Print Friendly and PDF

AŞK VEYA ZİYAFET



Semiha CEMAL
Bilmenin tahattur [Hatırlamak ] etmek demek olduğunu hatırı­na getiren bir kimsenin Eflâtun’un fikrini, bu (ziyafet) ve ya (Aşk) ta olan tasavvufî parlaklığı, kendi ruhun­da tasavvur etmemesi mümkün değildir.
Ölümün ayırdığını birleştirenin, her mahvolanı tekrar yapanın, her ayrılanı bitiştirenin, her zafa du­çar olana tekrar derman verenin ve âdemden bu mevcudu zuhura getirmeye çalışmış ve çalışmakta bu­lunmuş olanın, bu ebedî faaliyetin aşk olduğunu, Ef­lâtun en geniş sahasile ve en vasi bir yakinle bize telkin etmiştir. Yoksa ebedî cereyana şevk ve imanla iltihak etmek için insan kendi kendisine «bir şey halk olmaz, bir şey devam etmez, her şey yürüyor ve hiç bir şey durmuyor, demek ve, bize gelen aynı nehir olmadığı için aynı nehre inmediğimizi düşünmek kâfi gelecekmiydi?» şüphesiz ki hayır. Aşk, Eflatûn'un var­lığında, fena bulan ebediyete bağlıyan rabıta ve onu zamana ve kendi hududunda tahakkuk etmesi lâzımgelen ve bu tahakkuk eden evveli yaşamış olan ve ilerisi için yaşamaya hazırlanana sevkeden kanatlı bir aydınlatıcı idi.
Harekete iltihak etmek sadakati ile onun ruhu daima tesadüften kurtularak, yeni ve mütenevvi haya­tın ve aklın ruşenlik süruruna sahib olurdu. Eflatûn’a göre bizim mukadderatımız, çerhi, sade cebir ile sevk edilmiyor, çünkü eğer biz bir şeye muktedir olamı­yorsak, bu, evvelce bunu böyle istemiş olduğumuzdan ileri geliyor. Bu çerhin bu günkü dönüşüne göre de, istikbalde alacağı istikamet için bir şeye muktedir ola­biliyoruz. Demek oluyor ki biz, kendi yolumuzu biz­zat intihab [seçme ] etmekle mes’ul oluyor ve bu suretle yolu­muzun zahmet veya mükâfatını kendimiz taşıyoruz.
Hülâsa: Olduğumuz, bulduğumuz geçen amelleri­mizin neticesi olduğu gibi şimdiki amellerimizle de geleceği hazırlıyoruz.
Eflâtun için zaferlerin en kıymetlisi kendi ruhu­nun sesinde bir delil, bir ilham edici ve bir hâkim bulmasıdır. Bizim ruhumuz kendi tab'ı iktizasiyle bü­tün iyiliklere ve bütün fenalıklara daimî bir istidadı haiz olmasıyla, yükselen tariki İlâhîyi takib etmek için alçalan yoldan ihtiraz etmesi kendine düşer.
Öyle ise bizi âlâya ulaştıracak ve bizi kendimizle sulh ve sükûn ile ve Allaha merbut olarak yaşamayı nasib edecek müstakar [kararlı] rabıta nedir? İşte bu rabıta, güzelliğin aşkıdır, yani ruhudur: Güzelliği sevmek, in­sanı salih ve hakikî olan hayrı aramaya sevkeder. Bi­zim hakikatimiz hayrımızla karışarak, hayrımız haya­tımız olmuştur. Yani her şeyin geldiği ve tekrar yeni­lenmek ve yeniden tevsik olunmak için, her şeyin kendisine rucu ettiği hüsnü mutlakın inikâs ve tecel­lisi olur. Hüsne rücuun ebedî memuru aşktır. Aşk» bizi nefsimizin ve ruhumuzun hayrına sevketmekle, bizde İlahî olan şeye, dünyada ulaşmaya müsaade eder ve bizi ölümden sonra hakîmlerin mükâfat ola­rak bu hayret içinde daimî bir mesleğe nail oldukları ve Diotima’nın dediğine nazaran, bizim hayatımızı yaşanmaya lâyık kılan, her saatte yeni ve cazibedar, ebe­dî uluhiyetin temaşa hayretini istihsal ettikleri çiçek­lerle müzeyyen bir ziyafete intizaren yaşamaktır.
Binaenaleyh hayat demek aşk demektir; aşk de­mek hayat demektir.
Hüsnü mutlakın aşkından başka olan, her şey zahirde şeker gibi tatlı da olsa bu tatlılıklar manada can çekişmek gibi acılıklardır. Proklus der ki: Aşk hik­metten daha İlâhîdir. Buda da der ki:
Marifet ve aşk kâinatta iki büyük âmildir. Aşkı olmayan kimse, daimî surette beden zindanında kalmaya ve devri daimin çemberinden kurtulmamaya mahkûmdur.
Cüzî akıl, hüsnü mutlakı görmekten mahcubdur. Ne vakit aşk nuru zuhur ederse, bu nur akıl gözüne kuvvet verir; Akıl gözü ancak bununla kudret bulur. Yoksa akla inanıp onun her şeye kadir olduğunu hat­tâ Allahı da görebileceğini zanneden kimseler yanlış düşünenlerdir. Paskal bu hususta akla hitabın «tais toi raison imbecile» demiştir ki: sus be ahmak akıl sen hududundan ileriye gidemezsin demektir. Bunavantor der ki: Ruhun zatı mevcuda desteres olabilme­si için aklın muntazaman her failiyeti tecavüz etmesi lâzımdır.
Hâsılı hayat bir çiçek, Aşk da onun balıdır.
Apollodorof [[1]]— Evet, öğrenmek istediğiniz şey hakkında epey şeyler biliyorum...
Geçende (Faler) deki evimden gelirken ahbaplarımdan biri beni arkamdan görerek uzaktan lâtife tarzında:
           Ey! Faleron’lu (Apollodor), beni niye bekle­miyorsun? diye seslendi.
Bu söz üzerine ne söyleyeceğimi anlamak için durdum. O, bana:
           İyi oldu bende seni arıyordum, hani şu Sokrat’ın (Alkibiad)ın ve daha başkalarının hazır bulun­dukları ve aşk hakkında konuştukları (Agathon)un [[2]] ziyafetinden biraz malûmat almak istiyordum. Biri bana bu hususta (Filip)in oğlu (Phenix)ten işittiğini nakletti, fakat mevsuk surette doğruluğunu temin et­medi, orada ne olup bittiğini sen biliyormusun? Şu vak’ayı sen anlat, çünkü sen dostunun o vakit söyle­diği hitabeyi bilerek söyleyebilirsin. Fakat her şeyden evvel: bu toplantıda bizzat bulundun mu, bana onu söyle!
Dedim ki — Bu ziyafetin yakında olduğunu ve benim de orada bulunduğumu sana nakleden kimse, hiçte doğru birşey söylememiş.
Glokon — Ben bunu doğru zannediyordum, dedi.
           Bu nasıl olur, Glokon? [[3]] Sen (Agaton)un birçok senelerden beri Atinava gelmediğini ve benim de Sokrat’a müdavemet edip hergün sözlerini ve hare­ketlerini dikkatle takip edeli ancak üç seneyi geçmediğini bilmiyor musun? dedim. Ben ona devama baş­lamadan evvel, rast gele öteye beriye dolaşıyordum ve bu suretle kendimi, bir iş görüyor zannediyordum. Meğerse senin şimdi olduğun gibi dünyanın en baht­sızı ben imişim! Çünkü felsefeyle meşgul olmaktansa başka herhangi birşeyle uğraşmanın daha iyi olduğu kanaatındaydım.
Glokon — kuzum, alay etme de, şu ziyafetin ne vakit yapıldığını bana söyle, dedi.
Ben — Biz daha o vakit çocuktuk, (Agaton)un ilk trajedisinin muzafferiyeti, eserinin mugannilerile tes'it edildiğinin ertesi günüydü, dedim.
Glokon — Zannıma kalırsa bu halde sen çok uzak bir zamandan bahsediyorsun, dedi. Fakat bu vak­anın ne suretle cereyan ettiğini kimden işittin? Sokrat’ın kendisinden mi?
Ben — (Zeus)e yemin ederim ki ondan işitme­dim !
Ben onu kısa boylu ve çıplak ayaklı (Sidaten) li (Aristodem) [[4]] den işittim. Aristodem bunu (Feniks)e de hikâye etmişti. O, bizzat bu ziyafette bulun­muş ve o vakitler zannederim, Sokrat’ın en yaman aşıklarından biri imiş. Maamafih Aristodem’in Sokrat için bana anlattığı bazı hususiyetleri Sokrat kendi de teyit etti.
Glokon — Öyle ise (Apollodor) bu vak’ayı bana hikâye etmekte niye gecikiyorsun? Bizi Atina’ya götü­ren bu yolda giderken bunu söylemek ve dinlemek isteyenler için bu ne hoş birşey olur!
İşte biz böylece yürürken, bu ziyafetten konuştuk. Mademki benden malûmat almak istiyorsunuz, işte bunun için evvelce size söylediğim gibi onu nakletmek­ten nazlanmayacağım. Zaten ne vakit felsefeden bahsetsem, yahut onun bahsini işitsem, ondan edeceğim istifadeden başka buna müteallik bahislerde büyük bir zevk de duyarım. Bunun hilâfına olarak, sizin zenginler­le ve iş adamlar ile konuştuğunuz sözleri işittiğim vakit ise, sıkıntıdan çatlayacak gibi olurum, onların dostları olan sizlere acırım, çünkü siz hepiniz işe yarayacak hiç bir şey yapmadığınız halde harikalar vücuda getir­diğinizi zannedersiniz. Belki siz de beni bedbaht zan­nedersiniz, belki de düşünceniz doğrudur; fakat ben kendi payıma sizi sade acınmaya lâyık zannetmekle kalmıyorum, acınmaya lâyık olduğunuzu pek sarih olarak biliyorum.
Apollodor’un dostu — Sen hep o Apollodor’sun. Hem kendini, hem başkalarını daima tahkir edersin. Kendin de dahil olduğun halde Sokrattan başka bü­tün insanların bedbaht olduklarına kanisin. Sana çabuk kızan ve müstehzi lâkabının niçin verildiğini bil­miyorsam da; konuşmaya başlayınca, onlara hak veri­yorum. Çünkü Sokrat hariç olmak üzere gerek kendin hakkında gerek başkaları hakkında durmadan hiddete geliyorsun.
Apollodor — Aziz dostum, ben kendimi ve sizi dü­şündüğüm vakit çıldırmış yahut kudurmuş bir halde görünüyorsam bundan benim deli olduğum mu anlaşılır?
Apollodor’un dostu — Apollodor, bu mes’elenin münakaşasını bir başka vakta bırakalım. Senden rica ettiğimiz veçhile şimdi Agaton’un evinde söylenilen hitabeleri tekrar et de dinliyelim.
Apollodor — Öyle ise Aristodem’in başladığı yer­den başlamam ve onun hikâyesini bana anlattığı gibi anlatmaya gayret etmem daha iyi olur. Aristodem ba­na dedi ki:
           Sokrata hamamdan çıkarken rasgeldim; hiç itiyadı olmadığı halde ayaklarına sandallar giymişti. Kendine bu kadar çeki düzen verdiğine nazaran ne­reye gitmekte olduğunu sordum.
Sokrat — Agaton’a akşam yemeğine gidiyorum. Kalabalıktan hoşlanmadığım için zaferini tes’it için verdiği şenliklerde bulunmayı dün reddetmiştim, fakat bu gün için gideceğimi kendisine vadettim. Güzel bir gencin [[5]] yanına güzel olarak gitmek için ben de süslendim. Fakat Aristodem, sen hakikaten davetliler meyanında değilsen de akşam yemeğine benimle be­raber gelmek istemez misin?
Aristodem — Nasıl münasip görürsen öyle ya­parım.
Sokrat — Öyle ise hadi, beni takip et. Şerefli adamlar, şerefli adamların sofrasına davetsiz gidip oturur, diyerek bu husustaki darbı meseli [[6]] değişti­relim. (Homer) sade bu darbı meseli değiştirmekle kalmıyor, fazla olarak onunla eğleniyorda. Agamemnon’u çok cessur bir muharip olarak gösterdiği gibi (Menelas)da korkak bir asker gibi gösteriyor, böyle olduğu halde küçüğü büyüğün ziyafetine, yani (Menelas) ı, Agamemnon’un tes’it ettiği şenliğe ve kurban âyinine davetsiz getiriyor.
Aristodem — Sokrat’tan bu sözleri işittikten sonra senin dediğin gibi, kendimi şerefli bir insan addetmi­yorum, (Homer) ’in aldığı manada âkil bir adamın şenliğine davetsiz giden manasız bir insan gibiyim. Mademki beni oraya sen götürüyorsun, Kendini ne türlü müdafaa etmek lâzım geldiğini de sen bilirsin, çünkü ben, orada davetsiz gelmeye razı olmadığımı ve beni senin davet ve teşvik ettiğini söyleyeceğim.
Sokrat — Yolda giderken ne söylemek lâzım geldiğini beraberce düşünürüz, şimdi yalnız yürü gidelim.
Böylece konuşarak Agaton’un ikametgâhına doğrulduk. Fakat yolda giderken Sokrat ikide birde düşünmeye ve geri kalmaya başladı. [[7]] Onu beklemeye kalkıştıkça, bana daima yürümemi rica ediyordu. Agaton'un evine geldiğim vakit kapıyı açık buldum, ve orada tuhaf bir vak’a ile karşılaştım. Ben kapıda görünür görünmez, içerden kölelerden biri önüme çıkarak beni davetlilerin akşam yemeğini ye­mek üzere oturdukları sofranın bulunduğu salona gö­türdü. Agaton’da beni görünce:
                     Aristodem, yemeğimize iştirâk etmek için tam vaktinde geliyorsun! Eğer başka şey için geldinse, onu bir başka vakta bırak. Bugün davetlilerim arasında bulunmanı rica etmek için seni aradım; maalesef bulmak mümkün olamadı. Fakat Sokrat’ı niçin beraber getirmedin? dedi.
Birde arkama dönüpte ne göreyim? Meğer Sokrat beni takip etmemiş değil mi?
           Maamafih ben Sokrat’la beraber geldim, ve burada akşam yemeğine onun tarafından davet olun­dum, dedim.
Agaton — Ne iyi ettin de geldin. Fakat, Sokrat nerede?
           O, demin arkamdan geliyordu, ben de ne ol­duğuna şaşıyorum.
O vakit Agaton bir köleye hitaben:
           Git, onu ara bul, ve buraya getir. Sen de Aristodem, Eriksımak’ın yanına uzanıver, dedi.
Bunun üzerine bir köle ayaklarımı yıkamaya geldi. Bu esnada idi ki bir başka köle Sokrat’ın komşu ev­lerden birinin kapı kemeri altına çekilmiş ayakta dur­duğunu ve kendisinden ne kadar rica edildise de oraya girmek istemediğini söyledi. Agaton ona:
           Ne garip şeyler söylüyorsun Git onu çağır ve bir yere gitmesine mani olarak buraya getir! dedi.
O, vakit ben:
           Hayır, hayır onu bırakınız. O her yerde böyle hareket eder; bazan tenhaya çekilmek âdetidir. Emi­nim ki, az zaman sonra gelir. Onu rahatsız etmeyin, bırakın, dedim.
Agaton, bunun üzerine:
           Pekâlâ, öyle olsun, dedi ve kölelere hitap ederek:
           Çocuklar, yemekleri getiriniz ve bizi neyle isterseniz ikram ediniz, çünkü size kimse yemeğin ne suretle hazırlanacağını söylemedi ve yapılmak için bir şey ısmarlamadı, esasen bu benim itiyadım değildir [[8]] Dostlarımı ve beni davet etmiş misafirleriniz gibi tutun, ve bizim medihlerimize lâyık olacak surette bize muamele edin; ha göreyim sizi! dedi. Yemeğe başladık; Sokrat daha gelmemişti. Agaton her dakika gidilip onun getirilmesini istiyordu, fakat ben de da­ima buna mani oluyordum. Nihayet Sokrat her vakitkinden daha az gecikerek yemeğin ortasında bize yetişebildi. Masanın son kerevetinde yalnız başına uzanmış yatan Agaton:
                  Buraya gel, Sokrat, gel benim yanıma uzan da, temasınla komşunun dehlizinde bulunduğun sırada sana gelen hikmetli fikirlerden istifade edeyim. Ara­dığını bulduğundan hiç şüphe etmem, çünkü buna muvaffak olmadan yerini bırakıp gelmeyeceğini bilirim.
Sokrat (Oturarak), Agaton, eğer, bir tülbent parçasile örtülü dolu bir kabı, bir diğer boş kaba naklet­tiğimiz gibi Hikmet te ilk temasla dolu bir ruhtan boş bir ruha intikal edebileydi, senin yanında bulun­makla pek mes’ut olacaktım. Çünkü o vakit senin ya­nında bulunmakla bol ve mükemmel hikmetinle dola­caktım. Bendeki hikmet, bir rüya gibi hafif ve şüp­heli, seninki ise daha gençliğinde bile öyle bir ihtişam içinde parlıyor, öyle şâşaalar saçıyor ki, hatta buna evvelki gün otuz bin Yunanlı şehadet etmiştir.
Agaton — Sokrat, sen yaman bir alaycısın! Sonra akıllarımızın üstlüğü davasını müdafaa etmek için (Dionisos) u hâkim yaparız [[9]].
Şimdilik sen yemekten başka bir şey düşünme. Sokrat bu sözlerden sonra, kerevetine uzandı. Öteki davetliler de yemeklerini bitirince, şaraplar dağıldı, ilâha İlâhiler okundu; ve mutad olan öteki merasimde yapıldı, sonra içmeye hazırlanılıyordu, tam bu sırada (Pozanios) [[10]] söze başladı:
Pozanios — Dostlarım! içelim. Fakat kendimizi rahatsız etmeyecek surette! ben kendi payıma daha dünkü işretten yorgun olduğum için, bu gün biraz dinlenmek istiyorum. Çoğunuzun da böyle olduğun­dan şüphe etmiyorum, çünkü siz de dün ziyafette idiniz. Rahatsız olmadan içebilmenin çaresine bakalım.
Aristofan — Doğru, ben hakikaten dün şarabın içine batmışlardan biriydim. Pozanios, senin bu tekli­fini kabul ediyorum, dedi.
Akümenos’un oğlu Projeleriniz çok güzel, yalnız reyini alacağımız biri daha var bakalım Agaton ne diyecek.
Agaton — Benim de tahammülüm yok!
Eriksimak— Bu benimle Aristodem ve Fedr için ve diğer davetliler için beklenilmeyen bir nimet! Ey meşhur ayyaşlar, şimdilik içmekten vazgeçiyorsunuz, değil mi ? Bizim ayaşlıkta daima geri kaldığımızı bilirsiniz, Sokrat’a gelince, o başka, icabında içmekte de içmemekte de irade sahibi olduğu için onu karıştırmıyorum. O, ne verirsek ona razı olur. O halde mademki çok şarap içmek için kimsenin fazla arzusu yok, sarhoşluk hak­kında doğru bir kaç kelime söylesem, belki size çok fena gelmez. Ben hekim olduğum için çok şarap içmenin insanlara muzur olduğuna tecrübelerimle iyice inandım. Bile bile itidal [[11]] derecesini aşmadığım gibi bahusus bir gün evvel başı dumanlanmış olanlara da hiç bir vakit bunu tavsiye etmem bahusus bir gün evvel başı dumanlanmış olanlara da hiç bir vakit bunu tavsiye etmem.
 (Mirrinos) lu (Fedr) sözü keserek:
           Seni bahusus hekimlikten bahsettiğin vakit dinlemek mutadım olduğunu pek iyi bilirsin. Bugün herkes aklı başında olmak istiyor.
Bu sözden sonra bu ziyafete sarhoşlukla nihayet vermeyip yalnız zevk verecek kadar içmiye hep birden karar verdiler.
Eriksimak — Mademki herkesin kendi istediği gibi içmesi ve bu hususta hiç kimsenin mecbur edilmemesi kararlaştı, o halde ben de size şimdi içeri giren çalgıcı kızı, geri göndermenizi teklif ediyorum. Filavutasını ya kendine yahut isterse içerideki kadınla çal­sın! [[12]].
Biz ise bugün konuşalım, bir mübahase açalım. Eğer razı olursanız, bu hususta ben kendim bir mev­zu ortaya koyayım [[13]].
Bütün davetliler Eriksimark’ın teklifini kabul et­tiler ve ondan bir mübahase mevzuu bulmasını rica ettiler. Bunun üzerine :
Eriksimak — Öyle ise söze (Öripid)’in (Melanip)i gibi şu mısra ile başlayacağım dedi: Bu hitabe be­nim değil Fedr’in dır.
Filhakika Fedr bana hergün infial ile: «Eriksi­mak, ilâhların bir çoğuna ilâhilar, ve şiirler yapan bu kadar şair arasında birisinin çıkıp ta o kadar büyük ve kadir olan Eros'un şerefine bir tek İlâhi yapmayı düşünmemesi tuhaf değil mi? Diğer taraftan Sofistle­rin şu en mükemmelerine de bak, bunların en coş­kunlarından (Prodikos)a ne diyelim. Bunların kitapla­rında (Herakles)i ve öteki yarı ilâhları metheden nesirler bulunuyor. Hâttâ bir kitapta okumuştum âlim bir adam tuzun faydasından bahsederek, garip bir surette onu methediyordu. Hasılı bu şeyler kendileri­ne birçok methidiciler bulabildiği halde, bugüne kadar bir kişi çıkıp ta Eros’u[[14]] şöyle şanına lâyık surette tebcil ve tekrime yeltenmemiş! Şaşılacak şey değil mi ? Böy­le bir muazzam ilâh bu derece ihmal edilmeli miydi.» Fedr’ın infiale hakkı vardı, ben de onunla birlikte cizyemi götürüp bu ilâha takdim edeceğim. Bizi bura­da toplayan fırsatın Eros’u tebcil ve tazime pek müsa­it olduğunu zannediyorum. Eğer bu mevzuu hoşunuza gidiyorsa, bu bizim musahabemizi beslemiye kâfi gele­cektir. Öyle ise, soldan sağa doğru, herkes muktedir olduğu kadar Eros’a güzel bir methiye söylemeli. Soldan birinci kereveti Fedr işgal ettiği için en evvel o söyleyecek; hem de Fedr, bu söylediğim şeyi yapabilecek ilk kahramandır.
Sokrat — Eriksiak, hiç kimse senin teklifine mu­halif rey vermeyecektir.
Bahusus aşklar ilminden başka birşey bilmediğimi iddia eden ben, buna muhalefet etmeyeceğim, daima (Dionisos) ve (Afrodit) le meşgul olan Agaton, Pozanias, Aristofan, hasılı hiçbirimiz buna itiraz etmeyeceğiz. Sonlarda oturduğumuz için bu hususta taliimiz yaver olmadıysa da, eğer bize tekaddüm edenler güzel ve bol söz söylerlerse biz de memnun olacağız. Fedr Eros’u eşref saatte ve muvaffakiyetlerle tebcile başlasın!
Bu teklif galebe çaldı ve Sokrat’ın reyi hep birden kabul olundu. Hepsinin ayrı ayrı söylediklerini size kelime kelime nakletmeye imkân yok. Aristodem bile bunu hiç hatırlamayacak. Ben de onun bana nakletti­ğini aynen size anlatamam. Onun için size şimdi söyleyeceğim şeyler davetlilerin her birinin söyledikleri hi­tabelerde esaslı ve zikre şayan gördüğüm şeylerden ibaret olacaktır. Biraz evvel de söylediğim gibi, bu mevzu üzerine ilk sözü Fedr söylüyor.
Fedr hitabesine şu suretle başlıyor:
Eros, büyük bir ilâhtır. O, sade doğuşu cihetile değil, fakat birçok ve muhtelif sebeplerle insanların da ilâhların da takdirine lâyık olması daha ziyade, en eski ilâhlar meyanında bulunmasındandır. Babası anası yoktur, onu doğuranların ismini ne bir nesirci ne de bir şair söylememiştir. (Hesiod) der ki: «Evvelâ heyula doğ­muştur. Ondan sonra geniş sineli ve her şeyin istinatgâhı olan ebedî ve sarsılmaz Arz daha sonra da Eros vücuda gelmiştir. Hesiod Eros’u [[15]] Heyûlâ ve Arzdan sonra zuhur ettiriyor. (Parmenid) ise onu dünyaya hâkim olan âliheden [[16]] vücuda gelen ilâhların en birincisi olmak üzere tavsif ediyor.
(Akusilâos) ta Hesiod’un fikrini takip etmiştir. Demek oluyor ki, Eros en eski ilâhlardandır, ve böyle olmakla beraber, en büyük hayırların mü­sebbibi olduğu da bizce bir çok şehadetlerle sabit olmuştur. Ben hakikaten bir delikanlı için faziletkâr bir âşıka malikiyetten daha büyük bir lütuf, bir âşık için de iyi bir gözde intihabından daha kıymetli bir saadet bilmiyorum. Bütün ömürlerini güzellikler içinde geçirmek isteyenlere yardımcı olan kan rabıtaları, zenginlikler, mansıp ve cah gibi şeyler içinde Eros kadar güzelliği tevlit edecek hiçbir şey yoktur. [[17]] Yani demek istiyorum ki, fenalıktan utanmayan ve hayır içinde gayrette bulunmayan bir şehir, bir fert, hiçbir vakit büyük ve güzel eserler meydana getiremez. Ben bunu da söylemeğe cesaret ediyorum ki, bir âşık fena bir iş yapar da cezasını çekmezse, bundan dolayı bu âşık maşukunun huzurunda duyduğu ıztırabı ne baba­sının, ne dostlarının ve ne de bir kimsenin yanında duyamaz.
Maşuk ta böyledir. O da bir hatası görüldüğü va­kit, âşıkından o kadar utanır ki, bu hicabı başka hiç­bir yerde duyamaz. Eğer kabil olup ta bir şehir veya bir ordu aşık ve maşuklardan teşkil olunsaydı, bu şehir veya ordunun bu sayede en büyük refah ve emniyete nail olmaması kabil olmazdı. Çünkü böyle kimseler her türlü fenalıktan sakınacaklar ve kendi­leri için mütekabilen hayırdan başka bir şey temenni etmeyeceklerdi. Muharebelerde de bu suretle birleşmiş askerlerin sayıları az da olsa, galip gelecekler ve daha iyi söylemiş olmak için, bütün beşeriyete galebe çala­caklardı. Silâhını atarak cebheden kaçacak bir âşık, kendi maşukuna o halde görünmektense, bütün or­duya görünmeyi ve bu hicaba duçar olmamak için ekseriya ölümü tercih edecektir.
Sevgilisini tehlike halinde imdatsız terk etmeye ge­lince, aşık ne kadar korkak da olsa, Eros onu o vakit en merd adamın cesaretinden aşağı kalmayacak bir cesaretle canlandıracaktı. Homer’in terennüm ettiği gibi hakikaten: «Allah bazı kahramanlara [[18]] cesareti nefhetmiştir.» Eros ise onu sevenlere buna muadil bir tehevvür ilka eder. Biribirini sevenler yekdiğeri için ölmeyi de bilirler.
Sade erkekler değil, kadınlar da aşkları uğrunda canlarını feda etmişlerdir.
(Pelias) ın kızı (Alkest) [[19]] Yunanistan için bu­na kâfi bir şahittir. Kocasının anası babası sağdı, iki­sinden biri hayatlarını feda etmek suretile onu kur­tarabileceklerken bunu yapmadılar. Halbuki yalnız o, kocasının yerine ölmeyi kabul etti.
İşte böylece bu âşıkın aşkı ailevî muhabbeti o kadar geçti ki, bu hususta evlât ebeveynine yabancı göründü ve onlar evlâtlarına yalnız merbutiyet namı­na bir nam vermiş oldular. Onun bu hareketi insan­ların ve ilâhların çok makbulüne geçtiği için ilâhlar, ruhunu (Hades)’e davet ettiler. Büyük eserler yapan­ların muvaffakiyetleri ne olursa olsun bunlar içinde pek azının ruhu ilâhlar tarafından (Hades)e davet edilmek şerefine nail olmuştur.
Fakat ilâhlar Alkes’in fedakârlığını takdir ettikle­rinden onun ruhuna tekrar dünyaya gelmek için mü­saade ettiler, ilâhlar bile aşktan husule gelen şecaat ve sehavete karşı en büyük lütüfte bulunuyorlar. Hal­buki onlar, (Oyagr)ın oğlu (Orfe)ye karşı böyle yap­madılar. Onu maksuduna nail etmeden (Hades)ten geri gönderdiler. İstediği kadını kendisine verecekleri yerde, yalnız onun hayalini gösterdiler. Çünkü bir kitara çalgıcısı olan Orfenin, sevdiğinin![[20]] uğrunda ölmek cesaretini haiz olması ilâhlara pek zayıf görünmüştü. O, Alkest’i taklit etmek şöyle dursun, Ahrete diri olarak gitmek için bütün vasıtalara başvurmuştu, ilahlar da onun bu gevşekliğini cezalandırmak için, onu kadınlar tarafından itlâfa mahkûm ettiler.
İlâhlar buna mukabil, (Tefis) in oğlu (Aşil)i bah­tiyarlar adasına gönderdiler. Annesi ona haber vermişti ki, bir gün (Hektor)u katlederse muharebede ölecek ve onu öldürmediği takdirde ise vatanına dö­nüp ancak ihtiyarladığı vakit ölecekti. Bunu bildiği halde bu muharip, (Patrokl)a muavenet etmekte te­reddüt etmiyerek hem onun intikamını aldı, hem de olen sevgilisinin naşı üzerinde can verdi. Bu ölüm ilahların hoşuna gitti ve sevgilisi için yaptığı bu feda karlıktan dolayı (Aşil)i hususî surette mükâfatlandır­dılar. (Eşİlos): «Patroklos maşuk, (Aşİl) de aşıktı» di­ye iddia ediyorsa da, doğru değildir. Aşil, Patrokl’den ve bütün kahramanlardan güzel olmakla beraber, Homer’in dediği gibi henüz bıyıkları da terlememişti.
Hakikaten, İlâhlar maşuk için yapılan cesaret ve fedakârlığı çok takdir ederler lâkin maşukun aşıkı için yaptığı fedakârlığı aşıkın maşukuna yaptığı feda­kârlıktan daha ziyade takdir ederler ve ona daha çok İhsanlar ederler. Çünkü Aşık Allah tarafından mül­hem olmak hasebile maşuktan daha İlâhîdir, işte İlâhların Aşil’i Bahtiyarlar adasına göndermekle ona Alkest’ten ziyade in’am etmelerinin sebebi budur. Hu­lâsa, Eros’un bütün Bakîlerin en eskisi, en şanlısı ol­duğunu, ve insana hayatta da ölümde de fazilet ile saadeti hepsinden ziyade temine muktedir olduğunu söyleyerek, sözüme nihayet veriyorum.»
İşte Fedr’in söylediği bunlardı. Ondan sonra da başkaları söz aldılar. Fakat Arİstodem onların ne söy­lediklerini hatırlamadığı için bana evvela Pozanias m nutkunu nakletti.
Pozanias hitabesine şu suretle başladı:
«Ey Fedr, senin bize yalnız Eros’un bayramını tesit etmemizi teklif etmen bana pek hoş görünmüyor. Eğer Eros bir olaydı dediğini yapmak doğru olurdu, fakat bu ilâh bir olmadığı için hangi Eros’u methedeceğimizi bize evvelden söylemen daha muvafık olurdu. Bunun için evvelâ tes’it edilmesi lâzım geleni söylemek ve sonra da bu ilaha layık methiyeyi yapmaya gayret etmekle senin hatanı tashihe çalışacağım. Biz hepimiz (Afrodit) in hiç bir zaman esassız olma­dığını biliyoruz. Afrodit’in iki olduğuna kimsenin şüphe etmediğine nazaran Eros’un da iki olması zaru­rîdir. İşte bu iki Afrodit ten, (Semavî Afrodit)tesmiye ettiğimiz yaşlıdır. Semanın kızıdır ve anasızdır. (Dün­yevî Afrodit) tesmiye ettiğimiz ikinci Afrodit ise ev­velkinden daha küçüktür ve (Dione) ile (zeüs’) ün kızıdır. Bu iki âlihenin iki de muavini olması zarurî­dir ki, bunlardan birine (Semavî Eros), diğerine de dünyevî Eros demek yakışık alır ([21]). Bizim sitayişimizin gayesi bütün ilâhları istihdaf ettiğine göre bende her iki Eros’un evsafını sana arzetmiye çalışacağım!
Her fiil işlendiği vakit, haddizatında ne iyidir ne fena. Meselâ şurada içmek, taganni etmek nutuk söylemek gibi fiillerden hangisini yaparsak vapalım, bunlardan hiç biri haddizatında güzel olamaz, bu iş ancak nihayeti tarzına göre güzel olabilir. Biz eğer bunu güzellik ve insafla yaparsak güzel olur, fesadı ahlâkla hareket edersek fena olur. Sevmek te böyledir. Her Eros haddi zatında methe şayan ve güzel değildir. İyi olan, bizi güzelliği sevmiye teşvik edendir[[22]]. Dünyevî Afrodit’ in aşkı hakikaten âdlî ef’ali telkin etmek cihetile pek bayağıdır. Bu, avamın sevdiği aşktır. Avam bir kere kadınlardan aşağı olmamak üzere delikanlılara da meftun olur. Sonra sevdiklerinin vücuduna bağlanmakla iktifa ederek ruhu ihmal eder. Bunlar güzel yaşamak ve ya yaşamamak husu­sunu nazarı itibare almazlar, yalnız nefislerinin hazzını tatmin etmek isterler, bunun için henüz dimağları inkişaf etmemiş mahlûklara tutulmak kabiliyetindedirler. İşte bu sebeple bu gibi tesadüfî buluşmalarda onlar iyiye olduğu gibi fenaya da bağlanırlar. Bun­ların aşkları semavî Afrodift’e nisbetle çok genç olan dünyevî Afrodit’ ten sudur eder. Bu âlihenin esasında hem erkek hem de kadının iştiraki vardır.
Fakat semavî Afrodit neş’etini kadına bağlı değildir. O yalnız erkekten doğduğu için onun telkin ettiği aşk ta ancak delikanlılara taallûk eder. Daha yaşlı olan ve mizacı ateşîn olmayan bu âliheye tabi olanları Eros, tabiatan daha kavî ve daha zeki bir cinse, yani erkeğe meftun eder [ [23]]. İşte bu gibilerin Semavî Eros’un hakikî teşvikine mazhar oldukları delikanlılara olan aşklarile anlaşılır [[24]]. Fakat bunlar çocuklara meftun olmayıp, sinlerinin ve akıllarının ilerlemesini beklerler, yani bıyıkları terlemiş gençleri severler. Bu aşka tutu­lanlar bence bütün hayatlarında aşk ve şevk ile sevişmiye ve bütün ömürlerini maşuklarile beraber geçirmeye müheyyadırlar. Onları, bırakıp başka bir dost ittihaz etmek suretile aldatmazlar ve onlarla eğlenmez­ler. Halbuki aşkında metanet olmayan aşıkın kendisine çocuk denecek kadar genç iken teslim olan maşukunu terkedip bir başkasına gitmesi ekseriya vaki olmak­tadır. Böyle bir belirsiz netice için bu kadar gayret ve kuvvet sarfedilmesini ve çok küçük çocukların sevilmesini meneden bir kanunun bulunması temenni olu­nur [[25]]. Genç bir çocuğun gerek vücutça gerek akılca nasıl inkişaf edeceği, yani aklının onu sonradan kö­tülüğe mi fazilete mi sevkedeceği bilinmediği için, neticenin ne olacağı kestirilemez. Esir olmayan kadın­lara tasallutu nasıl mümkün olduğu kadar menettiysek, aklı başında olanlar da bunun için bir kanun koy­malı, avamı bunu kabule icbar etmelidir. Çünkü bun­lar aşkı o derece kötülediler ki yapılan bu münase­betsizlikler ve yolsuzluklar yüzünden, hiç kimse, bir maşuka sahip olmanın ayıp bir şey olmadığını müdafaaya cesaret edemiyor. Usulî ve kanunî olan hiç bir şey bihakkın tahkire şayan olamaz. Tahkire şayan olanlar usulsüz ve kanunsuz olan şeylerdir. Mamafih başka şehirlerin aşk hakkında vazettikleri kanunları vazıh ve parlak oldukları için anlamak kolaydır. Bu kanunlar, yalnız Atina’da ve Lakedemonya’da karmaka­rışıktır [[26]]. (Elid) de ve (Beotienler) de sadece, aşıka ram olmanın iyi olduğu kabul olunmuştur, ve bunu genç, ihtiyar hiç kimse afip saymamıştır. Zannediyo­rum ki bu memleketler ehalisi söz söylemek san’atında pek tecrübeli olmadıkları ve maşuklarını iğfal için lisan hünerlerinden âciz bulundukları için bu kaideyi kabul etmişler Iyonya ve Barbarların hükmüne tâbi diğer bütün memleketlerde ise, böyle bir alış veriş doğrudan doğruya rezalet sayılır. Barbarlarda istibdat, aşkla beraber felsefeyi ve jim­nastik kültürünü de tecziye ediyor. Anlaşılan müstebit hükümdarlar tabaaları arasında, Semavî Eros’un yarat­maktan zevk duyduğu büyük cesaretlerin, kuvvetli itti­hat ve dostlukların husule gelmesini menfaatları ica­bından bulmuyorlar Hadisat bunu bizim Atinalı müs­tebitlerimize daha evvelden öğretmişti; çünkü (Aristogiton) un aşkı ve (Harmodios) un sarsılmaz sadakati hükümetlerini devirdiği için bu hadiselerden bizim Atinalı müstebitlerimiz evvelden ibret almışlardı [[27]]. İşte bundan dolayı sevdiğine ramolmanın ayıp oldu­ğunu bildiren kanun, ricali umurun hakimiyet hırsın­dan, halkın korkaklığından ve kanunu koyanların ahlakları fesadından mülhemdir. Sevdiğine ram olma­nın makbul olduğu kabul olunan memleketlere ge­lince, bu da bu kanunu vazedenlerin ruh tembelliğini ifade eder. Bizim beldemizde ise, aşk kanunu daha âkılâne yapılmıştır. Yalnız söylediğim gibi bizim örfle­rimizin anlaşılması pek kolay değil, bilâkis karışıktır. Düşünce sahibi insan, bizde gizli sevmekten ise aşikâr sevmenin daha makbul olduğunu görür ve vücut cihetile çirkin de olsa en asil ve en faziletkâr olana müp­telâ olmanın müreccah olduğunu bilir. Sonrada bu kimse, aşıkı herkesin teşci ettiği ve hareketlerini fena bulmayıp ona hak verdiğini görür. Eğer sevmek namuskârane bir iş olmayaydı, böyle telâkki edilir miydi? Kanun aşıklara, bütün gayelerine vasıl olarak itibar ve makbuliyet kazanmaları için o kadar garip vasıta­lara müracaatta serbest bırakmıştır ki, eğer bir kimse bu serbesiyeti sevilebilmekten başka bir şeyi istihsal için kullanacak olsa, hâkimlerin en ağır muahazelerine duçar olurdu. Binaenaleyh bir vatandaş, zengin olmak, bir mansıp yahut nüfuz ve hususiyetçe tefev­vuk elde etmek için âşıkların maşuklarını elde etmek hususunda yaptıkları şeyi yapmaya cesaret etse, yani onlara tezezllülle yalvarsa, bir çok vaat ve taahhüt­lerde bulunsa, kapılarında yatsa ve bir esirin bile tahammül edemeyeceği bir zilletle kul ve kurban olsa dostu düşmanı ona karşı isyan eder, dostları onun bu gibi şeyler için yüz suyu döktüğünü hoş görmeyerek, onun yaptığı şeyden utanır ve onu yola getirmeğe, hasılı bu teşebbüsünden vaz geçirmeğe çalışırdı. Hal­buki maşuku için bu tezellüllerde bulunan âşıklar bilâkis umumun teveccühünü kazanır, hattâ kanun da bu âşıka en güzel bir projeyi meydana çıkarmaya çalışırmış gibi utanmadan istediğini yapmasına mü­saade eder. Daha garibi, rivayete göre, ilâhlar yalan yere yemin edenler içinde yalnız âşıkların yeminlerini bozmalarını affederler. Onun için Afrodit’in [[28]] ye­mininin bir şeyi taahhüt etmediği söyleniyor. Hasılı insanlar ve ilâhlar âşıklara böylece her vasıtayı meşru sayıyorlar; örfî kanunlarımız da aşktan bu manayı anlıyor, beldemiz sevmeyi ve sevenlerin meftuniyetine nail olmayı çok güzel asîl bir hareket telâkki ediyor. Buna rağmen babalar çocuklarının sevgililerile görüş­melerini menetmek için onlara gözcüler koyuyorlar. Kendilerini böyle bir halde gören yaşıtları ve arka­daşları da bu genç gözdeleri tahkir ediyor, ihtiyarlar ise bu hakarette bulunanlara muhalefet etmemekle beraber tekdir de etmiyorlar.
Bu tezadı görenler sanki memleketimizde delikan­lıları sevmenin ve onlar tarafından sevilmenin büyük bir ayıp olduğunu zannederler. Halbuki bu tezadı ben şu suretle telif ediyorum. Aşk basit bir şey de­ğildir. Evvelce de size söylediğim veçhile haddizatında iyi veya fena hiçbir şey yoktur. Bunun iyi veya fena olması, bizim muamele tarzımıza bağlıdır. Binaenaleyh âdı bir adama alçakça ram olmak çirkindir, güzel bir insanın aşkına ramolmak güzeldir. Ben ruhtan ziyade vücude âşık olanın bu âdı aşkını bayağı bulurum. O vücut gibi devamsız bir şeyi sevdiği için devamlı olamaz. Vücudun çiçeği solunca o da sevmekten vazgeçer, bu sefer başka aşklara uçar ve vaktile döktüğü dilleri ve ettiği birçok vaitleri onlara da döker. [[29]] Bilâkis iyi ruhlu bir âşık ise ruhu sevdiği için, bütün haya­tında aşkına sadık kalır, onun izaz ettiği ancak aşktır, aşk ise müstakardır. Bizim âdetlerimizi iyiden iyiye tetkik ve imtihan ettikten sonra yaklaşılmasını ister, ve ancak seven ile sevileni birbirlerinin aşkını anla­dıktan sonra takip edilecekleri takibe ve kaçılması lâzım gelenlerden kaçmaya teşvik eder. Çünkü gelişi güzel hemen mübtelâ olmakta ve tecrübe için müsait meydan bırakmamakta fenalık vardır. Bununla beraber gerek korku veya zafiyetten, gerek paraya mağlûp olarak siyasî mevkiler elde etmek için zenginlere ve iktidar sahibi kimselere ramolmak alçaklığında da hacalet vardır. Bu sebeplerle olan iptilânın âlîcenabane bir muhabbet vücude getirmesi için metîn ve devamlı istinat noktaları yoktur. Bizim âdetlerimizde âşıkına güzellikle hoş görünmek isteyen maşuk için bir tek yol vardır ki, o da dostun iradesine necip bir zihniyetle ramolmaktır. Bu halde aşıkın maşuku için yaptığı hareket, bir müdahene veya ayıp telâkki olu­namaz. Ayni zamanda maşukun da gideceği tek bir yol vardır ki o da dostun iradesine ancak fazilet uğrunda hizmet etmektir. [[30]] İşte bu ihtiyarî esirlik, hiçbir vakit ayıp ve tabasbus telâkki olunmamıştır. Maşukun, âşıkına iltifatlarını bezletmesi, felsefeye raci ve fazilet iktisabına ait kanunlarla aşka ait kanunları birleştirmesi lâzım gelir.
Âşık maşukunun arzularını, yapabileceği bütün hizmetleri munsifane yapmakla tatmin eder, maşuk ta kendisini hakîm ve faziletkâr yapan kimsenin hayırlı hizmetlerini tanır ve yapmaya muktedir olduğu şeyi munsifane bir surette yapar, bu suretle her ikisi de kendi tabiatlarının kanunlarına itaat ederek yekdiğe­rinin olurlar. Âşık maşukuna ilim ve fazilet verir, maşuk ta âşıkın ilim ve hikmet iktisabı ihiyacını du­yarsa işte o vakit, yalnız bütün bu şartların husulile bir maşukun âşıkına ramolması güzel bir hareket olur. Bunun haricinde maşukun âşıkına ramolması hiçbir vakit muvafık olamaz. Bu sebeplerle birleşen ruhların aldanmaları da ayıp değildir.
Maddî istifade ümidile zengin bir âşıka ramolan ve fakat âşıkın bilâhare tebeyyün eden fakrı hasebile arzu ettiğini elde edemediği için kendini aldanmış gören maşukun duyacağı hicap her halde az olmayacaktır; çünkü bu adam para aşkı için her şeyi fedaya hazır bulunuyor demektir ki, bu hiç te güzel bir şey değildir. Fakat faziletkâr olmak için aşktan muavenet görmek niyetile iyi zannettiği bir aşıka teslim olup ta sonradan bu âşıkı fâsik ve faziletten âri olduğunu gö­rerek iğfal olunduğunu anlarsa elbette bu aldanış kendisi için şereflidir, çünkü o, faziletli olmak ve tekâmül etmek maksat ve niyetile çok istekli atıldı­ğını gösteriyor, bundan güzel bir şey de olamaz. Netice itibarile, fazileti iktisap etmek için ramolan maşuk ta fevkalâde iyidir. Böyle bir aşkı ilham eden Semavî Afrodit’tir, bu bizatihi semavî olan aşkın beldeler ve fertlerce kıymeti şahanedir, çünkü âşıka da maşuka da fazileti iktisap için azamî ihtimam göstermek lüzumunu tahmil eden odur.
Diğer aşklar dünyevî Afrodit’e tâbidir. İşte ey Fedr, »ana Eros hakkında irticalen söyleyebileceğim şeyler bundan ibaret.
Pozanias durdu: ve işte böyle söylemiyi Sofistler­den öğrendim. Şimdi sıra Aristofan’a geldi dedi. Fakat Aristofan’ı o sırada ya çok içmiş (olduğu için, yahut ta başka bir sebepten söyleyemeyecek kadar hıçkırık tut­muş olduğundan yanında bulunan hekim Eriksimak’a hitap ederek dedi ki :
Eriksimak, ya beni bu hıçkırıktan kurtarmak, yahut ta duruncıya kadar benim için söz söylemek mecburiyetindesin!
Eriksimak — Pekâlâ! ikisini de yaparım. Senin yerine şimdi ben söylerim. Hıçkırığın geçince de sen benim yerime söylersin. Sen de ben söylerken nefesini uzunca müddet tutmaya çalış ki hıçkırığın geçsin. Eğer böyle geçmezse, suyla gargara et. Fakat eğer hıçkırığın şiddetlenirse burun deliklerini gıcıklıyacak bir hareket yap ki aksırasın, bir iki kerre aksırdın mı hıçkırığın nekadar şiddetli de olsa geçer.
Aristofan — Sen çabuk söze başla, ben de senin dediğini yaparım dedi. Bunun üzerine Eriksimak şu suretle hitabesine başladı:
Eriksimak — Pozanias, nutkuna güzel başladı; fakat onu iyi bitirmediği için, onun takririni bitirmeye kendimi mecbur görüyorum. Onun iki Eros beyninde gösterdiği fark bana çok doğru göründü. Fakat san’atım olan tababet sayesinde ben aşkın yalnız insan­ların ruhlarında onları içlerindeki güzele sevketmek için değil daha başka bir çok gayeler için bir çok şeylerde bütün hayvanların vücutlarında, yerde yetişen her şeyde, hasılı bütün mevcudatta bulunduğunu keş­fetmiş olduğumu zannederim. İşte ben bu sayede bu ilâhın azamet ve harikalarının ilâhı ve beşerî [[31]] bütün eserlerde tecelli ettiğini bildim. San’atımı tebcil etmek için onun kudretini evvelâ tababet cihetinden arzedeceğim. Uzvî tabiat iki Eros’u da ihtiva eder. Filvaki vücudun sihhat haîile hastalık hali inkâr olun­maz surette muhtelif ve yekdiğerinden farklı hallerdir, ve her biri ötekinin zıddını ister. Binaenaleyh sâlim bir vücutta bulunan aşk başka olduğu gibi, hasta bir vücutta bulunan aşk gene başkadır. Pozanias’ın demin iyi adamlara iltifat etmenin güzel ve fâsiklere ram olmanın ayıp ve utandırıcı olduğuna dair serdettiği vesaya cisimlere tatbik olunabilir. Her uzviyette sağlam ve sâlim olan her şeyden telezzüz etmek iyi ve zaru­rîdir, bunun aksi, fena ve marazî şeyi tercih etmek ayıptır. Tecrübeli hâzık bir hekim olmak istenilirse bu prensiplere riayet edilmesi lâzım gelir [[32]]. Kısaca izah etmek için diyebilirim ki: Tababet bize, tabiatın iki nevi temayülünü gösterir, en hâzik bir hekim de bu inhimakin bu gayeler için iyi ve öteki inhimak ve neticeler için fena olduğunu en iyi teşhis edendir.[[33]] Bu inhimakleri tahvil edebilen, birini diğerinin yerine geçiren, kendilerine lâzım olduğu halde mâlik olmayanlarda onu vücuda getiren, zararı dokunacak­lardan onu alan kimse, cismin düşman olan anasır arasında muhabbeti tevlit etmeyi ve herkese daimî bir aşk ilham etmeyi bildiği için, hakikaten çok iyi tecrübe görmüş bir insandır. Binaenaleyh en düşman anasır, soğuk, sıcak, acı, tatlı, kuru, yaş v. s. gibi yek­diğerinin zıddı olanlardır. İşte bizim ceddimiz olan (Eskulâp) şairlerin terennüm ettiği ve benim de inan­dığım veçhile, bütün bu zıtlar arasına aşk ve vifak sokabildiği için bizim san'atımızı o tesis etmişti. Bi­naenaleyh bütün tababete, jimnastiğe ve ziraate hâ­kim olan bu ilâhdır ve bunlar onun tarafından idare olunmaktadır. Musikiye gelince, biraz teemmül etmek istiyenler için, bunda aşkın hâkim olduğu, pek bariz bir surette görürler. [[34]] Belki Heralit’te fikrimi pek iyi izah etmemiş olmakla beraber; «işte bir yay veya rübabın akordu da böyledir» demek istemiştir. [[35]] Eğer Heraklit âhengin bir zıddiyet olduğunu, veyahut bunun zıt olan anasırdan zuhura geldiğini söylemiş olaydı, büyük bir münasebetsizlik yapmış olurdu.
Fakat bu hâkim şüphesiz burada sadece âhengin evvel­emirde zıt olan yani kalın ve ince sesler gibi unsur­lardan husule geldiğini ve sonra da musiki san’atile tevafuk ettirildiğini söylemek istemiştir. Filhakika kaba ve ince sesler zıt kaldıkça, zıt âhengin husulü mümkün olamaz. Demek oluyor ki, âhenk, seslerin bir uygunluğudur. Bu uygunluk ta bir akorttan iba­rettir, Mütezat olan unsurlar tevafuk etmeyip daimî zıddiyette kaldıkça bunların âhenge kabiliyetleri imkânsızdır. [[36]]
Bunun gibi, vezin için de böyledir. Yani çabuk­luk ve ağırlık ölçülerinin evvela birbirine muhalif iken sonra tevafuk etmeleri, vezini tevlid eder. Binaenaleyh musikiyi ahenk ve vezne ait aşkların ilmi, diye tarif [[37]] etmek muvafık olur. Ahengin ve veznin teşekkülünde bile, aşkın rolünü tanımak güç değildir. Burada iki Eras bulunmaz. Fakat ahenk ve vezni insanlara göre yapmak lâzım gelince, gerek musiki tesmiye olunan şeyi yaratmakta olsun gerek yaratılmış mevlodi ve ve­zinleri kullanmakta olsun, ki buna musiki bilgileri tesmiye olunur, eser güç olur ve bunu iyi bir hale irca etmek lâzım gelirse mükemmel bir musikişinasa ihtiyaç vardır. [[38]] İşte akıllı kimselere tabi olmaya ve insanı daha akıllı olmaya sevk edenler, cemile yapmıyı güzel ve semai aşkı (Müs Urani)’nin Eros’u muhafafaza etmiyi o vakit tahattur etmek münasip olur. (Polimni)nin ilham ettiği meçazî aşka gelince, onun ver­diği zevk hiç bir vakit bizde bir inhiraf tevlit etmemek için onun hakkında ihtiyatla hareket etmelidir. Bizim san’atımız olan hehimlikte çok güç olan bir şey de, sofraya ait zevkleri ahenkdar bir surette tanzim ve on­lardan gelecek elemden kaçınmaktır [[39]]. Musikide de tababette de, hasılı İlâhî, beşerî her şeyde mümkün ol­duğu kadar iki Eros’u da nazarı itibara almalı, çünkü o her şeyde mevcuttur. Her ikisi de mevsimlerin tabia­tında tasarruf eder. Evvelce söylediğim anasırdan sıcak soğuk kuru ve yaş arasında eğer muvafık bir aşk mü­nasebet kurar, mütevazin bir ahenk ve halita tertip ederse, o vakit insanlar, hayvanlar ve nebatat için mebzul, bereketli, salim bir sene husule getirir ve on­lara hiç bir surette zararı dokunmaz. Fakat sene mev­simlerinin uzviyeti içinde itidalsiz bir aşk galebe çal­dığı vakit, hemen her şeyi tahrif eder ve yıkar. İşte o vakit vebalar baş gösterir ve hayvanlarla nebatlar üzerine bir çok musibetler verir, zira donlar, dolular ve ekin yanmaları unsurların arasındaki intizansız ve müvazenesiz aşktan husule gelir. Yıldızların harekâtına ve senelerin taksimatına ait olan aşkların ilmine astronomi namı verilir [[40]] Bundan başka insanları ilâh­larla münasebette bulunduran fedakâlık veya gayıptan malûmat vermek meslek ve san’atları geliyor, ki bun­ların gayesi aşkı muhafaza ve ıslah etmektir. Bütün imansızlıklar, hareketlerimizde, sağ veya ölmüş ebeveynimize ve ilâhlara karşı olan vazifelerimizde, mu­tedil aşkı değil, intizamsız aşkı izaz ve ona riayet et­memizden ileri gelir. Gayıptan haber veren san’atın hassası, bu iki aşka nezaret ve ıslah etmek olduğundan bu san’at insanların arasında intizam tesis ve bu ulûhiyete tazime saik olur insanları ve ilâhları birleş­tiren muhabbetin müsebbibi olmuş olur. İşte bu su­retle Eros, müteaddit, büyük ve hülâsa her şeyi ihata eden bir kudrete sahip bulunmaktadır. Fakat bu, bizde ve ilâhlarda kendi hâkim kudretini hayır ve itidal ile hakimane tedvir ettiği ve bizi yekdiğerimize yaklaştırıp büyüklükleri bizimkini tecavüz eden ilâhlarca [[41]] aziz olmak bahtiyarlığını bize kazandırdığı vakit hasıl olur. Şüphesiz, ben Eros’un methini çok eksik söyledim. Bu istediğim gibi olmadı. Aristofan, eğer bir şey unuttumsa, onu telâfi etmek sana düşer. Eğer bu ilâhı benim yaptığımdan başka bir tarzda methetmek niyetinde isen, hazır hıçkırığın durmuşken, hemen başlıyabilirsin.
O vakit Aristofan şu surette mukabele etti.
Aristofan—Evet hıçkırığım geçti ama, aksırmam dur­madı. Doğrusu, vücüdun intizamında ahengi tesis etmek için aksırmaya ve bunun da kaşınma gibi bir çareciğe lüzum göstermesine çok şaştım. Bu çareye tevessül edin­ce hıçkırığım durdu [[42]]
Eriksimak — Aziz Aristofan yaptığına, dikkat et! Sen söz söyliyeceğine şaka ediyorsun. Ciddiyet ve sü­kûnla söyleyecekken, hitabendeki gülünç sözleri kontrol etmeye beni mecbur ediyorsun.
Aristofan gülümsiyerek; Eriksimak, hakkın var. Demin söylediğim sözleri söylenmemiş tut; benim hi­tabemi kontrol etme, çünkü söyliyeceğim şeyler içinde benim Müs’ümün zaferi ve âdeti icabı olarak, gülü­necek şeyler değil, gülünç şeyler söylemekten korku­yorum.
Eriksimak beni hem iğneliyor hem de kaçıp kur­tulmak istiyorsun, değil mi? Dikkatli ol ve haklı çıkmayacağın şey üzerinde yürüme. Maamafih işime ge­lirse, belki seni rahat bırakırım.
Aristofan — Eriksimak, ben senden ve Pozanias’tan daha başka tarzda söylemek niyetindeyim.
Aristofan hitabesine başladı:
           «Bana öyle geliyor ki, insanlar şimdiye kadar aşkın kudretini tamamıyla bilmemişlerdir. Eğer onu farketmiş olsalardı, en güzel mabetleri en güzel mih­rapları bu ilâha yaparlar ve en büyük kurbanları ona takdim ederlerdi.
Bu ilâh bütün bunlara şahane bir surette lâyık ol­duğu halde bu güne kadar şerefine maalesef bu gibi birşey yapılmamıştır. Hâlbuki o, bütün ilâhların en İnsanîsi, insanların hamisi ve beşeriyetin, bahtiyarlığın gayesine irtika etmesine mani olan her türlü derdin şifa verici hekimidir. Ben size Eros’un kudreti mutlalakasını tanıtmaya çalışacağım, sizde bütün öğrendiklerinizi başkalarına öğretirsiniz. Fakat bunu yapmadan evvel, size beşerin yaratılışından ve onun uğradı­ğı tebeddüllerden malûmat vererek söze başlamak lâzım geliyor. Evvelleri beşerin yaradılışı bu günkü olduğu gibi değildi; pek farklıydı. Beşeriyet evvelce şimdiki gibi, iki değil üç nev’e taksim olunuyordu. Dişi ve erkek nesillerile bu ikisini cami bir üçüncü nesil daha vardı ki bu cins şimdi münkariz olmuştur, yalnız ismi hacil bir nam olarak yaşıyor. Bu cinse o vakit hünsa tesmiye ederlerdi, çünkü onun manzarası ve ismi hem erkeği hem de kadını hatırlatıyordu, ikinci derecede bu hünsaların bütün cisimleri görünüşte yuvarlaktı, hem göğüsleri, hem sırtları müdevverdi, dört elleri, dört bacakları vardı. Bir müstedir boyun üzerinde birbirine benzeyen iki yüzleri vardı, ve bu iki karşılıklı yüz için birtek baş vardı, dört kulak, iki tenasül aleti vardı, işte sair şeyleri de buna göre farz edebilirsiniz [[43]]. Gitmek istedikleri yere, bizim gibi doğru yürürlerdi. Fakat hızlı gitmek istedikleri vakit sekiz azaları üzerinde taklak atar gibi giderler; seri bir dai­revî hareketle atılırlardı: Bu üç cins adamı ayırt eden sebep, erkek neslinin evvelce Güneşin oğlu, dişi neslinin Arzın evlâdı olmasından ve bu ikiden hasıl olan mürekkep neslin de Ayın evladı olmasından ileri ge­liyordu [[44]].
Çünkü ay, hem güneşle, hem de arzla iştirak eder.
Bu hünsalar müstedir şekillerini ve dairevî hareketlerini müvellitlerinden alırlar. Bunlar harikulâde bir kuvvet ve tesir ve fevkalâde bir cesaretle muttasıftırlar. Homer’in (Efialtos) ve (Otos) tan bahsederken söylediği gibi, bu hünsalar ilâhlara taarrüz [[45]] etmek için semaya çıkmaya teşebbüs ettiler. Zeus ile diğer ilâhlar ne ya­pacaklarını istişare ettiler, toplantıları ne netice verece­ğini bilmiyorlardı. Bu insanları, evvelce devler kavmini yıldırımla yok ettikleri gibi, ortadan kaldırmak, iste­miyorlardı. Böyle yapsalardı, insanların kendilerine karşı ettikleri ibadetler ve verdikleri kurbanlar da ay­nı surette mahvolmuş olacaktı. Fakat bir cihetten, böyle bir küstahlığa ehemmiyet vermemezlik te ede­mezlerdi. Nihayet epeyce düşündükten sonra, Zeus dedi ki:
«Ben bu adamları yaşatmakla beraber küstahlık­larına bir nihayet vermenin yolunu buldum. Bu da onları daha kuvvetsiz ve daha zaif bir hale getirmek­tir. Bunun için bunları şimdi ikiye böleceğim. Bu surette her birinin kuvvetini zayıflatmakla beraber, kullarımızın adedini de ziyadeleştirmiş olacağım. Şimdiden sonra bunlar iki ayak üzerinde doğru yürüye­cekler. Eğer bununla küstahlıklarından vazgeçmez, ra­hat durmak istemezlerse, tek ayak üzerinde sekecek surette tekrar ikiye böleceğim.
Bu beyanattan sonra, Zeus hünsaları tıpkı üvezle­ri ikiye ayırdıkları gibi, yahut ta yumurtaları bir saçla ikiye böldükleri gibi, ikiye ayırdı. Sonra eskisinden uslu olmak üzere yaralarını tedavi ve yüzleri ile yarım boyunlarını kesilen tarafa çevirtmek için Apollon’a verdi. Apollon, kesilmiş bütün derileri karın denilen uzva doğru topladı ve ortasından bir torba gibi bağlayıp düğümlediği yerde bir delik bıraktı ki bu da göbektir. Bundan başka vücuttaki birçok katları ve buruşukları kunduracıların meşinleri düzeltmek için kullandıkları alete benzer bir aletle dü­zelterek göğsü vücuda getirdi. Yalnız eski cezanın da­ima hatırlanması için göbekle mide arasında birkaç buruşuk kat bırakmıştır. İşte, bu taksim yapınca, her yarım, diğer kendi yarısile birleşmek için bir arzu duyardı. Birbirine tesadüf ettikleri vakit örülecek ve adeta yapışacak surette sarılırlardı, bunlar öteki yarım­ları olmayınca hiç bir şey yapmak istemedikleri için açlıktan ve hareketsizlikten kendilerini böylece ölüme bırakırlardı. Bu iki yarımdan biri öldüğü vakit, hayatta kalan bir başka bırakılmışı arardı, bu yarım, isterse bugün bizim kadın dediğimizin yarısı isterse bir erkeğin yarısı olsun, buna bak­mazdı: Bu suretle cinsi beşer sönüyordu. Merhame­te gelen Zeus, yeni bir çareye tevessül etti. Hünsaların o zamana kadar arka taraflarında olan tenasül uzuvlerini öne koydu Halbuki bunlar tıpkı ağustos bö­cekleri gibi toprağa ilkah eder ve yerden doğururlardı.
Zeüs tenasül uzuvlarını öne getirince, tenasül biribirine ilkah suretile oldu. Bu birleşme sayesinde erkek kadınla birleştiği vakit çocuk tevellüt ederdi. Fakat eğer erkek erkekle çiftleşirse bu birleşme bir nefretle neticelenir ve başka bir hayat yaşamak münasebetleri­ni keserdi. Bu vakitten beri insanlarda aşk anadan doğma bir ihtiyaç olmuştu; o bizi evvelki hilkatımıza iade eder; iki mevcuttan bir vücut yapmaya ve insanın, tab’ını idbarını ve mihnetini telâfiye çalışır. Bi­zim her birimiz tamamından ayrılmış bir yarı adamız, tıpkı ikiye kesilmiş bir dil balığının bir yarısı daima diğer yarısını arayıp durduğu gibi. Hünsa denilen ve iki cinsli olan vücutlardan husule gelen bu adamlar kadınları ve ayni bütünden ayrılmış kadınlar da erkek­leri severler. Müennes bir cinsten husule gelen kadın­lar ise erkeğe düşmeyip tercihen kadınlara temayül ederler, işte zürefa kadınlar bu cinstendir. Erkek cinsinden ayrılmış olan erkekler erkekleri ararlar, daha pek genç iken erkekleri sevmekten, onlarla yatmaktan, onları kucaklamaktan hoşlanırlar. Bunlar bu itibarla er yaratılmışlardır, gençlerin ve civanların en cesurla­rıdır. Bunları arsızlıkla itham edenler, yalan söylemiş olurlar. Bunların kendi ayarında olanları sevmeleri arsızlıklarından değil, er olup erkek cesaretine malik olmalarındandır. Sözümün en büyük isabeti işte: ye­tişkin er oldukları vakit devlet umurunu idareye an­cak bunların muvaffak olmalarıdır. Bunlar yetişkin çağa gelince, delikanlıları severler, ve çocuk yapmak için evlenseler de bunu arzularile değil, kanunun icbarile yaparlardı. İşte bu adamlar yalnız kendi ben­zerlerine merbut olmak arzusunda bulunduklarından oğlanların âşıkı ve maşuku olurlar. Oğlanları sevenler­den biri kendi yarısına tesadüf edince, ikisi birden yekdiğerine öyle garip bir aşk, bir dostluk ve bir alâka ile bağlanırlardı ki bir saniye bile ayrılmak istemezlerdi. İşte bütün hayatlarını birlikte geçiren bu bir ve ayni vücutlar biribirinden ne istediklerini ne kendileri bilir, ne de başkalarına anlatabilirlerdi. Onları bu ka­dar şiddetli bir iştiyakla bu müşterek hayata atan, her halde âşıkane münasebetlerin zevki olmasa gerektir. Şüphe yok ki, onların ruhu kendilerinin de tarif ede­medikleri ve fakat ancak hissettikleri bir başka şeyi istiyor. Bunlar yekdiğerinin aguşunda birleştikleri sı­rada (Hefaistos) [[46]] san’atına mahsus aletlerle onlara görünüp te: Ey insanlar, hangi arzunuzun daimî ta­hakkukunu istiyorsunuz? dese ve bunların cevap ver­mekte tereddütlerini gördüğü vakit, gene sormakta de­vam ederek ikinizin de istediğiniz; gece, gündüz biribirinizden ayrılmamak mı? Eğer arzunuz bu ise, ikiniz bir vücut olacak ve hayatınızı tek bir vücut olarak geçireceksiniz, öldükten sonra da Hades’te tek bir vücut olarak bulunacak surette sizi biri birinize kaynatayım. Söyleyiniz, arzunuz bu mu ve bu temenninin hu­sulü sizin saadetiniz için yeter mi? dese Hefaiston’un bu söylediklerine karşı, hiç şüphe yok başka bir arzu­ları olduğundan bahsetmeyecekler ve maşukalarile bir vücut olarak kaynamayı isteyeceklerdir. İşte bu ihtiyaç evvelce hilkatimizin bir olduğu ve o vakit her birinizin tam bir bütün teşkil ettiğimizden ileri geliyor. Bugün, eski birliğin arzu ve iştiyakına, aşk namını veriyoruz. Evvelce, söylediğim gibi, biz bir vücut idik; işlediğimiz günahtan dolayı, (Arkadien) lerin (Lakedemonien) 1er tarafından iki parçaya bölündüğü gibi biz de Zeus ta­rafından ikiye ayrıldık. Binaenaleyh ilâhları gücendirirsek bir kere daha ikiye bölünmek tehlikesi mevcut olmakla beraber, mezar taşlarındaki kabartmalar gibi testereyle ikiye ayrılmış burunlu şekiller gibi gezip yürümeye mahkûm olmamız korkusu da vardır. Bütün insanlar, yeni bir cezadan kurtulmak ve Eros’un saye­sinde eski vahdetimizi bulmak için birbirimizi ilâhlara karşı hürmete teşvik etmeliyiz. Hiçbir kimse Eros’un zıddına gitmemelidir, diğer ilâhların nefretini kazan­mak, Eros’a karşı muharib olmak demektir. Binaena­leyh bu ilâhın dostu ve itaatli kulları olursak şimdiki halde az kimseye nail olan saadeti maşuklarımızda bulmuş oluruz.
Eriksimak, burada Pozaniasla Agaton’u kastettiğini zannederek sözlerimle eğlenmesin. Şüphesiz bunlar da kendi nısıflarına tesadüf etmişlerdir ve erkek cinsindendirler. Fakat ben şu noktada ısrar ediyorum ki, biz erkekler ve kadınlar bütün beşer cinsi hepimiz aş­kımızı tekemmül ettirir ve kendimizi aslımıza kavuş­turacak maşuku bulabilirsek mes’ut oluruz. Aslımıza rücu etmek nasıl en mükemmel bir hal ise, bizi bu­na en ziyade yaklaştıran da elbet mevcut şeylerin en mükemmeli olmak lâzım gelir. Binaenaleyh bu tekem­mül bizim ruhumuzu anlayan maşuku bulmakla kaza­nılır. Bize bütün bu hayırları bahşeden ilâha sitayiş ve şükranda bulunmak istersek bu ancak aşk İlâhi Eros’a karşı olmalıdır, çünkü o bize kendimize has olan şeyde rehberlik ediyor, sade bize bu hayatta bü­yük yardımlarda bulunmuş olmakla kalmıyor ilâhlara karşı mecbur olduğumuz hürmeti muhafaza ettiğimiz takdirde istikbalde de bizi aslımıza kavuşturarak felâ­ketlerimizi tedavi ve bize saadet, bahtiyarlık ihsan ediyor.
İşte Eriksimak, Eros’a dair seninkilerden başka söyleyeceğim sözler bunlardır. Yalnız istihza etmeme­ni tekrar rica ederim, bu hususta başkalarını da, ba­husus bizden sonra söylemeye hazır olan Agaton ile Sokrat’ın hitabelerini de dinlemeliyiz.
Eriksimak dedi ki: Arzularına muvafakat ediyo­rum, çünkü hitaben beni o kadar mahzuz etti ki eğer Sokrat’la Agaton’un aşka ait her şey hakkında ve harikulâde olduklarını bilmeseydim, bu kadar bol ve mütenevvi sözlere onların bir şey ilâve edemeyeceklerinden korkardım. Binaenaleyh kendilerinden de bu hususta söz beklerim.
Sokrat Eriksimak’a hitaben: — Kendi hissene dü­şeni çok güzel yaptın, fakat şimdi sen benim yerimde olaydın ve bahusus Agaton söz söyledikten sonra be­nim mevkiimde bulunaydın tıpkı benim gibi endişe ve sıkıntı içinde kalırdın.
Agaton — Beni büyülemek istiyorsun. Sokrat! Bana güzel şeyler söyleyecekmişim gibi burada hazır bulunanların beni büyük bir sabırsızlıkla beklediği zannını vererek şaşırtmak istiyorsun.
Sokrat Agaton, bunu yapmak için, senin komediyenlerinle birlikte vekar ve cesaretle çıkıp şiir­lerini dinlemek için gelen büyük bir halk kütlesi önünde pervasızca gösterdiğin cesareti unutmam lâzım gelir. Hakikaten bizim gibi bir kaç dinleyici karşısında şaşıracağını düşünmek için pek unutkan olmalıyım.
Agaton — Ne diyorsun Sokrat, şuursuz bir halk kütlesinden akıllı bir kaç kimsenin daha korkulu ol­duğunu unutacak kadar, tiyatronun aklımı başımdan aldığını mı farz ediyorsun ?
Sokrat — Agaton, seni bu kadar adî bilseydim, şüphesiz haksızlık etmiş olurdum. Sen kendince akıllı bulduğun kimselere tesadüf ettiğin vakit onların hü­kümlerine avamın hükümlerinden daha fazla ehem­miyet vereceğini pekâlâ bilenlerdenim. Fakat belki biz o akıllılardan değiliz, çünkü biz de tiyatroda ve halkın içinde idik. Maamafih başka akıllıların refa­katinde bulunmuş olsaydım, onların önünde fena hareket etmekten şüphesiz utanırdım, değil mi ? Buna ne dersin ?
           Doğru söylüyorsun.
           Ya halkın önünde fena hareket ettiğini düşün­düğün vakit, hiç utanmaz mıydın? Bu sözler üzerine, Fedr söze karışarak:
Aziz Agaton, sen sokrat’a cevap vermeye kalkışa­cak olursan, bu sözlerin mevzuumuzla hiç alâkası kalmayacak. O, söyleyecek bir kimse buldu mu ve ba­husus bu muhatap güzel de oldu mu memnun olur. Ben şüphesiz Sokrat’ın sözünü zevkle dinlerim! fakat şu saatta Eros'un methiyesinin tamamlanması için ısrar etmeliyim ve bu hususta ker kesin ayrı ayrı söylicekleri hitabelere ehemmiyet vermeliyim. Bu ilâh hakkında söylenecek şeyler söylendikten sonra gene siz mübahesenize başlarsınız.
Agaton — Fedr, bizi haklı olarak protesto ediyor­sun, mademki Sokrat’la mübahase etmek fırsatını ile­riye bırakıyoruz, o halde şimdi beni söylemekten menedecek hiç bir sebep kalmadı, demektir.
Agaton hitabesine şu surette başlıyor :
           Asıl söze geçmeden evel, evvelâ methiyenin planını arzedeceğim:
Bana öyle geliyor ki, benden evvel söz alanlar Eros’un methile az alâkadar olup, yalnız ilâhın lutfuna mazhar olan kimselerin saadetini sitayiş ettiler. Ara­mızda hiç biri hakikaten bu kadar hayırların sahibini lâyık olduğu gibi göstermedi. Halbuki her ne olursa olsun bir şeyi methetmenin hakikî usulü evvvelâ methedilmek istenilen şeyin bizzat kendisinin nasıl olduğunu tarif, sonra husule getirdiği neticeler arzetmektir. Bunun için Eros’u lâyık olduğu gibi methüsenada bulunmak için evvelâ doğrudan doğruya ken­dinden, sonra lûtuflarından bahsetmemiz lâzım gelir. Binaenaleyh ben Eros'un lütuf kâr ilâhlar içinde en mes’udu en âlâsı ve en güzeli olduğunu itiraf ederim. Evet Fedr, o, ilâhların en güzelidir, çünkü evvela ilâhların en gencidir. Sözlerinin en emin şahidi gene kendisidir, çünkü o, çabuk gelmekte olan ihtiyarlıktan koşarak kaçar. Eros tâb’an ondan nefret eder, ve ona yaklaşmaz, hatta pek uzaktan bile. Buna mukabil o dai­ma gençlerle bulunur ve onlardan hoşlanır. Bakın şu söz ne kadar doğrudur: Her cins kendi cinsine meyle­der [[47]]. Birçok noktalarda ben Fedrle birleşiyorum. Fakat Eros’un Kronos ve Japet’ten daha eski oldu­ğunu söyleyince bunu kabul etmiyorum. Bilâkis onun ilâhların en genci olmasında ve daima genç kalmasında ısrar ediyorum. Parmenid ve Heziod’un nakline göre, ilâhların eski mücadelesi Eros’tan değil kader­den [[48]] zuhur etmiştir. Eğer Eros o vakit diğer ilâhlar arasında olsaydı o vakit ne hadımlık, ne birbirini par­çalayıp eklemek ve ne de daha birçok feci şeyler olmaz, onların üzerinde aşk hükümran olduğu gündenberi bugünkü gibi dostluk ve sulh onları birleştirirdi. Binaenaleyh Eros’un genç olduğu ve gençliği hasebile de nazik olduğu mukakaktır. Bu ilâhın niha­yetsiz nezaketini anlatmak için Homer gibi bir şair olmalıdır. Homer (Ate) hakkında der ki: O, nazik bir ilâhdı, ayakları narindi, asla yere basmaz, insanların başları üzerinde yürürdü.
Homer, (Ate) nin sert şeyler üzerinde yürümeyip yumuşak şeyler üzerinde yürüdüğünü söylemekle, onun narinliğine, letafetine güzel bir şehadette bulunmuş oluyor. Eros’un da lâtif olduğunu ben burada buna mümasil bir delil ile göstereceğim. O ne yerde ve ne de tepemizde yürümez, çünkü bunlar onun için pek yumuşak bir yer değildir. O, kâinatın en yumuşak şe­yinde yürür ve mesken tutar. Binaenaleyh o, makarrını insanların ve ilâhların ruhlarında ve kalplerinde ku­rar. Fakat her ruhta değil; o, tesadüf ettiği katı yürek­lerden kaçar ve ancak yumuşak kalplerde yer tutar[[49]]. Mademki onun ayakları ve bütün şahsı en nazik olan şeyler içinde en lâtif olan şeye temayül ediyor, o halde Eros’ın nihayetsiz bir letafette olması muhakkaktır. Bu ilâhın vücudu gençlerin en genci, yumuşakların en yumuşağı olmakla beraber, esir ve su gibi seyyaldir. Eğer vücudu sulp olaydı, herşeyin arasından ka­yabilir ve gizlice ruhlara girip gene çıkabilir miydi? Endamının mütenasip olması, onun şekil ve suretinin seyyal olmasına ve daimî bir ahenkte bulunmasına büyük bir delildir. Tenasüpsüzlükle aşk arasında itilâf yoktur. Bu ilâhın çiçekler arasında geçirdiği hayat ta, kendi renginin güzelliğine delâlet eder. O çiçek açma­mış yahut çiçeğini dökmüş bir vücuda, bir ruha yahut bir şeye gitmez. O, ancak herşeyin çiçek açtığı ve ko­kular saçtığı yerde yerleşir kalır.
Filvaki söyleyeceklerimi bitirmedim, fakat bu ilâ­hın tabiî güzelliğini oldukça gösterdim. Şimdi biraz da onun faziletinden bahsedeyim.
Eros’un en büyük şanı ve meziyeti ilâhlara ve insanlara zarar vermemesi ve mütekabilen insanların ve ilâhların kendisine zarar eriştirmeyecek kabili­yette olmasıdır. Eğer muztarib olsa, her halde cebir ve tazyikten değildir; çünkü cebir ve tazyikin aşkla alâkası yoktur. Hareketinde daima serbesttir. Mademki Eros’a riza ve itaatle yaranılıyor, beldelerin kralları olan kanunlar da bunun için kendiliğinden rıza ver­menin doğru olduğunu ilân ediyor. Bu ilâh sade ada­lete sahip olmakla kalmayıp aynı zamanda itidali de muhafaza eder. İtidal, ihtirasa ve zevklere galip gelen kudrettir. Sevmekten büyün bir zevk yoktur Eğer zevk ve ihtiraslar tecavüz edilirse, Eros onlara hâkim ol­makla tam bir itidal gösterir. Kuvvetine gelince, buna (Ares) bile mukavemet edemez. Eros’a sahip olan Ares değildir; denildiği gibi Afrodit için şiddetli ilham vererek Ares’e tasarruf eden Erostır. Binaenaleyh te­mellük eden temellük edilenden daha kadirdir, teca­vüz eden kudretin en kuvvetli kuvvet olması lâzım gelir. İlâhın adalet, itidal ve kuvveti hakkında bu kadar söyledikten sonra, şimdi de onun hikmetini iza­ha ve bu noktayı mümkün olduğu kadar eksik bırakmamaya gayret etmem lâzımdır. Eriksimak’ın yaptığı gibi ben de kendi san’atımı tebcil etmiş olmak için diyeceğim ki, bu ilâh herkese şair olmak kabiliyetini verebilecek surette hakîm bir şairdir. Bir kimse evvelce (Meusler) e yabancı da olsa Eros o kimseye temas etmekle hemen onu Muslerin hizmetkârı yapıverir. Bu bize Eros’un musikinin hâlikı olduğunu isbata yetmez mi? Çünkü kendinde olmayan bir şeyi vermiye, kendinin bilmediğini öğretmiye kimsenin ka­dir olmayacağı âşıkârdır. Sonra da, bütün canlı var­lıkların hilkati onun hikmetinden olduğunu ve her canlının bu hikmet sayesinde husule gelip inkişaf ettiğini kim inkâr edebilir? San’atkârlar arasında da böyle değil mi? Bu ilâhın talim ettiği sanatkârların meş­hur ve parlak olduğunu, onun talim etmediğinin ise daima gölgede kaldığını görmiyor muyuz? Apollon’a da ok atma, gayipten haber verme ve tababet san’atlarını ancak zevk ve aşk keşfettirmiştir. Apollon bu hususta Eros’un şakirdidir. (Muse) lere musikiyi, (Hefaestos) a demirciliği, (Atenie) e dokuma san’atını, (zeus) e in­sanları ve ilâhları idare etmek san’atını öğreten de Erostur. Demek oluyor ki ilâhların eserleri Eros’un eseridir ki bu da hüsünden ibarettir. Çünkü aşk çirkinlikte bulunmaz.
Evvelce de dediğimiz gibi, ilâhlar onun velâdetin­den evvel kaza ve kaderin hükmü altında iken, çok ve şiddetli bir surette iztırab çekiyorlardı. Fakat Eros zuhur eder etmez güzellik aşkından insanların ve ilâh­ların mazhar oldukları bütün hayırlar da beraber doğdu.
İşte Fedr, bu sebeple Eros bence kendi aslında mevcutların en güzeli ve en âlâsı, bütün varlıklardaki faziletlerin, güzelliklerin en büyük sebebidir. Aşkı tebcil eden bir kaç mısra hatırına geldi:
«Aşkdır İnsanlara sulh, rüzgârlara denizlere sükün veren, bütün kederleri tatmin eden onlara daim rahat veren!» Aşk İnsanlar arasında dostluk vücuda getirip ruhumuza yük olan hallerden bizi kurtaran hilm ve mülâyemete yol açarak sertlikleri, vahşetleri koğan ve uzaklaştıran bir ilâhtır. İyiliği sever, huşuneti iste­mez cömert ve halimdir, hâkimlerin ve ilâhların hayretini mucip olur. Ona malik olmayanların emeli, malik olanların da hazinesidir. İnsandaki bütün sehavetlerin iştiyakların, ihtirasların şuhlukların babası, iyilerin gözcüsü, fenaların kaçıcısıdır. Mesaimizde rehberimiz, korkularımızda istinatgâhımız; kederleri­mizde en şahane kurtarıcımız ve ilticagâhımızdır. O, bütün insanlar ve ilâhlar arasındaki nizamdır, her fanı onun insanları ve ilâhları meftun eden fusunkâr bestelerini terennüm etmelidir. İşte ey Fedr, bu ilâha ithaf ettiğim medhiyede bazan hafif bazan da ciddi olmaya gayret ettim.
Agaton sözünü bitirir bitirmez, gerek kendine ge­rek ilâhın şanına lâyık bir surette söz söylediği için bütün oradakiler delikanlıyı alkışladılar. O vakit Sokrat Eriksimak’ ın üzerine gözlerini dikerek şu söz­leri söyledi:
Sokrat — Ey (Akumenos)un oğlu! Nasıl ben korkulmuyacak şey için mi korkmuşum ve Agaton’un beni müşkül mevkie düşürecek bir nutuk söyleyeceğini evvelden keşfetmemiş miyim?
Eriksimak — Sen Agaton’un güzel bir hitabe söyleyeceğini ihbar etmekle hakikaten güzel bir keşf ve keramette bulundun, maamafih senin bu yüzden müş­kül mevkie düşeceğini aklıma bile getirmem.
Sokrat — Ey aziz dost, bu kadar güzel ve zengin kelimelerle ifade edilen bu methiyeden sonra söz söyliyecek insan nasıl müşkül mevkie düşmez? Bu benim için de, başkası içinde böyledir! Her parça ayrı ayrı hayrete lâyık! Hele nihayeti dehşete düşmeden dinlenemeyecek surette güzel sözler ve cümlelerle söy­lendi. Ben buna yakın bir tarzda bile söyleyemeyeceğime o kadar eminim ki, eğer bir çaresini bulsam utancımdan hemen kaçar giderdim. Agaton’un sözü bana Gorgias’ın, sözünü hatırlattı, kendimi Homer’deki adamın uğradığı dehşete uğramış zannettim. Agaton hitabesini bitirirken, dehşetli hatip (Gorgias) ın kelle­sini başımın üzerine uzatacak ta beni donduracak, taş edecek diye korktum. Bununla beraber, mevzuun esasını ve her hangi bir şeyi nasıl methetmek lâzım geldiğini bilmediğim halde Eros’un methinde size işti­rak edeceğimi vadetmekle ne kadar gülünç olduğunu düşündüm. Safiyetimden, methiye söylemek istiyen kimsenin ancak doğru olabilecek bir şeyi sena etmesi lâzım geldiğini zannetmiştim. Esasın bu olduğunu ve sonra da bu hakikatlardan en güzellerini seçerek en muvafık bir surette tertip ve tanzim etmek kaldığını düşünüyordum. İşte yalnız hakikati bildiğim için, güzel söyleyeceğimden ziyadesile emindim. Fakat anlaşıldığına göre iyi bir hitabeden beklenen bu umumî tarz değil­miş, bilâkis hakikatte iyi olsun, olmasın bunu araştır­madan yalan da olsa sena edilecek şeye en güzel ve en iyi vasıfları atfetmek lâzım geliyormuş. Evvelden Eros’u methetmeyi beynimizde kararlaştırmıştık, fakat buna davetlilerimizden hiçbiri cesaret edememişti. İşte bu­nun İçin, sizin bütün methiyeleriniz her türlü tekâ­mülü Eros’a atfederek onu en büyük şeylerin müseb­bibi olarak ilân etmiye, ve basiret ehlinin değil, cahil­lerin gözleri önünde mevcudatın en âlâsı ve en güzeli olarak göstermeye matuf olduğunu hissediyorum. Bu methü sena tarzı şahane ve pek güzel; fakat aşkın methüsenasını yapacağımı vadettiğim vakit ben bunu asla bilmiyordum. O halde bu vaitte bulunan kalbim değil, dilim oldu. Beni mazur görünüz, çünkü böyle bir methiyeyi söyliyecek vaziyette değilim, yapamayacağım. Maamafih eğer razı olursanız sizinle belagat mücadelesine kalkışmak gibi gülünç bir şey yapmadan, size hakikî şeyler hakkında kendi usulümle söz söyliyeyim. Bakalım Fedr, ben Eros hakkında kelimeleri ve ıstılahları istediğim yerde kullanacağım yalnız hakikati ihtiva edecek bu hitabeyi hoş görecek misin? Fedr ve öteki davetliler istedikleri gibi söylemekte serbest ol­duğunu Sokrat’a söylediler. Sokrat sözü tekrar olarak dedi ki;
           Öyle ise Fedr, onunla mutabık kalmak ve onun bana tekit edeceği şey üzerinde söz söylemek için Agaton’u bazı noktalarda isticvap emekliğime bana müsaade ediniz.
Fedr — Müsaade ediyorum, sor.
Bunun üzerine sokrat hitabesine şu suretle başladı:
           Aziz Agaton, evvelâ Eros'un esasen kim ve nasıl olduğunu söyledikten sonra, eserlerini meydana koymak lâzım geldigini ifade etmekle hitabeni iyi tertib etmişe benziyorsun. Ben bu başlayışı kat’î surette beğeniyorum. Pekâlâ! Mademki sen Eros’un varlığından ve eserlerinden nekadar güzel ve yüksek bir şekilde bahsettin, bunuda bana söyle ki: «Eros kendiliğinden bir şeyin aşkı mıdır yoksa değil midir?» Bunu demekle sana Eros’un bir baba veya ana için duyulan aşk olup olmadığını sormuyorum, çünkü bu halde mesele pek gülünç olmuş olurdu. Fakat farzet ki ben sana: «Bir baba bir kimsenin babasımıdır, değilmidir diye sorsam, bana cevab olarak bir baba demek, bir oğlanın veva bir kızın babası demektir, demiyecek miydin? Bu sözü kabul ediyorsun değil mi ?
Agaton — Tabiî.
           Ayni şey bir ana hakkında da böyle değil midir?
           Öyledir.
           İstediğimi iyice anlayabilmen için seni biraz uzunca isticvap etmeme katlan. Eğer ben sana: «Bir kardeş, kardeş oldukça birinin kardeşi midir, değil midir desem ne dersin?
           Kardeşidir, derim.
           O, bir kardeşin veya hemşirenin kardeşi değil midir ?
           Öyle ya, ya birinin ya ötekinin kardeşidir.
           Öyle ise Eros hiç bir şeyin aşkı mıdır yoksa yalnız bir şeyin aşkı mıdır, onu bana söylemeye çalış.
           Tabiî bir şeyin aşkıdır.
           Öyle ise Eros’un bir şeyin aşkı olduğunu hatı­rında tut [[50]] Fakat buna da cevap ver ki Eros sevdiği şeyi ister mi, yoksa istemez mi ?
           Muhakkak ister.
           Öyle ise o, istediği ve sevdiği şeye malik midir, yoksa istediğine malik olmadan mı onu ister ve sever?
           Hiç şüphe yok ki istediğine malik değildir.
           Hiç şüphe yok! İstenen şey muhtaç olunan şeydir, muhtaç olunmayan şeyin de istenmeyeceği hiç Şüphesizdir. Agaton, bu neticeler bana kat’iyen zarurî görünüyor, sen ne dersin?
           Bana da zarurî görünüyor.
           Çok iyi söyledin. Büyük olan büyük olmak, kuvvetli olan, kuvvetli olmak istemez.
           Elbette öyle.
           Demek ki insanın malik olmakta olduğu şey kendisinden ayrılmaz.
           Doğru söylüyorsun,
Eğer kuvvetli kimse kuvvetli olmak, çevik adam çevik olmak, sağlam bir kimse de sihhatte olmak isterse ve bir kimse bu gibi şeylere malik olan insanların malik oldukları şeyleri gene isteyebileceklerini zanne­derse, seni her türlü hatadan kurtarmak için ısrar ede­rim. Ey Agaton, eğer sen bu evsafa halihazırda malik olanların gerek isteyerek, gerek istemeyerek muhtaç olduklarına malik olduklarını düşünürsen, ihtiyacı olmayan şeyi kim arzu eder; söyle de görelim. [[51]] Bir kimse çıkıp ta bize: «Ben sağlamım ve sağlam olmak isterim; ben zenginim ve zengin olmak isterim, yani halihazırda malik olduğum şeyi isterim.» dese, biz ona: Sen zenginliği, sıhhat ve kuvveti arzu ediyorsun, hal­buki bunlara sen şimdiki halde maliksin anlaşılan bun­ları istikbal için istiyorsun, senin halihazırda malik olduğun şeyi istiyorum, demen, bunları istikbal için istemek değil midir?
Agaton cevap olarak: — Evet öyle dedi.
           Pekâlâ, sevmek demek, malik olunmayan bir şeyi istemek değil midir? Elbette halihazırda malik olunan şeyi istikbal için istemek değildir?
           Muhakkak.
           Demek herkes kendinin olmayan ve temellük etmediği şeyi arzu ediyor. Bizde arzu ve aşk yaratan kendimizin olmayan, yani bizde eksik olan şey değil midir ?
           Tabiî.
           Cesaret! Şu tastik ettiğimiz şey de duralım: Evvelâ: «Eros bir şeyin aşkı mıdır» «İkincisi: kendi­sinde olmayan bir şeyin mi aşkıdır?» Sen şimdi Eros’un neyin aşkı olduğunu hatırla. İstersen ben senin hatırına getireyim, sen hitabende, güzellik aşkının ilâhlar arasında sulhu sükûnu tesis ettiğini ve çirkine karşı aşkın mevcut olmadığını söylememiş miydin ?
           Evet, bunları söylemiştim.
         Pek güzel söylemiştin, dostum. Fakat böyle olun­ca, demek oluyor ki, Eros güzelliğin aşkjjdır, çirkinli­ğin değil.
          kabul ederim.
          Binaenaleyh, biz demin sevmenin, insanın malik olmadığı ne ihtiyacı olduğu şeyi arzu etmesi olduğunu kabul etmemiş miydik.
           Evet, öyle.
          Demek oluyor ki, Eros güzelliğe malik değildir ye onda güzellik yoktur.
          Evet öyle.
           Ne demek! Sen güzelliği olmayan kimseye gü­zel mi diyorsun 1
          Asla.
          Öyle olunca, Eros’un, güzel olmadığını tastik ediyor musun.
          Demin söylediklerimden hiç birşev anlamamış olduğundan korkuyorum, Sokrat!
          Maamafih iyi de söylüyordun, Agaton! Fakat şu suale de cevap ver, iyi mefhumu sence güzel mi demektir ?
          Evet.
          Mademki Erosta güzellik yoktur, güzellik iyi olunca, o halde onda iyilikte yoktur.
          Sana itiraz edecek halde olmadığımı gürüyorum,. Sokrat, nasıl diyorsan öyle olsun!
          Aziz Agaton’um, doğrusu senin itiraz edemeyeceğin şey, yalnız, hakikattir, yoksa Sokrat’a itiraz et­mek hiç te güç değildir. Fakat artık seni bırakıyor ve (Mantine) nin zevcesi (Diotine)in Eros hakkında bana bir gün söylediği hitabeye geliyorum. Bu kadın aşkta ve daha birçok şeylerde âlimdi. Vaktile veba­nın zail olması için Atinalılara kurbanlar[[52]] kesme­lerini emredip, kendisi ilâhlara müracaat ederek bu musibetin on sene için izalesine muvaffak olan bu kadındır. Aşk hakkında bütün bildiklerimi de ben ona medyunum
Agaton’la birlikte kabul ettiğimiz esaslara binaen Diotim’in bana söylediği hitabeyi muktedir olduğum kadar size tekrarlamak cesaretinde bulunacağım. Aga­ton, senin metodunu takip etmek için evvelâ Eros’un kim ve nasıl olduğundan, sonra da eserlerinden bahse­deceğim. Fakat bana öyle gelivor ki söylediğini, o yabancı kadın gibi mubahasayı nasıl devam ettirdiğni size söylemek bana daha kolay ve muvafık olur. Ben Diodim’e Agaton’un demin bana söylediği sözlerin hemen aynını söylemiştim; yani ben Eros’un çok büyük ve güzelliğin aşkı olan bir ilâh olduğunu iddia etmiştim ve bu kadın da Eros’un benim sözlerime nazaran ne güzel ve ne de iyi olmadığını isbat için, benin Agaton’a ettiğim ayni itirazları bana etmişti. Onunla beyni­miz de şu muhavere geçti:
           Diotim, öyle ise sen ne diyorsun? Eros fena ve çirkin midir?
           Şözlerini güzel tarzda söyle! güzel olmayanın mutlak çirkin olduğunu mu zannediyorsun ?
           Asla!
           Alim olmayan bir kimsenin tamamile cahil ol­ması mı lâzım gelir? İlimle cehaletin arasında bir va­sat olduğunu sezmedin mi?
Bu vasat nedir?
Bir kimse makul bir fikir sahibi olsa da onu izah edemese şüphesiz bu adama âlim denmez; çünkü de­lillere istinat etmeyen ilim manasız birşey olmuş olur.. Fakat o adam tamamile cahilde değildir, çünkü haki' katı bilmek cehalet değildir. Demek oluyor ki, makul fikir ilimle cehaletin arasında bulunuyor.
           Doğru söylüyorsun.
           Öyle ise sakın güzel olmayan birşeyin çirkin, iyi olmayan her şeyin de mutlak fena olması lâzım geldiğini kabul etme. Her ne kadar sen bana Eros’un ne güzel ve nede iyi olmadığını söyledinse de, onu fe­na ve bundan dolayıda çirkin olmasını zannedecek kadar ileri gitme; onun belki bu iki zıddın ortası ol­duğunu düşün.
           Maamafih herkes, Eros’un muazzam bir ilâh ol­duğunu söylemekte müttefiktir.
          Herkesten maksadın, bilenler mi, bilmivenler
mi ?
          Tabiî herkesi murat ediyorum,
Diotim (gülümseyerek) Onun bir ilâh bile olma­dığını temin edenler nasıl olur da onun muazzam bir ilâh olduğunu kabul eder ?
          Onlar da kim ?
           Kadın cevaben: Onlardan biri sen, biri de ben; dedi.
           Bunu nasıl isbat edersin ?
           Kolay bütün ilâhların mes’ut ve güzel olduk­larımı sen söylemiyor muydun? Yoksa şimdi onların içinde biri mesut ve güzel değildir, demek cesaretinde mi bulunacaksın ?
          Zeus’e yemin ederim ki, hayır!
           Senin mes’ut dediğin güzel ve iyi olan kimse­ler midir ?
-           Şüphe mi var?
           Fakat sen bana: Eros’un iyi ve güzel şeyleri arzu ettiğini ve arzunun da bir ihtiyaç olduğunu söy­lemiştin.
           Evet öyle demiştim.
           O halde kendinde güzellik ve iyilik olmayan nasıl ilâh olabilir, söylesene!
           Bunun hiç bir suretle olamayacağı, âşikâr.
—Eros’un ilâh olmadığını, sen de söylüyorsun değil mi?
           Öyle ise Eros ilâh değilse, nedir o, da bir fani midir?
           Asla.
           Nedir, öyle ise?
Söylediğim veçhile fanı ile bakî arasındadır,
           Fakat, rica ederim Diotim, nihayet o ne ise söyle.
Bu büyük bir jenidir [[53]] Sokrat, çünkü her jeni ilâhla beşer arasındadır.
           Pek âlâ bu jenilerin vazifeleri nedir?
           İnsanlardan ilâhlara ve ilâhlardan insanlara haber getirip götürücüdürler, ilâhlara insanların dualarını ve ibadetlerini arz, insanlara da ilâhların emir ve lütuflarını iletirler. Jeniler insanı Allahtan ayıran arayı doldurarak kâinatı Allaha ulaştırır. Bütün gaybı bilme ilmi, rühbanî ibadet, sihir ve büyü ile teshir etmek san’atı bunlardan sudur eder. Allah insanlarla uykuda ve uyanıklıkta bu jeniler vasıtasile münasebet peyda eder. Bütün bu şeylerde âlim olan bir adam Allah’ın vahiy ve ilhamına mazhardır; başka şeylerde yani bazı san at ve hünerlerde muktedir olanlar ise, ancak bir işçidir. Bu Jeniler çoktur ve muhtelif nevileri vardır. İşte Eros’ta bunlardan biridir.
           Bunların babaları ve anaları kimlerdir?
           Bunları sana nakletmek uzun olur, maamafih buna gayret edeceğim.
Afrodit doğduğu vakit, ilâhlar (Metis) in oğlu (Poros) un huzurile bir ziyafet tertip etmişlerdi. Yemeği bitirdikleri vakit (Penia) bu şenliğe karışmaya gelir ve kapının etrafında dolaşır. Poros [[54]], o vakit şarap almadığı için, abıhayattan mest olarak, Zeus'in bahçelerinden çıkar ve mestliğin verdiği ağırlıkla uykuya dalar, (Penia) o vakit fakru ihtiyacının sevkile (Poros)’tan bir çocuk edinmeyi düşünür. Derhal onun koynuna uzanır ve Eros’a gebe kalır.
Eros, Afrodit’in doğduğu günde ilkah olunmuştur. O, tab’en her güzeli sever; Afrodit ise güzel olduğun­dan Eros’un hem hizmetkârı hem de refikası olmuştur. Eros hem servetin hem fakruihtiyacın çocuğu olduğun­dan kendisinde her ikisinin de mukadderatı mevcuttur. O, evvelâ fakirdir, bundan dolayı çok kimselerin dü­şündükleri gibi, onun nazik ve güzel olması mümkün değildir, bilâkis sert ve pistir: yalın ayak dolaşır, bir ocağı yoktur, çıplak toprakta yataksız yatar, açık hava­da kapuların eşiğinde yahut topraklarda uyur Hülâsa o, daimî bir fakru ihtiyaç içinde yaşamayı anasından tevarüs etmiştir. Babasının tabiatı cihetile ise. o daima iyi ve güzelin peşindedir, cessurdur, kuvvetlidir, avcı­lığı hayret edilecek derecededir, girgindir, gayet keskin görür, bütün hayatında felsefeye uyğun hareket eder, fevkalâde füsunkârdır, büyücüdür ve sofisttir. O bizatihi ne fenadır ne de lâyemuttur. Ayni günde bollukta olduğu vakit, tezehhür eder, yaşar, memnun olduğu vakit ölür fakat kanında babası olduğu için tekrar doğar. Bugün kazandığını yarın gaybeder, bunun için o, ne zengin ne de fakir olabilir. O, hikmetle cehalet arasında bir şeydir. İlâhlardan hiç biri ne ilmi arzu eder ne de filosofluğu, ilim ve hikmet kendi sıfatları olduğundan filosof olanın filosof olmaya ihtiyacı olmayacağı aşikârdır. Cahiller hakkında da aynı şey varittir, onlardan biri de ne hakîm ve ne de filsof olmak iste­mez, çünkü cehalet bunların güzel, iyi ve şuurlu olmayan şeylerin beyinlerinde güzel, iyi ve şuurlu olduğu kanaatında bulunmak gibi muvafık olmayan halleri vardır. Bundan dolayı bunların hiç biri kendilerinde olmayan bir şeye malik olmak arzu etmezler.
           Öyle ise, Diotim mademki filosofluğu ne cahil­ler, ve ne de hakimler istemiyorlar o halde bunu istiyenler kimlerdir.
           Bunu isteyenlerin ikisinin arasında olanlar ol­duğunu bir çocuk da bilir. Eros’ta bunların meyanındadır. Hikmet en güzel şeylerden biridir. Eros’ta her iyi olanın aşıkı olmak hasebile hikmetin aşıkı olur. Kendisi cahillerle, hakimlerin beyninde olduğu için de ortada bulunuyor. Bunun da böyle olması doğumu icabatındandır; çünkü babası hakîm ve zengin, anası da ümmî ve muhtaçtır. İşte aziz Sokrat’ın bu Jeninin [[55]] hilkat ve tabiatı budur. Senin Eros hakkındaki fikrine gelince bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur, senin sözlerinden anladığıma göre sen Eros’u seven değil sevilen kimse zannediyordun, işte onun sana tamamile güzel görünmesinin de bu sebepten ileri gel­diğini zannediyorum. Hakikatta sevilen bir şey hakikî
güzellik, tekâmül, ve büyük hayır ve parlaklık, u Seven ise demin gösterdiğim gibi başka bir şeydir.
           Dediğin gibi olsun, yabancı, sen çok iyi muhakeme ediyorsun. Fakat, Eros senin izah ettiğin gibi ise, o halde bunun insanlara ne faydası vardır?
            İşte sana öğretmeye çalışacağım şey de budur. Biz bu jeninin hakkını ve evsafını tanıyoruz, ne oldu­ğuna gelince senin dediğin gibi güzel şeylerin aşkı olduğunu biliyoruz. Maamafih eğer bir kimse bize güzel şeylerin aşkı nedir veyahut daha açıkça söyle­miş olmak için: Güzel şeyleri seven, neyi sever? Söylesenize ey Sokrat ey Diodim. dese.
           Onlara malikiyeti sever cevabını verirdim.
Peki amma bu cevabı, güzel şeylere malik olan
ne olur suali takip eder.
            Senin sualine kolayca cevap verecek halde değilim.
           Fakat sözün tarzını değiştirerek ve iyiyi güzel yerine koyarak sana bir kimse: Haydi Sokrat, iyiyi seven neyi sever? diye sorsa.
            Ona malikiyeti seviyor derim.
           Pekâlâ buna malik olana ne olmuş olur?
           Cevap bu sefer daha kolay ona malik olan mesut olur cevabını veririm.
Alâ. Demek oluyor ki bahtiyar kimselerin bahtiyarlığı iyi şeye sahip olmalarından ileri geliyor; bahtiyar olmak isteyen kimsenin niçin bahtiyar olmak istediğini aramaya da artık lüzum kalmıyor, çünkü bu­rada bütün sual ve cevaplar nihayet buluyor.
            Doğru söylüyorsun.
            Fakat bu aşkın ve iştiyakın, bütün insanlarda müşterek olduğunu ve bunların hepsininde iyi olan şeye daima malik olmayı istediklerini mi zannedi­yorsun.
Bu aşkın bu iştiyakın bütün insanlarda müşterek olduğunu zannediyorum.
           Öyle ise, Sokrat, mademki bütün insanlar da daima ve aynı şeyleri seviyormuş niçin bütün insan* ların aşık olduğunu iddia etmiyoruz da yalnız bunu bazılarına atfediyoruz ?.
           Ben de bu tefrike şaşıyorum ya!
           Şaşma. Biz umumî aşk mefhumundan muayyen bir parça alıp bu parçaya bütünün ismini vererek ona aşk diyoruz mütebakisini ise başka isimlerle kullanıyoruz da ondan.
           Bu nasıl oluyor ?
           Bak. Sen şiir kelimesinin bir çok manaları olduğunu biliyorsun. O, alelumum, bir şeyi yoktan var­lık haline getiren her işi ifade eder. Bu suretle her san’atın vücuda gelmesine şiir ve her san’atın san’atkârıda bir şairdir.
           Doğru söylüyorsun.
           Maamafih her san’atkâra şair denmeyip başka muhtelif isimlerle çağırıldıklarını ve musikî ve ebyat san’atmı ayırınca bunlara türlü türlü isimler verdik­lerini ve şiir namının ancak bu iki kısma verildiğini ve şairde bunlara malik olanlara dendiğini pekâlâ biliyorsun.
           Hakkın var.
Bu misâl aynen aşk mefhumu için de böyledir. Kendi en geniş manasında hayırlı olan ve bizi mes’ut edecek olan şeye aşk denir ki buna insanlar, muhtelif yollardan giderek vasıl olmak istiyorlar [[56]]. Kimisi çok para kazanmakla kimisi jimnastikle fakat bunların aşık olduklarını ve maşukları mevcut olduğunu iddia edemez. Aşkın bir muayyen nevine kendilerini veren bu kimselere muhtelif isimler verilir ve yalnız bütün mevcudiyetleri tek hedefe varmak için çalışanlara aşk va aşık kelimelerinin manası tatbik olunabilir.
            Doğru söylüyorsun.
-              Denir ki sevmek, kendi yarısını aramaktır. Fa­kat ben de bunu iddia ediyorum ki ey dost, evvelce söylediğim gibi bu yarım ve bütün hayırlı değillerse, sevmek ohalde ne kendi yarısını ne de bütününü arar Bunun ispatı da, bacak veya kollardan biri insana zarar verdiği vakit bunların kesilmesine razı olmamızdır Fena bir şekle tahavvül edip te yabancılaştığı vakit kendilerine ait olan bu şeyleri bile insanlar sevmiyorlar; elverir ki her iyi olan şeyin kekdimizin olduğunu ve fena olan her şeyin de yabancı olduğunu bilelim. Hasılı insanlar iyiden başka birşey sevemezler, senin de fikrin bu değil mi?
Zeus’e and içerim ki ben de senin gibi düşünüyorum.
            İnsanların iyiyi sevdiklerini söylemek yeter mi ?
            Elbette.
            Nasıl olur! Buna iyi olan şeyin kendilerinin olmasını da istediklerini ilâve etmivelim mi ?
            Doğru onu da ilâve etmeli.
            Sade iyi olan şeyin onların olması değil, fakat daima onların olmasını da ilâve etmeyelim mi ?
Evvelâ onu da ilân etmeli
            Hulâsa, demek oluyor ki [[57]] aşk iyi olan şeyin daimî surette kendinde olmasını arzu etmektir.
            Bundan doğrusu olmaz.
            Diotim: Madamki aşk umumiyet itibarile böy­le imiş, o halde aşk ne suretle tezahür ediyor. Bunu bana söyleyebilir misin? dedi.
          Eğer sana cevap verebileydim, Diotim, senin hikmetini takdir edip aşk hususundaki bu şeyi senden öğrenmeye gelmezdim.
          Öyle ise sana söyliyeyim: Aşk, güzel vücutlara ve necip ruhlara ilkah ile tezahür eder.
          Senin fikrini tefsir için bir kâhime lüzum var­dır, ne demek istediğini anlayamıyorum.
          Öyle ise daha açıkça izah edeyim. Bütün insan­lar cisim ve ruh cihetile semere vermek kudretini haizdirler. İnsanlar muayyen bir sinne gelince, tabiatleri doğurmak arzusunu duyar. Binaenaleyh bu do­ğurma çirkinde olamaz sırf güzelde vaki olur. Erkek ve kadının çiftleşmesi ise yaratmak demektir. Bu doğur­ma arzusu bir eseri İlâhidir, çünkü hami müddetile vazı hami her canlı ve ölüme mahkûm vücude lâyemutluğu temin eder. Bu gibi haller ise ahenkdar olmayanlarda husule gelemez, binaenaleyh çirkin, İlâhî olan şeyle mutabakatta değildir. Onunla ahenkdar olan güzeldir. Vaz’ı hamlettiren hüsündür. Bu sebepten dolayı bir kimse bir güzele tesadüf edince zevki inbisat eder, iştihası açık bir meydan bulur, müstak­bel tevellüdü ilkah etmek ister. Fakat bir çirkine yaklaştığı vakit, kendisini hüzün ve keder tazyik eder, takallüs eder, döner, yaratmaz, fakat muhafaza ettiği tohumu elemle, taşır. Tohum işba haline gelen ve semeresi kemale gelen her kimsenin kendinde olanı tevlit etmek emelinden kurtulmak için güzeli aramak iştiyakı bundan ileri geliyor. Aşkın istediği şey, senin tasavvur ettiğin gibi, güzelin aşkı değilmiş Sokrat.
          Neymiş ya ?
          Güzelde tevlit ve yaratış aşkı imiş !
          Öyle olsun.
           Bu hiç şüphe götürmez. Dediğim gibi tevlit aşkıdır, çünkü doğurma her fani doğanı lâyemut ve müebbet kılar. Binaenaleyh iyilik arzusuna lâyemutluk arzusunun da iltihak etmesi zarurîdir. Madamki kabul ettiklerimize göre aşk iyi şeyin daima bizim olmasını istemekten ibaret imiş, o halde bizim sözlerimiz ebe­diyetin de aşkın bir ayrılmaz lâzımı olduğunu ispat edivor.
İşte Diotinı aşktan bahsettikçe bana bu malûmatı vermişti. Nihayet dedi ki:
           Senin anlayışına göre, bu iştiyak ve aşkın sebe­bi nedir, Sokrat? Bütün hayvanların ilkah ve tevlit etmek istedikleri vakit bir hastalığa tutulur gibi olduk­larını hiç görmedin mi ? Kuşlar ve ver hayvanları ev­velâ çiftleşmek sonra da yeni doğanları beslemek içitı hepsi harekete gelir; ve hepside şehvetin şiddeti altında kıvranırlar. En zayif olanlar en kuvvetli olanlara karşı yavrularını cesaretle müdafaa ve hattâ bu uğurda belki canlarını feda ederler; ve yavrularına gıda temin için kendileri açlıktan ölmeye ve her şeye katlanmaya raz; olurlar. İnsanların bütün bunları akılları ile yaptıkla­rını farzedelim; fakat hayvanlarda bu âşıkane şefkat ve ihtimam nereden geliyor bana bunu söyliyebilir misin ?
           Sebebini bilmiyorum.
           O halde sen, bu şeyleri bilmeden aşklar ilmi­nin ne olduğunu lâyıkile bilmeyi ümit ediyor musun?
           Sana evvelce de söylediğim gibi, bunu öğrenmiye ihtiyacın olduğunu bildiğim için senin yanma gel­dim Diotim. Onun için bu eserlerin esbabile aşkın husule getireceği bütün şeyleri bana tarif et.
           Eğer sen aşkın tabiatını bizim defaatla mutabık kaldığımız gibi kabul ediyorsan’ benim bu suallerim seni taaccübe düşürmemeli, demiştik ki fani tabiat lâyemut olmak için mümkün olduğu kadar temadiyi arar. Bu gayeye ancak eski bir ferdi daha yeni bir fertle mütemadi suretle istibdal eden tevlit vasıtasile muvaffak olur. Yaşayan hayyanlar görüyorsun ki küçük yaşından ihtiyarlığına kadar daima aynidir, fakat bunlar ayni ismi muhafaza etmekle beraber hayvanın kendisi ayni olarak kalmıyor; yenileşiyor, kılları, eti, kemikleri, kanı ve bütün vücudu fasılasız bir surette harap oluyor. Sade vücudu yenileşmekle kalmayıp ru­hu da bu cereyana kapılıyor, hareketleri fikirleri, arzu­lan, zevkleri, zahmet ve korkuları, herbiri sıra sıra doğuyor ve ölüyor. Hulâsa hiçbir şey değişmeksizin kalmıyor. Bundan daha garibi de şu ki malûmatımızın bir kısmının bizim için bugün canlı, yarın cansız ola­rak kalması ve bizim bütün bilgimizi değiştirmesi de­ğil bu bilgilerin de ayrıca ayni tahavvüle maruz kal­masıdır. Biz bilgilerimizden kaybedeceğimizi evvelden tahmin ettiğimiz içindir ki tahsil ediyoruz. Unutmak, bir fikrin ölmesi demektir, biz unutuyoruz ve ancak tahattür ve sayi suretile o kaybettiğimizi tekrar elde ediyoruz. Öyle ki onlar bize el’an ayni şeyler gibi görü­nüyor. Bütün fanî vucutlar bu suretle kendilerini mu­hafaza ediyorlar. İşte, Sokrat bunlar ilâhı olan şeyler gibi daimî surette kalmadıkları gibi, daima ayni suret­te de kalmazlar. Fakat ihtiyar olup buradan gidenler yerlerine, kendilerinden daha genç ve evvelce kendi­lerinin olduğu gibi bir şahis bırakırlar. İşte Sokrat, fanî olarak doğmuş olanlar lâyemutluktan bu suretle nasiplenirler. Cisme vesair şeye gelince lâyemutluk onlar için başka türlü imkânsızdır. Binaenaleyh bütün canlıların kendi yavrularına bu kadar kıymet verme­lerine şaşma, çünkü, bu aşk ve gayret onlara lâyemut­luk arzusundan ileri geliyor. Diotim’den bunları işittikten sonra hayretlerde ka­larak kendisine dedim:
          Ey büyük hakîm Diotim, bu söylediklerin hepsi hakikat midir?
O vakit derhal kâmil bir sofist olarak bana ce­vap verdi:
          Buna şüphe etme, Sokrat! Eğer insanların hırsı üzerine nazarını çevirmek istersen, bizim kabul ettiği­miz prensipler üzerine bunun neticesiz olduğuna şaşa­caksın. Elverir ki insanların gelecek zamanı lâyemut olarak muhafaza edecek bir şan için meşhur olmak istediklerinin derecesini düşünesin. Bu sebep için ve belki evlâtlarının muhabbeti için her tehlikeyi atlatmaya hazır olduklarını ve servetlerini ifnaya ve her türlü fenalığa karşı koymaya ve hattâ ölmeye hazır olduklarını bilesin.
Bizim aramızda el’an yaşayan bu lâyemut cesaret hatırasını kendilerinden sonra bırakmaya ümit etmeselerdi Alkest, Admet için; ölür müydü? Aşil Patroklu’n arkasından gider miydi. Bizim Codrus [[58]] çocuklarına hükümdarlığı temin etmek için hayatını feda eder mıy­dı ? Ne gezer değil mi.
Herkes lâyemut olan şeyin aşkına maliktir, herkes her şeyi şöhret için yapmıştır; vücuda ilkah etmek isteyenler tercihen kadına temayül ederler ve bunların aşkı çocukların doğmasıyla namlarını lâyemutluğunu, ebe­diyetini ve bütün mütebaki zamanlar için saadeti temin etmeyi düşnürler. Fakat ruha ilkah etmek istiyenler de manevî tohumlarının ruhta doğmasını ister­ler. Ruhun tevlit edeceği nedir? Hikmet ve yaratış dehasile meçhul olan bütün şair ve san’atkârların sa­hibi oldukları ruhun evsafı değil midir? Hikmetin en güzel ve en yüksek şekilleri ise beldelerin ve ailelerin usul tertibi için kullanılanıdır ki; buna, hazmü ihtiyat ve adalet namı verilir. Çocukluğundan beri ruhunda faziletlerin tohumunu taşıyan bir delikanlı olgun bir sinne gelince yaratmak ve hasıl etmek arzusuna müp­telâ olur. Bunu tevlit edecek sebebi şurada burada arar, çünkü çirkine hiç bir vakit ilkah etmek istemez. Bu kimse vücudun bile güzelini tercihen ararken necip güzel ve iyi doğmuş temiz bir ruha tesadüf ederse, fevkalâde bir surette ruha da vücuda da tutulur [[59]] Böyle bir kimsenin yanında âşıktan bir hayır adamı­nın nasıl olması ve ne yapması lâzım geldiğine dair çok sözler taşar; hasılı onu talime, yükseltmeye çalışır. Güzelliğe teması ve onunla ülfet ve ünsiyetile çok zamandanberi ruhunun taşıdığı tohum onda inkişaf ve tevellüd eder. Yakından, uzaktan kendi güzidesini artık unutmaz ve onun hamlinin yemişini birlikte besler. Bu iki vücudu biribirine rapteden tam münasebet ve ilahı aşk onları bir ocağa raptedebilecek olan maddî münasebet ve aşktan pek çok büyük ve kuvvetlidir [[60]] çünkü onlar daha lâyemût ve daha güzel çocuklar vücuda getirmek için birleşmişlerdir. Homer, Hesiode ve sair büyük şairleri hatta Lâkedemonyayı ve hülasa bütün Yunanistan’ı kurtaran çocukları vücude getiren Lykürg’ü kim görürde bunları maddi çocuklara tercih etmez. Solon da aynı suretle bizim aramızda kanunlar babası diye tebcil ve tazim olunur. Başka yerlerde de, gerek bütün Yunanistan’da, gerek Barbarlar da büyük ve güzel eserler vücuda getirmiş ve fazileti tevlit etmiş olan insanlar da aynı veçhile ibcal ve izaz olunmuştur. Bu gibi manevî çocuklar kendilerine bir çok mabetler inşa ve ihda ettirmiş; fakat hiç bir yerde maddî ço­cuklar böyle şeyler ihdasına hiç bir vakit muvaffak olamamışlardır. Belki, Sokrat, seni de aşkın esrarına vakfetmeye muvaffak oldum, fakat bu vukufun en âli ve son derecesine hatta bir iyi rehberi takip etmekle de yetişmiye muktedir olup olmayacağını bilmiyorum; benim şimdiye kadar söylediklerim bu vukuf için ih­zari bir mahiyettedir [[61]]. Maamafih ben gene söyle­mekten vazgeçmeyeceğim, ve seni talim için hiç bir gayreti esirgemeyeceğim. Sen de muktedir olduğun ka­dar beni takibe gayret et. Hakikî yoldan bu gayeye ermek isteyen kimse, güzel vücutları aramaya başla­malıdır. Evvelemirde eğer onun rehberi onu doğru yola sevkediyorsa o, yalnız bir tek kimseyi sevmeli ve güzel hitabelerini onun ruhuna ilkah etmelidir. Sonra da her güzel cisimde bulunan güzelliğin hemşiresi olduğunu anlamaya vasıl olmalıdır. Filhakika, bizim edindiğimiz fikre göre güzeli arıyan kimse için her cismanî güzelliğin her güzelde tek ve aynı olmadığına inanmak büyük bir cinnet olmuş olur. Bu fikirde bulunan bir kimse o vakit bütün güzel vücutları sevmesi ve yalnız bir şey üzerine temerküz eden bütün şiddetli ihtiraslardan soyunması lâzım gelecek­tir. Bundan sonra da ruhların güzelliğine vücutların güzelliğinin en muazzamı olarak bakması lâzım gelecektir. Şu suretle ki bu güzelliğe malik olan bir güzel ruh, onun aşkını ve inzivasını cezbe ve gençliği daha âlâ kılmaya yarayacak sözlerle ona hitap edecek ve ona fazilet ilkah eyleyecektir. İşte bu suretle o, ef’alde ve kanunlarda güzeli görmeye ve bu güzelli­ğin her yerde kendisine müşabih olduğunu seyretmiye tabii olarak sevkedilmiş olacaktır. O, ef’al tema­şasından zatî güzelliği edinmek için ilimler güzelliğine yükselecektir. O vakit gözleri daha bir güzellikte oldu­ğundan, bundan böyle bir oğlanın süfli bir muhab­betinin, âdi ve zelil bir esiri olmayacaktır; fakat gü­zelliğin nihayetsiz deryasına ve hayretlere dalmış ola­rak, birçok güzel ve lâtif hitabeler, yüksek ve bol felsefî fikirler yaratacaktır ki kuvvetlenmiş ve kemale gelmiş olan aklı o vakit tek bir ilmin [[62]] ancak ve ancak güzellik ilminin seyrütemaşasına dalıp kala­caktır. Şimdi burada olanca dikkatini vermiye gayret et Sokrat. Her kim ki aşkın esrarı içinde bizim bulunduğumuz noktaya kadar yani hususî güzelliklerin tam ve muntazam istiğrakına varacak surette yetiştiril­miş ve aşkın bu derecelerinden geçmişse evvelce bütün mücadelelerile varmak istediği gayeyi yani ansızın ha­rikulade bir hal ve keyfiyette bir güzellik görecektir ki Sokrat, bu ebedî, yaratılmamış, bakî çok olmaktan, azalmaktan ârî ve burada güzel orada çirkin, bir zaman güzel başka zaman çirkin değil, bir görünüşte güzel diğer görünüşte çirkin, bazı kimseler için güzel bazıları için çirkin bir güzellik olmamakla beraber, yüzle, el­lerle, ve cismani her hangi bir şeyle görünmeyen ve şu fiille, şu ilimle olmayan ve kendisinden başkasında, hayvanda, yerde, gökde ve herhangi bir şeyde bulunmayan ve yalnız kendinden kendisile ebedî surette aynı kalan ve diğer bütün güzelliklerin vücut veya fıkdanile artmayan, eksilmiyen ve bütün diğer güzelliklerin ken­disinden hisse alan harikulade bir hal ve keyfiyeti içinde bir güzellik görecektir. İşte bir güzelin saf aşkı vasıtasıle bu ebedî güzelliği temaşaya geçerse o vakit o kimse aşkın esrarı hakikatına varmış ve kemale irmiş demek­tir. Hakikaten gerek kendini aşka sevk etmenin, veya bir başkası tarafından sevk ve delalet edilmenin en doğru usulu evvelâ burada ki güzellikleri sevmekle başlar ki maksat burada kalmayarak ve yükselmenin bütün basamaklarını atlıyarak Hüsnü mutlakın aşkına yükselmektir; tek bir güzel vücut basamağından ikiye, ikiden diğer bütün vücutların güzelliğine geçilmek, son­ra, güzel faaliyetlere, güzel ilimlere ve nihayet bu güzel ilimlerden hüsnün ilmine geçilip güzelliği hakikatle tanımaya muvaffak olmaktır. Aziz Sokratım, eğer ha­yatın insan için bir kıymeti varsa, yani yaşamak zah­metine değerse o kiymet Hüsnü mutlakı temaşa ettiği andır! Bu hüsnü gördüğün vakit sana altınların, ağır ve muhteşem elbiselerin, ve senin asla yanından ayrılmayıp daima kendisile bir vüdut olmak hatta müm­kün ise yemeden içmeden yalnız onu temaşa etmek istediğiniz o güzel delikanlıların onun yanında hiç bir §ey olmadığını anlayacaksın. Acaba o hüsnü lâyemutun kendisini aşikâr, berrak ve insan vücudun da, ve her fanı olan ehemmiyetsiz şeylerde değil Hüsnü mutlakıla ve bütün uluhiyetile o ebedî güzelliğin bizzat kendisi­ni göreydin ne yapardın? Sen bir faninin gözlerinin yalnız hüsne münatif olarak onu hayretle temaşasının ve böyle bir tekâmül içinde yaşamasının bir acınacak mukadderat mı zannediyorsun? Bu temaşada bulunan £Öz o vakit putlara değil hakikatlara dayandığı için hakikî faziletlere teveccüh eder. Binaenaleyh Allahın velisi olmak ve bu suretle lâyemut olmak bazı kimsenin nasibi olmuş ise, şüphesiz bu adam hakikî fazileti besliyen ve doğuran kimsedir. İşte benim aziz Fedr’im ve bütün siz dinleyicilerim, Diotim’in sözleri bunlardı. Bu sözler beni ikna etti ben de böyle büyük bir hayra er­mek için Eros kadar kadir bir rehber intihap edilmesini iknaa çalışıyorum. Binaenaleyh Eros’u muazzez tut­mak herkesin vazifesi olduğunu kabul ve tasdik ederim. Ben kendi payıma aşkları ziyadesile tebcil ve taziz eder, ve böyle yapmaları için başkasını da teşvik ederim. Eros un kudreti mutlakasını ve erlik kuvvetini şimdi tes’it ettiğim gibi daima da olanca vüsatimle tes’it edeceğim. Fedr, bu hitabeyi Eros’un bir methiyesi olarak telakki etmekte veya ona istediğin surette nam vermekte seni serbest bırakıyorum.
Sokrat sözünü bitirince, oradakilerin hepsi onu tebrik ettiler, Aristofan Sokrat’ın hitabesinde [[63]] yap­tığı bir ima hakkında bir istizahta bulunmaya hazır­landığı sırada odanın kapısının kuvvetli kuvvetli vu­rulduğu ve surur çılgınlığıyla şarkılar söyliyen bir insan kalabalığı şamatası ve bir çalgıcı kızın sesleri işi­tiliyordu: O vakit Agaton, kölelere hitaben: baksanıza dişarda ne oluyor? Eğer gelenler dostlarımızsa, içeri alınız; değilse onlara artık işret etmediğimizi ve şimdi istirahat ettiğimizi söyleyiniz. Biraz sonra avlu içinde ziyade sarhoş olduğu halde Alkibiat’ın: «Agaton nerededir, beni onun yanına götürsünler!» diye olanca sesile haykırdığını işittik. Kendisini takip edenlerden bazıları onu bizim bulunduğumuz yere getirmek için kolları üzerine aldılar. Alkibiat menekşe ve taflanlarla yapılmış ve birçok şeritlerle süslenmiş bir çelenk ile başı tetviç olunduğu halde kapının eşiğinde durdu.
Dostlar, sizi selâmlarım! Tamamile sarhoş olan bir adamı birlikte içmek için kabul edecekmisiniz, yoksa gelişimizin sebebini teşkil eden Agaton’un tetviç merasimini yaptıktan sonra çekilmemizi müsaade edecek misiniz? Ben dün gelmek imkânsızlığında idim. Fakat işte başımda şeritler olduğu halde şimdi geliyorum. İzin verirseniz onları insanların en hakîm ve en güzelinin başına koyacağım.
Görüyorum ki benim sarhoşluk halimle eğleniyor­sunuz. Zararı yok, gülün, eylenin, fakat buna rağmen söylediğimin doğru olduğunu pek iyi biliyorum.
Fakat bana derhal cevab veriniz: «Bu şerait içinde aranıza girebilir miyim, giremez miyim ? Benimle içecek misiniz, içmeyecek misiniz?
O vakit herkes Alkibiad’ı alkışladılar, ona masa başına geçmesini rica ettiler. Agaton da ayrıca onu davet etti. Arkadaşları tarafından yardım edildiği halde Alkibiad’a ilerledi. Fakat Agaton’u tetviç etmek için şeritlerini çözmekle meşgul olduğundan kendine bak­makta olan Sokrat’ı görmedi ve kendisi Sokrat’ın arasında olan Agaton’un yanma oturdu. Ona yer vermek için Sokrat biraz çekilmişti. Agaton’un yanına oturur oturmaz onu kucaklayıp şeritlerile süsledi. O vakit Agaton kölelere hitaben dedi ki:
           Alkibiad’ın ayakkablarını çıkarınızda onunla bu yatakta üç olalım. Alkibiad, bunun üzerine dedi ki:
           Pekâlâ, fakat bizim üçüncü içicimiz kimdir? sözlerini söylediği zaman idi ki gözleri Sokrat’a ilişti ve onu görünce derhal sedirden sıçrıyarak:
           Vay Herakles! Bu ne? Sokrat'ın kendisi âdetin veçhile bulunmadığını zemmettiğim yerlerde bana birdenbire görünmek için gizlendin ha! Bugün burada ne yapmaya geldin? Bu yeri neden işgal ediyorsun, Aristofan’ın veya başka bir şakacının yanında otura­cağına en güzelin yanında uzanmaya muvaffak olmak için mi bütün vasıtalara müracaat ettin de buraya geldin ?
Sokrat, Agaton’a:
           Beni müdafaaya gayret et! Bu adamın aşkı beni oldukça sıkıyor. O, beni sevmeye başlıyalıberi benim güzel bir delikanlıya bakmama ve onunla ko­nuşmama imkân kalmadı. Onun kıskançlığından ve dehşetli ifratlarından yapmadığı kalmıyor, bana sövüp sayıyor ve hatta beni döğmek için ellerini kaldırma­mak için kendini güç tutuyor. Bu saatta da böyle bir taşkınlığa kalkışmaması için dikkat et, aramıza gir, şayet şiddetli muameleye başlayacak olursa beni himaye et, çünkü onun kıskançlığının şiddetinden dehşetli korkarım.
Alkibiad — bizim aramızda barışmak imkânı yok. İntikamımı ileriye bırakıyorum. Agaton, şimdilik senin şeritlerinden bana bir kaç tane verde şu adamın güzel başını süsleyeyim. Hitabesile bütün insanlar üzerine zafer kazanan ve zaferi senin evvelki günkü bir defa olarak kazandığın zafere benzemeyen bu adamın başını tetviç etmediğimden dolayı beni muahaza etmesini istemem.
Bunları söyler söylemez, Alkibiad, Agaton’un şe­ritlerinden bir kaç şerit çıkarıp Sokrat’ın başına bağladıktan sonra sedirine yerleşerek şu sözleri söyledi:
           Dostlarım, siz bana pek kanaatkar görünüyor­sunuz, ben buna razı olamam. İçmeli kavlimiz böyledir. Siz hepiniz kâfi derecede içinceye kadar ben ken­dimi şarap kıralı intihap ediyorum. Agaton eğer sen­de varsa bana geniş bir testi getir. Fakat benim bir şeye ihtiyacım yok. Köle bana bak, köle, şarabı so­ğutmak için bana şu kabı getir.
Bu kap iki litreden biraz fazla istiap ediyordu. Alkibiad, birinci olarak onu içti, sonra da onu Sokrat için doldurtarak:
           Dostlarım bana inanınız ki ben bunu yapmakla Sokrat’a bir tuzak kurmuyorum, o, ne kadar istenilirse o kadar içer ve böyle içmekle de şimdikinden daha fazla sarhoş olamaz.
Köle kabı doldurdu, Sokrat ta içti. O vakit Eryksimak:
           Alkibiad, ne yapacağız? Hep böyle konuşma­dan ve şarkı söylemeden susamış kimseler gibi mi içeceğiz? Alkibiad:
           Ey en necib ve babaların en hakiminin en âlâ evlâdı Eriksimak seni selâmlarım!
Eryksimak:
           Ben de seni selâmlarım. Fakat ne yapacağız?
           Ne istersen onu yaparız, mademki bir hekim kendi başlı başına birçok ve muhtelif adamlardan kıymetlidir; O halde sana itaat etmek lâzımdır. İstedi­ğini emret.
           Öyle ise dinle: Eros hakkında hitabelerde bu­lunmak ve onun methiyesini vapmak hoşunuza gittiği için sen gelmeden evvel soldan sağa sırayla söz alarak öyle yapıyorduk. Onun hakkında her şeyi söyledik. Madamki sen içtiğin halde bir şey söylemedin senin de söz alman doğru olur. Hitaben biter bitmez, Sokrat’a bir mevzu verirsin o da sağındakine söz verir istedik­lerini söyler.
           Eryksimak, söylediklerinin hepsi pekâlâ şeyler­dir. Fakat sarhoş bir adamın aklı başında adamlarla belagat mücadelesine kalkıştığını görmek bilmem ne kadar doğru olur, tali bu hususta müsavi değildir. Aziz dostum, Sokra’tın demin benim kıskançlığım hakkında söylediklerine inandın mı? Hakikat onun söylediğinin tamamen aksi olduğunu biliyor musun ? Eğer ben onun huzurunda ister adam ister ilâh olsun, kendinden bir başkasını sena edecek olursam bana ellerini kaldırmaktan kendini tutamaz.
Sokrat:
           Methiyelerine başla.
           Poseidon [[64]] şahidim olsun ki senin huzurunda senden bir başkasının tes’ite muktedir olamayacağımı iddia edersem bu iddiamı cerhedemezsin.
Eryksimak:
           Öyle olsun, istediğin gibi bize Sokrat’ın met­hiyesini yap.
Alkibiyat cevab vererek .
           Ne diyorsun Eryksimak. Bu methiyeden mak­sadın nedir ? bu adamın üstüne atılıp ta huzuru­nuzda öcümü alayım mı?
Sokrat:
           Alkibiyat, ne düşünüyorsun? Beni en gülünç şakalarla mı methetmek istiyorsun ? İstediğin nedir ?
           Doğruyu söylemek. Bakalım muvafakat edecek misin ?
           Hakikata karşı diyecek bir şeyim yok. senin söylemeni istiyorum. Alkibiyat cevap vererek:
           Kusur etmeyeceğim. Fakat sana da düşen bir şey var ki o de ben hakikati söylemediğim takdirde sözümü kes ve hatalarımı söylemekten korkma çünkü ben bilerek hiçbir yalan söylemeyeceğim, yalnız hatı­ralarıma binaen nakledeceğim şeyler seni biraz teşviş ederse, bundan dolayı hayrette kalma. Çünkü benim bulunduğum vaziyette senin garabetlerini güzel bir surette tasvir etmek benim için kolay olmayacaktır.
Alkibiyat’ın hitabesi:
Dostlarım, Sokrat’ı tes’it etmek için mukayeselere müracaat edeceğim. Sokrat belki benim bu mukayese­lerimle alay ettiğimi zannedecek fakat bu mukayeseler esas cihetile şakayı değil, hakikati ihtiva edecektir. Ben evvelâ diyorum ki bu adam, heykeltıraşların atelyeleri içindeki bir flavta ile temsil olunmuş Silenelere ben­ziyor. Bu Silenlerin [[65]] teşkil ettikleri iki kapıyı açar­sanız içinde ilâhların statülerinin gizlenmiş olduklarını bulacaksınız. Sonra Sokratın hassaten Marsyas [[66]] na­mındaki Satyr benzediğini söyliyorum. Sen hariçten Silenlerinkine müşabih bir manzara arzediyorsun. Sokrat buna şüphe etmemelisin.
Başka müşabehetlere gelince, onları da söyliyeyim.
Dinle: Sen arsız bir alaycı değilmişsin ? eğer inkâr edersen şahit getiririm. Sen flavta çalıcı değil misin? Marsyastan daha güzel çalarsın. Marsyas kudretli bir ağızla ve kamışlarından çektiği melodilerle insanları mestederdi, tıpkı Satyrin yaptığı flavta havalarını bu­gün de çalanlar gibi. Çünkü Olymposun çaldığı hava­ların kendisine Marsyas tarafından talim edilmiş oldu­ğunu iddia ediyorum.
Demek oluyorki bu havaları çalan, ister güzel bir flavta ustası olsun, ister bir acemi olsun, ilhama ve ilâhlara muhtaç olanlara, ilham vermek faziletini ha* izdirler. Marsyasla senin aranda tek bir fark var, o da şudur ki, sen aletsiz olarak yalnız basit sözlerinle bize ayni tesiri yapıyorsun senden başka söyliyen, pek ma­hir bir hatıb de olsa onun hitabesi bizi hiçbir şeyde alakadar etmez. Fakat senin sözlerini söyliyen erkek, kadın, genç, ihtiyar kim olursa olsun aciz bir hatib te olsa hepimiz meftun ve mütessir olur ve sarsılırız.
Benim için, aziz dostlarım size çok sarhoş görün­mekten korkmasam onun hitabeleri bana ne suretle tesir ettiğini ve şimdi de ne suretle tesiri altında kal­makta olduğumu size yeminle teyit ederdim. Ben onun sesini işittiğim vakit kalbim Koriban’tın [[67]] kalbinden daha şiddetli çarpıyor, onun sözleri gözle­rimden yaşlar akıtıyor, dinleyicilerin çoğunun da aynî heyecan duyduklarımı görüyorum. Ben Periclis vesair büyük hatiplerimizi dinlerken onları, şüphesiz pek beliğ bulurum. Maamafih onların hutbelerinden hiç bir vakit buna benzer haller vaki olmadı, hiçbir vakit kalbim sarsılmadı. Sokrat’a karşı kalbim bir kölenin efendisine karşı olan hayatı gibi yaşamaktan incinmedi. Fakat şu Marsiyas’i işitmekle, hayatım bana birçok defalar tahammül edilmez bir hale gelmişti. Bu hisleri,. Sokrat, sen tekzip edemezsin, çünkü eğer şu esnada da seni dinlemem lâzım gelse senin sözlerine karşı kendimi tutamayıp ayni sarsıntıları duyacağımı anlıyorum.
Bu adam benim kusurlarla dolu olduğum halde kendimi ihmal ederek Atinalıların işlerine karışmakta kabahatli olduğumu söylüyor ve beni kendisine hak vermeğe mecbur ediyor. Yanında vaktinden evvel ihtiyarlamamak için kulaklarımı tıkıyarak kendisinden Sirenlerden kaçar gibi kaçıyorum. Hiç kimsenin benden arayamayacağı ve beni bundan mahrum zannettikleri şeyi yani utanmayı bu tek adamın yanında hissettim. Evet bu yegâne adamın yanında kızardığım zamanlar oluyor. Onun bana söz söylemiye başladığı vakit bana verdiği fikirlere hiçbir suretle itiraz etmek elimden gelmiyor. Onu terkettiğim vakit gene halkın hüsnü nazarlarına kapılıyorum. Onun için ondan kaçıyor ve çekiniyorum; fakat onu tekrar gördüğüm vakit kendisine verdiğim sözlerden utanıyorum. Hattâ ekseriya kendisini yaşıyanlar arasında görmemek istiyorum. Halbuki böyle bir şey de vaki olacak olsa o vakit daha çok betbaht olacağımı da biliyorum. Hasılı ona karşı nasıl hareket edeceğimi bilmiyorum [[68]].
İşte bu Satyrin flâvta havalarının benim ve birçoklarının üzerinde bıraktığı intibalar böyledir. Binaenaleyh Sokrat’ın mukayese ettiğim şeylere ne kadar benzediğini ve ne sarsılmaz bir kuvvete malik oldu­ğunu benden öğreniniz. Emin olunuz ki hiç biriniz onu tanımazsınız. Bunun için onu size layikile tanıtmayı ben üzerime aldım. İşte söylüyorum dinleyiniz. Sokrat’ın güzel delikanlılara karşı gösterdiği meftuniyete bakınız. Onlarla nasıl mütemadiyen oyalandığına ba­kınız, hiç bir şey hakkında malumatı olmadığını id­dia eder, hiç bir şey bilmediğini söyler durur onun bu halleri Silenlerin hali değil de nedir? Evet onun dışardan görünüşü bu taştan yontulmuş Silenlere benzer fakat bir kerre de onun içini açtınız mı içinde ne hayret verici hikmetlerin gizli olduğunu görürsünüz. Cismin güzelliğinin onun nazarında ehemmiyeti olmamakla beraber aklınıza getiremeyeceğiniz surette ondan istikrahta eder. O halk nazarında magbut olan zengin­liğe ve bu gibi menfaatlara da aldırış etmez. Bunlara bir kıymet vermediği gibi bizi de kendimizi beğenmiş telakki ederek hiçe sayar ve bu suretle, ömrünü bü­tün insanların ehemmiyet verdikleri şeylerle istihza ederek geçirir. Fakat bir kerre de açılmaya ve ciddî söylemeye başladı mı bilmem ki onun ruhuna nufuz ederek onun derunundaki gizlediği güzellikleri kimse görmemiştir; ben onları gördüm ve onları o kadar ilahı, o kadar kıymetli o kadar şahane güzel o kadar fusunkâr buldum ki onun daima bütün arzularını icraya rızamla hazır bulundum. Sokrat’ın gençliğimin çiçeğine göz koyduğunu farzederek bunu kendim için intizar olunmayan bir nimet ve taaccübe şayan bir servet addettim. Parlak olan güzelliğimden pek mağrur olduğum için ona ram olmaklığım bahsine onun müs­tesna hilkatine vakıf olacağımı ümit ediyordum. Bu büyük ümide düşünce onun yanında arkadaşsız bulun­mamak itiyadından vazgeçerek onunla başbaşa yap­yalnız kalmak için yanımdaki arkadaşı savdım. Size bütün hakikati söylemeliyim. Binaenaleyh dikkatli dinleyiniz, sen de Sokrat, yalanımı tutarsan beni tashih et. İşte dostlarım kendisile yapyalnız bulunuyordum. Dinleyici bir kimse bulunmadığı vakit bir dostun ma­şukuna söyleyeceği şeyleri ben de ondan beklemeye ve bu intizarımın verdiği ümitler içinde sevincimden çırpınmaya başladım. Beklediklerimden hiç bir şey olma­dı ;
Sokrat adeti olduğu üzere bütün gün sohbet ettik­ten sonra, akşam olunca çekilip gitti. Bu bozgunluktan sonra ikinci def'asında benimle jimnastik yapmasını teklif ettim belki arzularıma bu suretle muvaffak olurum niyetile onunla mücadele ettim. O benimle birçok defalar ehemmiyetli mücadelelere mecbur oldu.
Bizi seyreden tek bir kimse yoktu. Fakat bilmem ki söylemeye lüzum var mı bu da kâr etmedi. Bu yoldan da bir şeye muvaffak olmayınca cebir ista’miline ve bir kerre kendisini sımsıkı yakaladığım vakit bırakmamaya azmettim. Bir dostun aldatmaya çalıştığı maşukuna yaptığı gibi, ben de onu evime yemeğe davet ettim. Evvelâ kabul etmedi. Fakat bir müddet sonra muva­fakat etti. İlk geldiği vakit yemeğin akibinde çekilmek istedi, hicabım onu alıkoymaya mani oldu. Bir ikinci def’a ona yeni bir tuzak kurdum. Yemek yedikten sonra hiç arasını kesmeden tam gece yarısına kadar onu oyaladım. Gene gitmeye kalkıştığı vakit, onu kalmaya mecbur etmek için çok geç olduğunu bahane ettim. Bu def’a yemek yemiş olduğumuz yerde benim yanımdaki yatağa uzandı. İstirahat ettiğimiz dairede ikimizden başka kimse yoktu.
Buraya kadar olan hitabem doğrudur ve her hangi bir kimsenin yanında da söylenebilir. Bundan sonra­sını şarap çocukla olsun çocuksuz olsun doğruyu söylemeyeydi [[69]] ve bir cihetten de eğer Sokrat’ın met­hini deruhte ettikten sonra onun has olan hareketini meskût bırakmak bana bir büyük insafsızlık görünmeyeydi bundan sonrasını benim ağzımdan işitmeyecektiniz. Esasen ben bugün bir engerek yılanı tarafından sokulmuş kimselerin ruhuna benzer bir haldeyim. De­nildiğine nazaran bu gibi kimseler başlarına gelen felâketi ancak başına aynı şey gelmiş olan kimseden başka kimseye açmazlar; o ıztırabın nasıl olduğunu ve o acıları çekerken neler yaptığını yalnız onlara söyler­lermiş, çünkü onların acı içinde kıvranırken söylemeye cesaret ettikleri sözleri ötekilerin mazur ve makbul göreceklerini bilirlermiş, ben ki kalp veya ruhumdan yani en suzinak bir yerimden daha ziyade elem veren bir şey tarafından sokuldum, yani benki bahusus isabet ettikleri akıl ve genç bir ruhu herşeyi söyletmeye ve yapmaya kadir olan felsefe nutuklarile ısırılan ve esasen Fedr, Agaton, Eryksimak, Posanias Aristodem, Aristofan’ı Sokrat’tan ve başkalarından bahsetmiyerek felsefe için hepsini de meftuniyet ve şiddetle iptilâsını görerek sizin huzurunuzda hikâyemi ikmâl etmek için tereddüt etmeyeceğim, çünkü siz benim o vakit yaptıklarımı ve bugünkü söylediklerimi affe­dersiniz. Kölelere, vesair hizmetkârlara gelince, sizler ki mukaddesata lâzım gelen hürmete muhalif, ham ve kaba olabilirsiniz, sizler kulaklarınıza en ağır ka­pıları kapatınız. Lâmba söndükten ve köleler gittikten sonra, artık Sokratla taallüle lüzum görmeyerek ona fikrimi açıkça açmayı daha münasip gördüm, dürterek ona sordum:
          Sokrat uyuyor musun?
          Hayır daha uyumuyorum.
          Ne düşündüğümü biliyor musun?
          Ne düşünüyorsun?
          Senin bana lâyık yegâne bir âşık olduğun halde şu anda aşkını bana itiraf etmeğe tereddüt eder gibi göründüğünü düşünüyorum. Halbuki bana gelince, sana kendimi ram etmekle hoşnut etmez ve senin ihtiyacın olduğu halde gerek servetimden ve gerek dostlarımdan sana vermezsem kendimi tamamiyle bu­dala addederim.
Benim yegâne arzum tekâmül etmektir. Bu gayeye vusul için de hiçbir yerde senden daha kâmil bir rehber bulamayacağıma eminim. Senin gibi bir insana teslim olmadığım takdirde hakimlerin tayibine mazhar olmakla duyacağım hicabı, teslim olduğum takdirde halk ile şuursuz kimseler huzurunda duçar olacağım hicabdan pek çok fazladır.
Bu sözler bitince Sokrat mutadı olan müstehzi tarzını değiştirmeyerek olanca şiddetile dedi ki:
           Aziz Alkibiat, hakkımda iddia ettiğin şey ha­kikat olup ta bende seni ıslah edecek bir kudret mev­cutsa o halde ben de, senin gençliğinden nihayetsiz surette yüksek ve harikanüma bir güzellik keşfetmiş olman lâzım geldiği için cidden istidatsız olmak talisizliğinde bulunuyorsun.
Eğer böyle bir farzda bulunman seni bana ulaş­tırmağa ve güzelliğe karşı güzellik mübadelesi talebine seykediyorsa bu alış verişten en küçük menfaatleri bile elde edemezsin. Fakat zahir güzelliğin yerine, gü­zelliğin hakikatini almak yani bakırı altın ile müba­dele etmek istiyorsan o başka. Fakat aziz çocuk benim hiç olan değerim üzerine aldanmamak için dikkatle düşünmelisin. Cisim gözlerinin keskinliği körleştiği vakit [[70]] aklın gözleri keskin görmeğe başlar. Sen ise yavrum bu andan daha çok uzaksın. Bunun üzerine ben de ona dedim ki:
Benim de duygularım bu idi. Ben sana düşündü­ğümden başka türlü söylemedim. Gerek benim ve gerek senin için hangisi muvafık görünmüyorsa onu istemek sana aittir.
Hah! işte bunu güzel söyledin. İkimizin de bu hususta nasıl hareket etmemiz lâzım geldiğini ileride kararlaştırırız.
Bu sözlerin taatisinden sonra, ona attığım okun hedefe isabet ettiğini zannetmiştim. Ona başka bir kelime söylemeğe meydan vermeden, kış olduğu için ayni elbisemle kalkarak onun eski mantosu altına uzandım ve hakikaten garip ve ilâhı olan bu vücudu kollarımın arasına sardım ve doladım. Bütün gece onun yanında yattım. Bu yaptıklarımı tekzip edemez­sin ya Sokrat. Bu gibi hamlelerden sonra ondan be­nim güzelliğim için nefret, istikrah ve alaylardan başka bir şeyle karşılaşmadım. Hâlbuki ey hâkimlerim ben güzelliğimin bir kıymeti olduğunu zannediyordum! Ey hâkimler siz de Sokratın benim güzelliğime nefreti cüretinin hâkimi olunuz ve bütün ilâhlar ve âliheler namına and içerim ki onun baba veya kardeşle yat­mış bir kimse gibi yanından kalktım. İşte bundan itibaren, Sokrata karşı duygularımın ne olması lâzım geldiğini tasavvur edersiniz. Bir taraftan kendimin istikrah edilmiş olduğunu görüyor; diğer cihetten de onun fıtratını, perhizkârlığını, ruh kuvvetini hayretle takdir ediyor ve onda hiçbir vakit hiçbir kimsede tesadüf edemeyeceğim bir hikmet ve nefsine galibiyet görüyordum. Bundan dolayı ona karşı ne hiddet edi­yor, ne onunla görüşmeği bırakıyor, ne de onu iğfale bir çare bulabiliyordum. Ajax’ın demire karşı muka­vim olduğundan fazla, onun gümüşe karşı mukavim olduğunu biliyordum.
Bu yegâne tesir ve fusun da onun üzerinde hiçbir te*ir yapmadı. Ne yapacağımı bilmiyor ve hiçbir kö­lenin efendisine yapamayacağı bir surette kendisine bende ve üfkende olarak öteye beriye dolaşıyordum. İşte onunla benim münasebetlerim böyle idi. Bir müddet sonra Potit [[71]] seferinde onunla bir sofra arkadaşı olarak bulunmağa mecbur oluncuya kadar onunla münasebetlerimiz hep böyle geçti. O, orada evyelâ yorgunluğa mukavemet hususunda sade benim üzerime değil, fakat bütün başkalarına da galip geli­yordu. Muharebede olduğu gibi burada da muvasele kesildiği vakit erzaksız kaldığımız olurdu. Onun açlığa cessurane mukavemetine karşı başkaları onun yanında hiç kalırdı. Fakat bollukta olunca yine o herkesten ziya­de yerdi. O içmeyi sevmekle beraber susuz kaldığı vakitta tahammülü herkesten üst gelirdi. Bir kerrede de işrete başladı mı her kes sarhoş olur o içmekte devam ederdi [[72]]. Onu siz de şimdi gördüğünüz gibi sarhoş görmemiştir. Kışın şiddeti malûm olan memleketlerde kışın şiddetine karşı mukavemeti de bir harikadır. Çünkü bu memleketlerde çok kış olurdu. Muharip­lerden hiç birinin dışarı çıkamadığı veyahut çıksa da fevkalâde giyinmiş ve ayaklarında keçe ve aba ile sar­mış oldukları halde çıktıkları en dehşetli donlarda o onlarla birlikte hareketten evvel taşıdığı aynı mantoyu lâbis olarak ayakkabları pek sağlam olan kimselerden daha asude olarak yalın ayak buzlar üzerinde yürür ye bunu o kadar bir emniyetle yapardı kı askerler onu kendilerine mertlik satıyor zannile ona fena nazarla bakarlardı. İşte Potide de Sokrat böyleydi. Fakat bu cesur adamın yaptığı ve tahammül ettiği bir şey ki söylemeden geçemeyeceğim. Sevkıyat esnasında onu günün birinde şafakla beraber ayakta düşüncelere dalmış gördüler. Aradığını bulamadığı için yerinden kımıldamıyordu, fakat bu vaziyette hareketsiz kalmak­ta ısrar ediyordu. Öğlen olmuştu ye askerler bunu görüyor ve Sokrat’ın şafakla beraber düşünceye vardığını taaccüble biribirine söylüyorlardı. Akşam olunca, İonien’lerden bazıları hizmetlerini ve yemeklerini bitir­diklerinden ve yaz mevsimi olmak hesebile kamp ya­taklarını açık havada uyumak ve geceyi bu vaziyette geçirip geçirmeyeceğini görmek için onun bulunmakta olduğu mahallin yakınına getirdiler. Sokrat ertesi gü­nü şafak atıp güneş dağılıncaya kadar o halde ayakta orada kaldı. Güneşe tahıyyatını arzettikten sonra gitti.
Bundan sonra Sokrat'ın muharebelerde nasıl ha­reket ettiğini bilmek isterseniz onu da şöyleyim çünkü söylemeden gidersem haksızlık etmiş olurum. Kuman­dan bana kahramanlık şerefini verdikleri bu muhare­bede, ben selametimi Sokrat’a medyunum. O beni yaralı gördüğü vakit beni ve silahlarımı tehlikeden kurtarmayınca beni bırakmadı. O vakit ben, Sokrat kahramanlık şerefini sana, vermelerini kumandanlar­dan rica ettim, işte bu da itiraz ve tekzip edemeyeceğimiz bir vak’a Sokrat. Fakat benin mevkiimi nazarı itibara alan kumandanlar bu şerefi bana verdiler. Se­nin yerine beni izaz etmeleri için sen onlardan ziyade müteheyyiç bulunuyordun. Ey dostlarım, De’lium [[73]] hezimetinden sonra ricat edildiği vakit Sokrat’ın hare­keti de takdire şayandır. Ben orada süvari o da, ağır sıklet altında bir piyadeydi. Bütün askerlerimiz dağıl­mıştı. Sokrat Atina generallarından Lacheg [[74]] ile ric­at ediyordu. Onları tesadüf eseri olarak gördüğüm va­kit teşci ettim ve kendilerini terketmiyeceğimi vadettim. İşte Potide de Sokratı hayretle temaşa etmek fırsatı elime düştü. Ben atta bulunduğum için kendim için o kadar korkulacak şey yoktu. Evvela onun kuvvei maneviyesini muhafaza etmek hususunda Lakes’ı ne kadar çok geç­tiğini gördüm. O vakit farkettim ki onun oradaki ha­reketi buradaki gibidir Ey Aristofan o, anut nazarları durmadan dönen gözlerile sağını solunu, dostunu düş­manını süzerek görüyordu O herkes tarafından ve pek uzaktan görülüyordu. Kendine tecavüz edene karşı nasıl müdafaada bulunacağını etvarile gösteriyordu. Bu sebat sayesinde o ve arkadaşı selâmetle ric’at etti­ler. Harpta bu cins askerlere esasen sataşmazlar; düş­men, bilhassa kaçmakta acele eden şaşkınlara musal­lat olur.
Ben Sokrat’ın methiyesi hususunda daha hayret olunacak çok şeyler ilâve edebilirim. Onun yaptığı birçok şeyleri belki başka adamlarda yapabilir ve buna benzer kahramanlık sıfatları başkalarında da buluna­bilir. Fakat Sokrat’ı hayrete şayan kılan şey ne eskilerde ne de bizim hem asırlarımızda ona benzer kimsenin bulunamamasıdır. Brasidas'ı [[75]] veya bir baş­kasını Achil’e Perikles’i Nestor [[76]] a ve Antenera[[77]] ve birçok kimselerde biribirine yakın gösterilebilir* Fakat eskilerde ve yenilerde istedikleri kadar aransın Sokrat’a ve onun nutuklarına, garabetine benzer hiç kimse bulunamaz. Şu farkla ki o kimse ona ve nutuk­larını insanlara değil fakat Satirlere ve Silenlere teş­bih etsin.
Nutukları diyorum, onlarda ayrı ayrı, o kapıları açılıp içerilerine bakılan Silen’lere benzediğini söylemeye unuttum. Onlar dinlenilmeye başlandığı vakit evvelemirde tamamile kaba şeylerden bahsolunuyor görünüyor. Kelimeleri ve ibareleri haricen bir haddini bilmez Satsir’in postuna bürünmüş olmasını andırır. O, yük eşeklerinden kunduracılardan, demircilerden dabbağlardan bahseden, aynı şeyleri ifade etmek için daima aynı kelimeleri kullanır gibi görünür o suretle ki bu sözler ahmak ve cahillerin eğlenmelerini mucip olur. Fakat bir kerre de o nutukların içini açsınlar o vakit evvelâ yalnız onların akılla dolu olduklarını bulacaklar sonra da onların en ilâhı sözler olduğunu ve faziletini en necip tasvirlerini muhtevi bulunduğunu birçok mevzu değişikliklerini ihata ettiğini ve bahusus güzel ve iyi olmak isteyenlerin gözleri önünde bulun­durmaları lâzım gelen şeylere ait olduğunu göreceklerdir.
İşte, dostlarım, Sokrat’ın leh ve aleyhinde söyleyeceklerim bunlardır. Aleyhinde diyorum, çünkü methiyeme onun bana yaptığı hakaretleri de ilâve ediyorum da ondan. Fakat onun rencide ettiği sade ben değilim Glokon’un oğlu Sarmidi, Diokles’in [[78]] oğlu Otidem’i ve daha birçok kimseleri de ayni şeye duçar etmiştir. Kendisi maşuk vaziyetinde iken onlara karşı âşık rolünü oynamıştır. Agaton bunları sana söylediğimin sebebi Sokrat’ın seni aldatmaması içindir. Benim felâketlerimden ibret alıp tetik durasın ve darbi mesel mucibince iş işten geçtikten sonra aklını başına alan budala gibi olmaman için söyliyorum. Sokrat’ın ayni şiddetle âşık olan Alkibiyat sözünü bitirince orada bulunanlar onun kabının saffetine güldüler.
Sokrat söze başlayarak:
            Alkibiyat sen bugün çok içmişe benzemiyorsun, yoksa başka türlü olaydı bu söylediklerini ne maksatla söylediğini bu kadar mahirane ve bu kadar ince do­lambaçlarla gizleyemezdin. Bütün söylediklerinin niha­yetinde asıl maksat beni ve Agaton’u biribirimizle bo­zuşturmak değilmiş gibi onu ehemmiyetsiz bir surette söyledin. Sen zannediyorsun ki ben yalnız seni sevmeye ve başkasını sevmemeye mecburum ve Agaton da sen­den başka kimse tarafından sevilmemelidir. Fakat senin hilen gözümüzden kaçmadı ve senin Sati ve Silano hikâyelerinden maksadın ne olduğu anladık. Binaenaleyh benim güzel Agaton’um öyle hareket edelim ki o, bizim üzerimize galebe çalmasın sende onun bizi yekdiğerimizden hiç bir vakit ayırmamasına dikkat et.
O vakit Agaton.
           Şüphesiz, sen doğruyu söylemek tehlikesine düştün, ve ben Alkibiyat’ın bizim ikimizin arasına ge­lip yatmasını bizi ayırmak için olduğuna şüphe etmi­yorum. O, emeline muvaffak olamayacak çünkü ben senin yanına gelip uzanacağım.
Sokrat:
           Çok âlâ; gel benim sağıma uzan.
Alkibiyat — Ey Zeus! Bu adamın yüzünden ben daha nelere tahammül edeceğim? O her yerde bana tefevvük edeceğini zannediyor. Ey büyük Sokrat! Hiç olmazsa Agaton, un ikimizin arasına gelmesine müsa­ade et.
Sokrat — İmkânsız. Sen benim methiyemi yaptın,. şimdi de sağdaki komşunun methiyesini yapmak sırası bana geldi. Eğer Agaton sağıma gelirse ben onun methini yapmadan o benim methimi yapmayacak. Onun için ey İlâhî Alkibiyat bırak ta yapsın ve bu civan hakkında söyliyeceğim metihleri kıskanma çünkü onu methetmeyi şiddetle arzu ediyorum.
Agaton — Hayır, hayır Alkibiyat, benim bulun­duğum yerde kalmaklığım mümkün değildir; ben Sokrat tarafından metholunmak için mutlak yerimi değiştireceğim.
Alkibiyat — İşte her vakit vaki olan şey. Sokrât’ın bulunduğu yerde onun güzel delikanlıların yanından başka bir yeri yoktur. Şimdi de bakınız. Agaton kendi yanına gelip uzanması için kolaylıkla ne türlü behane icat etti.

Agaton, Sokrat’ın yanına gelip yerleşmek için kal­kıyordu ki ansızın bir alay sarhoşlar kapının önünde belirdi. Kapıyı da açık bulduklarından doğruca bunlara kadar ilerleyip yataklara yattılar. Onun üzerine büyük bir gürültü başladı. Her şey intizamını kaybedip da­vetliler ifrafla içmiye başladılar. Aristodem Eriksimak, Fedr ve bazıları evlerine döndüler. Kendini uyku bastırmış o mevsimde geceler uzun olduğundan uzun­ca uyumuş. Ancak horozun sesile şafakta kalk­mış. Gözlerini açtığı vakit medulardan (iliksi, ilikli) birçoğunun uykuda ve bazıların gitmiş olduklarının farkına var­mış. Yalnız uyanık olanlardan Agaton, Aristofan ve Sokrat büyük bir kupadan içiyorlar ve biribirlerine teklif ediyorlardı Sokrat onlarla muhavere ediyordu. Aristodem bu muhavereyi tamamile hatırlamıyor, çün­kü muhavere başladığı vakit uyuyordu, Fakat esasını bana şöyle, ihtisar ediyordu ki Sokrat, ayni kim­senin hem komik ve hem de trajedi şairi olmak lâ­zım geldiğine ve san’atile trajedi yapanın gene san’atile komediyi de yapması lâzım geldiğini onları ikna etmiş. Muhavereyi daha ziyade takip edemeyerek uyuklamaya başlamışlar. Aristofan ilk olarak uyumuş. Sonra gün doğduğu için Agaton da onu taklid etmiş. Sokrat bunların ikisini de uyuttuktan sonra kalktı ve mutadı olduğu veçhile Aristodemin refakatinde çıktı. Doğruca lise([79])ye gitmiş orada yıkanmış ve âdeti olduğu veçhile günün bakiyesini orada geçirmiş ve ancak istirahat için akşama doğru evine girmiş.
Kaynak: Semiha CEMAL,  AŞK VEYA ZİYAFET- GORGİAS Devlet Matbaası, 1936, İstanbul
***********
Kalikles — Zevkleri birbirinden ayırt etmek lâzım değil midir ?
Sokrat — Bizi bu mevzua götüren kim? Ben mi yoksa kemali huzurla, hangi kısımdan olursa olsun hazzın saadeti teşkil ettiğini söyleyen ve zevkler içinde iyileri kötülerden tefrik etmeyen sen mi? Bütün hazların iyilik hususunda müsavi olduğunu, bazı hazzın iyi bazısının fena olduğunu kabul edip etmediğini bana bir kerre daha söyle.
Kalikles — İkisinin de bir olduğunu inkâr etmekle ilk söylediğimi cerh etmemek için sözümde sabitim.
Sen ilk vaziyeti yıkıyorsun, eğer bu düşüncene muhalif bir şey söylersen, benimle beraber hakikati aramak sıfatını kaybedersin, Kalikles.
— Bunu yapan asıl sensin Sokrat.
— Eğer bunu yapıyorsan, senin gibi ben de kabahatliyim. Fakat aziz dostum şunu hatırına getir ki, hayır, her türlü haz demek değildir; Çünkü eğer öyle olsaydı, demin ima ettiğim utanılacak neti­celer, ve daha bir çokları yekdiğerini veylederdi.
— Bu senin fikrin Sokrat.
— ifadende cidden sabit misin.
—Elbette
—öyle ise onu ciddî surette münakaşa edelim.
Kalikles — Hiç şüphesiz.
Mademki böyledir, be­nim sualime doğru cevap ver: Senin ilim tesmiye et­tiğin bir şey var mıdır?
— Evet
— ilimle beraber demin söylediğim cesaret te varımdır ?
Evet.
Sen bize iki­sinden bahsederken cesaretin, ilimden ayrı olduğumu söylemek istedin.
Tamamıyla ayrı olduğunu.
Peki şimdi de bana şunu söyle, hazla ilim ayrı ayrı şeyler midir, yoksa ikisi de bir midir?
Ey mahir adam, hiç şüphesiz ayrı şeylerdir.
— Ya cesaret hazdan ayrı mıdır ?
— Meydanda !
— Öyle ise Aşarn'lı Kalikles’in, hayır ile hazzın aynı şey olduklarını, fakat ilimle esaretin birbirlerinden ve hayırdan ayrı olduğunu söylediğini hatırda tutalım.
Alopes’li Sokrat bunu kabulden imtina mı ediyor?
— İmtina etmiyor; fakat zannediyorum ki Kalikleste onun fikrini daha yakından tetkik ederse oda bunu kabulden im­tina etmeyecektir. Bana söylesene, saadetle felâket ayrı ayrı haller değil midir ?
— Evet.
Bunlar yekdiğerine sıhhatle hastalık kadar muhalif midir? Benim bildiğim insan aynı zamanda hem hasta, hem sıhhatte olamaz, ve ikisinden de bir­likte kurtulamaz.
— Ne demek istiyorsun?
— Meselâ vücudun her hangi bir kısmını ayrıca nazarı itibara alabilirsin, insanın gözleri hasta olabilir ve buna göz iltihabı, derler.
— Şüphesiz
— Bu gözler, o halde iyi bir halde değildir
— Meydanda.
— Pekâlâ ! Eğer bir insan göz iltihabından kurtulacak olursa, gözlerin sıhhatinden da mahrum olur, ve her iki şey de birden mi kaybolur?
Asla.
— Böyle olaydı, bu bir garibe, bir münasebetsiz­lik olurdu, değil mi?
— Tamamıyla
— Sıra ile, bu iki hal­den biri gelince biri gidiyor.
— Doğru.
— Bu, kuvvet ve zafiyet hakkında da böyle değil mi?
— Evet
— Sürat ve bataat ta böyle.
— Hayhay.
— Ya hayırla saadet ve onların zıttı olan fenalıkla felâket te münavebeyle kazanılıp kaybedilmez mi ?
— Bu aşikârdır.
— Eğer aynı zamanda sahip olduğumuz ve zayi ettiğimiz bir $ey varsa, elbette bu hayır, şer olmayacaktır, cevap vermeden evvel düşün.
Tamamıyla senin fikrindeyim.
— Şimdi geçen ifade­lerimize gelelim; sen ne demiştin? Açlık binefsihi hoş mu, yoksa zahmetlidir mi demiştin ?
— Ben onun zah­metli olduğunu ve fakat acıkıldığı vakit yemenin hoş olduğunu söylemiştim — Anlıyorum, fakat kat’î bir surette bir daha söyle açlık hoş mudur, zahmetli midir ?
Kalikles — Zahmetlidir.
Susuzlukta böyle mi ?
Tamamıyla.
Suallerimi daha uzağa götüreyim mi, yoksa, her arzunun, her ihtiyacın zahmetli olduğunu kabul ediyor musun?
— Kabul ediyorum; suallerini artık kes
— Pe­ki, fakat susandığı vakit su içmenin hoş olmadığını söyleyebilir misin?
— Elbette söyleyemem.
— Maamafih senin söylediğin tarzda susamak hali, şüphesiz zahmetlidir, değil mi?
— Evet
— Fakat içmek işi, bir ihtiyacın ve bir hazzın tatmini değil midir?
— Evet — Demek ki, içildiği zaman haz duyuluyor.?
— Elbette.
— Fakat ancak susandığı vakit değil mi?
— Öyle.
— Yani iztırap duyulduğu va­kit.
—Evet.
— Nereye vardığını görüyormusun? Susandığı vakit su içildiğini söylemekle, aynı zamanda hem haz hemde iztırap duyulduğunu söylemiş oluyorsun; zaten bir rüchaniyetleri olmadığından ister cisimde ister ruhta diyelim, bu muzaaf tesirin birden hu­sule gelmesi vaki değil midir? Öylemi, değil mi?
— Doğ­ru.
— Maamafih sen aynı zamanda hem mes’ ut, hem karabahtlı olunamaz diyordum. Gene öyle diyorum. Fakat diğer taraftan bir insanın aynı za­manda hem haz, hem iztırap duyduğunu söylüyorsun.
Orası öyle.
— Demek ki, haz bir saadet, elem de felâket değil miş, bu halde hoş olan şeyde nihayet iyi ve gü­zel bir şey değil miş.
— Senin safsatalarından bir şey anlamıyorum.
— Pekâlâ anlıyorsun, Kalikles, yalnız anlamamazlıktan geliyorsun. Fakat ilerlemekte de­vam edelim.
— Bu saçmalar neye müncer olacak?
— Beni muahaze eden sana karşı ne mahir bir adam ol­duğunu isbat etmeye! Susamamız kesildiği vakit, iç­mekten lezzet duymadığımız doğru değil midir?
— Ne demek istediğini anlamıyorum.
Gorgias — Böyle söyle­me. Kallikles, münakaşamızın gayesine varmak için, bizim menfaatimiz namına cevap ver.
Kallikles.— Fa­kat, Gorgias, bu Sokrat, hep aynı Sokrat; manasız bir çok sualler sorarak sizi sıkıyor.
Gorgias — Sana ne, onları takdir edecek sen değilsin ki onu, seni istediği gibi isticvap etmekte serbest bırak.
Kallikles — Pekâlâ Sokrat, mademki Gorgias böyle düşünüyor, âdı ve ehemmiyetsiz sorgularında devam et.
Doğrusu Kalikles, Küçük esrara mahrem olma­dan büyük Esrara vakıf olduğun için çok bahtiyarsın; Ben buna müsaade edeceklerini zannetmiyordum. Her ne ise, işi bıraktığın yerden alalım, hepimizde içmek hazzının, susamanın kesilmesiyle bitip bitmediğini söy­le.
Eyet.
Açlık ve sair arzuların nihayet bulmasıyla haz da beraber bitiyor, değil mi? Doğru.
O su­retle ki, elem ve haz birlikte kayboluyor.
Evet.
Bi­lâkis hayır ve şer, bunlar, birden kaybolmuyor: bunu biraz evvel böyle biliyordun; gene öylemi düşünüyor­sun?
Elbette. Sanki bundan da ne çıkarmak istiyor­sun?
— Dostum, şunu çıkarmak istiyorum ki iyi hoşla, kötü zahmetli olan şeyle bir değildir. Filhakika bir halde iki zıt birlikte kayboluyor, bir başka halde ise tab’an aykırı olduklarından öyle birden kaybolmuyorlar. O halde hoşu iyiye, hoş olmayanı fenaya nasıl benzetmeli? Fakat eğer sen istersen, mes’eleyi bir başka şekilde tetkik et. Zannediyorum ki, burada vak’lar senin fikrine uymuyor. Güzel şeylerin güzelliği zatında olan iyilikten ileri geliyor değil mi?
-Şüphesiz. Öyle ise akılsız veya alçak bir kimseye iyi dermişin: Demin bunu reddediyordun ve iyinin mert ve akıllı olduğu­nu söylüyordun, değil mi, iyi diye, buna demiyor muydun?
Muhakkak.
Diğer taraftan, akılsız ve aynı zamanda mesrur bir çocuk gördün mü?
Gördüm.
Sokrat — Ya sürür hisseden akılsız bir insan?
Zannederim; fakat hangi neticeye varmak istiyorsun?
Hiçbir neticeye; sen sade cevap ver.
— Pekâlâ, gördüm.
— Yahut bilâkis elemli ve neş’eli elan akıllı bir adam gördün mü?
Evet.
Fakat elem ve sürura sebep olan hangisidir, akıllı olmak mı, akılsız olmak mı?
Arala­rında büyük bir fark olacağını zannetmiyorum.
Bu bana kâfi.Ya sen hiç muharebede bir korkak gördün mü?
— Gördüm ya !
— Ric’at etmekte olan düşman kar­şısında korkaklar mı, yiğitler mi daha ziyade meserret duyar?
Bana kalırsa, her ikisi de ayni süruru duyar, veyahut aralarında fark pek azdır.
Farkın ehemmiyeti yok; her ne olursa olsun, korkaklar bile bir sürür duyarlar değil mi?
— Hatta pek büyük bir sürür.
— Akıl­sızlar da böyle olmalı değil mi?
Evet.
Fakat düşman ilerlerse, yalnız korkaklar mı buna teessüf eder, yoksa mertler de müteesssir olur mu?
Hepsi kederlenirler.
— Ayni derecede mi?
Korkaklar belki daha çok.
Ya düşman ric’at ettiği vakit de böyle memnun olmazlar mı?
Belki.
Demek oluyor ki, sürür ve keder akıl­sızlarla akıllılar, korkaklarla yiğitler tarafından da ve senin fikrine göre korkaklar tarafından yiğitlerden daha fazla hissolunabilirmiş.
Evet.
Maamafih akıl­lılar ve yiğitler iyidirler. Halbuki akılsızlarla korkak­lar kötüdürler.
Öyle.
Binaenaleyh sürür ve keder kötüler tarafından da iyiler tarafından da hemen ayni derecede hissolunabilirmiş.
Kabul ediyorum.
İyiler de, kötüler gibi hem iyi, hem kötü, hatta kötü­ler iyilerden biraz daha iyi olacaklar.
— Zeus’a yemin ederim, ne söylediğini anlamıyorum. Sen artık iyilerin iyi bir şeyin mevcudiyetiyle, iyi kötülerin de kötü bir şeyin mevcudiyetiyle kötü olduklarını, ve iyi şeylerin

hazdan, kötü şeylerin de elemden ibaret olduğunu bilmiyor musun?
Biliyorum.
İnsan sürür duyduğu vakit kendinde iyi bir şeye ve sevindiğine nazaran da bir hazza malik oluyor demektir.
Öyle ya.
İyi bir şeyin mevcudiyeti, sevineni de iyi yapıyor.
Evet.
Diğer cihetten, elem duyulduğu vakit, insanda kötü şey, yani ıztırap uyanmaz mı?
Şüphesiz.
Demek olu­yor ki sen, kötü olanları kötü şeylerin mevcudiyeti kötü yapıyor, diyorsun. Bu ikrarında duruyor musun?
— Evet.
Öyle ise sevinenler iyidir, mükedder kimseler fenadır, öyle mi?
Elbette.
Bunların bu duyguları kuvvetlendikçe, iyilik ve kötülükleri de artar, az ise azalır, orta ise orta olur.
Evet.
Sen demek ki sürür ve kederin akıllılarda da, akılsızlarda da, mertlerde de, korkaklarda da, yalnız belki bunlarda hafif bir tefevvukla, hep bir olduğunu söylemek istiyorsun.
Evet, öyle diyorum.
Güzel şeyleri iki üç kerre tekrar etmek iyi olduğunu söyledikleri için, biz de sözlerimizi hulâsa edelim. Diyorduk ki, akıllı ve cesur iyi kimselerdir» değil mi?
Evet.
Halbuki korkak ve akılsız kimseler kötü kimselerdir.
Öyle.
Sürür duyan iyidir.
— Evet.
— Elem duyan fenadır.
Tabiî.
Bundan başka, sürür ve keder, iyi için de kötü için de birdir, yalnız belki kötü için hafif bir tefevvuk vardır.
Evet.
Bu halde, kötü de iyi kadar, yahut belki biraz daha fazla hem kötü, hem iyi olmuş olur. Evvelâ hoş ve iyinin ayni şey oldukları kabul olunduğu surette, kaziyenin suğra ile kübradan ibaret olan mukaddemlerinden yahut mukaddem ve taliden bu netice çıkmış olmuyor mu? Bu zarurî değil mi, Kallikles?..
İşte Sokrat, seni çoktan beri dinliyorum ve sana en küçük bir müsaade verildiği surette bir çocuğun sevinci gibi, hemen ona kapıldığını bildiğim için iste­diğini bahşediyorum. Sanki ne benim ne senin, ne de başka birinin az, çok hazları tefrik etmeyi unutmadı­ğımızı bilmiyormuşsun gibi...
— Oh ! Kallikleş ne kadar hilekârsın! Beni bir çocuk yerine koyuyorsun! Beni şaşırtmak için bazan bir şey, bazan başka bir şey söylüyorsun. Mamaafih evvelce beni aldatmaktan zevk duyacağını tasavvur etmiyordum, çünkü seni dostum zannediyordum; fakat yanıldığımı görüyorum, bana düşen şüphesiz, söylendiği gibi sabretmek ve bana ver­diğini almaktır. Şimdi eğer aldanmıyorsam hazların iyiside kötüsü de var diyorsun değil mi? Evet iyi olan­lar, faydalı, kötü olanlarda muzırdır değil mi?
— Öyle ya!
Bir hayır husule getirene faydalı, bir şer hasıl edene de muzır diyoruz değil mi?
— Öyle düşünüyorum.
— Biraz evvel bahsettiğimiz yemeye içmeye müteallik hazları misal olarak alalım. Bunlar arasında sen, vücuda sıh­hati, kuvvetli vesair maddî evsafı temin edenlere iyi ve aksi tesiri yapanlara da fena mı diyorsun?
— Tamamıyla böyle.
— Elemlerde ayni şerait içinde olup bazıları iyi, bazıları fenadır, değil mi?
—Tabiî.
— Demek ki aranılacak şeyler iyi hazlar ve iyi elemler olmuş oluyor.
— Şüphe­siz.
— Fakat kötüler değil.
— Evet.
— Eğer hatırlıyorsan Polos la ben her şeyde iyiyi kastederek hartket etmemiz lâzım geldiğini kabul etmiştik: Bütün ef’alimizin son gayesinin hayır olduğunda ve hayra nazaran bütün sair hareketlerimizdeki maksatların madun olup, hay­rın bu maksatların aşağısında olmadığında sen de bizimle mutabık mısın? Bu iki reyimize de iştirak ediyor musun?
— Evet.
— Demek oluyor ki hoş olan şey sairleri gibi hayır için aranır, yoksa hayır hoş olan şey için aranmazmış ne dersin?
— Elbette.
— Fakat hoş olan şeylerin içinde iyi olanlarla kötüleri tefrik etmek her önüne gelen kimsenin yapacağı bir iş mi­dir? Yoksa bu ayrı bir ihtisas meselesi midir?
— İhtisas elzemdir.
— Öyle ise, benim Polos ve Gorgis’a söylediğimi hatırlıyalım. Ben diyordum ki, muhtelif san’atler arasında bazıları hazza irişir ve yalnız bunu hâsıl ede­bilip, âlâ ile betteri bilmez, halbuki bazıları hayrı ve şerri bilir.
Hayra müteallik olanlar arasına koyduğum taba­bete muhalif olmak ve hakikî bir san’at değil, bayağı pratik bir şey almak üzere hazza müteallik san’atler arasınada açıcılığı koymuştum. Muhabbet ilâhı namına, Kallikles, kendinde benimle eğlenmek ve bana aklına gelecek ilk fikrin aksine cevap vermek salâhiyetini görme, benim lisanımı bayağı bir eğlence talâkki etme çünkü şimdi mübahase ettiğimiz mevzuun azıcık aklı olanları düşündürecek kadar mühim ve vasî ol­duğunu gürüyorsun. Ne cins bir hayatı tercih edece­ğimizi bilmek lâzım geliyor: Senin bugün yaptığın ve beni de teşvik ettiğin ve dediğin gibi insanca hareket ederek halka söz söylemek ilmi beyanı mütalaa etmek ve siyasetle meşgul olmak mı; yoksa benim gibi ken­dini felsefeye vakfetmek mi iyi? Belki en iyi cihet, benim denediğim gibi, bunları ayırmak, sonra da bu iki nevi hayatın ayrı ayrı şeyler olduğunu hep birden kabul olununca, bu ayrılığın neden ibaret olduğunu ve bu ikisinden hangisinin intihap edilmesi lâzım geldiğini tetkik etmektir. Fakat belki ne demek istedi­ğimi iyice kavrayamıyorsun.
Evet hiç.
—Daha açık olmaya çalışacağım. Mademki ikimiz de iyi ve hoş olan şeyin mevcut olduğunda, ve hoşun iyiden başka bir şey olduğunda ve her birerinin ikti­sabı bir nevi usule bağlı olduğunda, biri süruru diğe­rinin de hayır takip ettiğinde mutabıkız yalnız bu bi­rinci nokta hakkında benim gibi düşünüp düşünme­diğini söyle. Haydi, evet mi ?
— Evet.
Şimdi benim Gorgias ve Polos’a söylediğim şeylerde hakikati söyleyip söylemediğimi bana temin et. Ben onlara diyordum ki aşçılık tababetten farklı bir sat’at değil, bilgi ve tecrü­beyle kazanılmış bir meharettir, tababet bir hastayı teda­vi ettiği vakit hastanın tab’ını mütalâadan başlar ve niçin, nasıl hareket ettiğini bilir ve bütün teşebbüslerini ta­hakkuk ettirebilir, halbuki bütün sa’yi, hazzı istihdaf eden öteki ise, kendi gayesine sanatsız, hazzın tab’ını ve onu husule getireni mütalâa etmeksizin sıf bir te­sadüfe terk olunarak, hesaptan ari bir halde varabilir, ancak görenek bir pratikle, itiyatla yapılan şeyi hatırda tutarak ve aynı vasıtalarla hazzı hâsıl etmek için o gayeye yürür.
Bak evvelâ şu sözümü doğru buluyor musun; yu­karda söylediklerime mümasil ruha ait olmak üzere iki san’at daha vardır ki biri, san’attan sudur ederek ruhun en büyük hayrını tehiyye etmeyi düşünür, öteki de hayra karşı lâkayt ve burada ruha haz veren düsturlarla meşgul olur, hangi hazzın yüksek, hangisi­nin kötü olduğunu bilemez. Hatta bunu öğrenmek için sormaya bile lüzum görmez. Her vasıta ile zevklenmek­ten başka bir meşguliyeti yoktur, kendi hakikî men­faati ve ziyanı kaygusunda değildir. Bu hususta benim fikrimi kabul ediyor musun, yoksa etmiyor musun?
Kalikles — Onu reddetmiyorum, Sokrat, bilâkis Gorgias’a hoş görünmek ve münakaşayı ileriletmek için kabul ediyorum.
Bu bahsettiğim müdahene yal­nız tek bir ruha mı, yoksa iki ve yahut bir çok ruh­lara karşı mı yapılır?
İki ruha da bir çok ruhlara karşı da yapılır.
Demek ki bir insan kalabalığının menfaatları endişesinden uzak olarak onlara müdahene etmek istenebilir, öyle mi ?
Zannederim
— Bu şeyleri istihdaf eden mümareseleri bana söyleyebilir misin? Yahut istersen, sana bunları ben sorayım, söyleyeceğim mümaresenin bu makuleye girdiğine kani olursan, bana evet dersin yahutta hayır, dersin. Peşin flavta çalmayı ele alalım, o bu meyanda mıdır ? o sade bizim zevkimizi istihdaf edip başka hiç bir şeyi istihdaf etmez mi dersin ?
Benim fikrimde böyle mümareseler de böyle, meselâ konkurlarda gitara çalmak.
Evet.
Söyle bana; kara talimlerinde ve ditiramp [O vakitler şarap ilâhı Bakus için okunan şiirler.] şiirle­rinde aynı karakteri bulmuyor musun? Melesin oğlu Binesiasın dinleyicilerine, yahut halka yalnız hoş ge­lebileni dinletmek endişesinde bulunduğunu kabul eder misin ?
— Sokrat, bu Binesias için bedihîdir.
— Ya babası, Meles gitara çaldığı vakit iyi ve hoş kaydında mıydı ? Doğru söylemek lâzımgelirse bu eğlence için bile denemez çünkü ahalinin başını ağrıtıyordu. Fakat düşün, bütün gitare ve ditramp şiirleri zevk ve haz husule getirmek niyetile vücude getirilmiştir.
— Evet.
Şiirin fevkalâde ve muhterem bir şekli olan trajedinin maksadı ne olduğunu da düşün. Yalnız benim zannet­tiğim gibi hoşa gitmek için mi; yoksa fena olup ta seyircileri eğlendirmeye ve okşamaya kabiliyetli bazı fikirleri susturmaya mı gayret eder ve bazı nahoş fakat faydalı fikirleri seyircilerin hoşuna gitsin, gitmesin söylemeye ve teganniye gayret mi eder? Trajedi bu iki türlü hareketten, sence hangisini takip eder ?
— Sokrat elbette o, seyircilerin eğlence ve zevkine matuftur.
— Bir ay evvel bunun bir müdaheneden ibaret olduğunu söylememiş miydik ?
— Tabiî.
— Fakat şiirden musiki vezin, ahenk kaldırılırsa, lisandan başka bir şey ka­lır mı ?
Kallikles — Tabiî öyledir.
Binaenaleyh bu li­san millete ve halka hitap etmiyor mu?
— Evet-De­mek oluyor ki, şiir millete karşı nutuk olmuş oluyor.
Doğru.
— Öyle ise bu ilmi beyandan neş’et eden bir nutuktur; o halde, şair de hitabet san'atmı bilmiş oluyor.
Zannederim.
İşte erkeklerin yanında çocukla­rın ve kadınların, hürlerin yanında esirlerin karma karışık oturdukları bir toplantıda kullanılan bir ilmi beyan; bizim için bir müdahenedir; o halde bu az itibar edilmesi lâzım gelen bir şey olmuş oluyor.
 —Hakikaten oluyor.
Pekiyi, fakat Atina halkına ve sair beldeler ahalisine, yani hür adamların toplantılarına hitap eden ilmi beyan hakkında ne düşünmeliyiz? Hatiplerin bü­yük hayrı istihdaf ettiklerine ve daima nutuklar ile vatandaşları yükseltmek endişesile söylediklerine mi kalsın, yoksa avamın hatırını haşlayarak kendi menfaatları için umumun menfaatini feda ettiklerine, ve bu hareketlerile iyi veya fena yaptıklarını düşünmeyerek ahaliyi her şeyden evvel hoşlarına gitmek istedikleri çocuklar gibi tuttuklarına mı kanisin?
Bu mes’ele daha muğlak! nutukları ammenin menfaatlarıdan mül­hem olan hatipler de vardır, senin dediğin gibi yapan­lar da vardır.
Kâfi: Eğer iki nevi siyasî belâgat varsa onlardan biri müdahene ve çirkin bir şeydir; güzel olan öteki ise, vatandaşların ruhlarını ıslaha çalışan ve dinliyicinin hoşuna gitsin gitmesin, daima en âlâyı söylemiye gayret edendir. Fakat sen hiç bir vakit bu belâgata tesadüf ettin mi? Eğer hatipler içinde bunlar­dan misâl biliyorsan, bana çabuk söyle.
Bugünküler içinde sana gösterebilecek birini görmüyorum.
Pekâlâ ya eskiler içinde sözünü dinletmeye başladığı andan itibaren Atinalıları olduklarından daha iyi bir hâle getiren bir hatip söyleyebilir misiniz. Ben böyle bir ha­tip bilmiyorum.
Ne diyorsun? Temistokel, Simon, Miltiad ve yakında ölen ve bizzat senin de dinleyicisi olduğun Periklesin şöhreti ve liyakatlerini hiç işitmedin mi?
Kallikles eğer senin demin söylediğini yap­mak, yani kendisinin ve başkasının ihtisaslarını tat­min etmek iyi bir meziyet ise, diyecek yok; fakat eğer böyle değilde, bizi daha fena değil, daha iyi yapan ve arzularımızı tatmin etmek iyi bir şey ise, buna da diyecek yok, bu hatibler içinde bu şartları haiz birini bana gösterebilir misin?
Sana ne söyleyeceğimi bilemiyorum.
—İyice ararsan bulursun. Bu halde sükûnetle tetkik edelim. Onlardan biri bunları tahakkuk ettirmiş mi görelim: Bütün dediklerini en büyük hayrı için söyleyen faziletli adam rastgele mi söyler, yoksa bütün sözlerinde muayyen bir gaye mi vardır?
O, sade kendi işine bakan, mal­zemesini rastgele alıp kullanmaktan uzak olarak bir plân daresinde yapmak istediğini tahakkuk ettirmeyi istihdaf eden sair san’atkârlar gibi değil midir?
Meselâ ressamları, mimarları, gemi inşa edenleri vesair sanat­kârlardan hangisini istensen ele al, bunlardan her bi­rinin eserlerinin mütenevvi unsurlarını ne metin bir intizamla kullandıklarını ve nihayet heyeti mecmuanın güzellikle tertip ve tanzim olunması için biribirine ahenkle uydurmaya çalıştıklarını görürsün. Daha evvel bahsettiğimiz şekilde vücutle meşgul olan hekimler pedotripler de ayni suretle vücuda muvafık tenasüp güzelliğini vermeye gayret ederler. Bu maksada mutabık mıyız?
Öyle diyelim.
Demek oluyor ki, intizam ve tenasüp bir ev için iyi bir vasıftır ve intizamsızlıkla onun kıymeti kalmıyor değil mi ?
Evet.
Sokrat — Bir gemi içinde böyle, değil mi?
Evet. Vücutlarımız içinde böyle değil mi?
—Yine öyle.
—Ya ru­humuz? Ahlâk fesadile mi kıymetlenir, yoksa bir nevi intizam ve ahenkle mi?
— Evvelce kabul ettiğimiz şeylere nazaran intizam ve ahenkle kıymetlendiğini tasdik etmeli. —Vücutta tenasüp ve intizamı mucip olan şeye ne denir?
Şüphesiz kuvvet ye sıhhattan bahsetmek is­tiyorsun.
Tamamıyla. Ya ruhta bunları husule getirene ne denir? Ötekini nasıl söyledinse, bunu da öyle bulup söylemiye çalış.
—Onu sen kendin neye söylemiyorsun, Sokrat?
—Eğer münasip görürsen söylerim. Yal­nız bakalım, sen benim söyleyeceğimi kabul edecek misin? Eğer kabul etmezsen hatıra gönüle bakmadan reddet. Ben diyorum ki, vücutta intizama sağlamlık denir ki diğer bütün maddî vasıflarla birlikte sıhhati husele getirir. Doğru mu, değil mi?
Çok doğru.
Sokrat — Ruhta, intizam ve ahenge disiplin ve kanun denir ki, namuslu adamlar ve iyi yurddaşlar meydana getirir, ki adil ve hikmeti vücuda getiren de budur, mutabık mıyız ?
—Evet.
—Pekâlâ bu söylediğim san’at ve hayır dairesinde hareket eden hatip, bunları nazarı dikkate almakla her fırsatta sözlerini ruhlara arzedecektir. Milletle alış verişi, daima yurttaşların ruhlarında adaleti tevlit, zulmü ve intizamsızlığı gide­rip hikmeti hâsıl etmekten ibaret olacak hâsılı yegâne maksadı, ona bütün faziletleri vererek kötülüklerini izale etmekten ibaret olacaktır. Bunu kabul ediyor* musun, etmiyor musun?
— Kabul ediyorum!.
— Kallikles, hasta ve düşkün bir vücude fayda temin etmeyen ve belki de bilâkis onu daha fena yapan bol gıdaları leziz içkileri, her türlü lâtif şeyleri vermek neye yarar ?
Zarardan başka bir şeve yaramaz.
—Sefil bir vücût­la yaşamak faydalı bir şey değildir. Çünkü bu suretle ha­yatta zarurî surette sefil olur. Sen de benim gibi düşünmüyor musun?
—Evet.
—Hekimlerin afiyette olan bir kimsenin arzularını tatmin etmesine, meselâ susadığı veya acıktığı vakit istediği kadar yiyip içmesine mü­saade ettikleri halde alelumum hastaların bilâkis arzularını hemen icradan menetmeleri bundan dolayı değil midir? Sen de böyle mi düşünüyorsun?
—Evet, tabiî.
— Ruh hakkında da kaide ayni değil midir? O cehalet, ifrat, zulüm veya dinsizlikle bozulduğu vakit, onu arzu ettiğinden mahrum etmek ve ancak kendi­sini iyileştirecek şeyleri yaptırmak lâzım gelmez mi?
—Öyle.
—Ruh için iyi olan, bu değil midir?
—Hiç şüphe yok.
—Fakat onu arzusundan menetmek, onu cezalan­dırmak değil midir?
— Elbette.
— Demek oluyor ki, ruh için ifrattan senin demin tercih ettiğin mücazat daha iyidir.
Ne demek istediğini bilmiyorum, Sokrat; bana başka bir şey sor.
Bu Kallikles kendine hizmet edil­mesine tahammül edemiyor! Beraber konuştuğumuz mücazatı bile kabul etmiyor!
— Doğrusu, senin söyleyeceğin şeyi merak bile etmiyorum, ben ancak Gorgias’a cemile olmak için sana cevap verdim.
Pekâlâ canım öyle olsun, fakat ne yapacağız, bir netice ver­meden muhavereyi kesecek miyiz?
Nasıl istersen öyle yapalım.
Bir hikâye bile ortada bırakılamaz, müna­kaşamızın böyle başsız bir halde kalmaması için ona bir baş koymalı, onu tamamlamamız için sen bana cevap vermekte devam et.
Ne müstebitsin, Sok­rat! Ya bu münakaşayı burada kes, yahut bunu takip edecek bir başkasını bul!
— Pekâlâ, kim gelecekse gel­sin, ben sohbetimi yarım bırakmam.
Sen kendi ken­dine bir monologla, yahut ta sualini ve cevabını ken­din söyleyerek bunu tamamlayamaz mısın?
Demek ki, sen bana Epişarm’ın dediği gibi iki kişilik işi yalnız tamamlatmak istiyorsun ha! Ben bu işten de kaçın­mam. Fakat zannederim ki bizi meşgul eden meselede hakikatin veya hatanın nerede olduğunu keşfetmekte şiddetle rekabet etmeliyiz. Çünkü bu noktayı vazıh olarak görmekte her ikimiz için de ayni menfaat vardır. Ben bu hususta ne düşündüğümü arzadeceğim, eğer içimizden birimiz benim doğru olmayan bir reyde bulunduğuma hükmederse müdahale etsin ve beni cerhetsin, çünkü ben, bir hakikat diye söylediğim şeyin mutlak hakikat olduğunda İsrar etmem onu sizinle birlikle ararım, o suretle ki eğer muarızının haklı ol­duğu bence tebeyyün ederse silâhlarımı ona en önce ben teslim ederim. Size bu teklifte bulunmamın sebebi, münakaşanın ikmali iyi olacağı zamanda bulunduğum için dir; eğer siz böyle düşünmüyorsanız, bunu bıra­kalım ve ayrılalım.
Gorgias — Hiç te ayrılmak taraftarı değilim, Sok­rat fikrini bildirmeni isterim ve öyle zannediyorum ki, bütün burada hazır bulunanların reyleride böyledir. Ben, bu tetkiki bitmiyen şeyi senin tek başına meydana çıkarmanı çok istiyorum.
Sokrat — Ben de, Gorgias, Amfion’un şiirini Zetos’un şiirile mübadele edinciye kadar Kallikles'le dialoğu takip etmekten zevk duyacağım. Mademki, Kallikles sen muhavereyi nihayete erdirmeyi istemi­yorsun, sonra doğru görünmeyecek bir şey söylediğim vakit sen yalnız özümü kesmekte kusur etme. Eğer be­nim hatamı isbat edersen, senin bana yaptığın gibi gücenmek şöyle dursun, seni en büyük velinimetim, sayarım.
Kallikles — Azizim, sen kendin söyle ve bitir.
Sokrat — Öyle ise beni dinle ve hepsini baştan almama müsaade et. Hoşla iyi aynı şeyler midir ? Kallikles’le beraber kabul ettiğimiz gibi, hayır değildir. Hoşu iyi niyetile mi, yoksa iyiyi hoş maksadile mi yapmalıdır. Hoş mevcudiyeti bizi mesrur eden şey midir ve iyide mevcudiyeti bizim iyi olmamızı temin eden şey midir ?
— Evet — Öyle ise iyi olan şeylerle biz bir nevi kalitenin mevcudiyetile iyiyiz bu böyle mi ?
Bu bana muhakkak böyle görünüyor. Kallikles..
— Fa­kat her şeye meselâ cisme ruha, herhangi bir hayvana hâsolan vasıf ona tesadüfi olarak gelmiyor. O bu şeyin tab’ına uydurulmuş bir nevi intizam, sıhhat ve san’at­tan ileri geliyor, doğru mu ? Ben kendi hisseme bunu tasdik ve kabul ediyorum.
—İşte bu suretle her hangi bir şeyin fazileti bir intizamdan ileri gelen mes’ut bir tertip ve kabiliyete mütevakkıftır. Ben bunda ısrar edeceğim.
Binaenaleyh, mevcudiyetile bir şeyi iyi yapan her şey, kendi tab’ına has olan bir güzellik ahen­gi değil midir?
Öyle zannediyorum.
Bu halde ruha muvafık olan intizamı ihtira eden bir ruh ta bu inti­zamın bulunmadığı diğer bir ruhtan daha âlâdır. Öy­le mi?
—Tabiî.
halde intizama malik olan bir ruh, pek mun­tazam bir ruh demektir, değil mi ?
Şüphesiz.
Pek muntazam olan bir ruh ta perhizkâr ve akıldır, öylemi?
— Bütün zaruretile. Demekki per­hizkâr olan bir ruh iyidir.
İşte aziz Kallikles’im, bunlar benim hiçbir nok­tasını değiştirmek istemeyeceğim mes'eleler, eğer senin bu hususta bir itirazın varsa, söyle.
Kallikles — Devam et azizim.
Sokrat — Diyeceğim ki, perhizkâr ve âkil olan ruh iyi ise, aksi, karakterde bulunan ruh ta fenadır. Binaenaleyh birinci ruha zıt olan ruh, intizamsız ve şuursuz olandır.
İtiraz yok.
Hakîm bir adam ilâhlara ve kendine uygun olanlara teveccüh eder; eğer kendine yakışanı yap­mazsa akıldan mahrum olması lâzım gelecektir.
— Tabiî.
— İnsanlara karşı lüzumu olduğu veçhile hareket etmek, adalete riayet etmek demektir; İlâh­lara karşı yapılan bu hareket, takvada bulunmak demektir, binaenaleyh adalet ve takvayı göz etmek şüphesiz âdil ve mütekki olmaktır.
— Bu böyledir.
— Aynı zamanda cesur da olmak demektir; çünkü ta­kip edilmesi lâzım gelen şeyi takip etmemek ve kaçıl­ması icabeden şeyden kaçmamak, hakîm bir adamın kârı değildir. Hakim olan kimse, gerek insan gerek eşya, ve gerek sürür ve kederler içinde lâzım geleni takip ve lâzım gelmeyenden kaçar ve o, vazife­sinin emrettiği şeye tahammüllü bilir. O kadar ki, Kallikles, gösterdiğimiz gibi, âdil, cessur ve mütteki olan hakim zatın tamamıyla iyi olması ve her şeyde hayır işlemesi lâzım gelir; o zatın böyle lâzım geldiği veçhile iyi hareket etmekle saadet ve muvaffakiyete erişmemesi kabil değildir, fena adam ise, fena hareket ettiği için sefildir. Binaenaleyh, bu fena adam öteki­nin tamamıyla aksidir. O, intizamsız ve müfrit bir adamdır, halbuki sen onun saadetinden bahsederek, onu methediyorsun.
İşte benim kabul ve muhakkak telâkki ettiğim, budur. Eğer bu doğru ise, bana öyle geliyor ki, mesut olmak için perhizkârlığı aramamız ve onu kendimize iş edip ifrattan sakınarak, bir cezaya müstahak olmak­tan. olanca kuvvetimizle kaçmamız lâzımgelir; fakat bi­zim, yahut bize mensup olanlardan biri için buna ih­tiyaç görülmezse, o halde mesut olmanın yegâne vası­tası, hatalarımızın cezasını çekmemizdir.
İnsanın hayatını idare etmesi için daima gözleri­nin önünde bulundurması lâzım gelen gaye, işte budur. Herkesin bütün kendi kuvvetlerini ve Hükümetin kuvvetlerini saadetin şartı olan adalet, ve perhizkârlık iktisabına sarfetmesi ve ona muvafık ef’alde bu­lunması iktiza ettiği gibi ihtirasların da Ölçüsüz hü­kümran olmasına müsaade etmemeli, ve, bir haydut hayat ı yaşamış olmamak için onların doymak bilmeyen hırslarını tatmine razı olmamalıdır.
Böyle bir adam ne ilâhlar ve ne de başkaları ta­rafından sevilmediği gibi bu adam aynı zamanda cemiyetsiz, gayri munis, dostluktan uzak bir adamdır. Kallik­les, âlimler dostluk, intizama hürmet, itidâl ye adaletle birbirine bağ lıdırlar, ve bu sebepledir ki, onlar kâinata intizamı eşya tesmiye ederler, yoksa intizamsızlık, tertip­sizlik demezler. Her ne olursa olsun, ya benim arzettiğim tezin yanlışlığına kail olmalı ve adil ile perhizkârlığın mesut olanların saadetine, fenalığın da karabahtlı olanların sefaletine sebep olmadığını isbat etmeli; yahut bu şeyler doğru ise, onlardan zuhur eden neticeleri tetkik etmelidir. Kalikles sen bana, hata vukuunda insanın kendini, çocuğunu ve dostlarını ittiham etmesi lâzım geldiğini ve ilmi beyanın bu hususta hâdim olacağını söylediğim vakit ciddî söyleyip söylemediğimi sordum, işte bu neticeler bu sualine karşı bir teyitdir. Bu sözler zulüm yapmanın ona maruz olmaktan daha çirkin olduğunu ve aynı zamanda muzır olduğunu ve hattâ Palos bunu kabul ettiği için muaheze ettiğin bu şeyin bir hakikat olduğunu sana isbat eder. Bu malûm olunca, şimdi senin haksız itaplarının değerini tetkik edelim. Sen benim büyük muhataralarda gerek ken­dimi gerek dostlarımı ve yakınlarımı kurtarmaktan âciz olduğumu söylüyorsun. Kuvvetli ifadene göre baş­kaları tarafından tokatlanıp servetleri gaspedilen, şehir­den sürülen ve nihayet öldürülen ve alçaklığile şöhret bulmuş alelâde insanların arzusuna tabi olduğumu ve bu halin pek ayıp olduğunu söylüyorsun. Senin fikrin bu. Şimdiye kadar bir çok def'a söylediğim halde, gene tekrarında mahzur görmediğim benim de fikrim, işte budur.
Bence Kallikles, bence bir insan için en utanıla­cak şey, haksız olarak tokatlanmak, yahut serveti gasbedilmek değildir. Ben iddia ederim ki, soyulmak, esir olmak eve süklüm püklüm dönmek hülâsa bana ait şeylerde her hangi bir haksızlığın kurbanı olmak, benden ziyade o haksızlığın faili için çirkin ve zarar­lıdır. Benim müdafaa ettiğim ve bütün şimdiye kadar
söylediğimiz sözlerle isbat ettiğimiz bu hakikatler biribirine merbut ve mahfuzdur. Eğer bu rabıtaları sen ve­yahut senden daha kuvvetli biri çözmiye muvaffak olamazsanız ohalde demek oluyor ki benim sözlerimden daha doğru bir söz olamaz. Ben aynı fikirde ısrar ede­rek tekrar ediyorum ki, tesadüf ettiğim muhataplardan hiç biri hiç bir vakit benimle gülmeden konuşmadı.
İşte hakikatin böyle olduğunu ilân ediyorum. Bu iki fenalık, yani haksızlığı irtikâp ve ona maruz kal­mak fenalıkları malûm olduktan sonra, en büyük fe­nalığın onu işlemek ve en küçüğünün de ona maruz kal­mak olduğunu söyledik, öyle ise haksızlığı irtikâp et­mek, veya ona maruz kalmak fenalıklarından birine karşı, insanın kendi kendini kat'î bir surette müdafaa etmesine yarıyacak prensipler hangileridir? Kuvvet mi, irade mi? yani haksızlığı irtikâp etmemek için, onu istememek kâf imidir, Kallikles, yoksa içtinab için kuv­vetli olmak mı lâzım gelir?
Kallikles — Kuvvetli olmak lâzım geleceği mu­hakkak.
Sokrat — Ya haksızlığı irtikâb eden için, nasıl? Onu irtikâb etmemek arzusu hakikaten irtikâb etmemiye kâfi midir? yoksa haksız fiillere sevk edilmemek için bilinmesi ve ihmal edilmemesi lâzım gelen bir sanat ve ya kuvveti elde etmek mi lâzım gelir ? Bu nokta hakkında bana cevap ver Kallikles, demin Polos’la ikimiz, istiyerek asla haksızlık yapılamayacağını ve fenalık yapanların bunu istemeyerek yaptık­larını kabul etmek mecburiyetinde bulunmuştuk bun­da haklı olup olmadığımızı bana söyle.
Kallikles — Sokrat, bu noktayı kabul edilmiş farzet de nutkunu artık bitir.
Sokrat — Demek oluyor ki, bir haksızlık yapma­mak için bir kuvvet veya san’atın iktisabı lâzım geli­yormuş öyle mi?
Kallikles — Evet
Sokrat — Öyle ise haksızlığa ya hiç, veyahut müm­kün olduğu kadar az duçar olmamızı temin edecek san’at hangisidir? Hadi bakalım, sen de benim fik­rimde misin ? Bana kalırsa bunun için, memleket içinde iktidar sahibi olmak, ve hatta zulüm yapabil­mek, yahut ta hiç olmazsa mevcut hükümetin bir dostu olmak lâzımdır.
Kallikles — Sokrat bak haklı olduğun vakit seni ne çabuk tasdik ediyorum! Bu şimdi söylediğini tamamıyla haklı görüyorum.
Sokrat — Bundan sonra söyleyeceklerimin de sana doğru görünüp görünmeyeceğini tetkik et. Ben öyle zannediyorum ki en sıkı dostluk, eski hâkimlerin söyledikleri gibi benzerin benzere karşı olan dostluğu­dur, sen ne düşünüyorsun ?
Tabiî öyle.
Bu halde, iptidaî ve kaba bir zalimin elinde iktidar bulunduğu vakit, şehirde kendisinden çok âlâ bir adama tesadüf edince korkacak ve onun samimî dostu olamayacaktır, değil mi ?
Doğru.
Fakat zalimden daha çok fena bir adam da yine onun dostu olamayacaktır; çünkü zalim ondan nefret edecek ve onun samimî dostluğunu istemeyecektir.
Bu da doğru.
Demek ki, onun dostlu­ğuna kıymet verebileceği bir tek adam kalıyor; onun karakterinde olup, ayni şeyleri seven ve takbih eden. Binaenaleyh onun önünde eğilmeye ve ona itaata müheyya bir insan. Bu adam şehir içinde nafiz ola­cak ve bir kimse ona hakaret edecek olursa mutlak cezasını görecektir. Ne dersin ?
Öyle — Eğer bir deli­kanlı bu memleket içinde kendi kendine: « Ben nasıl nafiz olabileceğim ve kimseden korkmamıya muvaffak olacağım?» dese, anlaşıldığına nazaran mümkün ol­duğu kadar ona benzemek için ayni yolu takip etmeye -ve gençliğinden itibaren efendisinin hoşlandığını yap mıya ve hoşlanmadığı şeylerden kaçmıya alışacaktır. Doğru mu ?
Evet — İşte zulümden uzak olmaya ve dediğimiz gibi en nafizlerden olmaya muvaffak olacak kimse budur. —Tamamıyla— Zulmü yapmamakta da muvaffak olacak mıdır? Bilâkis bunun ihtimali yok gibidir. O, efendisinin her türlü lûtfuna mazhar ol­muştur ve ona benzer. Bana kalırsa onun bütün mesaisi mümkün olduğu kadar zulüm yapmaya matuf olacak ve hatalarının cezasını çekmeyecektir. Doğru değil mi ?
İhtimal.
Demek oluyor ki en büyük fe­nalık onda olacak, yani efendisini taklit ettiği için, onun nüfuzu tesirile kötü ve murdar bir ruhu ola­caktır.
Bütün muhakemeleri böyle altüst etmek için ne yaptığını bilmiyorum, Sokrat! Zalimin mukallidi, isterse bu taklide kail olmayan kimseyi mahvedeceğini ve onun servetini gasbedeceğini bilmiyor musun ?
Biliyorum Kallikles. Bunu birçok defalar senden, daha evvel de Polos’tan, Atinalılardan, ve hemen her­kesten işitmemiş olmak için sağır olmalıyım. Fakat sen de bunu bil ki: hakikaten bu adam, isterse öl­dürür, fakat o, namuslu bir adamı öldüren bir şerir olur!
— İşi daha ziyade tahammül olunmaz bir hale koyan da bu değil mi ?
— İspatı kolay ise de hakka­niyet nazarında değil. Mahkeme huzurunda bizi mü­dafaa ettiği için öğrenmemi tavsiye ettiğin ilmibeyan gibi uzun bir ömür sürmemizi temin eden ve bizi tehlikelerden saklıyan san’atlar mı sâyimizi teşkil etmelidir ?
— Elbette, Zeuse yemin ederım ki, nasihatim pek yerindedir.
— Ey azizim, yüzmek san’ati sence mu­tena bir şey midir?
—Zeuse and içerim ki hiç değil
— Maamafih bu san’at yüzmek bilmeye ihtiyacı olanları ölümden kurtarır. Öyle ise gemicilik fenni ilmi beyan gibi sade ruhları değil, cisimleri ve servetleri de en büyük muhataralardan saklar. Mısırdan, Pont'tan ve daha uzaklardan bize getirmek suretile bize yaptığı büyük hizmet için, demin de söylediğim gibi şahsımızı, çocuklarımızı, servetlerimizi, kadınlarımızı kur­tarmış olmasına karşılık karaya çıkmak için bizden iki drahmi istiyor; ve o vakit bu büyük şeyleri san’atile tahakkuk ettiren kimse, karaya ayak basılınca, deniz kenarında yahut gemisinde hiçbir şey olmamış gibi gezinir durur. Yolcuların boğulmalarına mani olmakla hangilerine iyi, han­gilerine fena hizmette bulunduğunu hiç kimsenin bilemeyeceğinden emindir. Hakikaten o, onları hem vücutça, hem ruhça evvelce gemiye aldığı vakitten daha iyi bir halde karaya çıkarmadığını bilir. İşte bu sebeplerdendir ki, süvari her ne kadar bizi kurtarsa da, san’atile övünmez. Bu böyle olduğu gibi, bazan memleketleri kurtaran ve yapabileceği hizmetin ehemmiyetile yalnız süvariden değil, hiç kimseden geri kalmayan makinacı da böyledir. Sen adlî hatip için bu kadar söz söyleyebilir misin?
Maamafih, Kallikles, bu makinacı sana imtisalen kendi san’atini tebcil etmeye kalkışsa, seni bir çok salâhiyetlerle eze­bilir ve senin de kendi gibi hareket etmeni ister ve bunu tavsiye eder, bundan başka ne varsa boş oldu­ğunu isbat eder. Onun bu hususta vesikaları da yok değildir. Buna rağmen, sen ondan istikrah ediyor, ve san’atini hor görüyorsun. Elbette oğluna onun kızını almayacak, kızını da onun oğluna vermeyeceksin. Senin övündüğün meziyetlere gelince, ne hakla makinistten ve biraz evvel söylediklerimden istikrah ediyorsun? Onlardan ve onların şeceresinden daha âlâ olduğunu istişhat edeceğini biliyorum. Fakat hakikaten âlâ olan şey benim söylediğimden başka ise, ve faziletin cev­heri, nefsini kurtarabilmek ve servetini müdafaa et­mekten ibaretse, san’ati selâmetimize bais olan ma­kinisti, hekimi rüsva etmen gülünç olur.
Azizim, ruhun necabeti ile hayrın sade nefsini ve başkalarını tehlikeden kurtarmasını bilmekten ibaret olduğunu kabulden ihtiraz et. Hayat müddeti kısa veya uzun olsun, hakikaten insan olan bir adamı meşgul etmeye değmez. Ona aşkla merbut olmaktansa bütün bunların tedbirini ulûhiyete bırakmak muva­fıktır, hatta kadınların dedikleri gibi, hiç kimsenin mukadderatından kaçamayacağına iman etmelidir. Sonra yaşayacağımız günleri en iyi surette kullanma­nın çaresini aramalı ve yaşadığımız memleketin siyasî bünyesine kendimizi uydurup uydurmamak lâzım gel­diğini kendimize sormalıyız, bu halde memlekete iyi görünmek ve beldede itibar kazanmak için mümkün olduğu kadar Demos’a benzemek lâzım gelecektir.
Tesalyalıların başına gelen musibetin bize de isabet etmemesi için, her ikimiz içinde böyle hareket etme­nin faydasını düşünmeliyiz. Atinanın Demos’u ile ve hattâ Zeus ile, Pyrilamp’ın oğlu Demos’la metin ve cinsî bir dostluk kurmak istiyorsan onların huylarına benzemelisin. İşte seni istediğin gibi bir siyasî ve hatip yapacak olan şey seni onlara benzetecek olan şeydir. Zira onların hoşuna giden şeyin senin nutuk­larında onların fikirleri bulunmasıdır. Her yabancı fikir onları gücendirir. Bu malûm olunca, ey aziz dost, senden muhalif bir rey zuhur etmeyince itiraz edecek bir şey kalır mı?
Niçin bana haklı göründü­ğünü bilmiyorum, Sokrat. Fakat ben diğerleri gibi kendimi tamamıyla mutmain hissetmiyorum.
Bu senin ruhunda yerleşmiş ve benimle mücadele eden Demos'un aşkından ileri geliyor. Fakat bu meselelerin derinliğine varacak olursak, mutmain olursun. Şimdilik, biri hazla, diğeri her türlü mülâyemeti reddedip şiddet istimal ederek âlâ ile meşgul olan cisim ve ruh için iki metod kabul ettiğimizi hatırla. Bunlara böyle karar vermemiş miydik?
Tamamıyla böyle.
Ve bunlardan bi­rinin, yani hazzı istihdaf edenin haysiyetsiz bir müdahenede bulunduğunu söylemiştik değil mi?
Mademki böyle istiyorsun, böyle olsun.
Diğeri ise bilâkis, meş­gul olduğu şeyi, gerek cisim, gerek ruh olsun, müm­kün olduğu kadar mükemmelleştirmeyi istihdaf eder.
Evet.
— Biz de beldeye ve fertlere karşı gösterdiği­miz ihtimamlarla vatandaşları mümkün mertebe mü­kemmelleştirmek mecburiyetinde değil miyiz?
— Öyle istiyorsan, elbette öyledir. Şimdi Kailikles, umumun işlerile meşgul olmağa karar verdikten sonra, yekdiğerimizi inşaata yani duvar, tersane ve mabetler yap­mağa teşvik ettiğimizi farzet; biz san’at, mimarlık ve bize bunları öğretenlerle kendi bilgi ve cehaletimiz hakkında kendimizi isticvap etmeğe mecbur değil miyiz? Böyle hareket etmemiz lâzım mı, değil mi?
— Evet, şüphesiz.
— Bundan sonra, evvelce dostlarımız ve­ya kendimiz için hususî bazı inşaatta bulunup bulun­madığımızı ve bu inşaatın güzel olup olmadığını tah­kik etmek lâzım değil midir? Nihayet bu tahkik ne­ticesinde üstatlarımızın çok iyi ve meşhur kimseler olduğunu ve evvelce onlarla birlikte ve sonra da ya­lınız olarak birçok binalar inşa ettiğimizi anlarsak o halde umumî teşebbüslere makul olarak yanaşabiliriz. Eğer bu hususta gösterecek bir üstadımız, hatırlanacak geçmiş inşaatımız, yoksa, o halde umumî büyük işlere kalkışmak ve bu hususa teveccüh etmek manasız olur­du. Haklı mıyım, değil miyim?
— Tamamıyla haklısın.
— Her şey hakkında da böyle. Meselâ ikimizden birimiz halk doktoru vazifesini almak istesek buna karar ver­mezden evvel mütekabilen tetkik etmeye başlamamız lâzım gelecek. Evvelâ Sokrat’ın kendinin sıhhatini tah­kik etmek, sonra da Sokrat’ın hür veya esirlerde hiç kimseyi tedavi edip etmediğini aramak lâzımdır. Ben şüphesiz senin hakkında da böyle muamele edeceğim. Bundan sonra, eğer yabancı olsun, Atinalı olsun, ka­dın, erkek bizim müdavatımıza medyun hiç kimse olmadığı kanaatına vasıl olursak, o vakit Kallikles, bir adamın böyle manasız bir projeye teşebbüs etmesi, bir istihza olmayacak mı?
— Evet öyle — Ya benim aziz dostum sen siyasî hayata henüz başlıyorsun, madem ki beni oraya davet ediyor ve ona iştirak etmediğim­den beni muaheze ediyorsun, şimdi birbirimizi imti­han etmenin ve şu sözleri söylemenin tam vakti değil midir? Kallikles bir vatandaşı ıslah etmiş, mıdır? Ecnebî, vatandaş, esir, yahut hür insanlar içinde hiç biri evvelce namussuzluk, ifrat ve belâhatla muttasıf iken Kallikles’in sayesinde namuslu bir adam olabil­miş midir? Söyle bana Kallikles seni bu hususta imti­han etseler, ne cevap vereceksin ? Muarefede bulundu­ğun kimseler arasında ıslah ettiğin bir insanı söyleyebilir misin? Kendine mahsus bir eserin varsa, umumî hayata atılmadan evvel niçin cevap vermekte tereddüt etmeli ?
— Ne muzipsin, Sokrat!
— Hayır, sualim muzip­likten ilham almıyor. Sadece, Atina’da siyasî hayatın ne olması lâzım geldiği hakkındaki fikrini bilmek istiyorum. İş başına gelince, bizi mümkün olduğu kadar mükemmel vatandaş yapmak endişesile hareket etmeyecek misin ? Bir hükümet adamının vazifesi bu olduğunu, kaç defa beraber tastik etmedik mi ? Söyle ettik mi, etmedik mi? Ben senin hesabına cevab veriyorum: Evet tastik ettik. Namuslu bir ada­mın memleketine yapmaya mecbur olduğu iyilik bun­dan ibaretse, demin bahsettiğin insanlar hakkında söy­lediğin şeyleri hatırla, Perikles’ler, Simon’lar, Miltiadlar, Temistokl’lerin daima iyi vatandaşlar olduğunu kabul eder misin, bane söyle.
— Elbette kabul ediyo­rum.
— Eğer bunlar iyi isele, tabiî her biri kendi yurttaşlarını evvelki hallerinden daha iyi bir hale getire* çeklerdi. Onlar, bunu yaptılar mı?
— Evet — Atinalılar Perikles’in son nutuklarında, millete ilk nutuklarile hitap ettiği zamandan daha kıymetli idiler değil mi?
— Olabilir — Fakat bu konuştuğumuz şeylere nazaran eğer Perkles iyi bir yurttaş ise, burada imkânın değil za­ruretin yeri vardır. —Bu ne biçim netice?
— Yalnız bu­na onu söyleki, Atinalılar Perikles tarafından ıslah edilmiş mi sayılır, yoksa o onları bozmuş mudur ? Ben kendi payıma, umumî memuriyetler için bir ücret koyduğu için Perikles’in Atinalıları, korkak, tembel, geveze ve para harisi yaptığını tekrar ederim. Bunu sanaj mutlak bizim kulağı yırtık, kısa sözlüler söylemiş­tir !
— Hayır, bunu ben işitmekle öğrenmedim onu se­nin gibi müsbet olarak biliyorum. Perikles’in evvelce şöh­ret ve itibari büyüklüktü ve Atinalıların kıymetleri az olduğu zannında, o kendini terzil edecek hiç bir hük­me maruz kalmadı. Fakat onun gayretile Atinalılar namuslu insanlar olunca, kendisini hırsızlıkla mah­kûm ettiler ve hatta az kaldı, fena bir vatandaş adderek, öldürmeye karar vereceklerdi.
— Pekâlâ bu Perikles aleyhinde neye delâlet eder ? Meselâ eşek, beygir veya öküzler evvelce çifte ve boynuzla vurmadıkları halde bu hayvanlara bakan adam tarafından bu hareketleri yapacak kadar vahşî bir hale getirildikleri isbat edil­miş olsa, bu adamın fena olduğunu her halde kabul edeceksin. Hakikaten bazı hayvanlara bakıp onları daha vahşî bir hale koyan bakıcı, senin fikrince fena değil midir?
— Seni memnun etmek için kabul ede­rim.
— Öyleyse şu suale de cevap vermek lûtfunda bulun: İnsan nev’i, bir hayvan cinsi midir, değilim­dir?
— Şüphesiz hayvan cinsidir.
— Ya Perikes insanları idare etmemiş miydi?
— Evet.
— Pekâlâ eğer Perikles bu insanları idare etmek için siyasî faziletlere mâlik ol­muş bulunsaydı, bizim düsturlarımıza nazaran onları daha muhik ve munsıf yapmış olmaz mıydı? Elbette. Demek oluyor ki, onlar, Hommer’e nazaran, mülayim adamlardır. Ne düşünüyorsun? Senin fikrin de böyle mi ?
— Evet.
— Halbuki, o onları evvelce aldığından daha vahşî bir halde terketti. Bu sözünü kabul etmemi mi istiyorsun ?
— Beni haklı buluyorsan, öyle.
— Öyle olsun.
Eğer bunlar daha vahşî olmuşlarsa, demek ki daha zalim ve better oldular, değil mi ?
— Hiç olmazsa senin fikrince
— Fakat evvelki ifadene bakılırsa senin fikrince de böyle olması lâzımgelir. Şimdi Simon’dan bahsedelim. Simon idare ettiği kimseler tarafından on sene sükûte mahkûm edilmemiş miydi? Ya Temistokl, o da bu suretle muamele görüp hatta nefyedilmemiş miydi ? Maratom muzafferi, Miltiad’a gelince, bunun hak­kında da Prytan şefinin mümaneati olmayaydı bununda çukura atılmasına pek az kalmıştı. Maamafih, bütün bu adamlarda senin atfettiğin liyakat mevcut olsaydı, bu yolda muamele görmemeleri lâzımgelirdi. Evvelâ mevkiini muhafaza edip te koşularını koştuktan ve biz­zat tecrübe gördükten sonra yerinden veya attan düşen hiçbir iyi arabacı yoktur. Bu hal, hayvanları sevketmek hususunda olduğu gibi başka hallerde de böyle değil midir ? Aksini mi iddia ediyorsun ?
— Hayır
— Binaenaleyh, Atinanın hiçbir vakit iyi ve hakikî bir hükümet adamına malik olmadığını kabul etmekte haklı olduğumuz geçen sözlerimizle sabit oldu. Sen eskileri methediyor ve bugünküleri, bir tarafa bırakı­yordun.
— Bugünkülerin geçmişlerden herhangi birinin eserine kıyas olunacak bir şey yapmaları ne kadar uzak, Sokrat!
— Azizim Kallikles, ben de onları hükü­mete hizmet ettikçe takbih etmiyorum. Hatta bugünkülerden daha çok hizmet ettiklerini ve beldenin istediği şeyi daha ziyade husule getirdiklerini de kabul ediyorum. Beldenin arzularını tadil ve mukavemet» yahut icbarla beldeyi ikna ve vatandaşları en âlâ kılacak en münasip vasıtalara sevketmekte doğrusu onlarla bunlar arasında hiçbir fark yok. İyi bir va­tandaşın asıl vazifesi budur. Evet, gemi, duvar, tersane ve bu kabilden şeyleri vücuda getirmek için onların bugünkülerden daha mahir olduklarını itiraf ederim. Fakat biz münakaşamızda oldukça gülünç bir şey yapıyoruz. Çünkü muhavereyi bir uçtan bir uca kesip daimî bir anlaşılamamazlık dairesine sokuyoruz. Maamafih birçok defalar vücuda ve ruha ait ihtimamlar içinde birbirinden farklı iki tedavi usulü gördün ve anladın zannediyorum. Bunlardan biri süflî olup onun vasıtasile, vücudumuz aç olduğu vakit gıda, susadığı vakit içilecek şey, üşüdüğü vakit elbise, örtü» ayakkabı, hasılı vücut için bir arzunun sebebi olan her şeyi istihsal edebilir. İyi kavraman için ayni mi­salleri gelişi güzel kullanıyorum. Bu eşyayı toptan ve perakende meydana koyan tüccarlar ve bunlardan her birini hazırlayan sanatkârlardan fırıncılar, aşçılar, dokumacılar, kunduracılar ve debbağlardır. Jimnastik ve tababet san’atlarının vücudun hakikî kültürünü teşkil ettiğini ve diğer san’atlara hâkim olup onların mahsulünü kullandığını bilmiyen bu san’at sahiple­rinin yalnız kendilerine itibar etmeleri tabiîdir. Vücut için kullanılması faydalı gıdaların ve içkilerin ne olduk­larını bunlar bilirler, diğer san’atkârlar bunu bilmezler. Vücuda ait olan san'atlar içinde birincilerinin süflî olduğunu, halbuki jimnastik ve tababetin haklı olarak ötekilerin âmiri olduğunu teslim ediyoruz.
Ruha ait olan şey de ayni surettedir, bunu sana söylediğim vakit bazan fikrimi anlamış gibi görünü­yorsun, biraz sonra beldenin namuslu adamlarla dolu olduğunu söylüyorsun.

Ben sana desem ki: dostum, sen Atinalıların bütün arzularına hizmet etmekle onları eğlendiren adamları methediyorsun. Diyorlar ki, bunlar Atinayı yükselt­mişlerdir. Fakat bu büyüklüğün zararlı bir şişkinlikten ibaret olduğunu görmüyorlar. Bizim eski büyük adam­larımız hikmet ve adaletle meşgul olmayarak, sade şehri limanlar, duvarlar, tersaneler, yergiler ve sair lüzumsuz şeylere boğmuşlardır; zaaf aksesi kendini gösterdiği vakit onları itham edecekler ve bütün fena­lıkların müsebbibi olan fakat Temistokl, Simon ve Perikles’leri tebcil edeceklerdir. Yeni kazançlarla eski iyilikleri kaybedince ayağını denk almazsan sana ve dostun Alkibiyat’a da hücum edeceklerdir, hakikatta kabahatli olduğunuz için değil, yalnız yardakçılık ettiğiniz için bunu yapacaklardır.
Maamafih işte bugün şahidi olduğum ve geçmiş adamlar hakkında söylediğim manasız bir şey de bu dur ki: belde kendi hükümet adamlarından bazı kimse­leri bazı hataları yüzünden dava ederse, müttehemlerin kendilerine karşı yapılan haksızlıktan dolayı infial ve isyan ettiklerini ve hükümete bu kadar hizmet ettikten sonra kendilerini mahvetmek istemelerinin bir cürüm olduğunu bağıra bağıra ilân ederler. İşte bu baştan başa yalan! Bir hükümet reisi kendinin riyaset ettiği belde tarafından mahkûm edilemez. Sofistler gibi sanki bir çok cihetlerde âlim olan bunlar bazan garip hatalar yaparlar, kendilerini fazilet hocası addederler, bunların şakirtlerini ücret vermediklerinden veyahut hayırhahlıklarına karşı min­nettarlık göstermediklerinden dolayı kabahatli çıkar­dıkları nadir değildir. Böyle bir lisan kullanmak kadar mantıksızlık mı olur?
Kendilerini adaletsizlikten kurtaran ve bir hoca sayesinde iyi ve âdil olan şahıslar bir kere adalete tesahup ettikten sonra nasıl olur da kendi hocalarına karşı kabahat işleyebilir? Bunu garip görmüyor musun, azizim? Kallikles, bana cevap vermediğin için, bu sefer beni siyasî bir nutuk söylemeğe mecbur ettin.
Ben cevap vermeden sen kendin söyleyemez misin kuzum?
Fakat dostluk ilâhı aşkına, iyi yetiştirildiği iddia olu­nan bir adamın biraz sonra fena olduğu nasıl söyle­nebilir? Fazileti öğretmek iddiasında bulunan kimse­lerin ağzından bazan bu sözleri işitmiyor musun? Evet; fakat hiç ehemmiyetleri olmayan bu adamlara neden ehemmiyet vermeli? Peki, memleketin tekem­mülüne delâletle mükellef oldukları halde, fırsat düş­tükçe onu bilâkis bütün seyyiatile ittiham eden bu şehir şefleri hakkında ne diyeceksin? Bunlarla onlar arasında küçük bir fark görüyor musun?
— Sofistlik ile ilmi beyan arasında her şey, veyahut Polos’a söyle­diğim gibi hemen hemen her şey bir örnektir. Senin bu iki şeyden birini, yani ilmibeyanı güzel bulup ta ötekinden nefret edişin yanlıştır. Esasen mevzu kanun­lar usulü muhakemeden, jimnastik te tababetten nasıl üstün geliyorsa, sofistlik te öylece güzellik cihetiyle ilmibeyandan üst geliyor. Ben siyasî hatiplerin, mürebbisi oldukları kimseleri takbih etmek hakkını haiz olmayan Sofistlerle bir olduklarını zannediyor­dum Sofistler şakirtlerini fenalıkla ittihama kalkışsa­lar kendilerini ittiham etmiş olacaklardır, hem de bu suretle şakirtlerine yaptıklarını iddia ettikleri hizmeti hakkile ifa etmeyi bilmediklerini de isbat etmiş ola­caklardır. Doğru değil mi?
— Öyle.
— Eğer vaitlerine bakılırsa bunlar ayni zamanda hizmetlerine mukabil kendilerine ücret verdirmeden itimat veren yegâne insanlardır. Predotripin muavenetine muhtaç olan, kimse koşmakta hafifliğe ve diğer hizmetlerde sür’ata karşı evvelce bir mukavele ile bir meblağ tesbit etmemişse, talebenin hocaya verdiği itimat dersleri için şükran nimetinden mahrum etmek iste­diği anlaşılacaktır. Haksız olmanın sebebi, filvaki, koşuda betaat değil; haksızlıktır. Doğru mu?
— Evet.
— İşte böylece, hocanın haksızlığı kaldırdığı takdirde, kendi şakirdinin haksızlığından korkmasına mahal yoktur, ve eğer hoca hakikaten doğru bir adam yetiş­tirmeğe muktedirse, garantisiz bu cinsten bir hizmet ifasında iktidar sahibi olan yalnız o demektir. Kabul ediyor musun?
— Kabul ediyorum.
— Demek oluyor ki diğer hususlarda, meselâ inşaat veya sair işlerde de, nasihatlerine mukabil ücret verdirmek ayıp değildir. Öyle zannederim.
— Fakat namuslu adam olmak, evini veya beldeyi idare etmek için en iyi vasıtaları bilmek istiyen bir kimseye paraya mukabil nasihat verilse veyahut yol gösterilse efkârı umumiye böyle yapan kimseyi terzil eder. Doğru mu?
— Evet.
Sokrat — O halde beni Atinalılara karşı ne türlü hizmetlerde bulunmağa davet ediyorsun? İzah et. On­ları, daha âlâ bir hale getirmek için bir hekim gibi mücadele etmeye mi, yoksa onlara karşı bir hizmetkâr ve müdahin vaziyeti almaya mı? Bana doğrusunu söyle. Kal’ikles, başladığın gibi benimle açıkça konuşma­lısın; açık ve korkusuz söyle. Pek âlâ işte söylüyo­rum; millete hizmet.
Asıl dostum, demek ki sen beni bir müdahin vazifesi görmeğe davet ediyorsun ha?
İstersen, bir Mysien [Mysien esirleri bilhassa itibarsız kimselerdi. Kallikles, bu sözü ile burada her ne kadar nefret te etsen, gene bu vazifeyi yap! ödemek ister gibi görünüyor.] vazifesine Sokrat yoksa...
Bir kimse tarafından öldürüleceğimi bana artık tekrar etme, çünkü o vakit ben de sana bir alçağın namuslu bir adamı öldürmüş olacağını tekrar etmeğe mecbur olacağım, beni soyanın bir şey kazanmayacağını bir kere daha tekrar edeceğim, ben servetimden mahrum olsam da, o bunları haksız kazandığı için haksız ola­rak kullanacaktır; haksız ve meşum olduğu için de mâyup olacaktır.
Sokrat, böyle bir hâdiseden uzak yaşadığı için buna benzer bir şey başına gelmeyeceğinden ve her cihetle namussuz ve menfur bir adam tarafından mahkemeye cebredilmeyeceğinden pek garip bir surette emin olduğunu görüyorum!
— Kallikles, Atinada bir kimsenin böyle bir musibetten âri olabile­ceğine senin dediğin gibi inanabileydim, hakikaten akıldan mahrum olmuş olurdum. Fakat pekâlâ bili­yorum ki bir gün senin bahsettiğin kabahatlerden birile ittiham olunup ta muhakeme huzuruna çıkarsam, beni oraya çıkartmaya sebep olacak kimse bir namus­suz olacaktır, çünkü namuslu bir adamın masum bir adamı mahkeme huzuruna çıkartması kabil de­ğildir. Ben ölüme bile mahkûm edilsem yine hayret etmeyeceğim, niçin olduğunu söyleyeyim mi?
Söyle ya!
Ben hakikî siyaset san'atına hizmet ettiğimi ve bu san’atı bugün tatbik eden yalnız kendisi olduğunu söylemiyen nadir Atinalılardanım, ben hiç bir vakit li­sanımla hoşa gitmiyi aramadığım ve gözümün önünde hoş olanı değil iyi olanı bulundurduğum için, bana tavsiye eıtiğm bu güzel şeyleri yapmaya razı olmuyorum, mahkeme huzurunda cevap verecek bir şeyim yok. Binaenaleyh Polos’a söylediğimi sana da tekrar ediyorumki,ben bir aşçı tarafından mahkeme huzuru­na celbedilen bir hekim gibi muhakeme edileceğim. Böyle bir mahkûm böyle bir çocuk mahkemesine celbolunduğu vakit müddei: «Çocuklar, bu gördüğü­nüz adam hepimize birçok def’alar fenalık yapmıştır! o sizin içinizden en gençlerinizin bile, demir ve ateşle şeklini değiştiriyor, zayıflatıyor, size eziyet veriyor, sı­kıyor! Acı şeyler içiriyor, açlık ve susuzluğa katlanmıya sizi icbar ediyor, o benim gibi değildir, ben size daima en leziz ve en değişik yemekler veririm!» diye iddiası­nı serdetse, mahkûmun buna karşı vereceği cevap fennen şudur. Böyle elemli bir sergüzeşti olan hekim başka ne ceyap verebilir? Doğruyu söyliyip: «Çocuk­lar, ben bunları hep sizin sıhhatiniz için yaptım!» de­se mahkemede ne patırtı kopacak! Bu yaygaranın pek dehşetli olacağını zannediyor musun ?
— İhtimal.
— Onun kendini haklı çıkarmak için çok sıkılacağını kabul ediyorsun değil mi?
—Elbette.
— Öyle ise, bende hâkimlerin huzuruna çıkarsam, aynı şeye maruz kala­cağımı biliyorum. Ben onlara karşı kendileri için iyi­lik ve hikmet addettikleri bu lezzetleri hasıl etmekle öğünemiyeceğim, ben onları husule getirenlere, ne de onların taliplerine gıbta etmeyeceğim. Eğer beni genç­liği sorgularımla işkenceye koymak, onların şekillerini değiştirmek ne ihtiyarlara gerek hususî snrette, gerek halk içinde şedit tekliflerde iyi birşeylerde bulunmak­la ittiham ederlerse: O vakit ben: «Ey hâkimler, benim söylerim doğrudur ve hareketim sizin menfaatlarınıza uygundur!» diye cevap veremeyeceğim ve başka türlüde söyleyemeyeceğim; çaresiz olarak mukadderatıma bo­yun eğeceğim.
— O halde sen bir kimsenin kendisini vatanında müdafaa edememesini iyi bir şey mi telâk­ki ediyorsun, Sokrat!
—Evet, Kallikles, şeninde birçok defalar tastik ettiğin gibi, insanlara ve ilâhlara karşı muahazeye lâyık hiç bir hatamız olmamak şartile! çün­kü bu şekildeki nefsini müdafaa usulü, çok defalar mutabık kaldığımız gibi, usullerin en âlâsıdır. Eğer benim bu tarzı müdafaayı gerek kendi nefsime, gerek başkalarına karşı teminden aciz olduğum bana isbat edilirse, büyük veya küçük bir dinleyiciler zümresi önünde ve hatta başka başka bile olsak böyle itham edildiğim için kızarır ve bu aciz benim ölümüme sebep olacak olursa, meyus olurdum; fakat benim ölümüm ancak dinleyicilere karşı müdahale etmeği bilmemek­ten ileri geliyorsa; kısmetimi sükûnetle kabul edece­ğimden eminim. Ölmek hadisesinin haddi zatında tevahhuş edilecek birşeyi yoktur; ondan ancak şuursuz ve alçaklar korkar. Ölümden ancak mücrim olan­lar korkar. Çünkü eğer ruh cürümlerle yüklü oldu­ğu halde Hades’e inerse felâketi nihayetsizdir. İster­sen bunu şana isbat edecek bir hikâye söyleyeyim.
Pekâlâ, mademki öteki noktaları bitirdin, bunu da söylemekten geri durma.
— Belki senin bir masal diye kubul edeceğin, fakat benim hakikî diye telâkki etti­ğim güzel bir hikâye nahlederler, dinle; söyleyeceğim şeyler doğrudur:
Homer der ki: Zeus, Poseidon ve Plüton impa­ratorluğu babalarından alarak, beyinlerinde taksim ettiler. Kronos zamamında olduğu gibi bu gün de ilâhlar arasında insanlara ait bir kanun vardır; tamamıyla âdil ve kudsî bir hayat yaşadıktan sonra ölen bir adam ölümden sonra «Bahtiyarlar adası» na gider ve orada her türlü fenalıktan masun olarak mükem­mel bir saadete kavuşur, hâlbuki dinsiz ve zâlim bir ruh Tartar ismindeki azap ve sıkıntı yerine gider. Keronos zamanında ve Zeus'ün hükümran olduğu vaktin başlangıcında, dirileri gene başka diriler muhakeme ederler ve cezalarını bunların ölecekleri gün verirler­di. Halbuki o vakit hükümler fena veriliyordu. Hem Plüton, hem bahtiyarlar adasının bakıcıları her iki tarafa da buralarda bulunması lâzım gelmeyen kimse­lerin geldiklerini, gördüklerini haber verdiler. Zeus: «Ben bunun önünü alacağım, dedi. Eğer hükümler şimdiye kadar fena verilmişse, bu, şimdi hükmün in­sanlara giyinmiş oldukları halde verilmesinden ileri geliyor, çünkü onları hayatlarında muhakeme ediyorlar.
Böylece birçok adamlar, ruhları fena olduğu halde haklarında hüküm verileceği gün, güzel giyiniyorlar, zenginlik gibi şeylere bürünmüş olduklarından, kendilerinin adalete muvafık olarak yaşadıklarını işhat ede cek bir alay şahitlerde getiriyorlar. O vakit hâkimlar bu tezahür karşısında şaşıp kalıyorlar ve onların böyle bir cihaz içinde bulunduklarından ve ruhun karşısında gözler, kulaklar ve onları ihtiva eden bütün bir vücut bulunduğundan gerek bunların sahipleri gerek hükme­decekler için bütün bu şeyler bir mania teşkile diyor. Yapılacak ilk şey, insanlardan ölecekleri saatin bilgisini kaldırmaktır; çünkü onu şimdi evvelden görüyorlar. Ben Promete’ye buna nihayet yermesi için emirler ver­dim. Onları bütün bu cisimden mücerret olarak yani öldükten sonra muhakeme etmelidir. Hâkim de çıplak ve ölmüş olacak, onun ruhu başkalarının ruhunu ölümden sonra akrabalarının huzurundan ve arzda bırakacakları bütün debdebelerinden mücer­ret olarak doğrudan doğruya muhakeme edecektir; yoksa yaptıkları adalet olmaz. Ben bütün bunları siz­den evvel taniyordum; bunun için hâkim olmak üzere kendi evlâtlarımı tâyin ettim ki bunlardan ikisi Asyada Minos ve Padamant, biri Avrupada Eak’tır. Bun­lar öldükleri vakit hükmü kırda[Şüphesiz bu Asfodeles kın olmalıdırki Homerce de burası ruhların, ölülerin hayallerinin makarrı idi.] dörtyol ağzında göreceklerdir. Biri Bahtiyar adalarına giden; diğeride Tartara [Kaynar su nehri.] varan iki yol buradan gider. Radamant Asya’da Eak’ta Avrupa’da muhakeme edecektir; bu iki hâkim insanları bu tarafa, veya o tarafa gön­dermek hususunda tamamen âdilâne hükmetmekte tereddüt ettikleri vakit son hükmü vermek vazifesini Minos’a veriyorum.»
İşte, Kallikles. bana naklettikleri ve benim de doğru addettiğim hikâye bu. Ben bundan şu neticeyi çıkarıyorum:
Bence ölüm, iki muayyen şeyin, yani ruhle cismin biribirinden ayrılması ve ayrıldıktan sonrada her birinin oldukça hissolunacak bir surette ha­yattaki halini muhafaza etmesidir. Cisim maruz kaldığı kazaların görünen âlâmetlerini, gösterdiği müdavatla kazandığı hasiyyeti muhafaza eder. Meselâ insan hayatın­da gerek tab’an gerek iyi tagaddile yahut bu her iki sebepten dolayı uzun bir boy kazanmışsa, onun kadavrası da uzun boylu olarak kalır; şişman idise, öldükten son­ra da şişman kalır ve ilh. Eğer saçları uzun ise gene uzunluğunu muhafaza eder; eğer üzengi kayışlarına ma­ruz kalmışsa ve kamçının darbeleri üzerinde izler bıra­kmışsa, yahut başka yaralara maruz olmuşsa kadav­rası da gene aynı manzarayı gösterir; azâlarından ba­zıları zayi olmuş, yahut şekli değişmişse aynı şeyler kadavrada da görülecektir; hülâsa, cismin hayatta iken kazandığı muayyen şeylerin hemen hepsi kadav­rada da bir müddet görülür. Ruh için de böyledir, cisimden ayrılınca yaşayış suretlerine göre maruz ol­duğu ve bunlara nazaran her tesadüfte topladığı bütün tabiî hatlar ve değişiklikleri kendisinde görülür, ben böyle zannediyorum, Kallikles Ölüler hâkimin huzuruna geldiği ve Asya’dakiler Radamant’ın huzuruna çıktığı vakit, Radamant onları tevkif eder, her ruhu kime ait olduğunu tanımaksızın nazarı itibara alır, ellerini ekseriya Büyük Hüküm­darın yahut bir prensin üzerine koyarak onun ruhun­da sâlim bir şey olmadığını ve yaptığı hareketlerin her defa da biraktığı izlerle yarık ve çıbanlar içinde olduğunu görür ve onda, yalanla, tefahurla her şeyin bozulduğunu, hakikatten uzak yaşadığı için kendisinde doğru bir şey bulunmadığını nihayet hareketindeki hadden ziyade serbestlik rehavet, kibir ve itidalsizliği onu çirkinlikler ve intizamsızlıklarla doldurmuş oldu­ğunu isbat eder, bu hesab görüldükten sonra onu ken­disine tahsis olunan cezaları çekmek üzere hapse gönderir.
Binaenaleyh tecziye olunan her mahlûkun mukad­deratı, eğer ceza doğru olarak tatbik olunmuşsa, bunun ya daha âlâ olması ve cezasından fayda görmesi yahut gördüğü cezaların korkusuyla halini düzeltmesi ve di­ğerlerine örnek olması içindir. Fakat, gerek ilâhlar, gerek insanlar tarafından verilecek cezaları çekip te bunlardan istifade edecek olanlar, ancak hatalarının tedavisi kabil olan mahkûmlardır. Maamafih bunlar arzda da, Hades te de iztırap ve elemlere mühtaçtır, çünkü bunsuz haksızlıklar tedavi olunamaz. Büyük cürümler işliyenlere ve bundan dolayı şifa bulmayacak olanlara gelince, bunlar misal olmaya yararlar, kendi­leri şifa bulmaz bir halde oldukları için ıztıraplarından hiç bir istifadeleri olmazsa da başkalarının istifa­desine sebep olurlar. Hakikaten başkaları, onların ce­zalarından dolayı dehşetli ve nihayetsiz azaplara duçar olduklarını, ve Hades hapsında buraya girecek her yeni kimseye bir ihtar ve tenbih mahiyetinde olmak üzere bir korkuluk gibi asılı olduklarını görerek istifa­de ederler.
Bence, eğer Polos doğru söylemişse, Arkelaos ve ona benzeyen her gaddar va zâlim de işte bu sefiller­den biri olacaktır. Esasen sairlerine ibret olmaya yarıyan bu mücrimler başlıça Müstebitler, kıratlar, küçük hükümdarlar, belde şefleri arasında bulunur; çünkü, onların nafiz kuvvet ve kudretleri onlara sair insan­lardan daha iğrenç, daha ahlâk ve adalete mugayir cürümler işletir. Homer de buna şahid olarak Hades te nihayetsiz azaplar çekenlerin Tantal, Sisyf, Tütyos gibi kırallar ve prensler olduğunu gösteriyor. Terist’e gelince, bunu şifa bulmaz büyük cezalara duçar olduğu­nu gören yoktur, belki bunun fenalık yapmıya iktidarı yoktu ve bu suretle o, bu kudrete malik olanların hepsinden daha ziyade mes’ut oldu.
Maamafih, Kallikles, eğer en fena olanlar en çok iktidara sahip olanlar meyanında ise bu hal gene bun­ların arasında namuslu kimselerin bulunmasına mani olmaz ve bunları sairlerinden daha ziyade takdir etmek çok doğru olur; çünkü Kallikles bir insanın bü­tün hayatında fenalık yapmak için her iktidar ve kuv­vete malik olduğu halde bunu yapmıyarak âdil kal­ması güç ve bilhassa takdire lâyık bir şeydir. Maama­fih zannederim ki bunlar müstesnadır. Kendilerine tevdi edilen işleri adaletle icra edecek oldukça fazileti ve namuslu adamlara burada da, başka yerde de tesa­düf olunur ve olunacaktır: Bunlardan en meşhuru bütün Yunanistan tarafından izaz edilmiş olan Sysimak ın oğlu Aristiddir; fakat aziz dostum, söyledi­ğim gibi iktidar sahiplerinin çoğu, fenadır.
Sana demin de söylediğim gibi, Radamant bunlardan birini eline geçirdiği vakit, ne ismini ne de ailesini tanır; hiç bir şeyini tanımaz, onun hâin olduğundan emin olunca tedaviye kabiliyeti olup olmadığını işa­retle Tartar’a gönderir; işte kabahatli burada istihkakı olan cezayı çeker.
Bazan hakikat ticaretinde, saf ve temiz olarak ya­şamış, nüfussuz ve fakir bir vatandaşı, yahut bir baş­kasının ve zannederim Kallikles en ziyade kendi va­zifesinden başka bir şeyle meşgul olmamış etliye süt­lüye karışmamış ve müddeti hayatında akim bir çar­pışmayla kendini dağıtmamış bir filozofun ruhunu da görünce, güzelliğini takdir eder ve onu bahtiyar ada­larına gönderir. Elinde bir değnek tutan Eak'ın da vazifesi Radamant gibidir. Bu hükümlere nezaret eden Minos’a gelince Ülysen’in bize gördüğünü söylediği gibi elinde altından bir asa vardı.
«Elde altundan asa,
mevtalara verir ceza»
Ben kendi payıma, Kallikles, bu rivayetlere inanıyorum ve mümkün olduğu kadar hâkime sâlim bir ruh göstermeye çalışıyorum. Birçok kimselerce mak­bul olan şereflerden müstağni olup hakikati arayarak, hayatta ve ölüm birden çattığı vakit te ölümde elim­den geldiği kadar kendimi mükemmel bir halde bu­lundurmağa çalışacağım. Kudretim yettiği kadar bütün diğer insanları ve Kallikles bana verdiğin nasihatlara rağmen seni de bu nevi hayatı tâkip etmeye teşvik ediyorum. Çünkü biraz evvel söylediğim bu muhakeme ve davanın vakti gelip te sorguya çekildiğin vakit kendini müdafaadan âciz kalırsan seni kabahatli bu­lurum. Muhakeme olunmak üzere Egin’in oğlunun karşısına çıktığın vakit ağzın açık ve başın çevrilmiş bir halde kalacağını düşünmekle üzülüyorsun. Benim burada olduğum gibi, sen de orada tam bir ıskatı hak içinde tokatlandığını ve her türlü hakaretlere maruz kaldığını göreceksin.
Belki sen bu söylediğim şeyleri nefret ettiğin koca nine masalları gibi telâkki ediyorsun, eğer araştırma­larımız bize daha iyi ve daha kat’î neticeler buldurmuş olsaydı belki dediğin gibi onlardan nefret etmeye hak­kınız olabilirdi. Halbuki bugünkü yunanlıların en alimi olan üçünüz, Gorgias, Polos, ve sen bundan daha iyi olmak üzere ölüler için bize faydalı bir başka hayat tarzı isbat etmekten uzaksınız. Siz bundan uzak olmak­la beraber uzun münakaşalarımız, bütün nazariyeleri yıktığı halde, yalnız şuna ilişmedi ki: haksızlığa ma­ruz olmaktan ziyade onu yapmaktan sakınmak lâzım­dır, ve her fert, her şeyden ziyade gerek hususî, gerek umumî hayatında riya ve gösteriş yapmaktansa iyi olmaya gayret etmelidir. Bir insan bir şeyde fenalık yaptıysa, mücazat görmeli ikinci hayır ve hatasını mücazat ile ödemelidir; gerek kendi nefsine gerekse başkala­rına karşı az çok her türlü müdaheneden (Münâfıklık ) çekinmeli; nihayet ilmi beyan da başka şeyler gibi hayır için kullanılmalıdır
Binaenaleyh benim nasihatlarımı tut, ve bana aklın isbat ettiği gibi hem hayatta hem öldükten sonra saadeti bulacağın cihette bana refakat et. Bırak senden nefret etsinler, sana şuursuz desinler hatta ister* terse hakaret etsinler ve dövsünler; buna taham­mül et.
Zeus’a and içerim ki, bu senin için haksız olmak­tan iyidir. Eğer hakikaten fazilet icrasına çalışan bir adamsan, hiç bir elem duymayacaksın.
Biz ne vakit bunu kâfi derecede yaparsak, o vakit istediğimiz gibi siyasete yanaşabiliriz. Yahut başka bir §ey bizi tekrar cezbederse, bu günkünden daha kudretli bir halde müzakere edebiliriz. En ağır mes’elelerde bile mütemadiyen fikir değiştirecek kadar cahil olduğumuz halde kendimize bir süs verirsek, mahcup olmalıyız. Bunun için önümüze çıkan ve hayatta da ölümde de en iyi yaşama tarzının adalet ve fazileti icrada olduğunu bize öğreten hakikatlere teslim olma­lıyız. Onların davetlerine icabet edelim ve onları baş­kalarına da duyuralım. Fakat seni aldatan delilleri dinlemiyelim. Çünkü onlar değersizdir.
Kaynak: Semiha CEMAL,  AŞK VEYA ZİYAFET- GORGİAS Devlet Matbaası, 1936, İstanbul


[1] Apollodor, Sokrat’ın dostudur ve Eflâtûn’un rivayetine göre, Sokrat’ın son zamanda yanında bulunanların kendilerini zaptettikleri halda bu, hüngür hüngür ağlamıştır.
[2] Atinalı meşhur şairdir, öripid ve Eflâtûn’un dostları ve Gorgias’ın arkadaşı idi. Bunun güzel bir beyaz yüzü olup, sesi kadın sesi gibi idi ve kendisi cazibeli idi. Hatta Eflâtûn der ki «Agathon'a» sa­rıldığım vakit, ruhum başka yere gidecekmiş gibi dudaklarıma gelirdi.
[3] Bu Eflâtun un kardeşi değildir. Felsefenin bütiin kültürüne yabancı bir kimsedir.

[4] Sokrat’in şakirdi olup efendisini taklit etmek için çıplak ayak gezerdi.
[5] Eflâtun diyor ki: «Eğer bir kimse birini arıyor ve seviyorsa, onunla sevilen şey beyninde gerek ruhen ve gerek fikren, hatta haricen olsun bir uygunluk olmalıdır. Bu olmazsa, o, ona ne meyleder, ne de onu arar.» Güzeli güzel bulur; kötüyü kötü, cinsine meyleder dünyada her kişi.
[6] Zengin adamlar, zengin adamların sofrasına davetsiz gidebilir­ler ki bunu Lupoiis: servet sahibi adamlar, kendilerinden aşağı kimse­lerin sofrasına kendiliklerinden giderler, demiştir. İhtimal ki Sokrat bunu telmih etmiştir.
[7] Âşık, ne kadar güç te olsa, sevdiğine ancak düşünce ile ka­vuşmayı ümit edebilir En asîl ve ruhların elde etmek için çalışacakları en yüksek gaye güzelliği hayretle temaşaya vasıl olabilmektir. Ruhla­rın en büyük gayesi güzelliği temaşaya varabilmektir.    (Ploten)
[8] Eflâtûn der ki; hikmet, akla sahip ruhun, eşyanın harekâtından bir lâhza ayrılıp önüne geçmeksizin onu takip için gösterdiği gayrettir. Mark Orel de der ki hikmet, hâdisatı severek olduğu gibi kabul etmektir.
[9] Dionisos’u hâkim yaparız, tabiri kupalarımızı boşalttığımız vakit konuşuruz demektir. Dionisos ilham ilâhıdır.
[10] Posanios, belki de Aşaton’un aşıklarındandı, hemen meçhul bir kimsedir
[11] İtidal ile hazzın ifratı bir yerde olmaz, çünkü hazzın ifratı rnhu teşviş etmekte kederin ifratından aşağı kalmaz. Xenofon ziyafette Sokrat’a «dostlar ben vücudu uyuşturan Mandrago gibi içmek taraftarıyım. Şarap zihinlerimizi sular, kederlerimizi muvakkaten olsun teskin eder, zeytin yağ nasıl aleve can verirse, o da neş’eyi uyandırır. Fakat çok içince vücut sarsılır, düşünce zayıflar, söz söylemek şöyle dursun, nefes almak bile zorlaşır» demişti.
[12] Eflâtun aşk için kendisinden bir şey öğrenmeyeceğinden dolayı çalgıcı kızı iade ediyor. Fakat Sokrat Eros hakkında ne biliyorsa onu İlâhî bir kadından öğrendiğimi biraz sonra söylüyor.
[13] Eski bir darbı mesele göre, mübahasesiz bir sofranın bir yemlikten farkı yokmuş.
[14] Eros, dünyanın ilk unsurudur. Arzla ve eşyanın başlangıciyle beraber doğar ve ilk anasırın teşekkülünde bulunur. O, mevcudatın hayatında ilk prensiptir. Onların deymumetinin zarurî şartıdır. Beşeriyette olduğu gibi, bütün hayvanî cisimlerde, karada, denizde cinsiyetleri birbirine yaklaştırır ve birleştirir. Böylece tabiata hâkim olur.
[15] Eros’un ne babası ne anası vardır; çünkü onun zuhur ettiği nihayetsizlikte hiç birşey ne başlamış ve ne de bitmiştir.
[16] Bu ilahe Plütark’a göre Afrodit dir.
[17] Sevgilide hasıl olan güzellik tezahüratı âşıkta bir aynaya akseder gibi in’ikâs eder. Sonra bu tecelli sevgilinin ruhuna avdet ederek oradaki kanatları canlandırır ve ona aşkı isal eder. Sevgili, kendisinde Hüsnü Mutlakm bir sureti bulunandır. Aşık, ilâhını sevgilisinde bulunduğuna kani olur, ve onda ilâhının mümkün olduğu kadar tam bir suretini düzer.     Phedre.
[18] Kahramanlar nim ilâhlardır. Çünkü bunlar bir ilâhın bir dünya kadınına ve bir ilâhenin bir dünya erkeğine olan aşkından zuhur «tmiştir. Demek oluyor ki bunlar aşkın çocuklarıdır.
[19] Admet’in karısı idi. Kocasının yerine babası ve anası veya zevcesi öldüğü surette kocası ölümden kurtulacaktı. Bu fedakârlığa baba ve ana katlanamayıp yalnız zevcesi katlandı.
[20] Eflatun burada, yeniden doğmak için ölmek lüzumunu gösteriyor Fedros ta diyor ki: ruhlar hayatlarını tamamladıktan sonra kanatlanırlar, ve zuhur mebdei olan yıldızlara rücuları da ölümden sonra yabanmış olan şeyi tekrar yaşamayı istemek, kendi kendini boşluk rabıtasına mahkûm etmek, demektir. Bizim bu günkü mevcudiyetimiz dunku hareketlerimizin neticeleridir. Daima ileri gitmeli. Geri dönüp te geçmişi tekrar yaşamak istiyene yazık! Orphe ve Sath’in zevcesinin misalleri, ilen doğru yürümiyenlerin başına ne geleceğini gösterir birer nümunedir.
Orphe’yi rahibeler parçalamışlardır.
[21] Aynı yolu takıp etmiyen ve bizim ruhlarımıza aynı ateşi nelhetmiyen iki aşk vardır. Biri çocukca oyunlarla meşguldür, akıl ' onun düşüncelerinde* hiç birinin yularım tutamaz. O şuursuz insanlar üzerine şiddetle hükümran olur. Onları kadınlara doğru sürükliyen arzular ondan gelir. Onları hırslarının matuf olduğu şeye sürükliyen fanî ateşin mizacındadır.
Oayges’in asırlardan daha eski olan öteki aşk ise herkese vekarlı ve şayanı hürmet bir surette tecellî eder. O namuskârane duygular verir, onun nefhası ruhlarımıza sessizce dahil olur. Biz zevki, faziletle karışık olarak bu sayede tatarız.
[22] Sevilen, güzelliğin görünüşü kanatların açılmasına mani olan her şeyi bir anda eritmek kudretine maliktir. Maşukun güzelliğinin sünuhatı kendi aşkının ruhuna inikas ettikten sonra gene kendi ruhuna avdet eder ve ona tekrar kanatlar bahşeder.
[23]         Eflatun bu nutuktan: Yalnız bizi yükseltenlerle birleşmek ve en ulviye bağlanmak düsturunu ortaya koyuyor. Göte de Müller ile muhaveresinde diyorki; «insanların yekdiğerine karşı duydukları aşk erkeğin bediî cihetten tamamile kadından daha güzel ve daha mükemmel olmasından ileri gelir».
[24]         İnsanlar hakkında icrayi tesir eden iki nevi aşk vardır. Biri deniz köpüklerinden doğmuş, mütehevvir müteheyyiç ve mecazî bir aşıktır, ruhta gençliğin serkeşliğile kabarmış dalgalarla galeyan eder. Bu hakikî bir fırtınadır, diğeri bizi gökten inen bir altın zincirle çeker, umulmaz yaralar açacak ne demiri ne de oku yoktur. Onun güzelliğinin saf ve şuleler saçan cemali ruhlara hikmetle dolu bir teheyyüç ilka eder.
[25] Eforyalar yetişkin adamlarla tüysüz delikanlıların arasındaki münasebetlerde ahlâka karşı vaki olan her türlü tecavüzü şiddetle tecziye ediyordu. «Maamafih nüfusun artmasına karşı meşru çocukların çokluğu arzu olunmadığından oğlancılığın bazı vazu kanunlar tarafından bir tedbir olarak kabul olunduğu anlaşılıyor.
[26] Spartalılarda bir delikanlının hiç bir kimse tarafından aşka lâyık görülmemesi bir sin [kusur] idi. Bu böyle olduğu gibi bir adamın da bir delikanlı intihap etmesi ayıp sayılırdı. Bir kerre rabıta hasıl oldu mu, aşık maşukunu güzel bir yola sevketmeyi üstüne alır ve onun bu yoldan inhitafında mes’ul o'urdu Şehvetprestane bir münasebetle bu alışverişin saffetini ihlâl edenler halk tarafından namussuz addolunur ve o kadar nefret ve istikrahla karşılanırdı ki bu kimseler halkın nazarından gizlenmek için ölümü yahut sürgünü tercih ederlerdi.
[27] Harmodikos ile Aristogiton, Hippias ve Hippargue’ın istibdadını devirmek içi birleşmiş iki genç Atinalı idiler.
[28] Mademki her şey değişiyor, bir adam da daima sevebileceğimiz ayni adam değildir, herkese kendisile birlikte ayni mukadderatın yolunu takip edecek ruha, araştırmadan tesadüf etmek müyesser değildir.
[29] Proclus der ki : Bayağı bir âşık sevgilisinin ancak çiçeğini arzu eder. Çağı geçince, onu terkeder.
[30] Bir adamın diğer br adam tarafından sevilmesi demek, Eflâtuaa göre, aşıkın maşukunda kendi ilâhının tasvirini bulması demektir. Onun bayatı ilâhiyeyi taklid ve sevgilisi..in tasvirini kendinde istik mal için yagtığı savaşlar, kendine şeref, saadet ve fazilet kaynağı olur.
[31] Proclus der ki Her şey yekdiğerini sever, yekdiğerini arzu eder ve herşey ebedî bir rabıta ile tevhid edilmiştir. Onların beyinlerinde manevî bir aşk ve vasfa gelmez bir iştirak ve içtima vardır. Bir müşterek rabıta; muhabbet, adalet, itidal, insaf vasıtasile yerle gökü birleştirmiştir. İşte bu pek aziz sebeple bu kâinata intizam namı verilir. Eriksimakbütün nutkunda Eroszıtların birleşmesi ve ahengi olduğunu ve ilâhın iş sahasının maddî şeylerin intizamiyle bütün ruhlar âlemini ihata ettiğini göstermiye çalışır.
[32] Hayır, bizi hayatın ebedî hareketine bağlayandır; şer ise tabiatın bütün mevcudatına karşı temayülümüze mani olandır.
[33] Hippocrat der ki: imtilâdan husule gelen bütün hastalıkları ifrağile, ifrağdan husule gelenleri de imtilâ ile tedavi ederler; diğer hastalıklarda zıtlarile tedavi olunur.         
[34] Jimnastik ve musikinin; ruhu ve cismi tanzim edip ahenktar bir hale koymaktan başka bir gayeleri yoktur. Maddî kuvvetlere aklın yüksek hayatını feda etmek doğru değildir. İnsanın ruhunu Muselere hizmetle tezyin etmesi lâzım geldiği gibi, ruhun büyük hayrı namına jimnastikle de cismin inkişafına gayret etmelidir.
[35] Eflâtun der ki: «Vahdet, kesrette inkişaf eder; işte tezat ve ihtilâf buradan çıkar. Her yerde kesret vahdete rücu eder, işte umumî ahengi ve umumî aşkı yapan bu rücudur.» Okun mürtesem kavsinde olduğu gibi, her müstakim hat kendi azimet noktasına dönmek için kavis haline geçmeğe meyleder.
[36]         Sesler ayrı ayrı nazarı itibara alınırsa, beyinlerinde hiç münasebet hiç münasebet yoktur. Asla birleşmeksizin yükselirler, alçalırlar, ve kaba ile tiz kadar biribirine zıt bir şey yoktur. Bunları azimet noktalarına iade eden ve beyinlerinde bir rabıta tesis eden, yalnız ses uygunluğu kanunudur. Musikî san’ati böylece bu sesleri tanzim ederek, onlara muntazam lasılalar tayin eder ve onları birleştiren, ahengi bir vahdetle takviye eden bir rabıta husule getirir.
[37]         Ahenk, tizle kabanın uygunluğudur. Vezin veya sayı ise, uzun ve kısanın uygunluğudur.
[38]         Plotin derki: « Musiki yapanlar düşünmeksizin aşktan ilham alırlar. Fisagorîler musikiyi böyle tarif ederlerdi: mütezat şeylerin tam bir birleşmesi, kesrette vahdet, ve nihayet vifaksızfık içinde vifaktır. Çünkü musiki sade vezin ve makamları tanzim etmez, bütün sistem içine intizam koyar. Allah da ahenge muhali! olan şeylerin nazımıdır. Onun büyük eseri yekdiğerine düşman olan şeyleri musiki ve tababet kanunları vasıtasile telif etmektedir. Mevcudatın ahengi ve kâinatın idaresi de kendilerini musiki ile muhafaza ediyor. Çünkü, dünya için ahenk ne ise, hükümet için kanunlar, ailede itidal de odur. Onun kesrete intizam vermek kudreti vardır.»
[39]         Philebe der ki mevcudatın her yerde güzelliğini ve faziletini tesis eden vezin ve tenasüptür. Güzel olan hiç bir şey tenasüpten hâli olamaz.
[40]         Fisagorîler astronomi ile musikinin kardeş olduğunu ve musiki akortlarındaki kaidelerin semanın ahengi kaidelerile bir olduğunu düşünürlerdi
[41]         Proklüs diyor ki vahidin kendisinden başka ittihadından daha İlâhî biç bir şey yoktur. Phedre nutkunda Eros hakkında, bize isabet edebilecek en büyük hayırların en mübeccel sebebidir, diyor.
[42]         Plutargue diyor ki: Aksırık haddi zatinda ehemmiyetsiz bir şey görünürse de İlâhî bir kabiliyette en mühim hadiselerin bir işareti ile olabilir. Bu, İlâhî bir ilham ve ihbarda olabilir.
[43]         Veda, Zend-avesta ve Incil’de iptidaî veya umumî adamın hem erkek hem dişi olarak yaratıldığı yazılıyor.
[44]         Erkeğin menşei olan Güneş, mevcudata şekil verir ve zekâ ile fili temsil eder. Dişinin menşei olan Arz mahlûkata mutavaat verir. Güneş ve arz arasında bulunan Ay ise, hem fail hem münfeiî vücuda, yani hem erkeğe hem dişiye iştirak eder. Plethon.
[45] Aklın fevkine yükselmek akılsızlığa düşmeklir. Plotin.
[46] Hefaiston, volkan, ateş ve demircilik mabududur.
[47]         Eflâtun evvelce aşkın, zıtların mevzun birleşmesinden ibaret olduğunu söylemişti. Burada da benzerlerin birleşmesini söylemekle fikrini tevsi ediyor.
[48]         Kaderin eseri bizim geçmişimizin nal üzerine çöken sıkletidir, yahut geçmişteki iyi, kötü arzularımızın oldurduğu semerelerdir. Proklus’a göre kader: intizamdan ayrılanları intizama sokandır.
[49]         Ploten der ki; ruh güzelse ancak güzeli görür. O halde, Allahı ve güzelliği temaşa etmek iştiyen kimse, evvelâ kendisi İlâhî ve güzel olmalıdır.
[50]         Agaton nutkunda demişti ki; Erosun güzelliğin aşkıdır.
[51]         Bizim bulunduğumuz iyi veya kötü hallerimiz, geçmiş amellerimizin tabiî neticesidir. Evvelce ne ektinse onu biçtiğin gibi şimdi de ne ekiyorsun onu biçeceksin.
[52]         Eflâtun der ki : İlâhlar bazı kavimler üzerine eski kabahat ve asiliklerinden dolayı büyük hastalık ve musibetler verdiği vakit, mukaddes bir cezbenin kullardan bazıları üzerine gelerek bunları peygamber yaptığı ve bu felâketler için gerek dinî amellerle ve gerek kefaret adaklar ile bir deva buldurduğu vaki olmuştur.
[53]         (Homer) (Jeni) kelimesini tecessüm etmiş bir ilâhı ve fevkalbeşer bir kuvvet diye gösteriyor. Eflâtun'a göre, bunlar ilâhlarla insanlar arasında vasıta olup halaskârdırlar. Bunlardan bazıları bizi tasfiye ederler; bizi kendiliğimizden yükseklere çıkarırlar, bazıları bizi himaye ederler.
Fisagora göre hava, tasviye olmuş ruhlarla doludur, ki bunlar jenilerin ve kahramanların ruhlarıdır.
[54]          Cümlenin ahengi ve hüsnü olan Afrodit doğduğu vakit ilâhlar» bolluk zenginlik, akıl, kuvvet ilâhı olan Poros’un da bulunduğu bir ziyafet tertip etmişlerdi. Poros, Metis in oğludur.
[55]   Proklüs der ki: Eros büyük bir jenidir, zira sevenle, sevilenin arasındadır. O, aşıkla maşuku birbirine birleştirir ve bağlar.
[56]   Plotin der ki : Hayrı isteyen ruhun hassasıdır.
[57]         Aşk, hayatla ebedî güzelliği çalışarak yaratmak için, hayata iştirak etmek arzusudur.
[58]         Codrus, Atinanın son kralıdır.
[59]         Eflâtun der ki seyrütemaşa edebilecek kimseler için manzaraların en güzeli ayni zamanda güzel olan ve yekdiğerine tam bir ahenk iie tevafuk eden evsafı havi bir vücudla, bir ruhtur.
[60]         Aşkın eseri, mükemmel olduğu vakit, maşukun âşıkın kendinde taşıdığı manevî tohumu zuhur ettirmektir. Ruh bu suretle lâyemutluğu istihsal için tevlit eder; bu lâyemutluk ruhun tevlit ettiği faziletlerdir. Büyük ruhlar, göze görünmez ve fena bulmaz rabıtalarla birleşmek için kendilerine benzer ruhları ararlar.
[61]         Eflâtun der ki: delâleti tammeyi devamlı bir surette ahzeden, tahatturu müsülü iyi kullanmayı bilendir. Allaha rücu yolum bilmek ve sırası gelince kendileri de birer delil ve mürşit olmak bu mümtaz vücutlara aittir. Bunlar tahatturlarında az mes’ut olan ve mariz kaldıkları bulanıklık içinde hüsnü mutlakın farkında olmayan kimselere delalet ederler. Bunun gibi aşkı kendisini Allah’ına irca eden ve bu suretle kendi sevgilisinde yaşatmak isteyen kimselerde delalete mazhar olurlar.
[62]   Güzel de, hayır gibi doğanın ruhunu mevcut olana yükselten ilimdir. Bir vücutta bulunan güzelliğin diğerlerde bulunan güzelliğin kardeşi olduğunu bilen kimse bütün bu ayrı güzelliklerin bir güzelliğe ve bunları kendinde ihtiva eden bir vahdete yani görünen güzellikte toplamış olur. O vakit şekillere letafetlerini veren şeyin bunların maddenin sinesinde ruhun evsafını ifade etmeleri olduğunu farkeder. Bizim temaşa ettiğimiz hayat hareket, ve değişiklik çokluğu aynı zamanda vahdeein intizamıdır. Hayat ve vahdet eğer hareket ve ahengin esası olan ruhdan gelmezse başka nereden gelebilir. Öyle ise eserden müessire yükseliniz de muhabbetiniz cismin güzelliğine munatıf olacağına ruhun güzelliğine initaf etsin. Sonrada tekrar bütün güzel ruhların güzelliklerinin aynı güzellikten olduğunu biliniz ve manevî güzellik için umumî bir şekil kabul ediniz. Demek oluyor ki sevici ruhu kendinin sevgisine sebep olana yanı düşünce ve arzusunun, yüksek gayesi Hüsnü Mutlaka birleştirmek için aşk ve irfan lâzımdır. İşte aklı tatmin edecek bütün ilimlerin ve felsefenia asıl şumul ve ihata dairesi bundadır.
[63]  Sevmek demek kendinin yarısını aramak demektir, 
[64]         Poseidon deniz mabududur.
[65]         Flavta çalmakta meşhur bir genç Firikyalı idi.
[66]         Firikyalıların bir mabudu idi.
[67]   Vahşî mizaçlı büyük ilahe.
[68]   Alkibyad en meşhur beldenin en asil aile çocuğu olup zamanının en güzeliydi karada ve denizde pek büyük bir kaptandı. Beliğ ve natuk bir hatipdi belagatta kimse onunla başa çıkamazdı.
[69]   Bu bir darbi meseldir; şarap ve çocuklar doğruyu söyler ve yahut da bu darbı mesele işaret olmalıdır ki şarab hakikattir.
[70]         Proklüs der ki: Ruhun güzelliği, cismin çiçeği solduğu vakit parlar,
[71]         Potit, Makedonyanın bir şehri olup Atinalılara isyan Peloponez muharebesine sebep olmuştur ki, iki sene muhasaradan sonra Atinalılar tarafından istirdat olunmuştur.
[72]         En büyük hakimler şarapsız sarhoş olanlardır. Hayyam
[73]         Delium, Beotı şehirlerinden biri olup, 424 de Atinalılar burada mağlup olmuşlardı.
[74]         Lakes Atinalı generaldi.
[75]         Peloponez muharebesinin birinci kısmında en cesur olan Ispartalı bir kumandandır. O, anfifost tarafından öldürülmüştür. Antenor, Trova hükûmdarlanndandır; şimdiki Padova şehrini tesis etmiştir.
[76]         Nestor, Filos kraldır; uzun nutuklariyla meşhurdur.
[77]         Antenor, Trova hükûmdarlanndandır; şimdiki Padova şehrini tesis etmiştir.
[78] Diotima’nın ifadesine nazaran Sokrat’ın aşkı, yalnız güzel bir delikanlıya ait olmayıp, güzelliğe tesadüf ettiği her vücuda aittir. Bunlardan o, ruh güzelliğini istişmam eder, çünkü cisim güzelliğinin onca ehemmiyeti yoktur ve bunlarla da görüşmesinden maksat onları fazilet ve zekâlarını inkişaf ettirmektir.
[79]   Lise Atinanın eski üç jimnazlanndan biriydi. Ilissas sahilinde ve surların dışındaydı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar