AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) Seçilmiş Kısımlar
ROMAN HAKKINDA: 1
Roman nasıl vücuda geldi.
Sâmiha Ayverdi imzasıyla
1938 yılında yayınlanan ve yazarın daha sonra basılmasına izin vermediği AŞK
BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) [Yazar, romanından Aşk Bu İmiş diye bahsediyor. (sh:
271)Kitabın kapağında ise, eserin adı [sehven] Aşk Budur şeklinde
yazılmıştır.]isimli ilk romanı hakkında, kim ya da kimler tarafından ve nasıl
yazıldığına dâir, uzun zamandan beri ortaya atılan bir rivâyet vardır. İlk defa
elli küsur yıl önce […] H. Hanımdan duyduğum bu rivâyeti, […] iki hanımın […]
hâtıralarında da gördüm. Şöyle ki:
“Aşk Bu İmiş adlı romanı,
Ken’an Rifâî’nin talebelerinden Semiha Cemâl Hanım yazıyormuş, fakat ömrü vefâ
etmeyince yarım kalan eseri tamamlama vazîfesini hocası Ken’an Rifâî, Sâmiha
Ayverdi’ye vermiş, devâmını o yazmış.”
Bir müddet evvel yayınlanan
S. Ayverdi’nin eserlerinden derlenmiş bir kitapta[(Özcan Ergiydiren, “Aşk Bu
İmiş Romanını Kim Yazdı?” Akademi Mecmuası, Ekim 2012, s. 56-59)] da
şunlar yazılmış:
“ Aşk Budur Sâmiha Annenin
ilk evlâdıdır. Semiha Cemâl Hanım’la ortak kitabıdır. Ve gene Sâmiha ve Semiha
ilişkisinin iç içe geçmesiye zuhûr etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı
îtibâriyle çok farklı bir eserdir. Eser, Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinden
Semiha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta
Allah cebesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha
Ayverdi’ye verilir.
[…]
Romanın yayınlanmasından bu
yana, ara sıra zuhûr eden ve yukarıdaki gibi çok hoş bir hâle bürünen bu
hikâyenin aslı neydi?
[…]
Yazar [SA], kırk yıla yakın
bir zaman boyunca talebeleriyle yaptığı sohbetlerde, ilk romanını neden
yazdığını şöyle anlatmıştı:
“ Aşk Bu İmiş isimli
romanımı beni rencîde eden bir yazıya aksülamel olarak on beş günde yazdım.
Kendilerine [Ken’an Rifâî Hazretlerine ] götürdüm ve […] takdim ettim. […] Bu
kitap basılsın.’ dediler. ‘Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun’ diye
istirham ettim; ‘Hayır, dediler, senin isminle çıksın.’ Bir müddet sonra
basıldı.”
[…]
Yazar, Mülâkatlar adlı
kitabında da bu konuya temas etmiş: 78. sayfada:
“Aşk Bu İmiş’i yazmadan
evvel hislerimi rencîde eden bir kitap okumuştum. Bu, o tehevvürün tekaazasıyla
[sıkıştırmasıyla] yazılmıştır.” diyor. 151. sayfada tekrarlıyor:
“İlk eserim olan “Aşk Bu
İmiş”’i o zaman okuyup da hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on
beş günde yazmıştım. Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir
büyüğümün arzusu neticesi olarak neşrettim.”
Gazeteci Kandemir’in Sâmiha
Ayverdi ile yaptığı 14 Temmuz 1949 târihinde Edebiyât Âlemi’nde yayınlanan bir
röportajda da bu hakîkati teyit ediyor. Kandemir soruyor:
-İlk eser?
Düşüncelerimi, duygularımı
rencîde eden bir kitap okumuştum… Tam on bir sene evvel…
-Neydi?
Şimdi hatırlamıyorum… Onun
ilk reaksiyonu olarak, cevâbî mahiyette ilk kitabımı, gâyet kısa zamanda
yazmıştım. […]
Yazar, kendisiyle yapılan
mülâkatta “Tam on bir sene evvel” diyerek Aşk Bu İmiş romanını 1938 yılında
yazdığını belirtiyor. Semiha Cemâl Hanım […] 1 Şubat 1936’da vefât etmiş, roman
ise 1938’de yayınlanmış. Eğer gerçekten romanın yarısını Semiha Cemâl yazmış,
Sâmiha Ayverdi tamamlamış olsaydı, 1936 yılında veya 1937 başlarında ve “Semiha
Cemâl” imzasıla yayınlanırdı. Kendi kitaplarına dahi adını yazmak istemeyen bu
müstesnâ insan, çocukluğundan beri çok sevdiği yol arkadaşının eserini asla
kendine mâl etmezdi.
[…]
bâzı kimseler […] “dâimâ
sessiz sedâsız kapı dibinde oturan”[ Bu ifade S. Ayverdi’nin kendisine âittir.]
Sâmiha’nın bu kitabı yazmış olduğuna inanamamışlar; “Semiha Cemâl Hanım’ın
yarım kalmış romanını, belki hocasının yardımıyla, Sâmiha tamamlamış, demişler.
Sâmiha Ayverdi’nin ardı
ardına neşredilen eserleri, bu zannı, tamamıyla silmişse de, […] uzun yıllar
İstanbul’dan uzakta kalmış birkaç kişi bu zannı günümüze kadar taşımışlar.
Netice: Aşk Bu İmiş
romanını, Sâmiha Ayverdi 1938’de yazmış ve yazı hayâtına bu eserle başlamıştır;
gerisi hikâyedir. [Rana Özkan ve Rüzgâr Özge]
*************
ROMAN HAKKINDA: 2
“Aşk Budur” Semîha Cemâl Hanım
ve Sâmiha Ayverdi Hanım’ın ortak kitabıdır. Sâmiha ve Semîha ilişkisinin iç içe
geçmesiyle zuhur etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı itibariyle çok farklı bir eserdir. Eser,
Kenan Rifâî’nin öğrencilerinden Semîha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya
başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah aşkının cezbesine tutulup bu
âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.
Bu meyânda anlatılan bir
hadise vardır. Semîha Cemâl hanımın hastalığı ağırlaştığı ve zâten çok
zayıflamış olan vücudunun buna daha fazla dayanamayacağı anlaşılınca, Sâmiha
Ayverdi, Hocası Kenan Rifâî’ye gelerek, “Efendim, dua buyursanızda onun yerine
ben gitsem” diye niyazda bulunur. Kendileri, bunun sebebini sorduğunda, Semîha
Cemâl Hanımın faydalı bir vücut olduğunu ve yazarlığı ile insanlığa hizmet
ettiğini söyler. Sonrasında gelen cevap çok nettir: “Öyleyse bundan böyle
kalemi sana veririr sen yazarsın. ”
Sâmiha Ayverdi bu emir
üzerine kalemi eline alarak Aşk Budur adlı kitabı tamamlar ve neredeyse
yarım yüzyıl sürecek olan yazarlık hayatı da işte böylece başlamış olur. Kitap
dikkatle okunduğunda, belli bir yerden sonra eserin üslûbunun farklılaştığı
görülür. Bu, saf ve yakıcı bir aşktan, aşkın aklına doğru seyreden bir
değişimdir. Semîha Cemâl Hanımın Allah aşkıyla şekillenen ve âdetâ yazanı ve
okuyanı yakıp yokluğa mülhak eden anlatımı, Sâmiha Ayverdi’nin Hocasından almış
olduğu “Yan, ama tütme!” düstûruyla işleyen kaleminde daha çok İlâhî aşkın
yapıcı ve oldurucu çehresini takınır.
Roman, M.Ö. Arabistan’ın
Kuzeyinde yaşamış olan güçlü ve şaşaalı Hayre Hükümeti’nin saray ve aristokrat
çevresinde geçen bir aşkı anlatıyor. Bu dönemde Hayreliler, Araplar arasında
çok yaygın olan putperest inancına sahipler. Hükümdar Menzer’in başhekimi
Hamza, yine hükümdarın katında önemli bir mevkide bulunan amcası Zeyyad’ın
biricik kızı Meryem’e âşıktır. Fakat Meryem ona istediği cevabı vermez. Romanda
Hamza beşerî aşkın zirvesini temsil eder fakat aşkına karşılık beklemek zaafına
düşmüş olması onu bu duygunun hakikatine ulaşmaktan men etmektedir.
Meryem ise yanmak ve yakmak
tabiatında yaratılan ateş gibi, bu dünyaya sevmek ve sevilmek kabiliyetinde
gelmiş asil ve güzel bir kızdır. Fakat hayatı boyunca canını önüne koymaya
değecek bir eşik bulamamanın da azâbı içindedir, içerisinde bulunduğu maddî
dünyânın zevkleri onu doyurmak bir yana, gönlünde en ufak bir ilgi bile
uyandırmazlar. Böylesine aşka kabiliyetli bir insan olur da, hilkat eli hiç onu
unutur mu? Romanı yazan kalem de unutmamıştır.
İlerleyen bölümlerde,
kaderin bir cilvesi ile ülke menfaatlerini korumak adına, hükümdarın emriyle
Hamza ve Meryem sözde bir evlilik yaparlar. Başhekim Hamza bu evliliğin ilk
aylarında bir görevle Mısır’a gider. Geri dönerken orada tanışıp kölelikten
kurtardığı ve dost olduğu Ömer’i de beraberinde getirir. Ömer Hayre’de yaşarken
bir vesileyle Mısırlı tüccarların eline düşmüş bir esirdir. Fakat kendisine
yakıştırılan bu esir sıfatını kabul etmeyecek kadar da özgür bir ruhtur. Çünkü
Ömer’in, kendisini nefsin zaafları esâretinden kurtarıp, tek Allah’ın kulu olma
özgürlüğüne götüren bir hocası vardır: Ebu’ş-şettar aşîreti reisi Yusuf.
Yusuf, İlâhî nurun o
devirde kendisinden göründüğü kâmil insandır. Sözüyle, haliyle, gösterdiği
maddî ve mânevî cömertliklerle yalnız kendi aşiretinin değil bütün Arap
kabilelerinin gönlünde taht kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel kıssasında
anlatılan Yusuf peygamber gibi o da Allah’ın cemâl tecellîsine mazhar olmuş bir
sultandır. Romanda bu ismin kullanılması tesâdüfî değildir. Kur’an’da Kenan
illerinde kaybolan Yusuf Allah’ın zâtî güzelliğini temsil ettiği gibi Aşk
Budur’daki Yusuf da, kalem sahiplerinin, gizli ve aşikâr her an hocaları
Ken’an Rifâi’nin varlığında seyrettikleri Allah tecellîsini sembolize eder.
Aşk Budur Semîha Cemâl hanımın Aşk kitabının
genişletilmiş hâlidir.Sh: 81-83
Kaynak: Cemâlnur SARGUT,
Sâmiha Ayverdi İle Sırra Yolculuk-, Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar, Nefes,
2009, İstanbul
AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!)
[Romanda Sâmiha Ayverdi
Hanımefendinin, Hamza, Meryem ve Yusuf arasında vücuda gelen aşkın ulvî
hallerini işlerken, hakikatlerini de remz [İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç
anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme. ] eden yüce mertebesini fark edeceksiniz.
Ayrıca ledünni bilgilere ulaşabileceğinizi düşünüyoruz. Hzl ]
Aşk, Ulûhiyet abidesidir.
Aşk insan ve hilkat muammasının anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat
yoktur.
Hamza demek sevgilisi,
Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir ceset gibi
cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den ibaretti.
Hamza’nın Meryem’e olan
gönül bağı, hayatının temerküz [bir yere toplanma; merkezleşme, birikme. ] ve
istinat [dayanma, güvenme. ] noktası idi. Meryem onun için kalb gibi idi, malik
olduğu diğer kıymetler ise birer cüz gibi idiler. Bu kalb dursa, diğer bütün
uzuvlarda birer birer çürümeye mahkûm olmayacaklar mıydı ? sh: 6
**
Aşk..
İnsanı beşer kütlesinden
temyiz eden kuvvet..
Aşk., tükenmez bir
sermaye!.
Aşk, ölçüsüz sevgi..
Aşk, sevdanın kemâli..
Aşk, garezsiz muhabbet…
Hamza bir solukta bunları
düşünürken birdenbire durdu. Zira o, sevgisinde garezsiz değildi. Sevilmek,
sevgisine mukabele görmek talebi değil miydi ki onu bir gölge gibi takip ediyor
ve Hamza daima, aşkının bir taraflı oluşundan muztarip oluyor, elem çekiyordu.
sh: 7
**
Hasılı Meryem, memleket
için en hararetli bir mevzu, en parlak bir taçtı. Erkekler onun için «gönülsüz
Meryem» derlerdi. O, gönülsüz değildi. Bilâkis bu gönül, pek nadir kimseye
nasib olan şedid bir aşk duygusuyla hisli ve uyanıktı. Bu yakıcı duygu, bir
kaftan gibi kızı baştan ayağa kaplamış, onun içindir ki, muhitiyle arasına kavi
bir hail olmuş ve onu yalnızlığa sürüklemişti. Sh. 11
**
Meryem bu gece gökten
düşmüş bir melek gibi güzel!
Meryem, ebedî fecir..
Meryem hayat..
Meryem bizim tacımız..
Hayrenin kalbi Meryem…
Fakat Meryem’in kalbi
kimin, aşkı kime bu belli değildi…
Arap şairlerinin ilham-kârı
Meryem, varol bizim sevdamız…
Bir kadın sesi, kıskanç ve
huysuz bir ses :
Hamza Meryem’den güzel !
Bir başka ses :
— Elbette güzel.. Ben Hamza
olsam yüz Meryem’i etrafımda pervaneye döndürürüm.
Bir erkek sesi araya
giriyor :
İyi ki olmamışsın.. Çünkü
sen de bizim gibi onun etrafında pervaneye dönerdin.
Haydi oradan münasebetsiz..
Çok içmişsin galiba..
Keşki sarhoş olsaydım, sizi
memnun edecek daha neler söylerdim.
Sh:14-15
**
Ya Meryem’le evlenmeli
yahut ta ondan ayrılmalı, bu gülünç vaziyete bir nihayet vermeli idi. Birinci
ihtimali düşünürken, buna kendi bile güldü. Meryem’in kocası olmak, ona
Kafdağı’nı aşmaktan da müşkül görünerek hemen ikinci şıkka atladı; yani
Meryem’i terk etmek !
Fakat Meryem’i terk etmek,
Hamza’nın elinde mi ki, bunu düşünebiliyor ve bunu velav bir an için olsun
hatırına getirebiliyordu? Sevgilisini kendi ihtiyariyle bırakmak! Bu nasıl
kabil olabilirdi? Sh:22-23
**
Meryem, bu hayat
muammalarının menşeini bilmek, öğrenmek istiyor. Zira bunlar bilinmedikçe,
insan kendini gurbete düşmüş bir yalancı hissediyor. Benliğine, ruhuna, hasılı
hilkatin sırrına bigâne olan kimsenin bir diyar garibinden, bir yabancıdan ne
farkı alabilir ?
Meçhuller içinde yaşamak,
kendine, ve kendini yaratana yabancı olmak kadar azablı bir şey olurmu ?
Meryem işte daima bu azabı,
bu üzüntüleri çeker. Fakat nerede ona bu yolda yardım edecek, bilgisi,
bilgileri mağlûb edecek vücud nerede?
Meryem işte, hasretini
çektiği bu vücudu arıyor ve kanmayan ruhu, tabiatın fevkindeki azamete yetişmek
istiyor. Bu ateşin kabiliyetli kız, ancak o zaman rahat edecek, kendine sahib
olacak…sh:47
**
Belli ki, Hamza’nın asıl
söylemek istediği sözlere bu bir mukaddeme idi. O, sözlerini ezberlemiş, fakat
bu ezberlenmiş sözleri de şimdi söylemek için müşkülât çekiyor, azım ve gayret
sarf ettiği halde söyleyemiyordu. Nihayet kendine bile yabancı gelen titrek bir
sesle başladı:
—
Meryem… Seni ismen olsun karım olmaya icbar eden bu emrivakiden dolayı çok
müteessifim. Şimdiye kadar gelip bu teessürümü bizzat anlatmadığım için beni
affet. Özrüm senin malûmundur.
Bu izdivaçtan dolayı
hissettiğim teessürün samimiyetini tahmin ettiğini bildiğim için fazla bir şey
söylemek istemem.
Teessür, diyorum; zira seni
müteessir eden bir vak’a, her ne kadar benim canla arzu hissettiğim bir şey de
olsa, gene teessür duyarım. sh:49
**
“Kader, insanın kendi
varlığı ile beraber yoğurulmuştur. Ondan içtinap [Sakınma, çekinme, kaçınma. ]
edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini beraberinde götürür.,,
Sh: 52
**
Meryem’e mektup göndermek
arzusu, bütün imkânsızlığı ile gönlünde alevlendiği zaman, Hamza, avucuna
noktalar koyuyor, bu noktalarda kalbinin bütün hararetli ifadesi, bütün suzişi
[Yakma. Yanma. * Dokunma, te’sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması.
] ve aşkı mevcud olduğuna inanıyordu.
Bu noktalar sanki kendi
kendine tafsil olacak, semada teker teker uçup, birer aşk namesi gibi Meryem’e
kadar gidecekti.
Hamza, bu ruhî emirde
büsbütün de haksız değildi.
Bütün bu mevcudatın bile
aslı, basit bir noktadan başka neydi ?
Uzvî ve manevî varlığı ile,
koskoca bir hilkat âbidesi olan insanın da aslı, bir noktadan başka nedir ?
Sonra mükevvenatın azameti
içinde, arz da bir nokta değil midir ?
Ya o, insanların vücuda
getirdiği eserler, mabedler, saraylar, âbideler, kervansaraylar, heykeller,
henüz vücuda getirilmeden evvel, yani daha insan kafasında, tasavvur halinde
iken, bir noktada gizlenmiş değil midir ?
Hasılı mana, noktadadır;
tafsilât, teşekkülât [meydana gelmeler.] ise kılükal [Dedikodu, söylenti:]
ve teferrüattır.sh:58
**
Su… hayat malzemesinin
ruhu, lezzetten tattan muarrâ, renksiz, kokusuz su… her şeyden, çeşnisi, kokusu
olan her şeyden bıkılır, fakat sudan bıkılmaz; ona doyum yoktur ki… O, her
şeyin aslidir, hayatıdır. Hamza, aşkla suyun arasında sıkı bir müşabehet
bulduğu için onu çok sever. Su da, aşk gibi, evsafı hiç bir şeyde olmayan
yegâne keyfiyettir. Hayatın mayesi su, ruhun mayesi de aşktır. Suda, kesif
unsurların evsafından bir hatıra olmadığı için sevgilidir. Aşkta da, sevgiliden
başka kasd olmadığı için nihayetsiz derecede şeriksizdir. [ortaksız] sh:
60
**
Dinlenmek, uyumak için her
kes bir köşeye çekildi. Hamza yalnız kalınca, eşyaları arasından ihtimamla bir
şişe çıkardı; içindeki mayiden, yüzüne, gözlerine sürerek tekrar kapadı,
kaldırdı. Bu şişe, Meryem’in kendi eliyle eşyaları arasına yerleştirdiği gül
suyu şişesi idi.
Bu anî seyahat haberi kızı
ne kadar şaşırtmıştı.. Hamza, Meryem’in bu haberi, belki de bir müjde gibi
telakki edeceğini düşünmüştü. Hâlbuki o, yenemediği bir şaşkınlıktan başka hiç
bir hissini belli etmemiş, Hamza’nın eşyaları hazırlanırken, yolda ihtiyacı olabilecek
bütün teferruatı düşünmüş, o meyanda bu gül suyu şişesini de bizzat
yerleştirmişti.
Konuk yerlerinde Hamza ne
içerde ne de çadır altında yatardı. Onun için gene çabucak hurma lifinden yatak
yaptılar. Esasen kafilenin mühim bir kısmı da açıkta yatacaklardı.
Hamza’nın derunî ve maddî
süzişlerle yorgun düşen vücudunu, çok geçmeden uyku kaptı, bu sefer de
karşısına bir rüya âlemi açıldı. Bu, öyle bir rüya idi ki, kalbe düşen bir ok
gibi, Hamza’nın yüreğini delip geçti:
Rüyasında meçhul bir el
görüyor, meçhul bir ses duyuyor, fakat bu elin ve bu sesin sahibini
göremiyordu. Bu el ona, semada, aya şiddetle yaklaşmış bir yıldızı ve ayı
gösteriyor : Bak sevgilin kimin sesinde ! diyordu.
Hamza o anda Meryem’i
hakikaten, sevdiği bir kimsenin sesinde görseydi de, ancak bu kadar harab olur,
bu kadar perişan edici bir kedere düşerdi.
Bu korku ile birden bire
uyandı. Bu uyanış ta, ona rüyadaki korkusunu tekzib [yalanlamak, bir işe
inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.] edecek mahiyette değildi. Zira
bir lâhzada uykunun afyonlu tesirinden silkinerek bakışlarıyla gökyüzünün
tarayınca, ziyadar bir yıldızın aya şiddetle yaklaşmış olduğunu gördü. Demek ki
bu manzara, rüyasını filen teyid ve tabir eden bir hakikat, acı bir ihtardı.
Hamza biran, içinden
çıkılması müşkül biı şuur ihtilatına kapıldı. Gaybin bu sarih ihtarına rağmen,
dimağı, hakikati tahrif etmeye bu hadiseyi, aklî sebeblerle izah etmeye
çabalıyordu. Meselâ, şimdi şu gördüğü ay ve yıldız, biran uyanarak görüp,
tekrar uykuya daldığı için unuttuğu ve tahdeşsuuruna [şuuraltı] malettiği bir
hîkâye olamaz mıydı ? Belki de bu rüya, alelâde bir cevvî hadiseden mülhem
olduğu bir hadise idi.
Hamza, aklının bu
müdafaasından kuvvet, teselli verici bir ümid bulmaya çabalıyor, fakat
hakikatin sesini susturmaya muvaffak olamıyordu. Zira genç adamı o manzaradan
ziyade tedhiş eden bir bedahet [açıklık, ispata ihtiyaç duymamak, âşikâr] vardı
ki bu: Bak sevgilin kimin göğsünde! Diyerek gök yüzüne uzanan el, ve bu elin
sahibinin sesi idi. Hamza’nın rüyada yarım yamalak şuurunun ne bu eli, ne de
o sesi icad
etmesi imkânsızdı. Çünkü o elde de, bu seste de öyle sadık bir mâna vardı ki,
Hamza, şimdi bile bu iki meçhul karşısında titriyordu. O el, kimin eli idi,
bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey varsa, bu elin, hiç kimse de görmediği ruhanî
bir halâvetle manalaşmış, güzel bir el, oluşu idi.
Karanlık gecede güneş sanki
bu elin üstüne doğmuş, yahud güneş bu elden doğmuştu.
Bu elde ve seste, Hamza’yı,
kaderin önüne geçilmez buyruğuna alıştırmak isteyen müşfik ve himaye- kâr bir
tatlık vardı.
Hamza bir kere daha
gökyüzüne baktı. Muzî ve hayatdar yıldız, zevkten ve hazdan mest, ayın
sinesinde parlıyordu.
Ay ile dudak dudağa gelmek
üzere olan ve ona bu kadar mahrem bir imtiyazla sokulan bu yıldız, demek ki,
sevgilisiydi, Meryem’di. Tıpkı ayın kendi vücudundan kopmuş, ışrakı 8 Güneş
doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. ] şiddetinden sıçramış bir zerre gibi aşk
heyecanlarıyla parlayan bu yıldızın tahtı kimdi ?
Hamza’nın bir lâhza bile
temellük edemediği sevgilisine, sinesinden taht düzen bu âsümanî 8 Beşerî
olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.] vücud kimdi ? Bu bahtlı insanı
bilmek için Hamza şu anda canını verirdi.
Hamza, iradesiz bir
hareketle başını sağa sola çevirdi. Ancak bunu bir az evel rüyasında kendisine
hitab eden sesten, o nuranî elin sahibinden sorup öğrenebilirdi. Fakat genç
adam etrafında kimseyi göremedi.
Hamza, bütün vücudunun,
topraktan bir külçe gibi ağırlaştığını, yatağa yapıştığını, hissediyordu.
Artık yavaş yavaş sabah
oluyor, etraftan tek tük sesler başlıyordu. Nöbetçiler, dolaşarak kafileyi
uyandırıyorlardı. Hareket zamanını ihtar eden bu seslerin davetine icabet
lâzımdı. Hamza, yatağından kalkmadan evvel bir kere daha başını göke çevirdi.
Bütün acı ihtarına rağmen bir kere daha onları, Meryem’le sevgilisini temsil
eden ayla yıldızı görmek istiyordu. Fakat gözlerine dolan yaşlar, bu manzara
ile bu gözlerin arasını perdelemişti. Hamza bu yaşları silmeden yataktan
fırladı kalktı.
**
Bu rüya hadisesini
takibeden on günü, genç adam çok hümmalı, ıztırablı geçirdi. Fıtraten kavî ve
mukavim bir mizaca sahib olmakla beraber, ıztırab onu, kuvvet ve mukavemet
kabiliyetlerinden boşaltmış, nasıl, demircinin bazusu demiri istediği şekle
sokarsa, aşk ıztırablarının pençesinde yumuşak bir demirden farkı olmayan Hamza
da, bu kavî bazunun içinde aynı zebun teslimiyetle ateşin günler geçiriyordu.
Gene bu aşk değil mi ki,
yelesi kabarmış nice aslanları bir kuzuya çevirir. Bir zamanlar Hamza da aslan
gibi kükremiş, fakat ne de çabuk bir kuzuya dönmüştü. Hatta şimdi bu işe gayb
alemi bile müdahale etmiş, bu yaralı adama, sevgilisinin elinden gittiğini
işaret etmişti. Bu rüyayı ona kim göstermişti ?
Meryem acaba hakikaten bir
sevgilinin sinesinde mi idi ?
Çöllerde eli, kolu bağlı
Hamza, bunu nasıl anlasın bunu nasıl öğrensin?
Genç adam, aşkının bir
kasırga dehşetiyle gönlü ağacından söküp kopardığı ümid yapraklarının şuraya
buraya uçup kayboluşunu melalle seyrediyor ve bir gün olup bu ağacın bir kış
manzarası gibi çırçıplak kalacağını da düşünüyordu.
Hamza, Meryem’i kaybettiğini
itiraf etmek için daha ne bekliyordu ?
Onu bu sevdadan döndürmek
için işte, sevgilisinin zahımlarına gayb âlemi de iştirak etmiş, Hamza’yı
yaralamak için, görünmeyen kuvvetler de Meryem’le birleşmişti.
Bu sevda ile genç adam,
damla damla eriyor, fakat her zamanki gibi bu duya duya ölmekte de gizli bir
zevk buluyordu.
Hayır, hayır, her şeye
rağmen bu aşktan vaz geçmeyecek, Meryem’in aşkına iftikar [Yoksulluğunu,
fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu’. Alçak gönüllülük. ]
etmekten yüz döndüremeyecekti.
Sh: 62-65
**
Meryem: Gerçi o
[Hamza] gelince, hayatım bir işkence olacaktır. Zira insanın, manası olmayan
bir kimseyle bulunması kadar büyük azab yoktur. Onunla bir evde bulunmanın
benim için cehennemi bir hayat olacağını biliyorum. Fakat insaniyet duygusu
bana bunları bile düşündürmüyor.
Sh:66
**
Meryem Hamza gittiğinden
beri evinin içinde, tam kendi istediği gibi sessiz, gürültüsüz bir hayat
geçiriyordu. Arabın ateşin erkekleri de, artık Harazanın karısı olan Meryemi
taciz edemiyorlardı. Hatta teyzesinin oğlu Halit bile ziyaretlerine nihayet
vermişti. Hamza olmadığı bahanesiyle Meryem, saray eğlencelerine de iştirak
etmiyordu. Sh: 67
**
Hükümdar nadiren müsahibi
Zeyyadın [Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan. ]
evine gelir, bir kaç saat kalırdı.
Meryem daha yukarı çıkmadan
koşarak bir cariye geldi ve Hükümdarın Meryem’i çağırdığını söyledi.
Geldiği, ne de çabuk
duyulmuştu…
Meryem kapıdan adımını
atarken Hükümdar :
Vay ipekkurdu, nasıl oldu
da kozanı delip dışarı çıkabildin ? Diye lâtife ile karşıladı.
Hükümdar neş’eli
zamanlarında Meryem’e, ipekkurdu, diye hitab ederdi. Meryem de bu tabirden
hoşlandığı için tebessümle mukabele eder, ses çıkarmazdı. Fakat bu sefer
gülmedi ve susmadı.
İpekkurdu, yani kendi
kendini habseden mahlûk demek değil mi Hükümdarım ? Niçin gülüyorsunuz?
Öyle.. Bu maksatla
kullanılan bir hitab bu !
Anlamadığım bir şey varsa,
sizin gibi zekî ve düşüncelerini tartabilen büyük bir kimsenin, tecerrüdün
[sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] manasını anlamaması ve onu istihfafla
[hafife alma, küçük ve aşağı görme, küçümseme. ] karşılamasıdır.
Ben, eas itibariyle
dünyadan nefret etmiyorum. Bilâkis dünyayı güzel, hem de pek güzel buluyorum.
Şu kadar var ki, her güzel şeyin, iğrenç cepheleri de olması tabiîdir, işte
ben, dünyanın bu mülevves [kirli, bulaşık. ] kısmından istikrah [Bir şeyi kötü
ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek.
] ediyorum. İşte ben bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan
uzak olmaya çabalıyorum.
İpekkurdu, diye hor
gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen mahbus hayatı, manada azadlıktır. Zira
göklere uçmaya müstaid [istidat ve kabiliyet sahibi olan. Zeki ve akıllı kimse,
uyanık, anlayışlı. ] kanatları o, bu esarette tedarik eder. Onun için bu
tecerrüde, esaret değil, hürriyet demelidir.
Siz, ipekkurdunun havadan,
güneşten, sudan, hasılı her bir ihtiyaçtan müstağni olarak geçirdiği bu
sarhoşluk âlemini neden istihfaf ediyorsunuz?
O hayatın tadını, o
sarhoşluğun zevkini bilmediğiniz için değil mi ?
İpekkurdu kendini,
kendinden başka sâkini olmayan bu daracık hücreye, ihtiyariyle mukayyed [bağlı,
kayıtlı, sınırlı. ] eder. Zira ona bu yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği
bir genişlik vardır.
**
Zeyyad, kızının
dudaklarından birbirine çengellenmiş gibi çıkan sözlerden korkuyor, hükümdara
göstermeden susması için işaretler ediyor, el ve göz hareketleriyle onu sükûta
davet ediyordu.
Musahibin de hakkı vardı;
çünkü Meryem daha selâmlaşmadan söze başlamıştı. Hem de ne sözler ?
Zeyyad’ın zihniyetine göre,
küstah, çirkin bir ifade !
Çocukluğundan beri şekil
perest olan Zeyyad, Meryem’in laubali telakki ettiği sözlerinden dolayı onu
daima suçlu çıkarırdı. Halbuki Hükümdar, Zeyyad’ın kızının bu ölçüsüz ve
merasimsiz hareket ve sözlerine alışık ve memnundu. Meryem’in böyle açık ve
samimî konuşması ona, güzel bir besteden daha hoş gelirdi. Zira bu kızın
sözlerinde gönlünün harareti, sarahatle görünürdü. O, ya hiç konuşmaz, yahut da
söylediği vakit, duygularını tervih [Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. *
Rahatlandırma. ] eden derunî bir ibramla söylerdi.
Hükümdar, Meryem’in
susmaması için soluklarını bile yavaş yavaş alıp veriyordu. O şimdi başka bir
mevzua girmişti:
Süratle cereyan eden bir
nehri bir sed, insan zekâsının düzdüğü bir hail durdurabilir. Fakat
görünmeksizin akan ömür nehrini durduracak bir kuvvet cihanda yoktur. Bu nehrin
koşup gittiği son merhale ölümdür.
Dünya ile sıkı fıkı dost
olmadığım için beni neden ayıplıyorsunuz ?
Dünya vefasızdır
Hükümdarım!, bu böyle olduğu , gibi dünyada bulunan her şey de tabiî olarak
vefasızdır. Dünya dalına sıkı yapışmaya gelmez, zira çürüktür ; en beklenmeyen
zamanda kopar, tutunmuş olan da düşüp parça parça olur. O, kedi gibi
doğurduğunu yer.
Sonra karşınızda rakseden
bir güzelin yüzünde saltanat süren taravet ve gençlik, ariyet bir libas
gibidir. Müddeti gelince vefasız dünya onu çekip alır ve bir başkasına
giydirir. Dünya, ne güzeli çirkinleştirmeye ne zengini sokak dilencisi etmeye,
ne de mamureleri viran eylemeye sıkılmaz. Dünyanın durmadan dönen çarkı, her
saniyede bir can vücuda getirdiği gibi bir diğerini de alıp götürür.
Beni, fettan [Fitneci.
Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.]
bir kadına benzeyen, bu iki yüzlü dünyaya gönül bağlamadığım için mi
ayıplıyorsunuz ?
Bir az sabredin en
beğendiğiniz bir güzeli, senelerin hançeri o hale sokar ki, iki sevgili
birbirinizi tanımaz olursunuz. Bütün lâtif ve hoş şeyler, avdet edecekleri
toprak tarafından istihfafla beklenmektedir. Eğer bana payidar ve ebedî zevki
bulup getirir de, gene ona gönül vermezsem o vakit kellemi kesiniz razıyım…
Hükümdarım seni severim.
Merdsin, adilsin; hem hal inde saltanat kâbusu yoktur.. Onun için….
Artık Zeyyad dayanamadı,
kızının cür’etkârlığı hadden aşmıştı. Kaç defa Hükümdarla böyle arkadaşça
konuşmamasını ihtar etmişti. Bir Hükümdara karşı, seni severim merdsin… ne
demekti ?
Demek ki sevmese, seni
sevmem., diyecekti.
Zeyyad, Hükümdarın şahsına
olacak hürmetsizlikten ziyade, günün birinde bu lâubaliliğin, kendi mevkiini
sarsacağından endişe ederek kızını böyle pervasızca konuşmaktan menetmek
istiyordu. Halbuki zavallı adam, asıl Hükümdarın Meryem’e olan sevgisinin,
kendi mevkiini kuvvetlendiren âmillerden biri olduğunu bilmiyordu.
Hükümdarım, müsaade
edermisiniz Meryem bir parça dışarıya çıksın. Yorgun geldi, ne söylediğini
bilmiyor.
Ne istiyorsun Meryem’den ?
Canın sıkıldıysa sen çık.sh: 69-70
**
Esir Ömer ile Hamza
Arkadaş adın ne senin ?
Esir, Hamza’nın Arapça
sorduğu suali anlamış olacak ki tam bir Arap lehçesiyle :
Ömer ! dedi.
Arab esirlerindesin, demek
?
Arabım, fakat esir değilim.
Hamza, bir an bu söze
inanır gibi oldu.
Mademki esir değilsin,
neden seni bu zorlu işde çalıştırıyorlar ?
Esir, karşısındakinin
anlayışsızlığına taaccub eder gibi onu süzdü ve :
Senin anlayacağın manada
esirim; fakat kalbim, yani hakikî varlığım her bir hürden daha azad, daha
şaddır. Hatta hükümdarınızdan da, senden de hürüm. Ben esir değilim delikanlı…
Esir, sizlersiniz. Zira siz, şeref şöhret, gurur, taazzum [Kibirlenmek.
Büyüklük taslamak.] ve tahakkuku için haris olduğunuz bin türlü ibtilanın, bin
türlü zaafın kulu ve hizmetkârısınız.
Düşman hariçte olsa, onu
ezmek kolaydır; fakat içimizdeki düşmana çare yamandır. Hariçteki düşmanlar
cismi tahrib eder, cana ilişemez; içerdeki düşman ise canı çürütür, ruha aman
vermez.
Esir sustu ve şakaklarından
süzülen ter hattını, parmağı yukardan aşağıya yüzünden geçirerek yere akıttı,
tekrar taş kırmaya devam etti.
Hamza şaşırmış kalmıştı. Bu
adamın tekrar konuşmasını, söylemesini istiyordu. Fakat gene hekim, şu
kılıksız, esirin karşısında adeta şaşırıp kalmıştı. Esirin çehresinde sarih bir
asalet vardı; esasen Hamza’ya alâka vererek ismini sorduran da bu mana olmuştu.
Gizli olan manayı
gammazlayan ayna, simadan başka ne olabilir?
Çehre, kalbin iğriliğini ve
rastlığını ifşa etmekte asla ketûm değildir. Hamza da, esirin yüzünde ruhanî
asîl çizgiler görmüştü. Ona biraz daha yaklaşarak :
Elindeki kazmayı bırak ta
seninle konuşalım! dedi.
Olmaz!
Niçin olmuyor ?
Merak etme sana bir şey
yapamazlar, ben muhafızlara söylerim.
Olmaz eliyorum sana !
Korkma canım., bir şey
diyecek olsalar bile ben müdahele ederim.
Ben insanların
muahazesinden [Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini
küçümseme. Tenkid. ] korkmam, Allah Teâlâ’dan korkarım. Eğer ben elimden
kazmayı atar da burada seninle, yahut herhangi vazifemin haricinde bir işle
meşgul olursam, insanların itabına uğramasam bile Allah Teâlâ’nın muahazesine
ve hiç olmazsa kalbimin itabına müstahak olurum. Zira herkese vazifesini veren
Allah Teâlâ’dır, insanlar değil…
Beni bu zorlu işle mükellef
edenleri, sen insanlar mı zannediyorsun ?
Hayır, hayır… Bil ki,
Allahın tasarrufuna, insanlar birer alettir. Beni burada taş kırmıya memur eden
Firavun, yahut sırtıma kırbaç vuran şu biçare muhafızlar mı zannediyorsun ?
Hayır, bu nasibi bana
Allah’ım münasib görmüş ve onlar vasıtasıyla da bu arzusunu tahakkuk
ettirmiştir. Amma, senin gibi bir adama bu nasibi neden vermiş, diyebilirsin.
Bu, onun bileceği iştir. Bil ki Yaradan’ın iki türlü hikmeti vardır. Biri
aşikâr ki bunu, aklı olan herkes bilir, diğeri de gizli hikmetidir ki, onun
sebebini yalnız kendi bilir.
Kim bilir vaktiyle ne
kabahat işlemişimdir ki, beni burada taş kırdırmakla terbiye ediyor. Bil ki
sebepsiz hiç bir şey olmaz. Bütün çektiğimiz şeylere vaktiyle biz, kendimiz
müşteri olmuşuzdur. İnsana her ne gelirse kendinden gelir ve başkası tarafından
maruz kaldığı sitem ve cefalarla, gene kendi amellerinin neticesini çeker.
Binaenaleyh benim bu
amelimin de mükteseb [Kazanılmış. Elde edilmiş. ] bir vazife olduğuna şüphe
etme !
Allah Teâlâ istemedikçe
kimse kimseye ne iyilik ne fenalık yapamaz.
Hem, onlar, dediğin de kim
oluyor ?
Onlar da, her kes te, birer
vazife ile tavzif olunmuş emir kullarıdır. Hakikatta işleyici ve buyurucu
Yaradandır; sade o…
Onun için delikanlı, beni,
işimi terletmeye teşvik etme. Zira insan, mükellef olduğu vazifede kusur ederse
itaba lâyık olur, insanlar tarafından muaheze edilip edilmemenin ehemmiyeti
yoktur, elverir ki o kimseden, vazife ve nasibini veren Allah hoşnutsuzluk
getirmesin. Mademki adıma, esir, diyorlar esaretin icabı taş kırmak ve bunun
gibi zahmetli işlerde çalışmaktır. Mademki esareti kabul etmişim, o halde onun
icabatını da seve seve ve kusur etmemeye çalışarak yapmayı da taahhüd etmişim
demektir. Kalbim, her nefes harekâtımı teftişten hali değildir; beni
fiillerimden dolayı o muatab [azarlama ] etmezse, gönlüm daima müsterih ve
kaygusuzdur. Elverir ki Yaradana karşı sözünden dönmüş olmayayım. O benden
hoşnut olduktan sonra, ha taş taşımış, kırmış, ha kaba döşekte yatmış,
istirahat etmişim, bence ikisi de birdir.
Ey, yeter artık, söyletme
beni… Hem benimle konuşup ne yapacaksın ?
Ben seninle konuşmak
istemiyorum ki…
Esir gene sustu. Başından
akan terler daha çoğalmıştı. Bu ter izleri, patlayacakmış gibi kabarmış
damarlarının üstünden atlayarak geçiyor, yırtık, kirli gömleği bunları bir
sünger gibi emiyordu.
Esirin semavî bir vecd ile
çınlayan sesi, hâlâ Hamza’nın kalbine batıp çıkıyor, gene hekim ne yapacağını
bilmeden ona bakıyordu.
Fakat esir, hiç te bir az
evvelki derunî ve değerli hitabeyi okuyan coşkun adama benzemiyordu. Siması
tamamen kapanmış, tabiî ve sâkin çizgilerle dolmuştu. Tıpkı, bulunduğu muhite
göre renk değiştirerek kendini, mütecessis nazarlardan gizlemenin yolunu bilen
bukalemun gibi, serî bir istihale ile değiştirivermişti. Hamza, en ummadığı
yerde, en umulmayan bir ağızdan işittiği bu sözlerden garib bir zevk, izah
edemediği bir incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] duymuştu. Gönlünde
uyanan bu müsbet ihtisasları, esire bir az daha sokulmakla ifade etmek istedi.
Esir şimdi hadid ve ciddî idi. Hamza’nın muhavereyi uzatmak isteyişini sezmiş
gibi sert ve şimşekli bir bakışla baktı.
Benden ne istiyorsun? Var
işine git! siz kim, biz kim ?
Sizin bir tek süslü
pabucunuz, benim gibi yüz esiri satın alır. Git kendi denginle konuş., senin
mevziin esirler karargâhı değil, kibar meclisleridir. Buraya yanlış gelmişin
delikanlı…
Hamza, bu tavsiyeyi menfî
cihetten tatbik ederek güneşten ve heyecandan bitab düşmüş vücudunu kumların
üstüne bıraktı. Değil koğulmak, döğülse de buradan gidecek değildi.
Esir onun bu samimî hissini
okumuş gibi birdenbire tavrına miilayemet, sesine şefkat doldu ve söylemiye
başladı :
Delikanlı, bak şu sırtım
kırbaç darbelerinden ne kadar sertleşmiş, nasırlanmıştır. Görünüşteki bu şedid
esarete rağmen, hiç bir yabancı eli değmiyen, değil kırbaç zahmı,[ Yara, ceriha
] hatta bir nazarın bile örseliyemiceği kalbim, öyle bakir ve temiz bir aşkın
karargâhıdır ki, işte oraya, mütecaviz bir elin uzanması asla mümkün değildir.
Başım, vücudum, elim ayağım
sille tokat yiyebilir;, fakat kalbime kimse el uzatamaz, oradaki zevki, hiç bir
buyruk tatil edemez. Ben, şu gördüğün vücud değilim, ben bir görünmeyen zevk ve
hoşluğum. Mademki gizli olan hakikî hüviyetime tecavüz imkânı yoktur, O halde
ben nasıl esir olurum ?
Benim bir tek muharrikim,[
tahrik eden, harekete geçiren. ] bir tek gayem, bir tek zevkim bir tek Allah’ım
vardır : Aşk!
İşte ben, ona taparım; beni
o idare eder, o yaşatır.
Hamza’nın dudakları da
ihtiyarsız olarak ( aşk, aşk) diye kımıldadı ve gözlerinden, haberi olmadan iki
damla düştü.
Esir, gene adamın bu
suzişine şüpheli bir bakışla baktı ve muhatıbının zaafını sezerek hararetli bir
sesle sözüne devam etti :
Aşkı sen hangi manâda kabul
ettin de, aşk, aşk., diyorsun ?
Bir güzelin ilham ettiği
aşktan mı bahsediyorsun yoksa ?
Aşkı, bir güzele mukayyed
[bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] görmek, onun hakikatına karşı küfürdür. Bahçıvanın,
bahçe çitinin dışına attığı bir gül, gülistanın kemalini ifade eder mi hiç ?
Gerçi o gülde de lâtif bir
koku vardır, fakat zamanın tagallübatı [Zorbalıklar, tahakkümler.] bunu ondan
çarçabuk alır, soldurur, mahveder. Fakat çiti atlayıp gül bahçesine girersen,
orada, solan bir gülün yerine, pembe dudaklı yüz koncanın açılmak için müheyya
[hazır hale getirilmiş.] olduğunu görürsün. Senin gönlün de o zaman bu
güllerden bir gül olur ve aşkın ebedî bahar ile ölmezlerden olur.
Şunu bil ki, aşkın hakikati
bulunmadıkça, hilkatin maksudu ele gelmez ve insan aşkının kemali derecesine
göre mükemmel olur. Hilkatin ve kâinatın manasını bulmak istersen aşkı bul.
Çünkü insan aşkı bulmak için dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır;
mükevvenat ta aşkın tekazası sebebiyle tekevvün [Vücuda gelmek. Meydana geliş.
* şekillenmek. * Var olmak. ] etmiştir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna
ve hilkatinin manasına kavuşmuştur. Aşk deyip te geçme, zira kıyamet tarihine,
bir hudud vardır, ama aşka had ve gayet yoktur.
Cismi güzel gösteren ruh ve
aşktır; aşkın taalluku ise ruha ve ruhla husule gelen güzelliğedir. Bütün güzelliklerin
menba-ı aşktır; lâkin çok kimselere aşk mükevvenat aynalarından yüz
göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve üryan olarak yüz göstermez, meğer ki o
kimse aşkın satvetinde kendini yok etmiş, aşk kesilmiş, yani onunla ölmüş,
onunla dirilmiş olsun!
Birçok kimseler gördükleri
ve gönül verdikleri güzellikleri ve hoşlukları bu müteayyin [Karar verilmiş. *
İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. * Belli, âşikâr ve meydanda olan.
Taayyün eden.] vücutlardan zannederek onların mesti ve sevdalısı olurlar. Fakat
şu demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati tezahür eder o kimse buna
mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki : Beşeriyet kirleri ve
iktizalarıyla zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücutlardan sandın,
halbuki o güzellikler benim mutlak, güzelliğimin aksinden ibaretti. Asıl benim,
halbuki sen onları asıl zannetmekle yanıldın !
Esirin tekrar susması, bir
külçe halinde oturan Hamza’ya biraz hareket verdi; sanki bu adamın sözlerde
yaşadığı dünyayı değiştirivermiş, havası, mürekkebatı [terkipler, bileşikler. ]
İlahî bir nefhadan ibaret olan tanımadığı bir seyareye [gezegen; gezen,
dolaşan. ] atlayıvermiş gibi idi. Hiç ummadığı bir kimse ile olan şu kısacık
muhavere, Hamza için karanlık bir gecenin bir şimşek çakmasıyla aydınlanıp,
tekrar zulmete gömülmesi gibi oldu. O, tekrar ve sürekli bir aydınlıkla
nurlanmak istiyordu. Zira Hamza, bu muvakkat fecir esnasında, ruhunun
tanımadığı gizli bir köşesini görmüştü. Bu köşede, esirin söylediği ebedî ve
lâyemût [ölümsüz. ] aşk, inkişaf etmemiş bir nüve halinde köhne, metruk
duruyordu.
Esirin sözleri hakikat
kadar doğru idi. Zira Hamza biliyordu ki, kâzib [Yalancı. Yalan söyleyen. ]
sözler, gönülde iz bırakmadan geçip gider. Rast ve sadık sözleri ise, kalb,
mihenk gibi haber verir.
Esirin dediği gibi,
hakikatin, kucağına atılmak, orada muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak
kalan. ] olmak ne cazib, ne doyulmaz bir hayaldi. Fakat bu hayali tahakkuk
ettirmek için Meryem’in aşkını feda etmek lâzımdı çünkü iki aşk bir kalbde
olamazdı. Halbuki bu-aşk onda, hâkim ve yenilmez bir şaşaa ile tekaza [Başa
kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.] etmekte idi.
Gerçi esirin sözleri baştan aşağı doğru idi, ne çare ki Hamza için, Meryem’in
aşkına hakikati bile tercih etmek bir emri muhaldi. Meryem’siz Hamza, kışın
kamçısını yemiş bir ağaç gibi çıplak, kuru ve mahsulsüz demekti.
Hiç Hamza’yı Meryem’in
aşkından koparacak bir kuvvet olabilir miydi ?
Gene adamın dimağı, bir
taraftan bu hükümleri vermeye çalışırken bir taraftan da esirin sözlerine
bigâne kalamıyordu. Zira onlardan gönlüne, bilmediği bir haz ve tesellî edici
bir şifa hüzmesi sızmıştı. Bu ziyadar yoldan esire doğru gizlice çekildiğini
hissediyordu.
Gene hekimin insicamı
bozulmuş düşünceleri başka bir safhaya atladı. Bir esir bu mânalı nükteleri
nasıl ve ne suretle öğrenmişti ?
Söyle bana Ömer, sana bu
hakikati kim aşıladı?
Yoksa, kendi kendine biten
bir nebat gibi, bütün bunları kendiliğinden mi buldun?
Bu sual, Ömer’in elinden
kazmasını düşürdü. Elleriyle beraber bütün vücudu da titremeye başladı. Esirin
çehresi, hasret, ıztırab, zevk ve aşkı aynı zamanda temsil eden bir mahşere
dönmüştü. Ruhunu dudaklarına bağlayan bir sesle :
Ben, güneş gibi ziyayı
kendinden neşreden bir varlık değilim. Ne bildim, ne buldumsa hepsini, hatta kendimi,
kendi hakikî varlığımı da ondan, kabilemin reisinden iktibas ettim. Onun vücudu
güneşinden kaptım. Sana onun…
Ömer sözünü tamamlayamadan
yüzü üstü düştü bayıldı.
Demindenberi fevkalbeşer
bir kudret ve salabetle çalışan esirin, en zaif, en hassas cebhesinin bu kabile
reisi olduğunu anlamakta Hamza tereddüd etmedi.
Esirin ayılması uzun
sürmedi. Derin bir haz âleminin sarhoşluğu içinde kendi kendine gözlerini açtı.
Ömer’in bayılması, Hamza’nın hekimlik gayretini tahrik ettiği için hiç olmazsa,
bileklerini, kollarını ovmak suretiyle iyileşmesine yardım ediyordu.
Ömer gözlerini açar açmaz,
baş ucunda onu görünce, bu rikkata[acıma; incelik; yufka yüreklilik,
yumuşaklık. ] gülümsedi ve Hamza’nın avuçları içindeki ellerini yavaşça
çekerek :
Üzülme delikanlı, bana ilâç
fayda vermez; benim dermanım kendi derdimdedir.
Dedi ve gene hekimin itimad
veren samimî tecessüsünden kurtulamayacağını anlamış gibi, daha o bir şey
sormadan, macerasını söylemeye başladı :
Ben bir tacirdim.
Memleketim buraya çok uzaktır, senede, yahut bir kaç senede bir ticaret etmek
için Şap denizi kıyılarına gider gelirdim. Gene bir defa kervanla henüz
gelmiştik ki, birdenbire bir karışıklık oldu, Araplarla Mısırlılar, çarpıştılar
bu esnada ben de esir düştüm. Tam iki sene oldu, Allah’ım bana burada taş
kırdırıyor. Fakat şunu da bil ki gönlümdeki zevk, ölçüsüz bir mebzuliyetle beni
her şeyden müstağni etmektedir. Yalnız hasret, yalnız o, işte bir şeye
benzemiyor. Bu gözlerin hakkını hiç bir zevk ödeyemiyor.
Hamza, ağlayacak kadar
müteessirdi. Esire son bir sual daha sormak için ellerini tuttu. Bu sefer Ömer
kendine uzanan bu dost ellerin içinden, bir ağaç kadar sertleşmiş, çatlamış,
bütün evsafını kaybetmiş ellerini çekmedi.
Nerelisin Ömer ?
Hayreliyim !
Hamza taaccübden bir an
kekeledi. Hemen kendini toplayarak acele ile :
Ben de Hayreliyim! dedi.
İkisinin de bakışları,
birer sorgu çengeli gibi birbirine kenetlenmiş kalmıştı. Hamza bu garib
buluşmanın zevkiyle :
Ben hekim Hamza’yım,
sarayın baş hekimi., dedi.
Ömer, rikkat dolu bir
tebessümle gülümsemişti.
Seni tanıdım şimdi
delikanlı. Bir kaç defa aramızda ismin geçmişti.
Kiminle ?
Aşiretimin reisile…
Hangi aşirettensin ?
Ebüşşettar aşireti…
Reisi kimdir?
Taaccüb etmek sırası Ömer’e
gelmişti. Nasıl oluyordu da bir Hayreli, bunu bilmiyordu ? Ömer, Hamza’nın
merakla açılmış gözlerine bakarak :
Yusuf, Yusuf ! dedi.
Hamza, memleketinde sanki
bu ismi işitmemiş miydi?
Hem yüzlerce defa… Yusuf’u
herkes bilir, herkes severdi… Fakat Hamza, Meryem’in sevdasından, biraz evvel
Ömer’in sayıp döktüğü unsurî ve beşerî kayıtlardan vakit bulup ta bir kerre
bile, herkesin sevdiği Yusuf’u görebilmiş miydi ?
Onu tanımıyor musun ?
Ömer’in bu sualine Hamza,
hayır, derken, yüzünün utançtan kıp kırmızı olduğunu hissetti.
Yusuf’un yüzünü görmenin
kıymet ve saadetini, o, Mısırın çöllerinde mi öğrenmeliydi?
Gene hellime bu aşiret
reisinin ruhî kemli, Ömer’in vücudundan aşikâr olmuştu. Ömer’in vücudu seli,
Yusuf’un gönlü deryasına müntehî [Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten]
oluyordu. Hamza’nın vücudunu kapan bu sel, ona şimdiden bu deryanın inci ve
mercan hâzinelerinin kapağını açmıştı. Açmıştı, fakat Hamza bu hâzinelerden
istediği gibi istifade edebilecek miydi ?
Zira Meryem’in sevdası,
onun elinin, kolunun kavî kemendi idi. Hiç Hamza bu ibtilâdan baş çekip, kendini
o deryanın nihayetsiz derinliğine bırakabilir miydi ?
Fakat Ömer’in, hakikatin
hudutsuz azametinden kopup gelen sözleri ve gönlünün zevki tuğyanı da, Hamza’ya
yabancı ve ırak görünmüyordu.
Ne tuhaf Ömer, Hamza’ya ne
Mısırda bulunuşunun sebebini, ne de memleketinin haberlerini merak edip
sormuyordu.
Ömer, bak ben sana bu kadar
sualler sordum; hâlbuki sen, yurdunun haberlerini bile sormuyorsun?
Sen Hayreden çıkalı iki
sene olmuş; ben çıkalı daha iki ay oldu. Sana taze, yeni havadisler
verebilirim.
Ömer gönlünün süzişini
toplayan bir adam sonra :
Benim sana soracağım yegâne
sual, Yusuf’a aid olacakdır. Mademki sende buna verilecek cevap yoktur, o halde
neyi sorayım ?
Beni dünyada ondan başka
hiç bir şey alâkalandırmaz; yalnız onu tanır, onu bilir, onu görürüm., ben onun
yanık bir sevdalısıyım.
Birden bire başlıyan bir
davul sesi, bütün sahayı dolduran esirleri birbirine karıştırdı. Her biri,
ellerindeki kazmaları, tokmakları, kürekleri atarak, yemek davulunun sesine
doğru koşmaya başladılar.
Ömer de, sanki, Hamza’dan
kaçmak için fırsat bekliyormuş gibi bir kelime söylemeden sür’atle bu kafileye
karışarak kaybolup gitti.
Hamza’nın: Dur gitme Ömer!
diye bağıran sesi, esirlerin uğultulu gürültüleri arasında, denize düşen bir
damla gibi iz bırakmadan yok oldu.
Bir anda bütün saha
boşalmış, Hamza çölde tek başına kalmıştı. sh: 83-94
**
—
Asıl akrabalık, ruh arkadaşlığıdır. İnsanın kendi manasını bulduğu kimsenin
yakınıdır; sh: 96
**
Fakat şu muhakkak ki Ömer,
bu gene adamda, hakikata karşı büyük bir istidad ve iştiyak, ruhunda bariz bir
ulviyet görmüştü. Hem Allah Teâlâ Ömer’i kurtarmak için Hamza’nın vücudunu
vesile intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey
yerinden çıkmak. ] etmişti. Onun için Ömer kendini esaretten çekip kurtaran bu
adamın selâmeti için ölünceye kadar ve elinden gelirse ölümden sonraki hayatta
da ne mümkünse yapmaya çalışacak, ona dost ve yardımcı olacaktı. Zaten Yusuf
Ömer’e ve daha nice yüzlerce Ömer’lere, dustluk mefhumunu izah ederken, insanı
Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, bütün yaratılmış olanlara şefkattir; halk Allah’ın
ailesidir. Halka en sevgili olan, ailesi için fayda verendir diyerek, bütün
mahlûkata teşmil ettiği umumî bir dostluk fikri telkin etmemiş miydi? Ömer
şimdiye kadar kime fenalık etmişti ki Hamza’ya bundan bir hisse çıkarabilsin ?
sh:97
**
Burası, yüz binlerce
insanın ruhanî istinadgâhı olan muazzam Menfis mabedi! Ömer Hamza’yı kolundan
tutarak çekti :
Şunlara bak Hamza.. Şu
zavallılara bak! Ümid ederim ki, sen bunların inandıkları manasızlıkların
giriftarı değilsin I
Ateşe, öküze, taşa, güneşe
tapan şu yavan fikirlere bak ta onlara acı…
Hamza için putlara
tapmaktan vaz geçmek kolaydı. Çünkü bunların düzme ve ibtidaî vâhimelerin
[Vehim veren, vesvese veren. ] mahsulü olduğunu zaten biliyordu. Bunlara
tapmaktan, kurtulmak bir şey değildi. O, Meryem’e tapıyordu. İşte ondan vaz
geçmek muhaldi.[ imkânsız; olması mümkün olmayan]
Ömer, Hamza’nın cevab
vermek istemediğini görerek tekrar sözüne devam etti :
Ey, İzislere, Üzirislere,
Pahtlara, Hapilere, daha yüzlerce mabudlara baş koyan insan!
Nedir bu senin dar
düşüncen, köhne fikrin ?
İnsan kendi hizmetkârına,
kendi muhayyelesinin icad ettiği şeylere tapar mı ?
O insan ki, mahlukat içinde
en kıymetli eser, hakikatin sırrı, hikmetlerin muammasıdır, başlı başına bir
âlem, uzvî, hissî ve manevî tezahürlerile bir kâinata bedeledir, nasıl olur da,
kendi hayalinin doğurduğu maymunlara bile tapacak kadar küçülür?
Tapacaksan kendi aslına
tap, secde edeceksen ona secde et! Çünkü insan ancak aslına, hakikata taptığı
zaman, insanlığın manasını iktisab etmiş olur.
Aslına tap, aslının önünde
secdeye var!
İşte bu secde, ne tazîm ne
de ümid veya korkudandır. Belki aşkın heybet ve istilasındandır ki, baş,
ihtiyarsız olarak yere düşer; bu yere kapanışında zemini bile yüksek bulur ve
tapmak için daha, daha alçamak, daha yok olmak, kendini unutmak ister.
İşte aczin şiddeti içinde
eğilen bu baş, manada yükselir ; zaten onun aşkıyla kendini alçaltan her şey
yükselir, kıymet ve mana kazanır.
Öleceğini düşünerek
yaşamak, kalb istirahatı, kalb zevki verir; fakat ölmüş gibi yaşamak, zevkin,
istirahatın kendisidir. İşte, Mabudu bilerek ve görerek tapan, ve onun için
yere kapanan baş ta, kendinden ölmüş, hakikî istirahata ve rahata kavuşmuştur.
Ömer, tekrar ibadet
edenlere sözünü çevirdi.
Kalkın ey zavallılar!
Boş yere yerlere
kapanmayın. Bu mabudlar sizden de âciz, sizden de kudretsizdir. Tapılacak,
bilinecek, görülecek hep hep kendi hakikatindir. O, her mevcudun canı, her
mahlûkun çıktığı ve kavuştuğu noktadır.
İşiten, gören, tasarruf ve
tedebbür [Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli
olmak. * Arkasını dönmek. ] eden sade o dur. Kâinatı tedvir eden buyruk, onun
işaretinden ibarettir. Onun azameti, Ölçüye, hesaba gelmeyen büyüklüğü, gözlere
perde, onu görmeye muhkem hail olmuştur.
Bu hakikat ki sizi ve beni
ve bütün mükevvenatı, içinden dışından sarmış, azametine müstağrak etmiştir,
işte bu nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden gizleyen perde olmuştur. Onu görmek
isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu görmek için, gene onun aşkı nurundan
gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin. Suzişiniz beşeriyetin ari olan
gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza kavuştursun. sh: 99-101
**
Dünyaya üryan gelen insan, hakikatına
da her şeyinden soyunduğu vakit varabilir.
Sh: 101
**
Gene hekim, bu düşüne«
lerin tevlid ettiği bir feveranla :
—
Ömer, senin dünyada mislin yok, ne hoş, ne güzel bir adamsın sen,.. Dedi.
—
Sus, sus Hamza.. Misilsiz olan, yalnız Allah Teâlâ’dır. Beni yaratan, benim
gibi nicelerini yaratmaya muktedirdir.
Hamza, bil ki Yaradan’ın,
sahranın kumlarından çok Ömerleri vardır. .
Hem benim nemi methetmek
istiyorsun ?
Eğer şekil ve simamı
methetmek istiyorsan, bu taravet,[ Tazelik. Körpelik. ] en çok ölünceye kadar
sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm gelince bu da kalmaz. Fakat, bende
Allah’ımın aşkını görüp onu methetmek istiyorsan, şehade tinde sadıksın; çünkü
onun letafet ve taravetine halel gelmez, hiç bir suretle ona zeval ve kesafet
yoktur; Çünkü o, odur.
—
Vaz geçtim, vaz geçtim seni methetmiyorum. Gece oluyor biz hâlâ yollardayız,
onu düşünelim. Sh: 103
**
Ömer, Nil boyu nekadar
güzeldi değil mi ?
Herkesin ölümden sonra
aradığı cennet, sanki onlardı.
Hayır Hamza hayır, ben sana
cenneti iki kelime ile söyleyeyim: Cennet, gönül zevkidir. Bu zevke kavuşmuş
olanlar, her yerde, her zaman cennettedirler. Cenneti bulmak için ölmeye hacet
yok! Esasen onu burada bulamamış olanlar, öldükten sonra da bulamazlar.
Beni korkutuyorsun Ömer…
Hakikata müteallik sözler
korkunç olamaz dostum.. her ne kadar düşündürücü iseler de, ümid ve tesellisi
de içindedir. Hakikattan korkma Hamza, zira yegâne fenalık görmeyeceğin dostun,
hakikattir.
Korkulacak şey nedir, bilir
misin?
Hakikati bilmemek ve yalnız
cismin muktezasının zebunu olmaktır.
sh: 105
**
Gülme Hamza.. bu kara
cehalet, insanların hemen her sınıfında türlü türlü şekillerde tezahür eder.
Bu küçük misali, hayatın
her safhasına tatbik edebiliriz.
Meselâ, kendi gayesinin
hakikattan uzak olan mahdud çemberi içine takılıp kalan her hangi medenî bir
şehirlinin bunlardan mana itibarile ne farkı vardır ?
Biri ibtidaî cehalet,
diğeri medenî cehalet. Fakat netice aynı.
Hattâ öyle akıllı geçinen
kimseler vardır ki, onlara hakikatin parlak yüzünü ne kadar göstersen, ne kadar
anlatsan, arlar gibi dururlar, fakat ne görür, ne de anlarlar. Belki,
görüşlerinin kısalığından, en şaşaalı bedahati [Şanı, şerefi yüce, yüksek ve
büyük olan.] bile tekzibe kalkışırlar. Fakat sen bunları mazur bil Hamza!..
Zira kişi, cahili olduğu
şeyin münkiri olmakla beraber, hakikati işitmek ve anlamak ta bir istidat
meselesidir. Ruhları küçük olanlar kendileri büyük te olsalar bir şey
anlayamazlar.
İzah et Ömer!
Yani demek istiyorum ki
hayvanlık derecesinde olan kimselerin hisleri ve idrakleri kendilerine mahsus
dairenin dışarısına çıkamaz. Bunlar hayvaniyet hududunda ilerisini görmeye
muktedir olamazlar. Binaenaleyh, havas ve idrakleri mahsusat basamağından
yukarı çıkmadığı için kalbleri cehil karanlığı ve şuursuzluk damgasile
mühürlenmiştir de ondan…
Çalış Hamza, her iki dünya
için de çalış., cemiyetin ve ailenin saadetine çalışmak ta ibadettir. Çalış
Hamza, zira insanın kıymeti, çalışmanın derecesiyle mütenasibdir. Bak ben
meselâ memleketin en çok iş yapan tacirlerinden biriydim ; fakat bu sayım hiç
te kendimi ıslah için olan sayime (çalışmama) ve kalb zevkime mani olmamıştır.
Sonra Yusuf un bir nefes boş vakti yoktur. sh: 106-107
**
Yusuf’un evini uzaktan
görmek, Hamza’ya helecan vermişti. Burası bir katlı, üç odadan ibaret küçük bir
evdi. Binanın üstünde geniş bir sütun vardı. Hamza’ya bu ev, kendilerinin her
biri birer saraya benzeyen kâşaneleri yanında pek mütevazı, pek sade göründü.
Meryem de müphem bir
heyecan hissediyordu. Bu aşirete ilk gelişi idi. Belki de bu yabancı muhitte,
tanımadığı kimseler arasında sıkılacaktı. Fakat hem Hamza’nın arzusunu yerine
getirmek, hem de onunla baş başa kalmamak için bu ziyareti kabule mecbur
olmuştu.
Ömer onları kapıda
karşıladı. Meryem, bu yanık yüzlü, muntazam beyaz dişli adamın yüzündeki itimad
ve kalb rahatı veren manaya bakarak bir az ferahladı. Ömer onları, kırk yıllık
bir dost gibi tehassürle [ hasret çekmek, elde edilmesi istenen ve ele
geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] selâmladı.
—
Hoş geldiniz aziz misafirler… Gözüm yollarda idi. Meğerse sana ne kadar
alışmışım Hamza…
Ömer, Meryem’e de Hamza
gibi ismile hitab ederek selâmladı. Kızın bir az mütehayyir [Şaşmış, hayrette
kalmış. ] ve yadırgayan bakışlarını görünce, yarı ciddî, yarı lâtife İzahat
vermeye mecbur oldu :
—
Sanki bu memlekette Meryem’i kim tanımaz ki ben bilmeyeyim ? Hem, yolculuğumuz
esnasında Hamza’dan, gündüzleri terane, geceleri ninni yerine hep bu ismi
dinledim durdum. Yalnız Meryem bizi bilmez! diye gülümseyerek, yol göstermek
için önden yürümeye başladı. Hamza ile Meryem de onu takib ettiler.
Hep beraber, ceylan ve keçi
derisiyle döşenmiş uzunca bir dehlizden geçerek, sağda, baheye bakan bir odanın
aralık kapısının önünde durdular. Ömer içeri seslendi :
—
Gelelim mi Sidi ? iki kıymetli misafir geldi.
Bu sualin cevabını, içerden
bir el filen verdi. Yusuf kapıyı açmış, onları ayakta bekliyordu.
Bir nefeslik bir zaman,
Hamza da, Meryem de kapının eşiğinde kaldılar.
Hamza’nın gözleri, Yusuf’un
musafaha için kendisine uzattığı ele takılıp kalmıştı. O, bu eli tanıyordu.
—
Ömerin dostları, ocağımızı şereflendirdiniz, buyurun…
Hamza bu sesi de tanıyordu.
Bu el ona, rüyasında ayın
koynundaki yıldızı gösteren eldi. Bu ses te “işte sevgilin,, diye o işareti
tekid eden sesti.
Hamza ne yanılıyor, ne de
evhama kapılıyordu. Yusuf’un eli, o elin kendisi idi. Hamza’nın hükmü o kadar
kat’î idi ki, bu hususta ufak bir şüphe ve tereddüd bile geçirmedi. Yalnız onu
düşündüren, bu elin sahibine, çölde soramadığı suali hemen sorup soramamak
Meryem’in sevgilisi kimdir? Diye Yusuf’un malûmatına müracaat edip etmemekti.
Kimsenin bilmediği bu sırrı, onun bildiğinde Hamza şüphe etmiyordu. Sahrada
o semavî hadiseyi işaret eden elin sahibi,
mutlaka Meryem’in sevgilisini, Hamza’nın rakibinin kim olduğunu biliyordu.
Esasen Ömer de bu rüya hakkında söz söylemeği Yusuf’a bırakmamış mıydı ?
Fakat yazık ki gene adam,
kalbini sıkıştıran bu tecessüsü yenmeye mecburdu. Hiç bu kadar sırasız, bu
kadar damdan düşme sual sorulur muydu ?
Yusuf cevabiyle Hamza’nın
tecessüsünü tatmin edecek olsa bile, daha ilk telâkide böyle bir şeyi sormak
pek abes olurdu.
Hamza, Yusuf’un başlı
başına bir âlem olan ellerine tekrar baktı. Zaten o geceden beri, bunları asla
unutmamış, hayır unutamamış, onlar kendilerini unutturmamışlardı. Bunlar
hakikaten, dertleşilecek, söz söylenecek, hitab edilecek birer varlıktılar.
Hamza bu tereddüd ve
şaşkınlık anını geçirinceye kadar, Yusuf’un eli musafaha için onu bekledi.
Meryem, Hamza’nın bu
duruşunun ve ruhî bir buhran geçirdiğinin farkında olmadı. Zira o da,
anlaşılmaz bir saikle sersemlemiş gibi idi.
Hamza Yusuf’la
selâmlaştıktan sonra, ancak başını kaldırıp bu asîl çehrede İlâhî bir tuhfe
[Hediye, armağan ] gibi çakan manaya, baktı.
Yusuf, Ömer’in bir buçuk
aylık arkadaşlığı esnasında her vesile ile andığı Yusuf, demek ki, bir bakışla
gönülde mahşerî bir telâş uyandıran, varlığı muzmahil [Çökmüş. Darmadağın
olmuş. Perişan olmuş. ] eden, tefekkürü kabzeden bu harika idi!
Hamza, Ömer’in Yusuf
hakkında söylediği sözleri, Yusuf’a nazaran sönük, hatta yavan buldu. Fakat
Ömer’in de hakkı vardı. Yusuf, anlatılmaktan balater [Pek yüksek, daha yüksek ]
bir mucize idi.
Ömer’in aylardan beri
Hamza’ya aşılamaya uğraştığı ilahî mefkure, bu gözlerin bir tek başında hülasa
edilmişti.
Yusuf’un geniş omuzlarını
ortasında yükselen başı, hilkatin esrariyle yüklüydü. Bakışları, insana bir
lâhzada hudutsuz bir vüs’atın kapılarını açarak sonsuz, derin bir âleme
götürüyordu. Kaşlarının ortasında, tesbit olmuş bir şimşek remzi gibi, iki
münkesir hattan mürekkeb derin bir çizgi vardı. Sanki bu harikulâde çehrenin
bütün esrarı bu kati hattâ toplanmış, istediğine esrarını gammazlıyor,
istemediğinden de saklıyordu.
Yusuf’un sesi Hamza’nın
düşüncelerini tatil etti :
—
Ömer’i ne kadar memnun etmişsiniz. Onun gibi ben de sizi tehassürle
bekliyordum.
—
Ziyaretiniz için ne kadar geç kalmış olduduğumu şimdi anlıyorum Sidi. Sizi
Mısırda tanımak, benim için yüz kızartıcı bir keyfiyettir. Bu mülâkat senelerce
evel de olabilirdi. Geçmiş zamanıma acıyorum..
—
Her şey için merhûn bir vakit vardır ve o şeyin vukuu, bu mukadder zamanın
gelmesine bağlıdır. Danenin başak olması, bir muayyen zamanın safahatına tabi
olduğu gibi, insan da vaki olacak şeyler vukuu anına kadar böylece, zamanın
tekallübatına [Bir halden başka bir hale değişmek. ] maruzdur.
Sonra, geçmiş zamana
acımak, onunla mukayyed olmak, vakit ziyamdan başka bir şey değildir. Geçmiş
de, gelecek de insanın malı olamaz, ancak yaşanan ânın faydalı geçirmenin
çarelerini aramak lâzımdır. Çünkü, geçmiş te, gelecek te, halin içindedir.
Sh: 114-116
**
Ziyarete vesile ve sebeb,
sevgidir. Asıl bahane ve vesile, ondan ibarettir. Muhabbeti olanın eli boş
olamaz. Zira sevgi, sebebin, vesilenin kendisidir Hamza…
— Fakat bu kılıç, aynı
zamanda düşmanlarınıza karşı iyi bir silâh ta olabilir diye düşünmüştüm.
Benim düşmanım yoktur ki
Hamza. hem ben hiç silâh taşımam. Çünkü muhafız hakikatta tedbir değil,
takdirdir. Maamafih kul tedbir eder Hâlık takdir eder ve ancak olan, onun
istediğidir. Farzet ki sahranın bütün kumları düşmanım olmuş, o, istemedikçe,
hiç biri bir zarar yapamaz, zira mahlûk, Yaradan’ın bu cihan meydanındaki
tasarrufunun bir âletidir. Emri veren Hâlıktır. Bu emri tatbik eden, file
getiren âlet de insandır.
Ömer de daha Mısırda iken
Hamza’ya böyle söylemişti. Yusuf ise aynı umdeyi çok keskin ve parlak bir
talâkatla müdafaa ediyordu.
Yaradan, filiyle, kavliyle,
gizli ve aşikâr tasarrufuyla insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Yaradan’ın
gazabı da, ihsanı da, insanlara gene insanlar vasıtasıyla gelir.
İşte insan, Yaradan’ın olan
bu tasarrufu kendinden bildiği için cahildir. Halbuki bu tasarruf, onda emanet
ve ariyettir. Bir gün olup Yaradan bunu o kimseden alınca ne tasarruf kalır, ne
de vücud… İnsan, fiilin, kavlin ve tasarrufun hep Ondan olduğunu bildiği vakit
Yaradan’ı bilmiş olur.
Yani, kendi vücudunun
hakikatta bir vasıta olduğunu bilen, Yaradan’ın varlığını bilmiş olur. İşte
insan bu bilgiyi iktisab etmek için yaratılmıştır.
Sh: 116-117
**
Yusuf gerçi Ebüşşettar
kabilesinin reisi idi. Fakat civarda bulunan bütün kabilelerin sevgi noktası
idi. Onun mesaisi, umumî ve ahenkdâr, ahlak sağlamlığı üzerine kurulmuş bir
hayatın teminine matuftu. Muhitine ihtiraslardan uzak, temiz, örselenmemiş yekpare
bir sükûn âlemi tesis etmişti.
Yusuf’un dostluğunun en
değerli bir sermaye olduğunu, bütün yakınları tadarak öğrenmişlerdi. Onun
sevgisi, kaç kişiyi melûf [Alışmış, huy edinmiş. ] oldukları
fenalıklardan kurtarmış, onun müdahalesi, birbirinin kanma susamış
mütehevvirlerin [Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. ]
ellerinden hançerlerini düşürmüştür. Ondan gelen bir haber, bir selâm
birçok kimseleri, doğru yola delâlet eden bir rehber olmuştur. Çürümek üzere
olan kalpler, onun sevgisiyle hayat bulmuş, dirilmiştir.
Birbirleriyle döğüşe döğüşe
gelenler, bu sulh ve asayiş ocağından, iki candan dost olarak el ele
çıkarlardı.
Bundan başka, Yusuf’un
malen hayırhâh olduğu kimselerin sayısını da kimse bilmezdi. Yusuf’a babası
Malik bin Halim’den büyük bir servet kalmıştı; fakat o, babası gibi debdebeli
yaşamaktan hoşlanmadığı için, istediği gibi muhitine yardım ederdi. Malik bin
Halim, malî vaziyetinin müsaadesinden istifade ederek oğlu için her taraftan
hocalar getirterek tahsiline ehemmiyet vermiş ve bu bilgisini takviye etmesi
için onu, uzun seneler komşu memleketlere göndermiştir.
Yusuf daha pek gene yaşında
iken, beyaz sakallı adamlar ondan akıl danışmaya gelirlerdi. Hatta Kocalarından
biri: Sen mi benim hocamsın, yoksa ben mi seninin hocanım aklım ermiyor, derdi.
Malik bin Halim mağrur ve ağır başlı bir adamdı, fakat o da gene oğlunun
hayranı olmaktan ve için için onu takdir etmekten kendini kurtarmazdı.
Babasının ölümünden sonra
Yusuf aşirete reis olmuş, fakat hayatını daha sadeleştirmiş, daha basit şeraite
bağlamıştı. Civar aşiretlerin reisleri muntazam günlerde Yusuf’un evinde
toplanırlar, kabilelerinin ticarî, ictimaî, bilhassa ahlâkî ve edebî
cereyanları hak- kındaki müzakerelerden «onrn, hükümdara bu nıüzakerelerin
hülâsasını bildirmek için içlerinden birini gönderirlerdi.
Yusuf’un aşireti, bilhassa
şiir ve fesahatta çok ilerlemişti. Yusuf nazariyatcı değildi. Takrir ve telkin
ettiği esasları, daima canlı misallerle izah eder, bilhassa şahsında tatbik ve
filen tahkik etmemiş olduğu umdeleri kimseye tavsiye etmezdi.
Ebüşşettar aşireti,
Hayrenin kalbiydi. Bu aşirette, Yusuf2u müteaddid seyahatleri esnasında takib
etmiş yabancıların sayısı da mühim bir yekûn teşkil ederdi. Bunlardan biri,
Yesribli Halil’di. Yusuf’u takib etmek için anasının babasının, hatta Yusuf’un
mümanaatını [engel olmak. ] kırarak, Yesrib’den kalkan kervana gizlice
iltihak etmiş, o zamandan beri Hayre’de yerleşip kalmıştı. Halil, lâübali
tavırlı, sözlerini düşünmeden söyleyen temiz yürekli bir adamdı. Konuşurken
kavga eder gibi bağırması, zorba ve teklifsiz halleri, hoşa giden
hususiyetlerindendi. Yusuf’la ekseriya pencereden konuşur, sözünü daima telâşlı
ve yüksek sesle söylerdi. Hemen bütün üzüntüsünü, çok sevdiği karısı ile, üç
çocuğunun hastalıkları teşkil ederdi.
Yusuf, zevcesi Ummül Bedr,
kölesi Mahbub ve Mahbubun karısı Sude ile otururdu. Yusuf’un, Billi diye
çağırdığı zevcesi Ummül Bedr, aynı zamanda akrabası idi. Yusuf, bu saf ve güler
yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk refakatinin merbı tiyeti, temiz kalbinin
durgun ve teressübsüz [Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek.
] safiyeti için evlenmişti. Ummül Bedr güzeldi de.. Fakat Yusuf kendi taşkın
aşkının cevabını bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için zevcesini olduğu
gibi kabul etmiş, onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli ve telâşsız bir
ömürle mesud olmuştur.
Yusuf’la aynı çatı altında
yaşayanlardan biri de Mahbub’dur. Bu gene adama kim, köle, derse Yusuf’un canı
sıkılır, o yüz kere azadlıdır, derdi. Yusuf ona arazi ve ev bağışlayarak azad
etmiş ve evlendirmişti. Fakat Mabbub, Yusuf’un yanında kalmayı azadlığa ihtiyar
ederek karısıyla beraber bu çatının altında yerleşmişti. Mahbub, küçük bir
çocuğun anasına karşı mecbul [Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat
bulunan ] olduğu zaaflarla Yusufa düşkündü.
Gerçi Mahbub da bir
insandı, fakat masum va müşfik mizacı, dost, dürüst, namuskâr hareketleri, onu
şayanı hayret bir itimadın sahibi etmişti. Her muhite intibak eder, kimseyi
fena bilmez, dost, düşman diye iki ayrı mefhum tanımazdı. Onun, hakikatta
Yusuf’tan başka arzusu, ondan başka vücudu yoktu.
Gece gündüz onun arzularına
karşı uyanık ve fevkalbeşer bir hassasiyetle nigehbandı.[ Gözcü, gözetici,
bekçi.]
Mahbubun yegâne zaafı,
gezmek, eğlenmek, bilmediği yerleri görmekti. Her eğlence meclisine Yusuf onu
gönderir, bir şenlik, bir düğün ihtimali konuşulurken “Mahbubu da unutmayın !„
derdi.
Mahbubun karısı Sude,
Ömer’in kızıdır. Yusuf bu kızdaki İnsanî hislerin şayanı hayret tekâmülünü
takdir ettiği için onu çok sevdiği Mahbub’la evlendirmişti.
Fakat Sude de bu fazileti
Yusuf’un terbiyesinden bulmuş, onun telkin ettiği, mahlûkata şefkat düsturunu
kendi kabiliyetiyle karıştırarak, mükemmel bir insan numunesi olarak meydana
gelmişti.
Sude Yusuf’tan ne
öğrendiyse, onu eksiksiz olarak tatbik ederdi. Hastalara, çocuklara, garib ve
muhtaçlara, hasılı kendinden yardım ve şefkat isteyen her mahlûka, gaibane bir
vecd ile atılır, kudretini son damlasına kadar harcardı.
Sude, kimseden minnet ve
karşılık beklemez, ondan yardım ve iyilik görenler, asla minnet ve şükran
yükleriyle mahcub olup ezilmezlerdi.
Sude, sanki dünyaya Allah
Teâlâ’nın rahmet ve rikkatinden gönderilmiş bir mahlûktu. Kalbi, bu cihanın
bütün ıztırabını ve feryadlarını içine almak isterdi. Aleme bir muamma olan
gönlü Yusufun ayaklan uçundaydı., zira Sude Yusufu, kendini bile dehşete veren
yenilmez bir aşkla sever, fakat bu sevdasını, âlemden sakladığı kadar
Yusuftanda gizlerdi. Sude gönlünü ve aşkını da başkalarının sinelerinde
yaşatırdı.
Ömer’in kızı Sude, işte
böyle, hislerine hükmedebilen feragat ve fedakârlık timsali bir kadındı.
Yusuf’un dostluğu ve
sevgisi halkasında, daha nice Sudeler, Ömerler, Mahbublar vardı ki, o, her
birini bir fazilet ve ahlâk abidesi olarak işlemiş, yetiştirmiş, hilkatin
sinesine birer şaheser olarak hediye etmişti. Bunların her biri, kıymette,
fazilet ve kemalde, yüzlerce insana bedel kimselerdi.
Bakış, insana bilmediğini
öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek
çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de
vardı. sh: 123-127
**
Ebüşşettar aşiretini
ziyaretlerini takip eden gece ve gün, Meryem hep Yusuf’un gözleriyle karşı
karşıya yaşadı. Bu gözler, Meryem’in ilk defa tesadüf ettiği, bakmasını bilen
ve baktığı yeri yakan gözlerdi. Aynı zamanda onların manasında, unsurî zaaflara
hükmedebilen şedit bir irade vardı..
Gene kız gördüğü andan beri
bir lâhza karşısından eksilmeyen bu bakışlardan korkarak gözlerini yumuyor,
fakat gözleri kapalı iken Yusuf’un gözlerini daha sarahatle görüyordu. Meryem
ne yaptıysa bu bakışların tesirinden kurtulamadı.
Yusuf’un “aşiretimize bu
ilk gelişiniz değil mi Meryem ? „ derken, bakışlarının kendi gözlerine bir an
değip kaçan ateşi, hâlâ gönlünde, hâlâ değdiği yerde müstakardı.
Bakış, insana bilmediğini
öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek
çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de
vardı.
Meryem yeni bir şey
öğrenmişti, bu muhakkaktı. Fakat öğrendiği şeyin mahiyetini bilmiyordu.
Gene kız o gece ağladı.
Fakat o, bu gözyaşlarının da mahiyetinden habersizdi.
Ebüşşettar aşiretini ilk
ziyareti, başka ziyaretler takibe başladı. Hamza hemen her gün ve yahut gece,
bir fırsat bulup Yusuf’a gidiyor, ekseriya Meryem’e de beraber gelmesini teklif
ediyor, o da bu teklifleri itirazsız kabul ediyordu.
Yusuf’la buluştuktan sonra
Hamza ile Meryem’in müşterek hayatlarının soğukluğu da bir cihetten tadil
olmuş, gene adam, sevdiği fakat konuşmak fırsatını bile bulamadığı bu kızla
şimdi Yusuf’tan, onun sözlerinden, muhitinden uzun uzun konuşabiliyordu. Artık
eskisi gibi karşı karşıya somurtup oturmuyorlar, birbirlerine söyleyecek söz
buluyorlardı. Hamza bu suretle, Meryem’in kendinden vahşetini bir zaman için
unutuyor, sevgilisiyle hiç olmazsa bir tek noktada, mutabık olduğu için
seviniyor, kendisine bu fırsatı kazandıran Yusuf’ta ayrıca minnet duyuyordu.
Yusuf’un namı ve yâdı, Meryem’le Hamza’nın anlaştıkları ve his müşareketi
buldukları tek nokta idi. Esasen Yusuf’un hayat felsefesi, tek mabuda iman
telakkisi, ve mükevvenattaki bütün keserata [çokluk, sıklık. ] rağmen
onun tek vücud iddiası, kimseye gücenmeyen ve kimseyi gücendirmeyen siyaseti,
şimdiye kadar başıboş ve tabiî iktizalarının zebunu olarak yaşamış genç hekime,
hayata daha müsaid, daha nikbin [iyimser, her. şeyin güzel tarafını gören ] bir
adeseden [Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop
camı. ] bakmak ilminin halavetini bahşetmişti.
Artık Hamza, kendisini
çekemeyenlere kızmıyor, medih ve sitayiş tufanında da kalsa, bu mutasalliflerin
dudaklarını bir korkunun veya bir ümidin tahrik ettiğini biliyordu.
Halbuki o şimdi, yardım
için elini uzattığı her vücuda daha hasbî daha müşfik olarak muavenet ediyor,
başlıca zevki olan halkın şükran sadaları bile onu gurur sarhoşluğuna atmıyordu.
Hasılı, Yusuf’un varlığı,
mihengine vuruldukça, kalp olduğu meydana çıkan evsafından sıyrılarak, gittikçe
hududu genişleyen vicdanî bir zevkin müsbet inkişaflarına kendini bırakmaya
çalışıyordu… Hamza’yı, hakikati bu kadarcık görmedi bile, manevî bir şahsiyete,
yeni ve bambaşka bir hüviyete doğru çekmekte idi. Fakat o henüz kendini
hakikatin vüs’atına [genişliğine] terk etmekten çok uzak… Zira aşılacak
manialar pek çok., bunu kendi de biliyordu. Öyle ya gözdeki bir damla nem,
rüyete mani olduktan sonra, neden Meryem’in aşkı tufanı, bu manialardan
büyüğünü teşkil etmesin. Ne olur Hamza bir gün cesaret etse de, çöldeki
rüyasını, o kâbusu da Yusuf’a anlatabilseydi… Fakat söz bu noktaya gelince, bir
türlü dili varıp soramıyordu. Nitekim gene saraydan çıktıktan sonra sırf bu
suali sorabilmek için, Meryem’e haber vermeden Yusuf’un evine geldi. Fakat her
vakit ki gibi ondan çok mühim ve kıymetli şeyler konuştular.
Hamza hâlâ Ömer’in Mısırda
çektiği sıkıntıları unutamıyor, her fırsatta, Firavunun esirlere yaptığı zulümden
bahsediyordu. Gene:
Ne olurdu herkes iyi
olsaydı… Benim fenalığa ve fena insanlara asla tahammülüm yok Yusuf dedi.
— Yanılıyorsun
Hamza.. dünyada fena yoktur. Hattâ ne tam iyilik, ne de tam fenalık
yoktur. Sana, fena olan bir şey başkasına iyi olabilir; keza,
başkasına fena olan bir şey de sana iyi olabilir. .Meselâ testinin
kırılması senin için değildir; fakat testiciye iyidir. Sen teessüf
ederken o bir testi daha satacağım düşünerek memnun olur.
Ömer’in ve Ömer gibi
esirlerin taş kırmaları, toprak kazmaları, kendileri için müşkül ve nâhoştur;
fakat tasavvur ettiği abideyi başarmak isteyen Firavunun memnuniyetini
mucibdir.
Şunu da düşünmeli ki
cefalar ve zahmet1er ıztırab: elemler, ruhî terbiyenin âmilleridir, Pek
çok kimse tekâmülü, çektikleri meşakkatlere borçludurlar. İyilik yapmak
için yaratılmış bir kimse, nasıl fenalık yapamaz ve fenalıktan hoşlanmazsa,
iyiliğin zıddı olan, yani fenalık denen şeyi işlemek için yaratılmış kimse de,
iyilik yapmaktan aynı suretle tevahhuş, eder.
Sakın fena zannettiğin
kimse1erden nefret etme. Sana düşen onlara benzememeye çalışmaktır, nefret
değil.
Nasıl nefret edebilirsin
ki, iyi, kötü herkes aynı Hâlik tarafından bir vazife ile memur olarak
yaratılmıştır. Zira hilkat saltanatı, bütün bu zıdların çarpışmasıyla tezahür
etmektedir. Dünya hayatı için iyilik nasıl lâzımsa, kötülük te öylece lâzımdır.
Dünya insan vücuduna
benzer. İnsan vücudunda lüzumsuz ve manasız bir şey var mıdır? Süfli
kısımlarından, ulvî kısımlara kadar her bir uzuv birer vazife ile mükelleftir.
Kalb, dimağ, ciğerler, göz, ağız, kulak nasıl lâzımsa, necaset taşıyan
bağırsaklar da öylece lâzımdır. Saçlarını okşadığın, dudaklarını öptüğün
güzelin de böyle kirli ve süflî uzuvları vardır. Bunlara rağmen bütün
varlığıyla sever ve taziz edersin. O bağırsağı, kirlidir diye çıkarıp atabilir
misin ?
Bu böyle olduğu gibi,
dünyada da fena görünen insanları hor ve zaid görmememiz icab eder. Zira onlar
da, dünya bünyesinin intizamı için yaratılmış birer uzuvdur.
Düşün ki insanlar bile her
vücuda getirdikleri şeyi bir ihtiyacı karşılamak zımınında, [iç taraf; maksat,
gaye; açıktan söylenmeyip dolayısıyla anlatılan. ] bir sebeb ve bir kasd ile
yaparlar. Meselâ şu karşıdaki şamdan, geceleri aydınlatan muma bir mevzidir. Şu
rahle, üstünde kitapların ve ufak tefek eşyanın durmasına mahsustur. Testi,
minder, hâsılı kullanılan, giyilen her şeyin vücuda getirilmesinde bir gaye ve
bir maksad gözetilmiştir. O halde, her şeyden mükemmel olan bu dünyayı da,
insan aklından çok büyük olan bir aklın icad ettiğinde şüphe olur mu ? İşte bu
büyük akıl, Allah Teâlâ’dır. O halde, bu akıl yakıcı azameti icad eden bu büyük
aklın her hangi bir yaptığını ve icad ettiğini abes görmek reva mıdır?
İşte bu anlaşılınca
mahlûkat ve masnuatın [sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar. ] en
küçüğünden en büyüğüne kadar hiç birinin sebebsiz ve zâid olarak icad
olmadığında şüphe etmemek icab eder. Şunu da bil ki hiç bir şey yoktur ki senin
için bir nimet hâzinesi olmasın, fakat senin onu kullanmak hususunda
gösterdiğin dirayet veya dirayetsizlik, onu sana faydalı veya zararlı
eyler.
Nasıl ki işte Ömer’in,
esaret hayatında çektiği zorlukları sahurla karşılaması, şikayet yerine zevkle
tahammül etmesi… yani dediğim gibi bu cefayı kullanmak hususunda gösterdiği
dirayet, ona, fenalık zannedilen bu esareti bir nimet hâzinesi eylemiştir.
Bunun şahidi de sensin !
Sırası gelmişken
söyleyeyim. Bir gün şair Ebufettah, şiir hakkında bazı garib mütalealarda
bulunuyordu. Ona :
— Sence şiir nedir ? diye
sordum.
Tabiatın güzelliklerine aid
tahassüsat [Duygulanmalar, hislenmeler ] ve tecemmülat [Eşya, levâzım.
Tetümmat. ] ne varsa, bunları yazmak ve söylemektir, dedi.
Peki, dedim. Sade bunlar mı
şiirdir? Ya çirkinlikler, kederler, hüzünler, sefalet ve ıstıraplardan
bahsetmek şiir değil midir ?
Onlar acı kısımlardır,
dedi.
Acaib ! Bunları o
güzelliklerden tefrik mi ediyorsun? Yalnız güzelliklerden bahsetmek şiir demek
değildir; öteki kısım da zevktir, o da güzelliktir.
EbuFettâh belki do
sözlerimin manasını kavrayamadığı için cevab vermedi.
Demek inliyorum kl,
mükevvenatta olan acı tatlı her şey, Mutlak güzelliğin bir parçası olmak
itibariyle güzel ve iyidir. Esasen her şeyden güzel yaratılan bu cihan, bütün
bu zıtların ittihadıyla güzelleşmiştir. Çok sevdiğin bir kadının kolunu,
gerdanını sana kesilmiş olarak getirseler, sevip okşayamaz, korkar kaçarsın..
İşte, kolda, ve gerdanda süfliyete müteallik bir şey yok., sevsen, okşasan a…
Halbuki insan da, cihan da,
kül [ bütün] olarak güzeldir. Her ikisini de parçalara ayırmak, onları
manasından ve kıymetinden uzaklaştırmak demektir. Velevki intihab [Seçmek.
Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ]
ettiğin, güzel kısımlar da olsa, gene bu böyledir. Görmüyor musun, vücudun
zinde olarak kıyanı ve hayatı da, dört zıt unsurun uzlaşmasından, bir arara
gelmesinden hasıl olmuştur. Su ateşe, ateş havaya, hava toprağa zıd iken, nasıl
da aynı gayeye hizmet etmek hususunda iştirak ediyorlar ?
Bunlar cemad iken bu
ittihadı hasıl edip vücudun hayatdar [canlı] olmasına çalıştıkları halde,
insanın, hislerinde ve kanaatkarında aynı birliği bulmaması yazık değil midir ?
Her şey iyidir ; her şey
güzeldir; zira her şey Mutlak güzelliğin bir parçasıdır.
Bir adedi, diğer adedlerde
nasıl sereyan ediyor ve hiç bir aded vahidsiz [başlıbaşına] kalmıyorsa, sen de
her nereye teveccüh etsen, vicdanî bir zevk ile görürsün ki, yaradan türlü
türlü varlıklar icad etmiş ve muhtelif cisim ve şekillerde bir nevi gölge ve
hayal göstermiştir. Halbuki bütün bu varlıkların, şekil ve cisimlerin hareli et
ve tasarrufatı, Yaradan’ın buyruğu elinde olup, kendi, perde ardında
gizlenmiştir.
Sen ve ben bu müteferrik
varlıklarda matlub olan birliğin ruhunu görmeliyiz. Bu kadar ihtilâflar,
keşmekeşlerden matlub, o birliğin yüzünü bu müteferrik varlıkların vücudları
gölgesinde itirazsız seyretmektir. İşte bilgi bu dur, anlayış bu dur maksud
budur, senden aranılan da budur Hamza.
Bunun için insanın, her
nerede olursa olsun, Yaradan’ın kendisiyle beraber bulunduğunu bilmesi
lâzımdır. Bunu bilince de her yerde onu görmesi ve ondan başka bir şey ihtiyar
ve taleb etmemesi icab eder. Kendinin ve bütün müteferrik varlıkların bir gölge
ve hayal olduğunu bilen ve bu bilgiyi kendine mal eden kimse, kemalini bulmuş
ve kendini bilmiş bir insandır.
Fakat Hamza, ne olsa
insanın acı ile tatlıyı, bir iğne batışının zahmı ile nüvâzişin [ “Okşayıcı,
taltif edici, iyi edici” mânâsına kelimenin sonuna gelebilir. ] lezzetini
tefrik etmeyecek surette bu birliğe müstağrak olması müşkül oluyor. Bunu
yapabilmek için insandan yükselmiş, insanlığın fevkine çıkmış, beşerî ahkâmdan
kurtulmuş olmak lâzımdır. Fakat asıl hayat ta bunu yapabilmek, bu itilaya
[Yükselme, yücelme:] yükselebilmektir Hamza…sh: 128-134
**
Aşk, ebedî sanatkâr!
Ancak ona zeval yok. Her
şeyin terkibi ondan, her şeyin mayesi o, her şey onun huruşundan kopmuş, her
mevcudun canı, varlığı, manası, ibtida ve intiham o… Arz parçalansa, onu
istihlaf [Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine
başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. ] edecek yüzlerce seyyare, bu aşktan
zuhur emrini bekler. O olduktan sonra Ademle Havva’nın kıssası hiç te bitmez,
tekerrür eder durur. Her şeyin bir nihayeti vardır, onun asla.
Meryem ağlamak istiyordu.
Fakat onun sevdasına karşı göz yaşı ne olabilirdi?
Bulutlardan nem kapmak,
denizlerden bir damla çalmak gibi bir şey… Gene kızın bütün mesameleri birer
göz olsa ve her birinden binlerce yaş dökülse, gene bu aşkı ifade ve izah
edemez, gönlünü saran bu ateşin bir zerresini söndüremezdi. Ne göz yaşı ne
feryad, hiç, kiç [arka bölümde olan ] bir tezahür, kabına sığmayan bu şahlanmış
kuvvete bir ifade, bir remiz olamazdı. Aşkı aşktan başka hiç, amma hiç tarif
eden yoktur. Ömer’in, “Yusuf’u bilmek için Yusuf olmalıdır „ dediği gibi, aşkı
söylemek, aşkı anlamak ve anlatmak için de aşk olmalıdır. Bir şeyin hakikati
olmayınca o şey, hakkiyle nasıl bilinebilir?
sh: 137
**
Gene kızın bütün varlığını
yakan bu gizli aşktan henüz kimsenin haberi yoktu; gönlündeki kıyameti,
hayretengiz bir tuğyanla taşıp kabaran bu sevdayı muhakkak ki yalnız ve yanlız
Yusuf biliyordu, bu gönül kıyametini koparanın ondan haberi olmaması kabil
miydi ? Onun aşkı ocağından sıçrayan bir ateş bu gönlü tutuşturmuştu.
Meryem, aşkı kuvvet ile
Yusuf’un kendi hakkındaki hislerini tecessüs ediyor ve kanaatlerinde
aldanmadığını görüyordu, çünkü bunları, aldanmayan aşkı teyid ediyordu.
“Beşçeri» anasırın muhkem
bendinden çekip kurtaran, onu ufuksuz dünya, hudutsuz cihana ulaştıran aşktır.
Yalnız, yalnız odur. Akılla öğrenilebilen bütün kisbî ilimler, aşk ilminin
mebadis’ıne [Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler.
] bile varamaz. Bir ilim ki dünyanın kışrından [Kışra, kabuğa dair. Dış yüce
ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası
olmayan. ] tecavüz etmez, o ilmin cehilden farkı yoktur. Aklın bildiği ve
bildirdiği ilimler anasır hududundan ileri geçemez, çünkü yanar. Halbuki aşkın
talim ettiği ilimde, mütenahiyet [sonu belli olan, sınırlı. ] ve kıyasat
[Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. ] kokusu yoktur,
zira aşk hakîler [toprak] gibi zemin üzre seyr etmez ki ona arıza ve hudud
tasavvur olsun! O, taalluk ettiği vücudu da kendine benzetir; kendi gibi İlahî
ve lâyemût [ölümsüz] eyler…,,
sh. 138
**
Meryem’in Yusuf’la eriyen
varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan
uzaklaşınca birdenbire soğuyor, katılaşıyor, adeta donuyordu. İnkişaf etmek
için güneşin doğmasını bekleyen bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne
zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk için yaşamıyor mıydı ?
Bu iştiyak, onu
bulamamasının verdiği hırçınlık, cemiyetten de şedid bir aksülamelle kaçmasına,
teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan başka Meryem için kim olabilirdi?
Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne geçilemeyen incizabına doğru, baş
döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül
yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu gitmekten maksat da kendini bulmak ona
kavuşmaktır, dememiş miydi ?
Meryem de berkî
[Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas:
Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ] bir süratle
sağını solunu görmeden gönlü yolunu geçiyor ve Yusuf’a gidiyordu. Onun başka
türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?
Yusuf’un aşkında bütün
mükevvenatın hülâsasını bulmak için koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir
kayıtla mükellef değildi. Zira varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka
herkese kapalı olan kalbinden maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.
Sh: 140
**
—
Meryem, Yusuf bize niçin bu kadar seyrek geliyor ?
—
Bilmem ki Hamza…
—
Bu akşam amcam gelecek, eğer erken giderse Yusuf’a gidelim.
—
Niçin cevap vermiyorsun; bir işin mi var ?
Ben kendi hesabıma onu
göremeyince büyük bir eksiklik duyuyorum. Şimdiye kadar onun icazkâr nefesi
iden nasıl da uzak yaşamışım ?
—
Peki Hamza gidelim.
Hamza Yusuf’u görmeyince
büyük bir eksiklik hissettiğini söylüyordu. Meryem ne desin, o ne söylesin ?
Gene kız Hamza’ya hislerini
nasıl izah edebilirdi ?
Neden Hamza Yusuf
hakkındaki hislerini Meryem’e söylemiş te, o kendi hislerini Hamza’dan
saklıyordu?
Gerçi Meryem masumdu; çünkü
aşkla ismetlenmişti. [günahsızlık, günahsız oluş, mâsumiyet, günahı olmamak. ]
Meryem Yusuf’tan Hamza’yı telaşa ve şüpheye düşürecek hiç bir şey istiyemezdi.
bu aşk temiz, tertemizdi, fakat gene kız hislerinden Hamza’ya bahsetse, o
bu aşktaki büyüklüğü, şüphe yok ki anlayamayacaktı. İşte bunun için mümkün
olduğu kadar Hamza’nın kendi hislerine aşina olmaması lâzımdı.
Meryem’e bu dakikaya kadar,
Yusuf’la aralarında maddî bir irtibatın tahakkuku, bir fikir halinde bile
gelmemişti. O Yusuf’tan ne istiyordu?
İşte ilk defa düşündüğü,
fakat cevabını bulamadığı bir sual ! Bostanların etrafını, her geçenin içeriye
atlamaması için çalı çırpıdan çitlerle örerler. Aşkın etrafı da, işte bu gibi
ibtidaî mülâhaza dikenlerde çevrilmiştir; taki oraya girmek müşkül ve can
yakıcı düşünceler ve korkularla haillenmiş [perde, mânia, iki şey arasını ayıran.
] olsun diye… Fakat Meryem, ker kes gibi ne böyle bir çitten atlamış, ne de
eteğini çeken bir dikene tesadüf etmişti.. O, ilk solukta kendini aşkın mutlak
ve arızasız mihrakında bulmuştu. Oraya nasıl ve nelerden aşarak girmişti?
Burasını kendi de bilmiyordu.
Bildiği bir şey varsa, o da, her kesi içeri girmeye bırakmayan bu çitlerin, onu
bir daha dışarıya bırakmayacak gibi etrafını örmüş olması idi.
işte Meryem aşkı farkında,
olmayarak Hamza’dan gizlemişti ve daima da gizleyecekti. Gerçi onun Hamza’ya
karşı bir gönül borcu, mükellef olduğu bir sadakat vadi yoktu; bu izdivaç
oyununda her ikisi de kayıtsızdılar. Fakat ne de olsa gene kız bu temiz ve
fedakâr adamın aşkına hürmet etmeyi vicdanî bir emir telakki ediyordu.
Babası erken gittiği için
Meryem sevinmişti; bu neş’esini uzun zaman muhafaza etti. Yusuf’a giderken
yolda Hamza ile mutaddan [her zamankinden] fazla konuştular. Gene adam bu
beklenmeyen sıcaklık karşısında mes’uddu. Sık sık ziyaretlerle etrafın
dikkatini çekmemek için aşirete ekseri yaya gidiyorlardı.
Yusuf’un odasında Meryem
her zamanki yerine, şamdanın durduğu rahlenin yanına oturdu. Ummül Bedir’le
Sude de onun yanına oturarak üç kadın konuşmaya başladılar.
Ummül Bedr Meryem’i çok
seviyordu. O da bu sevimli kadının her halini, uysal ve çocuk safvetiyle dolu
tabiî hâreketinin her safhasını benimsemişti. Sude’ye gelince, bu hisli, fakat
duygularına hâkim kadınla anlaşmaları daha derin, daha şumullü idi. Sude
Meryem’i şuurla seviyor, Meryem onu anlayarak takdir ediyordu. Esasen dedikodu
bilmeyen Meryem, bu her biri bir fazilet örneği olan insanların içinde büsbütün
muhitin bigânesi olmuştu. Meryem bu gece konuşmaktan ziyade Yusuf’la Hamza’nın
hararetle devam ettikleri sözleri kaçırmamak istiyordu. Onun için Ummül Bedr’in
masum başının omuzuna doğru kayarak uyumaya hazırlanmasıyla adeta sevindi.
Yusuf’la Hamza hep
konuşuyorlardı. Meryem’in yanında duran şamdan, bu lahutî geceyi aydınlatan bu
yarı erimiş mumun titrek, mübhem [İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan.
Belirsiz. Gizli ] ve sisli aydınlığı, odanın eşyasında geziniyor, Yusuf’un
çehresine sürtünerek sanki taabbüd ediyordu. Yanmakta kendi gönlüyle iştiraki
olan bu küçülmüş, yarı erimiş mumun etrafında, donuk gözyaşları gibi
damlacıklar vardı. Meryem uzandı, onları oh şadı. Parmaklarının ucu heyecandan
buz gibi olmuştu. Zira bu bitmek, can vermek üzere olan mum, onu, yabancı bir
düşüncenin gurbetine atmıştı : kim bilir bu şamdan bu mumdan evvel daha
nicelerini böyle, sinesinde yakıp eritmiş,, nicelerinin yokluğuna şahid
olmuştur… Kız, ihtiyarsız olarak gözleriyle Yusuf’u aradı. Bakışı ıztırab ve
şüphe ile dolu idi. Kim bilir bu odada Meryem’den evvel, daha nice Meryemler
gelip geçmiştir, diye düşündü.
Fakat bu bir düşünceden
ziyade tufeyli [Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından
geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan. ] bir histi; her makûs hissin ölümü olan
aşkın önünde bu menfî düşünce de çabucak sönüp gitti. Bu sırada Hamza Yusuf’a,
meşhur müneccim Ebunadire, hastalığından kurtulabilmesi için şarab içmemesini
tavsiye ettiği halde, müneccimin, “ içmiyeyim de öleyim mi ?„ dediğini
anlatıyordu. Yusuf:
Yaşamak, şarab içmek
zevkinden mi ibarettir,, zavallı Ebunadir? dedi. Fakat ayıplanmaz Hamza.. onun
kalbinin daha vasi manaları olmak için istiab [içine alma, kaplama, yutma, taşıma.]
kudreti yoktur ki, hayat telâkkisindeki hükmü de, bu ibtidai görüşten
yükselebilsin…
Bu adamın, zamanın büyük
âlimlerinden olduğuna şüphe yoktur; fakat ona âlim demek ne kadar gülünç
bir şey değil mi ?
Zira ilim o dur ki, insana
kendi müşkülünü hallettirsin, kendisini tanıtsın ve bildirsin. Bütün ilimlerin
ruhu, ölümden sonraki hayatta kendinin ne olduğunu ve ne kıymette bulunduğunu
bilmektir.
Bir ilim ki mahsusattan
[Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler.] ileri gitmez, bu ilim, cehille
müsavidir. Mahsus olan ve akılla idrâk edilen ilimler itibarî ve İzafîdir;
ruhun tekâmülüne hizmeti yoktur. İşte böyle, bir bardak şarabın esaretinden
kendini kurtaracak azmi, iradeyi bile tesis edemez.
Halbuki gönül hayatının bir
nefeslik zevkinde, fıçılarla şarabın hasıl edemeyeceği zevk genişliği vardır.
Yaşamak zevkini, yiyip içmeye tahsis etmek ruhun züğürtlüğünü, hattâ iflâsını
ilân eder.
Kişinin kıymeti, talebinin
manasıyla ölçülür. Bir kimsenin talebi süflî ise, kendi de öyledir. Ulvî ise
kendi da ulvîdir.
Esasen mahsûs olan
varlıkların üstünde durmak ve onlara bel bağlamak boş bir emektir ; zira mahsûs
olan her şey zevale ayak basmıştır. İnsanın kendinden, kendi benliğini, kendi
aslını tecessüsten vaz geçip göklerdeki yıldızları, denizin ve yerin altındaki meçhulleri
araştırması ne garibdir. Hâlbuki ilk araştırılacak mevzu, kendi gönlü, manevî
hüviyeti, ardıdır. Eğer insan dikkatini bu noktada teksif ederse çok şeyler
öğrenebilir. Fakat insanın, Yaradan’ın varlığına temas etmesi için, aklı kâfi
değildir. İnsan, ancak aşk nuruyla o Yaradan’ı görebilir. Yoksa aklın-cüzî
nuru, küllü görmeye kadir değildir. Eğer can, rabbanî bir nur görmez ve ruhanî
bir zevk tatmazsa, bil ki o ölüdür. İşte demin söylediğin gibi, hayatın zevkini
bir bardak şarabta veyahud meluf [Alışmış, huy edinmiş. ] olduğu bir başka
ibtilada farzederek, onu terk etmiyi, ölümle müsavî sayar.
Akıl, kalb ilmini teftiş
edemez Hamza. Hâlbuki Ebunadir gibi bir çok kimseler, mahsusatı 8 Gözle
görülen, hisle anlaşılan şeyler. ] kurcalayan, tabiî hadisatı izah ve tahlil
eden bilgiye ilim derler.
Biz de bu itibarla onlara
âlim diyoruz. Yani, bunlar ilmin, gözle görülen, elle tutulan, kulakla
işitilen, hasılı meşairimizle (şuur) hissolunan şeylerden ibaret olduğunu
zannederler. Halbuki bu ay, bu güneş, bu yıldızlar ki seyrediyoruz, bunların
seyri yalandır. Meselâ, tabiatın muhteşem manzaraları, türlü türlü renkleri ki
görüyor ve hayran olup kalıyoruz, hepsi yalandır. Bunlar muzlim [ karanlık,
karanlıklı, siyah, siyahlık; zulmetli, dehşetli. ] esirin harekâtından
ibarettir.
Dünyada yalnız hareket
vardır; bu hareketin şiddeti, ziyayı ve rengi hasıl ediyor. Yalnız muzlim,
esirî hareketler ki âsabı başarımıza [göz damarlar; sinirler. ] çarparak bu
ihtisasları doğuruyor.
İşittiğimiz âhenkdar sesler
de yalandır. Hayır böyle şey de yok. Bu sesler, aslında sâkin mevcelerin [bir
dalga, dalga. ] harekete gelmesinden ibarettir.
Meselâ ateşe bastığın
zaman, ayağın yanıyor; fakat bunu dimağında hissediyorsun.
Hâsılı hayat, ihtizazı
hareketlerden ibarettir. Bir varlığı olduğunu zannettiğin, mahsus ve mevcud
gibi gördüğün bu şeylere, bu yalanlara nasıl bel bağlarsın ? gözünle gördüğün
bu yalanlara bile bile nasıl tutunur da, bunlar bana yeter, dersin ? Hepsi
yalan, hepsi serabı bir varlıktan başka bir şey değildir.
Halbuki mükevvenatta gözle
görünmeyen daha bir çok şeyler vardır ki, onları görmemekle beraber
mevcudiyetleri inkâr olunamaz. Meselâ arzın etrafındaki buhar ve rüzgâr gözle
görünmüyor, peki bunları nasıl inkâr edersin? O halde gözünün görmediği ve
aklının yetmediği daha yüksek, daha büyük varlıkları da hemen inkâra kalkışma!
Demek isliyorum ki Hamza,
ilim denen mahsus bilgiler, bir insanın insanlığını bulması için kâfî değildir.
Bunları da öğrenmeli ve bilmeli, fakat onlara takılıp kalmamalıdır ; beşerin
istihdaf [Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek
istenilen netice ve gaye. ] ettiği gaye, bu mahsus ilimlerin esaretine mukayyed
[ bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] olmamalıdır. Gönül Alemine gel ki, onun hudutsuz.
Vüs’ati içinde, maddiyet âleminin bir nokta kadar küçük kalan hülâsası da
vardır.
Beşeri insaniyet basamağına
yükselten kudret, aşkın hakikatidir. Şuuru aşk istilâ ettiği zaman, hakikatın
yüzündeki örtü düşer. Aşktan başka her_şeyden tecerrüd edenlerdir ki, hikmet ve
hakikat dalga1arını elsiz kaparlar.
İşte insan, ancak o vakit
kendini, hakikat âleminin hayret verici nihayetsizliği içinde zevk kesilmiş
bulur.
Bu zevkin, maddî ve mahsus
zevkler gibi nihayeti yoktur. Çünkü o zaman sen zevk olur, kendin zevk
kesilirsin. Ariyet; arızî olan şeyler bir gün olup insandan kaybolur, gider;
fakat sen, o şeyin kendi olursan hiç bir şey aslından ayrılmaz.
Hamza, her zaman Yusuf’la
bülbül gibi konuşan Hamza bu gece yanlız dinliyordu. Düşünceli ve şaşkındı.
Söylediklerin doğru, hem
pek doğru., fakat tatbiki müşkül., dedi.
Gene adam duyduklarını
hazmetmek, sindirmek istiyor, ne çare ki Meryem’in aşkını hakikata
bağışlıyamıyordu.
Hamza, şiddetlenmek
istidadını gösteren teheyyücünü dağıtmak için yerinden kalktı :
Biraz bahçeye çıkacağım
Yusuf! dedi.
Odanın içinde bir tayf gibi
sessiz dolaşan Mahbub da Hamza’yı takib etti.
Meryem’in çehresi bu
sözlerle öyle yüklü ve zevk ifade eden çizgilerle örülmüştü ki Yusuf ihtiyarsız
olarak: Deminden beri ben bu kız için konuşmuşum ! diye düşündü.
Yusuf’taki büyüklüğe hayran
olan Hamza, ondaki mânayı tamamıyla anlayacak, onun şaşaalı ve cihanşümul
aşkına ma’kes [Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma’kesi olduğu gibi ]
olacak kadar cilâlı ve uyanık bir ruha mâlik değildi. Fakat Meryem’de, göz
kamaştıran bir ruh safası, ele avuca sığmaz aşk teheyyüclerinin şiddeti vardı.
Meryem şimdi ayağa
kalkmıştı. Sude de kalkarak şamdandaki erimiş mumu değiştirdi. Ummül Bedr bu
mumları kendi elile yapar, tavanda ihtiyat saklardı. Onun eğlencesi de böyle ev
ve el işleri idi. Meryem hâlâ ayakta duruyor, halinden bir şeye karar vermek
üzere olduğu anlaşılıyordu. Yusuf da, kızın yüzünde dolaşan zevk dalgalarını,
his ve zekâ örneği Meryem’in aşk kadar suzişli ve aşina yüzünü seyrediyordu.
Kız nihayet kararını vermiş gibi tekrar yerine oturdu ve :
Yusuf, farz edelim ki Hamza
buradadır. Demin onunla konuştuğunuz bahse, gene o dinliyormuş gibi devam
edemez miyiz ?
Ebedî, hakikî aşk, benim
kendimi hissettiğim zamanlardan beri dünyanın geçici zevkleriyle aramı açan ve
beni kendinden başkasına gönül verdirmeyen mabudumdur. Fakat bende şimdiye
kadar bu gayenin tebellür etmemiş bir taslağı vardı. Onu aklî cihazımla kendi
kendine tahakkuk ettirememiştim. Artık bu hayalı müphemleştiren kesafet
kalkıyor ve o, canlanarak meydana çıkıyor. Söyleyin, Hamza’ya söylediklerinizin
mabadini bana söylesin…
Yusuf Meryem’in ateşin
mizacını daha ilk günden gördüğü için, mümkün olduğu kadar bu kızın tehlikeli
yakınlığından çekiniyordu. Fakat şimdi bu katî arzusunu reddeder ve onu tatmin
edecek sözleri esirgerse belki de menfi bir tesirle onu daha açık konuşmaya
sevketmiş olacaktı. Onun için :
Konuşalım Meryem., dedi :
Aşk, üç isimle yad edilir.
Seven, sevilen ve sevgi. Fakat hakikatte her üçü de bir şeyi ifade eder.
Sevilen sevenin aynası, sevgi de mecmuudur. [ bütün, tamam, toplam. ] Aynaya
bakan bir kimsenin karşısında gördüğü şahsın bir vücudu yoktur; bu, bakanın
gölgesidir.
Keza, sevenin de sevilene
karşı incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] ve meftuniyeti gene suretine,
kendi aşkınadır. Yekdiğerini seven iki şahıs, bunun esas ve mahiyetinden bigâne
oldukları için bu muameleyi iki taraflı görürler. Halbuki seven, sevilen;
sevilen de sevendir. İşte aşk budur Meryem!
Bu ittihadı idrâk
edemeyenlerin ise aşkı cüz’idir. Bunlar, hakikatta kendilerinin bu işde tesirleri
olmadığını ve aşklarının kendilerinden kendilerine, daha doğrusu aşkın
hakikatına aid olduğuna ihtimal vermezler. Hasılı bir insan, mevhum olan
varlığı ile mahlûk ve aşkta mahv olduğu halde aynı haliktır.
Mahlûk, bizim zan ve
zehabımızdır.[ Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan. ] Bütün kâinatta
Yaratandan başka mevcut ondan başka mutasarrıf olmadığı halde, bir de ayrıca
mahlûkun mevcudüyetini isbat etmek ise budalalıktır. Mahlûk denen şey, senin
zannından ibarettir. Meselâ el ve ayak vücudun eczasından oldukları halde,
onları işleten dimağ ve kalptir. Onlar, vâkıf olmayarak dimağ ve kalbin
emirlerini yerine getirirler. Faraza ayağında bir çıban çıkıyor, dimağ ve kalb
bunu duyarak, hemen; oraya ilaç ve merhem koy I diye emirler veriyor. Eller de
farik [Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan
alâmet. olmayarak bu emirleri yerine getiriyor.
İşte el ve ayağın ve sair
azanın, o kalb ve dimağ mecmuasından olduklarını bilmemeleri mahlûkiyettir.
Dimağ ve kalbin bilgisi ise hâlikiyettir.[ yaratıcılık, yaratıcı oluş.]
Bundan şu anlaşılıyor ki,
insan da insanlığını bulup irfan ve aşk noktasına dahil olarak kendinden
tecerrût ettiği vakit haktır. El ve ayak mesabesinde olan mahlûk bu bilgiyi
idrâk edince mahlûkiyetten çıkar.
Yusuf sustu. Meryem’in yüzü
sermedi zevkten örtülmüştü. Cevap verecek, yahut sual soracak kuvveti boşalmış,
bitmiş gibi idi. Yusuf ta onun gibi kendi aşkının zevkiyle mahmul [Yüklenilmiş.
Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede
fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. ] ve sarhoştu.
Bir zaman konuşamadılar.
Esasen bahçeye çıkanlar da gülüşerek, şakalaşarak geliyorlardı. Vakit
ilerlemişti.
Nitekim her zamanki gibi
gitme zamanını hatırlatan gene Hamza oldu :
Vakit geçti Yusuf.. bize
müsaade et te gidelim.
sh:140-149
**
Hayır, hayır..
Yusuf ve Meryem, diye iki
ayrı varlık yok ki… Cihanda ne Meryem var, ne de başka bir mevcud… Hattâ cihan
da yok.. Meryem için yer, gole, her “şey yâlnız, yalnız Yusuf, yalnız o… Meryem
Yusuf tan başka bir şey görmüyor ve bilmiyor… Onun için Yusuf’tan başka bir şey
yok ki bilsin! Esasen hiç bir güzelliğin cazibesine iltifat etmeyen müstağni
nazarlarından bütün cihan silinmiş Yusuf’un istilakâr yarlığı, mükevvenatın
bütün nakışlarını silmiş götürmüş. Hat’tâ genç kızın kendi vücudu bile çoktan
bu adem kafilesinin arasına karışıp kaybolmuş…
sh: 154
**
İnsan, sahib olduğu mevkiin
salâhiyetlerini suiistimal etmemelidir. O esirler, cariyeler arasında ne temiz
kalbi i insanlar vardırki,-bir tanesi yüz asilzadeye bedeldir. Esasen esirle
efendinin, yaradılış itibarile bir farkı yoktur. Yaradan kalbe bakar, nesebe
değil., kimin gönlü temiz ise, Yaradan indinde efendi o dur, azad o dur, hür o
dur. Ömer gene dertlenmişti; fakat birden bire Hamza’nın içeri girmesiyle
sustu.
sh: 160
**
Zira cihanda vaki olan hiç
bir hâdise tesadüfe mübteni [Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad
eden, müstenid ] değildir. Her şey bir sebebe mübteni olduğu gibi bir gayeye, o
da daha yüksek bir başka gayeye müteveccihtir.
Binaenaleyh hiç bir şey
tesadüfe bırakılmamıştır. Her şeyde İlâhî bir sebeb ve varlık olmakla beraber
onları, bu şekilsiz maddeden, bu karışıklıklardan çıkarıp intizama sokan ve her
olana emir veren bir hakikî âmir vardır. Sana evvelce de söylediğim gibi bu
hakikî âmir, her yerde hazır ve galib ve her yerde mevcuttur. Demek oluyor ki,
tesadufî bir şey yoktur; her olan şey mutlak evvelden kararlaştırılmıştır. Her
olan şey, muazzam bir aklın emir ve hükmüne hizmet etmektedir. Onun emrinden
hariç bir şey olamaz.
Senin camid [Ruhsuz, sert,
katı madde. Cansız] zannettiğin taşlar, yahud her hangi bir cismin içi hayat
doludur. Zira bütün mevcudattan görünen Yaradandır. Hiç bir şey yoktur ki
bundan hariç olsun.. Camîd zannedilen her şey hayattadır. Güneşin etrafındaki
yıldızlar gibi, bu zerrat ta merkezine müncezib olarak harekettedir. Harekette
olan her şey ise hayattadır. Hayat ta, Yaradanla kaimdir. Hayatta olan her
şeyden şüphesiz Yaradan zuhur eder. İşte her şeyde Yaradanın bu hüviyetini
gören yani her şeyde o şeyin manasını seyreden, kâmil insanlardır. Demek oluyor
ki, Allah Teâlâ senin kurtulmanı istemiş, karşına o fakir kulunu çıkarmış,
mes’ele bundan ibaret!
sh: 162-163
**
Şunu da bil ki Hamza,
Yaradan’la dostluğu olanın her şeyi kolay olur.
Sen onunla dost olursan, o
da seninle dost olur; dostu Allah Teâlâ olanın ise neden korkusu olur?
Onun için, bir şey
yapacağın vakit daima düşünerek yap.
Dünkü günün âdil bir şahit
olarak senden ayrıldı. Girdiğin gün de seni gözetici olarak duruyor. Eğer giden
günü kötülükle geçirmişsen İkincisini iyilikle geçir yapacağını sakın yarına
bırakma, olur ki yarın gelirde seni bulamaz. Onun için her nefesini kendinin
nigehbanı [Bekçilik, gözcülük. ] olarak al ve her ne yaparsan onu kendine
yaptığını bil !
Eline batan dikene kızma,
bil ki onu sen kendin batırdın, bu zahmı tesadüften ve yahud başka bir şahıstan
zannetme!…
Ya bir saniye, ya bir
dakika, ya bir sene, hasılı bir zaman evvel yapmış olduğun bir şey sebebiyle o
zahmı, bu dikenden yedin.
Hülâsa yaptığın şey, iyilik
olsun, fenalık olsun aslâ kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur. Çünkü her
taraf aynadır; her ne suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği aşikârdır.
Aynaya karşı yumruk sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da güler. Mademki
bütün cihan insanın fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın önünden kaçmak
elbette muhaldir.
Bu sözlerinden sonra
tesadüf kelimesini kullanmamak lâzım geliyor..
Kelimeyi değil, kelimenin
delâlet ettiği manayı kullanma !
Yusuf gitmeye hazırlanırken
Hamza gülümseyerek elinden tuttu :
Bitmedi; bir derdim daha
var Yusuf.
Benden daima yardım gören
birisi vardır ‘ belki siz de bilirsiniz, hekim Süleyman derler. Malî
vaziyeti pek iyi değildir. Her zaman benden yardım ister, eline para geçince de
sarhoşlukla yer bitirir, çoluğu çocuğu sefalet içindedir, gelip para isteyince,
dayanamam veririm. Bu defa yardım ederken bir az da nasihat ettim. Her halde
buna canı sıkılmış olacak ki gezdiği yerde benim için söylemediği fena söz
yokmuş. Hâlbuki ben onu hakikî bir dost zannederdim. Ama bilseniz bu adama ne
müşkül vaziyetlerinde yetiştim. Maksadım yaptığım, iyilikleri sayıp dökmek
değildir; fakat hâlâ şuna hayret ediyorum ki, yapılan iyiliğin cevabı neden
böyle oluyor ?
Dünya dedikodu, hayat ise,
can çekişmek demektir, Hayatı takip edenler bunu her gün, her vesile ile
görebilirler.
Dünyanın her hangi bir
şeyine vefa ümidiyle bağlanan kimse, mutlaka ondan cefa görür. Bu kaide
değişmez, bunda herkes müsavidir. Çünkü bütün hayat, gelmek, çekmek, ölmek
kelimeleriyle ihtisar olunabilir ve herkes ne ederse onu bulur. Yalnız, kimine
er, kimine geç! Dünya vefasız olduğu ve kedi gibi doğurduğunu yediği gibi tabiî
olarak adamları da vefasızdır. Onların sana yaklaşması, ya senden korkularından
ve yahud da senden bir şey beklediklerindendir.
Neden herkesin kendi
meşrebinde olduğunu istiyorsun ve olmayınca kızıyorsun?
Sen onu ayıbladığın gibi, o
da seni ayıblar. Bazı kimseye iyilik yapmak, ona tokat vurmak gibi gelir. İyi
bir kimseye fenalık yapmak ne tesir ederse, ona da bu iyilik aynı tesiri yapar,
çünkü meşrebi, istidadı buna müsaiddir.
Bir kimseden istidadının
fevkinde bir şey istemek, biberden şeker lezzeti aramak kadar muhal bir şeydir.
Bir biber fidanına ne kadar ihtimam etsen, onun zatındaki hasiyetini kemale
getirmekten, yani acılığını ziyadeleştirmekten başka bir şey yapamazsın. Dünya
tezadlarla doludur; bunlardan birine tesadüf ettiğin zaman taaccüb etme Hamza..
— Peki ama, madem ki herkes
dünyada bir vazife ile mükellef olarak yaradılmıştır; o halde fenalık eden
neden ceza görüyor ?
—Bu ince bir meseledir,
Hamza. Dediğim gibi dünyada namütenahi [sonsuz] zıd fiillerin vazifedarları
vardır. Meselâ zuliim yapan olduğu gibi, intikam alıcı da vardır. Şifa veren
olduğu gibi, zehir saçıcı da vardır.
Affeden olduğu gibi,
kahreden de vardır. O halde zulüm yaptığın vakit karşında intikam alıcıyı
görürsün.
Bir kimseye fenalık
yaparsan, seni kahredici ile karşılaşırsın. Zira evvelce de dediğim gibi Allah
Teâlâ’nın tasarrufu, insanlara gene insanlar vasıtasiyle vaki olur. Eğer bu
hakikati bilirsen, niçin bu böyle oluyor, filan kimse neden böyle yapıyor,
diyemezsin. İşte bu noktadan, hakikî failin Allah olduğu manası çıkıyor.
Onun için fenalık yapan bir
kimseyi, meselâ demin söylediğin adamı, neden böyle yaptı, ben olsam böyle
yapmam, diyemezsin. Doğru, sen olsan böyle yapmazdın, çünkü sen o vazife ile
dünyaya gelmemişsin. Yaradan seni o vazifenin memuru etmemiş. Herkesin kendi
vazifesini ifa ettiğini bildikten sonra davaya ve üzüntüye lüzum kalır mı ? Sen
ona yardım etmekle kendine düşen vazifeyi işledin; o da sana nankörlük etmekle
kendine düşen vazifeyi işledi. Neticede ikiniz de vazifenizi ifa etmiş oldunuz.
Bunun için, nasıl güzel bir
musiki, güzel şeyler, lâtif çehreler sende inşirah uyandırıyorsa, böyle birisi
tarafından zemmedilmek, tahkir ve tezyife maruz kal; makta da aynı o zevki
duyman ve bu muameleyi gördüğün kimseyi affetmen lâzımdır. Eğer bunu
yapabilirsen, güzel sesten, güzel yüzden, hasılı güzelliklerden bulduğun zevki,
bu affedişte de bulur ve kalbini cerihasız [Yara. Çürüklük. ]bir sükûn ve
istirahata kavuşturmuş olursun.
Bilsen Yusuf, karşına ne
kadar derdli gelsem, onları sen bir anda yok ediyorsun. Dünyanın bir çok
yerlerini gezdim, dolaştım, sayısız kitablar okudum. Fakat senin şifa verici
sözlerine hiç bir tarafta tesadüf etmedim. Hoş senin yüzünü görmek te,
sözlerini dinlemek kadar kalb sıkıntısını yok eder. Ne garib seni görür görmez
gönlümdeki sıkıntı dağılıp gidiyor.
Gerçi şimdi beni müskit
[Düşüren, ıskat eden. ] bir cevabla ilzam [delille muhatabı susturma, söz ve
düşüncede üstün gelme. ] ettin ; fakat “niçin sıkıldın Hamza?,, diye bir tek
cümle, basit bir söz de söyleseydin gene ferahlar, sükûn bulurdum.
Sana bunun da sebebini
kısaca anlatayım Hamza… Söz cisme, mana da ruha benzer. Ruhun cisme taalluku,
lâfzın manaya taalluku gibidir, ruh cismin ne içinde ne de dışındadır. Mananın
da lâfza münasebeti böyledir; mana ondan ne başkadır ne de onun aynıdır. Göz
manadan zevk alacak kuvveti haiz olursa, lâfzı dinlemeden de bu zevki alabilir.
İnsanın cismi bir kelime, bir sözdür; ondaki mana da aslıdır.
Fakat söz büyük şeydir
; nasıl ruh cisme lâzımsa mana için de harf ve savt (ses) öylece lâzımdır.
O senin kitablarda
bulamadığın ilâhî ilim, aklın istidlalat [İstidlaller. Muhakemeler ]
nazariyesine müracaat edilmeksizin kesbolunan ve ancak aşk ile hasıl olan kalb
ilmidir. İnsan bizzat kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiği
vakit gayb âleminin nuruna müstağrak olur. Bu birliği bulan gönül sade enfüsü
değil, afaki bile tasarruf eder.
Mahsus olan eşyaya
hükmetmek kolay ve bayağı bir hünerdir. Dünyanın her tarafında, bilhassa Hindde
bu hokkabazlardan pek çok vardır. Eşyayı yerinden oynatmak hüner değildir
Hamza, İş, gönülleri yerinden oynatmakta, gönüllere hükmetmektedir.
Hasılı gerek bu dünyada,
gerekse ötekinde refah ve rahatın âmili, kendini bilmek ve kimseyi
incitmemektir. Fazilet ve kemâlin de en bariz alâmeti, kimsenin aybını görmemek
ve söylememektir.
Yusuf, sözlerini tatbik
edebilmek için bana bir köşeye çekilmek ve bu alayişli hayatı terk etmek lazım
gibi geliyor…
Niçin yanlış anlıyorsun
Hamza? Bilâkis, bilâkis.. Gönül hayatı, Hind fakirleri gibi aç kalmak, yırtık
yamalı elbise giymek, yoksul olmak veya bir köşeye çekilip miskin miskin
oturmak değildir. Ye, iç, gez, eğlen, cemiyete faydalı ol; istifade ettiğin
güzellikler ve faydan dokunan insanlar da Allah Teâlâ’nın varlığından birer
parçadır. Bunu da bil ki insanın kıymeti sayi nisbetinde yükselir.
Maksat bu alayişe, bu
patırdılara kalben bağlanmamak ve her el uzattığın ve her gördüğün şeyde
Yaradan’ı görmektedir.
sh: 163-168
**
Bu dünya ne kahbedir
bilmezsin Hamza… Ben de bir vakitler bilmezdim; bana onun da kendimin de iç
yüzünü Yusuf gösterdi. Dünya, bir işvebaz kadın gibi insanı en ummadığı bir
zamanda aldatır. Binbir güzellikleri, cilveleriyle seni kendine ram eder.
Halbuki o varlık gösteren bir yokluktur. Arzularına ermemek üzere bu aldanışlar
insan için ne acıdır. Hanı hamurdan devecikler, oyuncaklar, beşikler, bebekler
yaparak şekere benzetirler; çocuklarda bunlara bayılır ve alıp yemek için
çırpınırlar. Hâlbuki onun tadı şeker değil, hamurdur; fakat bunu sen bilirsin,
çocuğa anlatamazsın ki…
Çocuk, şekerden deve, beşik
yiyeceğim diye onları ister.
Her ne kadar: bunlar
hamurdur, şeker değildir, desen de ikna edemezsin. Ancak ısırınca işi anlar ve
atar.
Eğer sen de büyüyüp
çocukluktan çıkarsan, bu dünya zevklerinin bir aldatıştan ve bir avuç çamurdan
ibaret olduğunu anlar ve onları kendiliğinden atarsın.
sh: 169
**
Zeyyad, Hamzanın da,
Meryem’in de Yusuf’u sık sık ziyaretlerinden hiç memnun değildi. Çünkü o, her
şeyden şüphe eden gayrı samimi bir mizaca malikti. Tanıdığı ve kıymet verdiği
şeyler, hayatın yalnız maddî cebhesi, kabuğu idi. Zeyyad’ın duygu şebekesi, ham
bir külçe gibi İşlenmemişti. Maamafih mağşuş[Katışık. Karışık. Saf olmayan. ]
ve zahmete delmez bir katılıkla oluşu yüzündün, işlenmek ihtimali do pek azdı.
Yusuf’un dilden dile
dolaşan mütevazı ve sakin hayatını, o bir tuzak telakki ediyor, zengin
Hamza’nın da bu tuzağa düşürülmüş bir zavallı olduğuna iman ediyordu. Öyle ya.,
hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Hamza, kendinden İçtimaî derecesi dun [uzak] olan
bir aşiret reisîne neden iftikar ediyor, meclûb oluyordu ? Zeyyada göre
ihtiyaç, daima maddî şeylere olabilirdi. O halde Hamza’nın Yusuf’a değil,
Yusuf’un Hamza’ya boyun iğmesi, ihtiyaç göstermesi lâzımdı.
Zeyyad bu meseleyi daima
kendi görgüşü ile görüyor, başka nokta-i nazardan mütalâa ve izah edemiyordu.
Hamza ise amcasının kısa ve bulanık nazarlarını pekiyi tanıdığı için
itirazlarına, bir sinek vızıltısının müziç sadası kadar bile ehemmiyet vermezdi.
Zaten onu sevmezdi ki sözleri müessir olsun…
Hamza, gene amcasını
ziyaret ettiği sırada, Zeyyad onu karşısına almiş mutat sözlerini söylüyordu.
—
Söyle Hamza, senin neye ihtiyacın var ki Yusuf’a gidiyorsun ? Paraya mı,
şöhrete mi, neye, söyle bakayım hana ! Herkes çölleri, denizleri aşarak
dünyanın herr tarafından akın akın senden şifa bulmıya geliyorlar. Şöhretini
uçan kuşlar bile biliyor. Neye ihtiyacın var, ondan ne öğrenebilirsin ki gece
demiyor, gündüz demiyor gidiyorsun ? Söyle, bana makul sebeb göster! Seni niçin
davet ediyor ?
Maksadın ilim ise,
Şeyhülhikeme git.. Yaşlıdır, tecrübelidir, onunla konuş.. Yusuf’un putlara bile
ibaret ettiği malum değil. Dinsiz olduğuna hiç şüphe yok! Hamza, amcasının
itirazlarını her defasında sükutla, hazan da baştan savma sözlerle
geçiştirirdi, Fakat bu defa Zeyyad çok ileri gitmişti; gene adam dayanamadı:
—
Amca, sen ne söylüyorsun ? Şeyhülhikemdeki ilim bende de var. Belki ben
ilim cihetile ondan da üstünüm, benim bu ilimlere ihtiyacım yok… Fakat
Yusuf’taki ilim, ne Şeyhülhikemde, ne bende, neşende, ne de bir başkasında
var..
Yusuf’tan kaynayan ilim,
senin benim bileceğimiz bir menbadan gelmiyor. Onların usulleri ve kitablar
ile, Yusuf’un bilgisinin elifbasını öğrenmek için bile insanın ömrü kifayet
etmez. Şeyhülhikemlerin, Hamzaların sabahlara kadar rahle başında meşakkatle
öğrendikleri, kıylükali Yusuf’un ağzından çıkan basit bir kelimeye değişmem.
Sonra beni, onun
çağırdığını mı zannediyorsun ? Merak etme o, kimseyi çağırmaz. Ona ben, kendim
gidiyorum. Yusuf’un ne bana, ne sana ne de kimseye ihtiyacı yoktur ki çağırsın,
davet etsin ?
Yusuf’un babası Malik bin
Halimi tanırsın; zengin bir adam olduğunu da bilirsin. O, babası gibi ihtişamla
yaşamıyorsa, bu gidiş, fakrından ve başkalarına ihtiyacından değil, maddî
varlıklara kıymet vermeyişindendir.
Evet, senin tama ettiğin
bilgilerden, tıb, heyet ilimlerinden bende hesabsız bir mebzuliyet vardır. Ben
bu ilimlerle şimdiye kadar binlerce insanın cismine deva ve şifa oldum; fakat
bir gönüle asla ! Ben, kendi gönlümün, kendi derdimin illetini tedaviden
acizim, nasıl olur da başkalarına imdat eylerim ?
İşte Yusuf benim canıma,
ruhuma şifa veriyor. Ben, mahsus ve aşikâr olan dertlerin hekimiyim. Yusuf ise
ziyade gizli olan can derdinin hekimidir. Ben devayı anasırdan toplarım ;o
doğruca Allah’dan getirir. Benim dimağım bilgilerle dolu, fakat gönlüm aç ve
muhtacdır. Bu boşluğu Yusuf’tan başka dolduracak bir vücuda tesadüf etmedim.
İşte ona, bu boşluğu dolduracak hakikati aramaya gidiyorum.
O, dediğin gibi dinsiz
değildir ; belki din, kendisidir amca !
Kızın Meryem’e olan
yenilmez düşkünlüğümü bilirsin ne olur bir az da onun bana olan duygusuzluğunu,
yabancılığını bilmiye niyet etseydin!.
Meryem, Mısırdan avdetim
[dönüş] günü, bütün ümid ve hülyamı da son ve katî bir darba ile yıktı. İşte o
gün kendimi öldürmeye karar vererek bu kararla bir az sükunet bulmuş. Meryem’le
son bir gezinti yapmak arzusunun önüne geçemeyerek, ayağımın tozuyla Yusuf’a
gitmiştim. Fakat onu görmek, anî ve katî olarak vermiş olduğum hu kararı, bir
nefeste yok etti; sözleri bana yaşamak kuvveti verdi, hakikatin leziz
çeşnisinden, tattırdı. Yalnız ve yalnız Meryem’i gönlümden silemedi Bu da onun
kudretsizliğinden değil, benim iradesizliğimdendır.
Yusuf’un gönüllerde
uyandırdığı şevkten ve sermedi hayattan haberdar olsan, ona, gönlündeki suzişin
şiddetinden, ayaklarınla değil, başınla koşup giderdin.
İşte amca benden istediğin
makûl cevabi İstersen daha söyleyeyim.
Fakat Zeyyad yeğeninin bu
hitabesinden, fikirlerini değiştirmemiş bilâkis, Hamza’nın büyülendiğine
hükmetmişti. Gene hekim amcasının muannid [inatçı, inat eden.] sükûtu
karşısında Yusuf’un bir sözünü hatırladı. O, “insan, kendi manasını, kendi
cinsiyetinin cazibesini bulduğu kimselerin sözünden müteessir ve mütehassis
olur, demişti. İşte Hamza ile Zeyyad’ın aynı nesebden olmaları da ruhî
ihtilâflarına mani olmuyordu.
gene adam bunu düşünerek
amcasına baktı. Gerçi Zeyyad artık yeğenine mukabele etmiyor, cevab vermiyordu;
fakat odanın içinde titiz ve asabî adamlarla dolaşması, kendisine lâkırdı
anlatmamasının mecbur ettiği sinirli bir sükûttan başka bir şey olmadığını genç
adanı anlıyordu. Belli ki Zeyyad Yusuf’a kızdıkça kıyıyor ve onu ortadan
kaldırmanın bir çaresini arıyordu.
Zeyyad, yeğeninin söylediği
yüksek sözlerin mevzii değildi.
Onun için Hamza, sözlerinin
aksülamelinin amcasında galiz hisler şeklinde tecelli ettiğini görerek, keşki
bu duygusuz adamla konuşmasaydım, diye teessüf ediyordu.
Gitmek üzere ayağa
kalkacağı sırada, kapıda beliren bir köle, saray haznedarı Ebukasımın ziyarete
geldiğini haber verdi. Zeyyad, esasen Yusuf bahsinin istemediği bir şekilde
devam etmesinden bunalmıştı. Misafirin gelişini bir nimet telakki ederek köleye
:
—
Buyursun ! dedi ve geçip yerin oturdu.
Haznedar Ebukasım kalender
bir adamdı. Boş vakitlerinde basit şiirler yazar, etliye sütlüye karışmaz» her
kesin itimadını kazanmış hoş meşreb ve neşeli bir adamdı.
Herkes ona derdini söyler,
fakat o, kimsenin sırrını kimseye söylemezdi. Yegâne zaafı kadınlardı.
Memlekette en çok karısı olan Ebukasımdı.
Zeyyadın hem çoçukluk
arkaşı, hem de aşağı yukarı meslekdaşı idi. İkisi de uzun senelerden beri
sarayda bulunmuyorlardı.
Ebukasım içeriye her
vakitki gibi bol neşe ile girdi. Fakat Zeyyad’la Hamza’nın birer köşeden cansız
birer heykel gibi kalkarak kendisini somurtmuş yüzle selâmlamaları, ona, bu
odanın bir az evvel bir mücadeleye sahne olduğunu haber verdi.
Sır söylemek için
Ebukasımdan korkulmazdı. Zeyyad nihayet kendisine müzaharet edebilecek bir
arkadaş bulmakta bir az canlandı. Bu inatcı gence belki o müessir olabilir,
artık kendisinin anlatmakta âciz olduğu şeyleri o ikmal edebilirdi. Zeyyad’ın
demindenberi kendisine yardım etmeleri için yalvardığı putlar, işte ona
Ebukasım gibi bir yardımcı, eski bir dost göndererek müzaharat etmişler, taaruz
cebhesini kuvvetlendirmişlerdi.
Haznedarın, dost bir alâka
ve ısrarla “ neniz var, söylesenize ne oldunuz?,, Diye soruşlarını Zeyyad
fırsat bilerek, biraz evvel Hamza’ya Yusuf hakkında söylediklerini, daha
heyecanla, daha hararetle anlattı.
Hamza, amcasının sözlerini
ses çıkarmadan dinlemişti. Ne desin, ne söylesin ki bu adam taşdan da berbad
bir inad gösteriyordu. Söz anlamakta taş, bu adamdan daha kabiliyetli idi; zira
hiç olmazsa o, akılla mücehhez değildi.
Zeyyad sözlerini
tamamlayarak, arkadaşının cevabını beklerken mesut ve rahattı. Hamza’nın
mağlubiyeti ona şimdiden ölçüsüz bir zevk veriyordu.
Ebukasım ciddileşti ve dedi
ki :
—
Bilirsin ki Zeyyad, ben kimsenin sırrını kimseye anlatmam. Fakat bende bir sır
vardır ki, sahibinin izni olmamakla beraber onu size anlatacağım. Öyle tahmin
ediyorum ki bu vakanın delâlet ettiği hükümler, size bu mesele hakkında kâfi
bir kanaat verecektir.
Ne tuhaf, Ebukasım Hamza’ya
değil Zeyyada hitab ediyordu.
İyi ki gelmişim dostum
Zeyyad.. çünkü bu hususta seni tenvir edecek bilgilerim vardır.
Ben Yusuf’u çok eskiden
tanırım.
Evvela şunu söyleyeyim ki,
benim bildiğim Yusuf, senin bildiğini zannettiğin Yusuf’tan bambaşkadır. Ben
onun merd, alicenab, hayırhah, cömerd ve cevval bir zekânın sahibi olduğunu
biliyorum. Putlara kurban kesib kesmemesi beni alâkadar etmez ; o kendi
bileceği bir iştir.
Bu sözleri Ebukasım mı
söylüyordu ?
Zeyyad kulaklarına
inanamıyor, hiddetini, hıncını belli etmemek için avurdlarını ısırıyordu.
Ebukasım, başladığı söze
telâşsız, emniyet ve itidal dolu olan bir sesle devam etti •
Yusuf’u bana tanıtan, bir
vakadır. Bundan hemen yirmi sene evvel bir gece sabaha karşı bir eğlenceden
dönüyordum. Yolda iki kişiye tesadüf ettim; birisi yaşlıca, değeri çok gençti.
Yaşlıca olanın yedeğinde
bir deve vardı; hem yürüyor, hem de bağıra bağıra ağlıyordu. Gene, ona yavaşça
bir şeyler söylüyor, fakat bir türlü susturamıyordu. Tabiî gece yarısı bu garib
manzara beni alâkadar etmiş olduğu için bir türlü çekilip gidemiyordum.
Meseleyi anlamak için içimde iyice merak uyanmıştı. Deveyi çekenin ağlamasını
bahane ederek yanına sokuldum.
—
Arkadaş, ne oldun, çocuğun mu öldü, niçin ağlayorsun ? dedim.
—
Daha beter., keşki çocuğum ölseydi de, bu işi yapmasaydım! Adamın bu cevabı
büsbütün merakımı arttırdı. ‘Yanındaki gene, mütemadiyen onu susturmaya
uğraşıyor, fazla bir şey söylemesine mani olmak için kolundan çekerek benden
uzaklaştırmaya çalışıyordu. Öteki ise hâlâ bir çocuk gibi ağlayarak:
—
Söyleyeceğim, söyleyeceğim., bütün memlekete ilân edeceğini ! diyordu. Nihayet
sert bir hareketle kolunu gencin elinden kurtardı, süratle yanıma koştu. Sanki
genç arkadaşı, sözlerini dudaklarından kapacak, söyletmyecekmiş gibi acele ile
ağzını kulağıma yaklaştırdı. Zavallının halinden, kuvvetli bir huhran geçirdiği
belli idi.
—
Dinle beni yolcu, iyi dinle ! sen dinlemezsen, dağa, taşa söyleyeceğim ! Dinle,
beni bir insan gibi dinle ve hakkımda hükmünü ver ! dedi.
Şu gördüğün genç,
Ebüşşettar aşiretinin reisi Malik bin Halimin oğlu Yusuftur. Ben de bu gece bu
delikanlının devesini çalmak istiyen hırsızım ! Bir az evvel bahçeye girdim;
tam hayvanı alıp götüreceğim zaman duyuldum kaçmaya vakit bulmadan yakaladılar.
Köleler, başıma, sırtıma vurdukları yumruklar, tekmelerle beni sersemlettiler.
Bizim gürültümüz bütün evi uyandırmış olacak ki, bu genç te geldi. Uşaklardan
hâlâ dayak yiyiyordum. Onun sesi bağırarak araya girdi :
—Ne yapıyorsunuz?, biçare
adama ne vuruyorsunuz ? O benim adamımdır; ben onunla bu gece gizlice bir yere
gidecektim, uyumuş kalmışım; kabahat bende, bırakın onu, bırakın!, dedi ve beni
uşakların elinden kurtardı.
Neye uğradığımı, ne
söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.
—
Sen bir az dur ! diye, beni bıraktı ve hemen giyinmiş olarak yanıma geldi. Ses
çıkaracak halim kalmamıştı. Evin civarından uzaklaşınca bana bir kese uzattı :
“ Bundan sonra rızkını helalden ara; bir şeye ihtiyacın olursa gel benden iste,
deve de senin olsun!,, dedi.
Bu gencin üluvvü cenabı
beni bitirmişti; ayaklarına kapandım kendisini evime çağırdım. Geldi, benim
gibi bir hayduttan korkmayarak geldi. Beşikte uyuyan oğlumu sevdi. Ona bir
misafir gibi kahve pişirdim, içti; sanki kırk yıllık dost imiş gibi benimle hep
başka şeylerden konuştu. Gene bir misafir gibi izin isteyerek kalktı. Ben, deveyi
de, parayı da geri vermek için yalvardım, yakardım, razı edemedim.
Sen söyle, sen hükmet ey
yolcu ne yapayım? diye ellerime sarıldı.
Benim kim olduğumu
bilmediği halde bu namus lekesini tereddütsüz söyleyen şu adam, hakikaten
dediği gibi, onu dağa taşa ve bütün âleme ilân etmekten çekinmeyecek kadar
ruhen altüst olmuştu.
Ne söyleyeceğimi
şaşırmıştım. Yusuf’a dedim ki :
—
Delikanlı, deveni geri almazsan, bu adamın ev halkında uyandırdığı şüphe,
teeyyüd [Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te’yid olunma. ] etmiş olur.
Para onda kalsın, senin dostluğun bundan sonra ona yüz deve satın alır..
Yusuf, bu ısrar üzerine
devesini aldı. Adamı orada? ağlayarak terk ettik, Yusuf la beraber yolumuza
devam ettik. O, bu İnsanî hareketini unutmuş gibi, hakikaten hırsızın da bir az
evvel söylediği gibi hep bu meseleye temas etmeyen şeylerden konuşmak
istiyordu. Ben de hiç olmazsa onu evine kadar takib ederek bir az olsun
konuşmak, bu ulvî hareketini izah edecek söz zemini arıyordum. Nihayet dedim ki
— Ben, saray
memurlarından Ebukasımım, müsaade eder inisin arasıra sana geleyim ?
—
Hay, hay., fakat bir şartla : bu geceki vakanın sırrı, üçümüzü tecavüz
etmeyecek! Yusuf bunu tebessümle, adeta rica ederek söylemişti.
—
Peki, dedim. Fakat bu ulüvvü cenaba seni sevkeden nedir ?
—
Cemiyete bir insan kazandırmak gayesi…
Eğer bu adamda kötülük aslî
değil de arızî ise, onun bu illetini tedayî etmek için şu acı ders, kâfidir.
sh: 175- 184
**
O zaman şüphe yok ki, bu
adamı hem dünya kazanacak, hem de o kendini ve Yaradanın sevgisini
kazanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da, iyiliğe vesile olmanın zevki
yeter:
Fakat o, eğer anadan doğma
bir kör veya sağır gibi bu derdle mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi
edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi yapmaktır, ötesini Yaradan bilir. Belli
olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir
vesile zuhur edince bu fenalıktan kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene
bir sebep zuhur edince bu iyilikten tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ]
edebilir.
Mademki insan olarak
yaratılmışız, o halde insaniyetin icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza
faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve limanlık taahhüdüdür.
Beşeriyet basamağı yüksek
bir merhaledir; büyük nimet ve fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu
fırsatı bulmuşken yapmalıdır. Bu basamağa yükselmişken mevkiinin kadrini
bilmemek, ruhun nuranî çehresini çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil
midir?
Eğer insan öldüğü vakit
cisminin, hevasının, iktizalarının galebesile giderse, insan şekli de gaybolup
türlü türlü hayvan şekline girer ve o şekillerde muazzeb olur.
İnsanın dünyaya gelişi,
birçok taahhüdlerin, vazifelerin hamili olması demektir. Benim o adama karşı
yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden küçük bir numunedir. Buna o kadar
büyük bir mahiyet vermeyiniz!
Yusuf, bu yüksek hareketini
tabiî göstermek için sözü, başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin
kapısına da gelmiştik. Tan yeri yavaş yavaş ağarıyordu. Birden bire susmasıyla
tatlı bir rüyadan uyanmış gibi esef ettim.
İşte dostum Zeyyad, şimdiye
kadar, bu vakayı kimseye söylemedim. Fakat onu bir an da unutamadım.
Bu garib maceranın sonunu
takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söylediği
küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk, el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur.
Belki de babasının macerasını bile bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a
verdikten sonra, kendi de o kapının en vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim
işlerini bu adama emniyet eder, yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.
Bu vakadan sonra Yusuf’u
ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana gelirdi.
Kasem ederim ki, onun bir
sözü, bir bakışı, putlara kesilen yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.
Bir gün Yusuf’un evine
gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene kafa tutan zorbalardan birini almış
nasihat ediyordu.
Adam, bir meseleden dolayı
suçlu idi. Fakat kendini kurtarmak için :
Ne yapayım vaz geçemiyorum;
Allah beni böyle yaratmış, yapmamak elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :
Bak oğlum, diye sokaktaki
bir inek pisliğini gösterdi ve:
Dikkat ettim, şu pisliğe
dünden beri kimse basmadı, dedi. Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz
ettiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü bastıkları takdirde ayaklarının
kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç yaşında küçük bir çocuk geçse
idi, o basar, belki de onunla oynardı bile… Çünkü ondaki cüzî irade kabiliyeti
inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette o mazurdur. Fakat madem ki sen çocuk
değilsin, fark ve temyiz edecek kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp
atlıyorsun, o halde neden, fenalığı yaptıran Allah’tır, diyorsun ? Bu huausta
da iradeni kullansana.
Bak meselâ, maişetini temin
etmek, para kazanmak için türlü türlü zahmetlere katlanıyor, keza zevkin için
gözünü daldan budaktan esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da
kendini zorla sana Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısıdır. Fakat
evvelâ senin feragat göstermen şarttır.
İnsan tıpkı bir gemi
kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve işine gelmeyen şeylerden baş
döndürücüdür.
Söylediğim gibi bir pisliğe,
bir uçuruma basmak ve atılmak istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir
çukura atılması için ya yürürken başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ
olması lâzımdır.
Hâlbuki fenalık yapanlar,
yani bu pisliğe bile bile basanlar, uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat
[kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar, iradelerini fenalık cihetinde
kullananlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ
olanlar gibidir. Yahudda cismen büyümüş oldukları halde ruhen inkişaf edememiş,
çocuk kalmış ahmaklardır.
Suçlunun başı gittikçe öne
düşüyordu. Onu mevcutiyetimle büsbütün mahcub etmemek için, bu muhaverenin
sonunu feda ederek dışarı çıktım…
Benim çocukluk arkadaşımsın
Zeyyad.. Onun için sana acırım, Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, kendine yazık
edersin. Çünkü öyle temiz bir adamı itham etmek, kendini yakmak demektir.
Tavsiye ederim biraz gururundan fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git
evinde gör.. Emin ol ki onu görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini
tekzib edecek ve seni sana kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şefkatle
mütehassistir; eğer, kendisi hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa,
seni bu yanlışlıklardan kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih etmek
isterdi.
O, kin ve intikam bilmez.
Bu yüzden kendi de, etrafındakiler de daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne
sevilmekten sevinir; ne de sevilmemekten yerinir.
Onun insaniyete hizmeti,
herkese dürüst ve sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu
kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel
ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amellerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların
hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.
Sen onu görmedin Zeyyad o
halde sus, söylenme. Onun vücudu baştan ayağa bir mucizedir.
Zeyyad artık herkesten
korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini
bugüne kadar bilmedikten sonra, artık kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi?
Demek ki memlekette kimin hislerini yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un
muhabbeti çıkacaktı?
Zeyyad kendi kendine: Keşki
dilim tutulaydı da bu herife derd yanmayaydım diyordu.
Ebükasım, sözleriyle
mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını hissederek, burada daha ne duruyoruz,
der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu bakışı bekliyormuş gibi haznedarın
sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı
selâmlayarak müsterih ve pür zevk, kapıdan çıktılar.
Mermerden bir heykel gibi
hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad, onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü
buruşturarak olduğu yere çöktü.
sh:184-188
**
Sus Hamza, ileri gitme..
İşi, dedikoduya döküyorsun. Başkasının aybını ne dilinle söyle, ne de içinde
tut !
Kaç kere bunu sana
söyledim, bir türlü bu huyundan geçmiyorsun.
Başkasının ayıbını
söylemek, Yarabbi benim de aybımı sen meydana çıkar! diye Allah Teâlâ’ya istida
[dilekçe] vermek demektir. Başkalarının ayıbını söylemekte cömerd olan
dudak, kendi günahını söylemeye gelince dilsiz olur. Bir hatalı gördüğün vakit
onun nokta-i nazarına in, onun beğenmediğin filini, failinin gözü, görüşü ve
kabiliyeti ile mütalaa ve muhakeme etti. O zaman bu kimseyi ayıblı değil, mazur
görürsün. Sen, sana düşeni yap; karşındakinin kendisine düşeni yapması seni
alâkadar etmesin. Çünkü ikiniz de vazifenizi yapmışınızdır. Herkese iyilik
yapmaya çalış; fakat karşılık bekleme. Bir sebeple iyilik yapmak, bu iyiliğin
manasını ifsad eder. İyiliğin karşılığı, yaptığın iyiliğin içindedir.
İnsanların ekserisinin gözü dünya çöplüğündedir. Bununla yalnız bedenlerini
gıdalandırırlar. Hâlbuki dünyaya olan bu ibtilâları, bu çöplükten yedikleri
kokmuş ve zehirli gıdalar, ilahî bir vedia olan ruhlarıyla, daima aralarını
açmakta ve onları hakikattan uzaklaştırmak suretiyle helâke bırakmaktadır.
Amcanı ve onun gibi zavallıları ayıblama; merhamet et Onlara en büyük
ceza, kendi ayıblarıdır.
Hasılı ne kimseden incin,
ne de kimseyi incit, elinden geliyorsa onları doğruluğa çek, muvaffak
olamayacağını anlarsan sukût etti. Bu biçare, aklının kendine kâfi olduğunu
zannederek hakikatten istiğna gösteriyor. Halbuki, akıl da yaradılmıştır; Hiç
yaradılmış olan şey, Yaradan; görebilir mi ? Amma o, ben hakikat istemiyorum
hayvan gibi yaşamak benim için daha hoş, derse, pek âlâ! Dünya hayatından
sonraki hayatta asıl hayvan olmayı nazarı itibare aldıktan sonra ona kim ne
der? Eğer hakikatin nuru vücudu sararsa, akıl onunla kuvvet bulur, onunla
nurlanır, ancak o zaman Yaradanı görmek nasibini bulur. Yoksa aklına itimad
gösterip, onun her şeye kadir olduğunu zanneden kimsenin yanılması tabiîdir.
Tekrar ediyorum Hamza,
kimseyi ayıblama. Hayrı bilmeyip kötülükle yoldaş olan insanlara acı, onların
iyiliğine ve kendinin de onlar gibi olmamana dua et. Bir insanın, insaniyetin
manasına erişmemesi ne kadar hazindir.
O kimse, iyiliği iyilik
olarak tamsa, onun mukavemet kırıcı güzelliğine tahammül edemez derhal müncezib
olur. Mukadderat iyiyi bir anda fena, fenayı da gene bir anda iyi edebilir;
insan kendinden zuhurunu gördüğü hiç bir hayrın hakikî sahibi değildir. İnsan
mukadderatın müsehharıdır ve mayesi âcizle yoğrulmuştur. Evvel de âhır da âciz
olduğunu bilen kimse ne bahtiyardır! Aciz olduğunu bilmek insanı her iki dünya
da da bâlâter [Pek yüksek, daha yüksek. ] eder. Hakikî zevk, aczini bilmek ve
Yaradanın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayretten hayrete düşmektir.
Yoksa esaretten ibaret olan
beşerî zevkler, zevk değildir. ,
Maksad her umurda Allaha
karşı aciz ve iftikar göstermek ve her şeyde onu görmektir. Bütün ibadetlerin
manası budur Hamza. Allah Teâlâ’ya muhtaç olan, bütün ihtiyaçlardan
kurtulmuş olur; dostu Allah olan, bütün düşmanlardan emin olmuş olur…
Bir hikâyecik vardır,
sözümü onunla bitireyim: Bir deve ile yavrusu, sahibinin yedeğinde
gidiyorlarmış. Yavru pek ziyade yorulmuş, annesine: pek yorgun düştüm, şuraya
otursak ta biraz dinlensek, demiş,, Deve cevab vermiş : Çocuğum görmüyor musun
yularım kimin elinde? Eğer bu yular kendi elimde olsa buralara kim gelirdi?
demiş. Onun dediği gibi, mukadderatın ipi de, herkesi ne tarafa çekmeği
kararlaştırmışsa, oraya götürüyor.
Herkesin, geçmiş veya
haldeki amellerinden örülmüş olan bu yular boynuna sarılmış, onu mukadder olan
yere doğru çekmekte, sürüklemektedir. Herkesi sevkeden bu mukadderattır; onun
haricinde kimse ne ileri ne de geri bir adım atamaz.
sh: 189-191
**
Meryem Yusuf’un odasında
bayıldığından beri, Yusuf da, Meryem de, inkâr edemedikleri bu aşkı taziz
ediyorlardı. Meryem’in Yusuf’a akan, Yusuf’a giden aşkının kaynağı gene
Yusuf’tu! Meryem, onun aşkı huruşundan [Coşma. Gürültü. şamata. Tel ] kopmuş
bir parçadan başka bir şey değildi ki….
Ummandan ayrılan bir katra,
bir müddet bulutlar da, ırmaklarda çaylarda seyretse de, akibet varacağı son
merhale, gene denizden başka neresi olabilir ?
Meryem arasıra kimseye
görünmeden Yusuf’a geliyor, Sudenin yardımının bu yolda da büyük kıymeti
oluyordu. Meryem’e, Yusuf’un evde yalnız olduğu günleri hep o haber veriyordu.
Sude, fedakârlık ve feragat
sahibi güzel kadın, hayatının en müşkül safhasını yaşıyor, bizzat Meryem’in
aşkına hizmet etmekle, feragatin en müşkülüne katlanıyordu. Fakat o, bu gönül
bacını, akla hayret veren bir soğukkanlılık ve vazife hissi ile ödüyordu.
Sude’nin vücudu, tecessüd
etmiş feragat ve hayrın kendisi idi. Genç kız ona, minnet ve şükranın fevkinde
bir hisle mütehassisti. Meryem için Sude, samadanî bir deva idi.
Meryem’in elleri, Yusuf’un
elleri içinde yanıyor; başsız ayaksız sözleri, seke seke yürüyen yaramaz bir
çocuğun ordan oraya atlayışı gibi dudaklarından dökülüyordu. O söylüyor Yusuf
dinliyor; Yusuf söylüyor, o dinliyordu. Nihayet Meryem bu kesik sözlerden
vazgeçerek :
Yusuf, sana bir şey
soracağım, bana ruhun bu dünyaya neden geldiğini söyler misin ? Dedi.
Dinle Meryem, vücudda iki
türlü ruh vardır. Biri ahlâtın letafetinden hasıl olandır ki, bu, hayvanı
ruhtur. İkincisi de ilâhi ruhtur ki, bedenden zuhur eden letafet, fesahat, belagat,
ilim, sanat, marifet, her ne varsa, hep bu ruhun malıdır.
Bir binayı kurmak için,
nasıl malzeme, taşlar vesaire lazımsa, bu hakikati anlamak için de lâzım olan
itibarî varlığından tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] etmektir. Çünkü
bu işte en büyük gaye yokluktur, işte o vakit gizli olan asıl varlığını gözle
de görürsün.
Yusuf susmuştu.
Bu kadar mı söyleyeceksin
Yusuf? Herkesle o kadar derin ve uzun konuşuyorsun da..
Seninle konuşmaz olur muyum
Meryem? Söyle, ne istersen söyle de konuşalım…
Sözlerin beni tahmin
etmedi, tahrik etti; bana ruhun, bu endaze ve hesaba gelmeyen safînin,[ saf,
temiz, pâk, duru. ] bu kesif cisme mübdelâ olmasının, orada karar
etmesinin sebebini söyle !
Yaradan, ruha cesed âlemine
gelmek ve orada ülfet ve karar etmek için şevk ve muhabbet verdi ve dedi ki :
Ey ruh, sana seyr ve sefer
etmek gerektir. İstical [Sonraya bırakılmasını istemek. ] et ki seferde
yoldaşın benim yardımımdır. Korku ve muhataralarda koruyucun gene benim
muavenetimdir. Ey ruh, ayrılık gamını tatmamış kimse, birlik zevkine ulaşamaz..
Hemen git ve bil ki her durakta sana ben yol göstericiyim. Senin vücudun daima
benim kudretim ve iradem elindedir.
Biçare ruh bu füsun ve
kıssaları işitince, ihtiyarsız olarak birlik âleminden hareket edip kalıba ve
dünya yuvasına ülfet etti. Bunların çokları da, geldikleri yeri, asıl
vatanlarını unutarak hüsranda kaldı.
Ruhtan, söz ve lisanla
haber vermek mümkün değildir Meryem . Şunu söyleyeyim ki safî ve mücerred ruhun
bedene taallûk etmesinde birçok faydalar vardır. Bir manayı, harf ve savttan
uzak iken, bir harfe bağlarsın hatta o harf lâfz ve savtu getirip, fikrinin
mahzeninde mevcud olan mana ve muradları muhataba bu suretle bildirirsin.
Çünküharf, savt ve lâfızsız, manada zuhur yoktur. Bir mimar da bir binayı kurmak
için evvela onu çizer; yani dimağındaki manayı bir şekle kaydettikten sonra onu
tatbik eder.
Sen de mücerred manayı ve
mukayyed olmayan nefesleri, harfe ve lâfza bağlamıyor musun ? Bunu şüphesiz bir
fayda için yapıyorsun değil mi ? Madem ki ruh, mücerred mana gibi iken onun
bedene gelişinin sebebini soruyorsun, o halde, sözü işitmeye samia [Duyma,
işitme duygusu, işitme kuvveti.] kuvveti lâzım olduğu gibi, senin de bunu
anlaman için kalb kulağının açık olması lâzımdır..
Biz insanlar, bir fayda ve
lüzum görmesek, bir manayı bir kelimeye talik etmez ve zamirimizde olan manayı,
harf ve kelime vasıtasıyla âleme söyleyemezdik. Madem ki mahlûk iken bizde bu
fayda görülmüş oldu. O halde Yaradan’ın, mana âleminde olan ruhları dünya
hayatına getirmesinde niçin fayda görülmesin? Ruhun bu toprağa taalluk
etmesinde bir fayda da budur ki, insanın kalıbı zemininde bir istidad vardır
ki, ruhaniyet tohumu, cisimler tarlasına saçılınca öyle aşk gülleri hâsıl olur
ki, akıl, onun miktarını idrâk edemez ve hesabını bilemez. Her ne kadar ruh,
birlik âleminde de zevkte, izzet ve şerefle idiyse de, bu istidadının tamamı,
insan cesedine taallûk edip, cisim zemininde tekâmül ettikten sonra hasıl olur
ve aşk lezzetinin kemali de, müfarekatın [İki şeyin veya iki kişinin birbirinden
ayrılması, uzaklaşma biryeri bırakıp gitme] acılarını çektikten sonra duyulur.
İnsanın sair mevcudattan
mümtaz olması da, onda Allah Teâlâ’yı görmeye kabiliyet olmasındandır.
Binaenaleyh insan, Allah Teâlâ’yı görendir. Onu görmeyen göz, göz olmaz ve göz
derecesine çıkmayan insan da insan olmaz.
Ruhun cesede gelmesindeki
faydayı sana bir misalle daha izah edeyim Meryem..
Meselâ, safî billûrda,
bakanın yüzü temessûl [benzeşme, cisimleşme, şekillenme; birşeyin bir yerde
suret ve mâhiyetini aksettirmesi. ] eder mi? Aynanın bir yüzüne kesafet
gelmedikçe, o gösterici olmaz. Bunun gibi mücerred ve safî ruhlar da, aynanın
arkasındaki kesafet gibi, cisimler kesafetiyle birleşmedikçe, onda, Yaradan’ın
rabbani kemali görünmez.
Demek oluyor ki, safî
ruhlar ve görünmeyen İlahî vasıflar, insan cesedinde zuhura geldi ve bu vücud
aynasında yüz gösterdi.
Ruhun cesede gelmesinde
sayısız faydalar vardır; saymakla bitmez ki Meryem…
Safî ruh bedene gelmekle
kemal tahsil eder; zira onun vücudunda bilkuvve olan hasiyet, cisimler âleminde
file gelir ve sabit olur.
Hâsılı ruhun bedene
gelmesi, Allah Teâlâ’yı kemaliyle bilmesi içindir. Her ne kadar birlik âleminde
de onu istidadı kadar bilip ikrar etmişse de, icmali bilgi ile ikrar
eylemiştir. Tafsili ve bilgili ikrarın yeri, tabiat âlemidir. Esasen tabiat,
Allah kelimesinin şahsiyetinden ibarettir. Ruhun cesede gelmesinde fayda
yoktur, diyen kimseye “o halde sözün de söylenmesinde fayda yoktur, niçin
söylüyorsun? demek, kâfi bir cevabdır.
Bu insanların kalıplarına
ve mükevvenatın suretlerine bak ki, bunların her biri, kendinde mevzu olan
manaya delâlet eder. Eğer bilgin varsa bilgi sahiplerinin, öteki dünya,
dediklerini bu âlemde görürsün ve Allah Teâlâ’nın bu suretten ne murad ettiğine
vakıf olursun.
Allah görülmez, derler;
öyle şey olur mu?
Sen de göz olduktan sonra,
Allah her yerdedir. Bütün bu mükevvenat o dur. Ondan başka bir şey yoktur ki,
görülmemiş olsun ! Akil olan kimse, görülmemiş Allah Teâlâ’ya tapmaz, Çünkü
hak, halktır gözün varsa; halk, haktır, aklın varsa…
Yusuf, Yusuf….
Yusuf Meryem’in fazla bir
şey söylemesine meydan bırakmadan devam etti :
Meryem, sen beni okuyan ve
anlayan sevgili bir vücudsun. Senin bana aşkın, bende aşkın mutlak zuhurunu
gördüğün içindir; benim sana aşkım da, sende kendimi gördüğüm içindir.
Sen o kadar ben olmuşsun ki
çok defalar sende söz söylenecek vücud bile göremem. Ben seni müşkülâtsız
fethettim Meryem.. Aşk seni evvelden pişirmiş, hazır bir hale sokmuştu. Onun
için seni ilk hamlede yanımda ve kendi canımda buldum. Seni henüz gözümle
görmediğim zamanlarda da daima benimleydin !
Dün Hamza gelmişti. Yalnız
senden bahsetti. Güzel Hamza aşkı yalnız senin vücudunda ezberlemiş ve senin
cismine, yani cisme mukayyed bilmiş. Halbuki aşkın hakikati ona üryan olarak
yüz gösterse, onun içinde cilve eden ne Meryemler görür ve bu tuğyan içinde
garg olup giderdi.
Bir gün Meryem ölse,
Yaradan onu kendine çekse, Hamza’nın cihanda aşksız kalması yazık değil mi?
Maamafih [bununla beraber.
] ona, sana söylediğim şu hakikati söylemedim. Esasen söylesem de anlamazdı; nasıl
ki şimdiye kadar bu yolda ne söyledimse anlayamadı.
O senin güzel gözlerinin,
harikulade endamının, hasılı cisminin meftunu… Sen de bunların zevalini görse,
bu aşkın da zevali mukarrerdir; çünkü onu avlayan, sırf bu geçici sermayedir.
O, sendeki cismi ruha, ruhu cisme mezceden, menbaını aşk göklerinden tutan
ölmez aşkı görmedi. Halbuki aşk budur Meryem! Fakat Hamza da mazurdur, zira o
henüz, madde dünyasının arızalarıyla kösteklenmekten kurtulamamıştır.
Hâlbuki aşkın hakikatini
bulmak için bütün bunlardan kendini sıyırarak ok gibi fırlaması, tabiatın
mütenahî hududunu aşıp, aşkın intihasızlığına [sonsuzluğa] atılması lâzımdır.
Hamza bu hususta istidadsız olmamakla beraber kendini tabiatın pençesinden
kurtaramıyor.
Hakikî aşka sahib bir
vücuddan hikmet ve hakikat tefeccür [Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri
ağarma. * Çatlama, yarılma. ] eder. Perakende kuvvetleri, duyguları, aşkın
lâyemût ve tevhidkâr kudretinde temerküz eden vücud, nihayetsiz surette
kudretlidir. Eğer Hamza da bu kuvvete malik olsaydı, sana aşikâr olan
hakikatin, ona da yüz göstermesi icab ederdi.
Hâlbuki seven ve sevilen
birbirlerinin hakikatim bilmedikçe, aşk, sırf tene müteallik ihtisasattan
ibaret kalır. O kimseyi savdığının kaşının, gözünün verdiği zevk avlamıştır;
halbuki onu avlayanın hakikatte Yaradan’ın o vücuda akseden güzelliği olduğunu
bilmez. Şu bastığın topraklar içinde ne kadar güzelin gözü, kaşı, yanakları ve
endamı vardır.
Dünyada ne kadar güzel
şeyler varsa, hep Yaradan’ın nurudur. Manayı bırakıp şekilden güzellik görenler,
her türlü şeklin geçici olduğuna göre, şüphesiz sonunda hüsrana atılırlar.
Maamafih Hamza’da senin
cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o senin maddî varlığını da sevemezdi. Zira
her incizab, kendi benzerine tesadüfün neticesidir, insan, kendi manasını gördüğü
kimselerin meclûb ve meczubudur ve bir kimse her neye meylederse, o şeyle
aralarında gizli bir ittihad olduğu muhakkaktır.
Meryem’in Yusuf’a bakan
gözlerinde iki ateş yol süzülerek iniyordu.
Niçin ağlıyorsun Meryem?
Sen bu vücud değilsin ki…
Bu vücud, akan suya çeşmedir. Su kesilince çeşmenin ne hükmü kalır?
Hamza o çeşmeye, Yusuf ta
suya gönül verdi. Bir gün olup çeşme yıkılıp, berrak ve lâtif su, bir zaman
için toprak altında mestur kalsa da, suyun cuşişi [Kaynama, coşma. ] tekaza
[sıkıştırarak] ederek başka bir yerden fışkırır. Böyle leziz ve saf suya çeşme
eksik olur mu Meryem ?
Meryem de ölümü
düşünüyordu. Artık ölse de ne gam ? Aşk bu vücudu ebedî bir kaftan gibi sarmış,
Meryem bu ateşin içinde yanmış, yanmış erimiş…
Bir el, varlığını örten bu
ateşin kaftanı çekip alsa Meryem’i altında bulamayacak. Ancak bu boş örtünün
içinde aşkın ebedi ve nuranî çehresi belirecek…
Meryem’in Yusuf’un yüzüne
takılı duran gözlerinden hâlâ büyük yaşlar düşüyor.
Yusuf ona tekrar soruyor.
Niçin ağlıyorsun, söyle bana
Meryem ?
Korkuyorum Yusuf I
Neden, kimden korkuyorsun?
Senin için korku kaldı mı ?
Kimseden korkmuyorum.
Cihanda benim için kimse yok ki… Herkes, herşey sensin. Cihanın varlığı nedir?
Ben bu serabî ve itibarî
cemiyet bünyesinin nesinden korkayım ?
Esasen bana şimdiye kadar
onlardan ne müsbet, ne de menfî bir seyale, bir duygu geçmedi. Ben insanlarda
vücud görmedim ki, onlardan mütezevvik [Zevk ve safâ eden. * Tadına bakan.
Birkaç defa tadan. ] veya müteessir olayım…
Bir ağacın rüzgarla ileri
geri sallanmasına kızmaz veya gülmezsek, keza hareketlerinde bir ağaç kadar
hilkatin fermanını dinlemekten başka kârı olmıyan mahlûka da kızmamak veya
gülmemek icab eder. İnsanların hareketlerine bel bağlamak, korkmak, kızmak veya
sevinmek, onların bir mevcudiyet, başlı başına bir varlık sahibi olduğu
zannından ileri gelir. Hâlbuki bunlar da, hareketlerinin hâkimi olan bir
müteharrikin arzusuna tabidirler.
Herkes yok. Yusuf! Yalnız,
yalnız sen varsın. Ben senden korkuyorum.
Ben korkunç muyum güzelim ?
Sen bilmezsin, benim
korkumu, bilemezsin.. Onu anlatmak ta istemem…
Anlat, söyle Meryem..
Benden niçin korkabilirsin ? Yazık göz yaşlarına, söyle niçin ağlıyorsun?
Ölümden korkuyorum.
Sen mi ?
Hiç Meryem, bu mütekâmil
vücud, ölümden korkar mı ?
Ölüm korkulacak bir şey
değildir ki… Ölüm, insanın sadık, vefalı bir yoldaşı ve müsteşarıdır. Sen, bu
dünyada, ölmüş bir insanın hiç bir şeyle mukayyed olmadan yaşayışının zevkini
de bilirsin..
Bana ölümün lezzetini
anlatma Yusuf, onu bana bildirdin ve tattırdın. Ben bu ölümden korkmuyorum…
Ölüm nedir bilir misin
Yusuf?
Ölüm, sensizliktir. İşte
ben bu ölümle ölmekten korkuyorum. Sensiz kalmaktan korkuyorum.
Bir nefes sensiz yaşamak,
asırlarca azab çekmekten daha yaman, daha korkunç.. Benim sensiz kalmaktan
başka hiç bir korkum yok. Varlığım, hayatım senden ibaret.. Kaçacak, sığınacak
bucağım sen, gördüğüm bildiğim sade sen! Yüzüme bak Yûsuf! Ben senin bu uslu
duruşundan, bu kaçamaklı hallerinden de korkarım. Bak, yüzüme bak da gözlerini
göreyim… Ben onların ezelî perestişkârı,[ aşırı derecede bağlılık. Riyakâr
gösterişten. ] esiri, kuluyum. Onlar benim mabudum, mihrabımdır.
Niçin sesin çıkmıyor ?
Söyle, sen: beni
aldatmazsın. Söyle, her ne dersen inanacağını. Artık bu sözlerle beni lâübâli
etme., bu kadarını söyleyebilmek için her nefesde yüz kerre ölüyorum…
Yusuf düşünceli idi; kızın
kirpiklerini süsleyen yaşlara baktı. Başını, hafifçe bu tutuşmuş başa doğru
kaydırarak :
Üzülme Meryem.. Sen bensiz
kalmazsın !. Çünkü sen bensin.. dedi.
Kızın hıçkıran başı,
Yusuf’un dizlerinde bitab ağladı, ağladı. Sanki bu gözyaşları onu maddiyetinden
boşaltıyor, Meryem hafifliyor, lâtif bir cisim gibi dünyadan Yusuf’un kalbi
göklerine doğru yükseliyordu.
sh: 191-200
**
Yusuf bilinmez, Yusuf tarif
edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.
Meryem, kendine dil
uzatacak olanlara: Ey zavallılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a
tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu
görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler,
vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olanlardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan
uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir
varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli
güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu
fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu
sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.
sh: 204
**
Meryem! Benim şikâyetim,
hadisattan ve vakıattan değildir. Ben, aslımla olan istiğrakım [Allah aşkıyla
dünyayı unutup bütün bütün kendinden geçmek.]şiddetine sed çeken cüdalıklardan
[ayrılık; ayrılmış. ] şikâyet ederim. İstiğrakın mutlakıyetini hançerleyen şu
müteayyin vücuddan şikâyet ederim. Tıpkı kamışlıktan kesilen bir ney gibi,
aslında birliğe rnüstagrak olan ruh, burada müteayyin bir nakşın esiri olunca
feryad etmeye, tekrar geldiği yeri aratmaya başladığı gibi.
İnsanın hakikati, kâinat
nakşına sebeb olmuştur Meryem… Bu kâinat nakşının meydana gelmesi ve bir nokta
gibi mücmel olan mananın tafsil olması için de, insan aslından, bu birlik
âleminden koparılıp dünyaya getirildi. Kudret eli onu aslından koparıp anasıra,
bu gurbet diyarına attı..
İşte, mütekâmil ruhların
aşıtlarına iştiyakları bu yüzdendir ve bu iştiyak ta ruhun tekâmülü nisbetinde
artar.
Aslı ile rabıtası ziyade
olanın şüphesiz iştiyakı da o nisbette ziyade olur. Ruh, bu müteayyin vücud
içinde mukayyed oldukça cüdalıklardan şikâyeti bir an eksik olmaz.
Birlik, yani asıl âleminde
teayyün ve teşahhus [şahıslanma; belirlenme; bir şekil ve kimlik kazanma. ]
yoktu. Ruh, aslından bu vücud âlemine gelinciye kadar geçtiği ecram [Ruhsuz
büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.] , nebat, hayvan âlemlerinin hiç birinde
karar etmedi; hepsinden de bir hatıra ile ayrıldı, işte buradaki şikâyet de,
ruhun o acıklı safahatının hikâyesinden ibarettir.
Gurbet, tahassürü
müstelzimdir; zira onda sıla hasreti vardır.
Fakat kemale yetmiş insan
da, bu şikâyet ve feryadını söylemek için anlayışlı bir kulak, kendi gibi aynı
duygularla hislenmiş bir vücud ister. O zamirinde yanan bu ateşi ulu orta
herkese söylemez.
Gözlerinde nur,
kulaklarında öğüt alacak kabiliyet olmayanlar ruhun o büyük derdini ne bilir?
Meryem, sen bana aslımdan
bir selâm, bir yad, bir parçasın., ben seninle aram [Durma, dinlenme. *
Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. ] eder, dertlenir, hem
devalanırım. Sen bana, bu asıldan gelmiş mücellâ bir aynasın. Ben bu aynada
kendimi görür ve gördüğümü gene kendime söylerim. Ben Yaradan’ın söyleyici kelâmıyım.
Her şey değişir, her mahsus olan varlık için bir tebeddül ve tagayyür
mukadderdir; fakat her asrın her ânın muasırı olan aşk ve hakikat için bu
endişe yoktur. Allah daim olduğu gibi hakikât ve aşk ta daimdir Meryem.
Âlemin tekevvün ve
intizamı, aşkın huruşundan [Coşma] ileri gelmiştir. Gökler, yer, ay, güneş,
ateş, su, hava toprak hasılı çerçöpe gelinceye kadar ne varsa, hepsi o aşk
güneşinin nuruna batmış ve iştiyakı derdine yanmıştır. Ben ancak aslından
ayrılmış ve beşeriyet arızalarından kurtulmuş olanların hem haliyim Meryem…
İnsan ile Yaradan’ın
arasındaki perde, zemin ve asuman değil, kendi varlığıdır. Binaenaleyh bu
birliği hasıl etmek, yani Allaha yaklaşmak için insanın varlığından, yani
hayvan! hisleri kayıtlarının esaretinden kurtulup hür olması lâzımdır ki, bu da
ancak, kötü ahlâktan kurtulup yerine iyisini getirmekle olur.
Kötü ahlâk ta nedir bilir
misin Meryem ?
Yaradandan seni az, çok
alıkoyan her şey!
Kalbi temizleyici ve beşerî
ayıpları yıkayıcı şey aşktır. İnsan bunlardan aşk ile kurtulur. Bu feragati
ancak aşk yaptırır.
Aşkın mahiyetinde ayrılık
ve ikilik yoktur. Lâkin bazı kimsenin, Yaradan’ın aşkına istidadı olmadığından
Allah bu kimseleri, gene kendi aşkına istidad peyda etmesi için bir surete
mukayyed eder, yani kendi gibi bir beşerin aşkına mübtelâ eyler. Elverir ki bu
sureti atlaya bilsin.
Yusuf bir an durdu. Dörtyol
ağzını geçmişlerdi.
Yusuf’un avucundaki
Meryem’in eli, havanın sıcağına rağmen buz gibi soğuktu. Kız bu eli sımsıkı
tutuyor, kaçmasından korkar gibi incecik parmaklarını bastırıyordu.
Aşk: zarfa ve
harfa sığmaz Meryem. O, intihasız bir deniz gibidir, ihata ve misâlden, tefsir
ve ta’birden uzaktır. Aşk, halinde olan vicdanî zevki söze getirmek ve söylemek
istedikçe, gene kendisi onu nişansız eder. Meryem, sana bu gece çok şeyler
söyledim artık susalım ve ben de döneyim ne dersin?
Hayır hayır, söyle Yusuf,
bir az daha, biraz daha konuşalım. Bahusus aşk faslında sözlerini imsâk etme ki
ben ota susamışım., söyle, hep söyle.
Meryem, aşkım! Beni bu
hususta fazla söyletme, endaze ve hesabı aşma ki, aşkın sıcaklığı vücudunu
varlık âleminden çalmasın.. Senin gül gibi lâtif vücudun bundan fazlasına
tahammül edemez; korkarım ki bu dünyadan bağını koparır, birlik âleminin
cazibesin? kapılırsın.. Halbuki bu vücud senin değil benimdir; onun bana lâzım
olduğunu unutma canım!
Kıyamete kadar sen sorsan,
ben de söylesem, ne senin sualin ne de benim cevabım bitip tükenir…
Farkında olmadan mahalle
aralarına kadar yürümüşlerdi. Meryem Yusuf’u hâlâ bırakmak istemiyordu,
Meryem, şimdi bana müsaade
et de döneyim, istersen yarın Fırat kenarındaki ağaçlığa gel, orada gene
konuşuruz
sh: 208-211
**
Fırat kıyısı, hurdebinî
[gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik. ] nebatların yekpareleşmiş
kesafetiyle o kadar yeşil, o kadar taze idi ki…
Yalnız, murassa bir libas
gibi toprağı örten bu yeşillik, yer yer sürülmüş olduğu için zeminin tabiî
rengi görünüyordu.
Daracık vadiyi örten bol ve
sık otlar, âdeta iki yamacın arasında yeşil bir dere aktığı hissini veriyordu.
Bu mücessem lâvhanın içinde
iki inek otluyor, dişlerinin otları muntazam ve yeknesak seslerle koparışı, bu
rustaî şaheserin, tabiî ve hakikî musikisini teşkil ediyordu.
Meryem etrafı dinliyor,
dinliyor, fakat bu tecessüsüne, muannid ve ısrarlı bir sükût cevab veriyordu.
Kızın vücudu zevk içinde hafifleyerek, adeta maddiyetini kaybediyor, bir duman
parçası, esirî bir neşe gibi uçmak, yok olmak arzularda karışıyordu.
Nereye, nereye fakat ?
Yusuf’un aşk çırağları tutuşturan kalbi göklerine çekilmek, orada karar kılmak
istiyor… Yusuf kimi istese, kimi çağırsa, o vücud, yaktığı gönlünü meşale
yaparak yollara düşer. Meryem o »esin davetine, o güzelliğin incizabına
mukavemet edecek bir vücud tasavvur edemez ki..
Meryem Yusuf’un kolunu iki
eliyle tutuyor, böyle yapmasa hakikaten uçacak, görünmeyen bir el, görünmeyen
bir Aleme götürecek gibi geliyordu. Onun için Yusuf ekseri zaman bu gönlün
istiğrakı şiddetine mani oluyor, ondaki ezelî iştiyakın, her nefes yelpazelenen
ve tazelenen ateşinin önüne geçiyor, kızı ileri atılmaya bırakmıyordu.
Sen bana lâzımsın Meryem, o
vücud senin değil benim diyerek bu aşk selinin bir zaman için şiddetine mani
oluyordu. Şimdi de gene kızı zorla havaî mevzulara şevketmiş, Meryem de ona
maziden bahsetmeye başlamıştı.
Geçen gün seni bulmadan
evvelki halimi düşündüm Yusuf… Ham, basit, ruhî bünyesi teşekkül etmemiş,
ibtidaî ve işlenmemiş bu malzeme yığınından utandım. Şuur yok, mana, hakikat
yok., yalnız uzviyetiyle yaşayan, niçin ve neden yaşadığını bilmeyen, hayat
dümeni şevki tabiîsinin elinde bir mahlûk… Bu itibarla bütün mazim tarihsiz,
intibasız [izlenimsiz], kitabesiz ve hatırasızdır. Zira bu mazi o kadar
kıymetsiz ve şuursuzdur ki, ona en küçük bir varlık bile izafe edemiyorum. Onda
yalnız bir fıtret devrinin ruhî ihtilâlleri, keşmekeşleri doludur. Bütün bu
hayat, medlulü acı ve ıztırablı vakaların birbirine karıştırılmış yekûnundan
ibaret… Geçmişi düşünmekle, kekremsi bir şey tatmış gibi yüzüm tekallüslerle
[kasılma. ] doldu.
Gerçi, bu hayat, bu manasız
hayat ihtişam içinde idi, eğlenceler, ziyafetler, her şey bir mecburiyet,
sahnevî bir sunîlikten ibaretti, Ben ise bütün bu safahata, mahkûmane bir
itaatle baş iğdim. İşte hayat mütıellesinin üç köşesi: gelmek, çekmek, ölmek !
Bu üç fiil insanda ihtiyarî değil, sevkî bir hareket, ıztırarî bir itaat! Hiç
kimse bu üç emrin kemendinden boynunu kurtaramıyor.
Şu kadar ver ki, aşk
hayatının keyfiyet yakıcı zevkine ayak koyanlar için, ne gelmek ne çekmek, ne
de gitmek, hiç, hiç bir şey yok. Onlar ne doğuyor, ne çekiyor ne de ölüyor..
Yalnız aşkın mutlak vücudunda seyrediyor. Yahud da “gelen de ben, giden de ben,
bozulup toplanan da ben” diyerek bütün mevcudatı tek vücud olarak görüyor.
Meryem gene gönlünün
dizginlerini bırakmıştı. Halbuki Yusuf onu bugün başı boş bırakmak istemiyordu.
Hani maziden bahsedecektin
Meryem ? Gene atladın, açıldın.. Şu maziyi tamamlasana…
Gerçi halin zevkini bırakıp
maziyi söylemek veya dinlemek istemem; fakat mademki o mazi sana aiddir, senin
olan her şeyi sever ve hürmet ederim… Söyle Meryem, bana geçmiş zamanlardan
bahset!
Doğru söylüyorsun Yusuf.. Halin
kıymetini bırakıp geçmişin yadıyla vakit geçirmek abes bir şey… Hatta onu
düşünmek bile manasızlık!.. Fakat ben bu maziyi niçin düşündüm, biliyor musun?
Geçmişle aramda iğbirar ve soğukluk vardı. Ben, değil mazime, hiç kimseye ve
hiç bir şeye karşı kinim, nefretim ve iğbirarım olmasına tahammül edemem.
Bahusus bu günkü Meryem, o mazi köprüsünden bu hale geçmiştir. Onun için bu
dargınlığı, bulanık bir su gibi tortulu olan bu geçmişe aid iğbirarı [Kırılmak.
Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. ] temizlemek lâzımdı. İşte
bu yüzden düşündüm ve bu ruhî tesviyeye lüzum gördüm.
Ben bütün cihanla sulh
yaptım Yusuf., nasıl olurda arkamda kalan bir hayat parçasiyle cenkte ve
nefrette kalırım ? Mademki seni buldum, acılıklar, teharrüşler [Tırmalanma.],
elemler, seyyieler, hep seni bulmak, seni görmekle tazmin olup gitti. Her
fenalık seninle söndü… O mazi de artık acısız, elemsiz, taharrüşsuz oldu. Ben
artık eski ben değilim ki… Çok defalar gayet samimî bir hisle kendimi ölmüş ve
yepyeni bir hayatla dirilmiş, geçmişinden bir iz bile kalmamış zannederim.
Beni sen Öldürdün! Eğer
şimdi yaşıyorsam, bu hayat sensin Yusuf !
Ben neyim Meryem ?
Sen aşksın, aşk sensin
Yusuf! Senden daha güzel bir şey yok ki seni ona benzeteyim..
Genç kızın dayandığı ağacın
yaprakları, birer aşk ilâmı gibi başının üstünden çarh [Çark, tekerlek. *
Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır
doğan. * Talih.] çevire çevire düşüyordu.
Yusuf’la yan yana
oturmuşlardı. Konuşmalarındaki hararet ve şiddet, hangisinin söyleyen
hangisinin dinleyen olduğunu belli etmeyecek kadar yakıcı idi.
Filhakika görünüşteki bu
iki vücuda rağmen, ne mütekellim ne de muhatab vardı. Zira Yusuf Meryem, Meryem
de Yusuf’tu.
Bir zaman konuşmadılar.
Gerçi bir gün evvel Yusuf kızı buraya yarım kalan bahse devam etmek için
çağırmıştı; fakat onun gösterdiği şiddet ve tehalük, adeta Yusuf’u korkutmuş ve
söylememeye sevketmişti.
Gidelim mi Meryem ?
Yusuf…
Ne istedim Meryem ?
Sana bir şey söyleyeceğim..
Söyle güzelim..
Niçin söylemiyorsun ? Haydi
gidelim öyle ise…
Hayır, hayır sana bir şey
söyleyeceğim..
Meryem Yusuf’un gideceğini
hissettiği zamanlar onu böyle, bu sözle oyalar, bir az daha beraber kalabilmek
için bu masum hileye baş vururdu. Yusuf ta bunu bilir, fakat bile bile gene bir
an beklemekten hâli olmazdı.
Hakikaten Meryem’in Yusuf’a
söyleyeceği birçok şeyler olsa bile, onunla olmak, onu görmek, dudaklarından
bütün sözleri kapıp kaçardı.
Fakat bu defa Meryem
sözünde durdu; çünkü söylemese, Yusuf’un hemen kalkıp gideceğini biliyordu.
Ana karnındaki cenin,
naısıl bir tek yoldan vücudunun gıdasını, takviye ve nemasını temin ediyorsa,
ben de bu dünyada yalnız, seninle yaşamak yolunu buluyorum. Zira beni dünyaya
bağlayan serrişte [başa kakmak; ipucu.] Sensin Yusuf… Durağım, menzilim hep
sensin. Senden benim, gölüm nur buldu, yüksek görücü oldu. Onun için artık bu
göze hiç bir güzellik kalmadı.
Ben Allah’tan nur
istemiştim, sende nurun nurunu gördüm. Bütün nurların merkezi ve eşsiz güneşi
olan sana eriştim. Ben bir Yusuf isterdim, senin vücudunda Yusufistan gördüm.
Ben, gönlümün ateşini
dökmek için kemale sahib bir vücud, mana ve hakikat dostu isterdim, senin
vücudunda bütün güzelliklerin, hakikat ve aşkın kaynağını gördüm. Bana senin
her bir cüzünden öyle bir cennet göründü ki, yarınki cennetlerle bir alâkam,
onlara bir ihtiyacım kalmadı.
Yusuf, Meryem’in harikulade
bir letafetle konuşan dudaklarına bakıyordu. Onları böyle perişan bir talaşla
tahrik eden, yalnız, yalnız aşkı idi, Bu ince vücud, lâtif bir hülya gibi
güzeli.
Yusuf genç kızın söz
silsilesini durdurmamak için bir zaman dinledi. Fakat artık gitmeli idiler.,
ekseri zaman yaptığı gibi birden bire ayağa kalktı ; Meryem’in de elinden
tutarak kaldırdı. Artık gidiyorlardı, çare yoktu.
Yollar taşlı ve bozuktu.
Meryem Yusuf’un elini tutmuş, iki masum mektep çocuğu gibi yan yana
yürüyorlardı.
Yusuf, arasıra taşlara
takılan kızın elini avucunun içinde sıkıyordu. Böylece hurma fidanlığına kadar
beraber geldiler. Artık ayrı yollardan gitmeleri icab ediyordu. Yusuf gene
birden bire kızın elini bırakarak :
Haydi Meryem., dedi ve
arkasına bakmadan hemen ilerledi.
Ne de çabuk uzaklaşmıştı…
Yusuf, Yusuf !
O, genç kızın sesini
duyarak durdu.
Yusuf sana bir şey
söyleyeceğim..
Yusuf mütebessimdi :
Gene mi Meryem? Peki
dinliyorum..
Haydi söyle, söyle canım,
geç oldu gidiyorum.
Yanıma gel de söyleyeyim!
Yusuf Meryem’e baktı. Ondan
ayrılmak kendisi için de müşkül, her zorluğu yenen iradeli ve azimkâr Yusuf’a
da zordu. Tekrar kızın yanına geldi. Fakat Meryem’in dudakları sımsıkı kapalı,
başı hafifçe yukarı kalkmış, söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını itiraf eden
mazlum bir duruşla duruyordu.
Yusuf’un başı eğildi, bu
ateş dudakların üstünde bir lahza durdu.
Aşk onlara ateşten
damgasını bastırmıştı. Onların raşedar [doğru yollarının] sathı, aşkın ateşin
nakşıyla mühürlenmişti. Bu dudaklar aşk göklerinden gelen ateşle yanıp
kavruldu. Bu dudakların küçücük cürmüne bir cihan sığdı. Onlar artık bir
ziyaretgah kadar temiz ve masum oldu. Bu ateş onlara, ebediyet serhadlerinden
aşıp geldi. Meryem’in dudaklarını aşkın germiyeti [Hararet, sıcaklık,
kızgınlık.] , ezelî bir ocak gibi bitip tükenmeyen alevlerin mihrakı [Çok
hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. ] eyledi.
Sh:211-217
**
Bu hareket niçin ?
İşte cevabı olmayan bir
sual! Yahud da anlaşılması müşkül bir cevab: İnsana Yaradan’ın sevgisi, aslın
kendine olan sevgisi gibidir. İnsanın da Yaradana olan aşkı ve iştiyakı,
“şey”in aslına olan iştiyak ve aşkı gibidir.
Sh:234
**
Bak Meryem, şu böceğe bak…
‘Yusuf’un gösterdiği bu
uçucu böcekler, gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru
uçtukları zaman kumru göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini
işitiyor musun ?
Evet Meryem…
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir
ifade değil mi ?
— Aşk gibi, evet onun gibi…
— İnsan aşkla diri, aşksız
Ölü… aşkla dirilmiş olan da, bütün varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır.
Aşkla hayat bulan ve
terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem… Herkes aşka lâyık olmaz,
çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan
Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı
nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah Teâlâ’nın esrarı
nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her nefes haber
söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına çağrıcıdır.
Fakat her tab’ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı değildir.
Bu da ezelî bir vergidir Meryem… iki dünyanın da zevk ve bazlarından geçmiş
olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk dudaklarıdırlar. İşte, çarh ve
eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk vardı._
Aşk, aşk… bilirsin Yusuf,
benim ömrümün hasılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdiğim her
nefes senin yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır.
Başka bir şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf bilir,
değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl
bilmesin ki, benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey
hatırlamış gibi Meryem’in sözünü kesti.
Sh: 242-243
**
Ömer uzaktan gene kızın
güzel başını toprakların üstünde zebun görürken, bu hadisenin yanı başında
duran ve onu böyle perişan eden kahhar aşkı da görmekte teahhur [Geri kalmak.
Geciktirmek. Gecikmek. ] edemezdi. Ağaçların, dalların hareketini gören Ömer,
bunları tahrik eden rüzgârı görmez, her müteharrikle bir muharrik olduğunu
bilmez olur muydu ?
Meryem’in karşısında daima
hürmet ve huşu hisseden Ömer, onu ürkütmemek içini uzakça bir ağaç dibine
oturdu. Meryem’e müşfik bir alâka ile bağlı olan bu görmüş geçirmiş dost adam,
Yusuf’un şelâle gibi peyapey [peyderpey, ardarda] coşan hikmetlerini liyakat ve
istidatla kapmış olan Ömer, pek kısa bir zaman içinde, kendinin yıllardan ben ögrendiklerini
öğrenmiş olan bu genç vücudun karşısında, ihtiyarsız olarak hayret ve heybet
duyar ve Yusuf’un sevdiği Ömer, bu gene kıza öğretilecek söylenecek bir söz
bulamazdı. Düşüncelerinin kudretiyle Mısırın çöllerinde Hamza’ya meşale tutan,
yol gösteren bu adam, şu kızın karşısında daima lâl olur, onu dinlemeyi tercih
ederdi. Şüphe yok ki bu kız, Yusuf’un en büyük eseri, meleklerin gıpta ettiği
mübarek bir şaheserdi.
Sh: 245
**
Hükümdar:
—
Pekâlâ Yusuf, senin için putlara inanmaz diyenler de var, doğru mu bu ?
—
Çok doğru söylemişler Hükümdarım l
—
Ya… demek ki putlara inanmıyorsun? İnandığın bir şey yok mudur senin ?
—
Allah!
—
O da ne dir ? Putlardan başka Allah mı var?
—
Sen var mısın Hükümdarım ?
—
Tabiî !
—
O halde Allah Teâlâ’nın mevcudiyeti de tabiîdir. Sen ki yaratılmışsın, her
yaratılmışın bir Yaradan’ı olmasından daha tabiî ne olabilir? Allah var mıdır?
demek, ben var mıyım, bu dünya ve gördüğüm şeyler var mıdır ? demek gibidir.
Allah olmasaydı ne sen ne de bu âlemler olmazdı.
Bir putun ne ye iktidarı
vardır? Aya, güneşe, öküze, ateşe tapan insan ne kadar biçare ve acınacak bir
haldededir.
—
Ben de mi Yusuf?
—
Eğer putlara inanıyorsan sen de Hükümdarım !
—
Bu inancı benden kaldıracak iktidarın varsa göster de görelim 1
—
İnsan, kanaatlerinin yanlış olduğunu bilse de, doğup büyüdüğü muhitin
tesirlerinden zor kurtulur; bunda elbette mazursun Hükümdarım. Fakat asıl
felâket, doğru yolu gördükten sonra ondan baş çevirmektir.
—
Siz bahtlı insanlarsınız Yusuf. Sen de, Hamza da..
Bakarım da o, çok yerde
beni ihtiras ve zaaflarımın pençesine düşmekten alıkoyar. Hayatın acıları,
benim kadar onun canını yakmaz. Bana teselli verir, fikren yardım eder, ölümü bile
istihkar eder. Halbuki ben, Hayrenin ihtiyar Hükümdarı, ölmek istemiyorum.
Çünkü ölümden sonra bir hayat olup olmadığını bilmiyorum.
—
Asıl hayat, ölümden sonraki hayattır. Şimdiki hayat, o hayatın hazırlığıdır.
Ölüm, insanın dünyada kazandıklarının hesabı görüldüğü yerdir. Buradan oraya
iyi işler götürdüğü takdirde ölüm, korkulacak değil, arzu olunacak bir
nimettir. Zira tekâmül ölümdedir.
Tabiat, bu kaziyeyi her
nefes tekrarlamak suretiyle isbat etmektedir. Öyle değil mi, meselâ cemad,
cemadlıktan ötürü bir derece daha tekâmül ederek nebat olur. Nebat, nebatlıktan
ölür hayvan olur; hayvan hayvanlıktan ölür insan olur; insan da beşeriyetten
ölünce tekâmülü tamam olur ve aslına ulaşır.
Cemad olan toprağın nebat
olması, nebatı da hayvan ve hayvanı da insan yemek suretiyle, bir avuç toprağın
bu suretle insanlığa yükselmesi hep ölüm sayesinde değil mi? O halde niçin
ölümden korkmalı?
Mademki insan ne bulduysa
ölmekle bulmuştur o halde beşerî mukteziyatından yani nefsin, Yaradan’ı
unutturucu ifrat şehvet ve lezzetlerinden ölerek Yaradan’la kalanlara ne mutlu
!
Bu kadar istihalelerden
[bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka değişmesi, başkalaşmak; imkânsızlık. ]
sonra beşeriyete kavuşan insan, son ve hakiki ihalesı olan bu ruhanî inkılâbı
yapamaz, yani beşeriyetten ilâhiyete atlayamazsa; o, Yaradan’ı unutup kendine
ve mukteziyatına tapmış ve her vakitte halkla cenkte ve mücadelede kalarak
Yaradan’dan uzak kalmak ateşine kendini atmış olur.
Fakat her kim ki Yaradan’ın
nuruna kavuşur, o kimse hakikate ermiş olduğundan, gamı unutmuş olmakla ebedî
rahafa kavuşmuştur. Hasılı Hükümdarın ölüm, Yaradan’ın insanlara verdiği en
büyük hayırdır. Ölümden korkma; kendinden, kendi fiillerinden kork! Eğer onlar
bozuksa, yani beşerî ibtilâların esareti altında isen, zaten, hayatta iken
ölüsün demektir. Kendini beşerî ahkâmın buyruğundan kurtaramamış kimseleri sen
diri mi zannediyorsun ? Hayır, ne gezer! Diriler ve ebediyen ölmeyecek olanlar,
hayatlarını Yaradanın varlığı ile birleştirmiş, kendini bu sonsuz azmette yok
etmiş kimselerdir.
Hükümdarım, eğer sen,
Yaradan’ın mutlak vücudu ile hayatlanırsan, o korktuğun ölüm sana ebediyen
gelmez ve o vakit ölüm, bir diyardan bir diyara gömmekten ibaret kalır. Eğer ölsen
de gene diri, bir avuç toprak olsan da gene idrakli ve şuurlu kalırsın.
Ölümden korkma, kendinden kork Hükümdarım !
Allah mevcudatı ibda
ekerken bunların tabiatlarının ihtilafı ve hallerinin tebayünü cihetiyle her
birine garib hassalar ve acib menfaatler koydu ve bu hassaların hepsini,
kendini bilene, ilhamı olarak bildirdi ve bu ilme sahib ettiği vücudu da insan
nevinin baştacı etti.
Bu dünyada görülen
tasarruf, ve tezahür eden eşyadan maksud Allah Teâlâ’dır.
Ya, bu görünen suret nedir,
dersen Hükümdarım, bunların hepsi deniz, üstündeki çerçöp gibidir. Çerçöpün su
üstünde olan raks ve cümbüşü, denizin hareketinden meydana gelir. Binaenaleyh
Yaradan’ın arzusu, kâinat suretlerinden birini susturmak istese, tıpkı deniz
çerçöpü sahile attığı ve sağa sola hareketten muattal bıraktığı gibi, onu hayat
denizinden çıkarıp ölüm sahiline atar.
Keza aşk denizi de bir,
gönlün suzişini susturmak istese, onun müteayyin olan gönlü köpüğünü beşeriyet
sahiline çekip buruştan alıkoyar ve tekrar onu tahrik etmek istese, aşk
dalgaları bu gönlü kapar ve huruşa bırakır.
Hareket ve sükûndan
kimsenin elinde bir şey yoktur Hükümdarım.
Cihan, ademde muzmahil
[Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] ve türlü şeniyetler [Gerçekler ]
gaybın sinesinde gizli iken, gizlenmekten ve aşikâr olmaktan müstağni
olan mutlak aşk, güzelliğini, sununu ve kemalini göstermek için birlik
yuvasından kalkıp, vücud ve ademe aksederek, güzelliğini türlü türlü şekillerde
ve yüzlerde seyretti. Bu zuhurat dalgalarının kimi seven, kimi sevilen kimi şeytan
kimi insan, kimi sultan kimi köle, kimi zalim kimi mazlum, kimi zengin kimi
fakir, kimi gizli kimi aşikâr, zulmet nur, ıztırab neşe, gözyaşı tebessüm ve
bütün zıd isimler yüzlerinde ve muhtelif görünüşler safhalarında meydana geldi
ve bütün bunların hepsi, aşk mecmuasına aşikâr oldu.
Eğrilik olsun, doğruluk
olsun, iman olsun küfür olsun, hepsi o birlik deryasının iradeti [irade, istek,
dileme. ] dalgalarından harekete geldi. Fakat bu birliğin yüzünü gören de gene
kendi nurundan başkası olmadı. İşte bu nuru ele getirmek için de kendini İzafî
ve nisbî varlıklardan, bu müteayyin vücudun evsafından, kirlerinden temizleyip
safî, etmek ve aşk sahibi olmak lâzımdır; zira Yaradan’dan haber veren ancak,
aşkla cilalanmış gönüldür. Bu gibi kimseler her bir nefeste bir güzellik
görürler, bunlar ilmin nakşını ve kabuğunu koyup, manasını ve aslını
bulmuşlardır. Bunlar iki defa doğmuş kimselerdir ki, cenin olarak ana rahminden
doğdukları gibi, tabiat anasının da karanlık rahminden doğarak beşeriyetin dar
ve mahdud hududundan çıkmış hakikat dünyasının hududsuzluğuna ayak basmış
kimselerdir. Onun için Hükümdarım, biraz evvel de söylediğim gibi, ölüm bunlara
zevk ve nimettir. Zira ölüm, onların kalbine yol bulmaz; zarar cisme gelir,
ruha erişmez.
Sh:251-254
**
Hükümdar:
Senin medhedilen hallerin
içinde hoşuma gidenlerden biri de cömertliğindir. Ben de cömerdim, onun için
cömertleri severim
Yusuf’un çehresinde bir tebessüm oldu.
Cömertlik nedir Hükümdarım?
Cömertlik, herkesin kabul
ettiği manada, şuna buna para vermek, servetinden etrafını istifade ettirmek,
haşılı, maddî varlığından âleme hisse ayırmak değildir ki., bu, İnsanî hislere
malik olan ve malî kudrete sahib bulunan her insanın tabiî vazifelerinden
biridir.
Parayı, malı sana veren
Allah Teâlâ’dır. O halde onun verdiğini, gene onun kullarına vermek, bir
hayırda bulunmak, gururu mucib olacak bir hareket midir? Buna nasıl cömertlik
denebilir?
Cömertlik, nefsinin
arzularından, ihtiras ve zevklerinden fedakârlık yapmaktır. Ötekini yapmak
kolay, fakat bu güçtür.
Şimdiye kadar sen nerede
idin Yusuf ?
Yok, yanlış söyledim, ben
nerede idim ?
Sh:258-259
**
Yusuf:
Hükümdarım! Sadakat insan
için, zannedildiği kadar yüksek ve değerli bir marhale değildir. Gördüğü
iyiliğe karşı bir köpek te sadakat gösterir. Hem yalnız sahibi için değil,
sahibinin dostlarını, dostlarının dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır
ki, doğrudan doğruya sahibine, yani Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı
eli, iyilik gördüğü kimsenin elini ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği
basamağa yükselemez. Köpek, değil sahibi için, hatta onun bir emri için bile
canını vermekten çekinmez. O halde insan sadık, hem can verecek kadar sadık
bile olsa,, bir köpeğin yapabileceği bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz
mı ?
İnsan, ancak hayvanların
yapamayacağı şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın
evveli de aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını
zannederken gözü aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde
olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk hasıl
eder. Esasen zevk denen şeyin hakikati aşktır; yani hakikî zevk, aşktır.
İhtirasları, ve nefsinin
arzu ve zaafları hususunda insan, ne kadar küçülür, ne kadar süfli olursa,
faziletleri, kıymetleri, kemale uzanmış manevî şahsiyeti ve aşkı ile de o
nisbette yükselir ve azamet bulur.
Bu iki insan, aynı cemiyet
sırlarında, aynı hayat şartları, aynı hilkat kanunları ile yaşar. Doğup
büyüdükleri dünya birdir, fakat aralarında o kadar büyük bir mana farkı, o
kadar sonsuz bir ayrılık vardır ki, üzerlerinden beşeriyet Örtüsünü
kaldırsanız, onları, gece ile gündüz kadar birbirlerinden ayrı ve farklı
bulursunuz. Biri nur öteki zulmettir.
İşte zulmetten başka bir
şey olmayan insanın, bu Zeyyadların, bir böcek kusuntusundan ibaret olan ipek
elbiselerinin, parmaklarında taşıdıkları ve aslı birer kömür parçası olan
mücevherlerinin guruda bir yangının, bir zelzelenin mahvedebileceği Kaşaneleri
içinde, dünyaya sığmayacak kadar büyük olduklarını, ihtirasları ve arzuları
için her uygunsuzluğu yapabilecek kadar gözlerinin hakikati görmekten kör
olmasını hayretle karşılamamalıdır.
İnsanı baştan çıkaran ve
şaşırtan, maddeyi asıl zannedişi, manaya verilecek kıymeti maddeye
bahşetmesidir. Halbuki suretin ve mahsusatın med ve cezirinde çalkanan insan,
işte bunu yapamıyor, bunu bilemiyor.
İnsanın her alıp verdiği
nefes, vücudu binasından bir taş düşürür ve bu mamureyi yavaş yavaş kemirir;
her nefes, canı, cihanın hepsinden azar azar uğurlar. Geçen, zaman değildir,
kendisidir, fakat bilmez. İşte, her nefesiyle ister istemez harcadığı canına
mukabil, bir başka solmayan ve kaybolmayan can almalı, gönül zevki ele
getirmelidir ki, bir gün olup iflâstan ve şuursuzluktan kurtulsun.. Zira
cihanda tebeddül ve tahavvüle uğramayan bir tek muzaffer varlık vardır: mana!
Bu da, vicdanî zevkle bilinir. O zevki de hasıl edecek aşktır!
Her şey, bütün varlıklar
ondan doğmuş ve ona ulaşmak için yaratılmıştır.
Bir insan karşısına bir taş
alıp dertleşemez. Ey taş, bak şu çiçek ne güzel! Yahud, bu gün başım ağrıyor!
Diyemez, dese de sözlerini mevziine sarf edemediğinden heba etmiş olur. Keza,
duyguları taşlaşmış, mana ve hakikatten nasibsiz yaratılmış kimselerde de taş
evsafı vardır.
Onlara da doğruluktan ve
iyilikten, mana ve hakikatten söyliyemezsiniz, söyleseniz de derdinizi
anlatamazsınız. Nasıl ki bir taş her hangi bir uzvunuza düştüğü zaman orada bir
zahım [Yara, ceriha.] , bir ağrı hasıl ederse, onların da size temasının keza
bir ıztırab ve nahoş bir tesir bırakması tabiîdir.
Yoksa bu gibi kimseler,
güzelliğin ve iyiliğin, mana ve hakikatin zevkini tatmış olsalar ve iyiliğe
müstaid olarak yaratılmış bulunsalar, şüphe yok ki bu mukavemet kırıcı
güzelliğe şiddetle perestiş ederlerdi.
İlâhî muvazene, rabbani
şuur, mana ve aşk ile kıvam bulmuş bir vücuda malik olmayı kim istemez?
Onun zeval bulmayan satvet
ve hükmüne sahip olmayı kim dilemez?
Ancak bunu istemek te ezelî
bir vergidir.
Güzelliği isteyen, mutlak
güzeldir; zira insan kendi benzerine meclûb [Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. *
Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. ] olur ve kendi manasını bulduğu
şeyin hayran ve müsahibi olur; ülfet ve ünsiyeti de onunla eder.
Binaenaleyh her kesin kendi
cinsine meyletmesi tabiîdir. Aşikâr ki bülbül bülbülle, karga da karga ile
uçar.
Şimdi Hükümdarım, emrini yerine
getirmek için bana müsaade et te gideyim..
—Yolun açık olsun Yusuf.,
avdetini [dönüşünü] sabırsızlıkla bekliyeceğiın.
Sh:259-262
**
Hamza Yusuf’u daha ilk
gördüğü gün, çöldeki rüyasını ona anlatmak ve cevabını öğrenmek sevdasına
düşmüşken, muhtelif ruhî sebeblerle bir türlü bu zamana kadar kendinde kuvvet
bulup ondan bahsedememişti.
Bu cesaretsizlik, Yusuf’un
hakikati saklaması korkusundan değil, bilâkis, duyacağı hakikate karşı
kendinde, tahammül kuvveti görmediğindendi.
İşte nitekim demindenberi
Yusuf’la karşı karşıya oturdukları halde, hep aynı cesaretsizliği
gösteriyordu. Esasen bu sualin artık kıymeti de kalmamıştı; ortada meçhul
kalmamıştı ki istifham olsun ?
Hamza ihtiyarsız bir
hareketle Yusuf’un elini tutup öptü. Bu el de, bu elin sahibi de masumdu. Hamza
bu aşk davasında ona nasıl bir töhmet koyabilirdi İti, bu işi gayb
kararlaştırmış ve kaderin bu gizli sahifesi, ne kadar zaman evvel ona rüya
halinde ilâm [bildirmek, öğretmek. ] edilmişti.
Artık Yusuf’a “Meryem’in
sevgilisi kimdir ?„ Diye soracak olsa, şüphe yok ki bu el geri dönecek ve
kendini göstererek : “Ben„ diyecekti.
Hamza’ya hayatın, hilkatin
manasını ve sırrını öğreten, onu şuursuzluk karanlığından, bilgi ve hakikat
fecrine kavuşturan Yusuf, ancak böyle merdce cevab verebilirdi. Meryem onundu.
Onun aşkı için yaratılmış bir vücud, hayır, hayır, Yusuf’un ruhundan kopmuş bir
nurdu. Hamza bu hakikati pek çok zamandır bildiği halde, bilmemezlikten
geliyordu.
Bu derunî badirede de ona
gene Yusuf yardım edebilirdi. Fakat bu gün Yusuf’un halinde, göze çarpan bir
durgunluk vardı. Genç adam bu mücadelede iken o :
—
Ne iyi ettin de geldin Hamza, ben de seni şimdi çağırtacaktım.. dedi ve kısa
bir düşünceden sonra sesine koyduğu büyük bir irade ile:
—
Hükümdardan aldığım emr üzerine bu akşam Medayin’e hareket edeceğim ve orada
bir sene kalacağım. Bundan kimsenin haberi yok, hem de olmamalıdır…
Hamza Yusuf’a niçin gelmiş
ve nasıl beklemediği bir emrivaki ile karşılaşmıştı…
Bu haber, genç hekimi
yıldırımlamış, divaneye döndürmüştü. Artık Yusuf’tan hiç bir şey saklayacak
halde değildi.
Kendine bile korkunç gelen
bir sesle haykırdı :
—
Medayinde ne işin var ? Sen bizi nasıl bırakırsın ?
—
Bu meselenin teferrüratını Hükümdar sana bizzat anlatacak. Senin itimadını
kazanmış bir kimse olduğum için beni oraya memur etmek istedi; ben de kabul
ettim. Hamza, nihayet gönlünün en gizli yaprağını da açtı:
Hayır, benim bildiğim
Yusuf, böyle bir işi bir mecburiyet olmadıkça yüklenmez. Demek ki Hükümdar seni
bunun için istemiş? Niçin hemen razı oldun ? Bu meselde muhakkak gizli bir
sebeb var, belki de bir değil bir çok, pek çok sebebler var…
Yoksa Meryem’i bana
bırakmak için mi gidiyorsun! Gitme Yusuf.. sen gidersen o yaşamaz., gitme..
bize acı da bu işi yapma! İstersen Hükümdara ben söyleyeyim, o beni kırmaz!
Olmaz Hamza söz verdim.
Bilirsin ki Yaradandan başka, kimse benim sözümü çeviremez.
O halde sebebini söyle,
niçin, kimin için gidiyorsun ? Eğer bu gidiş onu bana terketmek içinse, o, seni
görmeden evvel de, sen onunla benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı
zamanlarda da gene senin için yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını
gördü. Evvelce de gene bu manaya, aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye
gitsen, nerere kaçsan o benim olamaz.
Bunu sen benden iyi
bilirsin., o halde bu gidiş niçin? Benim aşkım bu büyük fedakârlığa değmez. Sen
gidersen Meryem yanar, sevdiğim o güzel vücudu harab olur, biter.
Hamza, Yusuf’un sarsılmayan
azimli, kararı ve tabiî, sâkin çehresi karşısında büsbütün itidal ve sükûnetini
kaybetmişti. Sözünü yarım bırakarak telâşla yerinden kalktı, bir ok gibi hızala
odadan fırladı. Aynı telâşla kapıda duran atına bindi. Onun uçar gibi gidişini
görenler,
-Hekim Hamza gene bir canı,
kurtarmaya gidiyor! diye arkasından takdir ve minnetle bakıyorlardı. Hamza, hakikaten
can kurtarmaya gidiyordu. Bu kurtaracağı can, sevgilisinin canı idi. Şüphe yok
ki bu, onun en büyük muvaffakiyeti olacaktı.
Meryem’in odasına girdiği
zaman helecandan, yorgunluktan, telâş ve ıztırabdan konuşamıyor, büyük
soluklarla dinlenmeye uğraşıyordu.
Meryem onun bu aşırı
heyecanından korkmuş, mermer sütüne sırtını dayamış, bekliyordu. Nihayet gene
adamın dudakları kımıldadı :
—Meryem, gel! seni ilk defa
Yusuf’a götürdüğüm gibi gene götüreceğim., hem bu defa bir daha geri almamak
üzere., zira sen benim için değil onun içinsin. Sus, olmaz, deme Meryem! gel
diyorum sana., yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz birbiriniz içinsiniz,. Allah
beni, sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği için müteşekkirim. Şimdiye
kadar bile bile sana ıztırab çektirdiğim için beni affet Meryem…
Bugüne kadar seni, aşkın
manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat oldun, aşkın
manası, kendisi oldum. Biliyorum, artık Meryem’in vücudu kuru bir namdan
ibaret… O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın zarfı olan
şu vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şerefte benim olsun. Hem ben seni bu
suretle, kaybetmemek üzere kazanacağım Meryem. Sen, evvelden olduğundan fazla
şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir şey beklemiyorum…
Dudaklarımdaki ismin, artık
bildiğim, ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem’e aid değildir. Şimdiden sonra bu
ismi ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi mahşerinde
arayıp bulacağım…
Haydi Meryem., seni hemen,
şimdi Yusuf’a götürmem lâzım, yürü!
—
Yalnız, peki, de; başka söz istemem !
—
Hayır Hamza !
Hayır mı ? Yusuf’tan
çekiniyorsun; beni muztarib etmemeyi sana o telkin etti, değil mi ?
…………….
—
Fakat ben artık muztarib değilim! Şu anda, yıllardanberi unuttuğum bir rahatlık
hissediyorum…
Haydi Meryem, çabuk ol,
kaybedecek zamanımız yok…
—
Olmaz Hamza !
—
Olacak; olması lâzım ! Yusuf bu memleketi terketmek üzre.., koş, yetişelim.,
seni bana bırakmak için uzaklara gidiyor… Seri de, sen de onunla git!
Bunu ben isliyorum, sana ben yalvarıyorum !
Hamza Meryem’in ıztırab ve
şaşkınlığından istifade ederek kolundan zorla sürüklemek istedi. Fakat o, bir
adım bile atmadı.
Hiç Meryem, bu müteayyin
varlığı ile Yusuf’a gidebilir miydi ? Ondan da ayrılamazdı. Hamza’nın dudaklarının
tebliğ ettiği bu haber, bir hançer gibi genç kızın kalbine saplandı.
—
Haydi Meryem çabuk ol.. Yusuf gidecek, belki de yola çıktı, gidiyor.
Genç kız yürek delici bir
çığlık kopararak ileri doğru atıldı.
Manası, Yusuf’un aşkı
mahşerine [gitmesi gereken toplanma yerine ]uçup gitmişti bile..
Beyaz elbiselerinin bir
köpük gibi örttüğü bu vücud, nurdan düzülmüş bir aşk tuhfesi gibi yere düştü.
Aşkın bu canlı belâgatı
gene adamın dudaklarını kat’î bir hükümle kımıldattı: İşte, “aşk bu imiş”, canın;
aşka vermekmiş, dedi.
O Meryem’i, bu mücessem aşk
vecizesini, bundan daha veciz bir kararla damgalıyamazdı.
Hamza, yağmalanan
duygularının kıyameti içinde perişan ve harab, bu büyük ölünün yanından, nereye
gideceğini bilmeden fırlayıp çıktı. O, şimdi, rüzgârın önüne düşmüş bir yaprak
gibi çöllere doğru koşuyor,, koşuyordu.
Sh: 266-271
**
Kaynak: Sâmiha Ayverdi, AŞK
BUDUR!, Marifet Basımevi, İSTANBUL, 1 9 3 8
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar