İnancın Aldanması
ISBN: 978-9944-09-4
Dizgi :
H. İsmail Hakkı Altuntaş
Kapak :
Haluk Karslıoğlu
Baskı- Cilt :
Gözde Matbaacılık
Ekim 2009
İsteme Adresi:
Gözde Matbaacılık
Mücellit
& Reklam Hizmetleri San. ve
Tic. Ltd. şti Tel: 0 212 481 81 69
“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve
dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı
seni aldatan nedir?”
İnfitar, 6-8
“Onlar
(kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar.
Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve
bunun farkında değillerdir.”
Bakara, 9
“Hilekârlık yaptılar,
Allah Teâlâ da hilelerine karşılıkta bulundu
ve Allah Teâlâ hile yapanların
en hayırlısıdır.”
(Âl-i İmran, 54)
İçindekiler
Giriş
Hile
Hilelerin unsurları
Nefsin hileleri
Şeytanın hilesi ve kötülük
İyi görünen hile
İkna- aldatma
Aldanma-İnanç
İkna ve aldanmanın
tesirleri
Aldanmış aklın
nefsi ayartması
İnsanın yalnızlık mücadelesi
İnancın
oluşmasındaki zafiyet
İnancın sorgulanması
Herkesin inancı
kendine doğru
Netice
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على
رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Şüphesiz hamd
Allah Teâlâ içindir, O’na hamd eder, O’ndan hidayet ve bağışlanma dileriz. Nefsimizin
şerrinden, kötü amellerimizden Allah Teâlâ’ya sığınırız.
Şüphesiz Allah’ın
hidayet eylediğini saptıracak, O’nun saptırdığını da hidayete ulaştıracak
yoktur. Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, O’nun birliğine ve ortağı
olmadığına, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin O’nun kulu ve Rasulü
olduğuna şehâdet ederiz.
İnsanın herhangi
bir dine, ideolojiye, düşünceye, inanması, güvenmesi, ikna olması ve aldanması
kaderidir. Kitapta inanç hakkında hile, aldanma hakkında yorumlar yaparken
inancın oluşmasındaki seyrin ruhî, fikrî, şahsî vb. durumlar ile ele alınırken hile,
ikna ve aldanma kısımlarına yoğunluk verilmeye çalışılmıştır.
Aldanma ve
aldatmanın arttığı günümüzde bulanmış mantık, bütünlüğünü kaybetmiş şahsiyetler,
dezenformasyon
[1]
ile, insanları kandırmak gayesinden hareketle gerçekmiş gibi, yalana
ve ikna kabiliyetine dayanarak, planlayıcılar görmek istediği neticeleri
bulmasına yarayacak inanışları beslemek suretiyle kaosa doğru çekilmektedirler.
Kitapta
hali hazırda bulunan inançların hakikatleri için yorum yapılmamıştır. Ancak inanç
meselesindeki karmaşa ile hakikatin kazanılmasının zor olduğu ve isabet etmenin
Allah Teâlâ’nın yardım etmesinden başka bir şey olmadığı görülecektir.
Günümüzde insan topluluklarında
inançlar aslını yitirip bir manası kalmamaya, şüpheye, “ben”ine tapmaya, sosyolojik evrimi ile
özellikle şehirlerde toplumun inançsızlığa dönüşümü karşısında inançların
düzenleyici ve yükseltici fonksiyonunu kaybedişi, tekrar aldanışa dönüş ile
vahim durum kendini göstermektedir. İnancın katılaştırılmış aslı insanlar için değer
kaybına uğramıştır. İnançların taklit, tahkik, ikna ve aldanma ile olmasında bilgisizlikte
oluşunca, kabul ettiği inancında yeni bir inancı aramak ve bulmak ile de
içinden çıkılmaz durumlar baş göstermiştir. Bu ise insanların aldanışını artırmış,
yeni bir sistemleri arayışında etkili olmuştur. Ancak yeni inanç sistemlerinin
ömrü kısa ve verimsiz olmakta ve insanları perişan etmektedir.
İnsanın yaratılışında aldanmanın varlığı
görülür. Her ne kadar karşısındakinin art niyeti, hilesi veya doğruluğu
açısından bakılınca aldatılmak ve ikna olmak insana bağlıdır.
İnsanın en büyük korkusu da inancı tarafından
aldatılmaktır. Aldatılışları da ömrünü doldurduğu gibi, her bir gün, yeni bir
aldatılışa gebedir. Bir gerçek vardır ki; insanın gerçeği bulmaya giden o
yollarında, her aldatılışı da ayrı bir aldanmadır. Belki de ne büyük aldanmaydı
yıllar yılı inandığı!
Kimdir suçlu, yada suçlu var mıdır?
İnsanlar aldandıklarını anlayınca hep “neden”
ile başlayan sorular sordular. Bu nedenle insan hayatta kaç kere aldatıldığını bir
defa olsun düşünmelidir. Belki kendide bilemez, kim bilir. Kaç kere aldandı.
İnsan ikna olsa da, aldanıp aldatılsa da yine Allah Teâlâ’nın
ona ihsan buyurduğu nimetler önüne gelir ve etkilenir. Bu ise inancın
temelindeki temel etkiyi gösterir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenlerine
benzerler. Cahiliyede hayırlı olanları, İslâm'a girip onda derinleşip, (onu
hazmettiklerinde) yine en hayırlıdırlar." [2]
Bu
hadisi şerif ile insan kimliğindeki yaratılış özelliğinin ve Allah Teâlâ’nın
varlığının ispatıdır. Bu nedenle
inanç, insan erdemi olan bir hakarettir.
İnancı olmadan, iyi şeyler yapan iyi
insanlar vardır. Ancak kötülük yapan
kötü insanlarında bulunduğu bir dünyada, iyi insanların inanca sahip olduktan
sonra kötü şeyler yapması için, inancı adına aldatılması veya aldanması ile
mümkündür. İnsanlık tarihide inancı için kötülük işleyenlerle doludur. Burada
akla gelen şey inancın gerçekten kötülüğe mani olup olamadığıdır. Eğer inanç kötülüğe mani olamıyorsa inanmanın
faydası yok denilebilir mi?
Yukarıdaki hadiste Allah Teâlâ’nın yaratılış konusunda insana kattığı
cevherin özellikleri mi açığa çıkmaktadır. Anlaşılan inancın insana verdiği
kuvvet Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu yardım yanında küçük kaldığıdır. Bu
kadar çeşitlemeli inançlar arasında hakikatin ancak bir olduğunu düşünürsek, bir
insanın başkası hakkındaki yargısı tam kesinlik göstermez. Bu yargıların
kesinliğini ancak bulunduğumuz boyuta başka bir boyuttan bakmak ile olabilir. Bir
insan kendini aynasız göremediğinden bunu başarması ise maddî manada mümkün
değildir. Bahsettiğimiz nedenlerle bazı hatırlatmalar yaparak kendimizi inançtaki hile,
ikna ve aldanmadaki tehlikelerden korumak ve bilgilenmemiz gerekmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki;
"Tek bir fakih (anlayışlı kimse), şeytana bin
âbid (kulluk eden) den daha yamandır." [3]
Yolumuzu
aydınlatacak şeyler hakkında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Allah Teâlâ bir kulu sevdi mi,
onu sizden birinin hastasına suyu yasaklaması gibi dünyadan korur. " [4]
"Size iki şey bırakıyorum. Bunlara
uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah Teâlâ'nın Kitab'ı ve sünnetim.
[5]
Giriş
İnsan ruhunun gösterdiği tezahürler
arasında, dünyada en çok yaygın olanlardan birisi, inanç olaylarıdır. İnanç
dini kapsadığı gibi ideolojiyi, olmadık bir düşünceyi ihtiva eder. İdeolojiler müşterek bir aldanış
olmaksızın ayakta duramazlar. Her ne şekilde olursa olsun inanç, hayatın
büyük bir kısmını teşkil ederken şüphe ve aldanışları bünyesinde sürekli
barındırarak sıkıntılı dönemlerin oluşması ile sürekli iniş ve çıkışlar meydana
getirir. Bunlar için çözüm üretemeyen insan ise rûhî hayatında meydana gelen
dalgalanmalar ve hastalıklı bünyesiyle toplum açısından sorun oluşu yanında
düzeninde çarpıklaşmasında etkili faktörü oluşturur. İnsan için bütün yollar yürünülebilecek bir
hal aldıysa o insan kaybolmuştur. Hedefinde kendisini dahi bulamayınca ruhî
arazlar onu sarsmaya başlamıştır.
İnsanlar inanç açısından; ilgisiz,
inancın dışında, sınırında, bütünleşmiş halde hayatlarını ikame
ederler. Bu durumların hangisinde olurlarsa olsun insan bir hile, ikna ve
aldanmanın etkisindedir. Fıtratın gereği inanç boşluğu dolarken hayatın gayesi de
oluşur. Ancak çok zamanda hayatındaki inancın değeri ve anlamı hakkında başkalarına
bir cevaba muktedir de olamaz. Bu şekilde insan inancı ile arasındaki
ilişkileri bir takım doğru ifade, mantığa, netice itibariyle rasyonel prensiplere
uygun sözle anlatamadığı zaman şüphe aldatılmışlık nevrozuna da düşer.
İnsanlar bazı zaman ise
inanca olan ihtiyacı karşısında, bir takım çıkışlar arar. Muhakkak bir çıkış
yolu da bulur. Böylece inancını kurtaracak yan çıkış yolları aramak, bu yolun saçma
sapan olması veya inancının hakikatine uygun olmaması da onu fazla
ilgilendirmez. İnsan eğer çıkış yolunu bulamazsa, bu sefer inancın sarsılmaması
için uğraş göstermek isterken kendini ve şahsiyetini kaybeder. Yani her inancın
delilleri vardır. Onu, ispatlamayınca çok hissettiği ve anlatamadığı bir şey
olmasıyla duyarsızlaşır.
Bahsedilen bu durumlar ile ve
zamanımızda ortak insanlığın tarihi Allah Teâlâ tarafından vahyedilmiş dinleri yok
etmeye teşebbüs ettiğine göre ve mutlak ihtiyacı tatmin eden bir takım inançlar
oluştuğundan inancın hakikatine kavuşmakta zorluluğun varlığı her zaman bulunmaktadır.
Aslında son derece karışık
olan inanma duygusunu, baskı altında tutmamak ve ihtiyaca göre bazı zaman
irdelenmesi ve insanlığın bulunduğu zamandaki ihtiyacına karşılık gelecek
şekilde ikna ve aldanma usullerini anlamak lazımdır. Cihanşümul dinlerin bir
gerilemeye tabi olduğu ve yeni inanışlara katılımın arttığı, yalnızlaşma ile
küçük gurup inanışların çoğaldığını görmekteyiz.
İnsanın inançlı bir hayat
arzusu, varlığını tehdit eden kararsızlıklarında kendi düşüncelerinden ve
yeteneklerinden uzak; manevi bir hayat için sürekli olarak istekleri hiçbir
zaman kaybolmaz. Bu nedenle bazen ikna, bazen de aldanmak onun fıtratında
bulunur. Yeni çıkmış bir sahte peygamberin, liderin etrafında birçok insanı
toplamasının açıklamasını yapmak mümkün olabilir. Müntesipleri tarafından
hakiki olan, ancak gerçeğinde sahtekâr olan bu inanç lideri, zamanı itibariyle
insanlardan bir kısmının ihtiyacını karşılayacak hile, ikna ve aldatmanın
etkenleri tespit etmiş ve kullanmıştır. Bu nedenle bu sahtelik karşısında
gerçek pasif kalmıştır. Tâki sahteliğin yetersizliği ortaya çıkana kadar bu
durumun devam ettiği görülmektedir.
Bu sebeple insanın,
yollarını aydınlatmak gerekmektedir. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar
mukayese ederse etsin, ne kadar keşfederse etsin, bir muammadır. Ne kadar yükselirse
yükselsin, sonra ta baştan beri kendini çeken inanç merkezini yeniden
bulacaktır.
Hile [6]
İnanç
konusunu incelerken bahsettiğimiz faktörlerin başında hile gelmektedir. Hile
inansı tehdit eden unsur olunca bilgilenmemiz gerekmektedir.
İnsanın
dünya işlerinde yararına ve zararına olan şeyi bilmesi ve başkasına zarar
vermemesi için iç idrak güçlerini hangi konumda olursa olsun, insanın kendisi
ile başkaları arasındaki ilişkilerde dengeli davranma alışkanlığını kazanması
gerekir. Bunun için ilişkilerde bazen doğru olurken bazen de hileye başvurmak
ve bütün ilişkileri kendi lehine çevirmek anlamında uyanıklık ve açıkgözlülük
yapmaya kalkışmaması veya bunun tam tersi olan dünya işlerinde beceriksizlik ve
aptallık yapmaktadır.
İnsanın hayatında değil tüm ilişkilerde
güzellikler, hatalar, hileler, aldanmalar ve aldatılmalar var olagelmiştir. Bu
yüzünden çeşitli açılardan insanların kavuştukları gibi kayıplara uğramasına
sebep olan durumlar için tedbirler alınmış ve hep kazançlı olmaya çalışılmıştır.
Hile ile hata arasındaki temel ayrılık kasıt
bulunup-bulunmamasıdır. Hatalarda kasıt yoktur, bilgisizlik dikkatsizlik ve
ihmal vardır. Hile ise, yönlendirme muradına dayanan bir harekettir. Hile
yapanın amacı, kendileri ya da başkalarının üzerinde bir menfaat, hükmetme ve güç
istemidir. Hata yapanlar birilerine zarar verirler ama kendi menfaatleri
olmadığı halde hile de başkalarına zarar verirken kendileri menfaat elde etmek
amacındadırlar.
İnsanın hayatı
boyunca nefis, şeytan gibi kendine düşman olanların hilelerinden etkilenmiştir.
Bilindiği üzere hayat
bir savaştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem savaşı "Harb bir hiledir" [7] olarak tarif
ederken, hileyi bilenin savaşı kazanmış olacağından bahsetmiştir.
Harp hiledir, demenin manası, harbi yapan için en mükemmel, en iyi harp,
hedefine, düşmanla karşılaşarak ulaşılan harp değil, onu aldatarak ulaşılan
harptir. Zira karşılaşma, risklidir. Hâlbuki aldatarak neticeye ulaşmada hiçbir
risk mevcut değildir. Onun için aldanmak ve aldatılmak kaderi olan insanın
hileleri bilmesi gerçekte sonsuz ve yüce olan Allah Teâlâ’ya karşı kullukta
asgari düzeyde hataya düşmesini sağlar ki, her hilenin fark edilişi kişinin
kurtuluşu demektir.
Hileyi maddi âlemde görmek kolay
olurken mânevi alanda tespit çok zor veya mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“İnsanlardan, kendileri bir şeyi
ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak
verdiklerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!” [8]
Ölçme ve tartmada hilenin
anılması somut değerler ile olanın kurtuluş çaresi olmadığındandır. Soyut
değerlerde kaçamak noktaları bulmak nefis ve şeytan için kolaydır. Ancak
yapılan her hilenin bedeli ağır bir şekilde ödeneceğine dair Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ölçü ve tartıyı eksik yapan her
millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarın zulmü ile
cezalandırılır.” [9]
“Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden
ibarettir.”[10]
Hilelerin unsurları
Hile, diğer suç ve hatalardan farklı olarak
tespit edilmesi, gerçekleşmiş bir hileyi ortaya çıkarmak çok zordur. Onun için
hilenin gerçekleşmesinden önce önlenmesi için yüksek ahlak unsuru bulunmalıdır.
Hileye aldanmak ve hile gerçekleştiğinde şaşkın kalmak, insanın en büyük hatası
olacaktır. Önemli olan hileyi önceden düşünüp önlem almak ve hile ihtimallerini,
önlemleri için hile olayı ile karşılaşıldığında yapılması gerekenler vb.
konularda önceden hazırlıklı olunmalıdır. Bu nedenle iç kontrol sistemini
geliştirmek gerekir. Öncelikle hilelerin sağlıklı bir iç kontrol sistemi
yardımıyla önlenmesi için inancın caydırıcı etkilerinin oluşturulması gerekir.
Her şeye rağmen insan hileyi fark edemiyor, gerçekleştiğinde hilenin ortaya
çıkması ve daha sonraki ihtimal hileler için caydırıcı olması için bilinçlenmelidir.
Bu nedenle hileden kurtuluşun
temelleri Allah Teâlâ’nın gösterdiği hedefler ile kazanılır. Bu
hedefleri bulmak ise üç şeyle gerçekleşecektir.
a- Allah Teâlâ’nın ihsanı ve devamıdır.
b- İnsanın doğru bilgiye ulaşması ve nübüvvet nuruyla aydınlanmasıdır.
c- Kurtuluşu talep
eden insanın kendi iradesidir.
Ancak
bunların olması için kulun hazırlanması gerekir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ile
iman nimetine kavuşan kulun, ilâhî
lütfun bir yansıması olarak gönderilen rasüllere ve onların getirdikleri vahye
muhalefet etmemesi ve bunun gereklerini yerine getirmesi gerekir.
Her insan potansiyel hile hedefi olunca onu
doğuran şartlar olarak (baskı, fırsat ve haklı gösterme) düşünülmektedir. Bunların
üçü bir arada bulunurken birisinin etkin olması daha fazlada olabilir.
Baskı Unsuru, yönlendirme yapmak için başka sebeplerin kullanıldığı
unsurlardır.
Fırsat Unsuru, menfaatini
taraf tutmak için hareket etmektir.
Haklı Gösterme Unsuru, aldatıcının haklı olmak için kullandıkları
unsurdur. Hile yollarından biriyle, batıl bir iş için hile ile aldatmaya
tevessül etmek ve görünüşte haklılık onun olsa ve lehine hükmedilse, gizlide
ise hak onun yanında değildir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dahi hilenin bu kısmından beşer
olarak kendinin dahi etkileneceği hakkında buyurdu ki;
“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz davalarınızın halli
için bana geliyorsunuz. Bazınızın hüccet yönüyle, diğer bazısından daha ikna
edici olması, böylece benim, işittiğime dayanarak onun lehine hükmetmem
mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki),
onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş oluyorum.” [11]
Anlatılan üç unsurdan birinin bile aktif duruma gelmesi, hilenin
doğmasına ve aldatmaya neden olabilmektedir.
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, demişti ki:
"Allah Teâlâ bir kimseyi başkaları
üzerine çoban yapmış, o da idaresi altındakilere hile yapmış olarak ölmüş ise, Allah
Teâlâ ona cennetini kesinlikle haram eder."[12]
Sonuç olarak aldatıcının hilesini
tespit etmek çok zordur. Bu sebeple “avcı ne kadar hile bilirse, ayıda o
kadar yol bilir; hileye aslanlar dahi mağlup olur”, denilmiştir.
Nefsin hileleri
Nefis kendi kendinin tanrısı olma yolundaki gayretleri
onun hiledeki gizliliğini artırmıştır. Bu nedenle nefsin
davranışlar üzerinde etkisi ve en çok görünen “aşırı güven eğilimi”
“kaçınma eğilimi” ve “kendini haklı çıkarma” eylemi
bulunmaktadır.
Nefsin hilesinin büyüklüğü ise akılın idraki
ile artar. Çünkü akıl nefsin hilesi karşısında aciz kalmaktadır. Kalbin yardımı
olmayınca da sonuç hüsrandır.
Aşağılık nefis, eğer senden yüce bir kazanç
dilese bile bu dilekte hile ve düzen vardır. [13]
Mesela nefse
eziyet etmenin, evlenmeyip, yemeyip, içmeyip züht hayatı yaşamaya çalışan nefse bu
kadar din dışı ceza vermek nefsi ters tarafından yine
mükâfatlandırmaktır. Bu nefsin ruha galip olması olarak karşımıza çıkar.
Onun için nefsin hilesini bilmek nefse eziyet etmekten daha kârlıdır.
“Bir
derviş, nefsin hile ve aşırı derecedeki isteklerinden bıkıp usanmıştı. Bir gün
kendi pirini rüyada gördü. Pir, bu dervişin önüne cıva ile dolu bir leğen koydu
ve eline elmastan bir kılıç verdi. Derviş bu elmas kılıçla, tasın içindeki
cıvayı ne kadar ikiye bölmek istediyse de cıva yine birleşti. Nihayet bu işten
usanıp aciz gösterdi. Uyanınca, başı ucunda şeyhin durduğunu gördü. Şeyh ona:
“Ölünceye kadar böyle nefisle uğraşıp
didişmekten elini çekmemen ve imkân nispetinde katil nefsi öldürmekten geri
durmaman lâzımdır. Çünkü nefis ölmeyince onun hilesinden kendini kurtaramazsın”
dedi.”
Bu sebeple insanın nefsine karşı tavrı
Epiktetos’un dediği gibi “Katlan ve kendini tut” mak olmalıdır.
Sultan Veled nakletti ki: Babam daima:
“Ben beş yaşında iken nefsim ölmüştü’ derdi.
Gençlik ve orta yaşlılık zamanında tam bir ciddiyetle riyazet eder, gece
sabahlara kadar ibadetle meşgul olurdu ve riyazette çok mübalâğa ederdi.” Ben
kendisine:
“Siz bir gün bana böyle buyurmuştunuz. Bugün
nasılsınız? Gece ve gündüz hiç durmuyor, hâlâ riyazete devam ediyorsunuz”
dedim. Bunun üzerine Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
“Bahaeddin! Nefis, kuvvetli bir hilekârdır.
Allah Teâlâ etmesin birden bire onun yine dirilip akıl şücâeddin'ini (=
din yiğidini) mağlup ve harap etmesinden korkuyorum” buyurdu.[14]
Bu konuda tedbiri elden
bırakmamak gerekir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Eğer sabreder ve takva
sahibi olursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez.”[15]
Şeytanın hilesi ve kötülük
İnsan yaşadıkça tecrübesi artar ve hileleri bilir. Ancak zamanımızda şeytanın belirsizleşmesi
ile ondan korkmak ve hilesini sezmek güçleşmiştir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“İnsan, zayıf
yaratılmıştır.” [16] bu ayetin işaretiyle şeytan karşısında
insanın zayıflığından söz edebiliriz. Ancak bu zayıflığa rağmen insan akılla,
vahiyle, bilgiyle, inançla kuvvetlendiğinde, şeytani etki ve hilelere [17] karşı koyabilmektedir.
“Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır” [18]
Haberi insanlık açısından Allah Teâlâ’nın
verdiği bir teminat oluşu ile büyük bir kuvvet kazanıldığı düşüncemiz yanında
bazen kötülüğün sebebi olarak yaratılmış mahlûk olan şeytandan rahatsızlıkta
duyarız. Niçin Allah Teâlâ kötülüğe müsaade etti ve şeytanı yarattı, sorusuna
da cevap aramaya çalışırız.
Bu konuda
şeytanın varlığı ile olabilecek hikmetler şu şekilde sıralanmaktadır.
a) Allah
Teâlâ, eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri
diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki
fark insanlar tarafından anlaşılabilsin. Şeytan da
yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı
tavsiye eden meleklerin varlığına karşılık yaratılmıştır.
b) Allah
Teâlâ’nın üstünlük ifade eden, Kahhar, Müntekim, Adl, Dal, Sedidü’l-_kâb, Seriul’-Hisab, Hafid, Rafi,
Muizz, Müzill gibi
isimlerinin tecelli edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler taalluk
edecekleri bir varlığı gerektiren kemal sıfatlardır. Şayet ins ve
cin melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkmazdı.
c) Eğer şeytan
yaratılmamış olsaydı, Allah Teâlâ’nın hıfz, afv, magfiret, rahmet, günahları örtme ve
affetme gibi
özelliklerini ihtiva eden kemal sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesi
mümkün olmazdı.
d) Şeytan
yaratılmamış olsaydı, Allah Teâlâ’ya ibadet ve itaatten
söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fiillerin ibadet, tâat, hayır ve iyi oluşu ancak
zıtlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin
fiillerde yol gösteren şeytandır.
Neticede
kötülüğün karakteri olması açısından şeytanı yargılarken, Allah Teâlâ hakkında
da bazı sorular ortaya çıkar ki, iyilerin iyi olmasıyla kötülerin kötülüğündeki
sebepler zincirinde kopmalar kafaları kurcalamaktadır.
Kötülük, canlı
varlıklara acı ve ızdırap veren şeyleri ifade eden bir terimdir. Yaşadığımız
dünya, her şeyi bilen, her şeye kadir ve mutlak iyi bir varlık tarafından
yaratılmışsa, Allah Teâlâ, mutlak iyilik niteliğine sahipse var olan kötülüğe
niçin izin veriyor, diye düşünülebilir. Bu nedenle ateist düşünürler, kötülük
meselesinden hareketle, her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah
Teâlâ'nın var olamayacağı sonucuna ulaşmışlardır.
Onlara
göre, bu kâinat mutlak iyilik ve kudret niteliğine sahip bir Allah Teâlâ
tarafından yaratıldıysa, bu kâinatın hiçbir kötülüğü barındırmaması gerekir.
Fakat yaşadığımız dünya kötülükler içermektedir. Bu düşünceden hareketle ateist
düşünürler dinler aleyhinde çeşitli görüşler geliştirmişlerdir. Ancak ateistler
kötülüğün bulunuş hikmetinin insanın “özgür irade”siyle yakından
ilişkisini görmemişlerdir.
İnsan için
özgür iradeden bahsedilmemesi ve kötülük ile iyiliğin bir ortamda, eşit olarak
bulunmamasıyla, Allah Teâlâ’nın adalet sıfatının sonucu olan ceza ve mükâfatın
manası ve değeri kalmamaktadır.
Bu sorunu
çözmek gerekirse;
p- Her
şeyi bilen, her şeye kadir ve mutlak iyi Allah Teâlâ vardır.
q- Kötülük
vardır.
Önermeleri
arasında var olduğu iddia edilen tutarsızlığı ortadan kaldırmak için, p
ve q önermeleri ile tutarlı üçüncü bir önermeyi sunmak gerekir.
r- Özgür
irade’dir. İrade; insanın bir eyleme ilişkin olarak, yapmak ya da o eylemi
yapmamaktan kendini alıkoyabilmesidir.
İnsanlar
sahip oldukları bu özgür irade ile bazen yanlış olanı bazen de doğru olanı
yaparlar. İnsanların iradesini yanlış yönde kullanmaları ahlaki kötülüğün
kaynağıdır. Eğer insanlar bu dünyada yaptıkları fiillerden dolayı sorumlu tutulacaksa
ki öyledir, anlamlı bir özgürlüğe sahip olması mecburdur. Bir insan özgürlüğe
sahip olmaksızın bir fiilde bulunursa, ahlaki olarak bu fiilin sonuçlarından
dolayı sorumlu tutulamaz. Bu nedenle insanı daima iyi olanı yapar şekilde
yaratmak, insanın yaptığı eylemlerden dolayı ortaya çıkacak ahlaki sorumluluğu
ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.
Allah
Teâlâ, sahip olduğu lutuf gereği insanoğluna kısmî olsada “özgür irade”yi
bahşetmiştir.
Dünyada
var olan ahlaki kötülükler özgür iradeye sahip olan varlıkların bu iradelerini
yanlış yönde kullanmasından kaynaklanmaktadır. (Allah Teâlâ’nın engel olduğu
kötülükleri de unutmamalıyız.) İnsanlar için beşer bazında verilmiş özgür irade
sonucu ortaya çıkan kötülükten dolayı Allah Teâlâ sorumlu değildir.
Nitekim
insanlar sahip oldukları özgür irade ile iyi olan şeyleri de yapmaktadır. Ancak
genel olarak baktığımız zaman özgür iradelerini iyi yönde kullanan insanların kötü
yönde kullanan insanlardan daha fazla olduğunu gördüğümüze göre sonuçta
açmazların varlığı kendi içinde çözülecektir. Bu ise şeytanın ve insanın
varlığı ile olan ilişkiyi iyi ve kötü olarak algılamada psikolojik etki olarak
faydalı olacağından Allah Teâlâ yaratılışında umumî bir imtihan, sebep ve sonuç
ilkesini ortaya koymuştur.
İyi görünen hile
İnsanın
iradeli ve iradesiz bütün niyetlerin fiili olarak çıkışında Allah Teâlâ’nın
yaratması ilah olması açısından gerekli durumdur. Bu yaratma Allah Teâlâ’nın
sorumluğunu da gerektirmez. Allah Teâlâ Kur´ân-ı Kerim’de buyuruyor ki,
“Allah
her şeyin yaratıcısıdır” [19]
“Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” [20]
Bu
nedenle kâinatta başıboş bırakılmış hiçbir şey olmadığı gibi Allah Teâlâ’nın
kudretinden ayrı olmakta yoktur. Konumuz olan aldatılmanın temelindeki
hilenin oluşu, gizli işleyişi, Allah Teâlâ’nın bilgisi dâhilinde olarak meydana
gelir. İnsanların bu hileyi görerek tedbir amaçlı önlemler alıp almamasında yönlendirici
bilgi açısından Allah Teâlâ’ya düşen rasüllerini hakikatle göndermesidir. külli
iradenin cüzî iradeye teavünü ile rasüllerin doğruluklarını kavrama, iyi ve
kötünün ne olduğunu anlama, yine Allah Teâlâ’nın dilemesine mahsus olur. Allah
Teâlâ’nın müsbet ve menfî olarak yardımı, insanın ilâhına müracaatında
yönelmesi ve ona verilmiş özgür iradesine bakmaktadır.
İnsanın ikna,
aldanma ve aldatılma hallerinde bilgilenmesi ile kavuşacağı öznel durum,
dolaylı ve dolaysız birbirine girift hali yanında olgunlaşması, önlemler alması
veya ihmal etmesi onun yaratılışı mahiyetidir. Bu nedenle iyi görünen hilelerin
tuzaklarını bilmekle de bahse konu durumlara karşı önlem almak konusunda
uyarıcı durumundadır.
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrah’ül azîz iyilik yönünden gelen
hileyi şekilde anlatmıştır.
“Aşağılık nefis eğer senden yüce bir kazanç dilese bile
bu dilekte hile ve düzen vardır. İblis’in Muaviye ye “Kalk, namaz vakti
geldi” diye uyandırmasını rivayet ederler.
O Muaviye köşkünde bir bucakta uyumuştu. Köşkün kapısı
içerden kilitliydi, çünkü Muaviye halkın gelip gitmesinden yorulmuştu. Ansızın
birisi onu uyandırdı. Muaviye gözünü açınca adam gözden sır oldu.
Kendi kendisine,
“ Köşke kimse giremez. Bu küstahlıkta, bu cürette bulunan
kim acaba?” dedi. Etrafı dolaştı, gizlenen adamdan bir
nişan bulmak için her tarafı araştırdı. Kapı ardında bir herif
gördü. Adam kapıya sinmiş, yüzünü perde ile örtmüş gizlenmişti. Muaviye;
“Hey sen, kimsin, adın ne ?”
diye sordu. Adam;
“Adım açıkça söyleyeyim, Şaki İblis”
diye cevap verdi. Muaviye;
“Niye gayret ettin, beni niçin uyandırdın? Bana doğru
söyle, aykırı konuşma” dedi. İblis’in Muaviye’yi döşekten
düşürmesi, kapalı konuşup bahaneler etmesine, Şeytan;
“Namaz vakti geldi. Hemen mescide koşmak
gerek. Hz. Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem, mâna incisini delerek
“Acele edin, ibadetleri vakti geçmeden yapın buyurdu”
dedi. Muaviye;
“Hayır, hayır senin böyle bir maksadın olmaz. Bana hayra
delil olasın, imkânı mı var? Hırsız,
evime gizlice giriyor da “Bekçilik ediyorum” diyor. Ben o hırsıza
nasıl inanayım? Hırsız, sevabı, ecri ne bilir”
dedi. Şeytan dedi ki:
“Biz, evvelce melektik. İbadet yoluna canla başla düzülmüştük
Yol saliklerine mahremdik, Arş sakinlerine hem dem, ilk sanat
gönülden çıkar mı? İlk sevgi nasıl olurda unutulur?”
[21]
“Emîr, Şeytana dedi ki: “Ey yol urucu, delil
getirme. Beni kandırmağa yol bulamazsın, yol arama. Sen bir
dolandırıcısın ben de garip bir tâcirim. Getirdiğin her elbiseyi nasıl
alabilirim?
Kâfirlik edip pılımın, pırtımın etrafında dolaşma. Sen
hiç kimsenin malına müşteri değilsin. Dolandırıcı müşteri olamaz. Müşteri gibi
görünse bile bu, hileden, düzenden ibarettir. Kim bilir, bu
hasetçinin kabağında ne var? Allah Teâlâ, bu düşmanın elinden bizi kurtar,
feryadımıza yetiş! Bir kere daha bana
üfürür, beni bir kere daha afsunlarsa bu hırsız, hırkamı kaptı gitti! Onun bu sözü duman gibidir. Ey Allah Teâlâ,
elimi tut, yoksa kilimim elden gider. Bir delil getirmekle İblis’e
üst olamam. Çünkü o, her yüce, her aşağılık kişinin fitnecisi, imtihancısıdır.
“Allemel esma” ya bey olan Âdem aleyhisselâm bile bu köpeğin yıldırım gibi
koşuşuna karşı yaya kalmıştır. Şeytan, onu bile cennetten
yeryüzüne atmıştır.
Âdem bile Simâk (balık) burcundayken balık gibi onun
oltasına düşmüş, “ Rabbenâ, zalemnâ”
diye ağlayıp feryat etmiştir. Onun hilesine, düzenine nihayet yoktur. Onun her
sözünde bir şey vardır, her sözünde yüz binlerce sihir gizlidir. Erlerin
erliklerini bir nefeste bağlar; kadının erkeğin hevesini bir nefeste arttırır.
Ey halkı yakıp yandıran fitneci İblis, niçin beni uyandırdın? Doğruyu söyle!
Şeytan,
“Kötü zan sahibi olan kişi, yüz nişan da olsa doğruyu
işitmez. Bir gönül, hayale düştü mü
delil getirsen bile hayali artar. Söz, o gönülde illet haline
gelir; gazinin kılıcı hırsıza âlet olur. Bu takdirde, öyle adama verilecek
cevap susmaktan ibarettir. Ahmakla konuşmak deliliktir.
Ey ahmak, benim şerrimden Allah Teâlâ’ya ne ağlayıp
sızlanıyorsun? Sen, o aşağılık nefsinin şerrinden ağla, sızlan! Sen helva
yersin, çıban olur; sıtmaya tutulursun, sıhhatin bozulur. Sonra da İblis’e suçu yokken lânet edersin.
Niçin o şeytanlığı kendinde görmezsin?
Bu, ey azgın, İblis’ten değil, sendendir. Tilki gibi
kuyruk peşinde koşup durmaktasın. Yeşillikte bir kuyruk gördün mü o tuzaktır,
bunu niye bilmiyorsun? Bilmiyorsun, çünkü kuyruğa meylin seni bilgiden
uzaklaştırdı, gözünü, aklını kör etti. Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder;
düşmanlığa kalkışma, bu cinayeti, kara nefsin işledi.
Bana suç bulma, aykırı görme. Ben, kötülükten de bizarım,
hırstan da, kinden de! Bir kere kötülük ettim, hâlâ pişmanım; gecem gündüz
olsun diye bekleyip duruyorum.
Halk arasında kabahatli oldum, herkes, kadın olsun erkek
olsun kendi işini bana isnat ediyor. Zavallı kurt, aç bile olsa uyduruyor
diye itham edilir. Zayıflıktan yol yürümeye kudreti olmasa bile çok yemeden
imtilâ (dolmuş) olmuştur derler” dedi. Muaviye dedi ki:
“Seni doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Adalet, seni
doğruluğa davet etmekte. Doğru söyle de elimden kurtul. Hile, savaşımın tozunu
yatıştıramaz.” Şeytan,
“Ey hayal kuran, düşüncelere dalan, doğruyu, yalanı nasıl
anladın?” dedi. Muaviye,
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, nişanesini
bildirmiş, kalpla sağlamı anlamak için mihenk vermiş;
“Yalan kalplerde şüphe uyandırır, doğru kalplere emniyet ve neşe verir”
demiştir. Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz. Suyla yağ karışık
olursa çırağ aydınlık vermez. Doğru söz kalbe istirahat verir.
Doğru sözler, gönül tuzağının taneleridir. Gönül hasta olur, ağzı kokarsa ancak
o vakit doğruyla yalanın tadını almaz.
Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa, yalanla doğrunun lezzetini
adamakıllı bilir, anlar.
Âdem’in buğdaya hırsı artınca bu hırs, gönlünden sıhhati,
selâmeti kapıp götürdü. Senin yalanına,
işvene kulak astı, aldanıp öldürücü zehri içti. O anda akrebi
buğdaydayken ayırt edemedi. Hevesle mest olan kişinin temyizi uçup
gider. Halk, arzu ve heva sarhoşudur. Onu için senin yalanını
dinler. Fakat hevadan vazgeçen, gözünü sırlara âşina etmiştir.”[22]
Bunun üzerine Azazil (şeytan) dedi ki:
“Ey emîr, artık hilemi açığa vurayım. Eğer namazın vaktini
geçirseydin gönlüne dert düşecek, ah ve figana başlayacaktın. O teessüf, o
figan, o niyaz, yüzlerce zikirden, namazdan üstün olacaktır. Böyle bir ah,
hicapları yakmasın diye korktum da seni, onun için uyandırdım. İstedim ki öyle
bir ah etmeyesin, bu suretle de o yola sahip olmayasın. Ben hasetçiyim, işte böyle bir hasette
bulundum. Düşmanım; işim, gücüm, hile ve kinden ibarettir.”
Muaviye, bunun üzerine
“İşte şimdi doğruyu söyledin, senden bu beklenir, lâyığın
budur. Sen örümceksin, ancak sinek tutabilirsin. Hâlbuki ben sinek değilim,
zahmet etme a köpek! Ben akdoğanım, beni padişah avlar. Örümcek, etrafımızda
nasıl olur da ağ örebilir? Kudretin varken yürü, sinek avla, sinekleri bir
ayran tası civarına çağır! Onları bala
çağırsan bile bu çağırış, şüphe yok yalandır, çağırdığın şey de yine ayran! Sen
beni uyandırdın ama o uyandırış, uykunun ta kendisiydi. Bana gemi gösterdin ama
gösterdiğin gemi, girdaptan ibaretti. Sen beni, daha iyi bir
hayırdan mahrum etmek için hayra sevk ettin” dedi.”
[23]
Bu kıssadan anlaşılan şeytanın iyilik
yönünden görünen hilelerinden bir kısmıdır. Buna benzer birçok hilesi vardır. Mevlânâ
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz şeytanın durumunu çok güzel izah etmiştir.
“Şeytan, bir oyunu gördü de iki yüz oyunu
göremedi. O yüzden kendi evinin direğini kendisi kesti. Gece vakti başkalarının
ekinini ateşlemek istedi, fakat yel, ateşi kendi ekinine sürdü. Lânet, şeytana
bir gözbağı oldu, bu yüzden hileyi düşmanı olan Âdem’e ziyan sandı. Lânet
dediğin de işte insanı böyle ters görüşlü yapar. Hasetçi, kendini görür,
beğenir, kindar bir hale gelir. Nihayet kötülüğün, sonunda dönüp
kötülükte bulunana geleceğini, ona ziyan vereceğini anlamaz.” [24]
İnsanoğlu için şeytanın hilelerinden emin
olmak ahmaklıktır. Tedbiri elden bırakanlar muhakkak aldananlardan olacağını
düşünebiliriz. Önemli olan irademizi bu türlü iyi görünene hilelerden korumak
ve aldanmamaktır. Ancak her halükârda insan için bir aldanma yaratılıştan beri
süregelmekte olması da bir cilve-i rabbbânidir.
Yine iyi görünen hilelere örnek verilecek
olursa birçok iyi sanılan kişiler ve tuzakları vardır. Bu konuda Hz. Mevlâna
kaddese’llâhü sırrah’ül azîz buyurdu ki;
“A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi
bırak! Sen, başına birkaç körü toplamış acı suya benziyorsun! Adeta bunlar benim
dervişlerimdir... Ben de acı suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar
diyorsun!
Suyunu Ledün denizinden tatlı bir hale
getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma! Kalk, yaban eşeği avlayan Allah
Teâlâ’nın aslanlarını gör... Sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasın?
Onlara yaban eşeği avlıyorlar dedim... Fakat yaban eşeği de nedir ki? Onlar
sevgiliden başkasını avlamazlar... Hepsi de aslandır, aslan avcısıdır, nur
sarhoşudur! [25]
“Bazı
cahil şeyhler, kendilerine bir miktar esrâr-ı ilâhiye açıldığı zaman... Merkep
izinde birikmiş su görüp derya zannetmiş kimseler gibi. Kendisini kâmil oldum
zannedip, nefsinin hilesine aldanır, hakikâte varamaz. Berzah denilen iki
mertebe arasında ki, geçitte kalır.” [26]
Her ne şekilde olursa olsun hile yapan zarardadır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Mü'mine zarar veren veya hile yapan
mel'undur." [27]
İkna- aldatma
İnsanlar birçok sebepten dolayı çevresiyle
iletişim kurarlar. Bilgi vermek, yardım istemek,
emir vermek, söz vermek, kendi fikirlerini anlatmak için belli bir düzeyde
iletişim kurmak bunlar arasında sayılabilmektedir.
Bu bağlamda en basit bir diyalogun bile ikna ve
aldatma ile bağlantısı
bulunmaktadır. Hayatın pek çok yerinde
insanlar birisinin, davranışlarını ya da davranış biçimini değiştirmesi için ikna ve aldatmayı
amaçlamaktadırlar.
İnsanların duygu, akıl, düşünce, inanç ve davranışlarını istenilen şekilde yönlendirmede üç usul olduğundan söz edebiliriz.
Bunlar; ikna, aldatmak
ve zor kullanmak tır.
İknanın ve aldatmanın temelinde karşı
tarafı bir şekilde istenilen seviyeye getirmektir. Aralarında ince ayrılık ikna
edicinin ve aldatıcının niyetindedir. İkna edilmiş insan için hataya düşme hissi kaybedilirken, aldatılan
hakkında tehlikede olma varsayımları düşünülür.
İkna doğruluk ve hayırda, aldatma ise
şerrin yalanın kabul ettirilişinde kullanılmıştır. Çoğunlukla ikna iyiler,
aldatma nefis ve şeytanı hatırlatmaktadır.
Şeytan insanı aldatıp onu ebedi azaba sokmak istemektedir. O, bu
gayesine ulaşabilmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Şeytan insanı aldatıp Allah Teâlâ karşısında zor durumlara düşürmek ve ona secde etmemekteki –sözde- haklılığını ispat etmek gayesindedir. Onun, bu hedefine ulaşabilmek için çeşitli silahları vardır. Bunları kullanırken de son derece gizlilik içerisinde hareket eder ve insanı aldatmaktaki sabır ve kararlı tavrından asla taviz vermez. İnsana bir kötülük işletebilmek için önce onun arzu ve isteklerini iyice öğrenir, ona göre yön vermeye çalışır. İnsanı aldatmak için aşamalı bir usul izler, bu yöntemi usanmadan tekrar
tekrar uygular.
Şeytan bu yöntemleri uygulamaya koyarkende insanın nefsiyle işbirliği içerisindedir. Onun işbirliği yaptığı nefis, eğer irade zayıflığı içerisinde ise onun
hâkimiyetine girmekten kurtulamayacaktır.
Bir başka bakış açısı da ikna tebliği,
aldatma misyonerleri çağrıştırır. Tebliğ ve misyonerlik gerek temel dayanakları gerekse usul ve yöntem
açısından birbirinden tamamen farklıdır.
Tebliğ inancın insanlara duyurulmasıdır. Rasüller
tebliğ görevi yapmıştır. Hiçbir şekilde inanmaya zorlamamışlardır. İnancı kabul
edip etmeme insanın özgür iradesine ve Allah Teâlâ’nın istemesine bırakılmıştır.
Misyonerliğin amacı ise zorla, kandırarak ya da istismar ederek muhatap kitleyi
ele geçirmektir.
Misyonerlik siyasî ve ekonomik faaliyetlerle
birlikte yürütülür. Misyonerlikte parayla, çeşitli vaatlerle veya başka
yollarla insanları kandırma ve aldatmaları vardır. Fakat tebliğde aldatma ya da
insanların zayıflıklarından istifade etme yoktur.
Aldanma-İnanç
“İnanç” dan maksat kalpten ve zihinden olumsuz
kısımları çıkarmak demektir. Bu şekilde kazanılan kuvvetle inanç kontrolü
altına aldığı insanın yöneticisi konumuna geçer ve hayatını kontrol eder ve devamlılığı
ise hiçbir zaman kesilmez.
Geçmiş
zamanlarda, inanma sorunuyla yüzleşmenin mecburi yolu dindi. Günümüzde ise
hayal kırıklığına uğrayan insanların pek çoğu şimdilerde eski dinlere dönüyor
yada standart inançlardan daha gizemli inançlardan birine yönelmeyi daha uygun
bulmaktadırlar. Ne var ki inançlar hayattaki anlam yokluğuyla başa çıkma
girişimlerinde ancak geçici bir başarı sağlıyor veya sorunlara kalıcı bir cevap
veremiyor.
Önceleri
kimi zamanlarda inanışlar insan varoluşundaki aksaklığa ikna edici açıklamalar
getirmiş ve güvenilir cevaplar vermiştir. Ancak günümüzde bu inançların görüşlerini
kesin olarak kabul etmek eskiden olduğundan daha zordur. İlmî ve teknolojik
ilerleme insanı bir yarışın içine çekerken kaybolmasına da neden olmaktadır.
Belki doğruların özü değişmeden kalmış olsa da, bu doğruları sunuş biçimleri,
yani vahiyler, kutsal metinler, çağımızda artık inancı güçlü bir biçimde
yönlendirememektedir. Bu durum eski inanışları zorlayınca zamanımız yeni bir
inancı ortaya çıkacak gibi karmakarışık durumlar içerisinde itilmektedir. Bu
arada, var olan inançlarda avuntu arayanlar, buldukları huzur karşılığında,
dünya hayatı hakkında bilinenlerin büyük bölümüne cevap verememekte ve
geleceklerine ilişkin söze dökülmeyen bir sıkıntı içine düşmektedirler. Bu
nedenle sürekli bir kurtarıcının ve altın çağın gelişi beklenmektedir. Mesela
Mehdi ve İsa aleyhisselâmın geleceği hakkında inancımız vardır. Ancak onları
beklemenin yanlış olacağını hiç düşünmemekteyiz. Kurtarıcı beklemek gerçekte
yeni bir din teşekkülünün veya var olan dinlerin inançların zamana göre yeniden
uyarlanmış şeklini beklemek gibi bir durumdur. Kurtarıcı gelip var olan
inanışları tekrar hayata getirecek ise şimdiki inanış niye insanları tatmin
etmiyor ve kurtaramıyor olacaktır. Yok, bu kurtarıcılar ile bir inanç
yükselmesi olacaksa o zaman yeni bir inanç biçimi getirecekler diye
düşünülebilir
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra yeni din getiren olmayacağına göre
kurtarıcı bekleyenler, gelmelerinden sonrada inanma yönünde yine aynı zafiyeti
gösterecektir. Kurtarıcı beklentisi veya çözümlerin çok etkili çözüleceği
yönündeki deliller ile ikna olanlar aldanan insanlar olduğunu görebiliriz.
Her bir
yeniçağda, belki her yeni kuşakta ya da içinde yaşadığımız şartlar hızla
değişiyorsa, inançların yeterliliğini sağlamak için ne yapmak gerektiğini
yeniden düşünmek ve yeniden ifade etmek gerekir.
Pek çok
insan, eski inançlardaki doğrularla zaman içinde eklenen çarpıtmaları ve
indirgemeleri birbirinden ayıramaz ve hatayı kabul edemediği için, doğruyu da
reddetmeye başlamıştır. Öyleki, bir düzen sağlama konusunda çaresizdir ve
hangi inanca bağlıysa ona sıkıca tutunmaya çalışmakta, yada yeni bir hedef ve
inançla hayatlarına anlam katmaya çalışmaktadır. Bazı insanlar da inancının
eski görkemine kavuşarak ihtiyaçlarına cevap vereceğini sanmaktadır. Kimileri de
artık kargaşa yüzünden kıyametin kopacağına; kimileride yeni bir inanç sistemi
getirmeye çalışıp düzenin dünyaya yayılacağına inanmaktadır.
Bu
tehlikeli durumlardan kurtulmanın çıkış yolu, Nereden geldik? Nereye
gidiyoruz? Yaşamlarımızı hangi güçler şekillendiriyor? İyi ve kötü nedir?
soruları gibi, bizim için en önemli konular hakkında bildiklerimiz bakımından
ve daha çok, ileride bileceklerimizi sistemli bir şekilde ele almaktan
geçmektedir. Bu şekilde inançlarımızla hayatı daha iyi anladığımızda bilincin
oluşmasına katkıda bulunan içgüdüsel dürtülerin, toplumsal denetimlerin,
kültürel ifadelerin kökenlerini daha iyi bildiğimiz zaman, enerjimizi olması
gereken yere yönlendirmemiz kolaylaşacaktır. Bunu da dünyaya hâkim olan
şartlara bakarak, yapılması mecbur görünmektedir.
İnanç
karmaşanın olmasında en büyük etken maddi hayatın zirvesine çıkan insanlığın
şaşırtıcı çeşitlilikteki inanç hastalıklarının pençesinde "ikiyüzlülük"
prangalarından kurtulamayıp birbirlerine zarar vermesine de bağlayabiliriz.
Ancak kötü durumlardan kurtulmak için ilgisiz olmamız sonuç vermediği gibi
gerçeklerle yüzleşmekte istemiyoruz.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kıyamet
günü insanların en şiddetli azap edilecek olanı kendisinde hayır olmadığı halde
insanların onda hayır gördüğü kimselerdir.” [28]
Eğer
arkasından gittiğimiz inançlar ve insanların hayatımızı düzenleyici olması
düşünülüyorsa, bildiğimiz, hissettiğimiz, umduğumuz ve korktuğumuz şeyler
hakkında Allah Teâlâ’nın istediği ve insan fıtratına uygun bir inanç olduğu
hakkındaki bilgimizi çok iyi tartmamız gerekmektedir.
Ancak
bunu insanın yalnız başına başarmasının mümkün olmadığı görülmektedir. İnsan
sürekli bir aldanma ve aldatılma eşiğinde kalmakta ve kendini kurtaramamaktır.
Bu sebeple Allah Teâlâ’nın önünde durulmaz hükmüne karşı yine ondan yardım
istemeliyiz.
Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz Hintlilerin karanlık bir ahıra bir fil
getirip halka göstermek istediklerini anlatırken; inançların oluşumunda nasıl aldanıldığı,
hakikatin dahi insanların tarafından yanlış şekilde nasıl kabullenildiği
temsilini beyan etmiştir.
“Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir
hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle
görmenin imkânı yoktu.
O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde
file ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumunu geçirdi,
“Fil bir oluğa benzer” dedi. Başka birinin eline kulağı
geçti,
“Fil bir yelpazeye benziyor” dedi.
Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki:
“Fil bir direğe benzer.” Bir başkası da sırtını ellemişti,
“Fil bir taht gibidir” dedi.
Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili
ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden
birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki
aykırılık kalmazdı.
Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez
ki !
Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz
başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.
Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir,
onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da
denizi göremiyorsun!..
Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz
görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.”[29]
Aldanma kelime itibarıyla bazı noksanlıklar
içerse de inancın derecelerinden bir aşamasıdır. Bu aşamada insan aldanmıştır
veya aldandığı şüphesine düşmüştür. Aldanma ikna[30],
aldatılış[31] veya
zorla kabul devrelerinde muhakkak bulunması gerekir [32].
Bu dönemlerin ikinci aşamasında daha açık
olarak vardır. Aldanma çoğu zaman inanç halini alarak tahkik dönemine geçer. Tahkik
döneminde ulaşılan son durum karşısında geçmiş unutulmaya başlamıştır. Dönüşte
fazla düşünülmez.
Aldanmanın inanç ile içleştirilmesi ilk
bakışta yanlış düşünülebilir. Ancak bu kadar çok din ve inanç şekilleri olduğu
düşünülünce bu birlikteliğin hakiki cephesi açığa çıkmaktadır. Bazen aynı
inancın içerisinde birçok çeşitlemelerin ve ayrışmaların olması bu durumu göstermektedir.
İnsanlar inanmak için arayış içindedir. Bu nedenle ya
ikna olur ya da aldanmak zorunda kalır. Bir şeye kavuşunca onu hakikat zannetmesi
kaçınılmazdır. Kabul edeceği inancın
gerçek ve doğru oluşu artık değersizleşmiştir.
Ancak inancının değerine ilgisiz bile olsa bir şekilde vardır. Bu
değerlendirmeyi daha iyi anlayabilmek için şu olaya göz atalım.
Hz.
Ali
kerremallâhü vecheye birisi geldi. Adam ölümü tekrar dirilmeyi
ahirette hesabı cenneti ve cehennemi inkâr ediyordu. Hz. Aliʹye:
“Ya
Ali! siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz.
Siz cehennemden kurtulmak cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor mal
harcıyor zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar
dirilmenin olacağı ne malum?ʺ
diye sordu. Hz. Ali kerremallâhü veche adamı sükûnetle dinledi sonra ona şu
cevabı verdi:
ʺEvet,
ölümden sonra dirilmek hesaba çekilmek cennete veya cehenneme girmek ya senin
dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır.
Önce
senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa
seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce için
kıldığımız namazların yaptığımız ibadetlerin hayır ve iyiliklerin güzel ahlakın
verdiğimiz zekât ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama ya ahiret varsa
bizim dediğimiz doğru çıkarsa senin hâlin nice olur?
diye sordu. Adam biraz durdu düşündü ve sonra:
ʺVallahi
her iki durumda da siz kârdasınız ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret
ben de müslüman olacağım ʺ
dedi ve müslüman oldu.
İkna ve aldanmanın tesirleri
İnsanın ikna olarak kazandığı inanç güzel
görünürken aldatılarak kazandığı inanç üzülmesine sebep olduğu düşünülebilir.
Hakikatte ise ikisinin ayrılığı çok azdır. Ancak ikna olmakta zorlanan akıl aldanma
şansını kullanmakta ısrarcıdır. Akıl inançsız duramadığı gibi, gelecekte
ihtimaline göre hata yaptığı açığa çıkınca, aldatıldım demek şansını kaybetmemek
duygusu içinde yatmaktadır. Bazen gerçekler insan için acı verince aldanmak
daha hoş gelmektedir. Bu sebeple illüzyonların çekiciliği gerçekten daha
fazladır.
Aldatıcı illüzyonlar için aslında söylenecek çok şey vardır. Aldanan illüzyon
içinde kaybolup dağılır. En akıllı, tedbirli ve temkinli olduğunu zannedenler
dahi bu illüzyona maruz kalıp aldanmaktadır. Aldanan için niye aldandığını çözmek
yerine kandırılması daha hoş gelmektedir. Gerçeklerle karşılaşmak yerine aldanarak
bir şeye inanmak daha kolaydır. Aldatılmış akıl nefsi ikna içinde ayrıca bir
gayret göstermesinden dolayı da ikinci bir etki olarak düşünülebilir.
İknadaki
olumluluk ise insanın nefsi açısından rahatlatıcı olmasıdır. Aldanmada ise yukarıda
belirttiğimiz üzere akıl rahatlar. Aklın kendini beğenme duygusu, aldatılmayı
kabullenmektedir.
Aldanmış aklın nefsi ayartması
Bir kişiyi aldatılmaya sevk eden ve ayartan aldatan vesile veya vasıtalar, o şahsın özel durumuna uygun düşen şekildedir. Bu sayıda sınırlama
düşünülmez. Ancak en çok olanlarından aklî olanlara öncelik vermemiz gerekir. Aldatılmış
akıl ne zaman nefsi iknaya başlarsa şeytan o zaman onu günaha sevki daha
kolaylaşır. Bu nedenle Allah Teâlâ “Nefsi ilah (yönetici) edinmek”
[33]
konusunda uyarıda bulunmuştur. Nefsin ilah edinmek onu Allah olarak kabul etmek
değildir. Allah Teâlâ’nın emirlerine karşı duyarlı olmayı ve itaat etmeyi
unutmaktır. Hiçbir kimse nefsine taptığını iddia da etmez. Ancak onun
isteklerine boyun eğer. Bu aldatma ise gizli ve fark edilme yönünden çok
zordur.
Aldatmanın çeşitliliği konusunda Necmed-din Kübra kaddesellâhu sırrahu’l-azîz değişkenlik
hakkında şunu haber vermektedir.
“Bir gün halvette yalnız olarak zikirle meşgul
olurken şeytan geldi. Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve
tuzaklarını artırdı. O anda elimde bir himmet kılıcı hâsıl oldu. Ucundan
kabzasına kadar üzerinde: “Allah,” “Allah”
kelimeleri yazılı idi. O kılıçla,
insanı meşgul eden ve Allah Teâlâ’yı zikirden alıkoyan hatıraları kovuyordum. O
anda kalbime “Hıyelu’l-merîd ale’l-mürîd” (Azgın şeytanın
mürid için kurduğu tuzaklar) ismi ile halvette
bir kitap yazmak hatırıma geldi. Şeyhim izin vermeden böyle bir eser yazmam
sahih olmaz, dedim. Benimle şeyhim arasındaki rabıtanın sıhhatli olması
sebebiyle sesini işittim. Şöyle diyordu: “Bu düşünceyi
bırak..” Şeyhime danıştım. Buyurdu
ki;
“Allah Teâlâ
bundan uzaktır bu düşünce şeytandandır. Şeytan, kendisine merid (azgın ve
inatçı gibi çirkin ve kötü) bir isim verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü
isim vermez) zannettin onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi
seni (kitap yazmakla) meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa
sarmaktır.” [34]
Bu olay ile aldanmanın hep şer yönüyle
gelmeyip hayır ile olduğudur. Onun için her insanın dikkatli olması yanında
Allah Teâlâ’nın yardımına gerek duyulacağı da kesinlik kazanmaktadır.
İnsanın yalnızlık mücadelesi
Yalnızlığın bu konuyla ilişkilendirilmesi,
insanın yapısındandır. Yalnız kalan insanın hata işleme oranı çok yüksektir.
İnancın sonuçlarından biride yalnızlıktan kurtulma çabasıdır. Yalnızlık
duygusunun giderilmesinde inanç büyük bir alanı kapsar. Bu şekilde insanın
karşılaşacağı etkiler karşısında tepkisinde en çok başvuracağı desteğidir.
İnancının desteğini alarak kendini muhafaza altına alır. İnancın ikna, aldanma
ve zorla oluşunun değeri de bu sırada anılmaz. Ancak insanlar tekrar yalnızlığa
düşünce inancı bozulmaya başlar. Bu bozulmanın dışarıdan içeriye doğru olduğu
varsayılsa da hakikatte içten gelmiştir. İnancın dinamiklerinin temelinde
bulunan aldanmanın kalıntıları artık dayanmamaya başlamıştır. Her inancın vaat
eden hali hazırda oluşmamış kısımları vardır. Bozulma ile bu vaatlerin
oluşmasında acelecilik baş gösterince inancın şekli ve kabuklu içeriği
kalmıştır. Bu kısım ise çok zaman tatmin edici olamamaktadır.
İnsan mücadelesinde inancı artık değerini
kaybedince, içeriği kendini bağlamaz, benliğinin yalnızlığına düşünce, inanca
sahip olup olmamakta bulanık durumlara düşüp huzurunu kaybeder. Bu sırada insan
inancın yerini dolduracak yeni inancını hayata koymaya başlar. Bu bahsedilen
durumun oluş durumuna bakılınca bir süreklilikte görebiliriz.
Allah
Teâlâ’nın kalplerine mühür vurulmuş, düşünemeyenler olarak bahsettiği kişiler belki
de bu yalnızlığın içine düşenlerdir. İnanç onlar için hep aldanma olarak
kalmıştır.
Aldanma inancın belli bir kısmında her zaman
bulunduğuna göre, önemli olan bu geçiş dönemini atlatmak gerekir. Bu sarsıntılı
inanç hayatı içinde kırılmalar, yıkılmalar, üzüntüler, mutluluklar vb.
psikolojik haller içerisinde aldanarak, aldatarak veya zorlanarak bir düşünce
hali içinde yoğrulur. Bütün bunların hepsi yalnızlığın verdiği bunalımın
çıkışlarıdır.
İnancın oluşmasındaki zafiyet
İnancı tesis edenler içerisinde insanları
ikna ve aldatmada başarılı olmak hepsine nasip olmamıştır. Sahih ve doğru
inanışları ikna ile anlatmak bilgimiz açısından olumludur. Ancak aldatma bu
inanışlarda nasıl olacak denilirse, burada bilinmesi gereken yoldan çıkarma
anlamına gelen aldatma değildir. Bahsedilen aldatma aklın çözemediği sorunlara
karşı çözümler üretmektir. Sihirbazların oyunları insanları aldatır. Olmayanı
var gösterir. Onun için rasüllere sihirbaz denilmiştir. Hakikatte rasüller
inanmayanı ikna etmeye çalışıyordu. Fakat aldatılma takıntısı olan aklın
korkusunu gidermek için ikna yeterli olmayınca aldatılma hissi yüz göstermiştir.
Eğer ikna başarılamamışsa akıl adatılmak duyusuna kapılıp inkâr etmekte hiçte
zorlanmadığı gibi tepkisini artırmaktadır. Fakat iknadaki başarıyı ele geçiren
aldatmayı da sorunsuz şekilde neticelendirmiştir demektir. Çok vaadin tecellisi
için zaman gereklidir. Akıl ise zaman ve ikna ile onları mantığı ile çözmekte
çok zaman gecikir veya erteleyip unutmaya çalışır.
Muhyiddin Ârabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Fusus’ul Hikem’de Nuh aleyhisselâm Fass’ında onun tebliğini anlatırken buyurdu ki;
[Yalnızca tenzih[35]
edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
Yalnızca teşbih[36]
edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve
seyyid olursun.
İmdi iki varlıktan söz eden, ortak kılıcı
oldu
Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan söz eden,
bir’leyici oldu.
Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
Ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
İmdi, sen O değilsin ve sen O’sun;
Ve sen O’nu şeylerin ayn’ında
Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış
olarak görürsün.
Eğer Nuh
aleyhisselâm, kavmi için bu iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine
icabet (ikna veya aldanmış) olurdu.]
Nuh
aleyhisselâmın kavminden fazla inananın çıkmayışı ve tufan gibi büyük felaketin
olmasına sebep olunacak bir azgınlığa
düşmeleri iknadaki parçalanmadır. İknadaki parçalanma dediğimiz aldanma
kısmının noksanlığıdır. Her insan ikna olmadığı gibi bazı insanların aldanması
daha fazladır. Eğer bu kısım orada işletilseydi onlar akıllarını nefislerine
karşı kullanacaktı. Nefsin ikna olmasında aklın yardımı gereklidir. Akıl
aldanmaktan rahatsızlık duymaz.
Konuyu
daha çok açarsak, çocukların akıl ile sorumlu tutulması, ergenlik yaşı 12, ceza
yaşı medeni hukuk 18 sayarken, nefsin ikna edilmesinde, yaş fazla aranmaz.
Çocuklar için aldanmış akıl ile 8 yaşında bir gerçeği kabule ikna
ettirebiliriz.
Nefis
küçük yaşta akıl melekelerini tam kazanmamıştır. Onun için küçük yaşta verilen
nefsi ikna edici bilgi ile aklını sürekli aldatırız. Akıl kendini bulacağı
döneme gelince bu verilen bilgilerin ışığında kendini toparlamaya çalışırken
artık bir etkilenme içinde kendini bulmuştur. Bulduğu bilgiler, düşünceler
zamanla inanç halini alır. Doğru ve yanlış inanç bulunduğu haliyle artık
sorgulanmaz olmuştur.
İnancın sorgulanması
İnsan
hayatında kendini sorgulamaya ihtiyaç hissettiği veya mecbur olduğu dönemlerde
sonuçların durumuna göre sıkıntıya düşmesi ihtimali yüksektir. Güzelliğe,
iyiliğe, doğruluğa götüren tesir ve hazları kaybetmiş olduğu anda üzüntü
vücuda ve ruha sirayet etmektedir. Artık ruhî fonksiyonlarda aşağılanma,
düşme, sakınmalar, korkular ve meraklı fikirler ve yoğunlaşma noksanlığı
sürekli inancını sarsmaya başlarsa, ileri safhada bunalmaya, fikirleri
çılgınlığa dönüşmeye başlayacak demektir.
İnsan istikametini
kaybettiği anda inanca bağlılığı zayıflamış veya istikametinden ayrılmaya
başlamıştır.
İnancı
doyabileceği ruhî tatmine eremediğinde, kişi arayış içine düşecektir. Ancak bu
yanlış bir başlangıçtır. Başlangıçta rûhî sarsıntılar olunca yine yanlış ve
sapık inançlara kapılması muhtemeldir. Bu türlü bir arayışın sonu da
olmayacaktır. Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan araştırması ile hakikati bulma
mümkünde görünmemektedir. Sıkıntıya düşen kimse, ruhî tatmine eremediği gibi,
ruhî karışıkların acı sonuçlarından de kendisini asla kurtaramamaktadır.
Allah
Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hitaben geçen ayette;
“Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?” [37]
sıkıntının giderilişinde bir yardımın varlığını aşikâr etmektedir. İnsanın
benliğine düşkünlüğü her şeyin önüne geçse de Allah Teâlâ’nın muradı her zaman
önde gelmektedir.
“Şüphe yok ki, sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Ve Allah
dilediğini hidâyet erdirir ve o, hidâyete erecekleri daha ziyâde bilendir.” [38]
Bu ayetin işareti ile bugün üzerinde bulunduğumuz inancın hakikatinde
Allah Teâlâ’nın özel ve bilmediğimiz şekilde ihsan veya engeli bulunmaktadır.
Onun için iftihar etmek veya üzülmekten uzaklaşıp dışımızdaki insanlara karşı
merhametle muamele kılmak mecbur ve gereklidir.
İnancın
kişi açısından sorgulandığında doğru ve yanlış olma açısı kapalıdır. Başkasının
sorgulamasında ise kriterlerinin doğru ve yanlış olması açıktır. Başkası
sorgulama yaparken kendi kıstaslarını ileri sürerek sorgular.
Unutulmamalıdır
ki, inanç sahibi sorgulama seviyesinden düşmüş ve kendi inancında olanları
kurtulmuş olarak görür. İkna ve aldandığı şeyin doğruluğu ve yanlışlığı değer
kaybına uğramıştır. Sorgulama faktörünü kaybetmiş kişinin inancında doğruluk ve
yanlışlık negatifleşmiştir.
Rasüllerin
din getirdiği dönem itibarı ile az olan ittiba daha sonraki dönemlere
bakılınca, sayı itibarı ile kıyaslanmayacak kadar büyümüştür. İlk ikna ve aldanmanın
inanca tahvilinden sonra artık ikna safhası bitmiş, ikinci kısmı olan aldanma önde
olan safhası başlamıştır. Bu nedenle inancın elde edilişinde ilk anlarda kabul
edilmeyecek birçok durum son dönemde kabul edilme ve alışkanlık halini alması
görülmektedir.
Nietzsche’nin; “Tanrı
öldü”. O’nu biz öldürdük ve hepimiz O’nun katiliyiz.[39] Tanrı’nın ölümü, Hıristiyani
değerlerin/ahlakın artık inanılmaz oluşu ve özünde nihilizm [40]
olan Avrupa insanının da ölmesi demektir. Zira Tanrı değerler
hiyerarşisinin zirvesidir. Nietzsche’nin düşüncelerindeki bu sözler aslında aldanmanın
habercisidir. Ancak bu sorgulama onu intiharına doğru götüren bir yolun
açılışına sebep olmuştur.
Sonuç olarak, gerçekte inancı yargılama taraflılığıyla ve
zamanıyla aldatır. Yargıda nasıl müspet veya menfilik geçerliyse inançta da
geçerlidir. İnancımız bize göre çok geniş
ve kapsamlı olduğu için benlik onu belli sınırlar içinde tutamaz, anlamadığımız
şeyleri de kabul ederiz. Bu nedenle bazı şeylere kolaylıkla sapıyor ve kötüye
iyi diye, yanlışı doğru diye seçebiliyoruz. Belki aldanmak ve günah işleyişte
bundan meydana gelmektedir.
Özgürlüğümüzün kaynağı Allah Teâlâ'dadır. Seçiyorsak onun
muradıyla seçmekteyizdir. Bizi şüpheden kurtaran da bu özgür seçişimizdir. Descartes,"Kuşkulu şeylere inanmaktan kaçınmamızı ve böylece
aldanmaktan kurtulmamızı sağlayan bir özgür seçişimiz vardır" demiştir.
Descartes inançlarımızı sorgulamaktansa, daha doğrusu
bilgilerimiz arasında önyargılarımızı bir bir ayıklamaya kalkmaktansa -böyle
bir ayıklamaya belki bir ömür yetmezdi- bilgilerimizi bir defa şüpheye koymamız
daha doğru olacaktır diye düşünmüştür.
Belki tüm bilgilerimizi şüpheye koymak, geçersiz saymak
anlamına gelebilir. Yada şu ve bu şartlarda edindiğimiz nice bilgimiz inancımız
vardır, bunları ayıklamaya, iyisini bir yana kötüsünü bir yana ayırmaya kalkmak
içinden çıkılabilecek bir işte değildir. Yapılması gereken, zihnimizi dağıtıp
yeniden kurarcasına inancımızı bilgilerimizi şüphe ile beraber yerine koymaktır.
Descartes şöyle demiştir.
"Büyük insan olmadan önce çocuktuk, henüz aklımızı
tümüyle kullanamadığımız için duyularımıza kendini sunan şeyleri bazen iyi
bazen kötü diye yargıladık, böylece bizi doğrunun bilgisine ulaşmaktan
alıkoyan birçok inanç ortaya çıktı, onlar bizi öylesine engelliyor ki onlardan
kendimizi kurtarmamız mümkün görünmüyor, bu yüzden en küçük bir kesinliksizlik
kuşkusu uyandırabilen her şeyi hayatımızda bir kere şüpheye koymaya
yönelmeliyiz. "
Epiküros diyor ki; “Gerçek kâfirler,
kalabalıkların tapındıkları tanrıları inkâr eden değil; asıl, kalabalıkların
inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir” Aslında buradan çıkan mana Hz.
Ali kerremallâhu vechenin söylediği sözdür.
“Sakın
Hakk´ı bazı kişilerle bilip tanımaya çalışma; önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk
ehlini tanımaya çalış.”
Herkesin inancı kendine doğru
İnsanların inançlarındaki tasavvuru iki şekildedir. “inançlarında
yarattığı düşünce” veya “inanılan düşünce” dir.
İnsanın düşüncesi, inancına veya zannına göre doğru olunca başkalarını
kabullenmekte zorlanmaktadır. Koyduğu sınırlar dahi diğer insanları öylesine
kapsar ki, kendi dahi bir zaman sonra koyduğu sınırını artık aşamaz.
Allah
Teâlâ buyurdu ki;
“Kulum beni nasıl bilirse (zannederse) ona öyle muamele ederim” [41]
Bu hadis insanların inancında çeşitliliğin
oluşunu haber vermektedir. Bu durum, bir anlamda, “sayısız inanç tasavvurunun[42]
imkânı” nı doğurmaktadır.
Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu
hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve
“Sen
bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ,
herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes,
kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler.
Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî
kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir:
“Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk
ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve
ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir ‘o şöyledir, şöyle değildir’
şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve
her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.” [43]
Öncelikle inançtaki sonsuz çeşitlilik
Allah Teâlâ’nın büyüklülüğünün işaretidir. Bu çeşitlilik ile herkes “kendisi
bakımından” bir inanca sahip olur ve böylece pek çok inançlar ortaya
çıkar.
İnsanın mutlaka “belirli”
ve “sınırlı” bir inanca bağlanma ihtiyacı ve fıtratının gereği
olduğunu bilmekteyiz. İnsanın hiçbir şekilde bilemediği ve hakkında hüküm
veremediği bir şeye inanmasında çeşitlilikten kurtulması mümkün değildir. Ayrıca
aynı inanç içinde buluştuğu kişilerle dahi bağdaşamadığı pek çok konusu da
vardır. Bu durumun çıkışı inançtaki, bilme, ikna ve aldanma imkânları ile
eşittir.
“Allah onların kalblerini ve kulaklarını
mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.” [44]
Bu ayet ile insanın aldanmayacağını düşünmek
yanlıştır. Yani insan yalnız kalınca ve bırakılınca muhakkak aldanır demektir.
Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
mesnevisindeki uzun hikâyelerden birisi olan Yahudi padişahın hikâyesinde [45] ikna ve
aldanmanın inançtaki seyri, aldatan ve aldananlar söz konusu edilmiştir. Bu nedenle
inancın tahkik safhasına kavuşmadığında çok faydalı olmadığı ve sonuçta hüsran
olunacağı anlatılmaktadır.
"Yahudi padişah" hikâyesi kısaca şöyledir:
“Yahudiler
içinde zâlim, İsa aleyhisselâm düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir
padişah vardı. İsa’nın devriyle, nöbet
onundu. Musa’nın canı oydu, onun canı Musa. Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki
Tanrı dostunu birbirinden ayırdı.
Usta,
bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,
”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle”
dedi.
Usta
dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak
fazla görücü olma!”
Şaşı,
“Usta, beni paylama. Şişe iki”
dedi. Usta dedi ki:
“O iki şişenin
birini kır!”
Çırak
birini kırınca ikisi de gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten
şaşı olur.
Şişe
birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü! Hiddet
ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden,
göze, yüzlerce perde iner.
Kadı
kalben rüşvet almaya karar verince zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt
edebilir?
Padişah, Yahudice kininden dolayı öyle
bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
Musa
dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlum mümin öldürttü.
Padişahın
öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile
düğümlerdi.
Dedi ki:
“Hıristiyanlar,
canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler. Onları az öldür, çünkü
öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki! Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır.
Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.” Padişah:
“Peki söyle
bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki
dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın”
dedi. Vezir dedi ki:
“Bana gazap ederek
hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır! Ondan sonra beni darağacına
götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin. Bu işi dört yol ağzı
bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre
sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.”
Vezirin Hıristiyanlara hilesi bu halde diyeyim ki:
“Ben gizli Hıristiyan’ım;
ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin! Padişah, benim imanımı anladı;
taassuptan dolayı canıma kasdetti. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden
görünmek istedim.
Padişah, benim
sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.” Vezir,
bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamıyla
giderdi. Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı. Halk, bu gizli ve
hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı. Onu Hıristiyanların
oturdukları tarafa sürdü. Vezir de ondan sonra halkı davete başladı. Yüz binlerce Hıristiyan, azar
azar onun etrafına toplandı. O, onlara gizlice İncil’in, zünnarın
ve namazın sırrını anlatmaktaydı. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış,
hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı. Bunun için (gizli
hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı ashab, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemden, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar; “Nefis,
ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemden ibadetin faziletini ve sevabını arayıp
sormazlar;
”Apaçık ayıp
hangisidir?”diye kötü huyları
sorarlardı.
Hıristiyanlar
tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki? Kalplerinin
içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar. O ise hakikatte
tek gözlü melûn Deccâl’dı.
Ey
Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem
var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz. Her an yeni bir tuzağa
tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg olalım. Sen bizi her
zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa
doğru gitmekteyiz! Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine
kaybetmekteyiz. Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın
noksanlaşması farenin hilesindendir. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden
ambar harab olmuştur.
Ey
can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış,
çabala! O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb
olmadıkça namaz tamam olmaz.”
Eğer bizim
ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?
Her
günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?.....
….
O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak
karıştırmıştı! Hıristiyanların içinde aklı eren zevk sahibi olanlar vezirin sözünde acılık karışmış bir tat anlayıp hilesini sezdiler.
Vezir,
garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir
dökmekteydi. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana,
gevşek ol demekteydi. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran
gibi bir hale hale gelir.
Vezirin
sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı
(onun sözlerini kabul etmişler, ona uymuşlardı). Vezir, padişahtan
altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa aleyhisselâma uyanlara sığınak oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde
herkes, can feda ediyordu.
Padişahla
vezirin arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vaatlerde
bulunuyordu. Nihayet muradının hâsıl olması, Hıristiyanların toprağını yele
vermesi için.
Padişah “Ey
devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar” diye mektup yazdı. Vezir de
“Padişahım; işte
şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim”
diye cevap verdi. Hıristiyanların
on iki kısmı hükümetleri zamanında, İsâ aleyhisselâm
kavminin on iki emîri vardır. Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah
yüzünden kul olmuştu. Bu on iki emîrler kavimleri, o
kötü vezire bağlanmışlardı. Hepsi, onun sözüne itimat ediyordu,
hepsi onun mesleğine uymuştu. O, öl, der demez her emîr hemen o anda
ölürdü.
Vezir,
her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı. Her
birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır. Birinde riyazat ve açlık
yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış. Birinde
“Riyazat
faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki:
“Senin açlık çekişin,
mal verişin mâbuduna şirk koşmadır. Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya
dayanmak ve tamamıyla teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki:
“Vacip olan
hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.” Birinde;
“Dindeki emir ve
nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir. Tâ ki onlardan âciz
olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım”
demişti. Öbüründe,
“Kendi âczini
görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir. Kendi kudretini gör
ki bu kudret ondandır. Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki:
“Bu ikisinden de
geç, nazarına her ne sığarsa put olur!” Öbüründe;
“Bu mumu
söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir. Eğer nazardan ve hayalden
geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun”
demişti. Birinde demişti ki:
“Söndür, hiç
korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can
mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur! Kim, zâhitliği
yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!” Başka birinde;
“Hak sana ne
verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış. Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al;
kendini zahmete sokma” demişti. Birinde
demişti ki:
“Kendine ait
olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur. Eğer
Hakk’ın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her Yahudi ve
mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı”
demişti. Öbüründe demişti ki:
“Kolay, odur ki
gönlü hayatı ve canın gıdası ola. Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti
geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez. Onun mahsulü,
pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey
getirmez. O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş
görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden
ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.” Bir tomarda da;
“Bir üstad ara.
Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla
öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din
sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini
gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu
yüzden hata ve dalâlete düştüler. Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş
değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?”
demişti. Bir tanesinde demişti ki:
“Usta da sensin;
çünkü ustayı da sen tanırsın. Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının
çaresine bak sersemleşme.” Bir
diğerinde;
“Bunların hepsi
birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır”
demiş. Bir tomarda da;
“Yüz, nasıl bir
olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun! Bunların her biri,
öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden
nice koku alabilirsin?
demişti.
O
İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.
İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde
değil.
Vezir,
İsâ aleyhisselâmın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün
mizacından huy kapmamıştı. Yüz renkli elbise, İsâ aleyhisselâmın sâf küpünden
saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek renklilik, insana
usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da
balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
Karada gerçi binlerce renk var, ama
balıkların kurulukla savaşı var!
Sonra
vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.
Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı. Halk onun
iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli
oldular. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki
büklüm olmuştu. Hepsi birden
”Biz sensiz kötü
bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün
ahvali ne olur? İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden
ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi
döşe” demişlerdi.
Vezir dedi ki:
“Ruhum
dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
Emîrler
rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
“Ey
kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden
de. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk
soğuk ah edip duruyoruz. Biz
senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.
Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma! Gönlün razı
olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar? Hepsi de karadaki
balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık! Ey zamanede eşi olmayan
zat! Allah Teâlâ aşkına halkın imdadına yetiş!”
Vezir dedi ki:
“Dikkat ediniz,
ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri
arayanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını
çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o
can kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî - Tanrına geri
dön” hitabını işitesiniz. Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden
nasıl olur da bir koku alabilirsin! Bizim
sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde
olur. Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden)
doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize attı. Kuru cismin yürümesi, kuruya
düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı. Ömür
kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede
yaracaksın? Kara
dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise
kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan
sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu
toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”
Müritler, halveti terk et diye tekrar ısrarla
yalvardılar ve dediler ki: “Ey
bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva görme! Vezir
“Halveti terk etmem” diye cevap verdi. Hepsi birden dediler ki:
“Ey vezir, inkâr
etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir. Ayrılığından gözyaşlarımız
akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta!”
Vezirin, halveti terk etmede müritleri
ümitsiz bıraktı. Vezir içerden seslendi:
“Ey müritler,
benden size şu malûm olsun ki İsâ aleyhisselâm bana “Hep yakınlarından,
arkadaşlarından ayrıl, tek ol, Yüzünü
duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye
vahyetti. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile
işim yok. Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe
ilettim. Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler
içinde yanmayalım. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın
yanında oturacağım.”
Neden
sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi. Her
birine
“İsâ dininde
Tanrı vekili ve benim halifem sensin, Öbür emîrler senin
tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti.
Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at.
Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma. Ben
ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına
kalkışma. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri... Bunu ümmete tasih
bir tarzda oku!” dedi. O,
her emîre ayrı olarak şunu söyledi:
“Tanrı dininde
senden başka naib yoktur!”
Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne
söyledi ise buna da onu söyledi. Her birine bir tomar verdi, her tomar
öbürünün zıddını ifade ediyordu. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine
aykırıdır. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti
bundan önce bildirdik.
Ondan
sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu. Halk
onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü. Bir hayli halk
onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı. Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan,
Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir. Mezarın toprağını
başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler. Bir ay
ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı
derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı. Bir
ay sonra halk dedi ki:
“Ey ulular! Siz
beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir. Ki biz o zatı,
vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline
teslim edelim….
O
emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki:
“İşte o zatın
vekili; zamanede İsa halifesi benim. İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana
ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür
emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun davası da bunun davası
gibiydi. O da koltuğundan bir tomar çıkardı,
gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı. Diğer emîrler de bir bir
katar olup (birbirlerinin ardınca davaya kalkışıp keskin kılıçlar
çektiler.) Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş
filler gibi birbirlerine düştüler. Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle
kesik başlardan tepe oldu. Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı.
Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı. O vezirin ektiği fitne
tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.”
Vezirin
hilesi ile Hıristiyan topluluğu kendi kendini yok etmek için gayret içine
girmişti.
Bu anlatılanlar
aldanmanın inanç şekline dönüşünün hikâyesidir.
Netice
İnsanın,
âlemlerin sahibi Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu inancın kendi kabul ettiği şekilde
olmasında zâtının ikramı olduğunu kabul etmesi gerekir. Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız üzere aldanışın kaçınılmazlığı görülmektedir. Hiç kimse bir
başkası hakkında leh ve aleyhte yorum yaparken unutmamalı ki, inancında yalnız
kendi gayretinin kâfi derecede yeterli olmadığı, güvenilir aklının aldanarak,
aldatıcılardan biri olarak sapıtmasına sebep olabileceğini aklından
çıkarmamalıdır.
İnsanın dünyanın neresinde
geleceğinde özgürlüğü yoktur. Doğduktan sonra akıl çağına ve şahsiyet
gelişimini sağlarken de ikna ve aldanmanın etkisinden kurtulamadığını
biliyoruz. İnsan taklit çağında (çocukluğunda) kırılmaz bir engelin içinde hakikat
penceresinin aydınlığını görecek kudreti de olmaması sebebiyle, bir girdap
içinde etkilenmesi de kesin gibidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu ve sonra da “Şu ayeti okuyun” dedi:
“Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver.
Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat
insanların çoğu bilmezler.” [46]
Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
sözünü şöyle tamamladı:
“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya
Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam
olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş
hayvana rastlar mısınız?”Dinleyenler:
“Ey Allah’ın Resûlu, küçükken ölenler hakkında ne
dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
“(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah Teâlâ
daha iyi bilir.” [47]
[Fahreddin-i Râzî âhirete intikal ettiğinde,
malum suallerin hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın nasıl bir iman?”
sualine cevap veremiyor. Aklına gelmiyor, manevi olarak Necmüddîn el-Kübrâ
kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine soruluyor. Necmüddîn el-Kübrâ diyor ki;
“Taklittir,
de, taklit.”
Taklittir, diyor. “Kimin taklidi?” diye soruyorlar. “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” diyor. Sözünü kabul ediyorlar
Bunun
için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, irfan sahibi
büyüklerimiz “La ilâhe illa’llah alâ muradillah” La ilâhe illa’llah’tan
Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise,”alâ murad-ı Rasulillah” “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o
kasıtla diyorum” veya “sen de öyle de” derler. Ve bu taklittir.] [48]
Bu
örnekler ile âlim ile cahilin arasındaki farkın azlığını görünce düşünmemiz
gereken şu olabilir.
Allah
Teâlâ’nın nimet olarak ihsan buyurduğu İslam nimeti ve inancına çok bir gayret
göstermeden kavuştuğumuzdan şükrümüzü artırmalıyız. Bu nimete kavuşamayan diğer
kullarına merhamet etmeli onlara yardımcı olmalıyız. İnancın ilk temellerinden
bir kısım olan aldanma herkes için geçerlidir. Eğer bu şekilde olmamış olsaydı,
rasüllerin gelişinde bir mana bulunmazdı.
Herhangi
bir inanca sahip olan hakkında bulunacağımız yargının son durumu hakkında Allah
Teâlâ’nın hükmetme, mükâfat ve ceza hakkına tecavüz etmemeliyiz. Örnek verecek
olursak; bizim müslümanlığımız karşısında Hıristiyan’ın yargısı “bizim
aldandığımız”; biz müslümanların onlar hakkındaki yargımız ise “onların
aldandığı” dır.
İnsanlar
aslında hep kendilerinin haklı olmasını arzuladıkları gibi yargılarında da
kendilikleri öne çıkar. Bu sonuç ise normal bir durum olduğu kadar, sonuç
açısından sakıncaları bulunmaktadır. Bu da başka aldanma sebeplerinden biridir.
Ebucehil bir gün
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
“Beni Haşim´de
senden daha çirkin suratlı biri gelmemiştir” dedi.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem “her
ne kadar haddini aştınsa da yine doğru söyledin” dedi.
Biraz sonra
Ebubekir radiyallâhü anh Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına
gelince
“Ey güneş yüzlü
Resul, Sen´den daha güzel yüzlü bir yüz görmedim” dedi.
Bunun üzerine
“Ey aziz dost, ey
değersiz dünyadan kurtulan, doğru söyledin” dedi.
Orada bulunanlar
bu durum karşısında şaşırıp,
“Ya Resûlullah! Bu
ikisi birbirine zıt şeyler söylediler. Sen her ikisine de “doğru söyledin”
dedin, bunun sebebi nedir” diye sordular.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ben Allah (celle celâlühû)´ın cilâladığı
aynayım, bana bakan kendini görür”
Ebubekir
radiyallâhü anh ile Ebucehil inançlarında bulunan farklılık ikna ve aldanmanın
seviyelerinin değişikliğidir. Ebubekir radiyallâhü anh ikna olmadaki yüksek
seviyesi ile Ebucehilin aldanmadaki yüksekliğinin inanca tesirleri bu şekilde
kendini göstermiştir. Ancak insanlar aldanmalarıyla, inançlarında bulunan
tutarsızlıklarıyla bile birbirlerinden ayrılma durumuna hiçbir zaman gelemez. İnsanların
birbirleri hakkındaki düşüncelerle millet ve cemiyet oldukları düşünülünce
onları bir arada tutanın Allah Teâlâ olduğu kesilik arzeder.
Sonuç
olarak, inanç insan hayatının ayrılmaz parçası olunca onun aldanma ve ikna ile
olması, bir zaman sonra ilişkilerdeki kuvveti önemini kaybeder. Ancak menfaatlerin
ve kuvvetin eline geçtiği inanç gurubu karşısındakine huzurlu ve güzel yaşama
hakkına saygı duyması gerekmektedir. Eğer bu hakların birisi bir nedenle terk
edilmeye başlanılırsa, insanlardaki hayatta kalma arzuları ile birbirlerine
saldırmaya başlamalar ve kaos oluşur.
Sosyal
hayatta inanç üzerindeki baskıyı kaldırmak veya artırmak ile hiçbir kazanç
olmadığını tarih boyunca görülmüştür. İnancın kazanılışındaki tesadüf, ikna ve
aldanma bahsettiğimiz gibi çok çeşitli olduğuna göre, hangi inancın Allah
Teâlâ’nın kabul ettiğinden çok, insan olarak ne olduğumuzun farkına varmak
gerekir.
İnsanların kendini hakikati bulmuş zannedip,
kendi din kardeşine “yolun benim anladığıma uymuyor, benim bildiğime uy”
dememesi, bunun yerine kendisinin bile bir aldatıcı mı olduğunu düşünmesi
gerekir. Uyulacak biri vardır. O ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.
Onun için kendi aldandığını sandığı insanlar yerine kendi aldanmıştır. Kimin aldanıp
kimin haklı bulduğunda karar verme yetkisi yalnız Allah Teâlâ’nındır. Allah
Teâlâ bu hakkı kimseye vermemiştir.
Aynı
dine sahip olanların bile ihtilaf ettiği düşünülünce hayatın inanç kısmındaki
hallerin anlaşılması çok zordur. Eğer bu şekilde olmasaydı Allah Teâlâ binlerce
nebi göndermezdi. Her nebi kendi milletinin ahvaline uygun bir şekilde İslam’ı
anlattı. Fakat bir türlü istenilen inanç şeklide oluşamadı. Ta ki Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem gelip dinin yaşayış ve anlatış şeklindeki zirveyi
buluna kadar. Aslında bu insanlığında kavuşabileceği son zirvedir. Müslümanlar
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile inancın aldanma kısmından
geçmişlerdir. Zamanımızda ise İslâm’ın tahrif edilmesi ile inanç bozulmasına
çalışılmaktadır. Biz Müslümanlara düşen O’nu taklit etmemizdir. Aşağıdaki misal
ile bunu daha iyi anlayacağız.
[Hz.
Musa aleyhisselâm zamanında Firavun’un palyaçolarından biri, Hz. Musa
aleyhisselâmı taklit ediyor. Malum, Hz. Musa aleyhisselâm kıllı vücutlu, göbekli,
başı dazlak biridir. Palyaço, başına işkembe geçiriyor, o zaman naylon yok
tabiî, karnına bir yastık koyuyor, elinde asayla Hz. Musa aleyhisselâmı taklit
ediyor. Çünkü Firavun’u güldürecek. Hz. Musa aleyhisselâm bunu haber alıyor.
Allah Teâlâ ile konuşma sırasında, “Bunu kahret Yâ Rabbî” diyor.
“Kahretmem” diye hitap ediyor Cenâb-ı Allah Teâlâ
“Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” ][49]
Buradaki takliti çok iyi anlamamız
gerekmektedir.
Şems-i Tebrizi
kaddese’llâhü sırrah’ül azîz buyurdu ki;
[Hazreti
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemle birlikte otururken Musa aleyhisselâmı
görmek istersen aldanırsın, İsa aleyhisselâmı görmek de böyledir. O, avların en
büyüğünü avladı. Ama Musa aleyhisselâmı görseydin onu Hazreti Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemde bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir
şeyler söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem söylemiştir. Eğer Tevrat'ı okur da onun vasfını o
kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi dilersen,
Hazreti Musa aleyhisselâmın bin kere:
“Yarabbi
ne olurdu o rasüllüğü bana vermeseydin yahut bir zaman yerimde oturup da onun
dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!” dediğini
görürdün.][50]
Bu sözler ile İslam’ı
kolayca bulduğumuz için şükretmeliyiz. Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin inanç konusunda aldatıcı konumuna düşmesine dahi razı
olmadığı gibi, açıkladığı tehdit ile hiçbir şekilde başıboş bırakmadığını da
beyan etmiştir. Allah Teâlâ buyurdu ki:
”Eğer (rasül) bize
atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette Onu kuvvetle yakalar; sonra da Onun can damarını
koparırdık (Onu yaşatmazdık) sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.”[51]
Bu nedenle Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yoluna sahip çıkıp, ondan ayrılmamalıyız. O hep
şöyle dua ederdi;
“Allah’ım! Sana
teslim oldum, ben sana inandım, sana dayandım. Yüzümü gönlümü sana çevirdim,
senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Allah’ım! Beni saptırmandan yine
sana, senin büyüklüğüne sığınırım, –ki senden başka ilah yoktur–. Ölmeyecek
diri yalnız sensin. Cinler ve insanlar ise, hep ölümlüdürler!”[52]
İnsanlığın güzel hayat yaşama hakkına kim
sahip çıkarsa, istikamet üzere olursa, Allah Teâlâ o kulların kudret ve
kuvvetlerine yardım eder. Allah Teâlâ’nın sevmediği en kötü hal münafıkların
halidir. Yani ikilemleri olanların hem insanlar arasında hem de Allah Teâlâ
yanında zerre kadar değeri yoktur.
Şüphesiz
bir inancın sahibi olmak mutlak manada bütün sorunları çözme teminatı değildir;
inancı olduğu halde sorunlarını halledemeyen ve hatta daha çok zarar gören
cemiyetler vardır. Meselâ günümüzde hakiki dine sahip olan İslâm dünyası
sorunlara batmış bir durumdadır. Buna göre mühim olan, inancın yaşanır
oluşudur. Bu bakış açısı ile ele alındığında, toplumun potansiyellerini
harekete geçiren herhangi bir ideal, dâvâ, ideoloji inancın fonksiyonunu yerine
getirebilmektedir. Onun için yaşamadığımız bir din aldanmadan başka bir şey
değildir. Aldatan ve aldananların kurtuluşu bulamadıkları gibi hüsrana
uğrayanlardan olacağını bilerek hayatımızın geri kalan kısmında Allah Teâlâ’yı
razı edecek hal üzere yani müslüman mümin olmalıyız.
Bu arada unutulmaması gereken hususta herkese
düşen benim anladığım ve kabul ettiğim inanç bu şekildedir. Eğer sende buna ikna
olursan bu inancı yaşayabilirsin, demelidir. Allah Teâlâ’nın vermediğini birine
kazandırmak mümkün değildir.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“(Resûlüm!) De ki: Ey kâfirler!
Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz
de benim taptığıma tapmıyorsunuz.
Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak
değilim.
Evet, siz de benim taptığıma tapıyor
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” [53]
Ey Allah Teâlâ’m Bizi dosdoğru yola
ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve
sapıklarınkine değil.
[1] Disinformation: i. kasten yanlış haber verme, yanlış
bilgi verme
[2] Buhârî, Menakıb, 1; Müslim,
Birr, 160; Müsned, 2/539
[3] Tirmizî, İlim 19,
(2083)
[4] Tirmizî, Tıbb 1,
(2037)
[5] Muvatta, Kader 3, (2,
899).
[6] Çoğulu “hiyel”
olan “hile” kelimesi lügatte, çare, maharet, kurnazlık, iyi
düşünme, iyi görüş, işlerde tasarruf kudreti, maksada ulaşıncaya kadar fikri
değiştirmek manalarında kullanılmıştır. Hile iradeyi sakatlayarak, bir diğer
tarafı kasıtlı aldatılmasıyla bir hareketi yapmaya sevk edilmesidir.
[7] Ebu Dâvud, Cihad 101, (2637); Buharî, Cihad 157; Müslim,
Cihâd 18, (1740).
[8] Mutaffifîn,1-3.
[9] İbn Mâce, Ukûbât
22. Elbânî hadisin Hasen olduğunu söylemiştir. Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr,
XI, 45. Mâlik’in rivayet ettiği hadiste ise şöyle buyurulmaktadır: “Bir
kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah onlardan rızkı
keser.” Mâlik, Muvatta, Cihad, 13.
[10] Mesnevi, c: II, b:
1591
[11] Buharî, Şehadat 27, Mezalim 16, Hiyel 9, Ahkam 20, 29,
31; Müslim, Akdiye 5, (1713); Muvatta, Akdiye 1, (2, 719); Ebu Davud, Akdiye 7,
(3583, 3584); Tirmizî, Ahkam 11, (1339); Nesâî, Kudat 13, (8, 233)
[12] Buhârî, Ahkâm 8, Müslim, İman 227, (142); İmâret 21,
(142)
[13]—Mesnevi,
c.II, b. 2603
[14] Eflâki, Ariflerin
Menakıbı, İst. 1995s. 301
[15] Al-i İmran, 120
[16] Nisa, 28
[17] Nisa, 76
[18] Nisa,7
[19] Zümer, 62
[20] Saffat, 96
[21] Mesnevi, c: II,
b:2603-2619
[22] Mesnevi, c: II,
b:2700-2743
[23] Mesnevi, c: II,
b:2780-2800
[24] Mesnevi, c: II, b:
2510-2514
[25]—Mesnevi
c.IV, b.1549–1553
[26]—Selim
Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, İstanbul, 1998, s.56
[27] Tirmizî, Birr 27, (1942)
[28] Kenz-ül Ummal
[29] Mesnevi, III,
b.1260-1273
[30] Nasihat
[31] Mükâfat
[32] Haraç
[33] Furkân, 43; Câsiye, 23
[34] Necmeddin Kübra,
Tasavvufî Hayat, trc. Mustafa KARA, İstanbul, 1996, s.103
[35] Tenzih: Allah Teâlâ'yı her çeşit kusur,
noksan ve ortaktan uzak bilip söylemek, eksik ve kusurdan uzak sayma.
[36] Teşbih: (C.: Teşbihât) Benzetmek,
benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek.
[37] Duha, 7
[38] Kasas, 56
[39] (NİETZCHE, Friedrich; Şen
Bilim. (trc. Levent Özşar) Bursa: Asa Yayınları
(2003),130).
[40] Hiççilik: Hiççilik, Nihilizm veya
Yokçuluk 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da özellikle genç entelektüel kesim arasında taraftar
bulan bir felsefî yaklaşımdır. Latince nihil (hiç) sözcüğünden türetilen
Nihilizm, bilimsel bilgi dışında hiçbir gerçek bilgi olmadığını kabul etmektir.
Rus edebiyatında ilk kez Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanıldı. Bu
yaklaşımın uzantısı olarak da toplumda yerleşik kuralların, kurumların, değer
yargılarının ve ahlâk kurallarının inkar edilmesine varır.
[41] Hadis müttefekun aleyhtir. Bkz. Buharı. Tevhid. 15:
Müslim. Tevbe. 1. Zikir. 2.19: Tirmîzî. Zühd 51. Daavat. 131: İbn. Mâce. Edeb.
53.58: Darimi. Rikak. 22
[42] Tasavvur: Hayal
gücü, imgelem, hayal, hayal etme, kuruntu,
[43] bkz. Suad el-Hakim, el-Mu’cem,
87 vd; Ebu’l-Ala Afifi, Fusûsu'l-Hikem Okumaları İçin Anahtar (trc. Ekrem
Demirli, İz Yay. 2000), s. 54 vd. Vahdet-i vücûd ve ilâh-ı mutekâd hakkında
bkz. Abdülganî en- Nablûsî, Gerçek Varlık, 76 vd; Konevî’de İlâh-ı
mutekâd ve “sübjektif Tanrı” tasavvuru için bkz. Nihat Keklik, Sadreddin
Konevî’nin Felsefesinde Allah-Kainat ve İnsan, s. 51 vd.; Ekrem Demirli, Sadreddin
Konevî’de Mârifet ve Vücûd, s. 145 (doktora tezi, M. Ü. S. B. E., 2003)
[44] Bakara, 7
[45] Mesnevi, I, b. 324-739
[46] Rum, 30
[47] Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim,
Kader 22, (2658); Muvatta, Cenâiz. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader 5, (2139); Ebu
Dâvud, Sünnet 18, (4714).
[48] (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)
[49] (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)
[50] Makalat, 72
[51] Hakka,
44-47
[52] Müslim, Zikir 67
[53] Kafirun, 1-6
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar