sen de
Aristodem, Eriksımak’ın yanına uzanıver, dedi.
Bunun üzerine bir köle
ayaklarımı yıkamaya geldi. Bu esnada idi ki bir başka köle Sokrat’ın komşu evlerden
birinin kapı kemeri altına çekilmiş ayakta durduğunu ve kendisinden ne kadar
rica edildise de oraya girmek istemediğini söyledi. Agaton ona:
—
Ne garip şeyler söylüyorsun Git onu çağır ve bir
yere gitmesine mani olarak buraya getir! dedi.
O, vakit ben:
—
Hayır, hayır onu bırakınız. O her yerde böyle
hareket eder; bazan tenhaya çekilmek âdetidir. Eminim ki, az zaman sonra
gelir. Onu rahatsız etmeyin, bırakın, dedim.
Agaton, bunun üzerine:
—
Pekâlâ, öyle olsun, dedi ve kölelere hitap ederek:
—
Çocuklar, yemekleri getiriniz ve bizi neyle
isterseniz ikram ediniz, çünkü size kimse yemeğin ne suretle hazırlanacağını
söylemedi ve yapılmak için bir şey ısmarlamadı, esasen bu benim itiyadım
değildir [[8]]
Dostlarımı ve beni davet etmiş misafirleriniz gibi tutun, ve bizim
medihlerimize lâyık olacak surette bize muamele edin; ha göreyim sizi! dedi.
Yemeğe başladık; Sokrat daha gelmemişti. Agaton her dakika gidilip onun
getirilmesini istiyordu, fakat ben de daima buna mani oluyordum. Nihayet
Sokrat her vakitkinden daha az gecikerek yemeğin ortasında bize yetişebildi.
Masanın son kerevetinde yalnız başına uzanmış yatan Agaton:
—
Buraya gel, Sokrat, gel benim yanıma uzan da,
temasınla komşunun dehlizinde bulunduğun sırada sana gelen hikmetli fikirlerden
istifade edeyim. Aradığını bulduğundan hiç şüphe etmem, çünkü buna muvaffak
olmadan yerini bırakıp gelmeyeceğini bilirim.
Sokrat (Oturarak), Agaton,
eğer, bir tülbent parçasile örtülü dolu bir kabı, bir diğer boş kaba naklettiğimiz
gibi Hikmet te ilk temasla dolu bir ruhtan boş bir ruha intikal edebileydi,
senin yanında bulunmakla pek mes’ut olacaktım. Çünkü o vakit senin yanında
bulunmakla bol ve mükemmel hikmetinle dolacaktım. Bendeki hikmet, bir rüya
gibi hafif ve şüpheli, seninki ise daha gençliğinde bile öyle bir ihtişam
içinde parlıyor, öyle şâşaalar saçıyor ki, hatta buna evvelki gün otuz bin
Yunanlı şehadet etmiştir.
Agaton — Sokrat, sen yaman
bir alaycısın! Sonra akıllarımızın üstlüğü davasını müdafaa etmek için
(Dionisos) u hâkim yaparız [[9]].
Şimdilik sen yemekten başka
bir şey düşünme. Sokrat bu sözlerden sonra, kerevetine uzandı. Öteki davetliler
de yemeklerini bitirince, şaraplar dağıldı, ilâha İlâhiler okundu; ve mutad olan
öteki merasimde yapıldı, sonra içmeye hazırlanılıyordu, tam bu sırada
(Pozanios) [[10]]
söze başladı:
Pozanios — Dostlarım!
içelim. Fakat kendimizi rahatsız etmeyecek surette! ben kendi payıma daha dünkü
işretten yorgun olduğum için, bu gün biraz dinlenmek istiyorum. Çoğunuzun da
böyle olduğundan şüphe etmiyorum, çünkü siz de dün ziyafette idiniz. Rahatsız
olmadan içebilmenin çaresine bakalım.
Aristofan — Doğru, ben
hakikaten dün şarabın içine batmışlardan biriydim. Pozanios, senin bu teklifini
kabul ediyorum, dedi.
Akümenos’un oğlu
Projeleriniz çok güzel, yalnız reyini alacağımız biri daha var bakalım Agaton
ne diyecek.
Agaton — Benim de
tahammülüm yok!
Eriksimak— Bu benimle
Aristodem ve Fedr için ve diğer davetliler için beklenilmeyen bir nimet! Ey
meşhur ayyaşlar, şimdilik içmekten vazgeçiyorsunuz, değil mi ? Bizim ayaşlıkta
daima geri kaldığımızı bilirsiniz, Sokrat’a gelince, o başka, icabında içmekte
de içmemekte de irade sahibi olduğu için onu karıştırmıyorum. O, ne verirsek
ona razı olur. O halde mademki çok şarap içmek için kimsenin fazla arzusu yok,
sarhoşluk hakkında doğru bir kaç kelime söylesem, belki size çok fena gelmez.
Ben hekim olduğum için çok şarap içmenin insanlara muzur olduğuna
tecrübelerimle iyice inandım. Bile bile itidal [[11]] derecesini
aşmadığım gibi bahusus bir gün evvel başı dumanlanmış olanlara da hiç bir vakit
bunu tavsiye etmem bahusus bir gün evvel başı dumanlanmış olanlara da
hiç bir vakit bunu tavsiye etmem.
(Mirrinos) lu (Fedr) sözü keserek:
—
Seni bahusus hekimlikten bahsettiğin vakit dinlemek
mutadım olduğunu pek iyi bilirsin. Bugün herkes aklı başında olmak istiyor.
Bu sözden sonra bu ziyafete
sarhoşlukla nihayet vermeyip yalnız zevk verecek kadar içmiye hep birden karar
verdiler.
Eriksimak — Mademki
herkesin kendi istediği gibi içmesi ve bu hususta hiç kimsenin mecbur
edilmemesi kararlaştı, o halde ben de size şimdi içeri giren çalgıcı kızı, geri
göndermenizi teklif ediyorum. Filavutasını ya kendine yahut isterse içerideki
kadınla çalsın! [[12]].
Biz ise bugün konuşalım,
bir mübahase açalım. Eğer razı olursanız, bu hususta ben kendim bir mevzu
ortaya koyayım [[13]].
Bütün davetliler
Eriksimark’ın teklifini kabul ettiler ve ondan bir mübahase mevzuu bulmasını
rica ettiler. Bunun üzerine :
Eriksimak — Öyle ise söze
(Öripid)’in (Melanip)i gibi şu mısra ile başlayacağım dedi: Bu hitabe benim
değil Fedr’in dır.
Filhakika Fedr bana hergün
infial ile: «Eriksimak, ilâhların bir çoğuna ilâhilar, ve şiirler yapan bu
kadar şair arasında birisinin çıkıp ta o kadar büyük ve kadir olan Eros'un
şerefine bir tek İlâhi yapmayı düşünmemesi tuhaf değil mi? Diğer taraftan
Sofistlerin şu en mükemmelerine de bak, bunların en coşkunlarından
(Prodikos)a ne diyelim. Bunların kitaplarında (Herakles)i ve öteki yarı
ilâhları metheden nesirler bulunuyor. Hâttâ bir kitapta okumuştum âlim bir adam
tuzun faydasından bahsederek, garip bir surette onu methediyordu. Hasılı bu
şeyler kendilerine birçok methidiciler bulabildiği halde, bugüne kadar bir
kişi çıkıp ta Eros’u[[14]]
şöyle şanına lâyık surette tebcil ve tekrime yeltenmemiş! Şaşılacak şey değil
mi ? Böyle bir muazzam ilâh bu derece ihmal edilmeli miydi.» Fedr’ın infiale
hakkı vardı, ben de onunla birlikte cizyemi götürüp bu ilâha takdim edeceğim.
Bizi burada toplayan fırsatın Eros’u tebcil ve tazime pek müsait olduğunu
zannediyorum. Eğer bu mevzuu hoşunuza gidiyorsa, bu bizim musahabemizi
beslemiye kâfi gelecektir. Öyle ise, soldan sağa doğru, herkes muktedir olduğu
kadar Eros’a güzel bir methiye söylemeli. Soldan birinci kereveti Fedr işgal
ettiği için en evvel o söyleyecek; hem de Fedr, bu söylediğim şeyi yapabilecek
ilk kahramandır.
Sokrat — Eriksiak, hiç
kimse senin teklifine muhalif rey vermeyecektir.
Bahusus aşklar ilminden
başka birşey bilmediğimi iddia eden ben, buna muhalefet etmeyeceğim, daima
(Dionisos) ve (Afrodit) le meşgul olan Agaton, Pozanias, Aristofan, hasılı
hiçbirimiz buna itiraz etmeyeceğiz. Sonlarda oturduğumuz için bu hususta
taliimiz yaver olmadıysa da, eğer bize tekaddüm edenler güzel ve bol söz
söylerlerse biz de memnun olacağız. Fedr Eros’u eşref saatte ve
muvaffakiyetlerle tebcile başlasın!
Bu teklif galebe çaldı ve
Sokrat’ın reyi hep birden kabul olundu. Hepsinin ayrı ayrı söylediklerini size
kelime kelime nakletmeye imkân yok. Aristodem bile bunu hiç hatırlamayacak. Ben
de onun bana naklettiğini aynen size anlatamam. Onun için size şimdi
söyleyeceğim şeyler davetlilerin her birinin söyledikleri hitabelerde esaslı
ve zikre şayan gördüğüm şeylerden ibaret olacaktır. Biraz evvel de söylediğim
gibi, bu mevzu üzerine ilk sözü Fedr söylüyor.
Fedr hitabesine şu suretle
başlıyor:
Eros, büyük bir ilâhtır. O,
sade doğuşu cihetile değil, fakat birçok ve muhtelif sebeplerle insanların da
ilâhların da takdirine lâyık olması daha ziyade, en eski ilâhlar meyanında
bulunmasındandır. Babası anası yoktur, onu doğuranların ismini ne bir nesirci
ne de bir şair söylememiştir. (Hesiod) der ki: «Evvelâ heyula doğmuştur. Ondan
sonra geniş sineli ve her şeyin istinatgâhı olan ebedî ve sarsılmaz Arz daha
sonra da Eros vücuda gelmiştir. Hesiod Eros’u [[15]] Heyûlâ
ve Arzdan sonra zuhur ettiriyor. (Parmenid) ise onu dünyaya hâkim olan âliheden
[[16]]
vücuda gelen ilâhların en birincisi olmak üzere tavsif ediyor.
(Akusilâos) ta Hesiod’un
fikrini takip etmiştir. Demek oluyor ki, Eros en eski ilâhlardandır, ve böyle
olmakla beraber, en büyük hayırların müsebbibi olduğu da bizce bir çok
şehadetlerle sabit olmuştur. Ben hakikaten bir delikanlı için faziletkâr bir
âşıka malikiyetten daha büyük bir lütuf, bir âşık için de iyi bir gözde
intihabından daha kıymetli bir saadet bilmiyorum. Bütün ömürlerini güzellikler içinde
geçirmek isteyenlere yardımcı olan kan rabıtaları, zenginlikler, mansıp ve cah
gibi şeyler içinde Eros kadar güzelliği tevlit edecek hiçbir şey yoktur. [[17]]
Yani demek istiyorum ki, fenalıktan utanmayan ve hayır içinde gayrette
bulunmayan bir şehir, bir fert, hiçbir vakit büyük ve güzel eserler meydana
getiremez. Ben bunu da söylemeğe cesaret ediyorum ki, bir âşık fena bir iş
yapar da cezasını çekmezse, bundan dolayı bu âşık maşukunun huzurunda duyduğu
ıztırabı ne babasının, ne dostlarının ve ne de bir kimsenin yanında duyamaz.
Maşuk ta böyledir. O da bir
hatası görüldüğü vakit, âşıkından o kadar utanır ki, bu hicabı başka hiçbir
yerde duyamaz. Eğer kabil olup ta bir şehir veya bir ordu aşık ve maşuklardan
teşkil olunsaydı, bu şehir veya ordunun bu sayede en büyük refah ve emniyete
nail olmaması kabil olmazdı. Çünkü böyle kimseler her türlü fenalıktan
sakınacaklar ve kendileri için mütekabilen hayırdan başka bir şey temenni
etmeyeceklerdi. Muharebelerde de bu suretle birleşmiş askerlerin sayıları az da
olsa, galip gelecekler ve daha iyi söylemiş olmak için, bütün beşeriyete galebe
çalacaklardı. Silâhını atarak cebheden kaçacak bir âşık, kendi maşukuna o
halde görünmektense, bütün orduya görünmeyi ve bu hicaba duçar olmamak için
ekseriya ölümü tercih edecektir.
Sevgilisini tehlike halinde
imdatsız terk etmeye gelince, aşık ne kadar korkak da olsa, Eros onu o vakit
en merd adamın cesaretinden aşağı kalmayacak bir cesaretle canlandıracaktı.
Homer’in terennüm ettiği gibi hakikaten: «Allah bazı kahramanlara [[18]]
cesareti nefhetmiştir.» Eros ise onu sevenlere buna muadil bir tehevvür ilka
eder. Biribirini sevenler yekdiğeri için ölmeyi de bilirler.
Sade erkekler değil,
kadınlar da aşkları uğrunda canlarını feda etmişlerdir.
(Pelias) ın kızı (Alkest) [[19]]
Yunanistan için buna kâfi bir şahittir. Kocasının anası babası sağdı, ikisinden
biri hayatlarını feda etmek suretile onu kurtarabileceklerken bunu yapmadılar.
Halbuki yalnız o, kocasının yerine ölmeyi kabul etti.
İşte böylece bu âşıkın aşkı
ailevî muhabbeti o kadar geçti ki, bu hususta evlât ebeveynine yabancı göründü
ve onlar evlâtlarına yalnız merbutiyet namına bir nam vermiş oldular. Onun bu
hareketi insanların ve ilâhların çok makbulüne geçtiği için ilâhlar, ruhunu
(Hades)’e davet ettiler. Büyük eserler yapanların muvaffakiyetleri ne olursa
olsun bunlar içinde pek azının ruhu ilâhlar tarafından (Hades)e davet edilmek
şerefine nail olmuştur.
Fakat ilâhlar Alkes’in
fedakârlığını takdir ettiklerinden onun ruhuna tekrar dünyaya gelmek için müsaade
ettiler, ilâhlar bile aşktan husule gelen şecaat ve sehavete karşı en büyük
lütüfte bulunuyorlar. Halbuki onlar, (Oyagr)ın oğlu (Orfe)ye karşı böyle yapmadılar.
Onu maksuduna nail etmeden (Hades)ten geri gönderdiler. İstediği kadını
kendisine verecekleri yerde, yalnız onun hayalini gösterdiler. Çünkü bir kitara
çalgıcısı olan Orfenin, sevdiğinin![[20]] uğrunda
ölmek cesaretini haiz olması ilâhlara pek zayıf görünmüştü. O, Alkest’i taklit
etmek şöyle dursun, Ahrete diri olarak gitmek için bütün vasıtalara
başvurmuştu, ilahlar da onun bu gevşekliğini cezalandırmak için, onu kadınlar
tarafından itlâfa mahkûm ettiler.
İlâhlar buna mukabil,
(Tefis) in oğlu (Aşil)i bahtiyarlar adasına gönderdiler. Annesi ona haber vermişti
ki, bir gün (Hektor)u katlederse muharebede ölecek ve onu öldürmediği takdirde
ise vatanına dönüp ancak ihtiyarladığı vakit ölecekti. Bunu bildiği halde bu
muharip, (Patrokl)a muavenet etmekte tereddüt etmiyerek hem onun intikamını
aldı, hem de olen sevgilisinin naşı üzerinde can verdi. Bu ölüm ilahların
hoşuna gitti ve sevgilisi için yaptığı bu feda karlıktan dolayı (Aşil)i hususî
surette mükâfatlandırdılar. (Eşİlos): «Patroklos maşuk, (Aşİl) de aşıktı» diye
iddia ediyorsa da, doğru değildir. Aşil, Patrokl’den ve bütün kahramanlardan
güzel olmakla beraber, Homer’in dediği gibi henüz bıyıkları da terlememişti.
Hakikaten, İlâhlar maşuk
için yapılan cesaret ve fedakârlığı çok takdir ederler lâkin maşukun aşıkı için
yaptığı fedakârlığı aşıkın maşukuna yaptığı fedakârlıktan daha ziyade takdir
ederler ve ona daha çok İhsanlar ederler. Çünkü Aşık Allah tarafından mülhem
olmak hasebile maşuktan daha İlâhîdir, işte İlâhların Aşil’i Bahtiyarlar
adasına göndermekle ona Alkest’ten ziyade in’am etmelerinin sebebi budur. Hulâsa,
Eros’un bütün Bakîlerin en eskisi, en şanlısı olduğunu, ve insana hayatta da
ölümde de fazilet ile saadeti hepsinden ziyade temine muktedir olduğunu
söyleyerek, sözüme nihayet veriyorum.»
İşte Fedr’in söylediği
bunlardı. Ondan sonra da başkaları söz aldılar. Fakat Arİstodem onların ne söylediklerini
hatırlamadığı için bana evvela Pozanias m nutkunu nakletti.
Pozanias hitabesine şu
suretle başladı:
«Ey Fedr, senin bize yalnız
Eros’un bayramını tesit etmemizi teklif etmen bana pek hoş görünmüyor. Eğer
Eros bir olaydı dediğini yapmak doğru olurdu, fakat bu ilâh bir olmadığı için
hangi Eros’u methedeceğimizi bize evvelden söylemen daha muvafık olurdu. Bunun
için evvelâ tes’it edilmesi lâzım geleni söylemek ve sonra da bu ilaha layık
methiyeyi yapmaya gayret etmekle senin hatanı tashihe çalışacağım. Biz hepimiz
(Afrodit) in hiç bir zaman esassız olmadığını biliyoruz. Afrodit’in iki
olduğuna kimsenin şüphe etmediğine nazaran Eros’un da iki olması zarurîdir.
İşte bu iki Afrodit ten, (Semavî Afrodit)tesmiye ettiğimiz yaşlıdır. Semanın
kızıdır ve anasızdır. (Dünyevî Afrodit) tesmiye ettiğimiz ikinci Afrodit ise
evvelkinden daha küçüktür ve (Dione) ile (zeüs’) ün kızıdır. Bu iki âlihenin
iki de muavini olması zarurîdir ki, bunlardan birine (Semavî Eros), diğerine
de dünyevî Eros demek yakışık alır ([21]). Bizim
sitayişimizin gayesi bütün ilâhları istihdaf ettiğine göre bende her iki
Eros’un evsafını sana arzetmiye çalışacağım!
Her fiil işlendiği vakit,
haddizatında ne iyidir ne fena. Meselâ şurada içmek, taganni etmek nutuk
söylemek gibi fiillerden hangisini yaparsak vapalım, bunlardan hiç biri
haddizatında güzel olamaz, bu iş ancak nihayeti tarzına göre güzel olabilir.
Biz eğer bunu güzellik ve insafla yaparsak güzel olur, fesadı ahlâkla hareket edersek
fena olur. Sevmek te böyledir. Her Eros haddi zatında methe şayan ve güzel
değildir. İyi olan, bizi güzelliği sevmiye teşvik edendir[[22]]. Dünyevî Afrodit’ in aşkı
hakikaten âdlî ef’ali telkin etmek cihetile pek bayağıdır. Bu, avamın sevdiği
aşktır. Avam bir kere kadınlardan aşağı olmamak üzere delikanlılara da
meftun olur. Sonra sevdiklerinin vücuduna bağlanmakla iktifa ederek ruhu ihmal
eder. Bunlar güzel yaşamak ve ya yaşamamak hususunu nazarı itibare almazlar,
yalnız nefislerinin hazzını tatmin etmek isterler, bunun için henüz dimağları
inkişaf etmemiş mahlûklara tutulmak kabiliyetindedirler. İşte bu sebeple bu
gibi tesadüfî buluşmalarda onlar iyiye olduğu gibi fenaya da bağlanırlar. Bunların
aşkları semavî Afrodift’e nisbetle çok genç olan dünyevî Afrodit’ ten sudur
eder. Bu âlihenin esasında hem erkek hem de kadının iştiraki vardır.
Fakat semavî Afrodit
neş’etini kadına bağlı değildir. O yalnız erkekten doğduğu için onun telkin
ettiği aşk ta ancak delikanlılara taallûk eder. Daha yaşlı olan ve mizacı
ateşîn olmayan bu âliheye tabi olanları Eros, tabiatan daha kavî ve daha zeki
bir cinse, yani erkeğe meftun eder [ [23]]. İşte bu
gibilerin Semavî Eros’un hakikî teşvikine mazhar oldukları delikanlılara olan
aşklarile anlaşılır [[24]].
Fakat bunlar çocuklara meftun olmayıp, sinlerinin ve akıllarının ilerlemesini
beklerler, yani bıyıkları terlemiş gençleri severler. Bu aşka tutulanlar bence
bütün hayatlarında aşk ve şevk ile sevişmiye ve bütün ömürlerini maşuklarile
beraber geçirmeye müheyyadırlar. Onları, bırakıp başka bir dost ittihaz etmek
suretile aldatmazlar ve onlarla eğlenmezler. Halbuki aşkında metanet olmayan
aşıkın kendisine çocuk denecek kadar genç iken teslim olan maşukunu terkedip
bir başkasına gitmesi ekseriya vaki olmaktadır. Böyle bir belirsiz netice için
bu kadar gayret ve kuvvet sarfedilmesini ve çok küçük çocukların sevilmesini
meneden bir kanunun bulunması temenni olunur [[25]]. Genç
bir çocuğun gerek vücutça gerek akılca nasıl inkişaf edeceği, yani aklının onu
sonradan kötülüğe mi fazilete mi sevkedeceği bilinmediği için, neticenin ne
olacağı kestirilemez. Esir olmayan kadınlara tasallutu nasıl mümkün olduğu
kadar menettiysek, aklı başında olanlar da bunun için bir kanun koymalı, avamı
bunu kabule icbar etmelidir. Çünkü bunlar aşkı o derece kötülediler ki yapılan
bu münasebetsizlikler ve yolsuzluklar yüzünden, hiç kimse, bir maşuka sahip
olmanın ayıp bir şey olmadığını müdafaaya cesaret edemiyor. Usulî ve kanunî
olan hiç bir şey bihakkın tahkire şayan olamaz. Tahkire şayan olanlar usulsüz
ve kanunsuz olan şeylerdir. Mamafih başka şehirlerin aşk hakkında vazettikleri
kanunları vazıh ve parlak oldukları için anlamak kolaydır. Bu kanunlar, yalnız
Atina’da ve Lakedemonya’da karmakarışıktır [[26]]. (Elid)
de ve (Beotienler) de sadece, aşıka ram olmanın iyi olduğu kabul olunmuştur, ve
bunu genç, ihtiyar hiç kimse afip saymamıştır. Zannediyorum ki bu memleketler
ehalisi söz söylemek san’atında pek tecrübeli olmadıkları ve maşuklarını iğfal
için lisan hünerlerinden âciz bulundukları için bu kaideyi kabul etmişler
Iyonya ve Barbarların hükmüne tâbi diğer bütün memleketlerde ise, böyle bir
alış veriş doğrudan doğruya rezalet sayılır. Barbarlarda istibdat, aşkla
beraber felsefeyi ve jimnastik kültürünü de tecziye ediyor. Anlaşılan müstebit
hükümdarlar tabaaları arasında, Semavî Eros’un yaratmaktan zevk duyduğu büyük
cesaretlerin, kuvvetli ittihat ve dostlukların husule gelmesini menfaatları
icabından bulmuyorlar Hadisat bunu bizim Atinalı müstebitlerimize daha
evvelden öğretmişti; çünkü (Aristogiton) un aşkı ve (Harmodios) un sarsılmaz
sadakati hükümetlerini devirdiği için bu hadiselerden bizim Atinalı
müstebitlerimiz evvelden ibret almışlardı [[27]]. İşte
bundan dolayı sevdiğine ramolmanın ayıp olduğunu bildiren kanun, ricali umurun
hakimiyet hırsından, halkın korkaklığından ve kanunu koyanların ahlakları
fesadından mülhemdir. Sevdiğine ram olmanın makbul olduğu kabul olunan
memleketlere gelince, bu da bu kanunu vazedenlerin ruh tembelliğini ifade
eder. Bizim beldemizde ise, aşk kanunu daha âkılâne yapılmıştır. Yalnız
söylediğim gibi bizim örflerimizin anlaşılması pek kolay değil, bilâkis
karışıktır. Düşünce sahibi insan, bizde gizli sevmekten ise aşikâr sevmenin
daha makbul olduğunu görür ve vücut cihetile çirkin de olsa en asil ve en
faziletkâr olana müptelâ olmanın müreccah olduğunu bilir. Sonrada bu
kimse, aşıkı herkesin teşci ettiği ve hareketlerini fena bulmayıp ona hak
verdiğini görür. Eğer sevmek namuskârane bir iş olmayaydı, böyle telâkki edilir
miydi? Kanun aşıklara, bütün gayelerine vasıl olarak itibar ve makbuliyet
kazanmaları için o kadar garip vasıtalara müracaatta serbest bırakmıştır ki,
eğer bir kimse bu serbesiyeti sevilebilmekten başka bir şeyi istihsal için
kullanacak olsa, hâkimlerin en ağır muahazelerine duçar olurdu. Binaenaleyh bir
vatandaş, zengin olmak, bir mansıp yahut nüfuz ve hususiyetçe tefevvuk elde
etmek için âşıkların maşuklarını elde etmek hususunda yaptıkları şeyi yapmaya
cesaret etse, yani onlara tezezllülle yalvarsa, bir çok vaat ve taahhütlerde
bulunsa, kapılarında yatsa ve bir esirin bile tahammül edemeyeceği bir zilletle
kul ve kurban olsa dostu düşmanı ona karşı isyan eder, dostları onun bu gibi
şeyler için yüz suyu döktüğünü hoş görmeyerek, onun yaptığı şeyden utanır ve
onu yola getirmeğe, hasılı bu teşebbüsünden vaz geçirmeğe çalışırdı. Halbuki
maşuku için bu tezellüllerde bulunan âşıklar bilâkis umumun teveccühünü
kazanır, hattâ kanun da bu âşıka en güzel bir projeyi meydana çıkarmaya
çalışırmış gibi utanmadan istediğini yapmasına müsaade eder. Daha garibi,
rivayete göre, ilâhlar yalan yere yemin edenler içinde yalnız âşıkların
yeminlerini bozmalarını affederler. Onun için Afrodit’in [[28]] yemininin
bir şeyi taahhüt etmediği söyleniyor. Hasılı insanlar ve ilâhlar âşıklara
böylece her vasıtayı meşru sayıyorlar; örfî kanunlarımız da aşktan bu manayı
anlıyor, beldemiz sevmeyi ve sevenlerin meftuniyetine nail olmayı çok güzel
asîl bir hareket telâkki ediyor. Buna rağmen babalar çocuklarının sevgililerile
görüşmelerini menetmek için onlara gözcüler koyuyorlar. Kendilerini böyle bir
halde gören yaşıtları ve arkadaşları da bu genç gözdeleri tahkir ediyor,
ihtiyarlar ise bu hakarette bulunanlara muhalefet etmemekle beraber tekdir de
etmiyorlar.
Bu tezadı görenler sanki
memleketimizde delikanlıları sevmenin ve onlar tarafından sevilmenin büyük bir
ayıp olduğunu zannederler. Halbuki bu tezadı ben şu suretle telif ediyorum. Aşk
basit bir şey değildir. Evvelce de size söylediğim veçhile haddizatında iyi
veya fena hiçbir şey yoktur. Bunun iyi veya fena olması, bizim muamele
tarzımıza bağlıdır. Binaenaleyh âdı bir adama alçakça ram olmak çirkindir,
güzel bir insanın aşkına ramolmak güzeldir. Ben ruhtan ziyade vücude âşık
olanın bu âdı aşkını bayağı bulurum. O vücut gibi devamsız bir şeyi sevdiği
için devamlı olamaz. Vücudun çiçeği solunca o da sevmekten vazgeçer, bu sefer
başka aşklara uçar ve vaktile döktüğü dilleri ve ettiği birçok vaitleri onlara
da döker. [[29]]
Bilâkis iyi ruhlu bir âşık ise ruhu sevdiği için, bütün hayatında aşkına sadık
kalır, onun izaz ettiği ancak aşktır, aşk ise müstakardır. Bizim âdetlerimizi
iyiden iyiye tetkik ve imtihan ettikten sonra yaklaşılmasını ister, ve ancak
seven ile sevileni birbirlerinin aşkını anladıktan sonra takip edilecekleri
takibe ve kaçılması lâzım gelenlerden kaçmaya teşvik eder. Çünkü gelişi güzel
hemen mübtelâ olmakta ve tecrübe için müsait meydan bırakmamakta fenalık
vardır. Bununla beraber gerek korku veya zafiyetten, gerek paraya mağlûp olarak
siyasî mevkiler elde etmek için zenginlere ve iktidar sahibi kimselere ramolmak
alçaklığında da hacalet vardır. Bu sebeplerle olan iptilânın âlîcenabane bir
muhabbet vücude getirmesi için metîn ve devamlı istinat noktaları yoktur. Bizim
âdetlerimizde âşıkına güzellikle hoş görünmek isteyen maşuk için bir tek yol
vardır ki, o da dostun iradesine necip bir zihniyetle ramolmaktır. Bu halde
aşıkın maşuku için yaptığı hareket, bir müdahene veya ayıp telâkki olunamaz.
Ayni zamanda maşukun da gideceği tek bir yol vardır ki o da dostun iradesine
ancak fazilet uğrunda hizmet etmektir. [[30]] İşte bu
ihtiyarî esirlik, hiçbir vakit ayıp ve tabasbus telâkki olunmamıştır. Maşukun,
âşıkına iltifatlarını bezletmesi, felsefeye raci ve fazilet iktisabına ait
kanunlarla aşka ait kanunları birleştirmesi lâzım gelir.
Âşık maşukunun
arzularını, yapabileceği bütün hizmetleri munsifane yapmakla tatmin eder, maşuk
ta kendisini hakîm ve faziletkâr yapan kimsenin hayırlı hizmetlerini tanır ve
yapmaya muktedir olduğu şeyi munsifane bir surette yapar, bu suretle her ikisi
de kendi tabiatlarının kanunlarına itaat ederek yekdiğerinin olurlar. Âşık
maşukuna ilim ve fazilet verir, maşuk ta âşıkın ilim ve hikmet iktisabı
ihiyacını duyarsa işte o vakit, yalnız bütün bu şartların husulile bir maşukun
âşıkına ramolması güzel bir hareket olur. Bunun haricinde maşukun âşıkına
ramolması hiçbir vakit muvafık olamaz. Bu sebeplerle birleşen ruhların
aldanmaları da ayıp değildir.
Maddî istifade ümidile
zengin bir âşıka ramolan ve fakat âşıkın bilâhare tebeyyün eden fakrı hasebile
arzu ettiğini elde edemediği için kendini aldanmış gören maşukun duyacağı hicap
her halde az olmayacaktır; çünkü bu adam para aşkı için her şeyi fedaya hazır
bulunuyor demektir ki, bu hiç te güzel bir şey değildir. Fakat faziletkâr olmak
için aşktan muavenet görmek niyetile iyi zannettiği bir aşıka teslim olup ta
sonradan bu âşıkı fâsik ve faziletten âri olduğunu görerek iğfal olunduğunu
anlarsa elbette bu aldanış kendisi için şereflidir, çünkü o, faziletli olmak ve
tekâmül etmek maksat ve niyetile çok istekli atıldığını gösteriyor, bundan
güzel bir şey de olamaz. Netice itibarile, fazileti iktisap etmek için ramolan
maşuk ta fevkalâde iyidir. Böyle bir aşkı ilham eden Semavî Afrodit’tir, bu
bizatihi semavî olan aşkın beldeler ve fertlerce kıymeti şahanedir, çünkü âşıka
da maşuka da fazileti iktisap için azamî ihtimam göstermek lüzumunu tahmil eden
odur.
Diğer aşklar dünyevî
Afrodit’e tâbidir. İşte ey Fedr, »ana Eros hakkında irticalen söyleyebileceğim
şeyler bundan ibaret.
Pozanias durdu: ve işte
böyle söylemiyi Sofistlerden öğrendim. Şimdi sıra Aristofan’a geldi dedi.
Fakat Aristofan’ı o sırada ya çok içmiş (olduğu için, yahut ta başka bir
sebepten söyleyemeyecek kadar hıçkırık tutmuş olduğundan yanında bulunan hekim
Eriksimak’a hitap ederek dedi ki :
Eriksimak, ya beni bu
hıçkırıktan kurtarmak, yahut ta duruncıya kadar benim için söz söylemek
mecburiyetindesin!
Eriksimak — Pekâlâ! ikisini
de yaparım. Senin yerine şimdi ben söylerim. Hıçkırığın geçince de sen benim
yerime söylersin. Sen de ben söylerken nefesini uzunca müddet tutmaya çalış ki
hıçkırığın geçsin. Eğer böyle geçmezse, suyla gargara et. Fakat eğer hıçkırığın
şiddetlenirse burun deliklerini gıcıklıyacak bir hareket yap ki aksırasın, bir
iki kerre aksırdın mı hıçkırığın nekadar şiddetli de olsa geçer.
Aristofan — Sen çabuk söze
başla, ben de senin dediğini yaparım dedi. Bunun üzerine Eriksimak şu suretle
hitabesine başladı:
Eriksimak — Pozanias,
nutkuna güzel başladı; fakat onu iyi bitirmediği için, onun takririni bitirmeye
kendimi mecbur görüyorum. Onun iki Eros beyninde gösterdiği fark bana çok doğru
göründü. Fakat san’atım olan tababet sayesinde ben aşkın yalnız insanların
ruhlarında onları içlerindeki güzele sevketmek için değil daha başka bir çok
gayeler için bir çok şeylerde bütün hayvanların vücutlarında, yerde yetişen her
şeyde, hasılı bütün mevcudatta bulunduğunu keşfetmiş olduğumu zannederim. İşte
ben bu sayede bu ilâhın azamet ve harikalarının ilâhı ve beşerî [[31]]
bütün eserlerde tecelli ettiğini bildim. San’atımı tebcil etmek için onun
kudretini evvelâ tababet cihetinden arzedeceğim. Uzvî tabiat iki Eros’u da
ihtiva eder. Filvaki vücudun sihhat haîile hastalık hali inkâr olunmaz surette
muhtelif ve yekdiğerinden farklı hallerdir, ve her biri ötekinin zıddını ister.
Binaenaleyh sâlim bir vücutta bulunan aşk başka olduğu gibi, hasta bir vücutta
bulunan aşk gene başkadır. Pozanias’ın demin iyi adamlara iltifat etmenin güzel
ve fâsiklere ram olmanın ayıp ve utandırıcı olduğuna dair serdettiği vesaya
cisimlere tatbik olunabilir. Her uzviyette sağlam ve sâlim olan her şeyden
telezzüz etmek iyi ve zarurîdir, bunun aksi, fena ve marazî şeyi tercih etmek
ayıptır. Tecrübeli hâzık bir hekim olmak istenilirse bu prensiplere riayet
edilmesi lâzım gelir [[32]].
Kısaca izah etmek için diyebilirim ki: Tababet bize, tabiatın iki nevi
temayülünü gösterir, en hâzik bir hekim de bu inhimakin bu gayeler için iyi ve
öteki inhimak ve neticeler için fena olduğunu en iyi teşhis edendir.[[33]]
Bu inhimakleri tahvil edebilen, birini diğerinin yerine geçiren, kendilerine
lâzım olduğu halde mâlik olmayanlarda onu vücuda getiren, zararı dokunacaklardan
onu alan kimse, cismin düşman olan anasır arasında muhabbeti tevlit etmeyi ve
herkese daimî bir aşk ilham etmeyi bildiği için, hakikaten çok iyi tecrübe
görmüş bir insandır. Binaenaleyh en düşman anasır, soğuk, sıcak, acı, tatlı,
kuru, yaş v. s. gibi yekdiğerinin zıddı olanlardır. İşte bizim ceddimiz olan
(Eskulâp) şairlerin terennüm ettiği ve benim de inandığım veçhile, bütün bu
zıtlar arasına aşk ve vifak sokabildiği için bizim san'atımızı o tesis etmişti.
Binaenaleyh bütün tababete, jimnastiğe ve ziraate hâkim olan bu ilâhdır ve
bunlar onun tarafından idare olunmaktadır. Musikiye gelince, biraz teemmül
etmek istiyenler için, bunda aşkın hâkim olduğu, pek bariz bir surette
görürler. [[34]]
Belki Heralit’te fikrimi pek iyi izah etmemiş olmakla beraber; «işte bir yay
veya rübabın akordu da böyledir» demek istemiştir. [[35]] Eğer
Heraklit âhengin bir zıddiyet olduğunu, veyahut bunun zıt olan anasırdan zuhura
geldiğini söylemiş olaydı, büyük bir münasebetsizlik yapmış olurdu.
Fakat bu hâkim şüphesiz
burada sadece âhengin evvelemirde zıt olan yani kalın ve ince sesler gibi
unsurlardan husule geldiğini ve sonra da musiki san’atile tevafuk
ettirildiğini söylemek istemiştir. Filhakika kaba ve ince sesler zıt kaldıkça,
zıt âhengin husulü mümkün olamaz. Demek oluyor ki, âhenk, seslerin bir
uygunluğudur. Bu uygunluk ta bir akorttan ibarettir, Mütezat olan unsurlar
tevafuk etmeyip daimî zıddiyette kaldıkça bunların âhenge kabiliyetleri
imkânsızdır. [[36]]
Bunun gibi, vezin için de
böyledir. Yani çabukluk ve ağırlık ölçülerinin evvela birbirine muhalif iken
sonra tevafuk etmeleri, vezini tevlid eder. Binaenaleyh musikiyi ahenk ve vezne
ait aşkların ilmi, diye tarif [[37]]
etmek muvafık olur. Ahengin ve veznin teşekkülünde bile, aşkın rolünü tanımak
güç değildir. Burada iki Eras bulunmaz. Fakat ahenk ve vezni insanlara göre
yapmak lâzım gelince, gerek musiki tesmiye olunan şeyi yaratmakta olsun gerek
yaratılmış mevlodi ve vezinleri kullanmakta olsun, ki buna musiki bilgileri
tesmiye olunur, eser güç olur ve bunu iyi bir hale irca etmek lâzım gelirse
mükemmel bir musikişinasa ihtiyaç vardır. [[38]] İşte
akıllı kimselere tabi olmaya ve insanı daha akıllı olmaya sevk edenler, cemile
yapmıyı güzel ve semai aşkı (Müs Urani)’nin Eros’u muhafafaza etmiyi o vakit
tahattur etmek münasip olur. (Polimni)nin ilham ettiği meçazî aşka gelince,
onun verdiği zevk hiç bir vakit bizde bir inhiraf tevlit etmemek için onun
hakkında ihtiyatla hareket etmelidir. Bizim san’atımız olan hehimlikte çok güç
olan bir şey de, sofraya ait zevkleri ahenkdar bir surette tanzim ve onlardan
gelecek elemden kaçınmaktır [[39]].
Musikide de tababette de, hasılı İlâhî, beşerî her şeyde mümkün olduğu kadar
iki Eros’u da nazarı itibara almalı, çünkü o her şeyde mevcuttur. Her ikisi de
mevsimlerin tabiatında tasarruf eder. Evvelce söylediğim anasırdan sıcak soğuk
kuru ve yaş arasında eğer muvafık bir aşk münasebet kurar, mütevazin bir ahenk
ve halita tertip ederse, o vakit insanlar, hayvanlar ve nebatat için mebzul,
bereketli, salim bir sene husule getirir ve onlara hiç bir surette zararı
dokunmaz. Fakat sene mevsimlerinin uzviyeti içinde itidalsiz bir aşk galebe
çaldığı vakit, hemen her şeyi tahrif eder ve yıkar. İşte o vakit vebalar baş
gösterir ve hayvanlarla nebatlar üzerine bir çok musibetler verir, zira donlar,
dolular ve ekin yanmaları unsurların arasındaki intizansız ve müvazenesiz
aşktan husule gelir. Yıldızların harekâtına ve senelerin taksimatına ait olan
aşkların ilmine astronomi namı verilir [[40]] Bundan
başka insanları ilâhlarla münasebette bulunduran fedakâlık veya gayıptan
malûmat vermek meslek ve san’atları geliyor, ki bunların gayesi aşkı muhafaza
ve ıslah etmektir. Bütün imansızlıklar, hareketlerimizde, sağ veya ölmüş
ebeveynimize ve ilâhlara karşı olan vazifelerimizde, mutedil aşkı değil,
intizamsız aşkı izaz ve ona riayet etmemizden ileri gelir. Gayıptan haber
veren san’atın hassası, bu iki aşka nezaret ve ıslah etmek olduğundan bu san’at
insanların arasında intizam tesis ve bu ulûhiyete tazime saik olur insanları ve
ilâhları birleştiren muhabbetin müsebbibi olmuş olur. İşte bu suretle Eros,
müteaddit, büyük ve hülâsa her şeyi ihata eden bir kudrete sahip bulunmaktadır.
Fakat bu, bizde ve ilâhlarda kendi hâkim kudretini hayır ve itidal ile hakimane
tedvir ettiği ve bizi yekdiğerimize yaklaştırıp büyüklükleri bizimkini tecavüz
eden ilâhlarca [[41]]
aziz olmak bahtiyarlığını bize kazandırdığı vakit hasıl olur. Şüphesiz, ben
Eros’un methini çok eksik söyledim. Bu istediğim gibi olmadı. Aristofan, eğer
bir şey unuttumsa, onu telâfi etmek sana düşer. Eğer bu ilâhı benim yaptığımdan
başka bir tarzda methetmek niyetinde isen, hazır hıçkırığın durmuşken, hemen
başlıyabilirsin.
O vakit Aristofan şu
surette mukabele etti.
Aristofan—Evet hıçkırığım
geçti ama, aksırmam durmadı. Doğrusu, vücüdun intizamında ahengi tesis etmek
için aksırmaya ve bunun da kaşınma gibi bir çareciğe lüzum göstermesine çok
şaştım. Bu çareye tevessül edince hıçkırığım durdu [[42]]
Eriksimak — Aziz Aristofan
yaptığına, dikkat et! Sen söz söyliyeceğine şaka ediyorsun. Ciddiyet ve sükûnla
söyleyecekken, hitabendeki gülünç sözleri kontrol etmeye beni mecbur ediyorsun.
Aristofan gülümsiyerek;
Eriksimak, hakkın var. Demin söylediğim sözleri söylenmemiş tut; benim hitabemi
kontrol etme, çünkü söyliyeceğim şeyler içinde benim Müs’ümün zaferi ve âdeti
icabı olarak, gülünecek şeyler değil, gülünç şeyler söylemekten korkuyorum.
Eriksimak beni hem
iğneliyor hem de kaçıp kurtulmak istiyorsun, değil mi? Dikkatli ol ve haklı
çıkmayacağın şey üzerinde yürüme. Maamafih işime gelirse, belki seni rahat
bırakırım.
Aristofan — Eriksimak, ben
senden ve Pozanias’tan daha başka tarzda söylemek niyetindeyim.
Aristofan hitabesine
başladı:
—
«Bana öyle geliyor ki, insanlar şimdiye kadar aşkın
kudretini tamamıyla bilmemişlerdir. Eğer onu farketmiş olsalardı, en güzel
mabetleri en güzel mihrapları bu ilâha yaparlar ve en büyük kurbanları ona
takdim ederlerdi.
Bu ilâh bütün bunlara
şahane bir surette lâyık olduğu halde bu güne kadar şerefine maalesef bu gibi
birşey yapılmamıştır. Hâlbuki o, bütün ilâhların en İnsanîsi, insanların hamisi
ve beşeriyetin, bahtiyarlığın gayesine irtika etmesine mani olan her türlü
derdin şifa verici hekimidir. Ben size Eros’un kudreti mutlalakasını tanıtmaya
çalışacağım, sizde bütün öğrendiklerinizi başkalarına öğretirsiniz. Fakat bunu
yapmadan evvel, size beşerin yaratılışından ve onun uğradığı tebeddüllerden
malûmat vererek söze başlamak lâzım geliyor. Evvelleri beşerin yaradılışı bu
günkü olduğu gibi değildi; pek farklıydı. Beşeriyet evvelce şimdiki gibi, iki
değil üç nev’e taksim olunuyordu. Dişi ve erkek nesillerile bu ikisini cami bir
üçüncü nesil daha vardı ki bu cins şimdi münkariz olmuştur, yalnız ismi hacil
bir nam olarak yaşıyor. Bu cinse o vakit hünsa tesmiye ederlerdi, çünkü onun
manzarası ve ismi hem erkeği hem de kadını hatırlatıyordu, ikinci derecede bu
hünsaların bütün cisimleri görünüşte yuvarlaktı, hem göğüsleri, hem sırtları
müdevverdi, dört elleri, dört bacakları vardı. Bir müstedir boyun üzerinde
birbirine benzeyen iki yüzleri vardı, ve bu iki karşılıklı yüz için birtek baş
vardı, dört kulak, iki tenasül aleti vardı, işte sair şeyleri de buna göre farz
edebilirsiniz [[43]].
Gitmek istedikleri yere, bizim gibi doğru yürürlerdi. Fakat hızlı gitmek
istedikleri vakit sekiz azaları üzerinde taklak atar gibi giderler; seri bir
dairevî hareketle atılırlardı: Bu üç cins adamı ayırt eden sebep, erkek
neslinin evvelce Güneşin oğlu, dişi neslinin Arzın evlâdı olmasından ve bu
ikiden hasıl olan mürekkep neslin de Ayın evladı olmasından ileri geliyordu [[44]].
Çünkü ay, hem güneşle, hem
de arzla iştirak eder.
Bu hünsalar müstedir
şekillerini ve dairevî hareketlerini müvellitlerinden alırlar. Bunlar
harikulâde bir kuvvet ve tesir ve fevkalâde bir cesaretle muttasıftırlar.
Homer’in (Efialtos) ve (Otos) tan bahsederken söylediği gibi, bu hünsalar
ilâhlara taarrüz [[45]]
etmek için semaya çıkmaya teşebbüs ettiler. Zeus ile diğer ilâhlar ne yapacaklarını
istişare ettiler, toplantıları ne netice vereceğini bilmiyorlardı. Bu
insanları, evvelce devler kavmini yıldırımla yok ettikleri gibi, ortadan
kaldırmak, istemiyorlardı. Böyle yapsalardı, insanların kendilerine karşı
ettikleri ibadetler ve verdikleri kurbanlar da aynı surette mahvolmuş
olacaktı. Fakat bir cihetten, böyle bir küstahlığa ehemmiyet vermemezlik te edemezlerdi.
Nihayet epeyce düşündükten sonra, Zeus dedi ki:
«Ben bu adamları yaşatmakla
beraber küstahlıklarına bir nihayet vermenin yolunu buldum. Bu da onları daha
kuvvetsiz ve daha zaif bir hale getirmektir. Bunun için bunları şimdi ikiye
böleceğim. Bu surette her birinin kuvvetini zayıflatmakla beraber, kullarımızın
adedini de ziyadeleştirmiş olacağım. Şimdiden sonra bunlar iki ayak üzerinde
doğru yürüyecekler. Eğer bununla küstahlıklarından vazgeçmez, rahat durmak
istemezlerse, tek ayak üzerinde sekecek surette tekrar ikiye böleceğim.
Bu beyanattan sonra, Zeus
hünsaları tıpkı üvezleri ikiye ayırdıkları gibi, yahut ta yumurtaları bir
saçla ikiye böldükleri gibi, ikiye ayırdı. Sonra eskisinden uslu olmak üzere
yaralarını tedavi ve yüzleri ile yarım boyunlarını kesilen tarafa çevirtmek
için Apollon’a verdi. Apollon, kesilmiş bütün derileri karın denilen uzva doğru
topladı ve ortasından bir torba gibi bağlayıp düğümlediği yerde bir delik
bıraktı ki bu da göbektir. Bundan başka vücuttaki birçok katları ve buruşukları
kunduracıların meşinleri düzeltmek için kullandıkları alete benzer bir aletle
düzelterek göğsü vücuda getirdi. Yalnız eski cezanın daima hatırlanması için
göbekle mide arasında birkaç buruşuk kat bırakmıştır. İşte, bu taksim yapınca,
her yarım, diğer kendi yarısile birleşmek için bir arzu duyardı. Birbirine
tesadüf ettikleri vakit örülecek ve adeta yapışacak surette sarılırlardı,
bunlar öteki yarımları olmayınca hiç bir şey yapmak istemedikleri için
açlıktan ve hareketsizlikten kendilerini böylece ölüme bırakırlardı. Bu iki
yarımdan biri öldüğü vakit, hayatta kalan bir başka bırakılmışı arardı, bu
yarım, isterse bugün bizim kadın dediğimizin yarısı isterse bir erkeğin yarısı
olsun, buna bakmazdı: Bu suretle cinsi beşer sönüyordu. Merhamete gelen Zeus,
yeni bir çareye tevessül etti. Hünsaların o zamana kadar arka taraflarında olan
tenasül uzuvlerini öne koydu Halbuki bunlar tıpkı ağustos böcekleri gibi
toprağa ilkah eder ve yerden doğururlardı.
Zeüs tenasül uzuvlarını öne
getirince, tenasül biribirine ilkah suretile oldu. Bu birleşme sayesinde erkek
kadınla birleştiği vakit çocuk tevellüt ederdi. Fakat eğer erkek erkekle
çiftleşirse bu birleşme bir nefretle neticelenir ve başka bir hayat yaşamak
münasebetlerini keserdi. Bu vakitten beri insanlarda aşk anadan doğma bir
ihtiyaç olmuştu; o bizi evvelki hilkatımıza iade eder; iki mevcuttan bir vücut
yapmaya ve insanın, tab’ını idbarını ve mihnetini telâfiye çalışır. Bizim her
birimiz tamamından ayrılmış bir yarı adamız, tıpkı ikiye kesilmiş bir dil
balığının bir yarısı daima diğer yarısını arayıp durduğu gibi. Hünsa denilen ve
iki cinsli olan vücutlardan husule gelen bu adamlar kadınları ve ayni bütünden
ayrılmış kadınlar da erkekleri severler. Müennes bir cinsten husule gelen
kadınlar ise erkeğe düşmeyip tercihen kadınlara temayül ederler, işte zürefa
kadınlar bu cinstendir. Erkek cinsinden ayrılmış olan erkekler erkekleri
ararlar, daha pek genç iken erkekleri sevmekten, onlarla yatmaktan, onları
kucaklamaktan hoşlanırlar. Bunlar bu itibarla er yaratılmışlardır, gençlerin ve
civanların en cesurlarıdır. Bunları arsızlıkla itham edenler, yalan söylemiş
olurlar. Bunların kendi ayarında olanları sevmeleri arsızlıklarından değil, er
olup erkek cesaretine malik olmalarındandır. Sözümün en büyük isabeti işte: yetişkin
er oldukları vakit devlet umurunu idareye ancak bunların muvaffak olmalarıdır.
Bunlar yetişkin çağa gelince, delikanlıları severler, ve çocuk yapmak için
evlenseler de bunu arzularile değil, kanunun icbarile yaparlardı. İşte bu
adamlar yalnız kendi benzerlerine merbut olmak arzusunda bulunduklarından
oğlanların âşıkı ve maşuku olurlar. Oğlanları sevenlerden biri kendi yarısına
tesadüf edince, ikisi birden yekdiğerine öyle garip bir aşk, bir dostluk ve bir
alâka ile bağlanırlardı ki bir saniye bile ayrılmak istemezlerdi. İşte bütün
hayatlarını birlikte geçiren bu bir ve ayni vücutlar biribirinden ne
istediklerini ne kendileri bilir, ne de başkalarına anlatabilirlerdi. Onları bu
kadar şiddetli bir iştiyakla bu müşterek hayata atan, her halde âşıkane
münasebetlerin zevki olmasa gerektir. Şüphe yok ki, onların ruhu kendilerinin
de tarif edemedikleri ve fakat ancak hissettikleri bir başka şeyi istiyor.
Bunlar yekdiğerinin aguşunda birleştikleri sırada (Hefaistos) [[46]]
san’atına mahsus aletlerle onlara görünüp te: Ey insanlar, hangi arzunuzun
daimî tahakkukunu istiyorsunuz? dese ve bunların cevap vermekte
tereddütlerini gördüğü vakit, gene sormakta devam ederek ikinizin de
istediğiniz; gece, gündüz biribirinizden ayrılmamak mı? Eğer arzunuz bu ise,
ikiniz bir vücut olacak ve hayatınızı tek bir vücut olarak geçireceksiniz,
öldükten sonra da Hades’te tek bir vücut olarak bulunacak surette sizi biri
birinize kaynatayım. Söyleyiniz, arzunuz bu mu ve bu temenninin husulü sizin
saadetiniz için yeter mi? dese Hefaiston’un bu söylediklerine karşı, hiç şüphe
yok başka bir arzuları olduğundan bahsetmeyecekler ve maşukalarile bir vücut
olarak kaynamayı isteyeceklerdir. İşte bu ihtiyaç evvelce hilkatimizin bir
olduğu ve o vakit her birinizin tam bir bütün teşkil ettiğimizden ileri
geliyor. Bugün, eski birliğin arzu ve iştiyakına, aşk namını veriyoruz.
Evvelce, söylediğim gibi, biz bir vücut idik; işlediğimiz günahtan dolayı,
(Arkadien) lerin (Lakedemonien) 1er tarafından iki parçaya bölündüğü gibi biz de
Zeus tarafından ikiye ayrıldık. Binaenaleyh ilâhları gücendirirsek bir kere
daha ikiye bölünmek tehlikesi mevcut olmakla beraber, mezar taşlarındaki
kabartmalar gibi testereyle ikiye ayrılmış burunlu şekiller gibi gezip yürümeye
mahkûm olmamız korkusu da vardır. Bütün insanlar, yeni bir cezadan kurtulmak ve
Eros’un sayesinde eski vahdetimizi bulmak için birbirimizi ilâhlara karşı
hürmete teşvik etmeliyiz. Hiçbir kimse Eros’un zıddına gitmemelidir, diğer
ilâhların nefretini kazanmak, Eros’a karşı muharib olmak demektir. Binaenaleyh
bu ilâhın dostu ve itaatli kulları olursak şimdiki halde az kimseye nail olan
saadeti maşuklarımızda bulmuş oluruz.
Eriksimak, burada
Pozaniasla Agaton’u kastettiğini zannederek sözlerimle eğlenmesin. Şüphesiz
bunlar da kendi nısıflarına tesadüf etmişlerdir ve erkek cinsindendirler. Fakat
ben şu noktada ısrar ediyorum ki, biz erkekler ve kadınlar bütün beşer cinsi
hepimiz aşkımızı tekemmül ettirir ve kendimizi aslımıza kavuşturacak maşuku
bulabilirsek mes’ut oluruz. Aslımıza rücu etmek nasıl en mükemmel bir hal ise,
bizi buna en ziyade yaklaştıran da elbet mevcut şeylerin en mükemmeli olmak
lâzım gelir. Binaenaleyh bu tekemmül bizim ruhumuzu anlayan maşuku bulmakla
kazanılır. Bize bütün bu hayırları bahşeden ilâha sitayiş ve şükranda bulunmak
istersek bu ancak aşk İlâhi Eros’a karşı olmalıdır, çünkü o bize kendimize has
olan şeyde rehberlik ediyor, sade bize bu hayatta büyük yardımlarda bulunmuş
olmakla kalmıyor ilâhlara karşı mecbur olduğumuz hürmeti muhafaza ettiğimiz takdirde
istikbalde de bizi aslımıza kavuşturarak felâketlerimizi tedavi ve bize
saadet, bahtiyarlık ihsan ediyor.
İşte Eriksimak, Eros’a dair
seninkilerden başka söyleyeceğim sözler bunlardır. Yalnız istihza etmemeni
tekrar rica ederim, bu hususta başkalarını da, bahusus bizden sonra söylemeye
hazır olan Agaton ile Sokrat’ın hitabelerini de dinlemeliyiz.
Eriksimak dedi ki:
Arzularına muvafakat ediyorum, çünkü hitaben beni o kadar mahzuz etti ki eğer
Sokrat’la Agaton’un aşka ait her şey hakkında ve harikulâde olduklarını
bilmeseydim, bu kadar bol ve mütenevvi sözlere onların bir şey ilâve
edemeyeceklerinden korkardım. Binaenaleyh kendilerinden de bu hususta söz
beklerim.
Sokrat Eriksimak’a hitaben:
— Kendi hissene düşeni çok güzel yaptın, fakat şimdi sen benim yerimde olaydın
ve bahusus Agaton söz söyledikten sonra benim mevkiimde bulunaydın tıpkı benim
gibi endişe ve sıkıntı içinde kalırdın.
Agaton — Beni büyülemek
istiyorsun. Sokrat! Bana güzel şeyler söyleyecekmişim gibi burada hazır
bulunanların beni büyük bir sabırsızlıkla beklediği zannını vererek şaşırtmak
istiyorsun.
Sokrat Agaton, bunu yapmak
için, senin komediyenlerinle birlikte vekar ve cesaretle çıkıp şiirlerini
dinlemek için gelen büyük bir halk kütlesi önünde pervasızca gösterdiğin
cesareti unutmam lâzım gelir. Hakikaten bizim gibi bir kaç dinleyici karşısında
şaşıracağını düşünmek için pek unutkan olmalıyım.
Agaton — Ne diyorsun
Sokrat, şuursuz bir halk kütlesinden akıllı bir kaç kimsenin daha korkulu olduğunu
unutacak kadar, tiyatronun aklımı başımdan aldığını mı farz ediyorsun ?
Sokrat — Agaton, seni bu
kadar adî bilseydim, şüphesiz haksızlık etmiş olurdum. Sen kendince akıllı
bulduğun kimselere tesadüf ettiğin vakit onların hükümlerine avamın
hükümlerinden daha fazla ehemmiyet vereceğini pekâlâ bilenlerdenim. Fakat
belki biz o akıllılardan değiliz, çünkü biz de tiyatroda ve halkın içinde idik.
Maamafih başka akıllıların refakatinde bulunmuş olsaydım, onların önünde fena
hareket etmekten şüphesiz utanırdım, değil mi ? Buna ne dersin ?
—
Doğru söylüyorsun.
—
Ya halkın önünde fena hareket ettiğini düşündüğün
vakit, hiç utanmaz mıydın? Bu sözler üzerine, Fedr söze karışarak:
Aziz Agaton, sen sokrat’a
cevap vermeye kalkışacak olursan, bu sözlerin mevzuumuzla hiç alâkası
kalmayacak. O, söyleyecek bir kimse buldu mu ve bahusus bu muhatap güzel de
oldu mu memnun olur. Ben şüphesiz Sokrat’ın sözünü zevkle dinlerim! fakat şu
saatta Eros'un methiyesinin tamamlanması için ısrar etmeliyim ve bu hususta ker
kesin ayrı ayrı söylicekleri hitabelere ehemmiyet vermeliyim. Bu ilâh hakkında
söylenecek şeyler söylendikten sonra gene siz mübahesenize başlarsınız.
Agaton — Fedr, bizi haklı
olarak protesto ediyorsun, mademki Sokrat’la mübahase etmek fırsatını ileriye
bırakıyoruz, o halde şimdi beni söylemekten menedecek hiç bir sebep kalmadı,
demektir.
Agaton hitabesine şu
surette başlıyor :
—
Asıl söze geçmeden evel, evvelâ methiyenin planını
arzedeceğim:
Bana öyle geliyor ki,
benden evvel söz alanlar Eros’un methile az alâkadar olup, yalnız ilâhın
lutfuna mazhar olan kimselerin saadetini sitayiş ettiler. Aramızda hiç biri
hakikaten bu kadar hayırların sahibini lâyık olduğu gibi göstermedi. Halbuki
her ne olursa olsun bir şeyi methetmenin hakikî usulü evvvelâ methedilmek
istenilen şeyin bizzat kendisinin nasıl olduğunu tarif, sonra husule getirdiği
neticeler arzetmektir. Bunun için Eros’u lâyık olduğu gibi methüsenada bulunmak
için evvelâ doğrudan doğruya kendinden, sonra lûtuflarından bahsetmemiz lâzım
gelir. Binaenaleyh ben Eros'un lütuf kâr ilâhlar içinde en mes’udu en âlâsı ve
en güzeli olduğunu itiraf ederim. Evet Fedr, o, ilâhların en güzelidir, çünkü
evvela ilâhların en gencidir. Sözlerinin en emin şahidi gene kendisidir, çünkü
o, çabuk gelmekte olan ihtiyarlıktan koşarak kaçar. Eros tâb’an ondan nefret
eder, ve ona yaklaşmaz, hatta pek uzaktan bile. Buna mukabil o daima gençlerle
bulunur ve onlardan hoşlanır. Bakın şu söz ne kadar doğrudur: Her cins kendi
cinsine meyleder [[47]].
Birçok noktalarda ben Fedrle birleşiyorum. Fakat Eros’un Kronos ve Japet’ten
daha eski olduğunu söyleyince bunu kabul etmiyorum. Bilâkis onun ilâhların en
genci olmasında ve daima genç kalmasında ısrar ediyorum. Parmenid ve Heziod’un
nakline göre, ilâhların eski mücadelesi Eros’tan değil kaderden [[48]]
zuhur etmiştir. Eğer Eros o vakit diğer ilâhlar arasında olsaydı o vakit ne
hadımlık, ne birbirini parçalayıp eklemek ve ne de daha birçok feci şeyler
olmaz, onların üzerinde aşk hükümran olduğu gündenberi bugünkü gibi dostluk ve
sulh onları birleştirirdi. Binaenaleyh Eros’un genç olduğu ve gençliği hasebile
de nazik olduğu mukakaktır. Bu ilâhın nihayetsiz nezaketini anlatmak için
Homer gibi bir şair olmalıdır. Homer (Ate) hakkında der ki: O, nazik bir
ilâhdı, ayakları narindi, asla yere basmaz, insanların başları üzerinde
yürürdü.
Homer, (Ate) nin sert
şeyler üzerinde yürümeyip yumuşak şeyler üzerinde yürüdüğünü söylemekle, onun
narinliğine, letafetine güzel bir şehadette bulunmuş oluyor. Eros’un da lâtif
olduğunu ben burada buna mümasil bir delil ile göstereceğim. O ne yerde ve ne
de tepemizde yürümez, çünkü bunlar onun için pek yumuşak bir yer değildir. O,
kâinatın en yumuşak şeyinde yürür ve mesken tutar. Binaenaleyh o, makarrını
insanların ve ilâhların ruhlarında ve kalplerinde kurar. Fakat her ruhta
değil; o, tesadüf ettiği katı yüreklerden kaçar ve ancak yumuşak kalplerde yer
tutar[[49]].
Mademki onun ayakları ve bütün şahsı en nazik olan şeyler içinde en lâtif olan
şeye temayül ediyor, o halde Eros’ın nihayetsiz bir letafette olması
muhakkaktır. Bu ilâhın vücudu gençlerin en genci, yumuşakların en yumuşağı
olmakla beraber, esir ve su gibi seyyaldir. Eğer vücudu sulp olaydı, herşeyin
arasından kayabilir ve gizlice ruhlara girip gene çıkabilir miydi? Endamının
mütenasip olması, onun şekil ve suretinin seyyal olmasına ve daimî bir ahenkte
bulunmasına büyük bir delildir. Tenasüpsüzlükle aşk arasında itilâf yoktur. Bu
ilâhın çiçekler arasında geçirdiği hayat ta, kendi renginin güzelliğine delâlet
eder. O çiçek açmamış yahut çiçeğini dökmüş bir vücuda, bir ruha yahut bir
şeye gitmez. O, ancak herşeyin çiçek açtığı ve kokular saçtığı yerde yerleşir
kalır.
Filvaki söyleyeceklerimi
bitirmedim, fakat bu ilâhın tabiî güzelliğini oldukça gösterdim. Şimdi biraz
da onun faziletinden bahsedeyim.
Eros’un en büyük şanı ve
meziyeti ilâhlara ve insanlara zarar vermemesi ve mütekabilen insanların ve
ilâhların kendisine zarar eriştirmeyecek kabiliyette olmasıdır. Eğer muztarib
olsa, her halde cebir ve tazyikten değildir; çünkü cebir ve tazyikin aşkla
alâkası yoktur. Hareketinde daima serbesttir. Mademki Eros’a riza ve itaatle
yaranılıyor, beldelerin kralları olan kanunlar da bunun için kendiliğinden rıza
vermenin doğru olduğunu ilân ediyor. Bu ilâh sade adalete sahip olmakla
kalmayıp aynı zamanda itidali de muhafaza eder. İtidal, ihtirasa ve zevklere galip
gelen kudrettir. Sevmekten büyün bir zevk yoktur Eğer zevk ve ihtiraslar
tecavüz edilirse, Eros onlara hâkim olmakla tam bir itidal gösterir. Kuvvetine
gelince, buna (Ares) bile mukavemet edemez. Eros’a sahip olan Ares değildir;
denildiği gibi Afrodit için şiddetli ilham vererek Ares’e tasarruf eden
Erostır. Binaenaleyh temellük eden temellük edilenden daha kadirdir, tecavüz
eden kudretin en kuvvetli kuvvet olması lâzım gelir. İlâhın adalet, itidal ve
kuvveti hakkında bu kadar söyledikten sonra, şimdi de onun hikmetini izaha ve
bu noktayı mümkün olduğu kadar eksik bırakmamaya gayret etmem lâzımdır.
Eriksimak’ın yaptığı gibi ben de kendi san’atımı tebcil etmiş olmak için
diyeceğim ki, bu ilâh herkese şair olmak kabiliyetini verebilecek surette hakîm
bir şairdir. Bir kimse evvelce (Meusler) e yabancı da olsa Eros o kimseye temas
etmekle hemen onu Muslerin hizmetkârı yapıverir. Bu bize Eros’un musikinin
hâlikı olduğunu isbata yetmez mi? Çünkü kendinde olmayan bir şeyi vermiye,
kendinin bilmediğini öğretmiye kimsenin kadir olmayacağı âşıkârdır. Sonra da,
bütün canlı varlıkların hilkati onun hikmetinden olduğunu ve her canlının bu
hikmet sayesinde husule gelip inkişaf ettiğini kim inkâr edebilir? San’atkârlar
arasında da böyle değil mi? Bu ilâhın talim ettiği sanatkârların meşhur ve
parlak olduğunu, onun talim etmediğinin ise daima gölgede kaldığını görmiyor
muyuz? Apollon’a da ok atma, gayipten haber verme ve tababet san’atlarını ancak
zevk ve aşk keşfettirmiştir. Apollon bu hususta Eros’un şakirdidir. (Muse) lere
musikiyi, (Hefaestos) a demirciliği, (Atenie) e dokuma san’atını, (zeus) e insanları
ve ilâhları idare etmek san’atını öğreten de Erostur. Demek oluyor ki ilâhların
eserleri Eros’un eseridir ki bu da hüsünden ibarettir. Çünkü aşk çirkinlikte bulunmaz.
Evvelce de dediğimiz gibi,
ilâhlar onun velâdetinden evvel kaza ve kaderin hükmü altında iken, çok ve
şiddetli bir surette iztırab çekiyorlardı. Fakat Eros zuhur eder etmez güzellik
aşkından insanların ve ilâhların mazhar oldukları bütün hayırlar da beraber
doğdu.
İşte Fedr, bu sebeple Eros
bence kendi aslında mevcutların en güzeli ve en âlâsı, bütün varlıklardaki
faziletlerin, güzelliklerin en büyük sebebidir. Aşkı tebcil eden bir kaç mısra
hatırına geldi:
«Aşkdır İnsanlara sulh,
rüzgârlara denizlere sükün veren, bütün kederleri tatmin eden onlara daim rahat
veren!» Aşk İnsanlar arasında dostluk vücuda getirip ruhumuza yük olan
hallerden bizi kurtaran hilm ve mülâyemete yol açarak sertlikleri, vahşetleri
koğan ve uzaklaştıran bir ilâhtır. İyiliği sever, huşuneti istemez cömert ve
halimdir, hâkimlerin ve ilâhların hayretini mucip olur. Ona malik olmayanların
emeli, malik olanların da hazinesidir. İnsandaki bütün sehavetlerin
iştiyakların, ihtirasların şuhlukların babası, iyilerin gözcüsü, fenaların
kaçıcısıdır. Mesaimizde rehberimiz, korkularımızda istinatgâhımız; kederlerimizde
en şahane kurtarıcımız ve ilticagâhımızdır. O, bütün insanlar ve ilâhlar
arasındaki nizamdır, her fanı onun insanları ve ilâhları meftun eden fusunkâr
bestelerini terennüm etmelidir. İşte ey Fedr, bu ilâha ithaf ettiğim medhiyede
bazan hafif bazan da ciddi olmaya gayret ettim.
Agaton sözünü bitirir
bitirmez, gerek kendine gerek ilâhın şanına lâyık bir surette söz söylediği
için bütün oradakiler delikanlıyı alkışladılar. O vakit Sokrat Eriksimak’ ın
üzerine gözlerini dikerek şu sözleri söyledi:
Sokrat — Ey (Akumenos)un
oğlu! Nasıl ben korkulmuyacak şey için mi korkmuşum ve Agaton’un beni müşkül
mevkie düşürecek bir nutuk söyleyeceğini evvelden keşfetmemiş miyim?
Eriksimak — Sen Agaton’un
güzel bir hitabe söyleyeceğini ihbar etmekle hakikaten güzel bir keşf ve
keramette bulundun, maamafih senin bu yüzden müşkül mevkie düşeceğini aklıma
bile getirmem.
Sokrat — Ey aziz dost, bu
kadar güzel ve zengin kelimelerle ifade edilen bu methiyeden sonra söz
söyliyecek insan nasıl müşkül mevkie düşmez? Bu benim için de, başkası içinde
böyledir! Her parça ayrı ayrı hayrete lâyık! Hele nihayeti dehşete düşmeden
dinlenemeyecek surette güzel sözler ve cümlelerle söylendi. Ben buna yakın bir
tarzda bile söyleyemeyeceğime o kadar eminim ki, eğer bir çaresini bulsam
utancımdan hemen kaçar giderdim. Agaton’un sözü bana Gorgias’ın, sözünü
hatırlattı, kendimi Homer’deki adamın uğradığı dehşete uğramış zannettim.
Agaton hitabesini bitirirken, dehşetli hatip (Gorgias) ın kellesini başımın
üzerine uzatacak ta beni donduracak, taş edecek diye korktum. Bununla beraber,
mevzuun esasını ve her hangi bir şeyi nasıl methetmek lâzım geldiğini
bilmediğim halde Eros’un methinde size iştirak edeceğimi vadetmekle ne kadar
gülünç olduğunu düşündüm. Safiyetimden, methiye söylemek istiyen kimsenin ancak
doğru olabilecek bir şeyi sena etmesi lâzım geldiğini zannetmiştim. Esasın bu
olduğunu ve sonra da bu hakikatlardan en güzellerini seçerek en muvafık bir
surette tertip ve tanzim etmek kaldığını düşünüyordum. İşte yalnız hakikati
bildiğim için, güzel söyleyeceğimden ziyadesile emindim. Fakat anlaşıldığına
göre iyi bir hitabeden beklenen bu umumî tarz değilmiş, bilâkis hakikatte iyi
olsun, olmasın bunu araştırmadan yalan da olsa sena edilecek şeye en güzel ve
en iyi vasıfları atfetmek lâzım geliyormuş. Evvelden Eros’u methetmeyi
beynimizde kararlaştırmıştık, fakat buna davetlilerimizden hiçbiri cesaret
edememişti. İşte bunun İçin, sizin bütün methiyeleriniz her türlü tekâmülü
Eros’a atfederek onu en büyük şeylerin müsebbibi olarak ilân etmiye, ve
basiret ehlinin değil, cahillerin gözleri önünde mevcudatın en âlâsı ve en
güzeli olarak göstermeye matuf olduğunu hissediyorum. Bu methü sena tarzı
şahane ve pek güzel; fakat aşkın methüsenasını yapacağımı vadettiğim vakit ben
bunu asla bilmiyordum. O halde bu vaitte bulunan kalbim değil, dilim oldu. Beni
mazur görünüz, çünkü böyle bir methiyeyi söyliyecek vaziyette değilim,
yapamayacağım. Maamafih eğer razı olursanız sizinle belagat mücadelesine
kalkışmak gibi gülünç bir şey yapmadan, size hakikî şeyler hakkında kendi
usulümle söz söyliyeyim. Bakalım Fedr, ben Eros hakkında kelimeleri ve
ıstılahları istediğim yerde kullanacağım yalnız hakikati ihtiva edecek bu
hitabeyi hoş görecek misin? Fedr ve öteki davetliler istedikleri gibi
söylemekte serbest olduğunu Sokrat’a söylediler. Sokrat sözü tekrar olarak
dedi ki;
—
Öyle ise Fedr, onunla mutabık kalmak ve onun bana
tekit edeceği şey üzerinde söz söylemek için Agaton’u bazı noktalarda isticvap
emekliğime bana müsaade ediniz.
Fedr — Müsaade ediyorum,
sor.
Bunun üzerine sokrat
hitabesine şu suretle başladı:
—
Aziz Agaton, evvelâ Eros'un esasen kim ve nasıl
olduğunu söyledikten sonra, eserlerini meydana koymak lâzım geldigini ifade etmekle
hitabeni iyi tertib etmişe benziyorsun. Ben bu başlayışı kat’î surette
beğeniyorum. Pekâlâ! Mademki sen Eros’un varlığından ve eserlerinden nekadar
güzel ve yüksek bir şekilde bahsettin, bunuda bana söyle ki: «Eros
kendiliğinden bir şeyin aşkı mıdır yoksa değil midir?» Bunu demekle sana
Eros’un bir baba veya ana için duyulan aşk olup olmadığını sormuyorum, çünkü bu
halde mesele pek gülünç olmuş olurdu. Fakat farzet ki ben sana: «Bir baba bir
kimsenin babasımıdır, değilmidir diye sorsam, bana cevab olarak bir baba demek,
bir oğlanın veva bir kızın babası demektir, demiyecek miydin? Bu sözü kabul
ediyorsun değil mi ?
Agaton — Tabiî.
—
Ayni şey bir ana hakkında da böyle değil midir?
—
Öyledir.
—
İstediğimi iyice anlayabilmen için seni biraz
uzunca isticvap etmeme katlan. Eğer ben sana: «Bir kardeş, kardeş oldukça
birinin kardeşi midir, değil midir desem ne dersin?
—
Kardeşidir, derim.
—
O, bir kardeşin veya hemşirenin kardeşi değil midir
?
—
Öyle ya, ya birinin ya ötekinin kardeşidir.
—
Öyle ise Eros hiç bir şeyin aşkı mıdır yoksa yalnız
bir şeyin aşkı mıdır, onu bana söylemeye çalış.
—
Tabiî bir şeyin aşkıdır.
—
Öyle ise Eros’un bir şeyin aşkı olduğunu hatırında
tut [[50]]
Fakat buna da cevap ver ki Eros sevdiği şeyi ister mi, yoksa istemez mi ?
—
Muhakkak ister.
—
Öyle ise o, istediği ve sevdiği şeye malik midir,
yoksa istediğine malik olmadan mı onu ister ve sever?
—
Hiç şüphe yok ki istediğine malik değildir.
—
Hiç şüphe yok! İstenen şey muhtaç olunan şeydir,
muhtaç olunmayan şeyin de istenmeyeceği hiç Şüphesizdir. Agaton, bu neticeler
bana kat’iyen zarurî görünüyor, sen ne dersin?
—
Bana da zarurî görünüyor.
—
Çok iyi söyledin. Büyük olan büyük olmak, kuvvetli
olan, kuvvetli olmak istemez.
—
Elbette öyle.
—
Demek ki insanın malik olmakta olduğu şey
kendisinden ayrılmaz.
—
Doğru söylüyorsun,
Eğer kuvvetli kimse
kuvvetli olmak, çevik adam çevik olmak, sağlam bir kimse de sihhatte olmak
isterse ve bir kimse bu gibi şeylere malik olan insanların malik oldukları
şeyleri gene isteyebileceklerini zannederse, seni her türlü hatadan kurtarmak
için ısrar ederim. Ey Agaton, eğer sen bu evsafa halihazırda malik olanların
gerek isteyerek, gerek istemeyerek muhtaç olduklarına malik olduklarını
düşünürsen, ihtiyacı olmayan şeyi kim arzu eder; söyle de görelim. [[51]]
Bir kimse çıkıp ta bize: «Ben sağlamım ve sağlam olmak isterim; ben zenginim ve
zengin olmak isterim, yani halihazırda malik olduğum şeyi isterim.» dese, biz
ona: Sen zenginliği, sıhhat ve kuvveti arzu ediyorsun, halbuki bunlara sen
şimdiki halde maliksin anlaşılan bunları istikbal için istiyorsun, senin
halihazırda malik olduğun şeyi istiyorum, demen, bunları istikbal için istemek
değil midir?
Agaton cevap olarak: — Evet
öyle dedi.
—
Pekâlâ, sevmek demek, malik olunmayan bir şeyi
istemek değil midir? Elbette halihazırda malik olunan şeyi istikbal için
istemek değildir?
—
Muhakkak.
—
Demek herkes kendinin olmayan ve temellük etmediği
şeyi arzu ediyor. Bizde arzu ve aşk yaratan kendimizin olmayan, yani bizde
eksik olan şey değil midir ?
—
Tabiî.
—
Cesaret! Şu tastik ettiğimiz şey de duralım:
Evvelâ: «Eros bir şeyin aşkı mıdır» «İkincisi: kendisinde olmayan bir şeyin mi
aşkıdır?» Sen şimdi Eros’un neyin aşkı olduğunu hatırla. İstersen ben senin
hatırına getireyim, sen hitabende, güzellik aşkının ilâhlar arasında sulhu
sükûnu tesis ettiğini ve çirkine karşı aşkın mevcut olmadığını söylememiş
miydin ?
—
Evet, bunları söylemiştim.
—
Pek güzel söylemiştin, dostum. Fakat böyle olunca,
demek oluyor ki, Eros güzelliğin aşkjjdır, çirkinliğin değil.
—
kabul ederim.
—
Binaenaleyh, biz demin sevmenin, insanın malik
olmadığı ne ihtiyacı olduğu şeyi arzu etmesi olduğunu kabul etmemiş miydik.
—
Evet, öyle.
—
Demek oluyor ki, Eros güzelliğe malik değildir ye
onda güzellik yoktur.
—
Evet öyle.
—
Ne demek! Sen güzelliği olmayan kimseye güzel mi
diyorsun 1
—
Asla.
—
Öyle olunca, Eros’un, güzel olmadığını tastik
ediyor musun.
—
Demin söylediklerimden hiç birşev anlamamış
olduğundan korkuyorum, Sokrat!
—
Maamafih iyi de söylüyordun, Agaton! Fakat şu suale
de cevap ver, iyi mefhumu sence güzel mi demektir ?
—
Evet.
—
Mademki Erosta güzellik yoktur, güzellik iyi
olunca, o halde onda iyilikte yoktur.
—
Sana itiraz edecek halde olmadığımı gürüyorum,.
Sokrat, nasıl diyorsan öyle olsun!
—
Aziz Agaton’um, doğrusu senin itiraz edemeyeceğin
şey, yalnız, hakikattir, yoksa Sokrat’a itiraz etmek hiç te güç değildir. Fakat
artık seni bırakıyor ve (Mantine) nin zevcesi (Diotine)in Eros hakkında bana
bir gün söylediği hitabeye geliyorum. Bu kadın aşkta ve daha birçok şeylerde
âlimdi. Vaktile vebanın zail olması için Atinalılara kurbanlar[[52]]
kesmelerini emredip, kendisi ilâhlara müracaat ederek bu musibetin on sene
için izalesine muvaffak olan bu kadındır. Aşk hakkında bütün bildiklerimi de
ben ona medyunum
Agaton’la birlikte kabul
ettiğimiz esaslara binaen Diotim’in bana söylediği hitabeyi muktedir olduğum
kadar size tekrarlamak cesaretinde bulunacağım. Agaton, senin metodunu takip
etmek için evvelâ Eros’un kim ve nasıl olduğundan, sonra da eserlerinden bahsedeceğim.
Fakat bana öyle gelivor ki söylediğini, o yabancı kadın gibi mubahasayı nasıl
devam ettirdiğni size söylemek bana daha kolay ve muvafık olur. Ben Diodim’e
Agaton’un demin bana söylediği sözlerin hemen aynını söylemiştim; yani ben
Eros’un çok büyük ve güzelliğin aşkı olan bir ilâh olduğunu iddia etmiştim ve
bu kadın da Eros’un benim sözlerime nazaran ne güzel ve ne de iyi olmadığını
isbat için, benin Agaton’a ettiğim ayni itirazları bana etmişti. Onunla beynimiz
de şu muhavere geçti:
—
Diotim, öyle ise sen ne diyorsun? Eros fena ve
çirkin midir?
—
Şözlerini güzel tarzda söyle! güzel olmayanın
mutlak çirkin olduğunu mu zannediyorsun ?
—
Asla!
—
Alim olmayan bir kimsenin tamamile cahil olması mı
lâzım gelir? İlimle cehaletin arasında bir vasat olduğunu sezmedin mi?
Bu vasat nedir?
Bir kimse makul bir fikir
sahibi olsa da onu izah edemese şüphesiz bu adama âlim denmez; çünkü delillere
istinat etmeyen ilim manasız birşey olmuş olur.. Fakat o adam tamamile cahilde
değildir, çünkü haki' katı bilmek cehalet değildir. Demek oluyor ki, makul
fikir ilimle cehaletin arasında bulunuyor.
—
Doğru söylüyorsun.
—
Öyle ise sakın güzel olmayan birşeyin çirkin, iyi
olmayan her şeyin de mutlak fena olması lâzım geldiğini kabul etme. Her ne
kadar sen bana Eros’un ne güzel ve nede iyi olmadığını söyledinse de, onu fena
ve bundan dolayıda çirkin olmasını zannedecek kadar ileri gitme; onun belki bu
iki zıddın ortası olduğunu düşün.
—
Maamafih herkes, Eros’un muazzam bir ilâh olduğunu
söylemekte müttefiktir.
—
Herkesten maksadın, bilenler mi, bilmivenler
mi ?
—
Tabiî herkesi murat ediyorum,
Diotim (gülümseyerek) Onun
bir ilâh bile olmadığını temin edenler nasıl olur da onun muazzam bir ilâh
olduğunu kabul eder ?
—
Onlar da kim ?
—
Kadın cevaben: Onlardan biri sen, biri de ben;
dedi.
—
Bunu nasıl isbat edersin ?
—
Kolay bütün ilâhların mes’ut ve güzel olduklarımı
sen söylemiyor muydun? Yoksa şimdi onların içinde biri mesut ve güzel değildir,
demek cesaretinde mi bulunacaksın ?
—
Zeus’e yemin ederim ki, hayır!
—
Senin mes’ut dediğin güzel ve iyi olan kimseler
midir ?
-
Şüphe mi var?
—
Fakat sen bana: Eros’un iyi ve güzel şeyleri arzu
ettiğini ve arzunun da bir ihtiyaç olduğunu söylemiştin.
—
Evet öyle demiştim.
—
O halde kendinde güzellik ve iyilik olmayan nasıl
ilâh olabilir, söylesene!
—
Bunun hiç bir suretle olamayacağı, âşikâr.
—Eros’un ilâh olmadığını,
sen de söylüyorsun değil mi?
—
Öyle ise Eros ilâh değilse, nedir o, da bir fani
midir?
—
Asla.
—
Nedir, öyle ise?
Söylediğim veçhile fanı ile bakî arasındadır,
—
Fakat, rica ederim Diotim, nihayet o ne ise söyle.
Bu büyük bir jenidir [[53]] Sokrat,
çünkü her jeni ilâhla beşer arasındadır.
—
Pek âlâ bu jenilerin vazifeleri nedir?
—
İnsanlardan ilâhlara ve ilâhlardan insanlara haber
getirip götürücüdürler, ilâhlara insanların dualarını ve ibadetlerini arz,
insanlara da ilâhların emir ve lütuflarını iletirler. Jeniler insanı Allahtan
ayıran arayı doldurarak kâinatı Allaha ulaştırır. Bütün gaybı bilme ilmi,
rühbanî ibadet, sihir ve büyü ile teshir etmek san’atı bunlardan sudur eder.
Allah insanlarla uykuda ve uyanıklıkta bu jeniler vasıtasile münasebet peyda
eder. Bütün bu şeylerde âlim olan bir adam Allah’ın vahiy ve ilhamına
mazhardır; başka şeylerde yani bazı san at ve hünerlerde muktedir olanlar ise,
ancak bir işçidir. Bu Jeniler çoktur ve muhtelif nevileri vardır. İşte Eros’ta
bunlardan biridir.
—
Bunların babaları ve anaları kimlerdir?
—
Bunları sana nakletmek uzun olur, maamafih buna
gayret edeceğim.
Afrodit doğduğu vakit,
ilâhlar (Metis) in oğlu (Poros) un huzurile bir ziyafet tertip etmişlerdi.
Yemeği bitirdikleri vakit (Penia) bu şenliğe karışmaya gelir ve kapının
etrafında dolaşır. Poros [[54]],
o vakit şarap almadığı için, abıhayattan mest olarak, Zeus'in bahçelerinden
çıkar ve mestliğin verdiği ağırlıkla uykuya dalar, (Penia) o vakit fakru
ihtiyacının sevkile (Poros)’tan bir çocuk edinmeyi düşünür. Derhal onun koynuna
uzanır ve Eros’a gebe kalır.
Eros, Afrodit’in doğduğu
günde ilkah olunmuştur. O, tab’en her güzeli sever; Afrodit ise güzel olduğundan
Eros’un hem hizmetkârı hem de refikası olmuştur. Eros hem servetin hem
fakruihtiyacın çocuğu olduğundan kendisinde her ikisinin de mukadderatı
mevcuttur. O, evvelâ fakirdir, bundan dolayı çok kimselerin düşündükleri gibi,
onun nazik ve güzel olması mümkün değildir, bilâkis sert ve pistir: yalın ayak
dolaşır, bir ocağı yoktur, çıplak toprakta yataksız yatar, açık havada
kapuların eşiğinde yahut topraklarda uyur Hülâsa o, daimî bir fakru ihtiyaç
içinde yaşamayı anasından tevarüs etmiştir. Babasının tabiatı cihetile ise. o
daima iyi ve güzelin peşindedir, cessurdur, kuvvetlidir, avcılığı hayret
edilecek derecededir, girgindir, gayet keskin görür, bütün hayatında felsefeye
uyğun hareket eder, fevkalâde füsunkârdır, büyücüdür ve sofisttir. O bizatihi
ne fenadır ne de lâyemuttur. Ayni günde bollukta olduğu vakit, tezehhür eder,
yaşar, memnun olduğu vakit ölür fakat kanında babası olduğu için tekrar doğar.
Bugün kazandığını yarın gaybeder, bunun için o, ne zengin ne de fakir olabilir.
O, hikmetle cehalet arasında bir şeydir. İlâhlardan hiç biri ne ilmi arzu eder
ne de filosofluğu, ilim ve hikmet kendi sıfatları olduğundan filosof olanın
filosof olmaya ihtiyacı olmayacağı aşikârdır. Cahiller hakkında da aynı şey
varittir, onlardan biri de ne hakîm ve ne de filsof olmak istemez, çünkü
cehalet bunların güzel, iyi ve şuurlu olmayan şeylerin beyinlerinde güzel, iyi
ve şuurlu olduğu kanaatında bulunmak gibi muvafık olmayan halleri vardır.
Bundan dolayı bunların hiç biri kendilerinde olmayan bir şeye malik olmak arzu
etmezler.
—
Öyle ise, Diotim mademki filosofluğu ne cahiller,
ve ne de hakimler istemiyorlar o halde bunu istiyenler kimlerdir.
—
Bunu isteyenlerin ikisinin arasında olanlar olduğunu
bir çocuk da bilir. Eros’ta bunların meyanındadır. Hikmet en güzel
şeylerden biridir. Eros’ta her iyi olanın aşıkı olmak hasebile hikmetin aşıkı
olur. Kendisi cahillerle, hakimlerin beyninde olduğu için de ortada bulunuyor.
Bunun da böyle olması doğumu icabatındandır; çünkü babası hakîm ve zengin,
anası da ümmî ve muhtaçtır. İşte aziz Sokrat’ın bu Jeninin [[55]]
hilkat ve tabiatı budur. Senin Eros hakkındaki fikrine gelince bunda
anlaşılmayacak bir şey yoktur, senin sözlerinden anladığıma göre sen Eros’u
seven değil sevilen kimse zannediyordun, işte onun sana tamamile güzel
görünmesinin de bu sebepten ileri geldiğini zannediyorum. Hakikatta sevilen
bir şey hakikî
güzellik, tekâmül, ve büyük
hayır ve parlaklık, u Seven ise demin gösterdiğim gibi başka bir şeydir.
—
Dediğin gibi olsun, yabancı, sen çok iyi muhakeme
ediyorsun. Fakat, Eros senin izah ettiğin gibi ise, o halde bunun
insanlara ne faydası vardır?
—
İşte sana öğretmeye çalışacağım şey de budur. Biz
bu jeninin hakkını ve evsafını tanıyoruz, ne olduğuna gelince senin dediğin
gibi güzel şeylerin aşkı olduğunu biliyoruz. Maamafih eğer bir kimse bize güzel
şeylerin aşkı nedir veyahut daha açıkça söylemiş olmak için: Güzel şeyleri
seven, neyi sever? Söylesenize ey Sokrat ey Diodim. dese.
—
Onlara malikiyeti sever cevabını verirdim.
Peki amma bu cevabı, güzel
şeylere malik olan
ne olur suali takip eder.
—
Senin sualine kolayca cevap verecek halde değilim.
—
Fakat sözün tarzını değiştirerek ve iyiyi güzel
yerine koyarak sana bir kimse: Haydi Sokrat, iyiyi seven neyi sever? diye sorsa.
—
Ona malikiyeti seviyor derim.
—
Pekâlâ buna malik olana ne olmuş olur?
—
Cevap bu sefer daha kolay ona malik olan mesut olur
cevabını veririm.
Alâ. Demek oluyor ki
bahtiyar kimselerin bahtiyarlığı iyi şeye sahip olmalarından ileri geliyor;
bahtiyar olmak isteyen kimsenin niçin bahtiyar olmak istediğini aramaya da
artık lüzum kalmıyor, çünkü burada bütün sual ve cevaplar nihayet buluyor.
—
Doğru söylüyorsun.
—
Fakat bu aşkın ve iştiyakın, bütün insanlarda
müşterek olduğunu ve bunların hepsininde iyi olan şeye daima malik olmayı
istediklerini mi zannediyorsun.
Bu aşkın bu iştiyakın bütün
insanlarda müşterek olduğunu zannediyorum.
—
Öyle ise, Sokrat, mademki bütün insanlar da daima
ve aynı şeyleri seviyormuş niçin bütün insan* ların aşık olduğunu iddia
etmiyoruz da yalnız bunu bazılarına atfediyoruz ?.
—
Ben de bu tefrike şaşıyorum ya!
—
Şaşma. Biz umumî aşk mefhumundan muayyen bir parça
alıp bu parçaya bütünün ismini vererek ona aşk diyoruz mütebakisini ise başka
isimlerle kullanıyoruz da ondan.
—
Bu nasıl oluyor ?
—
Bak. Sen şiir kelimesinin bir çok manaları olduğunu
biliyorsun. O, alelumum, bir şeyi yoktan varlık haline getiren her işi ifade
eder. Bu suretle her san’atın vücuda gelmesine şiir ve her san’atın
san’atkârıda bir şairdir.
—
Doğru söylüyorsun.
—
Maamafih her san’atkâra şair denmeyip başka
muhtelif isimlerle çağırıldıklarını ve musikî ve ebyat san’atmı ayırınca
bunlara türlü türlü isimler verdiklerini ve şiir namının ancak bu iki kısma
verildiğini ve şairde bunlara malik olanlara dendiğini pekâlâ biliyorsun.
—
Hakkın var.
Bu misâl aynen aşk mefhumu
için de böyledir. Kendi en geniş manasında hayırlı olan ve bizi mes’ut edecek
olan şeye aşk denir ki buna insanlar, muhtelif yollardan giderek vasıl olmak
istiyorlar [[56]].
Kimisi çok para kazanmakla kimisi jimnastikle fakat bunların aşık olduklarını
ve maşukları mevcut olduğunu iddia edemez. Aşkın bir muayyen nevine kendilerini
veren bu kimselere muhtelif isimler verilir ve yalnız bütün mevcudiyetleri tek
hedefe varmak için çalışanlara aşk va aşık kelimelerinin manası tatbik olunabilir.
—
Doğru söylüyorsun.
-
Denir ki sevmek, kendi yarısını aramaktır. Fakat
ben de bunu iddia ediyorum ki ey dost, evvelce söylediğim gibi bu yarım ve
bütün hayırlı değillerse, sevmek ohalde ne kendi yarısını ne de bütününü arar
Bunun ispatı da, bacak veya kollardan biri insana zarar verdiği vakit bunların
kesilmesine razı olmamızdır Fena bir şekle tahavvül edip te yabancılaştığı
vakit kendilerine ait olan bu şeyleri bile insanlar sevmiyorlar; elverir ki her
iyi olan şeyin kekdimizin olduğunu ve fena olan her şeyin de yabancı olduğunu
bilelim. Hasılı insanlar iyiden başka birşey sevemezler, senin de fikrin bu
değil mi?
Zeus’e and içerim ki ben de senin gibi düşünüyorum.
—
İnsanların iyiyi sevdiklerini söylemek yeter mi ?
—
Elbette.
—
Nasıl olur! Buna iyi olan şeyin kendilerinin
olmasını da istediklerini ilâve etmivelim mi ?
—
Doğru onu da ilâve etmeli.
—
Sade iyi olan şeyin onların olması değil, fakat
daima onların olmasını da ilâve etmeyelim mi ?
Evvelâ onu da ilân etmeli
—
Bundan doğrusu olmaz.
—
Diotim: Madamki aşk umumiyet itibarile böyle imiş,
o halde aşk ne suretle tezahür ediyor. Bunu bana söyleyebilir misin? dedi.
—
Eğer sana cevap verebileydim, Diotim, senin
hikmetini takdir edip aşk hususundaki bu şeyi senden öğrenmeye gelmezdim.
—
Öyle ise sana söyliyeyim: Aşk, güzel vücutlara ve
necip ruhlara ilkah ile tezahür eder.
—
Senin fikrini tefsir için bir kâhime lüzum vardır,
ne demek istediğini anlayamıyorum.
—
Öyle ise daha açıkça izah edeyim. Bütün insanlar
cisim ve ruh cihetile semere vermek kudretini haizdirler. İnsanlar muayyen bir
sinne gelince, tabiatleri doğurmak arzusunu duyar. Binaenaleyh bu doğurma
çirkinde olamaz sırf güzelde vaki olur. Erkek ve kadının çiftleşmesi ise
yaratmak demektir. Bu doğurma arzusu bir eseri İlâhidir, çünkü hami müddetile
vazı hami her canlı ve ölüme mahkûm vücude lâyemutluğu temin eder. Bu gibi
haller ise ahenkdar olmayanlarda husule gelemez, binaenaleyh çirkin, İlâhî olan
şeyle mutabakatta değildir. Onunla ahenkdar olan güzeldir. Vaz’ı hamlettiren
hüsündür. Bu sebepten dolayı bir kimse bir güzele tesadüf edince zevki inbisat
eder, iştihası açık bir meydan bulur, müstakbel tevellüdü ilkah etmek ister.
Fakat bir çirkine yaklaştığı vakit, kendisini hüzün ve keder tazyik eder,
takallüs eder, döner, yaratmaz, fakat muhafaza ettiği tohumu elemle, taşır.
Tohum işba haline gelen ve semeresi kemale gelen her kimsenin kendinde olanı
tevlit etmek emelinden kurtulmak için güzeli aramak iştiyakı bundan ileri
geliyor. Aşkın istediği şey, senin tasavvur ettiğin gibi, güzelin aşkı değilmiş
Sokrat.
—
Neymiş ya ?
—
Güzelde tevlit ve yaratış aşkı imiş !
—
Öyle olsun.
—
Bu hiç şüphe götürmez. Dediğim gibi tevlit aşkıdır,
çünkü doğurma her fani doğanı lâyemut ve müebbet kılar. Binaenaleyh iyilik
arzusuna lâyemutluk arzusunun da iltihak etmesi zarurîdir. Madamki kabul
ettiklerimize göre aşk iyi şeyin daima bizim olmasını istemekten ibaret imiş, o
halde bizim sözlerimiz ebediyetin de aşkın bir ayrılmaz lâzımı olduğunu ispat
edivor.
İşte Diotinı aşktan
bahsettikçe bana bu malûmatı vermişti. Nihayet dedi ki:
—
Senin anlayışına göre, bu iştiyak ve aşkın sebebi
nedir, Sokrat? Bütün hayvanların ilkah ve tevlit etmek istedikleri vakit bir
hastalığa tutulur gibi olduklarını hiç görmedin mi ? Kuşlar ve ver hayvanları
evvelâ çiftleşmek sonra da yeni doğanları beslemek içitı hepsi harekete gelir;
ve hepside şehvetin şiddeti altında kıvranırlar. En zayif olanlar en kuvvetli
olanlara karşı yavrularını cesaretle müdafaa ve hattâ bu uğurda belki canlarını
feda ederler; ve yavrularına gıda temin için kendileri açlıktan ölmeye ve her
şeye katlanmaya raz; olurlar. İnsanların bütün bunları akılları ile yaptıklarını
farzedelim; fakat hayvanlarda bu âşıkane şefkat ve ihtimam nereden geliyor bana
bunu söyliyebilir misin ?
—
Sebebini bilmiyorum.
—
O halde sen, bu şeyleri bilmeden aşklar ilminin ne
olduğunu lâyıkile bilmeyi ümit ediyor musun?
—
Sana evvelce de söylediğim gibi, bunu öğrenmiye
ihtiyacın olduğunu bildiğim için senin yanma geldim Diotim. Onun için bu
eserlerin esbabile aşkın husule getireceği bütün şeyleri bana tarif et.
—
Eğer sen aşkın tabiatını bizim defaatla mutabık
kaldığımız gibi kabul ediyorsan’ benim bu suallerim seni taaccübe düşürmemeli,
demiştik ki fani tabiat lâyemut olmak için mümkün olduğu kadar temadiyi arar.
Bu gayeye ancak eski bir ferdi daha yeni bir fertle mütemadi suretle istibdal
eden tevlit vasıtasile muvaffak olur. Yaşayan hayyanlar görüyorsun ki küçük
yaşından ihtiyarlığına kadar daima aynidir, fakat bunlar ayni ismi muhafaza
etmekle beraber hayvanın kendisi ayni olarak kalmıyor; yenileşiyor, kılları,
eti, kemikleri, kanı ve bütün vücudu fasılasız bir surette harap oluyor. Sade
vücudu yenileşmekle kalmayıp ruhu da bu cereyana kapılıyor, hareketleri
fikirleri, arzulan, zevkleri, zahmet ve korkuları, herbiri sıra sıra doğuyor
ve ölüyor. Hulâsa hiçbir şey değişmeksizin kalmıyor. Bundan daha garibi de şu
ki malûmatımızın bir kısmının bizim için bugün canlı, yarın cansız olarak
kalması ve bizim bütün bilgimizi değiştirmesi değil bu bilgilerin de ayrıca
ayni tahavvüle maruz kalmasıdır. Biz bilgilerimizden kaybedeceğimizi evvelden
tahmin ettiğimiz içindir ki tahsil ediyoruz. Unutmak, bir fikrin ölmesi
demektir, biz unutuyoruz ve ancak tahattür ve sayi suretile o kaybettiğimizi
tekrar elde ediyoruz. Öyle ki onlar bize el’an ayni şeyler gibi görünüyor.
Bütün fanî vucutlar bu suretle kendilerini muhafaza ediyorlar. İşte, Sokrat
bunlar ilâhı olan şeyler gibi daimî surette kalmadıkları gibi, daima ayni surette
de kalmazlar. Fakat ihtiyar olup buradan gidenler yerlerine, kendilerinden daha
genç ve evvelce kendilerinin olduğu gibi bir şahis bırakırlar. İşte Sokrat,
fanî olarak doğmuş olanlar lâyemutluktan bu suretle nasiplenirler. Cisme vesair
şeye gelince lâyemutluk onlar için başka türlü imkânsızdır. Binaenaleyh bütün
canlıların kendi yavrularına bu kadar kıymet vermelerine şaşma, çünkü, bu aşk
ve gayret onlara lâyemutluk arzusundan ileri geliyor. Diotim’den bunları
işittikten sonra hayretlerde kalarak kendisine dedim:
—
Ey büyük hakîm Diotim, bu söylediklerin hepsi
hakikat midir?
O vakit derhal kâmil bir
sofist olarak bana cevap verdi:
—
Buna şüphe etme, Sokrat! Eğer insanların hırsı
üzerine nazarını çevirmek istersen, bizim kabul ettiğimiz prensipler üzerine
bunun neticesiz olduğuna şaşacaksın. Elverir ki insanların gelecek zamanı
lâyemut olarak muhafaza edecek bir şan için meşhur olmak istediklerinin
derecesini düşünesin. Bu sebep için ve belki evlâtlarının muhabbeti için her
tehlikeyi atlatmaya hazır olduklarını ve servetlerini ifnaya ve her türlü
fenalığa karşı koymaya ve hattâ ölmeye hazır olduklarını bilesin.
Bizim aramızda el’an
yaşayan bu lâyemut cesaret hatırasını kendilerinden sonra bırakmaya ümit
etmeselerdi Alkest, Admet için; ölür müydü? Aşil Patroklu’n arkasından gider
miydi. Bizim Codrus [[58]]
çocuklarına hükümdarlığı temin etmek için hayatını feda eder mıydı ? Ne gezer
değil mi.
Herkes lâyemut olan şeyin aşkına maliktir, herkes her
şeyi şöhret için yapmıştır; vücuda ilkah etmek isteyenler tercihen kadına
temayül ederler ve bunların aşkı çocukların doğmasıyla namlarını lâyemutluğunu,
ebediyetini ve bütün mütebaki zamanlar için saadeti temin etmeyi düşnürler.
Fakat ruha ilkah etmek istiyenler de manevî tohumlarının ruhta doğmasını isterler.
Ruhun tevlit edeceği nedir? Hikmet ve yaratış dehasile meçhul olan bütün şair ve
san’atkârların sahibi oldukları ruhun evsafı değil midir? Hikmetin en güzel ve
en yüksek şekilleri ise beldelerin ve ailelerin usul tertibi için
kullanılanıdır ki; buna, hazmü ihtiyat ve adalet namı verilir. Çocukluğundan
beri ruhunda faziletlerin tohumunu taşıyan bir delikanlı olgun bir sinne
gelince yaratmak ve hasıl etmek arzusuna müptelâ olur. Bunu tevlit edecek
sebebi şurada burada arar, çünkü çirkine hiç bir vakit ilkah etmek istemez. Bu
kimse vücudun bile güzelini tercihen ararken necip güzel ve iyi doğmuş temiz
bir ruha tesadüf ederse, fevkalâde bir surette ruha da vücuda da tutulur [[59]]
Böyle bir kimsenin yanında âşıktan bir hayır adamının nasıl olması ve ne
yapması lâzım geldiğine dair çok sözler taşar; hasılı onu talime, yükseltmeye
çalışır. Güzelliğe teması ve onunla ülfet ve ünsiyetile çok zamandanberi
ruhunun taşıdığı tohum onda inkişaf ve tevellüd eder. Yakından, uzaktan kendi
güzidesini artık unutmaz ve onun hamlinin yemişini birlikte besler. Bu iki
vücudu biribirine rapteden tam münasebet ve ilahı aşk onları bir ocağa
raptedebilecek olan maddî münasebet ve aşktan pek çok büyük ve kuvvetlidir [[60]]
çünkü onlar daha lâyemût ve daha güzel çocuklar vücuda getirmek için
birleşmişlerdir. Homer, Hesiode ve sair büyük şairleri hatta
Lâkedemonyayı ve hülasa bütün Yunanistan’ı kurtaran çocukları vücude getiren Lykürg’ü
kim görürde bunları maddi çocuklara tercih etmez. Solon da aynı suretle
bizim aramızda kanunlar babası diye tebcil ve tazim olunur. Başka yerlerde de,
gerek bütün Yunanistan’da, gerek Barbarlar da büyük ve güzel
eserler vücuda getirmiş ve fazileti tevlit etmiş olan insanlar da aynı veçhile
ibcal ve izaz olunmuştur. Bu gibi manevî çocuklar kendilerine bir çok mabetler
inşa ve ihda ettirmiş; fakat hiç bir yerde maddî çocuklar böyle şeyler
ihdasına hiç bir vakit muvaffak olamamışlardır. Belki, Sokrat, seni de aşkın
esrarına vakfetmeye muvaffak oldum, fakat bu vukufun en âli ve son derecesine
hatta bir iyi rehberi takip etmekle de yetişmiye muktedir olup olmayacağını
bilmiyorum; benim şimdiye kadar söylediklerim bu vukuf için ihzari bir
mahiyettedir [[61]].
Maamafih ben gene söylemekten vazgeçmeyeceğim, ve seni talim için hiç bir
gayreti esirgemeyeceğim. Sen de muktedir olduğun kadar beni takibe gayret et.
Hakikî yoldan bu gayeye ermek isteyen kimse, güzel vücutları aramaya başlamalıdır.
Evvelemirde eğer onun rehberi onu doğru yola sevkediyorsa o, yalnız bir tek
kimseyi sevmeli ve güzel hitabelerini onun ruhuna ilkah etmelidir. Sonra da her
güzel cisimde bulunan güzelliğin hemşiresi olduğunu anlamaya vasıl olmalıdır.
Filhakika, bizim edindiğimiz fikre göre güzeli arıyan kimse için her cismanî
güzelliğin her güzelde tek ve aynı olmadığına inanmak büyük bir cinnet olmuş
olur. Bu fikirde bulunan bir kimse o vakit bütün güzel vücutları sevmesi ve
yalnız bir şey üzerine temerküz eden bütün şiddetli ihtiraslardan soyunması
lâzım gelecektir. Bundan sonra da ruhların güzelliğine vücutların güzelliğinin
en muazzamı olarak bakması lâzım gelecektir. Şu suretle ki bu güzelliğe malik
olan bir güzel ruh, onun aşkını ve inzivasını cezbe ve gençliği daha âlâ
kılmaya yarayacak sözlerle ona hitap edecek ve ona fazilet ilkah eyleyecektir.
İşte bu suretle o, ef’alde ve kanunlarda güzeli görmeye ve bu güzelliğin her
yerde kendisine müşabih olduğunu seyretmiye tabii olarak sevkedilmiş olacaktır.
O, ef’al temaşasından zatî güzelliği edinmek için ilimler güzelliğine
yükselecektir. O vakit gözleri daha bir güzellikte olduğundan, bundan böyle
bir oğlanın süfli bir muhabbetinin, âdi ve zelil bir esiri olmayacaktır; fakat
güzelliğin nihayetsiz deryasına ve hayretlere dalmış olarak, birçok güzel ve
lâtif hitabeler, yüksek ve bol felsefî fikirler yaratacaktır ki kuvvetlenmiş ve
kemale gelmiş olan aklı o vakit tek bir ilmin [[62]] ancak ve
ancak güzellik ilminin seyrütemaşasına dalıp kalacaktır. Şimdi burada olanca
dikkatini vermiye gayret et Sokrat. Her kim ki aşkın esrarı içinde bizim
bulunduğumuz noktaya kadar yani hususî güzelliklerin tam ve muntazam
istiğrakına varacak surette yetiştirilmiş ve aşkın bu derecelerinden geçmişse
evvelce bütün mücadelelerile varmak istediği gayeyi yani ansızın harikulade
bir hal ve keyfiyette bir güzellik görecektir ki Sokrat, bu ebedî,
yaratılmamış, bakî çok olmaktan, azalmaktan ârî ve burada güzel orada çirkin,
bir zaman güzel başka zaman çirkin değil, bir görünüşte güzel diğer görünüşte
çirkin, bazı kimseler için güzel bazıları için çirkin bir güzellik olmamakla
beraber, yüzle, ellerle, ve cismani her hangi bir şeyle görünmeyen ve şu
fiille, şu ilimle olmayan ve kendisinden başkasında, hayvanda, yerde, gökde ve
herhangi bir şeyde bulunmayan ve yalnız kendinden kendisile ebedî surette aynı
kalan ve diğer bütün güzelliklerin vücut veya fıkdanile artmayan, eksilmiyen ve
bütün diğer güzelliklerin kendisinden hisse alan harikulade bir hal ve
keyfiyeti içinde bir güzellik görecektir. İşte bir güzelin saf aşkı vasıtasıle
bu ebedî güzelliği temaşaya geçerse o vakit o kimse aşkın esrarı hakikatına
varmış ve kemale irmiş demektir. Hakikaten gerek kendini aşka sevk etmenin,
veya bir başkası tarafından sevk ve delalet edilmenin en doğru usulu evvelâ
burada ki güzellikleri sevmekle başlar ki maksat burada kalmayarak ve
yükselmenin bütün basamaklarını atlıyarak Hüsnü mutlakın aşkına yükselmektir; tek
bir güzel vücut basamağından ikiye, ikiden diğer bütün vücutların güzelliğine
geçilmek, sonra, güzel faaliyetlere, güzel ilimlere ve nihayet bu güzel
ilimlerden hüsnün ilmine geçilip güzelliği hakikatle tanımaya muvaffak
olmaktır. Aziz Sokratım,
eğer hayatın insan için bir kıymeti varsa, yani yaşamak zahmetine değerse o
kiymet Hüsnü mutlakı temaşa ettiği andır! Bu hüsnü gördüğün vakit sana
altınların, ağır ve muhteşem elbiselerin, ve senin asla yanından ayrılmayıp
daima kendisile bir vüdut olmak hatta mümkün ise yemeden içmeden yalnız onu
temaşa etmek istediğiniz o güzel delikanlıların onun yanında hiç bir §ey
olmadığını anlayacaksın. Acaba o hüsnü lâyemutun kendisini aşikâr, berrak ve
insan vücudun da, ve her fanı olan ehemmiyetsiz şeylerde değil Hüsnü mutlakıla
ve bütün uluhiyetile o ebedî güzelliğin bizzat kendisini göreydin ne yapardın?
Sen bir faninin gözlerinin yalnız hüsne münatif olarak onu hayretle temaşasının
ve böyle bir tekâmül içinde yaşamasının bir acınacak mukadderat mı
zannediyorsun? Bu temaşada bulunan £Öz o vakit putlara değil hakikatlara
dayandığı için hakikî faziletlere teveccüh eder. Binaenaleyh Allahın velisi
olmak ve bu suretle lâyemut olmak bazı kimsenin nasibi olmuş ise, şüphesiz bu
adam hakikî fazileti besliyen ve doğuran kimsedir. İşte benim aziz Fedr’im ve
bütün siz dinleyicilerim, Diotim’in sözleri bunlardı. Bu sözler beni ikna etti
ben de böyle büyük bir hayra ermek için Eros kadar kadir bir rehber intihap
edilmesini iknaa çalışıyorum. Binaenaleyh Eros’u muazzez tutmak herkesin
vazifesi olduğunu kabul ve tasdik ederim. Ben kendi payıma aşkları ziyadesile
tebcil ve taziz eder, ve böyle yapmaları için başkasını da teşvik ederim. Eros
un kudreti mutlakasını ve erlik kuvvetini şimdi tes’it ettiğim gibi daima da
olanca vüsatimle tes’it edeceğim. Fedr, bu hitabeyi Eros’un bir methiyesi
olarak telakki etmekte veya ona istediğin surette nam vermekte seni serbest
bırakıyorum.
Sokrat sözünü bitirince,
oradakilerin hepsi onu tebrik ettiler, Aristofan Sokrat’ın hitabesinde [[63]]
yaptığı bir ima hakkında bir istizahta bulunmaya hazırlandığı sırada odanın
kapısının kuvvetli kuvvetli vurulduğu ve surur çılgınlığıyla şarkılar söyliyen
bir insan kalabalığı şamatası ve bir çalgıcı kızın sesleri işitiliyordu: O
vakit Agaton, kölelere hitaben: baksanıza dişarda ne oluyor? Eğer gelenler
dostlarımızsa, içeri alınız; değilse onlara artık işret etmediğimizi ve şimdi
istirahat ettiğimizi söyleyiniz. Biraz sonra avlu içinde ziyade sarhoş olduğu
halde Alkibiat’ın: «Agaton nerededir, beni onun yanına götürsünler!» diye
olanca sesile haykırdığını işittik. Kendisini takip edenlerden bazıları onu
bizim bulunduğumuz yere getirmek için kolları üzerine aldılar. Alkibiat menekşe
ve taflanlarla yapılmış ve birçok şeritlerle süslenmiş bir çelenk ile başı tetviç
olunduğu halde kapının eşiğinde durdu.
Dostlar, sizi selâmlarım!
Tamamile sarhoş olan bir adamı birlikte içmek için kabul edecekmisiniz, yoksa
gelişimizin sebebini teşkil eden Agaton’un tetviç merasimini yaptıktan sonra
çekilmemizi müsaade edecek misiniz? Ben dün gelmek imkânsızlığında idim. Fakat
işte başımda şeritler olduğu halde şimdi geliyorum. İzin verirseniz onları
insanların en hakîm ve en güzelinin başına koyacağım.
Görüyorum ki benim
sarhoşluk halimle eğleniyorsunuz. Zararı yok, gülün, eylenin, fakat buna
rağmen söylediğimin doğru olduğunu pek iyi biliyorum.
Fakat bana derhal cevab
veriniz: «Bu şerait içinde aranıza girebilir miyim, giremez miyim ? Benimle
içecek misiniz, içmeyecek misiniz?
O vakit herkes Alkibiad’ı
alkışladılar, ona masa başına geçmesini rica ettiler. Agaton da ayrıca onu
davet etti. Arkadaşları tarafından yardım edildiği halde Alkibiad’a ilerledi.
Fakat Agaton’u tetviç etmek için şeritlerini çözmekle meşgul olduğundan kendine
bakmakta olan Sokrat’ı görmedi ve kendisi Sokrat’ın arasında olan Agaton’un
yanma oturdu. Ona yer vermek için Sokrat biraz çekilmişti. Agaton’un yanına
oturur oturmaz onu kucaklayıp şeritlerile süsledi. O vakit Agaton kölelere
hitaben dedi ki:
—
Alkibiad’ın ayakkablarını çıkarınızda onunla bu
yatakta üç olalım. Alkibiad, bunun üzerine dedi ki:
—
Pekâlâ, fakat bizim üçüncü içicimiz kimdir?
sözlerini söylediği zaman idi ki gözleri Sokrat’a ilişti ve onu görünce derhal
sedirden sıçrıyarak:
—
Vay Herakles! Bu ne? Sokrat'ın kendisi âdetin
veçhile bulunmadığını zemmettiğim yerlerde bana birdenbire görünmek için
gizlendin ha! Bugün burada ne yapmaya geldin? Bu yeri neden işgal ediyorsun,
Aristofan’ın veya başka bir şakacının yanında oturacağına en güzelin yanında
uzanmaya muvaffak olmak için mi bütün vasıtalara müracaat ettin de buraya
geldin ?
Sokrat, Agaton’a:
—
Beni müdafaaya gayret et! Bu adamın aşkı beni
oldukça sıkıyor. O, beni sevmeye başlıyalıberi benim güzel bir delikanlıya
bakmama ve onunla konuşmama imkân kalmadı. Onun kıskançlığından ve dehşetli
ifratlarından yapmadığı kalmıyor, bana sövüp sayıyor ve hatta beni döğmek için
ellerini kaldırmamak için kendini güç tutuyor. Bu saatta da böyle bir
taşkınlığa kalkışmaması için dikkat et, aramıza gir, şayet şiddetli muameleye
başlayacak olursa beni himaye et, çünkü onun kıskançlığının şiddetinden
dehşetli korkarım.
Alkibiad — bizim aramızda
barışmak imkânı yok. İntikamımı ileriye bırakıyorum. Agaton, şimdilik senin
şeritlerinden bana bir kaç tane verde şu adamın güzel başını süsleyeyim.
Hitabesile bütün insanlar üzerine zafer kazanan ve zaferi senin evvelki günkü
bir defa olarak kazandığın zafere benzemeyen bu adamın başını tetviç
etmediğimden dolayı beni muahaza etmesini istemem.
Bunları söyler söylemez,
Alkibiad, Agaton’un şeritlerinden bir kaç şerit çıkarıp Sokrat’ın başına
bağladıktan sonra sedirine yerleşerek şu sözleri söyledi:
—
Dostlarım, siz bana pek kanaatkar görünüyorsunuz,
ben buna razı olamam. İçmeli kavlimiz böyledir. Siz hepiniz kâfi derecede
içinceye kadar ben kendimi şarap kıralı intihap ediyorum. Agaton eğer sende
varsa bana geniş bir testi getir. Fakat benim bir şeye ihtiyacım yok. Köle bana
bak, köle, şarabı soğutmak için bana şu kabı getir.
Bu kap iki litreden biraz
fazla istiap ediyordu. Alkibiad, birinci olarak onu içti, sonra da onu Sokrat
için doldurtarak:
—
Dostlarım bana inanınız ki ben bunu yapmakla
Sokrat’a bir tuzak kurmuyorum, o, ne kadar istenilirse o kadar içer ve böyle
içmekle de şimdikinden daha fazla sarhoş olamaz.
Köle kabı doldurdu, Sokrat
ta içti. O vakit Eryksimak:
—
Alkibiad, ne yapacağız? Hep böyle konuşmadan ve
şarkı söylemeden susamış kimseler gibi mi içeceğiz? Alkibiad:
—
Ey en necib ve babaların en hakiminin en âlâ evlâdı
Eriksimak seni selâmlarım!
Eryksimak:
—
Ben de seni selâmlarım. Fakat ne yapacağız?
—
Ne istersen onu yaparız, mademki bir hekim kendi
başlı başına birçok ve muhtelif adamlardan kıymetlidir; O halde sana itaat
etmek lâzımdır. İstediğini emret.
—
Öyle ise dinle: Eros hakkında hitabelerde bulunmak
ve onun methiyesini vapmak hoşunuza gittiği için sen gelmeden evvel soldan sağa
sırayla söz alarak öyle yapıyorduk. Onun hakkında her şeyi söyledik. Madamki
sen içtiğin halde bir şey söylemedin senin de söz alman doğru olur. Hitaben
biter bitmez, Sokrat’a bir mevzu verirsin o da sağındakine söz verir istediklerini
söyler.
—
Eryksimak, söylediklerinin hepsi pekâlâ şeylerdir.
Fakat sarhoş bir adamın aklı başında adamlarla belagat mücadelesine
kalkıştığını görmek bilmem ne kadar doğru olur, tali bu hususta müsavi
değildir. Aziz dostum, Sokra’tın demin benim kıskançlığım hakkında söylediklerine
inandın mı? Hakikat onun söylediğinin tamamen aksi olduğunu biliyor musun ?
Eğer ben onun huzurunda ister adam ister ilâh olsun, kendinden bir başkasını
sena edecek olursam bana ellerini kaldırmaktan kendini tutamaz.
Sokrat:
—
Methiyelerine başla.
—
Poseidon [[64]] şahidim
olsun ki senin huzurunda senden bir başkasının tes’ite muktedir olamayacağımı
iddia edersem bu iddiamı cerhedemezsin.
Eryksimak:
—
Öyle olsun, istediğin gibi bize Sokrat’ın methiyesini
yap.
Alkibiyat cevab vererek .
—
Ne diyorsun Eryksimak. Bu methiyeden maksadın
nedir ? bu adamın üstüne atılıp ta huzurunuzda öcümü alayım mı?
Sokrat:
—
Alkibiyat, ne düşünüyorsun? Beni en gülünç
şakalarla mı methetmek istiyorsun ? İstediğin nedir ?
—
Doğruyu söylemek. Bakalım muvafakat edecek misin ?
—
Hakikata karşı diyecek bir şeyim yok. senin
söylemeni istiyorum. Alkibiyat cevap vererek:
—
Kusur etmeyeceğim. Fakat sana da düşen bir şey var
ki o de ben hakikati söylemediğim takdirde sözümü kes ve hatalarımı söylemekten
korkma çünkü ben bilerek hiçbir yalan söylemeyeceğim, yalnız hatıralarıma
binaen nakledeceğim şeyler seni biraz teşviş ederse, bundan dolayı hayrette
kalma. Çünkü benim bulunduğum vaziyette senin garabetlerini güzel bir surette
tasvir etmek benim için kolay olmayacaktır.
Alkibiyat’ın hitabesi:
Dostlarım, Sokrat’ı tes’it
etmek için mukayeselere müracaat edeceğim. Sokrat belki benim bu mukayeselerimle
alay ettiğimi zannedecek fakat bu mukayeseler esas cihetile şakayı değil,
hakikati ihtiva edecektir. Ben evvelâ diyorum ki bu adam, heykeltıraşların atelyeleri
içindeki bir flavta ile temsil olunmuş Silenelere benziyor. Bu Silenlerin [[65]]
teşkil ettikleri iki kapıyı açarsanız içinde ilâhların statülerinin gizlenmiş
olduklarını bulacaksınız. Sonra Sokratın hassaten Marsyas [[66]] namındaki
Satyr benzediğini söyliyorum. Sen hariçten Silenlerinkine müşabih bir manzara
arzediyorsun. Sokrat buna şüphe etmemelisin.
Başka müşabehetlere
gelince, onları da söyliyeyim.
Dinle: Sen arsız bir alaycı
değilmişsin ? eğer inkâr edersen şahit getiririm. Sen flavta çalıcı değil
misin? Marsyastan daha güzel çalarsın. Marsyas kudretli bir ağızla ve
kamışlarından çektiği melodilerle insanları mestederdi, tıpkı Satyrin yaptığı
flavta havalarını bugün de çalanlar gibi. Çünkü Olymposun çaldığı havaların
kendisine Marsyas tarafından talim edilmiş olduğunu iddia ediyorum.
Demek oluyorki bu havaları
çalan, ister güzel bir flavta ustası olsun, ister bir acemi olsun, ilhama ve
ilâhlara muhtaç olanlara, ilham vermek faziletini ha* izdirler. Marsyasla senin
aranda tek bir fark var, o da şudur ki, sen aletsiz olarak yalnız basit
sözlerinle bize ayni tesiri yapıyorsun senden başka söyliyen, pek mahir bir
hatıb de olsa onun hitabesi bizi hiçbir şeyde alakadar etmez. Fakat senin
sözlerini söyliyen erkek, kadın, genç, ihtiyar kim olursa olsun aciz bir hatib
te olsa hepimiz meftun ve mütessir olur ve sarsılırız.
Benim için, aziz dostlarım
size çok sarhoş görünmekten korkmasam onun hitabeleri bana ne suretle tesir
ettiğini ve şimdi de ne suretle tesiri altında kalmakta olduğumu size yeminle
teyit ederdim. Ben onun sesini işittiğim vakit kalbim Koriban’tın [[67]]
kalbinden daha şiddetli çarpıyor, onun sözleri gözlerimden yaşlar akıtıyor,
dinleyicilerin çoğunun da aynî heyecan duyduklarımı görüyorum. Ben Periclis
vesair büyük hatiplerimizi dinlerken onları, şüphesiz pek beliğ bulurum.
Maamafih onların hutbelerinden hiç bir vakit buna benzer haller vaki olmadı,
hiçbir vakit kalbim sarsılmadı. Sokrat’a karşı kalbim bir kölenin efendisine
karşı olan hayatı gibi yaşamaktan incinmedi. Fakat şu Marsiyas’i işitmekle,
hayatım bana birçok defalar tahammül edilmez bir hale gelmişti. Bu hisleri,.
Sokrat, sen tekzip edemezsin, çünkü eğer şu esnada da seni dinlemem lâzım gelse
senin sözlerine karşı kendimi tutamayıp ayni sarsıntıları duyacağımı anlıyorum.
Bu adam benim kusurlarla
dolu olduğum halde kendimi ihmal ederek Atinalıların işlerine karışmakta
kabahatli olduğumu söylüyor ve beni kendisine hak vermeğe mecbur ediyor.
Yanında vaktinden evvel ihtiyarlamamak için kulaklarımı tıkıyarak kendisinden
Sirenlerden kaçar gibi kaçıyorum. Hiç kimsenin benden arayamayacağı ve beni
bundan mahrum zannettikleri şeyi yani utanmayı bu tek adamın yanında hissettim.
Evet bu yegâne adamın yanında kızardığım zamanlar oluyor. Onun bana söz
söylemiye başladığı vakit bana verdiği fikirlere hiçbir suretle itiraz etmek
elimden gelmiyor. Onu terkettiğim vakit gene halkın hüsnü nazarlarına
kapılıyorum. Onun için ondan kaçıyor ve çekiniyorum; fakat onu tekrar gördüğüm
vakit kendisine verdiğim sözlerden utanıyorum. Hattâ ekseriya kendisini
yaşıyanlar arasında görmemek istiyorum. Halbuki böyle bir şey de vaki olacak
olsa o vakit daha çok betbaht olacağımı da biliyorum. Hasılı ona karşı nasıl
hareket edeceğimi bilmiyorum [[68]].
İşte bu Satyrin flâvta
havalarının benim ve birçoklarının üzerinde bıraktığı intibalar böyledir.
Binaenaleyh Sokrat’ın mukayese ettiğim şeylere ne kadar benzediğini ve ne
sarsılmaz bir kuvvete malik olduğunu benden öğreniniz. Emin olunuz ki hiç
biriniz onu tanımazsınız. Bunun için onu size layikile tanıtmayı ben üzerime
aldım. İşte söylüyorum dinleyiniz. Sokrat’ın güzel delikanlılara karşı
gösterdiği meftuniyete bakınız. Onlarla nasıl mütemadiyen oyalandığına bakınız,
hiç bir şey hakkında malumatı olmadığını iddia eder, hiç bir şey bilmediğini
söyler durur onun bu halleri Silenlerin hali değil de nedir? Evet onun dışardan
görünüşü bu taştan yontulmuş Silenlere benzer fakat bir kerre de onun içini
açtınız mı içinde ne hayret verici hikmetlerin gizli olduğunu görürsünüz.
Cismin güzelliğinin onun nazarında ehemmiyeti olmamakla beraber aklınıza
getiremeyeceğiniz surette ondan istikrahta eder. O halk nazarında magbut olan
zenginliğe ve bu gibi menfaatlara da aldırış etmez. Bunlara bir kıymet
vermediği gibi bizi de kendimizi beğenmiş telakki ederek hiçe sayar ve bu
suretle, ömrünü bütün insanların ehemmiyet verdikleri şeylerle istihza ederek
geçirir. Fakat bir kerre de açılmaya ve ciddî söylemeye başladı mı bilmem ki
onun ruhuna nufuz ederek onun derunundaki gizlediği güzellikleri kimse
görmemiştir; ben onları gördüm ve onları o kadar ilahı, o kadar kıymetli o
kadar şahane güzel o kadar fusunkâr buldum ki onun daima bütün arzularını
icraya rızamla hazır bulundum. Sokrat’ın gençliğimin çiçeğine göz koyduğunu
farzederek bunu kendim için intizar olunmayan bir nimet ve taaccübe şayan bir
servet addettim. Parlak olan güzelliğimden pek mağrur olduğum için ona ram
olmaklığım bahsine onun müstesna hilkatine vakıf olacağımı ümit ediyordum. Bu
büyük ümide düşünce onun yanında arkadaşsız bulunmamak itiyadından vazgeçerek
onunla başbaşa yapyalnız kalmak için yanımdaki arkadaşı savdım. Size bütün
hakikati söylemeliyim. Binaenaleyh dikkatli dinleyiniz, sen de Sokrat, yalanımı
tutarsan beni tashih et. İşte dostlarım kendisile yapyalnız bulunuyordum.
Dinleyici bir kimse bulunmadığı vakit bir dostun maşukuna söyleyeceği şeyleri
ben de ondan beklemeye ve bu intizarımın verdiği ümitler içinde sevincimden
çırpınmaya başladım. Beklediklerimden hiç bir şey olmadı ;
Sokrat adeti olduğu üzere
bütün gün sohbet ettikten sonra, akşam olunca çekilip gitti. Bu bozgunluktan
sonra ikinci def'asında benimle jimnastik yapmasını teklif ettim belki
arzularıma bu suretle muvaffak olurum niyetile onunla mücadele ettim. O benimle
birçok defalar ehemmiyetli mücadelelere mecbur oldu.
Bizi seyreden tek bir kimse
yoktu. Fakat bilmem ki söylemeye lüzum var mı bu da kâr etmedi. Bu yoldan da
bir şeye muvaffak olmayınca cebir ista’miline ve bir kerre kendisini sımsıkı
yakaladığım vakit bırakmamaya azmettim. Bir dostun aldatmaya çalıştığı maşukuna
yaptığı gibi, ben de onu evime yemeğe davet ettim. Evvelâ kabul etmedi. Fakat
bir müddet sonra muvafakat etti. İlk geldiği vakit yemeğin akibinde çekilmek
istedi, hicabım onu alıkoymaya mani oldu. Bir ikinci def’a ona yeni bir tuzak
kurdum. Yemek yedikten sonra hiç arasını kesmeden tam gece yarısına kadar onu
oyaladım. Gene gitmeye kalkıştığı vakit, onu kalmaya mecbur etmek için çok geç
olduğunu bahane ettim. Bu def’a yemek yemiş olduğumuz yerde benim yanımdaki
yatağa uzandı. İstirahat ettiğimiz dairede ikimizden başka kimse yoktu.
Buraya kadar olan hitabem
doğrudur ve her hangi bir kimsenin yanında da söylenebilir. Bundan sonrasını
şarap çocukla olsun çocuksuz olsun doğruyu söylemeyeydi [[69]] ve bir
cihetten de eğer Sokrat’ın methini deruhte ettikten sonra onun has olan
hareketini meskût bırakmak bana bir büyük insafsızlık görünmeyeydi bundan
sonrasını benim ağzımdan işitmeyecektiniz. Esasen ben bugün bir engerek yılanı
tarafından sokulmuş kimselerin ruhuna benzer bir haldeyim. Denildiğine nazaran
bu gibi kimseler başlarına gelen felâketi ancak başına aynı şey gelmiş olan
kimseden başka kimseye açmazlar; o ıztırabın nasıl olduğunu ve o acıları
çekerken neler yaptığını yalnız onlara söylerlermiş, çünkü onların acı içinde
kıvranırken söylemeye cesaret ettikleri sözleri ötekilerin mazur ve makbul
göreceklerini bilirlermiş, ben ki kalp veya ruhumdan yani en suzinak bir
yerimden daha ziyade elem veren bir şey tarafından sokuldum, yani benki bahusus
isabet ettikleri akıl ve genç bir ruhu herşeyi söyletmeye ve yapmaya kadir olan
felsefe nutuklarile ısırılan ve esasen Fedr, Agaton, Eryksimak, Posanias
Aristodem, Aristofan’ı Sokrat’tan ve başkalarından bahsetmiyerek felsefe için
hepsini de meftuniyet ve şiddetle iptilâsını görerek sizin huzurunuzda hikâyemi
ikmâl etmek için tereddüt etmeyeceğim, çünkü siz benim o vakit yaptıklarımı ve
bugünkü söylediklerimi affedersiniz. Kölelere, vesair hizmetkârlara gelince,
sizler ki mukaddesata lâzım gelen hürmete muhalif, ham ve kaba olabilirsiniz,
sizler kulaklarınıza en ağır kapıları kapatınız. Lâmba söndükten ve köleler
gittikten sonra, artık Sokratla taallüle lüzum görmeyerek ona fikrimi açıkça
açmayı daha münasip gördüm, dürterek ona sordum:
—
Sokrat uyuyor musun?
—
Hayır daha uyumuyorum.
—
Ne düşündüğümü biliyor musun?
—
Ne düşünüyorsun?
—
Senin bana lâyık yegâne bir âşık olduğun halde şu
anda aşkını bana itiraf etmeğe tereddüt eder gibi göründüğünü düşünüyorum.
Halbuki bana gelince, sana kendimi ram etmekle hoşnut etmez ve senin ihtiyacın
olduğu halde gerek servetimden ve gerek dostlarımdan sana vermezsem kendimi
tamamiyle budala addederim.
Benim yegâne arzum tekâmül
etmektir. Bu gayeye vusul için de hiçbir yerde senden daha kâmil bir rehber
bulamayacağıma eminim. Senin gibi bir insana teslim olmadığım takdirde
hakimlerin tayibine mazhar olmakla duyacağım hicabı, teslim olduğum takdirde
halk ile şuursuz kimseler huzurunda duçar olacağım hicabdan pek çok fazladır.
Bu sözler bitince Sokrat
mutadı olan müstehzi tarzını değiştirmeyerek olanca şiddetile dedi ki:
—
Aziz Alkibiat, hakkımda iddia ettiğin şey hakikat
olup ta bende seni ıslah edecek bir kudret mevcutsa o halde ben de, senin
gençliğinden nihayetsiz surette yüksek ve harikanüma bir güzellik keşfetmiş
olman lâzım geldiği için cidden istidatsız olmak talisizliğinde bulunuyorsun.
Eğer böyle bir farzda bulunman
seni bana ulaştırmağa ve güzelliğe karşı güzellik mübadelesi talebine
seykediyorsa bu alış verişten en küçük menfaatleri bile elde edemezsin. Fakat
zahir güzelliğin yerine, güzelliğin hakikatini almak yani bakırı altın ile
mübadele etmek istiyorsan o başka. Fakat aziz çocuk benim hiç olan değerim
üzerine aldanmamak için dikkatle düşünmelisin. Cisim gözlerinin keskinliği
körleştiği vakit [[70]]
aklın gözleri keskin görmeğe başlar. Sen ise yavrum bu andan daha çok uzaksın.
Bunun üzerine ben de ona dedim ki:
Benim de duygularım bu idi.
Ben sana düşündüğümden başka türlü söylemedim. Gerek benim ve gerek senin için
hangisi muvafık görünmüyorsa onu istemek sana aittir.
Hah! işte bunu güzel
söyledin. İkimizin de bu hususta nasıl hareket etmemiz lâzım geldiğini ileride
kararlaştırırız.
Bu sözlerin taatisinden
sonra, ona attığım okun hedefe isabet ettiğini zannetmiştim. Ona başka bir
kelime söylemeğe meydan vermeden, kış olduğu için ayni elbisemle kalkarak onun
eski mantosu altına uzandım ve hakikaten garip ve ilâhı olan bu vücudu
kollarımın arasına sardım ve doladım. Bütün gece onun yanında yattım. Bu
yaptıklarımı tekzip edemezsin ya Sokrat. Bu gibi hamlelerden sonra ondan benim
güzelliğim için nefret, istikrah ve alaylardan başka bir şeyle karşılaşmadım.
Hâlbuki ey hâkimlerim ben güzelliğimin bir kıymeti olduğunu zannediyordum! Ey hâkimler siz de Sokratın benim güzelliğime nefreti
cüretinin hâkimi olunuz ve bütün ilâhlar ve âliheler namına and içerim ki onun
baba veya kardeşle yatmış bir kimse gibi yanından kalktım. İşte bundan itibaren,
Sokrata karşı duygularımın ne olması lâzım geldiğini tasavvur edersiniz. Bir
taraftan kendimin istikrah edilmiş olduğunu görüyor; diğer cihetten de onun
fıtratını, perhizkârlığını, ruh kuvvetini hayretle takdir ediyor ve onda hiçbir
vakit hiçbir kimsede tesadüf edemeyeceğim bir hikmet ve nefsine galibiyet
görüyordum. Bundan dolayı ona karşı ne hiddet ediyor, ne onunla görüşmeği
bırakıyor, ne de onu iğfale bir çare bulabiliyordum. Ajax’ın demire karşı mukavim
olduğundan fazla, onun gümüşe karşı mukavim olduğunu biliyordum.
Bu yegâne tesir ve fusun da
onun üzerinde hiçbir te*ir yapmadı. Ne yapacağımı bilmiyor ve hiçbir kölenin
efendisine yapamayacağı bir surette kendisine bende ve üfkende olarak öteye
beriye dolaşıyordum. İşte onunla benim münasebetlerim böyle idi. Bir müddet
sonra Potit [[71]]
seferinde onunla bir sofra arkadaşı olarak bulunmağa mecbur oluncuya kadar
onunla münasebetlerimiz hep böyle geçti. O, orada evyelâ yorgunluğa mukavemet
hususunda sade benim üzerime değil, fakat bütün başkalarına da galip geliyordu.
Muharebede olduğu gibi burada da muvasele kesildiği vakit erzaksız kaldığımız
olurdu. Onun açlığa cessurane mukavemetine karşı başkaları onun yanında hiç
kalırdı. Fakat bollukta olunca yine o herkesten ziyade yerdi. O içmeyi
sevmekle beraber susuz kaldığı vakitta tahammülü herkesten üst gelirdi. Bir
kerrede de işrete başladı mı her kes sarhoş olur o içmekte devam ederdi [[72]]. Onu siz
de şimdi gördüğünüz gibi sarhoş görmemiştir. Kışın şiddeti malûm olan memleketlerde
kışın şiddetine karşı mukavemeti de bir harikadır. Çünkü bu memleketlerde çok
kış olurdu. Muhariplerden hiç birinin dışarı çıkamadığı veyahut çıksa da
fevkalâde giyinmiş ve ayaklarında keçe ve aba ile sarmış oldukları halde
çıktıkları en dehşetli donlarda o onlarla birlikte hareketten evvel taşıdığı
aynı mantoyu lâbis olarak ayakkabları pek sağlam olan kimselerden daha asude
olarak yalın ayak buzlar üzerinde yürür ye bunu o kadar bir emniyetle yapardı
kı askerler onu kendilerine mertlik satıyor zannile ona fena nazarla
bakarlardı. İşte Potide de Sokrat böyleydi. Fakat bu cesur adamın yaptığı ve
tahammül ettiği bir şey ki söylemeden geçemeyeceğim. Sevkıyat esnasında onu
günün birinde şafakla beraber ayakta düşüncelere dalmış gördüler. Aradığını
bulamadığı için yerinden kımıldamıyordu, fakat bu vaziyette hareketsiz kalmakta
ısrar ediyordu. Öğlen olmuştu ye askerler bunu görüyor ve Sokrat’ın şafakla
beraber düşünceye vardığını taaccüble biribirine söylüyorlardı. Akşam olunca,
İonien’lerden bazıları hizmetlerini ve yemeklerini bitirdiklerinden ve yaz
mevsimi olmak hesebile kamp yataklarını açık havada uyumak ve geceyi bu
vaziyette geçirip geçirmeyeceğini görmek için onun bulunmakta olduğu mahallin
yakınına getirdiler. Sokrat ertesi günü şafak atıp güneş dağılıncaya kadar o
halde ayakta orada kaldı. Güneşe tahıyyatını arzettikten sonra gitti.
Bundan sonra Sokrat'ın
muharebelerde nasıl hareket ettiğini bilmek isterseniz onu da şöyleyim çünkü
söylemeden gidersem haksızlık etmiş olurum. Kumandan bana kahramanlık şerefini
verdikleri bu muharebede, ben selametimi Sokrat’a medyunum. O beni yaralı
gördüğü vakit beni ve silahlarımı tehlikeden kurtarmayınca beni bırakmadı. O
vakit ben, Sokrat kahramanlık şerefini sana, vermelerini kumandanlardan rica
ettim, işte bu da itiraz ve tekzip edemeyeceğimiz bir vak’a Sokrat. Fakat benin
mevkiimi nazarı itibara alan kumandanlar bu şerefi bana verdiler. Senin yerine
beni izaz etmeleri için sen onlardan ziyade müteheyyiç bulunuyordun. Ey
dostlarım, De’lium [[73]]
hezimetinden sonra ricat edildiği vakit Sokrat’ın hareketi de takdire
şayandır. Ben orada süvari o da, ağır sıklet altında bir piyadeydi. Bütün
askerlerimiz dağılmıştı. Sokrat Atina generallarından Lacheg [[74]]
ile ricat ediyordu. Onları tesadüf eseri olarak gördüğüm vakit teşci ettim ve
kendilerini terketmiyeceğimi vadettim. İşte Potide de Sokratı hayretle temaşa
etmek fırsatı elime düştü. Ben atta bulunduğum için kendim için o kadar
korkulacak şey yoktu. Evvela onun kuvvei maneviyesini muhafaza etmek hususunda
Lakes’ı ne kadar çok geçtiğini gördüm. O vakit farkettim ki onun oradaki hareketi
buradaki gibidir Ey Aristofan o, anut nazarları durmadan dönen gözlerile sağını
solunu, dostunu düşmanını süzerek görüyordu O herkes tarafından ve pek uzaktan
görülüyordu. Kendine tecavüz edene karşı nasıl müdafaada bulunacağını etvarile
gösteriyordu. Bu sebat sayesinde o ve arkadaşı selâmetle ric’at ettiler.
Harpta bu cins askerlere esasen sataşmazlar; düşmen, bilhassa kaçmakta acele
eden şaşkınlara musallat olur.
Ben Sokrat’ın methiyesi
hususunda daha hayret olunacak çok şeyler ilâve edebilirim. Onun yaptığı birçok
şeyleri belki başka adamlarda yapabilir ve buna benzer kahramanlık sıfatları
başkalarında da bulunabilir. Fakat Sokrat’ı hayrete şayan kılan şey ne
eskilerde ne de bizim hem asırlarımızda ona benzer kimsenin bulunamamasıdır.
Brasidas'ı [[75]]
veya bir başkasını Achil’e Perikles’i Nestor [[76]] a ve
Antenera[[77]]
ve birçok kimselerde biribirine yakın gösterilebilir* Fakat eskilerde ve
yenilerde istedikleri kadar aransın Sokrat’a ve onun nutuklarına, garabetine
benzer hiç kimse bulunamaz. Şu farkla ki o kimse ona ve nutuklarını insanlara
değil fakat Satirlere ve Silenlere teşbih etsin.
Nutukları diyorum, onlarda
ayrı ayrı, o kapıları açılıp içerilerine bakılan Silen’lere benzediğini
söylemeye unuttum. Onlar dinlenilmeye başlandığı vakit evvelemirde tamamile
kaba şeylerden bahsolunuyor görünüyor. Kelimeleri ve ibareleri haricen bir
haddini bilmez Satsir’in postuna bürünmüş olmasını andırır. O, yük eşeklerinden
kunduracılardan, demircilerden dabbağlardan bahseden, aynı şeyleri ifade etmek
için daima aynı kelimeleri kullanır gibi görünür o suretle ki bu sözler ahmak
ve cahillerin eğlenmelerini mucip olur. Fakat bir kerre de o nutukların içini
açsınlar o vakit evvelâ yalnız onların akılla dolu olduklarını bulacaklar sonra
da onların en ilâhı sözler olduğunu ve faziletini en necip tasvirlerini muhtevi
bulunduğunu birçok mevzu değişikliklerini ihata ettiğini ve bahusus güzel ve
iyi olmak isteyenlerin gözleri önünde bulundurmaları lâzım gelen şeylere ait
olduğunu göreceklerdir.
İşte, dostlarım, Sokrat’ın
leh ve aleyhinde söyleyeceklerim bunlardır. Aleyhinde diyorum, çünkü methiyeme
onun bana yaptığı hakaretleri de ilâve ediyorum da ondan. Fakat onun rencide
ettiği sade ben değilim Glokon’un oğlu Sarmidi, Diokles’in [[78]]
oğlu Otidem’i ve daha birçok kimseleri de ayni şeye duçar etmiştir. Kendisi
maşuk vaziyetinde iken onlara karşı âşık rolünü oynamıştır. Agaton bunları sana
söylediğimin sebebi Sokrat’ın seni aldatmaması içindir. Benim felâketlerimden
ibret alıp tetik durasın ve darbi mesel mucibince iş işten geçtikten sonra
aklını başına alan budala gibi olmaman için söyliyorum. Sokrat’ın ayni şiddetle
âşık olan Alkibiyat sözünü bitirince orada bulunanlar onun kabının saffetine
güldüler.
Sokrat söze başlayarak:
—
Alkibiyat sen bugün çok içmişe benzemiyorsun, yoksa
başka türlü olaydı bu söylediklerini ne maksatla söylediğini bu kadar mahirane
ve bu kadar ince dolambaçlarla gizleyemezdin. Bütün söylediklerinin nihayetinde
asıl maksat beni ve Agaton’u biribirimizle bozuşturmak değilmiş gibi onu
ehemmiyetsiz bir surette söyledin. Sen zannediyorsun ki ben yalnız seni sevmeye
ve başkasını sevmemeye mecburum ve Agaton da senden başka kimse tarafından
sevilmemelidir. Fakat senin hilen gözümüzden kaçmadı ve senin Sati ve Silano
hikâyelerinden maksadın ne olduğu anladık. Binaenaleyh benim güzel Agaton’um
öyle hareket edelim ki o, bizim üzerimize galebe çalmasın sende onun bizi
yekdiğerimizden hiç bir vakit ayırmamasına dikkat et.
O vakit Agaton.
—
Şüphesiz, sen doğruyu söylemek tehlikesine düştün,
ve ben Alkibiyat’ın bizim ikimizin arasına gelip yatmasını bizi ayırmak için
olduğuna şüphe etmiyorum. O, emeline muvaffak olamayacak çünkü ben senin
yanına gelip uzanacağım.
Sokrat:
—
Çok âlâ; gel benim sağıma uzan.
Alkibiyat — Ey Zeus! Bu
adamın yüzünden ben daha nelere tahammül edeceğim? O her yerde bana tefevvük
edeceğini zannediyor. Ey büyük Sokrat! Hiç olmazsa Agaton, un ikimizin arasına
gelmesine müsaade et.
Sokrat — İmkânsız. Sen
benim methiyemi yaptın,. şimdi de sağdaki komşunun methiyesini yapmak sırası
bana geldi. Eğer Agaton sağıma gelirse ben onun methini yapmadan o benim
methimi yapmayacak. Onun için ey İlâhî Alkibiyat bırak ta yapsın ve bu civan
hakkında söyliyeceğim metihleri kıskanma çünkü onu methetmeyi şiddetle arzu
ediyorum.
Agaton — Hayır, hayır
Alkibiyat, benim bulunduğum yerde kalmaklığım mümkün değildir; ben Sokrat
tarafından metholunmak için mutlak yerimi değiştireceğim.
Alkibiyat — İşte her vakit
vaki olan şey. Sokrât’ın bulunduğu yerde onun güzel delikanlıların yanından
başka bir yeri yoktur. Şimdi de bakınız. Agaton kendi yanına gelip uzanması
için kolaylıkla ne türlü behane icat etti.
Agaton, Sokrat’ın yanına
gelip yerleşmek için kalkıyordu ki ansızın bir alay sarhoşlar kapının önünde
belirdi. Kapıyı da açık bulduklarından doğruca bunlara kadar ilerleyip
yataklara yattılar. Onun üzerine büyük bir gürültü başladı. Her şey intizamını
kaybedip davetliler ifrafla içmiye başladılar. Aristodem Eriksimak, Fedr ve
bazıları evlerine döndüler. Kendini uyku bastırmış o mevsimde geceler uzun
olduğundan uzunca uyumuş. Ancak horozun sesile şafakta kalkmış. Gözlerini
açtığı vakit medulardan (iliksi, ilikli)
birçoğunun uykuda ve bazıların gitmiş olduklarının farkına varmış. Yalnız
uyanık olanlardan Agaton, Aristofan ve Sokrat büyük bir kupadan içiyorlar ve
biribirlerine teklif ediyorlardı Sokrat onlarla muhavere ediyordu. Aristodem bu
muhavereyi tamamile hatırlamıyor, çünkü muhavere başladığı vakit uyuyordu,
Fakat esasını bana şöyle, ihtisar ediyordu ki Sokrat, ayni kimsenin hem komik
ve hem de trajedi şairi olmak lâzım geldiğine ve san’atile trajedi yapanın
gene san’atile komediyi de yapması lâzım geldiğini onları ikna etmiş.
Muhavereyi daha ziyade takip edemeyerek uyuklamaya başlamışlar. Aristofan ilk
olarak uyumuş. Sonra gün doğduğu için Agaton da onu taklid etmiş. Sokrat
bunların ikisini de uyuttuktan sonra kalktı ve mutadı olduğu veçhile
Aristodemin refakatinde çıktı. Doğruca lise([79])ye gitmiş
orada yıkanmış ve âdeti olduğu veçhile günün bakiyesini orada geçirmiş ve ancak
istirahat için akşama doğru evine girmiş.
Kaynak: Semiha CEMAL, AŞK VEYA ZİYAFET- GORGİAS Devlet Matbaası,
1936, İstanbul
***********
Kalikles — Zevkleri
birbirinden ayırt etmek lâzım değil midir ?
Sokrat — Bizi bu mevzua
götüren kim? Ben mi yoksa kemali huzurla, hangi kısımdan olursa olsun hazzın
saadeti teşkil ettiğini söyleyen ve zevkler içinde iyileri kötülerden tefrik
etmeyen sen mi? Bütün hazların iyilik hususunda müsavi olduğunu, bazı hazzın
iyi bazısının fena olduğunu kabul edip etmediğini bana bir kerre daha söyle.
Kalikles — İkisinin de bir
olduğunu inkâr etmekle ilk söylediğimi cerh etmemek için sözümde sabitim.
Sen ilk vaziyeti
yıkıyorsun, eğer bu düşüncene muhalif bir şey söylersen, benimle beraber
hakikati aramak sıfatını kaybedersin, Kalikles.
— Bunu yapan asıl sensin
Sokrat.
— Eğer bunu yapıyorsan,
senin gibi ben de kabahatliyim. Fakat aziz dostum şunu hatırına getir ki,
hayır, her türlü haz demek değildir; Çünkü eğer öyle olsaydı, demin ima ettiğim
utanılacak neticeler, ve daha bir çokları yekdiğerini veylederdi.
— Bu senin fikrin Sokrat.
— ifadende cidden sabit
misin.
—Elbette
—öyle ise onu ciddî surette
münakaşa edelim.
Kalikles — Hiç şüphesiz.
Mademki böyledir, benim
sualime doğru cevap ver: Senin ilim tesmiye ettiğin bir şey var mıdır?
— Evet
— ilimle beraber demin
söylediğim cesaret te varımdır ?
Evet.
Sen bize ikisinden bahsederken
cesaretin, ilimden ayrı olduğumu söylemek istedin.
Tamamıyla ayrı olduğunu.
Peki şimdi de bana şunu
söyle, hazla ilim ayrı ayrı şeyler midir, yoksa ikisi de bir midir?
Ey mahir adam, hiç şüphesiz
ayrı şeylerdir.
— Ya cesaret hazdan ayrı
mıdır ?
— Meydanda !
— Öyle ise Aşarn'lı
Kalikles’in, hayır ile hazzın aynı şey olduklarını, fakat ilimle esaretin
birbirlerinden ve hayırdan ayrı olduğunu söylediğini hatırda tutalım.
— Alopes’li Sokrat
bunu kabulden imtina mı ediyor?
— İmtina etmiyor; fakat
zannediyorum ki Kalikleste onun fikrini daha yakından tetkik ederse oda bunu
kabulden imtina etmeyecektir. Bana söylesene, saadetle felâket ayrı ayrı
haller değil midir ?
— Evet.
Bunlar yekdiğerine sıhhatle
hastalık kadar muhalif midir? Benim bildiğim insan aynı zamanda hem hasta, hem
sıhhatte olamaz, ve ikisinden de birlikte kurtulamaz.
— Ne demek istiyorsun?
— Meselâ vücudun her hangi
bir kısmını ayrıca nazarı itibara alabilirsin, insanın gözleri hasta olabilir
ve buna göz iltihabı, derler.
— Şüphesiz
— Bu gözler, o halde iyi
bir halde değildir
— Meydanda.
— Pekâlâ ! Eğer bir insan
göz iltihabından kurtulacak olursa, gözlerin sıhhatinden da mahrum olur, ve her
iki şey de birden mi kaybolur?
Asla.
— Böyle olaydı, bu bir
garibe, bir münasebetsizlik olurdu, değil mi?
— Tamamıyla
— Sıra ile, bu iki halden
biri gelince biri gidiyor.
— Doğru.
— Bu, kuvvet ve zafiyet
hakkında da böyle değil mi?
— Evet
— Sürat ve bataat ta böyle.
— Hayhay.
— Ya hayırla saadet ve
onların zıttı olan fenalıkla felâket te münavebeyle kazanılıp kaybedilmez mi ?
— Bu aşikârdır.
— Eğer aynı zamanda sahip
olduğumuz ve zayi ettiğimiz bir $ey varsa, elbette bu hayır, şer olmayacaktır,
cevap vermeden evvel düşün.
Tamamıyla senin
fikrindeyim.
— Şimdi geçen ifadelerimize
gelelim; sen ne demiştin? Açlık binefsihi hoş mu, yoksa zahmetlidir mi demiştin
?
— Ben onun zahmetli
olduğunu ve fakat acıkıldığı vakit yemenin hoş olduğunu söylemiştim —
Anlıyorum, fakat kat’î bir surette bir daha söyle açlık hoş mudur, zahmetli
midir ?
Kalikles — Zahmetlidir.
Susuzlukta böyle mi ?
Tamamıyla.
Suallerimi daha uzağa
götüreyim mi, yoksa, her arzunun, her ihtiyacın zahmetli olduğunu kabul ediyor
musun?
— Kabul ediyorum;
suallerini artık kes
— Peki, fakat susandığı
vakit su içmenin hoş olmadığını söyleyebilir misin?
— Elbette söyleyemem.
— Maamafih senin söylediğin
tarzda susamak hali, şüphesiz zahmetlidir, değil mi?
— Evet
— Fakat içmek işi, bir
ihtiyacın ve bir hazzın tatmini değil midir?
— Evet — Demek ki, içildiği
zaman haz duyuluyor.?
— Elbette.
— Fakat ancak susandığı
vakit değil mi?
— Öyle.
— Yani iztırap duyulduğu vakit.
—Evet.
— Nereye vardığını
görüyormusun? Susandığı vakit su içildiğini söylemekle, aynı zamanda hem haz
hemde iztırap duyulduğunu söylemiş oluyorsun; zaten bir rüchaniyetleri
olmadığından ister cisimde ister ruhta diyelim, bu muzaaf tesirin birden husule
gelmesi vaki değil midir? Öylemi, değil mi?
— Doğru.
— Maamafih sen aynı zamanda
hem mes’ ut, hem karabahtlı olunamaz diyordum. Gene öyle diyorum. Fakat diğer
taraftan bir insanın aynı zamanda hem haz, hem iztırap duyduğunu söylüyorsun.
Orası öyle.
— Demek ki, haz bir saadet,
elem de felâket değil miş, bu halde hoş olan şeyde nihayet iyi ve güzel bir
şey değil miş.
— Senin safsatalarından bir
şey anlamıyorum.
— Pekâlâ anlıyorsun,
Kalikles, yalnız anlamamazlıktan geliyorsun. Fakat ilerlemekte devam edelim.
— Bu saçmalar neye müncer
olacak?
— Beni muahaze eden sana
karşı ne mahir bir adam olduğunu isbat etmeye! Susamamız kesildiği vakit, içmekten
lezzet duymadığımız doğru değil midir?
— Ne demek istediğini
anlamıyorum.
Gorgias — Böyle söyleme.
Kallikles, münakaşamızın gayesine varmak için, bizim menfaatimiz namına cevap
ver.
Kallikles.— Fakat,
Gorgias, bu Sokrat, hep aynı Sokrat; manasız bir çok sualler sorarak sizi
sıkıyor.
Gorgias — Sana ne, onları
takdir edecek sen değilsin ki onu, seni istediği gibi isticvap etmekte serbest
bırak.
Kallikles — Pekâlâ Sokrat,
mademki Gorgias böyle düşünüyor, âdı ve ehemmiyetsiz sorgularında devam et.
Doğrusu Kalikles, Küçük
esrara mahrem olmadan büyük Esrara vakıf olduğun için çok bahtiyarsın; Ben
buna müsaade edeceklerini zannetmiyordum. Her ne ise, işi bıraktığın yerden
alalım, hepimizde içmek hazzının, susamanın kesilmesiyle bitip bitmediğini söyle.
Eyet.
Açlık ve sair arzuların
nihayet bulmasıyla haz da beraber bitiyor, değil mi? Doğru.
O suretle ki, elem ve haz
birlikte kayboluyor.
Evet.
Bilâkis hayır ve şer,
bunlar, birden kaybolmuyor: bunu biraz evvel böyle biliyordun; gene öylemi
düşünüyorsun?
Elbette. Sanki bundan da ne
çıkarmak istiyorsun?
— Dostum, şunu çıkarmak
istiyorum ki iyi hoşla, kötü zahmetli olan şeyle bir değildir. Filhakika bir
halde iki zıt birlikte kayboluyor, bir başka halde ise tab’an aykırı
olduklarından öyle birden kaybolmuyorlar. O halde hoşu iyiye, hoş olmayanı
fenaya nasıl benzetmeli? Fakat eğer sen istersen, mes’eleyi bir başka şekilde
tetkik et. Zannediyorum ki, burada vak’lar senin fikrine uymuyor. Güzel
şeylerin güzelliği zatında olan iyilikten ileri geliyor değil mi?
-Şüphesiz. Öyle ise akılsız
veya alçak bir kimseye iyi dermişin: Demin bunu reddediyordun ve iyinin mert ve
akıllı olduğunu söylüyordun, değil mi, iyi diye, buna demiyor muydun?
Muhakkak.
Diğer taraftan, akılsız ve
aynı zamanda mesrur bir çocuk gördün mü?
Gördüm.
Sokrat — Ya sürür hisseden
akılsız bir insan?
Zannederim; fakat hangi
neticeye varmak istiyorsun?
Hiçbir neticeye; sen sade
cevap ver.
— Pekâlâ, gördüm.
— Yahut bilâkis elemli ve
neş’eli elan akıllı bir adam gördün mü?
Evet.
Fakat elem ve sürura sebep
olan hangisidir, akıllı olmak mı, akılsız olmak mı?
Aralarında büyük bir fark
olacağını zannetmiyorum.
Bu bana kâfi.Ya sen hiç
muharebede bir korkak gördün mü?
— Gördüm ya !
— Ric’at etmekte olan
düşman karşısında korkaklar mı, yiğitler mi daha ziyade meserret duyar?
Bana kalırsa, her ikisi de
ayni süruru duyar, veyahut aralarında fark pek azdır.
Farkın ehemmiyeti yok; her
ne olursa olsun, korkaklar bile bir sürür duyarlar değil mi?
— Hatta pek büyük bir
sürür.
— Akılsızlar da böyle
olmalı değil mi?
Evet.
Fakat düşman ilerlerse,
yalnız korkaklar mı buna teessüf eder, yoksa mertler de müteesssir olur mu?
Hepsi kederlenirler.
— Ayni derecede mi?
Korkaklar belki daha çok.
Ya düşman ric’at ettiği
vakit de böyle memnun olmazlar mı?
Belki.
Demek oluyor ki, sürür ve
keder akılsızlarla akıllılar, korkaklarla yiğitler tarafından da ve senin
fikrine göre korkaklar tarafından yiğitlerden daha fazla hissolunabilirmiş.
Evet.
Maamafih akıllılar ve
yiğitler iyidirler. Halbuki akılsızlarla korkaklar kötüdürler.
Öyle.
Binaenaleyh sürür ve keder
kötüler tarafından da iyiler tarafından da hemen ayni derecede
hissolunabilirmiş.
Kabul ediyorum.
İyiler de, kötüler gibi hem
iyi, hem kötü, hatta kötüler iyilerden biraz daha iyi olacaklar.
— Zeus’a yemin ederim, ne
söylediğini anlamıyorum. Sen artık iyilerin iyi bir şeyin mevcudiyetiyle, iyi
kötülerin de kötü bir şeyin mevcudiyetiyle kötü olduklarını, ve iyi şeylerin
hazdan, kötü şeylerin de
elemden ibaret olduğunu bilmiyor musun?
Biliyorum.
İnsan sürür duyduğu vakit
kendinde iyi bir şeye ve sevindiğine nazaran da bir hazza malik oluyor
demektir.
Öyle ya.
İyi bir şeyin mevcudiyeti,
sevineni de iyi yapıyor.
Evet.
Diğer cihetten, elem
duyulduğu vakit, insanda kötü şey, yani ıztırap uyanmaz mı?
Şüphesiz.
Demek oluyor ki sen, kötü
olanları kötü şeylerin mevcudiyeti kötü yapıyor, diyorsun. Bu ikrarında duruyor
musun?
— Evet.
Öyle ise sevinenler iyidir,
mükedder kimseler fenadır, öyle mi?
Elbette.
Bunların bu duyguları
kuvvetlendikçe, iyilik ve kötülükleri de artar, az ise azalır, orta ise orta
olur.
Evet.
Sen demek ki sürür ve
kederin akıllılarda da, akılsızlarda da, mertlerde de, korkaklarda da, yalnız
belki bunlarda hafif bir tefevvukla, hep bir olduğunu söylemek istiyorsun.
Evet, öyle diyorum.
Güzel şeyleri iki üç kerre
tekrar etmek iyi olduğunu söyledikleri için, biz de sözlerimizi hulâsa edelim.
Diyorduk ki, akıllı ve cesur iyi kimselerdir» değil mi?
Evet.
Halbuki korkak ve akılsız
kimseler kötü kimselerdir.
Öyle.
Sürür duyan iyidir.
— Evet.
— Elem duyan fenadır.
Tabiî.
Bundan başka, sürür ve
keder, iyi için de kötü için de birdir, yalnız belki kötü için hafif bir
tefevvuk vardır.
Evet.
Bu halde, kötü de iyi
kadar, yahut belki biraz daha fazla hem kötü, hem iyi olmuş olur. Evvelâ hoş ve
iyinin ayni şey oldukları kabul olunduğu surette, kaziyenin suğra ile kübradan
ibaret olan mukaddemlerinden yahut mukaddem ve taliden bu netice çıkmış olmuyor
mu? Bu zarurî değil mi, Kallikles?..
İşte Sokrat, seni çoktan
beri dinliyorum ve sana en küçük bir müsaade verildiği surette bir çocuğun
sevinci gibi, hemen ona kapıldığını bildiğim için istediğini bahşediyorum.
Sanki ne benim ne senin, ne de başka birinin az, çok hazları tefrik etmeyi
unutmadığımızı bilmiyormuşsun gibi...
— Oh ! Kallikleş ne kadar
hilekârsın! Beni bir çocuk yerine koyuyorsun! Beni şaşırtmak için bazan bir
şey, bazan başka bir şey söylüyorsun. Mamaafih evvelce beni aldatmaktan zevk
duyacağını tasavvur etmiyordum, çünkü seni dostum zannediyordum; fakat
yanıldığımı görüyorum, bana düşen şüphesiz, söylendiği gibi sabretmek ve bana
verdiğini almaktır. Şimdi eğer aldanmıyorsam hazların iyiside kötüsü de var
diyorsun değil mi? Evet iyi olanlar, faydalı, kötü olanlarda muzırdır değil
mi?
— Öyle ya!
Bir hayır husule getirene
faydalı, bir şer hasıl edene de muzır diyoruz değil mi?
— Öyle düşünüyorum.
— Biraz evvel bahsettiğimiz
yemeye içmeye müteallik hazları misal olarak alalım. Bunlar arasında sen,
vücuda sıhhati, kuvvetli vesair maddî evsafı temin edenlere iyi ve aksi tesiri
yapanlara da fena mı diyorsun?
— Tamamıyla böyle.
— Elemlerde ayni şerait
içinde olup bazıları iyi, bazıları fenadır, değil mi?
—Tabiî.
— Demek ki aranılacak
şeyler iyi hazlar ve iyi elemler olmuş oluyor.
— Şüphesiz.
— Fakat kötüler değil.
— Evet.
— Eğer hatırlıyorsan Polos
la ben her şeyde iyiyi kastederek hartket etmemiz lâzım geldiğini kabul
etmiştik: Bütün ef’alimizin son gayesinin hayır olduğunda ve hayra nazaran
bütün sair hareketlerimizdeki maksatların madun olup, hayrın bu maksatların
aşağısında olmadığında sen de bizimle mutabık mısın? Bu iki reyimize de iştirak
ediyor musun?
— Evet.
— Demek oluyor ki hoş olan
şey sairleri gibi hayır için aranır, yoksa hayır hoş olan şey için aranmazmış
ne dersin?
— Elbette.
— Fakat hoş olan şeylerin
içinde iyi olanlarla kötüleri tefrik etmek her önüne gelen kimsenin yapacağı
bir iş midir? Yoksa bu ayrı bir ihtisas meselesi midir?
— İhtisas elzemdir.
— Öyle ise, benim Polos ve
Gorgis’a söylediğimi hatırlıyalım. Ben diyordum ki, muhtelif san’atler arasında
bazıları hazza irişir ve yalnız bunu hâsıl edebilip, âlâ ile betteri bilmez,
halbuki bazıları hayrı ve şerri bilir.
Hayra müteallik olanlar
arasına koyduğum tababete muhalif olmak ve hakikî bir san’at değil, bayağı
pratik bir şey almak üzere hazza müteallik san’atler arasınada açıcılığı
koymuştum. Muhabbet ilâhı namına, Kallikles, kendinde benimle eğlenmek ve bana
aklına gelecek ilk fikrin aksine cevap vermek salâhiyetini görme, benim
lisanımı bayağı bir eğlence talâkki etme çünkü şimdi mübahase ettiğimiz mevzuun
azıcık aklı olanları düşündürecek kadar mühim ve vasî olduğunu gürüyorsun. Ne
cins bir hayatı tercih edeceğimizi bilmek lâzım geliyor: Senin bugün yaptığın
ve beni de teşvik ettiğin ve dediğin gibi insanca hareket ederek halka söz
söylemek ilmi beyanı mütalaa etmek ve siyasetle meşgul olmak mı; yoksa benim
gibi kendini felsefeye vakfetmek mi iyi? Belki en iyi cihet, benim denediğim
gibi, bunları ayırmak, sonra da bu iki nevi hayatın ayrı ayrı şeyler olduğunu
hep birden kabul olununca, bu ayrılığın neden ibaret olduğunu ve bu ikisinden
hangisinin intihap edilmesi lâzım geldiğini tetkik etmektir. Fakat belki ne
demek istediğimi iyice kavrayamıyorsun.
Evet hiç.
—Daha açık olmaya
çalışacağım. Mademki ikimiz de iyi ve hoş olan şeyin mevcut olduğunda, ve hoşun
iyiden başka bir şey olduğunda ve her birerinin iktisabı bir nevi usule bağlı
olduğunda, biri süruru diğerinin de hayır takip ettiğinde mutabıkız yalnız bu
birinci nokta hakkında benim gibi düşünüp düşünmediğini söyle. Haydi, evet mi
?
— Evet.
Şimdi benim Gorgias ve
Polos’a söylediğim şeylerde hakikati söyleyip söylemediğimi bana temin et. Ben
onlara diyordum ki aşçılık tababetten farklı bir sat’at değil, bilgi ve tecrübeyle
kazanılmış bir meharettir, tababet bir hastayı tedavi ettiği vakit hastanın
tab’ını mütalâadan başlar ve niçin, nasıl hareket ettiğini bilir ve bütün
teşebbüslerini tahakkuk ettirebilir, halbuki bütün sa’yi, hazzı istihdaf eden
öteki ise, kendi gayesine sanatsız, hazzın tab’ını ve onu husule getireni
mütalâa etmeksizin sıf bir tesadüfe terk olunarak, hesaptan ari bir halde
varabilir, ancak görenek bir pratikle, itiyatla yapılan şeyi hatırda tutarak ve
aynı vasıtalarla hazzı hâsıl etmek için o gayeye yürür.
Bak evvelâ şu sözümü doğru
buluyor musun; yukarda söylediklerime mümasil ruha ait olmak üzere iki san’at
daha vardır ki biri, san’attan sudur ederek ruhun en büyük hayrını tehiyye
etmeyi düşünür, öteki de hayra karşı lâkayt ve burada ruha haz veren
düsturlarla meşgul olur, hangi hazzın yüksek, hangisinin kötü olduğunu bilemez.
Hatta bunu öğrenmek için sormaya bile lüzum görmez. Her vasıta ile zevklenmekten
başka bir meşguliyeti yoktur, kendi hakikî menfaati ve ziyanı kaygusunda
değildir. Bu hususta benim fikrimi kabul ediyor musun, yoksa etmiyor musun?
Kalikles — Onu reddetmiyorum,
Sokrat, bilâkis Gorgias’a hoş görünmek ve münakaşayı ileriletmek için kabul
ediyorum.
Bu bahsettiğim müdahene yalnız
tek bir ruha mı, yoksa iki ve yahut bir çok ruhlara karşı mı yapılır?
İki ruha da bir çok ruhlara
karşı da yapılır.
Demek ki bir insan
kalabalığının menfaatları endişesinden uzak olarak onlara müdahene etmek
istenebilir, öyle mi ?
Zannederim
— Bu şeyleri istihdaf eden
mümareseleri bana söyleyebilir misin? Yahut istersen, sana bunları ben sorayım,
söyleyeceğim mümaresenin bu makuleye girdiğine kani olursan, bana evet dersin
yahutta hayır, dersin. Peşin flavta çalmayı ele alalım, o bu meyanda mıdır ? o
sade bizim zevkimizi istihdaf edip başka hiç bir şeyi istihdaf etmez mi dersin
?
Benim fikrimde böyle
mümareseler de böyle, meselâ konkurlarda gitara çalmak.
Evet.
Söyle bana; kara
talimlerinde ve ditiramp [O vakitler şarap ilâhı Bakus için okunan şiirler.]
şiirlerinde aynı karakteri bulmuyor musun? Melesin oğlu Binesiasın
dinleyicilerine, yahut halka yalnız hoş gelebileni dinletmek endişesinde
bulunduğunu kabul eder misin ?
— Sokrat, bu Binesias için
bedihîdir.
— Ya babası, Meles gitara
çaldığı vakit iyi ve hoş kaydında mıydı ? Doğru söylemek lâzımgelirse bu
eğlence için bile denemez çünkü ahalinin başını ağrıtıyordu. Fakat düşün, bütün
gitare ve ditramp şiirleri zevk ve haz husule getirmek niyetile vücude
getirilmiştir.
— Evet.
Şiirin fevkalâde ve
muhterem bir şekli olan trajedinin maksadı ne olduğunu da düşün. Yalnız benim
zannettiğim gibi hoşa gitmek için mi; yoksa fena olup ta seyircileri
eğlendirmeye ve okşamaya kabiliyetli bazı fikirleri susturmaya mı gayret eder
ve bazı nahoş fakat faydalı fikirleri seyircilerin hoşuna gitsin, gitmesin
söylemeye ve teganniye gayret mi eder? Trajedi bu iki türlü hareketten, sence
hangisini takip eder ?
— Sokrat elbette o,
seyircilerin eğlence ve zevkine matuftur.
— Bir ay evvel bunun bir
müdaheneden ibaret olduğunu söylememiş miydik ?
— Tabiî.
— Fakat şiirden musiki
vezin, ahenk kaldırılırsa, lisandan başka bir şey kalır mı ?
Kallikles — Tabiî öyledir.
Binaenaleyh bu lisan
millete ve halka hitap etmiyor mu?
— Evet-Demek oluyor ki,
şiir millete karşı nutuk olmuş oluyor.
Doğru.
— Öyle ise bu ilmi beyandan
neş’et eden bir nutuktur; o halde, şair de hitabet san'atmı bilmiş oluyor.
Zannederim.
İşte erkeklerin yanında
çocukların ve kadınların, hürlerin yanında esirlerin karma karışık oturdukları
bir toplantıda kullanılan bir ilmi beyan; bizim için bir müdahenedir; o halde
bu az itibar edilmesi lâzım gelen bir şey olmuş oluyor.
—Hakikaten oluyor.
Pekiyi, fakat Atina halkına
ve sair beldeler ahalisine, yani hür adamların toplantılarına hitap eden ilmi
beyan hakkında ne düşünmeliyiz? Hatiplerin büyük hayrı istihdaf ettiklerine ve
daima nutuklar ile vatandaşları yükseltmek endişesile söylediklerine mi kalsın,
yoksa avamın hatırını haşlayarak kendi menfaatları için umumun menfaatini feda
ettiklerine, ve bu hareketlerile iyi veya fena yaptıklarını düşünmeyerek
ahaliyi her şeyden evvel hoşlarına gitmek istedikleri çocuklar gibi tuttuklarına
mı kanisin?
Bu mes’ele daha muğlak!
nutukları ammenin menfaatlarıdan mülhem olan hatipler de vardır, senin dediğin
gibi yapanlar da vardır.
Kâfi: Eğer iki nevi siyasî
belâgat varsa onlardan biri müdahene ve çirkin bir şeydir; güzel olan öteki
ise, vatandaşların ruhlarını ıslaha çalışan ve dinliyicinin hoşuna gitsin
gitmesin, daima en âlâyı söylemiye gayret edendir. Fakat sen hiç bir vakit bu
belâgata tesadüf ettin mi? Eğer hatipler içinde bunlardan misâl biliyorsan,
bana çabuk söyle.
Bugünküler içinde sana
gösterebilecek birini görmüyorum.
Pekâlâ ya eskiler içinde
sözünü dinletmeye başladığı andan itibaren Atinalıları olduklarından daha iyi
bir hâle getiren bir hatip söyleyebilir misiniz. Ben böyle bir hatip
bilmiyorum.
Ne diyorsun? Temistokel,
Simon, Miltiad ve yakında ölen ve bizzat senin de dinleyicisi olduğun
Periklesin şöhreti ve liyakatlerini hiç işitmedin mi?
Kallikles eğer senin demin
söylediğini yapmak, yani kendisinin ve başkasının ihtisaslarını tatmin etmek
iyi bir meziyet ise, diyecek yok; fakat eğer böyle değilde, bizi daha fena
değil, daha iyi yapan ve arzularımızı tatmin etmek iyi bir şey ise, buna da
diyecek yok, bu hatibler içinde bu şartları haiz birini bana gösterebilir
misin?
Sana ne söyleyeceğimi
bilemiyorum.
—İyice ararsan bulursun. Bu
halde sükûnetle tetkik edelim. Onlardan biri bunları tahakkuk ettirmiş mi
görelim: Bütün dediklerini en büyük hayrı için söyleyen faziletli adam rastgele
mi söyler, yoksa bütün sözlerinde muayyen bir gaye mi vardır?
O, sade kendi işine bakan,
malzemesini rastgele alıp kullanmaktan uzak olarak bir plân daresinde yapmak
istediğini tahakkuk ettirmeyi istihdaf eden sair san’atkârlar gibi değil midir?
Meselâ ressamları,
mimarları, gemi inşa edenleri vesair sanatkârlardan hangisini istensen ele al,
bunlardan her birinin eserlerinin mütenevvi unsurlarını ne metin bir intizamla
kullandıklarını ve nihayet heyeti mecmuanın güzellikle tertip ve tanzim
olunması için biribirine ahenkle uydurmaya çalıştıklarını görürsün. Daha evvel
bahsettiğimiz şekilde vücutle meşgul olan hekimler pedotripler de ayni suretle
vücuda muvafık tenasüp güzelliğini vermeye gayret ederler. Bu maksada mutabık
mıyız?
Öyle diyelim.
Demek oluyor ki, intizam ve
tenasüp bir ev için iyi bir vasıftır ve intizamsızlıkla onun kıymeti kalmıyor
değil mi ?
Evet.
Sokrat — Bir gemi içinde
böyle, değil mi?
Evet. Vücutlarımız içinde
böyle değil mi?
—Yine öyle.
—Ya ruhumuz? Ahlâk
fesadile mi kıymetlenir, yoksa bir nevi intizam ve ahenkle mi?
— Evvelce kabul ettiğimiz
şeylere nazaran intizam ve ahenkle kıymetlendiğini tasdik etmeli. —Vücutta
tenasüp ve intizamı mucip olan şeye ne denir?
Şüphesiz kuvvet ye
sıhhattan bahsetmek istiyorsun.
Tamamıyla. Ya ruhta bunları
husule getirene ne denir? Ötekini nasıl söyledinse, bunu da öyle bulup söylemiye
çalış.
—Onu sen kendin neye
söylemiyorsun, Sokrat?
—Eğer münasip görürsen
söylerim. Yalnız bakalım, sen benim söyleyeceğimi kabul edecek misin? Eğer
kabul etmezsen hatıra gönüle bakmadan reddet. Ben diyorum ki, vücutta intizama
sağlamlık denir ki diğer bütün maddî vasıflarla birlikte sıhhati husele
getirir. Doğru mu, değil mi?
Çok doğru.
Sokrat — Ruhta, intizam ve
ahenge disiplin ve kanun denir ki, namuslu adamlar ve iyi yurddaşlar meydana
getirir, ki adil ve hikmeti vücuda getiren de budur, mutabık mıyız ?
—Evet.
—Pekâlâ bu söylediğim
san’at ve hayır dairesinde hareket eden hatip, bunları nazarı dikkate almakla
her fırsatta sözlerini ruhlara arzedecektir. Milletle alış verişi, daima
yurttaşların ruhlarında adaleti tevlit, zulmü ve intizamsızlığı giderip
hikmeti hâsıl etmekten ibaret olacak hâsılı yegâne maksadı, ona bütün
faziletleri vererek kötülüklerini izale etmekten ibaret olacaktır. Bunu kabul
ediyor* musun, etmiyor musun?
— Kabul ediyorum!.
— Kallikles, hasta ve
düşkün bir vücude fayda temin etmeyen ve belki de bilâkis onu daha fena yapan
bol gıdaları leziz içkileri, her türlü lâtif şeyleri vermek neye yarar ?
Zarardan başka bir şeve
yaramaz.
—Sefil bir vücûtla yaşamak
faydalı bir şey değildir. Çünkü bu suretle hayatta zarurî surette sefil olur.
Sen de benim gibi düşünmüyor musun?
—Evet.
—Hekimlerin afiyette olan
bir kimsenin arzularını tatmin etmesine, meselâ susadığı veya acıktığı vakit
istediği kadar yiyip içmesine müsaade ettikleri halde alelumum hastaların
bilâkis arzularını hemen icradan menetmeleri bundan dolayı değil midir? Sen de
böyle mi düşünüyorsun?
—Evet, tabiî.
— Ruh hakkında da kaide
ayni değil midir? O cehalet, ifrat, zulüm veya dinsizlikle bozulduğu vakit, onu
arzu ettiğinden mahrum etmek ve ancak kendisini iyileştirecek şeyleri
yaptırmak lâzım gelmez mi?
—Öyle.
—Ruh için iyi olan, bu
değil midir?
—Hiç şüphe yok.
—Fakat onu arzusundan
menetmek, onu cezalandırmak değil midir?
— Elbette.
— Demek oluyor ki, ruh için
ifrattan senin demin tercih ettiğin mücazat daha iyidir.
Ne demek istediğini
bilmiyorum, Sokrat; bana başka bir şey sor.
Bu Kallikles kendine hizmet
edilmesine tahammül edemiyor! Beraber konuştuğumuz mücazatı bile kabul
etmiyor!
— Doğrusu, senin
söyleyeceğin şeyi merak bile etmiyorum, ben ancak Gorgias’a cemile olmak için
sana cevap verdim.
Pekâlâ canım öyle olsun,
fakat ne yapacağız, bir netice vermeden muhavereyi kesecek miyiz?
Nasıl istersen öyle
yapalım.
Bir hikâye bile ortada
bırakılamaz, münakaşamızın böyle başsız bir halde kalmaması için ona bir baş
koymalı, onu tamamlamamız için sen bana cevap vermekte devam et.
Ne müstebitsin, Sokrat! Ya
bu münakaşayı burada kes, yahut bunu takip edecek bir başkasını bul!
— Pekâlâ, kim gelecekse gelsin,
ben sohbetimi yarım bırakmam.
Sen kendi kendine bir
monologla, yahut ta sualini ve cevabını kendin söyleyerek bunu tamamlayamaz
mısın?
Demek ki, sen bana
Epişarm’ın dediği gibi iki kişilik işi yalnız tamamlatmak istiyorsun ha! Ben bu
işten de kaçınmam. Fakat zannederim ki bizi meşgul eden meselede hakikatin
veya hatanın nerede olduğunu keşfetmekte şiddetle rekabet etmeliyiz. Çünkü bu
noktayı vazıh olarak görmekte her ikimiz için de ayni menfaat vardır. Ben bu
hususta ne düşündüğümü arzadeceğim, eğer içimizden birimiz benim doğru olmayan
bir reyde bulunduğuma hükmederse müdahale etsin ve beni cerhetsin, çünkü ben,
bir hakikat diye söylediğim şeyin mutlak hakikat olduğunda İsrar etmem onu
sizinle birlikle ararım, o suretle ki eğer muarızının haklı olduğu bence
tebeyyün ederse silâhlarımı ona en önce ben teslim ederim. Size bu teklifte
bulunmamın sebebi, münakaşanın ikmali iyi olacağı zamanda bulunduğum için dir;
eğer siz böyle düşünmüyorsanız, bunu bırakalım ve ayrılalım.
Gorgias — Hiç te ayrılmak
taraftarı değilim, Sokrat fikrini bildirmeni isterim ve öyle zannediyorum ki,
bütün burada hazır bulunanların reyleride böyledir. Ben, bu tetkiki bitmiyen
şeyi senin tek başına meydana çıkarmanı çok istiyorum.
Sokrat — Ben de, Gorgias,
Amfion’un şiirini Zetos’un şiirile mübadele edinciye kadar Kallikles'le dialoğu
takip etmekten zevk duyacağım. Mademki, Kallikles sen muhavereyi nihayete
erdirmeyi istemiyorsun, sonra doğru görünmeyecek bir şey söylediğim vakit sen
yalnız özümü kesmekte kusur etme. Eğer benim hatamı isbat edersen, senin bana
yaptığın gibi gücenmek şöyle dursun, seni en büyük velinimetim, sayarım.
Kallikles — Azizim, sen
kendin söyle ve bitir.
Sokrat — Öyle ise beni
dinle ve hepsini baştan almama müsaade et. Hoşla iyi aynı şeyler midir ?
Kallikles’le beraber kabul ettiğimiz gibi, hayır değildir. Hoşu iyi niyetile
mi, yoksa iyiyi hoş maksadile mi yapmalıdır. Hoş mevcudiyeti bizi mesrur eden
şey midir ve iyide mevcudiyeti bizim iyi olmamızı temin eden şey midir ?
— Evet — Öyle ise iyi olan
şeylerle biz bir nevi kalitenin mevcudiyetile iyiyiz bu böyle mi ?
Bu bana muhakkak böyle
görünüyor. Kallikles..
— Fakat her şeye meselâ
cisme ruha, herhangi bir hayvana hâsolan vasıf ona tesadüfi olarak gelmiyor. O
bu şeyin tab’ına uydurulmuş bir nevi intizam, sıhhat ve san’attan ileri
geliyor, doğru mu ? Ben kendi hisseme bunu tasdik ve kabul ediyorum.
—İşte bu suretle her hangi
bir şeyin fazileti bir intizamdan ileri gelen mes’ut bir tertip ve kabiliyete
mütevakkıftır. Ben bunda ısrar edeceğim.
Binaenaleyh, mevcudiyetile
bir şeyi iyi yapan her şey, kendi tab’ına has olan bir güzellik ahengi değil
midir?
Öyle zannediyorum.
Bu halde ruha muvafık olan
intizamı ihtira eden bir ruh ta bu intizamın bulunmadığı diğer bir ruhtan daha
âlâdır. Öyle mi?
—Tabiî.
halde intizama malik olan
bir ruh, pek muntazam bir ruh demektir, değil mi ?
Şüphesiz.
Pek muntazam olan bir ruh
ta perhizkâr ve akıldır, öylemi?
— Bütün zaruretile. Demekki
perhizkâr olan bir ruh iyidir.
İşte aziz Kallikles’im,
bunlar benim hiçbir noktasını değiştirmek istemeyeceğim mes'eleler, eğer senin
bu hususta bir itirazın varsa, söyle.
Kallikles — Devam et
azizim.
Sokrat — Diyeceğim ki,
perhizkâr ve âkil olan ruh iyi ise, aksi, karakterde bulunan ruh ta fenadır.
Binaenaleyh birinci ruha zıt olan ruh, intizamsız ve şuursuz olandır.
İtiraz yok.
Hakîm bir adam ilâhlara ve
kendine uygun olanlara teveccüh eder; eğer kendine yakışanı yapmazsa akıldan
mahrum olması lâzım gelecektir.
— Tabiî.
— İnsanlara karşı lüzumu
olduğu veçhile hareket etmek, adalete riayet etmek demektir; İlâhlara karşı
yapılan bu hareket, takvada bulunmak demektir, binaenaleyh adalet ve takvayı
göz etmek şüphesiz âdil ve mütekki olmaktır.
— Bu böyledir.
— Aynı zamanda cesur da
olmak demektir; çünkü takip edilmesi lâzım gelen şeyi takip etmemek ve kaçılması
icabeden şeyden kaçmamak, hakîm bir adamın kârı değildir. Hakim olan kimse,
gerek insan gerek eşya, ve gerek sürür ve kederler içinde lâzım geleni takip ve
lâzım gelmeyenden kaçar ve o, vazifesinin emrettiği şeye tahammüllü bilir. O
kadar ki, Kallikles, gösterdiğimiz gibi, âdil, cessur ve mütteki olan hakim
zatın tamamıyla iyi olması ve her şeyde hayır işlemesi lâzım gelir; o zatın
böyle lâzım geldiği veçhile iyi hareket etmekle saadet ve muvaffakiyete
erişmemesi kabil değildir, fena adam ise, fena hareket ettiği için sefildir.
Binaenaleyh, bu fena adam ötekinin tamamıyla aksidir. O, intizamsız ve müfrit
bir adamdır, halbuki sen onun saadetinden bahsederek, onu methediyorsun.
İşte benim kabul ve
muhakkak telâkki ettiğim, budur. Eğer bu doğru ise, bana öyle geliyor ki, mesut
olmak için perhizkârlığı aramamız ve onu kendimize iş edip ifrattan sakınarak,
bir cezaya müstahak olmaktan. olanca kuvvetimizle kaçmamız lâzımgelir; fakat
bizim, yahut bize mensup olanlardan biri için buna ihtiyaç görülmezse, o
halde mesut olmanın yegâne vasıtası, hatalarımızın cezasını çekmemizdir.
İnsanın hayatını idare
etmesi için daima gözlerinin önünde bulundurması lâzım gelen gaye, işte budur.
Herkesin bütün kendi kuvvetlerini ve Hükümetin kuvvetlerini saadetin şartı olan
adalet, ve perhizkârlık iktisabına sarfetmesi ve ona muvafık ef’alde bulunması
iktiza ettiği gibi ihtirasların da Ölçüsüz hükümran olmasına müsaade etmemeli,
ve, bir haydut hayat ı yaşamış olmamak için onların doymak bilmeyen hırslarını
tatmine razı olmamalıdır.
Böyle bir adam ne ilâhlar
ve ne de başkaları tarafından sevilmediği gibi bu adam aynı zamanda
cemiyetsiz, gayri munis, dostluktan uzak bir adamdır. Kallikles, âlimler
dostluk, intizama hürmet, itidâl ye adaletle birbirine bağ lıdırlar, ve bu
sebepledir ki, onlar kâinata intizamı eşya tesmiye ederler, yoksa
intizamsızlık, tertipsizlik demezler. Her ne olursa olsun, ya benim arzettiğim
tezin yanlışlığına kail olmalı ve adil ile perhizkârlığın mesut olanların
saadetine, fenalığın da karabahtlı olanların sefaletine sebep olmadığını isbat
etmeli; yahut bu şeyler doğru ise, onlardan zuhur eden neticeleri tetkik
etmelidir. Kalikles sen bana, hata vukuunda insanın kendini, çocuğunu ve
dostlarını ittiham etmesi lâzım geldiğini ve ilmi beyanın bu hususta hâdim
olacağını söylediğim vakit ciddî söyleyip söylemediğimi sordum, işte bu
neticeler bu sualine karşı bir teyitdir. Bu sözler zulüm yapmanın ona maruz
olmaktan daha çirkin olduğunu ve aynı zamanda muzır olduğunu ve hattâ Palos
bunu kabul ettiği için muaheze ettiğin bu şeyin bir hakikat olduğunu sana isbat
eder. Bu malûm olunca, şimdi senin haksız itaplarının değerini tetkik edelim.
Sen benim büyük muhataralarda gerek kendimi gerek dostlarımı ve yakınlarımı
kurtarmaktan âciz olduğumu söylüyorsun. Kuvvetli ifadene göre başkaları
tarafından tokatlanıp servetleri gaspedilen, şehirden sürülen ve nihayet
öldürülen ve alçaklığile şöhret bulmuş alelâde insanların arzusuna tabi
olduğumu ve bu halin pek ayıp olduğunu söylüyorsun. Senin fikrin bu. Şimdiye
kadar bir çok def'a söylediğim halde, gene tekrarında mahzur görmediğim benim
de fikrim, işte budur.
Bence Kallikles, bence bir
insan için en utanılacak şey, haksız olarak tokatlanmak, yahut serveti
gasbedilmek değildir. Ben iddia ederim ki, soyulmak, esir olmak eve süklüm
püklüm dönmek hülâsa bana ait şeylerde her hangi bir haksızlığın kurbanı olmak,
benden ziyade o haksızlığın faili için çirkin ve zararlıdır. Benim müdafaa
ettiğim ve bütün şimdiye kadar
söylediğimiz sözlerle isbat
ettiğimiz bu hakikatler biribirine merbut ve mahfuzdur. Eğer bu rabıtaları sen
veyahut senden daha kuvvetli biri çözmiye muvaffak olamazsanız ohalde demek
oluyor ki benim sözlerimden daha doğru bir söz olamaz. Ben aynı fikirde ısrar
ederek tekrar ediyorum ki, tesadüf ettiğim muhataplardan hiç biri hiç bir
vakit benimle gülmeden konuşmadı.
İşte hakikatin böyle
olduğunu ilân ediyorum. Bu iki fenalık, yani haksızlığı irtikâp ve ona maruz
kalmak fenalıkları malûm olduktan sonra, en büyük fenalığın onu işlemek ve en
küçüğünün de ona maruz kalmak olduğunu söyledik, öyle ise haksızlığı irtikâp
etmek, veya ona maruz kalmak fenalıklarından birine karşı, insanın kendi
kendini kat'î bir surette müdafaa etmesine yarıyacak prensipler hangileridir?
Kuvvet mi, irade mi? yani haksızlığı irtikâp etmemek için, onu istememek kâf
imidir, Kallikles, yoksa içtinab için kuvvetli olmak mı lâzım gelir?
Kallikles — Kuvvetli olmak
lâzım geleceği muhakkak.
Sokrat — Ya haksızlığı
irtikâb eden için, nasıl? Onu irtikâb etmemek arzusu hakikaten irtikâb etmemiye
kâfi midir? yoksa haksız fiillere sevk edilmemek için bilinmesi ve ihmal
edilmemesi lâzım gelen bir sanat ve ya kuvveti elde etmek mi lâzım gelir ? Bu
nokta hakkında bana cevap ver Kallikles, demin Polos’la ikimiz, istiyerek asla
haksızlık yapılamayacağını ve fenalık yapanların bunu istemeyerek yaptıklarını
kabul etmek mecburiyetinde bulunmuştuk bunda haklı olup olmadığımızı bana
söyle.
Kallikles — Sokrat, bu
noktayı kabul edilmiş farzet de nutkunu artık bitir.
Sokrat — Demek oluyor ki,
bir haksızlık yapmamak için bir kuvvet veya san’atın iktisabı lâzım geliyormuş
öyle mi?
Kallikles — Evet
Sokrat — Öyle ise
haksızlığa ya hiç, veyahut mümkün olduğu kadar az duçar olmamızı temin edecek
san’at hangisidir? Hadi bakalım, sen de benim fikrimde misin ? Bana kalırsa
bunun için, memleket içinde iktidar sahibi olmak, ve hatta zulüm yapabilmek,
yahut ta hiç olmazsa mevcut hükümetin bir dostu olmak lâzımdır.
Kallikles — Sokrat bak
haklı olduğun vakit seni ne çabuk tasdik ediyorum! Bu şimdi söylediğini
tamamıyla haklı görüyorum.
Sokrat — Bundan sonra
söyleyeceklerimin de sana doğru görünüp görünmeyeceğini tetkik et. Ben öyle
zannediyorum ki en sıkı dostluk, eski hâkimlerin söyledikleri gibi benzerin
benzere karşı olan dostluğudur, sen ne düşünüyorsun ?
Tabiî öyle.
Bu halde, iptidaî ve kaba
bir zalimin elinde iktidar bulunduğu vakit, şehirde kendisinden çok âlâ bir
adama tesadüf edince korkacak ve onun samimî dostu olamayacaktır, değil mi ?
Doğru.
Fakat zalimden daha çok
fena bir adam da yine onun dostu olamayacaktır; çünkü zalim ondan nefret edecek
ve onun samimî dostluğunu istemeyecektir.
Bu da doğru.
Demek ki, onun dostluğuna
kıymet verebileceği bir tek adam kalıyor; onun karakterinde olup, ayni şeyleri
seven ve takbih eden. Binaenaleyh onun önünde eğilmeye ve ona itaata müheyya
bir insan. Bu adam şehir içinde nafiz olacak ve bir kimse ona hakaret edecek
olursa mutlak cezasını görecektir. Ne dersin ?
Öyle — Eğer bir delikanlı
bu memleket içinde kendi kendine: « Ben nasıl nafiz olabileceğim ve kimseden
korkmamıya muvaffak olacağım?» dese, anlaşıldığına nazaran mümkün olduğu kadar
ona benzemek için ayni yolu takip etmeye -ve gençliğinden itibaren efendisinin
hoşlandığını yap mıya ve hoşlanmadığı şeylerden kaçmıya alışacaktır. Doğru mu ?
Evet — İşte zulümden uzak
olmaya ve dediğimiz gibi en nafizlerden olmaya muvaffak olacak kimse budur.
—Tamamıyla— Zulmü yapmamakta da muvaffak olacak mıdır? Bilâkis bunun ihtimali
yok gibidir. O, efendisinin her türlü lûtfuna mazhar olmuştur ve ona benzer.
Bana kalırsa onun bütün mesaisi mümkün olduğu kadar zulüm yapmaya matuf olacak
ve hatalarının cezasını çekmeyecektir. Doğru değil mi ?
İhtimal.
Demek oluyor ki en büyük fenalık
onda olacak, yani efendisini taklit ettiği için, onun nüfuzu tesirile kötü ve
murdar bir ruhu olacaktır.
Bütün muhakemeleri böyle
altüst etmek için ne yaptığını bilmiyorum, Sokrat! Zalimin mukallidi, isterse
bu taklide kail olmayan kimseyi mahvedeceğini ve onun servetini gasbedeceğini
bilmiyor musun ?
Biliyorum Kallikles. Bunu
birçok defalar senden, daha evvel de Polos’tan, Atinalılardan, ve hemen herkesten
işitmemiş olmak için sağır olmalıyım. Fakat sen de bunu bil ki: hakikaten bu
adam, isterse öldürür, fakat o, namuslu bir adamı öldüren bir şerir olur!
— İşi daha ziyade tahammül
olunmaz bir hale koyan da bu değil mi ?
— İspatı kolay ise de hakkaniyet
nazarında değil. Mahkeme huzurunda bizi müdafaa ettiği için öğrenmemi tavsiye
ettiğin ilmibeyan gibi uzun bir ömür sürmemizi temin eden ve bizi tehlikelerden
saklıyan san’atlar mı sâyimizi teşkil etmelidir ?
— Elbette, Zeuse yemin
ederım ki, nasihatim pek yerindedir.
— Ey azizim, yüzmek san’ati
sence mutena bir şey midir?
—Zeuse and içerim ki hiç
değil
— Maamafih bu san’at yüzmek
bilmeye ihtiyacı olanları ölümden kurtarır. Öyle ise gemicilik fenni ilmi beyan
gibi sade ruhları değil, cisimleri ve servetleri de en büyük muhataralardan
saklar. Mısırdan, Pont'tan ve daha uzaklardan bize getirmek suretile bize
yaptığı büyük hizmet için, demin de söylediğim gibi şahsımızı, çocuklarımızı,
servetlerimizi, kadınlarımızı kurtarmış olmasına karşılık karaya çıkmak için
bizden iki drahmi istiyor; ve o vakit bu büyük şeyleri san’atile tahakkuk
ettiren kimse, karaya ayak basılınca, deniz kenarında yahut gemisinde hiçbir
şey olmamış gibi gezinir durur. Yolcuların boğulmalarına mani olmakla
hangilerine iyi, hangilerine fena hizmette bulunduğunu hiç kimsenin
bilemeyeceğinden emindir. Hakikaten o, onları hem vücutça, hem ruhça evvelce
gemiye aldığı vakitten daha iyi bir halde karaya çıkarmadığını bilir. İşte bu
sebeplerdendir ki, süvari her ne kadar bizi kurtarsa da, san’atile övünmez. Bu
böyle olduğu gibi, bazan memleketleri kurtaran ve yapabileceği hizmetin
ehemmiyetile yalnız süvariden değil, hiç kimseden geri kalmayan makinacı da
böyledir. Sen adlî hatip için bu kadar söz söyleyebilir misin?
Maamafih, Kallikles, bu
makinacı sana imtisalen kendi san’atini tebcil etmeye kalkışsa, seni bir çok
salâhiyetlerle ezebilir ve senin de kendi gibi hareket etmeni ister ve bunu
tavsiye eder, bundan başka ne varsa boş olduğunu isbat eder. Onun bu hususta
vesikaları da yok değildir. Buna rağmen, sen ondan istikrah ediyor, ve
san’atini hor görüyorsun. Elbette oğluna onun kızını almayacak, kızını da onun
oğluna vermeyeceksin. Senin övündüğün meziyetlere gelince, ne hakla makinistten
ve biraz evvel söylediklerimden istikrah ediyorsun? Onlardan ve onların
şeceresinden daha âlâ olduğunu istişhat edeceğini biliyorum. Fakat hakikaten
âlâ olan şey benim söylediğimden başka ise, ve faziletin cevheri, nefsini
kurtarabilmek ve servetini müdafaa etmekten ibaretse, san’ati selâmetimize
bais olan makinisti, hekimi rüsva etmen gülünç olur.
Azizim, ruhun necabeti
ile hayrın sade nefsini ve başkalarını tehlikeden kurtarmasını bilmekten ibaret
olduğunu kabulden ihtiraz et. Hayat müddeti kısa veya uzun olsun, hakikaten
insan olan bir adamı meşgul etmeye değmez. Ona aşkla merbut olmaktansa bütün
bunların tedbirini ulûhiyete bırakmak muvafıktır, hatta kadınların dedikleri
gibi, hiç kimsenin mukadderatından kaçamayacağına iman etmelidir. Sonra
yaşayacağımız günleri en iyi surette kullanmanın çaresini aramalı ve
yaşadığımız memleketin siyasî bünyesine kendimizi uydurup uydurmamak lâzım geldiğini
kendimize sormalıyız, bu halde memlekete iyi görünmek ve beldede itibar
kazanmak için mümkün olduğu kadar Demos’a benzemek lâzım gelecektir.
Tesalyalıların başına gelen
musibetin bize de isabet etmemesi için, her ikimiz içinde böyle hareket etmenin
faydasını düşünmeliyiz. Atinanın Demos’u ile ve hattâ Zeus ile, Pyrilamp’ın
oğlu Demos’la metin ve cinsî bir dostluk kurmak istiyorsan onların huylarına
benzemelisin. İşte seni istediğin gibi bir siyasî ve hatip yapacak olan şey
seni onlara benzetecek olan şeydir. Zira onların hoşuna giden şeyin senin nutuklarında
onların fikirleri bulunmasıdır. Her yabancı fikir onları gücendirir. Bu malûm
olunca, ey aziz dost, senden muhalif bir rey zuhur etmeyince itiraz edecek bir
şey kalır mı?
Niçin bana haklı göründüğünü
bilmiyorum, Sokrat. Fakat ben diğerleri gibi kendimi tamamıyla mutmain
hissetmiyorum.
Bu senin ruhunda yerleşmiş
ve benimle mücadele eden Demos'un aşkından ileri geliyor. Fakat bu meselelerin
derinliğine varacak olursak, mutmain olursun. Şimdilik, biri hazla, diğeri her
türlü mülâyemeti reddedip şiddet istimal ederek âlâ ile meşgul olan cisim ve
ruh için iki metod kabul ettiğimizi hatırla. Bunlara böyle karar vermemiş
miydik?
Tamamıyla böyle.
Ve bunlardan birinin, yani
hazzı istihdaf edenin haysiyetsiz bir müdahenede bulunduğunu söylemiştik değil
mi?
Mademki böyle istiyorsun,
böyle olsun.
Diğeri ise bilâkis, meşgul
olduğu şeyi, gerek cisim, gerek ruh olsun, mümkün olduğu kadar
mükemmelleştirmeyi istihdaf eder.
Evet.
— Biz de beldeye ve
fertlere karşı gösterdiğimiz ihtimamlarla vatandaşları mümkün mertebe mükemmelleştirmek
mecburiyetinde değil miyiz?
— Öyle istiyorsan, elbette
öyledir. Şimdi Kailikles, umumun işlerile meşgul olmağa karar verdikten sonra,
yekdiğerimizi inşaata yani duvar, tersane ve mabetler yapmağa teşvik
ettiğimizi farzet; biz san’at, mimarlık ve bize bunları öğretenlerle kendi
bilgi ve cehaletimiz hakkında kendimizi isticvap etmeğe mecbur değil miyiz?
Böyle hareket etmemiz lâzım mı, değil mi?
— Evet, şüphesiz.
— Bundan sonra, evvelce
dostlarımız veya kendimiz için hususî bazı inşaatta bulunup bulunmadığımızı
ve bu inşaatın güzel olup olmadığını tahkik etmek lâzım değil midir? Nihayet
bu tahkik neticesinde üstatlarımızın çok iyi ve meşhur kimseler olduğunu ve
evvelce onlarla birlikte ve sonra da yalınız olarak birçok binalar inşa
ettiğimizi anlarsak o halde umumî teşebbüslere makul olarak yanaşabiliriz. Eğer
bu hususta gösterecek bir üstadımız, hatırlanacak geçmiş inşaatımız, yoksa, o
halde umumî büyük işlere kalkışmak ve bu hususa teveccüh etmek manasız olurdu.
Haklı mıyım, değil miyim?
— Tamamıyla haklısın.
— Her şey hakkında da böyle.
Meselâ ikimizden birimiz halk doktoru vazifesini almak istesek buna karar vermezden
evvel mütekabilen tetkik etmeye başlamamız lâzım gelecek. Evvelâ Sokrat’ın
kendinin sıhhatini tahkik etmek, sonra da Sokrat’ın hür veya esirlerde hiç
kimseyi tedavi edip etmediğini aramak lâzımdır. Ben şüphesiz senin hakkında da
böyle muamele edeceğim. Bundan sonra, eğer yabancı olsun, Atinalı olsun, kadın,
erkek bizim müdavatımıza medyun hiç kimse olmadığı kanaatına vasıl olursak, o
vakit Kallikles, bir adamın böyle manasız bir projeye teşebbüs etmesi, bir
istihza olmayacak mı?
— Evet öyle — Ya benim aziz
dostum sen siyasî hayata henüz başlıyorsun, madem ki beni oraya davet ediyor ve
ona iştirak etmediğimden beni muaheze ediyorsun, şimdi birbirimizi imtihan
etmenin ve şu sözleri söylemenin tam vakti değil midir? Kallikles bir vatandaşı
ıslah etmiş, mıdır? Ecnebî, vatandaş, esir, yahut hür insanlar içinde hiç biri
evvelce namussuzluk, ifrat ve belâhatla muttasıf iken Kallikles’in sayesinde
namuslu bir adam olabilmiş midir? Söyle bana Kallikles seni bu hususta imtihan
etseler, ne cevap vereceksin ? Muarefede bulunduğun kimseler arasında ıslah
ettiğin bir insanı söyleyebilir misin? Kendine mahsus bir eserin varsa, umumî
hayata atılmadan evvel niçin cevap vermekte tereddüt etmeli ?
— Ne muzipsin, Sokrat!
— Hayır, sualim muziplikten
ilham almıyor. Sadece, Atina’da siyasî hayatın ne olması lâzım geldiği
hakkındaki fikrini bilmek istiyorum. İş başına gelince, bizi mümkün olduğu
kadar mükemmel vatandaş yapmak endişesile hareket etmeyecek misin ? Bir hükümet
adamının vazifesi bu olduğunu, kaç defa beraber tastik etmedik mi ? Söyle ettik
mi, etmedik mi? Ben senin hesabına cevab veriyorum: Evet tastik ettik. Namuslu
bir adamın memleketine yapmaya mecbur olduğu iyilik bundan ibaretse, demin
bahsettiğin insanlar hakkında söylediğin şeyleri hatırla, Perikles’ler,
Simon’lar, Miltiadlar, Temistokl’lerin daima iyi vatandaşlar olduğunu kabul
eder misin, bane söyle.
— Elbette kabul ediyorum.
— Eğer bunlar iyi isele,
tabiî her biri kendi yurttaşlarını evvelki hallerinden daha iyi bir hale
getire* çeklerdi. Onlar, bunu yaptılar mı?
— Evet — Atinalılar
Perikles’in son nutuklarında, millete ilk nutuklarile hitap ettiği zamandan
daha kıymetli idiler değil mi?
— Olabilir — Fakat bu konuştuğumuz
şeylere nazaran eğer Perkles iyi bir yurttaş ise, burada imkânın değil zaruretin
yeri vardır. —Bu ne biçim netice?
— Yalnız buna onu söyleki,
Atinalılar Perikles tarafından ıslah edilmiş mi sayılır, yoksa o onları bozmuş
mudur ? Ben kendi payıma, umumî memuriyetler için bir ücret koyduğu için
Perikles’in Atinalıları, korkak, tembel, geveze ve para harisi yaptığını tekrar
ederim. Bunu sanaj mutlak bizim kulağı yırtık, kısa sözlüler söylemiştir !
— Hayır, bunu ben işitmekle
öğrenmedim onu senin gibi müsbet olarak biliyorum. Perikles’in evvelce şöhret
ve itibari büyüklüktü ve Atinalıların kıymetleri az olduğu zannında, o kendini
terzil edecek hiç bir hükme maruz kalmadı. Fakat onun gayretile Atinalılar
namuslu insanlar olunca, kendisini hırsızlıkla mahkûm ettiler ve hatta az
kaldı, fena bir vatandaş adderek, öldürmeye karar vereceklerdi.
— Pekâlâ bu Perikles
aleyhinde neye delâlet eder ? Meselâ eşek, beygir veya öküzler evvelce çifte ve
boynuzla vurmadıkları halde bu hayvanlara bakan adam tarafından bu hareketleri
yapacak kadar vahşî bir hale getirildikleri isbat edilmiş olsa, bu adamın fena
olduğunu her halde kabul edeceksin. Hakikaten bazı hayvanlara bakıp onları daha
vahşî bir hale koyan bakıcı, senin fikrince fena değil midir?
— Seni memnun etmek için
kabul ederim.
— Öyleyse şu suale de cevap
vermek lûtfunda bulun: İnsan nev’i, bir hayvan cinsi midir, değilimdir?
— Şüphesiz hayvan cinsidir.
— Ya Perikes insanları
idare etmemiş miydi?
— Evet.
— Pekâlâ eğer Perikles bu
insanları idare etmek için siyasî faziletlere mâlik olmuş bulunsaydı, bizim
düsturlarımıza nazaran onları daha muhik ve munsıf yapmış olmaz mıydı? Elbette.
Demek oluyor ki, onlar, Hommer’e nazaran, mülayim adamlardır. Ne düşünüyorsun?
Senin fikrin de böyle mi ?
— Evet.
— Halbuki, o onları evvelce
aldığından daha vahşî bir halde terketti. Bu sözünü kabul etmemi mi istiyorsun
?
— Beni haklı buluyorsan,
öyle.
— Öyle olsun.
Eğer bunlar daha vahşî
olmuşlarsa, demek ki daha zalim ve better oldular, değil mi ?
— Hiç olmazsa senin
fikrince
— Fakat evvelki ifadene
bakılırsa senin fikrince de böyle olması lâzımgelir. Şimdi Simon’dan
bahsedelim. Simon idare ettiği kimseler tarafından on sene sükûte mahkûm
edilmemiş miydi? Ya Temistokl, o da bu suretle muamele görüp hatta nefyedilmemiş
miydi ? Maratom muzafferi, Miltiad’a gelince, bunun hakkında da Prytan şefinin
mümaneati olmayaydı bununda çukura atılmasına pek az kalmıştı. Maamafih, bütün
bu adamlarda senin atfettiğin liyakat mevcut olsaydı, bu yolda muamele
görmemeleri lâzımgelirdi. Evvelâ mevkiini muhafaza edip te koşularını koştuktan
ve bizzat tecrübe gördükten sonra yerinden veya attan düşen hiçbir iyi arabacı
yoktur. Bu hal, hayvanları sevketmek hususunda olduğu gibi başka hallerde de
böyle değil midir ? Aksini mi iddia ediyorsun ?
— Hayır
— Binaenaleyh, Atinanın
hiçbir vakit iyi ve hakikî bir hükümet adamına malik olmadığını kabul etmekte
haklı olduğumuz geçen sözlerimizle sabit oldu. Sen eskileri methediyor ve
bugünküleri, bir tarafa bırakıyordun.
— Bugünkülerin geçmişlerden
herhangi birinin eserine kıyas olunacak bir şey yapmaları ne kadar uzak,
Sokrat!
— Azizim Kallikles, ben de
onları hükümete hizmet ettikçe takbih etmiyorum. Hatta bugünkülerden daha çok
hizmet ettiklerini ve beldenin istediği şeyi daha ziyade husule getirdiklerini
de kabul ediyorum. Beldenin arzularını tadil ve mukavemet» yahut icbarla
beldeyi ikna ve vatandaşları en âlâ kılacak en münasip vasıtalara sevketmekte
doğrusu onlarla bunlar arasında hiçbir fark yok. İyi bir vatandaşın asıl
vazifesi budur. Evet, gemi, duvar, tersane ve bu kabilden şeyleri vücuda
getirmek için onların bugünkülerden daha mahir olduklarını itiraf ederim. Fakat
biz münakaşamızda oldukça gülünç bir şey yapıyoruz. Çünkü muhavereyi bir uçtan
bir uca kesip daimî bir anlaşılamamazlık dairesine sokuyoruz. Maamafih birçok
defalar vücuda ve ruha ait ihtimamlar içinde birbirinden farklı iki tedavi
usulü gördün ve anladın zannediyorum. Bunlardan biri süflî olup onun
vasıtasile, vücudumuz aç olduğu vakit gıda, susadığı vakit içilecek şey,
üşüdüğü vakit elbise, örtü» ayakkabı, hasılı vücut için bir arzunun sebebi olan
her şeyi istihsal edebilir. İyi kavraman için ayni misalleri gelişi güzel
kullanıyorum. Bu eşyayı toptan ve perakende meydana koyan tüccarlar ve
bunlardan her birini hazırlayan sanatkârlardan fırıncılar, aşçılar,
dokumacılar, kunduracılar ve debbağlardır. Jimnastik ve tababet san’atlarının
vücudun hakikî kültürünü teşkil ettiğini ve diğer san’atlara hâkim olup onların
mahsulünü kullandığını bilmiyen bu san’at sahiplerinin yalnız kendilerine
itibar etmeleri tabiîdir. Vücut için kullanılması faydalı gıdaların ve
içkilerin ne olduklarını bunlar bilirler, diğer san’atkârlar bunu bilmezler.
Vücuda ait olan san'atlar içinde birincilerinin süflî olduğunu, halbuki
jimnastik ve tababetin haklı olarak ötekilerin âmiri olduğunu teslim ediyoruz.
Ruha ait olan şey de ayni
surettedir, bunu sana söylediğim vakit bazan fikrimi anlamış gibi görünüyorsun,
biraz sonra beldenin namuslu adamlarla dolu olduğunu söylüyorsun.
Ben sana desem ki: dostum,
sen Atinalıların bütün arzularına hizmet etmekle onları eğlendiren adamları
methediyorsun. Diyorlar ki, bunlar Atinayı yükseltmişlerdir. Fakat bu
büyüklüğün zararlı bir şişkinlikten ibaret olduğunu görmüyorlar. Bizim eski
büyük adamlarımız hikmet ve adaletle meşgul olmayarak, sade şehri limanlar,
duvarlar, tersaneler, yergiler ve sair lüzumsuz şeylere boğmuşlardır; zaaf
aksesi kendini gösterdiği vakit onları itham edecekler ve bütün fenalıkların
müsebbibi olan fakat Temistokl, Simon ve Perikles’leri tebcil edeceklerdir.
Yeni kazançlarla eski iyilikleri kaybedince ayağını denk almazsan sana ve
dostun Alkibiyat’a da hücum edeceklerdir, hakikatta kabahatli olduğunuz için
değil, yalnız yardakçılık ettiğiniz için bunu yapacaklardır.
Maamafih işte bugün şahidi
olduğum ve geçmiş adamlar hakkında söylediğim manasız bir şey de bu dur ki:
belde kendi hükümet adamlarından bazı kimseleri bazı hataları yüzünden dava
ederse, müttehemlerin kendilerine karşı yapılan haksızlıktan dolayı infial ve
isyan ettiklerini ve hükümete bu kadar hizmet ettikten sonra kendilerini
mahvetmek istemelerinin bir cürüm olduğunu bağıra bağıra ilân ederler. İşte bu
baştan başa yalan! Bir hükümet reisi kendinin riyaset ettiği belde tarafından
mahkûm edilemez. Sofistler gibi sanki bir çok cihetlerde âlim olan bunlar bazan
garip hatalar yaparlar, kendilerini fazilet hocası addederler, bunların
şakirtlerini ücret vermediklerinden veyahut hayırhahlıklarına karşı minnettarlık
göstermediklerinden dolayı kabahatli çıkardıkları nadir değildir. Böyle bir
lisan kullanmak kadar mantıksızlık mı olur?
Kendilerini adaletsizlikten
kurtaran ve bir hoca sayesinde iyi ve âdil olan şahıslar bir kere adalete
tesahup ettikten sonra nasıl olur da kendi hocalarına karşı kabahat
işleyebilir? Bunu garip görmüyor musun, azizim? Kallikles, bana cevap
vermediğin için, bu sefer beni siyasî bir nutuk söylemeğe mecbur ettin.
Ben cevap vermeden sen
kendin söyleyemez misin kuzum?
Fakat dostluk ilâhı aşkına,
iyi yetiştirildiği iddia olunan bir adamın biraz sonra fena olduğu nasıl söylenebilir?
Fazileti öğretmek iddiasında bulunan kimselerin ağzından bazan bu sözleri
işitmiyor musun? Evet; fakat hiç ehemmiyetleri olmayan bu adamlara neden
ehemmiyet vermeli? Peki, memleketin tekemmülüne delâletle mükellef oldukları
halde, fırsat düştükçe onu bilâkis bütün seyyiatile ittiham eden bu şehir
şefleri hakkında ne diyeceksin? Bunlarla onlar arasında küçük bir fark görüyor
musun?
— Sofistlik ile ilmi beyan
arasında her şey, veyahut Polos’a söylediğim gibi hemen hemen her şey bir
örnektir. Senin bu iki şeyden birini, yani ilmibeyanı güzel bulup ta ötekinden
nefret edişin yanlıştır. Esasen mevzu kanunlar usulü muhakemeden, jimnastik te
tababetten nasıl üstün geliyorsa, sofistlik te öylece güzellik cihetiyle
ilmibeyandan üst geliyor. Ben siyasî hatiplerin, mürebbisi oldukları kimseleri
takbih etmek hakkını haiz olmayan Sofistlerle bir olduklarını zannediyordum
Sofistler şakirtlerini fenalıkla ittihama kalkışsalar kendilerini ittiham
etmiş olacaklardır, hem de bu suretle şakirtlerine yaptıklarını iddia ettikleri
hizmeti hakkile ifa etmeyi bilmediklerini de isbat etmiş olacaklardır. Doğru
değil mi?
— Öyle.
— Eğer vaitlerine bakılırsa
bunlar ayni zamanda hizmetlerine mukabil kendilerine ücret verdirmeden itimat
veren yegâne insanlardır. Predotripin muavenetine muhtaç olan, kimse koşmakta
hafifliğe ve diğer hizmetlerde sür’ata karşı evvelce bir mukavele ile bir
meblağ tesbit etmemişse, talebenin hocaya verdiği itimat dersleri için şükran
nimetinden mahrum etmek istediği anlaşılacaktır. Haksız olmanın sebebi,
filvaki, koşuda betaat değil; haksızlıktır. Doğru mu?
— Evet.
— İşte böylece, hocanın
haksızlığı kaldırdığı takdirde, kendi şakirdinin haksızlığından korkmasına
mahal yoktur, ve eğer hoca hakikaten doğru bir adam yetiştirmeğe muktedirse,
garantisiz bu cinsten bir hizmet ifasında iktidar sahibi olan yalnız o
demektir. Kabul ediyor musun?
— Kabul ediyorum.
— Demek oluyor ki diğer
hususlarda, meselâ inşaat veya sair işlerde de, nasihatlerine mukabil ücret
verdirmek ayıp değildir. Öyle zannederim.
— Fakat namuslu adam olmak,
evini veya beldeyi idare etmek için en iyi vasıtaları bilmek istiyen bir
kimseye paraya mukabil nasihat verilse veyahut yol gösterilse efkârı umumiye
böyle yapan kimseyi terzil eder. Doğru mu?
— Evet.
Sokrat — O halde beni
Atinalılara karşı ne türlü hizmetlerde bulunmağa davet ediyorsun? İzah et. Onları,
daha âlâ bir hale getirmek için bir hekim gibi mücadele etmeye mi, yoksa onlara
karşı bir hizmetkâr ve müdahin vaziyeti almaya mı? Bana doğrusunu söyle.
Kal’ikles, başladığın gibi benimle açıkça konuşmalısın; açık ve korkusuz
söyle. Pek âlâ işte söylüyorum; millete hizmet.
Asıl dostum, demek ki sen
beni bir müdahin vazifesi görmeğe davet ediyorsun ha?
İstersen, bir Mysien
[Mysien esirleri bilhassa itibarsız kimselerdi. Kallikles, bu sözü ile burada
her ne kadar nefret te etsen, gene bu vazifeyi yap! ödemek ister gibi
görünüyor.] vazifesine Sokrat yoksa...
Bir kimse tarafından
öldürüleceğimi bana artık tekrar etme, çünkü o vakit ben de sana bir alçağın
namuslu bir adamı öldürmüş olacağını tekrar etmeğe mecbur olacağım, beni
soyanın bir şey kazanmayacağını bir kere daha tekrar edeceğim, ben servetimden
mahrum olsam da, o bunları haksız kazandığı için haksız olarak kullanacaktır;
haksız ve meşum olduğu için de mâyup olacaktır.
Sokrat, böyle bir hâdiseden
uzak yaşadığı için buna benzer bir şey başına gelmeyeceğinden ve her cihetle
namussuz ve menfur bir adam tarafından mahkemeye cebredilmeyeceğinden pek garip
bir surette emin olduğunu görüyorum!
— Kallikles, Atinada bir
kimsenin böyle bir musibetten âri olabileceğine senin dediğin gibi
inanabileydim, hakikaten akıldan mahrum olmuş olurdum. Fakat pekâlâ biliyorum
ki bir gün senin bahsettiğin kabahatlerden birile ittiham olunup ta muhakeme
huzuruna çıkarsam, beni oraya çıkartmaya sebep olacak kimse bir namussuz
olacaktır, çünkü namuslu bir adamın masum bir adamı mahkeme huzuruna çıkartması
kabil değildir. Ben ölüme bile mahkûm edilsem yine hayret etmeyeceğim, niçin
olduğunu söyleyeyim mi?
Söyle ya!
Ben hakikî siyaset
san'atına hizmet ettiğimi ve bu san’atı bugün tatbik eden yalnız kendisi
olduğunu söylemiyen nadir Atinalılardanım, ben hiç bir vakit lisanımla hoşa
gitmiyi aramadığım ve gözümün önünde hoş olanı değil iyi olanı bulundurduğum
için, bana tavsiye eıtiğm bu güzel şeyleri yapmaya razı olmuyorum, mahkeme
huzurunda cevap verecek bir şeyim yok. Binaenaleyh Polos’a söylediğimi sana da
tekrar ediyorumki,ben bir aşçı tarafından mahkeme huzuruna celbedilen bir
hekim gibi muhakeme edileceğim. Böyle bir mahkûm böyle bir çocuk mahkemesine
celbolunduğu vakit müddei: «Çocuklar, bu gördüğünüz adam hepimize birçok
def’alar fenalık yapmıştır! o sizin içinizden en gençlerinizin bile, demir ve
ateşle şeklini değiştiriyor, zayıflatıyor, size eziyet veriyor, sıkıyor! Acı
şeyler içiriyor, açlık ve susuzluğa katlanmıya sizi icbar ediyor, o benim gibi
değildir, ben size daima en leziz ve en değişik yemekler veririm!» diye iddiasını
serdetse, mahkûmun buna karşı vereceği cevap fennen şudur. Böyle elemli bir
sergüzeşti olan hekim başka ne ceyap verebilir? Doğruyu söyliyip: «Çocuklar,
ben bunları hep sizin sıhhatiniz için yaptım!» dese mahkemede ne patırtı
kopacak! Bu yaygaranın pek dehşetli olacağını zannediyor musun ?
— İhtimal.
— Onun kendini haklı
çıkarmak için çok sıkılacağını kabul ediyorsun değil mi?
—Elbette.
— Öyle ise, bende
hâkimlerin huzuruna çıkarsam, aynı şeye maruz kalacağımı biliyorum. Ben onlara
karşı kendileri için iyilik ve hikmet addettikleri bu lezzetleri hasıl etmekle
öğünemiyeceğim, ben onları husule getirenlere, ne de onların taliplerine gıbta
etmeyeceğim. Eğer beni gençliği sorgularımla işkenceye koymak, onların
şekillerini değiştirmek ne ihtiyarlara gerek hususî snrette, gerek halk içinde
şedit tekliflerde iyi birşeylerde bulunmakla ittiham ederlerse: O vakit ben:
«Ey hâkimler, benim söylerim doğrudur ve hareketim sizin menfaatlarınıza
uygundur!» diye cevap veremeyeceğim ve başka türlüde söyleyemeyeceğim; çaresiz
olarak mukadderatıma boyun eğeceğim.
— O halde sen bir kimsenin
kendisini vatanında müdafaa edememesini iyi bir şey mi telâkki ediyorsun,
Sokrat!
—Evet, Kallikles, şeninde
birçok defalar tastik ettiğin gibi, insanlara ve ilâhlara karşı muahazeye lâyık
hiç bir hatamız olmamak şartile! çünkü bu şekildeki nefsini müdafaa usulü, çok
defalar mutabık kaldığımız gibi, usullerin en âlâsıdır. Eğer benim bu tarzı
müdafaayı gerek kendi nefsime, gerek başkalarına karşı teminden aciz olduğum
bana isbat edilirse, büyük veya küçük bir dinleyiciler zümresi önünde ve hatta
başka başka bile olsak böyle itham edildiğim için kızarır ve bu aciz benim
ölümüme sebep olacak olursa, meyus olurdum; fakat benim ölümüm ancak
dinleyicilere karşı müdahale etmeği bilmemekten ileri geliyorsa; kısmetimi
sükûnetle kabul edeceğimden eminim. Ölmek hadisesinin haddi zatında tevahhuş
edilecek birşeyi yoktur; ondan ancak şuursuz ve alçaklar korkar. Ölümden ancak
mücrim olanlar korkar. Çünkü eğer ruh cürümlerle yüklü olduğu halde Hades’e
inerse felâketi nihayetsizdir. İstersen bunu şana isbat edecek bir hikâye söyleyeyim.
Pekâlâ, mademki öteki
noktaları bitirdin, bunu da söylemekten geri durma.
— Belki senin bir masal
diye kubul edeceğin, fakat benim hakikî diye telâkki ettiğim güzel bir hikâye
nahlederler, dinle; söyleyeceğim şeyler doğrudur:
Homer der ki: Zeus,
Poseidon ve Plüton imparatorluğu babalarından alarak, beyinlerinde taksim
ettiler. Kronos zamamında olduğu gibi bu gün de ilâhlar arasında insanlara ait
bir kanun vardır; tamamıyla âdil ve kudsî bir hayat yaşadıktan sonra ölen bir
adam ölümden sonra «Bahtiyarlar adası» na gider ve orada her türlü fenalıktan
masun olarak mükemmel bir saadete kavuşur, hâlbuki dinsiz ve zâlim bir ruh
Tartar ismindeki azap ve sıkıntı yerine gider. Keronos zamanında ve Zeus'ün
hükümran olduğu vaktin başlangıcında, dirileri gene başka diriler muhakeme
ederler ve cezalarını bunların ölecekleri gün verirlerdi. Halbuki o vakit
hükümler fena veriliyordu. Hem Plüton, hem bahtiyarlar adasının bakıcıları her
iki tarafa da buralarda bulunması lâzım gelmeyen kimselerin geldiklerini,
gördüklerini haber verdiler. Zeus: «Ben bunun önünü alacağım, dedi. Eğer
hükümler şimdiye kadar fena verilmişse, bu, şimdi hükmün insanlara giyinmiş
oldukları halde verilmesinden ileri geliyor, çünkü onları hayatlarında muhakeme
ediyorlar.
Böylece birçok adamlar,
ruhları fena olduğu halde haklarında hüküm verileceği gün, güzel giyiniyorlar,
zenginlik gibi şeylere bürünmüş olduklarından, kendilerinin adalete muvafık
olarak yaşadıklarını işhat ede cek bir alay şahitlerde getiriyorlar. O vakit
hâkimlar bu tezahür karşısında şaşıp kalıyorlar ve onların böyle bir cihaz
içinde bulunduklarından ve ruhun karşısında gözler, kulaklar ve onları ihtiva
eden bütün bir vücut bulunduğundan gerek bunların sahipleri gerek hükmedecekler
için bütün bu şeyler bir mania teşkile diyor. Yapılacak ilk şey, insanlardan
ölecekleri saatin bilgisini kaldırmaktır; çünkü onu şimdi evvelden görüyorlar.
Ben Promete’ye buna nihayet yermesi için emirler verdim. Onları bütün bu
cisimden mücerret olarak yani öldükten sonra muhakeme etmelidir. Hâkim de
çıplak ve ölmüş olacak, onun ruhu başkalarının ruhunu ölümden sonra
akrabalarının huzurundan ve arzda bırakacakları bütün debdebelerinden mücerret
olarak doğrudan doğruya muhakeme edecektir; yoksa yaptıkları adalet olmaz. Ben
bütün bunları sizden evvel taniyordum; bunun için hâkim olmak üzere kendi
evlâtlarımı tâyin ettim ki bunlardan ikisi Asyada Minos ve Padamant, biri
Avrupada Eak’tır. Bunlar öldükleri vakit hükmü kırda[Şüphesiz bu Asfodeles kın
olmalıdırki Homerce de burası ruhların, ölülerin hayallerinin makarrı idi.]
dörtyol ağzında göreceklerdir. Biri Bahtiyar adalarına giden; diğeride Tartara
[Kaynar su nehri.] varan iki yol buradan gider. Radamant Asya’da Eak’ta
Avrupa’da muhakeme edecektir; bu iki hâkim insanları bu tarafa, veya o tarafa
göndermek hususunda tamamen âdilâne hükmetmekte tereddüt ettikleri vakit son
hükmü vermek vazifesini Minos’a veriyorum.»
İşte, Kallikles. bana
naklettikleri ve benim de doğru addettiğim hikâye bu. Ben bundan şu neticeyi
çıkarıyorum:
Bence ölüm, iki muayyen
şeyin, yani ruhle cismin biribirinden ayrılması ve ayrıldıktan sonrada her
birinin oldukça hissolunacak bir surette hayattaki halini muhafaza etmesidir. Cisim maruz kaldığı
kazaların görünen âlâmetlerini, gösterdiği müdavatla kazandığı hasiyyeti muhafaza
eder. Meselâ insan hayatında gerek tab’an gerek iyi tagaddile yahut bu her iki
sebepten dolayı uzun bir boy kazanmışsa, onun kadavrası da uzun boylu olarak
kalır; şişman idise, öldükten sonra da şişman kalır ve ilh. Eğer saçları uzun
ise gene uzunluğunu muhafaza eder; eğer üzengi kayışlarına maruz kalmışsa ve
kamçının darbeleri üzerinde izler bırakmışsa, yahut başka yaralara maruz
olmuşsa kadavrası da gene aynı manzarayı gösterir; azâlarından bazıları zayi
olmuş, yahut şekli değişmişse aynı şeyler kadavrada da görülecektir; hülâsa,
cismin hayatta iken kazandığı muayyen şeylerin hemen hepsi kadavrada da bir
müddet görülür. Ruh için de böyledir,
cisimden ayrılınca yaşayış suretlerine göre maruz olduğu ve bunlara nazaran
her tesadüfte topladığı bütün tabiî hatlar ve değişiklikleri kendisinde
görülür, ben böyle zannediyorum, Kallikles Ölüler hâkimin huzuruna geldiği ve Asya’dakiler
Radamant’ın huzuruna çıktığı vakit, Radamant onları tevkif eder, her ruhu kime
ait olduğunu tanımaksızın nazarı itibara alır, ellerini ekseriya Büyük Hükümdarın
yahut bir prensin üzerine koyarak onun ruhunda sâlim bir şey olmadığını ve
yaptığı hareketlerin her defa da biraktığı izlerle yarık ve çıbanlar içinde
olduğunu görür ve onda, yalanla, tefahurla her şeyin bozulduğunu, hakikatten
uzak yaşadığı için kendisinde doğru bir şey bulunmadığını nihayet hareketindeki
hadden ziyade serbestlik rehavet, kibir ve itidalsizliği onu çirkinlikler ve
intizamsızlıklarla doldurmuş olduğunu isbat eder, bu hesab görüldükten sonra
onu kendisine tahsis olunan cezaları çekmek üzere hapse gönderir.
Binaenaleyh tecziye olunan
her mahlûkun mukadderatı, eğer ceza doğru olarak tatbik olunmuşsa, bunun ya
daha âlâ olması ve cezasından fayda görmesi yahut gördüğü cezaların korkusuyla
halini düzeltmesi ve diğerlerine örnek olması içindir. Fakat, gerek ilâhlar,
gerek insanlar tarafından verilecek cezaları çekip te bunlardan istifade edecek
olanlar, ancak hatalarının tedavisi kabil olan mahkûmlardır. Maamafih bunlar
arzda da, Hades te de iztırap ve elemlere mühtaçtır, çünkü bunsuz haksızlıklar
tedavi olunamaz. Büyük cürümler
işliyenlere ve bundan dolayı şifa bulmayacak olanlara gelince, bunlar misal
olmaya yararlar, kendileri şifa bulmaz bir halde oldukları için
ıztıraplarından hiç bir istifadeleri olmazsa da başkalarının istifadesine
sebep olurlar. Hakikaten başkaları,
onların cezalarından dolayı dehşetli ve nihayetsiz azaplara duçar olduklarını,
ve Hades hapsında buraya girecek her yeni kimseye bir ihtar ve tenbih
mahiyetinde olmak üzere bir korkuluk gibi asılı olduklarını görerek istifade
ederler.
Bence, eğer Polos doğru
söylemişse, Arkelaos ve ona benzeyen her gaddar va zâlim de işte bu sefillerden
biri olacaktır. Esasen sairlerine ibret olmaya yarıyan bu mücrimler başlıça
Müstebitler, kıratlar, küçük hükümdarlar, belde şefleri arasında bulunur;
çünkü, onların nafiz kuvvet ve kudretleri onlara sair insanlardan daha iğrenç,
daha ahlâk ve adalete mugayir cürümler işletir. Homer de buna şahid olarak
Hades te nihayetsiz azaplar çekenlerin Tantal, Sisyf, Tütyos gibi kırallar ve
prensler olduğunu gösteriyor. Terist’e gelince, bunu şifa bulmaz büyük cezalara
duçar olduğunu gören yoktur, belki bunun fenalık yapmıya iktidarı yoktu ve bu
suretle o, bu kudrete malik olanların hepsinden daha ziyade mes’ut oldu.
Maamafih, Kallikles, eğer
en fena olanlar en çok iktidara sahip olanlar meyanında ise bu hal gene bunların
arasında namuslu kimselerin bulunmasına mani olmaz ve bunları sairlerinden daha
ziyade takdir etmek çok doğru olur; çünkü Kallikles bir insanın bütün
hayatında fenalık yapmak için her iktidar ve kuvvete malik olduğu halde bunu
yapmıyarak âdil kalması güç ve bilhassa takdire lâyık bir şeydir. Maamafih
zannederim ki bunlar müstesnadır. Kendilerine tevdi edilen işleri adaletle icra
edecek oldukça fazileti ve namuslu adamlara burada da, başka yerde de tesadüf
olunur ve olunacaktır: Bunlardan en meşhuru bütün Yunanistan tarafından izaz
edilmiş olan Sysimak ın oğlu Aristiddir; fakat aziz dostum, söylediğim gibi
iktidar sahiplerinin çoğu, fenadır.
Sana demin de söylediğim
gibi, Radamant bunlardan birini eline geçirdiği vakit, ne ismini ne de ailesini
tanır; hiç bir şeyini tanımaz, onun hâin olduğundan emin olunca tedaviye
kabiliyeti olup olmadığını işaretle Tartar’a gönderir; işte kabahatli burada
istihkakı olan cezayı çeker.
Bazan hakikat ticaretinde,
saf ve temiz olarak yaşamış, nüfussuz ve fakir bir vatandaşı, yahut bir başkasının
ve zannederim Kallikles en ziyade kendi vazifesinden başka bir şeyle meşgul
olmamış etliye sütlüye karışmamış ve müddeti hayatında akim bir çarpışmayla
kendini dağıtmamış bir filozofun ruhunu da görünce, güzelliğini takdir eder ve
onu bahtiyar adalarına gönderir. Elinde bir değnek tutan Eak'ın da vazifesi
Radamant gibidir. Bu hükümlere nezaret eden Minos’a gelince Ülysen’in bize
gördüğünü söylediği gibi elinde altından bir asa vardı.
«Elde altundan asa,
mevtalara verir ceza»
mevtalara verir ceza»
Ben kendi payıma,
Kallikles, bu rivayetlere inanıyorum ve mümkün olduğu kadar hâkime sâlim bir
ruh göstermeye çalışıyorum. Birçok kimselerce makbul olan şereflerden müstağni
olup hakikati arayarak, hayatta ve ölüm birden çattığı vakit te ölümde elimden
geldiği kadar kendimi mükemmel bir halde bulundurmağa çalışacağım. Kudretim
yettiği kadar bütün diğer insanları ve Kallikles bana verdiğin nasihatlara
rağmen seni de bu nevi hayatı tâkip etmeye teşvik ediyorum. Çünkü biraz evvel
söylediğim bu muhakeme ve davanın vakti gelip te sorguya çekildiğin vakit
kendini müdafaadan âciz kalırsan seni kabahatli bulurum. Muhakeme olunmak
üzere Egin’in oğlunun karşısına çıktığın vakit ağzın açık ve başın çevrilmiş
bir halde kalacağını düşünmekle üzülüyorsun. Benim burada olduğum gibi, sen de
orada tam bir ıskatı hak içinde tokatlandığını ve her türlü hakaretlere maruz
kaldığını göreceksin.
Belki sen bu söylediğim
şeyleri nefret ettiğin koca nine masalları gibi telâkki ediyorsun, eğer
araştırmalarımız bize daha iyi ve daha kat’î neticeler buldurmuş olsaydı belki
dediğin gibi onlardan nefret etmeye hakkınız olabilirdi. Halbuki bugünkü
yunanlıların en alimi olan üçünüz, Gorgias, Polos, ve sen bundan daha iyi olmak
üzere ölüler için bize faydalı bir başka hayat tarzı isbat etmekten uzaksınız.
Siz bundan uzak olmakla beraber uzun münakaşalarımız, bütün nazariyeleri
yıktığı halde, yalnız şuna ilişmedi ki: haksızlığa maruz olmaktan ziyade onu
yapmaktan sakınmak lâzımdır, ve her fert, her şeyden ziyade gerek hususî,
gerek umumî hayatında riya ve gösteriş yapmaktansa iyi olmaya gayret etmelidir.
Bir insan bir şeyde fenalık yaptıysa, mücazat görmeli ikinci hayır ve
hatasını mücazat ile ödemelidir; gerek kendi nefsine gerekse başkalarına karşı
az çok her türlü müdaheneden (Münâfıklık ) çekinmeli; nihayet ilmi beyan da başka şeyler
gibi hayır için kullanılmalıdır
Binaenaleyh benim
nasihatlarımı tut, ve bana aklın isbat ettiği gibi hem hayatta hem öldükten
sonra saadeti bulacağın cihette bana refakat et. Bırak senden nefret etsinler,
sana şuursuz desinler hatta ister* terse hakaret etsinler ve dövsünler; buna
tahammül et.
Zeus’a and içerim ki, bu
senin için haksız olmaktan iyidir. Eğer hakikaten fazilet icrasına çalışan bir
adamsan, hiç bir elem duymayacaksın.
Biz ne vakit bunu kâfi
derecede yaparsak, o vakit istediğimiz gibi siyasete yanaşabiliriz. Yahut başka
bir §ey bizi tekrar cezbederse, bu günkünden daha kudretli bir halde müzakere
edebiliriz. En ağır mes’elelerde bile mütemadiyen fikir değiştirecek kadar
cahil olduğumuz halde kendimize bir süs verirsek, mahcup olmalıyız. Bunun
için önümüze çıkan ve hayatta da ölümde de en iyi yaşama tarzının adalet ve
fazileti icrada olduğunu bize öğreten hakikatlere teslim olmalıyız. Onların
davetlerine icabet edelim ve onları başkalarına da duyuralım. Fakat seni
aldatan delilleri dinlemiyelim. Çünkü onlar değersizdir.
Kaynak: Semiha CEMAL, AŞK VEYA ZİYAFET- GORGİAS Devlet Matbaası,
1936, İstanbul
[1] Apollodor, Sokrat’ın
dostudur ve Eflâtûn’un rivayetine göre, Sokrat’ın son zamanda yanında
bulunanların kendilerini zaptettikleri halda bu, hüngür hüngür ağlamıştır.
[2] Atinalı meşhur şairdir,
öripid ve Eflâtûn’un dostları ve Gorgias’ın arkadaşı idi. Bunun güzel bir beyaz
yüzü olup, sesi kadın sesi gibi idi ve kendisi cazibeli idi. Hatta Eflâtûn der
ki «Agathon'a» sarıldığım vakit, ruhum başka yere gidecekmiş gibi dudaklarıma
gelirdi.
[4]
Sokrat’in şakirdi olup efendisini taklit etmek için çıplak ayak gezerdi.
[5] Eflâtun diyor ki: «Eğer bir
kimse birini arıyor ve seviyorsa, onunla sevilen şey beyninde gerek ruhen ve
gerek fikren, hatta haricen olsun bir uygunluk olmalıdır. Bu olmazsa, o, ona ne
meyleder, ne de onu arar.» Güzeli güzel bulur; kötüyü kötü, cinsine meyleder
dünyada her kişi.
[6] Zengin
adamlar, zengin adamların sofrasına davetsiz gidebilirler ki bunu Lupoiis:
servet sahibi adamlar, kendilerinden aşağı kimselerin sofrasına
kendiliklerinden giderler, demiştir. İhtimal ki Sokrat bunu telmih etmiştir.
[7] Âşık, ne kadar güç te olsa,
sevdiğine ancak düşünce ile kavuşmayı ümit edebilir En asîl ve ruhların elde
etmek için çalışacakları en yüksek gaye güzelliği hayretle temaşaya vasıl
olabilmektir. Ruhların en büyük gayesi güzelliği temaşaya varabilmektir. (Ploten)
[8] Eflâtûn
der ki; hikmet, akla sahip ruhun, eşyanın harekâtından bir lâhza ayrılıp önüne
geçmeksizin onu takip için gösterdiği gayrettir. Mark Orel de der ki hikmet,
hâdisatı severek olduğu gibi kabul etmektir.
[9]
Dionisos’u hâkim yaparız, tabiri kupalarımızı boşalttığımız vakit konuşuruz
demektir. Dionisos ilham ilâhıdır.
[10]
Posanios, belki de Aşaton’un aşıklarındandı, hemen meçhul bir kimsedir
[11] İtidal
ile hazzın ifratı bir yerde olmaz, çünkü hazzın ifratı rnhu teşviş etmekte
kederin ifratından aşağı kalmaz. Xenofon ziyafette Sokrat’a «dostlar ben vücudu
uyuşturan Mandrago gibi içmek taraftarıyım. Şarap zihinlerimizi sular,
kederlerimizi muvakkaten olsun teskin eder, zeytin yağ nasıl aleve can verirse,
o da neş’eyi uyandırır. Fakat çok içince vücut sarsılır, düşünce zayıflar, söz
söylemek şöyle dursun, nefes almak bile zorlaşır» demişti.
[12] Eflâtun
aşk için kendisinden bir şey öğrenmeyeceğinden dolayı çalgıcı kızı iade ediyor.
Fakat Sokrat Eros hakkında ne biliyorsa onu İlâhî bir kadından öğrendiğimi
biraz sonra söylüyor.
[13] Eski
bir darbı mesele göre, mübahasesiz bir sofranın bir yemlikten farkı yokmuş.
[14] Eros,
dünyanın ilk unsurudur. Arzla ve eşyanın başlangıciyle beraber doğar ve ilk
anasırın teşekkülünde bulunur. O, mevcudatın hayatında ilk prensiptir. Onların
deymumetinin zarurî şartıdır. Beşeriyette olduğu gibi, bütün hayvanî
cisimlerde, karada, denizde cinsiyetleri birbirine yaklaştırır ve birleştirir.
Böylece tabiata hâkim olur.
[15] Eros’un
ne babası ne anası vardır; çünkü onun zuhur ettiği nihayetsizlikte hiç birşey
ne başlamış ve ne de bitmiştir.
[16] Bu
ilahe Plütark’a göre Afrodit dir.
[17]
Sevgilide hasıl olan güzellik tezahüratı âşıkta bir aynaya akseder gibi in’ikâs
eder. Sonra bu tecelli sevgilinin ruhuna avdet ederek oradaki kanatları
canlandırır ve ona aşkı isal eder. Sevgili, kendisinde Hüsnü Mutlakm bir sureti
bulunandır. Aşık, ilâhını sevgilisinde bulunduğuna kani olur, ve onda ilâhının
mümkün olduğu kadar tam bir suretini düzer. Phedre.
[18]
Kahramanlar nim ilâhlardır. Çünkü bunlar bir ilâhın bir dünya kadınına ve bir
ilâhenin bir dünya erkeğine olan aşkından zuhur «tmiştir. Demek oluyor ki
bunlar aşkın çocuklarıdır.
[19]
Admet’in karısı idi. Kocasının yerine babası ve anası veya zevcesi öldüğü
surette kocası ölümden kurtulacaktı. Bu fedakârlığa baba ve ana katlanamayıp
yalnız zevcesi katlandı.
[20] Eflatun
burada, yeniden doğmak için ölmek lüzumunu gösteriyor Fedros ta diyor ki:
ruhlar hayatlarını tamamladıktan sonra kanatlanırlar, ve zuhur mebdei olan
yıldızlara rücuları da ölümden sonra yabanmış olan şeyi tekrar yaşamayı
istemek, kendi kendini boşluk rabıtasına mahkûm etmek, demektir. Bizim bu günkü
mevcudiyetimiz dunku hareketlerimizin neticeleridir. Daima ileri gitmeli. Geri
dönüp te geçmişi tekrar yaşamak istiyene yazık! Orphe ve Sath’in zevcesinin
misalleri, ilen doğru yürümiyenlerin başına ne geleceğini gösterir birer
nümunedir.
Orphe’yi rahibeler
parçalamışlardır.
[21] Aynı
yolu takıp etmiyen ve bizim ruhlarımıza aynı ateşi nelhetmiyen iki aşk vardır.
Biri çocukca oyunlarla meşguldür, akıl ' onun düşüncelerinde* hiç birinin
yularım tutamaz. O şuursuz insanlar üzerine şiddetle hükümran olur. Onları
kadınlara doğru sürükliyen arzular ondan gelir. Onları hırslarının matuf olduğu
şeye sürükliyen fanî ateşin mizacındadır.
Oayges’in asırlardan daha
eski olan öteki aşk ise herkese vekarlı ve şayanı hürmet bir surette tecellî
eder. O namuskârane duygular verir, onun nefhası ruhlarımıza sessizce dahil
olur. Biz zevki, faziletle karışık olarak bu sayede tatarız.
[22]
Sevilen, güzelliğin görünüşü kanatların açılmasına mani olan her şeyi bir anda
eritmek kudretine maliktir. Maşukun güzelliğinin sünuhatı kendi aşkının ruhuna
inikas ettikten sonra gene kendi ruhuna avdet eder ve ona tekrar kanatlar
bahşeder.
[23] Eflatun bu nutuktan: Yalnız bizi
yükseltenlerle birleşmek ve en ulviye bağlanmak düsturunu ortaya koyuyor. Göte
de Müller ile muhaveresinde diyorki; «insanların yekdiğerine karşı duydukları
aşk erkeğin bediî cihetten tamamile kadından daha güzel ve daha mükemmel
olmasından ileri gelir».
[24] İnsanlar hakkında icrayi tesir eden iki
nevi aşk vardır. Biri deniz köpüklerinden doğmuş, mütehevvir müteheyyiç ve
mecazî bir aşıktır, ruhta gençliğin serkeşliğile kabarmış dalgalarla galeyan
eder. Bu hakikî bir fırtınadır, diğeri bizi gökten inen bir altın zincirle
çeker, umulmaz yaralar açacak ne demiri ne de oku yoktur. Onun güzelliğinin saf
ve şuleler saçan cemali ruhlara hikmetle dolu bir teheyyüç ilka eder.
[25]
Eforyalar yetişkin adamlarla tüysüz delikanlıların arasındaki münasebetlerde
ahlâka karşı vaki olan her türlü tecavüzü şiddetle tecziye ediyordu. «Maamafih
nüfusun artmasına karşı meşru çocukların çokluğu arzu olunmadığından
oğlancılığın bazı vazu kanunlar tarafından bir tedbir olarak kabul olunduğu
anlaşılıyor.
[26] Spartalılarda
bir delikanlının hiç bir kimse tarafından aşka lâyık görülmemesi bir sin [kusur] idi. Bu
böyle olduğu gibi bir adamın da bir delikanlı intihap etmesi ayıp sayılırdı. Bir
kerre rabıta hasıl oldu mu, aşık maşukunu güzel bir yola sevketmeyi üstüne alır
ve onun bu yoldan inhitafında mes’ul o'urdu Şehvetprestane
bir münasebetle bu alışverişin saffetini ihlâl edenler halk tarafından namussuz
addolunur ve o kadar nefret ve istikrahla karşılanırdı ki bu kimseler halkın
nazarından gizlenmek için ölümü yahut sürgünü tercih ederlerdi.
[27]
Harmodikos ile Aristogiton, Hippias ve Hippargue’ın istibdadını devirmek içi
birleşmiş iki genç Atinalı idiler.
[28] Mademki
her şey değişiyor, bir adam da daima sevebileceğimiz ayni adam değildir, herkese
kendisile birlikte ayni mukadderatın yolunu takip edecek ruha, araştırmadan
tesadüf etmek müyesser değildir.
[29] Proclus
der ki : Bayağı bir âşık sevgilisinin ancak çiçeğini arzu eder. Çağı geçince,
onu terkeder.
[30] Bir
adamın diğer br adam tarafından sevilmesi demek, Eflâtuaa göre, aşıkın
maşukunda kendi ilâhının tasvirini bulması demektir. Onun bayatı ilâhiyeyi
taklid ve sevgilisi..in tasvirini kendinde istik mal için yagtığı savaşlar,
kendine şeref, saadet ve fazilet kaynağı olur.
[31] Proclus
der ki Her şey yekdiğerini sever, yekdiğerini arzu eder ve herşey ebedî bir
rabıta ile tevhid edilmiştir. Onların beyinlerinde manevî bir aşk ve vasfa
gelmez bir iştirak ve içtima vardır. Bir müşterek rabıta; muhabbet, adalet,
itidal, insaf vasıtasile yerle gökü birleştirmiştir. İşte bu pek aziz sebeple
bu kâinata intizam namı verilir. Eriksimakbütün nutkunda Eroszıtların
birleşmesi ve ahengi olduğunu ve ilâhın iş sahasının maddî şeylerin intizamiyle
bütün ruhlar âlemini ihata ettiğini göstermiye çalışır.
[32] Hayır,
bizi hayatın ebedî hareketine bağlayandır; şer ise tabiatın bütün mevcudatına
karşı temayülümüze mani olandır.
[33]
Hippocrat der ki: imtilâdan husule gelen bütün hastalıkları ifrağile, ifrağdan
husule gelenleri de imtilâ ile tedavi ederler; diğer hastalıklarda zıtlarile
tedavi olunur.
[34]
Jimnastik ve musikinin; ruhu ve cismi tanzim edip ahenktar bir hale koymaktan
başka bir gayeleri yoktur. Maddî kuvvetlere aklın yüksek hayatını feda etmek
doğru değildir. İnsanın ruhunu Muselere hizmetle tezyin etmesi lâzım geldiği
gibi, ruhun büyük hayrı namına jimnastikle de cismin inkişafına gayret
etmelidir.
[35] Eflâtun
der ki: «Vahdet, kesrette inkişaf eder; işte tezat ve ihtilâf buradan çıkar.
Her yerde kesret vahdete rücu eder, işte umumî ahengi ve umumî aşkı yapan bu
rücudur.» Okun mürtesem kavsinde olduğu gibi, her müstakim hat kendi azimet
noktasına dönmek için kavis haline geçmeğe meyleder.
[36] Sesler ayrı ayrı nazarı itibara
alınırsa, beyinlerinde hiç münasebet hiç münasebet yoktur. Asla birleşmeksizin
yükselirler, alçalırlar, ve kaba ile tiz kadar biribirine zıt bir şey yoktur.
Bunları azimet noktalarına iade eden ve beyinlerinde bir rabıta tesis eden,
yalnız ses uygunluğu kanunudur. Musikî san’ati böylece bu sesleri tanzim
ederek, onlara muntazam lasılalar tayin eder ve onları birleştiren, ahengi bir
vahdetle takviye eden bir rabıta husule getirir.
[37] Ahenk, tizle kabanın uygunluğudur.
Vezin veya sayı ise, uzun ve kısanın uygunluğudur.
[38] Plotin derki: « Musiki yapanlar
düşünmeksizin aşktan ilham alırlar. Fisagorîler musikiyi böyle tarif ederlerdi:
mütezat şeylerin tam bir birleşmesi, kesrette vahdet, ve nihayet vifaksızfık
içinde vifaktır. Çünkü musiki sade vezin ve makamları tanzim etmez, bütün
sistem içine intizam koyar. Allah da ahenge muhali! olan şeylerin nazımıdır.
Onun büyük eseri yekdiğerine düşman olan şeyleri musiki ve tababet kanunları
vasıtasile telif etmektedir. Mevcudatın ahengi ve kâinatın idaresi de
kendilerini musiki ile muhafaza ediyor. Çünkü, dünya için ahenk ne ise, hükümet
için kanunlar, ailede itidal de odur. Onun kesrete intizam vermek kudreti
vardır.»
[39] Philebe der ki mevcudatın her yerde
güzelliğini ve faziletini tesis eden vezin ve tenasüptür. Güzel olan hiç bir
şey tenasüpten hâli olamaz.
[40] Fisagorîler
astronomi ile musikinin kardeş olduğunu ve musiki akortlarındaki kaidelerin
semanın ahengi kaidelerile bir olduğunu düşünürlerdi
[41] Proklüs
diyor ki vahidin kendisinden başka ittihadından daha İlâhî biç bir şey yoktur.
Phedre nutkunda Eros hakkında, bize isabet edebilecek en büyük hayırların en mübeccel
sebebidir, diyor.
[42] Plutargue diyor ki: Aksırık haddi
zatinda ehemmiyetsiz bir şey görünürse de İlâhî bir kabiliyette en mühim
hadiselerin bir işareti ile olabilir. Bu, İlâhî bir ilham ve ihbarda olabilir.
[43] Veda, Zend-avesta
ve Incil’de iptidaî veya umumî adamın hem erkek hem dişi olarak yaratıldığı
yazılıyor.
[44] Erkeğin
menşei olan Güneş, mevcudata şekil verir ve zekâ ile fili temsil eder. Dişinin
menşei olan Arz mahlûkata mutavaat verir. Güneş ve arz arasında bulunan Ay ise,
hem fail hem münfeiî vücuda, yani hem erkeğe hem dişiye iştirak eder. Plethon.
[45] Aklın
fevkine yükselmek akılsızlığa düşmeklir. Plotin.
[46]
Hefaiston, volkan, ateş ve demircilik mabududur.
[47] Eflâtun evvelce aşkın, zıtların
mevzun birleşmesinden ibaret olduğunu söylemişti. Burada da benzerlerin
birleşmesini söylemekle fikrini tevsi ediyor.
[48] Kaderin
eseri bizim geçmişimizin nal üzerine çöken sıkletidir, yahut geçmişteki iyi,
kötü arzularımızın oldurduğu semerelerdir. Proklus’a göre kader: intizamdan
ayrılanları intizama sokandır.
[49] Ploten
der ki; ruh güzelse ancak güzeli görür. O halde, Allahı ve güzelliği temaşa
etmek iştiyen kimse, evvelâ kendisi İlâhî ve güzel olmalıdır.
[50] Agaton nutkunda demişti ki; Erosun
güzelliğin aşkıdır.
[51] Bizim bulunduğumuz iyi veya kötü hallerimiz,
geçmiş amellerimizin tabiî neticesidir. Evvelce ne ektinse onu biçtiğin gibi
şimdi de ne ekiyorsun onu biçeceksin.
[52] Eflâtun der ki : İlâhlar bazı kavimler
üzerine eski kabahat ve asiliklerinden dolayı büyük hastalık ve musibetler
verdiği vakit, mukaddes bir cezbenin kullardan bazıları üzerine gelerek bunları
peygamber yaptığı ve bu felâketler için gerek dinî amellerle ve gerek kefaret
adaklar ile bir deva buldurduğu vaki olmuştur.
[53] (Homer) (Jeni) kelimesini tecessüm etmiş
bir ilâhı ve fevkalbeşer bir kuvvet diye gösteriyor. Eflâtun'a göre, bunlar
ilâhlarla insanlar arasında vasıta olup halaskârdırlar. Bunlardan bazıları bizi
tasfiye ederler; bizi kendiliğimizden yükseklere çıkarırlar, bazıları bizi
himaye ederler.
Fisagora göre hava,
tasviye olmuş ruhlarla doludur, ki bunlar jenilerin ve kahramanların
ruhlarıdır.
[54] Cümlenin ahengi ve hüsnü olan Afrodit doğduğu
vakit ilâhlar» bolluk zenginlik, akıl, kuvvet ilâhı olan Poros’un da bulunduğu
bir ziyafet tertip etmişlerdi. Poros, Metis in oğludur.
[55] Proklüs der ki: Eros büyük bir jenidir, zira
sevenle, sevilenin arasındadır. O, aşıkla maşuku birbirine birleştirir ve
bağlar.
[56] Plotin der ki : Hayrı isteyen ruhun
hassasıdır.
[57] Aşk,
hayatla ebedî güzelliği çalışarak yaratmak için, hayata iştirak etmek
arzusudur.
[58] Codrus, Atinanın son kralıdır.
[59] Eflâtun
der ki seyrütemaşa edebilecek kimseler için manzaraların en güzeli ayni zamanda
güzel olan ve yekdiğerine tam bir ahenk iie tevafuk eden evsafı havi bir
vücudla, bir ruhtur.
[60] Aşkın eseri, mükemmel olduğu vakit,
maşukun âşıkın kendinde taşıdığı manevî tohumu zuhur ettirmektir. Ruh bu
suretle lâyemutluğu istihsal için tevlit eder; bu lâyemutluk ruhun tevlit
ettiği faziletlerdir. Büyük ruhlar, göze görünmez ve fena bulmaz rabıtalarla
birleşmek için kendilerine benzer ruhları ararlar.
[61] Eflâtun
der ki: delâleti tammeyi devamlı bir surette ahzeden, tahatturu müsülü iyi
kullanmayı bilendir. Allaha rücu yolum bilmek ve sırası gelince kendileri de
birer delil ve mürşit olmak bu mümtaz vücutlara aittir. Bunlar tahatturlarında
az mes’ut olan ve mariz kaldıkları bulanıklık içinde hüsnü mutlakın farkında
olmayan kimselere delalet ederler. Bunun gibi aşkı kendisini Allah’ına irca
eden ve bu suretle kendi sevgilisinde yaşatmak isteyen kimselerde delalete mazhar
olurlar.
[62] Güzel de, hayır gibi doğanın ruhunu mevcut
olana yükselten ilimdir. Bir vücutta bulunan güzelliğin diğerlerde bulunan
güzelliğin kardeşi olduğunu bilen kimse bütün bu ayrı güzelliklerin bir
güzelliğe ve bunları kendinde ihtiva eden bir vahdete yani görünen güzellikte
toplamış olur. O vakit şekillere letafetlerini veren şeyin bunların maddenin
sinesinde ruhun evsafını ifade etmeleri olduğunu farkeder. Bizim temaşa
ettiğimiz hayat hareket, ve değişiklik çokluğu aynı zamanda vahdeein intizamıdır.
Hayat ve vahdet eğer hareket ve ahengin esası olan ruhdan gelmezse başka
nereden gelebilir. Öyle ise eserden müessire yükseliniz de muhabbetiniz cismin
güzelliğine munatıf olacağına ruhun güzelliğine initaf etsin. Sonrada tekrar
bütün güzel ruhların güzelliklerinin aynı güzellikten olduğunu biliniz ve
manevî güzellik için umumî bir şekil kabul ediniz. Demek oluyor ki sevici ruhu
kendinin sevgisine sebep olana yanı düşünce ve arzusunun, yüksek gayesi Hüsnü
Mutlaka birleştirmek için aşk ve irfan lâzımdır. İşte aklı tatmin edecek bütün
ilimlerin ve felsefenia asıl şumul ve ihata dairesi bundadır.
[63] Sevmek demek kendinin yarısını aramak demektir,
[64] Poseidon
deniz mabududur.
[65] Flavta
çalmakta meşhur bir genç Firikyalı idi.
[66] Firikyalıların
bir mabudu idi.
[67] Vahşî mizaçlı büyük ilahe.
[68] Alkibyad en meşhur beldenin en asil aile
çocuğu olup zamanının en güzeliydi karada ve denizde pek büyük bir kaptandı.
Beliğ ve natuk bir hatipdi belagatta kimse onunla başa çıkamazdı.
[69] Bu bir darbi meseldir; şarap ve çocuklar
doğruyu söyler ve yahut da bu darbı mesele işaret olmalıdır ki şarab
hakikattir.
[70] Proklüs der ki: Ruhun güzelliği, cismin
çiçeği solduğu vakit parlar,
[71] Potit, Makedonyanın bir şehri olup Atinalılara
isyan Peloponez muharebesine sebep olmuştur ki, iki sene muhasaradan sonra
Atinalılar tarafından istirdat olunmuştur.
[72] En
büyük hakimler şarapsız sarhoş olanlardır. Hayyam
[73] Delium,
Beotı şehirlerinden biri olup, 424 de Atinalılar burada mağlup olmuşlardı.
[74] Lakes
Atinalı generaldi.
[75] Peloponez
muharebesinin birinci kısmında en cesur olan Ispartalı bir kumandandır. O,
anfifost tarafından öldürülmüştür. Antenor, Trova hükûmdarlanndandır; şimdiki
Padova şehrini tesis etmiştir.
[76] Nestor, Filos kraldır; uzun nutuklariyla
meşhurdur.
[77] Antenor, Trova hükûmdarlanndandır;
şimdiki Padova şehrini tesis etmiştir.
[78]
Diotima’nın ifadesine nazaran Sokrat’ın aşkı, yalnız güzel bir delikanlıya ait
olmayıp, güzelliğe tesadüf ettiği her vücuda aittir. Bunlardan o, ruh
güzelliğini istişmam eder, çünkü cisim güzelliğinin onca ehemmiyeti yoktur ve
bunlarla da görüşmesinden maksat onları fazilet ve zekâlarını inkişaf
ettirmektir.
[79] Lise Atinanın eski üç jimnazlanndan biriydi.
Ilissas sahilinde ve surların dışındaydı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar