AŞK Semîha Cemâl Hanımefendi [Büyük Hikaye]
"Kadında
muayyen bir heykel-i hüsn ü hayal,
mevcut değildir.
Kadın, mazhar-ı aşktr."
[Semîha Cemâl]
[Kenan Rifâî ve
Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, s. 189.]
Allah
Teâlâ,
Yusuf ve Züleyhâ’nın aşkını kıymetli
değerli bulduğundan,
Kur’ân-ı Kerim’de “En
güzel hikâye” diye
bahsetti.
Aşk
Mektebinde olup,
aşkın büyük hikayesinden
habersiz olmak olur mu?
****
— Bak
buraya! bir ağaç. Göğün içlerine kadar uzanmış, ulu dalları var. Kökünden
dallarına kadar baştan aşağı yemyeşil, ömrümde bu kadar yüksek ve geniş bir
ağaç gördün mü?
Koyu
yeşil bir sarmaşık onu büsbütün sarmış, en küçük bir noktasını bile boş
bırakmamış, ağacın kendi yaprağından bir tane bile görünmüyor.
Ne hoş ve garib
bir manzara! Değil mi?.
— Bak, İşte bu AŞK AĞACI! Gördün mü aşk
onu nasıl sarmış, kendi vücudundan hiçbir eser bile bırakmamış.
İşte aşkta,
varlığı böyle yakar kavurur; insanlıktan bir hatıra bile bırakmaz ve nihayet
yerine kendi kaim olur. Aşkın kemâli ölümdür!
Semîha
Cemâl
Semîha Cemâl, Ken’an Rifâî’nin halifelerinden Cemâl Bey’in ve en yakın
müritlerinden Nazlı Hanım’ın küçük kızlarıdır.
İlk
tahsilini Çelebi Mektebinde yapmış, sonra Çamlıca Lisesinden ve 1926’da
Darulfünün Felsefe Şubesinden mezun olmuştur.
Kısa bir
zaman İzmir Kız Lisesi Felsefe ve Ruhiyat (Psikoloji) Öğretmenliğinde bulunmuş,
1929’dan 1935’e kadar da İstanbul Kız Muallim Mektebinin Ruhiyat
Öğretmenliğinde başarıyla çalışmıştır.
Ancak, dünya demek, bir dış görünüş mahalli olduğuna göre, bu çıplak,
yanıcı ve yakıcı rûha da dünya âleminde bir vücut lâzım olduğundan, güzeller
güzeli denmeye sezâ bir beden kisvesi ile dünyâya aşk ve insanlık âbidesi
olarak geldi. İşte bu müstesnâ insan, kitaplar yazdı, tercümeler yaptı, hocalık
edip talebeler yetiştirmek sûretiyle fazlası ile dünyâya borcunu ödedi. Ve
nihâyet, ezel ile ebed arasında bir şimşek gibi çakarak, genç yaşında, Hak tecellîsine ayna olarak
bir cila ve kemal kazanmış böylece de üstadının varlığında fânî olmanın dört
başı mâmur örneğini vermiş bulunan Semîha Cemâl Hanım, sekiz ay süren vahim bir
hastalıktan sonra, genç yaşta (otuz bir yaşında )30 Ocak 1936 da Hakk
katına uçup gitti.
ŞEYHİ KEN’AN RİFÂÎ’NİN CEPHESİDEN SEMÎHA
CEMÂL HANIM
Ken’an Rifâî’nin hayatını yazanlar Semîha Cemâl’in onun hayâtındaki yerini
belirtmenin lüzum ve hatta zarûretine inanıyorlar. Çünkü bu keyfiyetin tahlili
hem Ken’an Rifâî’nin hayâtının bir cephesini aydınlatacak, hem de kadın
anlayışı ve cemiyet bünyesi içinde kadına verdiği yeri tâyin etmiş olacaktır. Maamâfih onun bu husustaki kanaatleri,
zamânını aşan her fikir ve hareketin uğradığı muameleye tâbi tutularak, çoğu
zaman anlaşılmamıştır.
En genç yaşlarından beri kadınlar ve kadınlık hakkında, onları küçülten,
onlarda nakîse görmeye mütemayil herhangi bir fikre verdiği cevap hemen hiç
değişmiyor:
“Dokunmayın
benim kadınlarıma, beni bir kadın dünyâya getirdi, ben onlara söz söyletmem.”
Ken’an Rifâî ve talebeleri 1942 senesinde önünden geçerken uğradıkları
Andifonia Kilisesi’nde kadınları mukaddes hücreye sokmamaları ve sebebini de
papazların “Kadınlar günahlı oldukları
için bu hücreye giremezler” diye izah ettikleri zaman bu hâdiseyi bir
platform yaparak kendisinin ve Islâmiyetin kadın meselesini ele alış tarzını
eve gelir gelmez şöyle dikte etmişti:
“Asırlar boyunca kadın için neler
söylendi, neler yazıldı, ne kanlı mâcerâlara girişildi. Onun adı kâh hudutsuz
ihtiraslara vâsıta edildi, kâh faziletin eline bir bayrak olarak verildi. Fakat
İslâmiyet kadar hiçbir zihniyet, hiçbir felsefe ona bahâ biçemedi, hakîkî
mevkiini veremedi.
Zaman ve menfaatler İslâmiyetin kadın
telâkkisini ne kadar tahrif ederse etsin, onun bu husustaki görüşü inkâr kabul
etmez.
Zîra en büyük delîli Kur’ân-ı
Kerim’dedir. Orada hitaplar “müminin ve müminat, sâlihîn ve sâlihat” diye tefriksiz
yapılmış ve mümine ve sâliha kadınlar mümin ve sâlih erkeklerden ayrılmamıştır.
İslâmiyetin ilk zamanlarında kadın içtimâi hayâtın her safhasında erkekle
berâber yer almakta, hatta gazâlara bile fiilen iştirak etmekte idi.
“Bana dünyânızdan kadınlar ve güzel
kokular sevdirildi ve nûr-ı dîdem salâttır” diyerek sevdiği şeylerin başında
kadını sayan Peygamberimiz, onun içtimâi hayattaki yerini “kadın erkeğin
yarısıdır” diye sarâhaten ve kat’î olarak, tâyin etmiştir.
Acaba İslâmiyetin kadına verdiği bu
değer nereden geliyor? İslâmiyet Hakk’ın yaratıcı kuvvetini taşıması ve
hayâtı idâmede oynadığı rol bakımından kadına, has bir değer vermiştir. Bu
değeri Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâde etmiştir:
Pertev-i Hakkest an mâşûk nî
Hâlıkest an gûyyâ mahlûk nî *
Onun, kadını “mahlûk değildir, sanki
Hâlıktır” diye kabul edişi, hayâtın ve âlemlerin mânâsı olan yaratıcı kudreti
bizzat şahsında temsil etmesinden dolayıdır.
Görülüyor ki İslâmiyet, kadını, içtimâi
hayatta bir süs, bir lüks metâı olarak değil de iş ve hayat arkadaşı diye
nazarıitibâre aldığı gibi, cinsiyeti bakımından da sâdece bir zevk âleti
olarak görmüyor, onda Hakk’ın yaratıcı kudretinin bir numûnesini müşâhede
ediyor. Yine Hazret-i Mevlânâ:
Gûyyâ Hak tâft ez perdeî rakik (Sanki bir ince perdeden
Hakk tecellî etmiştir.)
diyor.
Esâsen Peygamberimizin, “Bana
dünyânızdan kadınlar sevdirildi” sözü de böyle bir felsefenin mahsûlüdür. Bu
sözü Muhiddîn-i Arabî şöyle îzah ediyor: “Resûlullah nisâya muhabbet ederek
onların vücûdu aynasında Hakk’ı kemâli ile müşâhede etmiştir.” Zîra
İbnü’l-Fâriz’m de dediği gibi:
“Her güzelin hüsnü, Allah’ın cemâlinden
müsteardır.” Şu halde erkeğin kadına muhabbeti bir bakıma Allah’ın cemâline
vuslatı talepten ibârettir. Fakat şüphesiz ki böyle bir düşünce muayyen bir
seviyenin ve mânevî terbiyenin mahsûlüdür. Kadını sâdece cinsî zevk ve
şehvetlerin bir tatmin âleti saymak bu yüzden de günahlı görmek basit ve
iptidâî bir zihniyetin eseri olduğu gibi, mahbûb-ı hakîkînin aslına, hakikatine
varmak için bir vâsıta, bir köprü bilmek ve ona göre hürmet etmek olgun bir
görüşün ifâdesidir ki bu da İslâmiyette kemâlini bulmuştur.”
Ken’an Rifâî bütün hayâtı boyunca tecessüt etmiş bir arzu ve iştiyak
sembolü hâlinde insanların içine, en derinlerine inmiş ve örneğini annesinin
şahsında görüp temâşâ ettiği ve hayran kaldığı bir sevginin arayıcılığını
yapmıştır. Annesi Hatice Cenan Hanım
ona kadınlık ve dostluk hazînelerini, şirksiz, garazsız bir sevginin kanalı ile
boşaltmış, kendinde ne varsa bu yoldan ona vermiş, bu vâdîde yolunu gösteren
bir ışık olmuştu. Fakat bu çetin, müşkül, dertli yola tutulan ışık ona
yoldaşlık ettiği kadar bütün güçlükleri de suyun yüzüne çıkarmaktan hâlî
kalmadı. Biliyoruz ki Ken’an Rifâî beşerî bir kuvvetin görüp anlayıp tatmin
edemeyeceği bir hasret ve iştiyakla dolu. İşte bu bitmez tükenmez iştiyak ve
yürek yangını, onu uğruna can koyduğu insanlar içinde her zaman bir dereceye kadar
yalnız, vahşî ve boynu bükük bırakmıştır. Annesi aradan çekilip onu insanlarla
ve hayatla baş başa bırakıncaya kadar her müşkül ânında yanında belirmiş ve
herhangi bir tarzda ona, “Yalnız
değilsin, seninle beraberim” demiş, diyebilmişti. Bu satırları yazanlar,
Ken’an Rifâî’nin, bu berâberliğin hasretini hayâtının son gününe kadar
nasıl yana yakıla çektiğinin en yakın şâhitleridir.
İşte şimdi ona, üzerine bir de bu emsalsiz ananın hasreti binen dâvâsında
bir yâr ve bir yoldaş lâzımdı. Hayat,
karşısına Semîha Cemâl’i çıkardı.
Şurasını hiç hatırdan çıkarmamalıdır ki, onun asla behîmiyet bilmeyen
yüksek vasıflı aşkı, hayâtı boyunca annesinde bulduğu kemâlin iştiyâkını
çekmiş, hasretini duymuştur. O, âdeta karşısında müşahhas bir varlık görmemiş,
el yordamı ile araştırır gibi, etrafında hissettiği varlıklara “Acaba bu o mu?” diye heyecanla
dokunmuş, böylece hep annesinin kemal ve cemâlinden bir kalıp aramıştır. Yok
denecek kadar az da olsa, hiç bulamamış sayılamaz. İşte, hayâtın onun önüne
çıkardığı bir Semîha Cemâl, ki dört başı mâmur varlığı ile, ezel anlaşmasının
en kusursuz örneğini ona getirmiştir.
Her münâsebetin neticesini maddî veya mânevî, fakat umumiyetle maddî bir
kazanç endîşesi ile hesaplayanlar için bu hikâye üzerinde konuşulacak çok şey
vardır.
Halbuki bu vâkıanın felsefesini yapınca şu hakikatle karşılaşıyoruz ki bu
hamle, onun kendi kendine olan özleyiş ve birlik arzusunun muayyen bir plan üstündeki
ifâdesinden başka bir şey değildir.
Nitekim Semîha Cemâl’in evine geldiği bir gün söylemiş olduğu şu sözler de
onun kendi kendine olan bu seferi gayet vâzıh olarak hissettiğinin açık bir ifâdesidir:
“Ne dedim biliyor musun buraya
gelirken., kendime sordum: Nereye gidiyorsun sen? dedim ki: Kendimdeki fikre.,
ben kendi fikrimle yalnız kalınca nasıl zevk duyarsam, senden duyduğum zevk de
böyle.”
Cemiyet nizamlarına sâdece iştirâki kâfi görmeyip çoğu zaman o nizamların
muhâfazasım da üzerine almış olan bir insanın, kendi kendine yaptığı bu seferden,
bu kendini arayış ve buluştan çıkarılacak yapıcı anlayış üstünde bir lahza
duralım.
Ken’an Rifâî’yi hayâtının hiçbir safhasında yıkıcı bir insan olarak
görmüyoruz. Kütle ile tesis ettiği münâsebetlerde o her zaman yapıcı olmayı
tercih ediyor. Cemiyet içinde eskimiş, fonksiyonunu icrâ etmiş bir kıymet
hükmüne parmak bastığı zaman da yerine derhal bir başka norm veya tâdil ve
tashihe uğramış bir değer teklif ederek çatlaksız, eksiksiz bir kıymetler
sistemi temin ediyor. Şu halde böyle bir münâsebette de, her bir hareketinde
olduğu gibi, bir yapıcılık unsuru ve gayesi aramamız pek tabiî ve âdeta
zarûrîdir.
Onun için de söylenenleri bir tarafa bırakarak meseleyi samimiyetle şöyle
vazediyoruz: Evet! Semîha Cemâl, Ken’an
Rifâî’yi şu dünya târihinde misline az rastlanır bir aşk, anlayış ve îmanla
sevdi. Fakat şunu unutmamak lâzımdır ki bu sevginin esâsını, mayasını
Semîha Cemâl’in onu görüş ve anlayışı, onun dâvâsına iştirâki, kendi varlığını
onun varlığı ile aynileştirme arzusu teşkil ediyordu. Üzerinde durulacak mesele
budur. Esâsen onu sevmek ne demektir, insana ne kazandırıyor veya ne
kaybettiriyor?
Şu satırları yazanlar fikirlerini istedikleri gibi ifâde edebilmek
kudretini gösterebilirlerse bu suâlin cevâbı kendiliğinden tahakkuk edecektir.
Evvelâ şunu öğrenelim: Onu tanıyıncaya kadar Semîha Cemâl kimdi
ve ne şerâit içinde bulunuyordu?
Semîha Cemâl, Ken’an Rifâî’nin ülfeti halkasına girmeden evvel kendi
kabuğunun içine çekilmiş, ferdî ve küçük sürurları ve elemleri ortasında
mahpus, insan olarak vazifeli olduğu hususlardan habersiz, güzel, mağrur,
kayıtsız ve tipik bir aristokasi çocuğu idi. Hâiz olduğu kâbiliyetler usta bir
yapıcının eline düşmeseydi emsâli gibi kendi içinde kaybolup gidecekti. Bahtlı
bir çocuktu ki yolu ehlinin yolu üstüne düştü. Aynı mânâyı içlerinde taşıyan ve
tıpkı Mevlânâ ile Hüsâmeddin Çelebi’de olduğu gibi hoca-talebe hüviyetleri
ortasında biribirini bulan bu iki varlığın mânâlarını tanıyıp birbirlerini
sevmelerinden tabiî ne olabilir? Fakat Ken’an Rifâî için bu sevgi bir netîce
değil, bir başlangıçtı. Zîra her şeyden evvel yapıcı bir karakter taşıyan bu
mürşit, içinde taşıdığı cevheri, hayâtının özünü, hikmetini nakletmeye râzı
olduğu bu toprağı, emânetini kabûle müsâit bir zemin hâline getirmeye koyuldu.
Onun nazarında Semîha Cemâl her an temasta olduğu insanlık âleminin iyi bir
numûnesi idi. Onunla bilişik olduğu nispette bu numûnenin temsil ettiği kütle
ile de temâsım temin ediyordu. Semîha Cemâl’in varlığı onu insanlık âlemi ile
alış verişte tutan bir köprü mesâbesinde idi. Bunun için bu varlığı tanıması
iyilik ve fenalık hudutlarını, kabiliyetlerini, tarzını ve cinsini tâyin
etmesi, böylece de eksiklerini tamamlayıp gediklerini kapaması lâzımdı. Ve
gene bunun için, insanlara karşı her zaman ve her şartta tatbik edegeldiği bir
tek çıkar yol biliyordu: Mevzûunu sevmek, severek aşkla işlemek ve
geliştirmek. İşe evvelâ onun yarım kalmış tahsilini tamamlatmakla başladı. Ve
dadısı, lalası, arabası tamam olmadan sokağa çıkmak külfetini ihtiyar etmeye
alışmamış olan bu küçük kız, ondan aldığı şevk ve ilhamla çalışmaya koyuldu.
Mezuniyet imtihanlarını vermek için aylarca, haftanın her günü çalıştı,
didindi. Bâzan günün yirmi dört saatinin on ikisi kıyasıya zahmetli bir
çalışmayla geçiyordu. Yakınları odasının gece yarılarına kadar dinlenmeyen
ışığından endîşe ile bahseder oldular. Fakat Ken’an Rifâî eline aldığı mevzûun
kabiliyet hudutlarını bildiğinden sesini çıkarmıyordu. Mezuniyet imtihanları
biter bitmez Semîha Cemâl Dârülfünûn’un
felsefe şûbesine kaydoldu. Hocası bir defa tezgâhı kurmuş ve aradan
çekilmişti. Zîra artık biliyordu ki o, kendi kendine işleyecek bir çark hâline
gelmiştir. Öğrenme ve öğretme, sevme ve sevilme, faydalanma ve faydalandırma
azmi ve aşkı, içinde bir meşale gibi tutuşturulan genç kız yayından çekilen
bir ok hızı ile emsâli arasında dikkati çeken bir muvaffakiyetle herkesi ve
hatta zaman zaman kendini de hayretlere düşürerek Dârülfünûn’u bitirdi. Ve
mezun olduğu fakülteye rühiyat asistanı oldu. Fakat bir müddet sonra daha genç
talebelerle çalışmayı tercih ederek liselere geçti, 1926’dan 1934’e kadar devam
eden sekiz senelik hocalık hayâtı içine hakîkaten muvaffakiyetler sığdırdı.
Bağrında tutuşan irfan meşalesini önüne gelen her yerde ve her fırsatta
uyandırmaya çalıştı. 1936’da hayâta gözlerini kapadığı zaman Epiktet ,
Hayât-ı Beşer yahut Kevs’inTablosu ,
Fedon , Alkibyad , Apoloji , Kriton , Hipyas , Otifon , Mark Orel , gibi klasikleri lisânımıza kendi başına kazandırmış, ayrıca, Hayat,
Mihrap gibi mecmualarda muntazaman neşriyat yapmış ve Aşk Peygamberi,
Aşk ve Güldemeti isimli üç telif eser yazmıştı.
Bkz: AŞK
PEYGAMBERİ
Kaynak: Y.Asır. Müslümanlık:235-243
Semîha Cemâl Hanım, 1930’ların başında
“GÜL DEMETİ”İNDEN
PERVÂNE
Taze,
mûnis bir ilkbahar gecesiydi. Halî bir deniz kenarında kimsesiz, küçük bir
pervâne muattar havayı hayret ve iştiyakla koklayarak daha yeni yeni uçuyordu.
İnce boynuzları yaldız içinde, raksan kanatları rengârenk nakışlar içindeydi.
Oh!
Böyle yumuşak, tatlı enginlere korkmadan atılmak ne güzel, ne güzeldi...
Yalnız
küçük kanatlarında gizli bir râşe [titreme] vardı; o bazen suyun üstünde
rakseden iltimalara [Sararıp
solmak. Renk değiştirmek] koşuyor, sürünüyor, fakat birdenbire vücûdu
ürpererek kaçıyor, bazen parıldıyor, kumların üstüne konuyordu... Nihâyet,
gökte bütün kudreti ile parıldayan ayı gördü. Göğsünde garib bir ateş yandı.
Titreyerek raksederek ona doğru uçmaya başladı. Yıldızlar mübhem [Belirsiz. Gizli] bir
hülya içinde karışık, bazen renkli taçlar giyerek seyran ediyor ve aşk içerek,
zevk ederek birbirlerine kavuşuyordu. O uçuyor, hâlâ uçuyordu. Kuvvetsiz küçük
göğsünü böyle derin derin yakan neydi?
Ona
yaklaşmak, sürünmek, ah ne güç şeydi! Fakat artık vücûdu ezilmiş, tâbi çoktan
tükenmişti. O yumuşak sevgili hava bile incecik kanatlarını acıtıyordu. Pervâne
lâhuttan düşen küçük bir ruh gibi nakışları sola sola arza iniyordu. Deniz aşk
uykusunda büyük bir rüyâ görüyordu ve yavaş yavaş cennet manzûmesini terennüm
eden nefesleri arşa yükseliyordu...
Yorgun
pervâne, dalgaların üstünde oynaşan ışıkları gördü ve zevkten canlanarak tekrar
atıldı. Fakat vücûdu soğuk soğuk ürperdi. Yaldızları suya çıktı. İnce dalgalar
bu parlak, seyyal renklerden güneşler, yürekler işlediler ve bütün denizin
bîhûş [Şaşkın,
sersem, aklı başında olmayan, deli] terâneleriyle [Nağme, âhenk, makam.
* Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme] hemâhenk, ağır ağır nefhederek
kaybettiler. Pervâne, bir zaman kumların üstünde dinlendi. Kâh kâh, dünyadan,
vücûdundan geçti. Yıldızları âh, ayı Allah farzetti. Yarı uyku, yarı vücud
içinde, aya kavuştum, zannetti....
Sabah
yaklaşırken, tekrar eflâke doğru seyretti. Yıldızlar birer birer lerzan
bulutlar içinde lâale dönüşüyor, nihan oluyordu. Ay soluyor, göğe, zemine râşe
düşüyordu. O uçuyor, hâlâ uçuyordu.
Birdenbire
dalgın yarasanın biri ona kanadının ucu ile çarptı. Zavallı pervâne büyük
ızdıraplar içinde sendeleyerek kendini boşluğa bıraktı. Nihâyet bir çiçek
bahçesinde beyaz, taze bir gülün üstüne düştü. Elemleri, ne derindi! Avunmak
için, gezinerek, parlak yaldızların arasına gizlendi...
Sabahleyin,
bağçede küçük bir çocuk nemli fulyalardan, menekşelerden, güllerden demet
yapıyordu. Hafif hafif şarkı söyleyerek hercâîlerin en büyüklerini, güllerin en
kokulularını seçiyordu. Bir aralık pervânenin içinde saklı durduğu beyaz gülün
önüne geldi. Şarkısını bıraktı. Büyük bir meserretle:
- Oh, ne güzel yaldızlı gül! diye
bağırdı. Hemen lâvantinleri, mineleri ezerek uzandı, çiçeği kopardı. Koşa koşa
annesine götürdü. Süslü gülü çocuğun odasına, leylakların, sünbüllerin arasına
koydular. Pervâne bütün bütün bu güzel kokuların içinde hiç mes'ut değildi,
hastalığı geçmeye başlamıştı. Fakat belki bir fenalık ederler diye dışarıya
çıkmaya korkuyordu...
Tekrar
gece oldu. Çocuk, mumu yaktı. Işığında renkler boyalarla ip atlayan bebekler,
kuş, papatya resimleri yapmaya başladı...
Pervâne
yavaşça yaprakları araladı, birdenbire mumun ziyâsını gördü. Mest olarak uçtu
ve kendini alevin içine attı. Vücûdu sızlatıcı, tahammülsüz bir ateşle yandı.
Fakat o daha hiç tanımadığı garib muazzam bir zevke daldı.
Yeşil
çuhanın üstünde, resim defterlerinin yanıbaşında kavrulmuş kanadı, tek boynuzu
ile saatlerce hareketsiz kaldı, uçamadı. Gece yarısına yakın, çocuk yorgun bir
derviş gibi zikreden mumu üfledi, uykuya yattı...
Oda
ayın mavi şûleleriyle serâba dönüşmüştü. Leylaklar, sünbüller maveranın
tebessümleri gibi pür-aşk ve sehhardı. Yalnız küçük pervânenin nefesi çoktan
kısılmış ve yanık kanatları, nakışlı göğsü çoktan soğumuştu.
O
ölmüştü.
Sümbül,
leylak kokuları arasında aşk olup gitmişti.
Gül,
pervânenin, bütün macerasını biliyordu. O kadar büyük bir aşkın yanında böyle
küçük bir ölü görmek içine dokundu. Hicranla bütün yapraklarını yere döktü..
Fakat ay, pervânenin aşkı tacı göğü seyrâna devam etti...
؛٠؛؛
Şafak
sökerken, güneş pembe bir goncenin dudağında hisli tebessümler uyandırdı. Gönce
göğsünü biraz daha açtı. Râyihadar nefesini, taze kıvrımlarının harîminden
baygın bir taabbüdle üfledi. Uzakta meşcerenin [orman parçası] içinde,
manzum bir vehim gibi derin derin bir kuş öttü; sabahın, zulmetleri kesik
râşeleriyle beraber, yanık yanık eşini davet etti. Dünya devrinde, güneş
seyrinde devam etti.
(Gül
Demeti, Bilgi Basım ve Yayınevi,İstanbul, 1954, s. 9-11)
“AŞK BUDUR”
Semîha Cemâl Hanım ve Sâmiha Ayverdi Hanım’ın ortak kitabıdır. Sâmiha ve
Semîha ilişkisinin iç içe geçmesiyle zuhur etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı itibariyle çok farklı bir
eserdir. Eser, Kenan Rifâî’nin öğrencilerinden Semîha Cemâl Hanım tarafından
yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah aşkının cezbesine
tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye
verilir.
Bu meyânda anlatılan bir hadise vardır. Semîha Cemâl hanımın hastalığı
ağırlaştığı ve zâten çok zayıflamış olan vücudunun buna daha fazla
dayanamayacağı anlaşılınca, Sâmiha Ayverdi, Hocası Kenan Rifâî’ye gelerek, “Efendim,
dua buyursanız da onun yerine ben gitsem” diye niyazda bulunur. Kendileri, bunun sebebini sorduğunda, Semîha Cemâl
Hanımın faydalı bir vücut olduğunu ve yazarlığı ile insanlığa hizmet ettiğini
söyler. Sonrasında gelen cevap çok nettir: “Öyleyse bundan böyle kalemi sana veririr
sen yazarsın. ”
Sâmiha Ayverdi bu emir üzerine kalemi eline alarak Aşk Budur adlı kitabı tamamlar ve
neredeyse yarım yüzyıl sürecek olan yazarlık hayatı da işte böylece başlamış
olur. Kitap dikkatle okunduğunda, belli bir yerden sonra eserin üslûbunun
farklılaştığı görülür. Bu, saf ve yakıcı bir aşktan, aşkın aklına doğru
seyreden bir değişimdir. Semîha Cemâl Hanımın Allah aşkıyla şekillenen ve âdetâ
yazanı ve okuyanı yakıp yokluğa mülhak eden anlatımı, Sâmiha Ayverdi’nin
Hocasından almış olduğu “Yan, ama tütme!” düstûruyla işleyen kaleminde daha çok İlâhî aşkın yapıcı ve oldurucu
çehresini takınır.
Roman, M.Ö. Arabistan’ın Kuzeyinde yaşamış olan güçlü ve şaşaalı Hayre
Hükümeti’nin saray ve aristokrat çevresinde geçen bir aşkı anlatıyor. Bu
dönemde Hayreliler, Araplar arasında çok yaygın olan putperest inancına
sahipler. Hükümdar Menzer’in başhekimi Hamza, yine hükümdarın katında önemli
bir mevkide bulunan amcası Zeyyad’ın biricik kızı Meryem’e âşıktır. Fakat
Meryem ona istediği cevabı vermez. Romanda Hamza beşerî aşkın zirvesini temsil
eder fakat aşkına karşılık beklemek zaafına düşmüş olması onu bu duygunun
hakikatine ulaşmaktan men etmektedir.
Meryem ise yanmak ve yakmak tabiatında yaratılan ateş gibi, bu dünyaya
sevmek ve sevilmek kabiliyetinde gelmiş asil ve güzel bir kızdır. Fakat hayatı
boyunca canını önüne koymaya değecek bir eşik bulamamanın da azâbı içindedir,
içerisinde bulunduğu maddî dünyânın zevkleri onu doyurmak bir yana, gönlünde en
ufak bir ilgi bile uyandırmazlar. Böylesine aşka kabiliyetli bir insan olur da,
hilkat eli hiç onu unutur mu? Romanı yazan kalem de unutmamıştır.
İlerleyen bölümlerde, kaderin bir cilvesi ile ülke menfaatlerini korumak
adına, hükümdarın emriyle Hamza ve Meryem sözde bir evlilik yaparlar. Başhekim
Hamza bu evliliğin ilk aylarında bir görevle Mısır’a gider. Geri dönerken orada
tanışıp kölelikten kurtardığı ve dost olduğu Ömer’i de beraberinde getirir.
Ömer Hayre’de yaşarken bir vesileyle Mısırlı tüccarların eline düşmüş bir
esirdir. Fakat kendisine yakıştırılan bu esir sıfatını kabul etmeyecek kadar da
özgür bir ruhtur. Çünkü Ömer’in, kendisini nefsin zaafları esâretinden
kurtarıp, tek Allah’ın kulu olma özgürlüğüne götüren bir hocası vardır: Ebu’ş-şettar aşîreti reisi Yusuf.
Yusuf, İlâhî nurun o devirde kendisinden göründüğü kâmil insandır. Sözüyle,
haliyle, gösterdiği maddî ve mânevî cömertliklerle yalnız kendi aşiretinin
değil bütün Arap kabilelerinin gönlünde taht kurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in en
güzel kıssasında anlatılan Yusuf peygamber gibi o da Allah’ın cemâl tecellîsine
mazhar olmuş bir sultandır. Romanda bu ismin kullanılması tesâdüfî değildir.
Kur’an’da Kenan illerinde kaybolan Yusuf Allah’ın zâtî güzelliğini temsil
ettiği gibi Aşk Budur’daki
Yusuf da, kalem sahiplerinin, gizli ve aşikâr her an hocaları Ken’an Rifâi’nin
varlığında seyrettikleri Allah tecellîsini sembolize eder.
Aşk Budur
Semîha Cemâl hanımın Aşk
kitabının genişletilmiş hâlidir.
Bkz: AŞK
BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!)
Kaynak:
Sırra Yolculuk: Sh: 81-83
Küçük insan hayâtının aşağı yukarı on senesi içine sığdırılan bu
faâliyetin, iyice düşünülecek olursa, gerçek bir muvaffakiyet olduğu görülür.
Fakat Semîha Cemâl’in elde ettiği bundan daha büyük bir muvaffakiyeti vardır:
O da mânâsını bulması, insan olmanın omuzlarına yüklediği mesüliyetlerin
şuûruna ermesi ve bilhassa başkaları için yaşamak bahtiyarlığını elde
etmesidir. Ken’an Rifâî ona gösterdi ki her birimiz varlığa âit en güzel şeyin
aslını, cevherini kendi içimizde taşıyoruz ve çoğu zaman onun gölgesini,
kopyesini hâriçte aramakla vakit geçiriyoruz. Şu halde her şeyden evvel insanın
kendi içi ve kendi benliği ile temâsa geçmesi, kendini bulması lâzımdır.
Bu ünsiyet ve müşâreketi temin ederken Ken’an Rifâî talebesinin vücut
tarlasına yeni tohumlar atmamış, ancak şuur altında uyuklayan ve gün ışığına
çıkmak için fırsat bekleyen tohumları uyandırarak onlara hayat ve gelişme
imkânları sağlamıştır. Ve bunu yaparken, bir mürebbî, bir kâşif, bir yol
gösterici liyâkatiyle hareket ederek, onu dünyânın herhangi bir köşesine
gelişigüzel atılıvermiş bir fâni, bir değersiz varlık olmaktan kurtarıp zaman
içinden akan hayâtın mânâlı, şuurlu bir parçası hâline getirmişti.
Şimdi Semîha Cemâl insanların içinde, onlarla, hayatla ve kendi kendisi ile
giriştiği mukavelelere sâdık bir talebe, dâvâsını paylaşabileceği bir dost ve
yorgun başını varlığında dinlendireceği bir insandı.
Artık hayâtının bir safhasında annesi ile berâber giriştiği hayat ve yaşama
tecrübesini bu defa onunla tekrarlayabilirdi.
Hayâtında Semîha Cemâl’e, bu bakımdan ne kadar ehemmiyetli bir yer
verdiğini bir mektubundan aldığımız şu ibâre ne kadar güzel belirtiyor:
“...vapur uzaklaşıyordu sana dürbünle bakıyordum. Dedim ki dünyânın zevkini
adesesinden seyrettiğim teleskopum görünmez oldun, dürbünle de seçilmez oldun,
hayâlin bu cihâna sığmaz oldu.”
Burada şu sual akla gelebilir: Ken’an Rifâî bu alış verişi yapmak için
neden bir kadını tercih etti? Bunun cevâbı hazırdır. Çünkü o daha evvel
yaptığı tecrübelerde görmüş ve anlamıştı ki fikir, his ve îman alış verişinde
kadın, erkekten daha müsait bir mutavassıt, daha verimli bir zemindir. O,
şahsiyet şekillenmesini annesinden almıştı. Şu halde bu formasyonu biyolojik
sâhada olduğu gibi, psikolojik olarak da çoğalma kabiliyeti olan yine bu
şerâitte bir varlığa iâde etmek gerekiyordu. Semîha Cemâl esas îtibâriyle bir
semboldür. Asıl mesele Ken’an Rifâî’nin bilhassa kadınlık âlemiyle temasta
olması ve nev’-i beşerin müstakbel veçhesini tâyinde, kadını yapıcı, şekil verici
bir âmil olarak görmesindedir. Esâsen böyle olmasaydı ve pek şahsî bir
münâsebetin hudutları içinde kalsaydı, bu meseleyi ele alıp üzerinde fikir
beyan etmeye ne lüzum olacaktı, ne de salâhiyetimiz.
Onların hayatlarında en esaslı unsur karşılıklı âhenk ve anlayış vasfı idi.
Birbirlerine karşı benlik hudutlarını kaldırmış ve döküldüğü kabın şeklini alan
mayi gibi birbirlerinde şekil bulmuşlardı. Bu hakikat Ken’an Rifâî’ye, “Dün
Beyoğlu’nda seni gördüm, geçiyordun. Benim ifâdemin aksi dedim” sözünü
söyletecek kadar onlar için sarih ve aydınlıktı.
Hocası ona şöyle diyordu: “Benim bir zevkim var, bu da sana irfan
öğretebilmektir.” O zaman Semîha
Cemâl soruyor: “Buna karşılık ben ne yapayım?” Ken’an Rifâî’nin bu suâle
verdiği cevap şudur:
“Ben senden çok bir şey istemiyorum;
ancak, nefsini arkaya atmayı öğren. Sen bir yudumda doyanlardan olma!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Mâ arefnâke hakka mârifetik” (Yâ Rabbi senin mârifetini hakkıyla bilemedik. ) diyor.
Onun için sen de durma ilerle, beni sev, beni sev ki ben de seni seveyim.
Yalnız, bu “beni sev”in mânâsını iyi anla. Beni sev demek, sevdiklerimi, bütün
insanları, aşkı, Allah’ı sev demektir.”
Ken’an Rifâî, Semîha Cemâl’e hayat ve varlık cevherinin insanın kendi
içinde, özünde olduğunu öğretirken Semîha Cemâl de ona kendini gösteren, onu
kendi varlığının şuûrunda tutan bir ayna olmuş ve ayaklarını toprağa
bağlamıştı. Bir taraftan hocasının elinde tuttuğu irfan meşalesi altında
feyizlenirken bir taraftan da ona yoldaşlık ediyor ve onu yalnız, ürkek, mahzun
ve yorgun gördüğü her zaman, eski günlerde annesinin yaptığı gibi, îmanlı
insanların kalp huzûru ile sesleniyordu: “Seninle
berâberim, sana inanıyorum, yalnız değilsin.” Evet! O bu teminâta zaman zaman
bir küçük çocuk çâresizliği ile muhtaçtı. Semîha Cemâl hocasının yanında, hem
idealini garazsız bir samimiyetle benimseyerek “yapıcı kadın” olabilmek, hem de
ona karşı yoldaşlık ve analık duygularını müştereken seferber ederek,
yaratıcılık kisvesini muhafaza etmek gerektiğini hissetmişti.
Bu sûretle yolu büyük adamın yoluna düşen her kadında olduğu gibi, târih ve
insanlık karşısında Semîha Cemâl’in omuzlarına da birçok vazifeler yükleniyordu.
Bir defa Ken’an Rifâî’nin kolay kolay tesir ve nüfuz edilemeyen şahsiyeti
binasını tavaf edecek, keşfedecekti. Sonra onu heceleyip öğrendiği kadar kendisine
de gösterecekti. Zîra Ken’an Rifâî’nin çetin ve sökülmez bir kitap olan kendi
varlığını başkalarından dinlemeye dâima muhtaç olan nev’i şahsına mahsus bir
veçhesi de vardır. Ondan sonra bir adım daha ileri gitmek ve berâberce okunup
anlamaya çalışılan bu kitabı âlem halkına okutmak, tefsir ve tahlilini yapmak
îcap ediyordu ve herhalde kendisine tevcih edilen asıl vazife de buydu. Bu
bakımdan Semîha Cemâl ömrü boyunca
hocasının en salâhiyetli, en aydınlık fakat her zaman en mütevâzi müfessiri
olmuştur.
Esâsen ona ayak uydurmanın, onunla yollara düşmenin büyük güçlüğü
buradadır. Fakat bu güçlüğü yenebilmenin, insanı ölümsüzlüğe götüreceğini de
biliyordu. O, “Böyle benim gibi seven
bir vücut toprak olamaz, belki de ben vücûdumu toprak olmaktan kurtarmak için
bu kadar seviyorum. Ben ölsem bile aşkım asırlara intikal edecek kadar
kuvvetlidir. Çünkü ben de onu başkalarından intikal ettim, bende başlayan bir
şey değil bu! Ben ona, gelmiş geçmiş bütün insanların, bana mîras bıraktığı
bir ruh zenginliği, bir ruh asâleti ile bağlıyım. Bu emâneti kendi aşkımla
zenginleştirip, besleyip gelecek nesillere devredeceğim” diye yazıyor.
Semîha Cemâl vaadinde durdu ve son nefesine kadar aşkının seviyesini
muhâfaza etti. Ve nihâyet bir bardak suyu varlık denizine dökerek ebedileşti.
Fakat dünya, herhangi bir insan olarak bu sevgiden gıdâlanan ve bir yapıcı olarak
bu sevgiden yardım gören çileli insanın bu kadarcık safâsını da hoş görüp
anlayamadı. Anlayamamakta da mâzurdu. Zîra, beşeriyeti her devirde bir
taraftan Semîha Cemâller, bir taraftan Ken’an Rifâîler’le kucaklayıp saran ve
bu yoldan ihyâ ve ibdâ eden ezelî sevdâ, esâsen kendi kendini anlaşılmamaya
mahkûm etmiştir. Niçin? Bu, bizce sarih olarak belli değil. Onun için, şu
saklanış üzerinde bir an karar ettikten ve -belki de henüz bu anlayışa varma
kıvamına gelemediğimizi düşündükten sonrabu meseleden ayrılalım.
Vefâtı günü, hayat karşısında bir defa daha kendi kendisi ile baş başa
bırakılan Ken’an Rifâî, ondan açılan boşluk ortasında sâdece “Hepinizden
güç bana oldu” demişti. Bizler, bu çâresiz ifâdenin mânâsını şimdi daha iyi anlıyoruz.
Burada, söylemek istediğimiz halde ifâdeye muktedir olamadığımız bu
beşerîliği atlamış aşkı beyan bakımından, sözü gene, onlara bırakıyoruz:
-
“Benim hiçbir şeyim
yok., ne bir zevk, ne bir eğlence, hiçbir şeyim yok., bir aşkım var
Semîhacığım.”
-
Ne kadar fakirsiniz.
-
“Evet, ben
şehülgarâmım!”
Kaynak:
Y.Asır. Müslümanlık: 243-247
PROF. DR.
ZİYA CEMÂL’İN DİLİNDEN “SEMÎHA CEMÂL HANIM”
Öğrenci iken
bütün hocaları onu azim ve zekâsına, muhakemesinin kuvvetine hayran olduklarını
iftiharla söylerlerdi.
Kendisini
tanıyanların hepsi ve Üniversite Profesörlerinden Sayın Şekib, Yusuf Ziya, o
zamanlar Darulfünün Eminliğinde bulunmuş olan Prof. Dr. Nurettin Ali onun
müstesna kabiliyetini hararetle takdir edenlerdendir. Hatta o tarihlerde Prof.
Yusuf Ziya, kendi nezareti altında çıkan bir risaleye (dergi) Semîha Cemâl’in
gönderdiği bir yazı için bana şu satırları göndermişti:
“Kızkardeşinizin
bu seferki yazısı pek hayret verici! Davud’un Mezamir’ini okudunuz mu,
bilmem?.. Bir kere lütfen okuyunuz. İkisinin de aynı menbadan ilham aldığını
vazıları (açıkça) göreceksiniz. Yazıyı okurken öyle dedim: Eğer bu kız çıkıp ta
“Ben Allah’tan ilham alıyorum, işte delilim bu sözlerdir.” diyecek olsa,
muhakkak ilk mümin ben olacağım. Yazısı benim içimde bu derece azîm bir tesir
bıraktı.”
Bundan başka
Prof. Bay Şekib’in hakkında çok takdir eden yazıları vardır.
Semîha
Cemâl… asırların sinesinden nâz ile beliren âteşin (ateşli, canlı) istîdad
(kabiliyet)..
Semîha
Cemâl.. mütekâmil (tekâmül etmiş, olgunlaşmış) ve mutlak fazilet örneği..
Semîha
Cemâl.. şahsında insanî hisleri olgun bir belâgat ve bütün vüzuhile temsil eden
yüksek kabiliyet..
Semîha
Cemâl.. Rabbânî bir tuhfe (armağan), bir mücerred ruh; gayıbdan beşerilere
armağan; tecessüd etmiş ahlak numunesi..
Beşerî
ölçüler, insan havsalası, bu genç vücudun kısacık hayatına sığdırdığı taşkın
kudreti tartmakta ve anlayabilmekte şaşkındır. Onun irfan dolu hayatı, hayret
şâyan bir mucizeye benzer. Kudretin bezenerek vücuda getirdiği, beşeriyeti
şaşırtan icazkâr (az sözle mânâyı anlatan) bir eser!
Sanki Allah
onu yaratmakla, kendine has olan özellikleri bu vücuddan âleme ilan etmek,
göstermek istemiş de, bu şahane âbideyi vücuda getirmiş…
Semîha
Cemâl.. Hiç bir beşerî hırsla yorulmamış, meşgul olmamış, vakit kaybetmemiş
musaffa (sâfîleşmiş) ve tam insan!
Onun
varlığındaki enerji, asla süflî zaaflara, unsurî ihtiraslara taksim olmamış,
bütün kuvvet ve şiddeti ile bir tek yoldan, bir tek hedefe akıp vâsıl olmuştur.
O, ilâhi kudretten başka hiç bir şeyin zebunu olmamıştır. Onun temiz ve lekesiz
varlığı, sefil bağımlılıklardan hiç birini tanımaz.
Semîha Cemâl
herhangi bir varlıkta, o varlığın şahsî kıymetini değil, bu vücuda vücud
verenin sun’unu (kudretini, tesirini) görür.
Semîha
Cemâl.. “İyi ve fena diye iki mefhum
bilmez. Onun için her şeyde iyilik vardır. “Fena denen kimse, fenalığı iyilik
zannı ile yapan merhamete şayan bir şaşıdan ibarettir.” der idi. O, her
suçlunun nokta-i nazarına (bakış açısına) nüzul ederek (inerek) onu mazur
görmesini bilir; dünya sahnesini perdenin içinden seyreder. O oyuncuların
mahiyetini de bilir.
Semîha
Cemâl.. meslekî hayatında ruhî terbiyeyi tam bir muvaffakiyetle (başarıyla)
öğretmiştir.
İnsan
kardeşini bu kadar metheder mi diyeceksiniz, fakat onu tanıyanlar bu sözleri az
bile görür. Ebedî eserlerinin lirik kudretli tezahürünü mahviyetle tadil etmeye
uğraşmıştır.
Bir ressam,
bir heykeltraş, bir şair ve her hangi bir sanatkâr için, bir dış tesirin,
tabiat güzelliklerinin, bu sanat kabiliyetine inzimamı (katılma, ilave olma),
sanatkarın zevkinin inbisatına (genişlemesine)yardım etmesi lazımdır. Halbuki
Semîha Cemâl için ilham kaynağı, her nefes yeni ve gizli bir köşesini
keşfettiği ruhudur.
Öğretmen
olduğu Kız Öğretmen Okulunda ve gerek Yovakimion Rum Kız Lisesi ve İtalyan Kız
Lisesinde kendisini sevmeyen ve üfuluna (kaybolma, batma) ağlamayan kimse
kalmamıştır.
Kendisinin
Rahman’ın Rahmetine tevdî olunduğu gün Kız Öğretmen Okulu öğretmen ve
öğrencileri tarafından söylenen sözler arasında Bayan Sabiha Orhan’ın da
gözyaşlarıyla değerli hocası hakkında söylediği sözleri teberrüken (bereket
sayarak) yazıyorum:
“Aziz
öğretmenimiz, yakında seni kürsümüzde göreceğiz diye sevinirken ne idi bu, ne
idi dün işittiğimiz haber. İşittik mi? Hayır, hayır biz onu duymadık,
duyamazdık, duysak ta böyle bir şeye inanmazdık. Nasıl olur da gürbüz, ruhen
hassas, maddeten çelik gibi sağlam bir vücut, bu kadar az zamanda yok olur?…
Bunu
dimağlarımız nasıl kavrar?… Fakat diğer öğretmenlerimizin saklayamadıkları
kederleri, tutamadıkları gözyaşları, kafalarımıza müthiş bir darbe indirdi…
İnanın, inanın bu acı bir hakikattir. Biz yine inanamıyoruz, bunu da bize sen
aşılamıştın. “Çocuklar: Ruh ebedî, madde fânîdir.” derdin.
İşte sayın
öğretmenimiz, senin sözlerini sana tekrar ediyoruz. Cismin aramızdan ayrıldı,
ölüm nihayet seni de pençesi arasına aldı. Etimizden, tırnağımızdan ayırır gibi
seni de bizden ayırdı öyle mi? Hayır, sen ölmedin, bilakis kalplerimize bir
kıvılcım attın. Bu kıvılcım büyüyecek, büyüyecek, alevi kalplerimizi
tutuşturacak, işte bu yangını hiç bir şey, hiç bir maddi kuvvet söndüremeyecek.
Ancak bize
tesellî verecek olan, kalplerimizin en derin köşelerine kazdığımız ruhun,
benliğin, ahenkli adın, daima gülen ve kızaran çehren, bize; “Aldanıyorsunuz
çocuklar, ben ölmedim”, diyen dudakların olacak. Sen kalplerimizde, dimağlarımızda
bütün varlığımızda biz yaşadıkça yaşayacaksın. Eserlerin ise hiç ölmeyecektir.
Senden feyz
alan çocukların bunu yapmak kudretini almışlardır. Yalnız, yalnız sen,
yatağında rahat, müsterih uyu.
Arkanda
bıraktığın talebelerinin hıçkırıklarını hisset, senin için akıttıkları
gözyaşlarını tutmalarını söyleme. Bırak, bırak, kana kana ağlasınlar mukaddes
ölü…”
***
CEMÂLNUR
HANIMEFENDİ’NİN KALEMİNDEN “SEMÎHA CEMÂL HANIM”
On üç yaşlarında idim ve en küçük dayım Esad Sagay
Bey’in evinde misafir bulunuyordum. Dayımın hanımı da halazadem olduğu için,
akrabalığımız iki baştandı.
Akşam yemeğinden sonra, oturma odasında çoluk
çocuk tatlı tatlı konuşuyorduk. Halam ise, elindeki gazeteye dalmış, etrafı ile
pek alâkalanmadan okuyordu. Dayım, birkaç defa: “Hanım bırak artık
okumayı... bak Sâmiha da kırk yılda bir geldi..” diyorsa da halam, yumuşak
yumuşak: “Peki, şimdi” diye cevap veriyor, fakat bir türlü de göklerini
gazeteden ayırmıyordu.
Dayım, üç söyledi, beş söyledi, baktı olacak gibi
değil, elindeki sigarayı arkadan gazeteye değdirdi. Kâğıd yanmağa başlayınca
da, bu sevimli müdâhaleye ikisi de gülüşerek, işi tatlıya bağladılar.
Bir başka âilede, erkeğin ricâsını kâle almayan
kadına, bağırıp çağırmak, en abından somurtmak, ne yazık ki çok görülmüş
hâdiselerdendi. Halbuki, dayımla halam, her mes’eleyi böyle zarâfet ve
nezâketle hâl ederlerdi. Sonuna kadar da, bu böyle sürüp gitti.
*
Esad Sagay Bey, en küçük dayımdı. Ağabeyi Cemâl
Bey ise, dayılarımın en büyüğü idi. Her ikisi de büyük annemin kardeşi idiler.
Annemin kardeşi doktor Server Hilmi Bey ise, ortanca dayımdı.
Büyükannemin annesi Şefika Hanım, genç yaşta vefât
edince, Mısır Vekili Hacı Süleyman Ağa ile Zekiye Hanım, dul kalan damatlarını,
hüsn-i ahlâk sâhibi halayıkları Hacı Kalfa ile evlendirimişler ve Esad Bey de
bu izdivaçtan dünyâya gelmiş. Onun için de işte, büyükannemin sonradan doğan
kardeşi Esad Bey, kendi oğlu Server Bey'den yaşça küçüktü.
Bu tabloya göre Esad Sagay Bey, Cemâl
Bey Dayımın kızı Semîha Cemâl Hanım’ın amcası idi.
Semîha Cemâl Hanım, asırların zor yetiştirdiği müstesnâ
insandı. Ona. tek kelime ile rûb-i mücerred dense reva idi. Bir kere çok
güreldi. Çok da zeki ve çok merhametli, bilhassa adâlet duygusu son derece
inkişaf etmiş insandı. Amma, bütün bu üstün vasıflarım, şahsî heves ve
menfaatleri için kullandığına kimse şâhid olmamıştı.
Bir eşini daha görmediğim hârikulâde güzel elleri
vardı. Vefâtından belki on beş sene sonra, kendisi ile Muallim Mektebi’nde
hocalık yaptığını öğrendiğim Tevfik Ararat Bey’e, kendisinin dayızadem olduğunu
söylediğim zaman, çok akıllı, terbiyeli ve kibar bir zat olan Tevfık Bey, sanki
birden bire karşısına eski bir imaj çıkmış gibi şaşırarak:
Elleri” diye âdetâ bağırmıştı.
Sonra da kendisini toplayarak, meriyet ve
faziletlerinden söz etmek suretiyle yaptığı heyecanlı çıkışı düzeltmeğe
çalıştı.
Semîha
Hanım, Kız Muallim Mektebi’ndeki
oldukça uzun süren hocalığı senelerinde, amcası Esad Sagay Bey de Maârif Vekili
bulunuyordu. Amma, iki sene süren bu vekillik devresinde, kimse Esad Bey’in
Semîha Hanım’ın amcası olduğunu bilmedi. Bilemezdi. Zîra öğünmek gibi beşeri
zaaflara kapalı olan bu genç kız için tefâhüre benzer her duygu, ayıplı ve
haram işlerdendi.
Ne ki, vekil olan bir amca ile iftihar etmemek de,
bu tok gönül için bir şey miydi? O, Hak katındaki yüce mevkiini de kimseye ifşâ
etmemiş ve başındaki mânâ sultanlığı tâcını kimseye göstermeden bu dünyâ
köprüsünü geçmiş olan, tasarruf sâhibi bir ehl-i aşk idi.
Kaynak: Sırra Yolculuk, sh: 310-311;
bkz: Sâmiha Ayverdi, Rahmet Kapısı, Ankara:
Hülbe Basın ve Yayn, 1985, s. 66-68.
AŞK
Semîha Cemâl Hanımefendi
[Büyük Hikâye]
BİRİNCİ KISIM
DOLUNAY’LA
CAN
— Can,
aşk senin kendine mahsus varlığını yakmış ve sende boş bir kalıptan başka bir
şey bırakmamıştır. Sen içi boş bir kaval gibisin ki bu vücuttan duyulan ses,
kaval çalıcının sesidir. Sen
kendi vücudundan ölmüş ve benim aşkımla yaşayan bir vücutsun. Aşkın cünun [delilik] anları senden gitmiştir. Mademki artık hikmeti
buldun, sakit [sükût
eden] ol. Aşkın sırrına bu dudaklar kilit olsun. Şu yanan
odunlardan çıkan alevi görüyor musun?
Bu çattırdılar, bu feryat biraz sonra kalmayacaktır.
Hatta kor geçince, o kızgın ateşin vücudundan eser kalmayacak, yalnız bir parça
kül kalacak ki onu da âkıbet havaya savuracaklardır. Aşkın hakikati budar Can. Alev, kor, kül
ve nihayet hiçlik. Ocağın içinde kıvılcımlar saçarak, yanan ateşin
kızıl ışığından başka odada aydınlık yoktu. Dolunay ve Can ocağın başında birer
kilime oturmuşlardı. Canın ruhunun terbiyecisi bu gece olgunluğunun bedir
haline gelişini haber veriyordu; ve ocakta yanan odaya kızıl bir ışık saçan
ateş, bu konuşmaya lâtif ve canlı bir mana veriyordu.
Can, koyu kumral saçları, hafifçe çıkık ve yuvarlak,
küçük alnına tatlı bir kavisle kıvrılmış, ince biçimli kaşları .... görmeyi
bilen, zekâ ve aşk görünen manalı siyah gözlere bir başka cazibe veriyor. Bu
küçük manalı yüzde kenarları derin his ve elem çizgileri ile çevrilmiş bir çok
aşk sözleri zuhur etmiş solgun dudaklar sevimli kıvrımlarla gülümsüyordu.
Bu mana dolu yüz ve güzel vücut, insana pek neş'eli
geçmiş görünmeyen şedid [şiddetli] ve ateşin bir aşk kitabını okuyormuş hissini
veriyordu.
Çatılan ince, kavisli kaşlar, bu aşkın heybet ve
ateşini ifade ediyor, fakat kenarları elem çizgileri ile derinleşmiş güzel
dudaklar, bu ateş içinde aşkın mihnetini kendine can edinmeyi bilen bir hisle gülümsüyordu.
Dolunay ise onun çehresinden ve aşkından tamamıyla
okunabilir,..
Her akşam Can evine giderken bu sefer Dolunay onu
alıkoymuştu ve iki saatten beri konuşmuyorlardı. Dolunay dedi ki;
— Bir
dağa karşı haykırsan, duyulan ses, dağın değil, senin sesindir. Yanmış âşıkta da kendi vücudu sönmüş,
aşkın vücudu hâkim olmuştur.
Can ocağa baktı, hakikaten, bu anda ocakta yanan
odunlar kor halini almıştı. Alev, gürültü kesilmişti.
Gene Dolunay’ın hâkim ve tatlı sesi Can'ın kulağına
tanrısal bir zemzeme [Nağme,
hoş ses] döktü ;
— Aşk öyle bir denizdir ki, diyordu, oraya
batanların ne şikâyet, ne de zevk nidası işitilmez. Denizin dibine bak ki,
orada sükûndan başka bir şey yoktur. Ses, sadâ, kaynayış ve çalkanışlar hep denizin
üstündedir.
Sen hakikat güneşinin arayıcısı idin. Bil ki güneş
kalbinde batıp kalbinde doğdu!
Bir zaman sustular...
Nihayet, korlar kül kesilmiş ve ocak bomboş
kalmıştı.. Dolunay diyordu ki;
— Aşkın öldürücü eli, bir kamıştan kaval
yapmak isteyen kimse gibidir. Kamışın boğazını keser, tekrar onu güzel tutup
okşar ve gene kendisi çalar.
Aşk öldürücü, fakat tekrar can vericidir
ki, bu can evvelkine benzemez. Aşkın huyunu ve rengini tutar.
Fecrin ilk beyazlığı bu, bütün sadeliğine rağmen
fevkalâde görünen hücreye aksederken Dolunay ve Can yerlerinden kalktılar.
Dolunay hücrenin kapısını aralayarak;
— Şafak
sökmek üzere Can, haydi yürü! dedi. Küçük kapıdan yan yana çıktılar-
CAN
— Can.,
bu, aşkın tarihinde unutulmayan bir simadır. Evveli ve başı yaratığın sırrına
karışan aşk, sinesinde beliren bu müstesna simayı her vakit tevkir [Tazim. Hürmetle
anmak] eder. Dolunay’ın candan arkadaşı olan Akgün, Can’ın
eniştesi oluyordu. Ona, eniştesi bakmış büyütmüştü. Can Dolunayı ilk gördüğü
gün, yaratanın önünde duyulan bir tapınmak duygusuyla ve her zerresi ile ona
tapmış, yakıcı bir aşkla onu sevmişti. Dolunay'ı ilk defa eniştesinin evinde
görmüştü. O gündenberi Can’ın gözleri dünyada Dolunay’dan başka hiç bir şeyi
görmemişti.
Fakat bu aşk her türlü beşerî arzudan azade ve mukaddes
büyümüştü. Can Dolunay’dan beş yaş büyüktü ve onu ilk gördüğü vakit büsbütün
güzel bir kadındı. Dolunay ise onu, bir aşk rüzgârı gibi takdis etmiş,
aralarında beşerî bir aşka delâlet edecek hiç bir hadiseyi düşünmemişti. Onu
kendi vücudundan bir parça gibi sevmiş, ona saygı ve takdisle bağlanmıştı. Can Dolunay’ın
nenesi, arkadaşı, hamisi eli, ayağı her şeyi idi. Can Dolunayı gördükten bir
kaç gün sonra eniştesini ve bir yıl sonrada kardeşini kaybetti.
Akgün'ün biricik kızı Ayça, onun eline yirmi yedi
günlük geldi; ve Ayçayı büyüten Can’ın aşkı, bu küçük kızla yaşıt olarak yavaş
yavaş büyüdü, ve şimdi on dokuz yaşında Ayça baharını, ve Can ise aşkının
ihtiyar olmuş kışını idrâk ediyordu.. Biri taze bir bahar, öteki ise bir aşk
ihtiyarı olmuştu. Can, her gün Dolunay’ın hücresine gidip iğlerini görür, ve
gece eve dönerdi.
Artık onun vücudunda Dolunay’ın arzusundan başka bir
hayat eseri kalmamıştı. Fakat bu oluncaya kadar, neler geçmişti, neler... Bu,
ne ıztıraplara, ne ateşlere, ne fırtınalara mal olmuş ve Can kaç ölümle ölüp
dirilmişti. Sanki aşk onun ruhunda yalnız yakıcı ve öldürücü vasfını göstermeye
ahdetmiş ve bol bol cefası ile yakıp Dolunay’ın cemalini ziyalandırdığı bu
ruhtan, safasını tamamıyla esirgemişti..
O bir yangındı ki, alevleri Can’ın yüzünden ve
kendinden başka neyi bulsa yakıyor, ona bir arzu, bir heves, en küçük bir
duyguyu bile çok görüyordu.
Nihayet Dolunay’ın sıhhati, rahatı, zevki onun,
hayatının emeli olmuştu. Fakat bu emel gerçekleşinceye kadar ve bu ateş,
harmanı yakıp bitirinceye kadar, ne feryatlar, ne ateşler onun benliğini kasıp
kavurmuş ve muratları onu azad edinceye
kadar ona, her anı yıllarca süren ne elemler çektirmişti.
Nihayet işte hiç bir arzusuz, emelsiz, yanacak bir
şey kalmayınca yangın da bitmişti.. Ve bu iştiyak gecelerinden sonra alevlerin
kızıllığı doğan günü kana boyarken, bu yeni aleminde, onun kendine ait
arzusundan, aşkının heveslerinden biri kalmamıştı. Candın muradı Dolunay’ın
muradı olmuştu, ki aşkta en yüksele gaye budur. O, Dolunay’ın üzerine titreyen
ondan başka bir şey düşünmeyen ve onun vasıtası ile elde edilecek aşkın her türlü
zevklerinden feragat edebilen müstesna bir vücuttu ve aşkın pek nadir yetiştirdiği
bir eserdi. Ona halk kendini satan kadın derlerdi.
İşte Can böyle Candı.
GÜLEMRE
Can, Gülemre’nin hücresine [Oda. Odacık] uğramıştı.
Gülemre Dolunay’ın en yaşlı ve hoş dostlarından biridir Başına her vakit bir
gül iliştirmeyi sevdiği için ona böyle denmiştir.
Pek çok defalar olduğu gibi başı elleri içinde, yüzü
sapsarı, sessiz sarhoş değildi
Hücresinin önünde, gülen tatlı yüzü, bir işe eğilmişti,
bu bir keçi postu idi, kurutmak için temizliyordu.
Can’ı görünce sevinerek kalktı, çocuk gözleri gülümsüyordu.
Tatlı güzel yüzünde İlâhî bir sükûn vardı Can ona bu hallerinde (çocuk ihtiyar)
demeyi severdi.
Yeşilliklerin, çimenlerin üstüne bir post serdi beraber oturdular.
Dolunay, babasından kalan büyük serveti dağıtıp
buraya geldiğinden beri, Gülemre, şair tabiatı, Hisli, ve ince varlığı ile Dolunay’ın
yanından ayrılmamış, esasen karısını kaybettikten sonra bir tek sevgili kızı
küçük Emre'nin hırpalanmaması için bir daha evlenmemişti. Bir de zevcesinin
kızı Büyük Emre vardı ki, bu kızı da kendi kızından ayırmazdı. Gülemre’nin
kendi kızı küçük Emre, aşka müstait olmakla beraber, kimseyi sevmemiş, tabiatı
sever; onda aşk, taşkın fakat bir şekil almayan bir feyezan halindedir Ayça ile
bu kız aynı yaştadır ve birbirlerini çok severler.
Gülemre de Dolunay’ın bütün dostları gibi putlara
inanmaz; fakat fikirlerini gizli tutar ve onların dininden görünürdü
Dolunay ona bir Allah'ı telkin etmiştir.
Gülemre her zamanki gibi:
— E., bakalım güzel dost aç! diye aşkın yarım
bıraktığı tatlı ifadesi ile söylüyordu.
Can:
— Bu sabah seni dinlemek istiyorum, dedi. Gülemre
çok söz söylemez, Dolunay’dan başka bit şeyden bahsettiği de pek duyulmaz;
sustuğu zamanlarda da aşkı, hali, söylerdi. Kesik ifadelerini, yanık bir aşk
heyecanı tamamlar, hele aşkın taşkın vücudu, onu olduğundan daha zaif [kuvvetsiz,
tâkatsız.], fakat eski bir kaynak gibi hep gençleştiren bir
kuvvetle sarsar durur.
Hangi hadiseden ilham aldığı bilinmeyen bir ruh
atılışıyla:
— Çocuğum.,
diye başladı. İnsan,
yaratılmışların en kudretlisi, aynı zamanda en zaifidir.
Bir yandan dağlara, denizlere, sahralara hâkim, bir
yandan da ihtiraslarına, meyillerine esir...
Düşününce mahlûkların içinde ondan üstünü yok.
Şerrinden şeytan pabucunu almadan kaçar. O bir kerre kana susamasın, inan ki
dişi kaplan yanında melâike olur; ifritler halinden ibret alır. Bozuklukta şeytana külâhı ters giydirir,
zebanilere ders verir...
Çocuğum, insan yalnız aşkı bulmak, ona ermek onda
aşk olmakla kemali bulur. Aşk
her şey, her şey... o..
Gülemre’nin en güzel zamanı, bu coşkun zamanlarıdır.
Temiz bir çocuk safvetiyle mavi gözleri titrerken onu dinlemek ne hoştur!
— Eğer Yaratan
merhamet etmezse dünyanın bütün ilâç ve şifa hâzineleri zehir ve hiyanet saçar,
eğer lütfetmezse, serin rüzgâr ateş olur, misk kokuları, cehennem kokusu,
güneşlerin saçtığı nur, bütün zulmet olur..
Hay gidi insan nene güveniyorsun! Sağlam bir iradeye
dayan. Fakat bir irade, çürüyecek ete kemiğe dayanmasın. Onu besleyecek aşk ve
hakikat olsun!.. Eğer hayale dayanıyorsan, emekler de hayal olur!
Çeşmenin iftiharı, kendini yapan taş, toprak değil,
içinden akan o güzel can verici su iledir. Bu suyu membaından almaktan hiç bir
vakit utanmaz. Aşk,
aşk,.. eğer sen aydınlığınla bu kara vücudu örtmezsen,
huzuruna varmaya yüzüm yoktur. Bende, benim diyeceğim nem varsa şenindir. Bir
kerre seni gören, dünya nimetlerinin hiç birile doymaz. Ey aşk, sen yüzünü bir kerre görenlere
acı da, onları bu lutuftan mahrum etme. Onu bir kerre görmek elde hüccettir.
Kumun üstündeki su birikinticiği, parıltıyı, güneşin
aksi olan aydınlığı, kendinden biliyor; güneş te göklerden ona gülüyor ve; gece
olsun da o vakit görüşürüz, senden mi benden mi anlarsın diyor.
Kendindeki kudret ve hayatı, etten, kemikten bilen
biçare insana, ezeliyet güneşi de, kıdem göklerinden bakıp gülümsüyor: Ölüm ve
aciz gecesi bir gelsin de görüşürüz, bu hayat parıltısı senden mi, benden mi,
bilirsin, diyor!
Gülemre her vakit ki ifadesine göre çok selis [düzgün ve akıcı
ifâde] söylüyordu. Can, bu ifadeden yanar gibi oldu.
Nihayet o, İlâhî olan aşkı takdisle sözünü bitirdi:
— Oh,
çocuğum! âşık aşkın bir zerresini
iki cihana vermez. Sarhoş ol, iç, iç!..
Gene büsbütün çocuklaşmış, tatlı yüzü sararmıştı.
Aşk sabahlarındaki gibi başını elleri ile tutuyor, Can’a: git, söyletme beni,
yeteri Der gibi başım sallayarak işaret ediyordu. Beyaz sakalına iki damla yaş
süzüldü.
Can dönerken, onu bu kadar çocuklaştıran bu kadar ilâhileştiren
masum heyecanı düşünüyordu. Bu aşkta ne kudret var, o nelere kadir değil;
diyordu.
**
Sabah oluyordu. Çatlaklarından yeşil fidanlar
fışkıran bir yar arasına gizlenmiş hücrenin kapısına bahar açan şeftali ve
badem -ağaçlarının çiçekleri serpilmişti. Fırat’ın karşı sırtlarında fecrin ilk
ışıkları ufku gümüşlüyordu. Nehrin boyunca yürüdüler. Burası bütün badem ve
şeftali ağaçları ve yemyeşil çayırlarla çevrili idi. Ve çiçek açan bu ağaçlar
gözü alan bir beyazlıkla yeşil göğün içine oyulmuş fevkalâde zarif oymaları
andırıyordu.
Can, nereye gittiğini bilmiyordu. Asasına dayanarak
dalgın yürüyen Dolunay’ın iki adım gerisinden sakin bir halde yürüyordu. Can
gecenin tesirile hâlâ sarhoştu. O aralık Dolunay gitmek istediği yeri kendisi
söyledi:
— Uluand’a
ava çıkmadan yetişmek istiyorum. Daha bu huyundan vaz geçmedi Can yakmayı
kendine zevk etmek hoş bir şey değil... Sen eve dön ben onunla seyahat
meselesini görüşeceğim. Mısıra giderken seni alırım. Uluand ve Gülemre ile
Nekao’da isterlerse gelirler dedi.
Demek ki, artık Dolunay kararını büsbütün kat’i
olarak vermişti. Hiçbiri onu bu kararından döndüremiyordu; ne Gülemre, ne
Uluand, ne Can.. Ne bütün Uruk!
İkinci bir Mısır seyahatine Dolunay kuvvetle karar
vermişti. Fakat Dolunay’ın Uruk’tan ayrıldığını hiç kimse istemiyordu. O bütün
bu İlin sevgilisi idi. Yüzünden bir çok fakirin zengin olduğu, kavallarında
onun yanık şarkılarını çaldıkları güzel sesli Dolunay’ı herkes severdi. Can ise
yolculuğun bin türlü zorluğunu ve Dolunay’ın rahatını düşünerek bu seyahati
istemiyordu. Fakat bu sefer hiçbir şey söylemedi, Dolunay’a baktı. O düşünceli
ve dalgındı. Bu gece uyumadığı için yüzünde tatlı bir solgunluk vardı Nehrin
akından düzleşmiş, toprakları incelmiş kenarında pek rahat yürümek kabildi;
pembeliği artan hafif bahar kokusuyla saflaşmış göğe doğru, hafifçe başım
kaldırmış, öyle yürüyordu.
Dolunay güzel, parlak geceye benzeyen siyah
gözlerin, muntazam başında ipek gibi yumuşak kokulu saçları, hep temiz ve
yüksek kokuları alan delikleri kalkık harikulâde burnu, koyu bir gül pembesi
renginde çeneye doğru hafifçe incelen buğday çehresi harikuladedir. Aşkın
tuzağı olmak için, fevkalâde bir terkipten düzülmüştür.
Can için Dolunay ise, ne bir kelimenin, ne bütün bir
dilin anlatamayacağı bir şeydir. Ne güzellik, ne iyilik, ne büyüklük ... Onu
ifade için bir sembol olamaz. Koyu gül kurusu sert bir aba ipliğinden dokunmuş
elbisesi, yüzündeki rengin aksine karışarak, tatlı bir katımla ona büsbütün hoş
bir cazibe veriyordu. Deve derisinden kaba bir şekilde kesilmiş sandallar
içinde beyazlığı ve güzelliği görülen ayakları, bir hurma budağından kesilmiş
asayı tutan hâkim ve güzel el kadar nazik ve lâtifti. Biraz uzun dalgalı, ipek
gibi yumuşak saçları, boynunun güneşten yanmış cildini okşuyordu. Çevik
vücudunda harikulade bir erkek vücudunun canlı cazibesi ona bir ilâh güzelliği
veriyordu.
Can’ın evine dönen yolun başına geldikleri vakit
Dolunay:
— Güle
güle Can... Gülemre de akşama görüşürüz! Dedi.
Dolunay nehrin boyunu takip ederek bir müddet
yürüdü. Sonra uzaktan kokuları taze sabah havasım dolduran bir çok güllerle
açık ufku renklendiren bir gül bahçesinin çitini aştı. Bir zamanda bu
bahçelerin arasında yürüdü. Ve nihayet açık düz bir ovaya çıktı ki burası köyün
bitimini teşkil ediyor ve Uluand’ın tepeye hâkim evinin bahçelerine buradan
gidiliyordu. Karşıda bütün köyü çeviren kal'alar ve bir sıra teşkil eden
kerpiçten, yapılmış çoban evleri görünüyordu. Sağda sonradan yapılma bir
tepenin üzerinde mabet kulesinin tarassut yerinde şeffaf bir bulut parçacığı
henüz dağılmamış, koyu ördek başı tepenin arkasında gizlenen ovada henüz şafak
başlamamıştı. Etrafta derin ve fevkalâde lâtif bir sessizlik vardı. Tatlı bahar
havasının hâsıl ettiği kokulu sisler daha yer yer yükselmemişti. Hafif, gözü
alan bir ışık bu sonsuz görünen ovada yeşilimsi bir aydınlık hâsıl ediyordu.
Bir müddet daha yürüyünce, Dolunay uzakta at
üzerinde koşan çobanları gördü. Bunlar tayları koşturup kement atıp
eğleniyorlardı. At ve deve sürüleri bir gölge halinde ufukta yavaş yavaş
kımıldanıyordu. Dolunay bunlara uzaktan seslendi.
— Hey
çoban, çoban!
Gür, güzel sesi bütün ovayı dolduruyor, bütün
ufukları bu güzel ses sarıyordu. En evvel çocuklardan biri Dolunay’ı tanıyıp
seslendi:
— Dolunay,
Dolunay! ..
Tatlı bir çocuk sesinin tınlayan muhabbetli ahengi
ovada masum bir akisle titredi.
Çobanların ikisi uzağı görmek için, ellerini doğan
güneşin kızıltılarına siper ederek at üzerinde geldiler. Bunlar on dört
yaşlarında sevimli çobanlardı. Arkadan, ellerindeki hurma lifinden yapılmış
kementleri savurarak, tozu dumana katarak beş altısı daha geldi.
Dolunay’ı görünce, hepsi sevindiler:
— Dolunay,
Dolunay!
Bu isim bir muhabbet dalgası içinde ovayı
dolduruyordu
Sanki kızıl bir çevre içinde parlak bir laâl gibi
doğan güneşin ışıkları bu isimdi.
Dolunay, bunlara:
— Çocuklar,
ben de kement atacağım, bana kement getiriniz!
Dedi ve içlerinde en güzelinin elinden kemendini
aldı. Onun yaman bir nişancı olduğunu herkes bilirdi:
— Tazıyı
koşturun! dedi. Ve bir çoban, siyah bir tazıyı önüne sürüp atını hızla sürdü.
Dolunay kemendi havada savurup şiddetle fırlattı. Bir uğultu ile kement
yıldırım gibi giden tazının vücudunu sardı.
Bütün çocuklar heyecanla bağrıştılar:
— Yaman
nişancısın, yaşa! diye haykırarak atlarını ona doğru sürdüler, etrafını
aldılar.
Fakat Dolunay orada çok durmayarak onlardan ayrıldı.
Bir küçük çit ovanın şimale giden yolunu bir hurma bahçesinden ayırıyordu. Bu
çiti aşıp sağa dönünce geniş bir taş ağzı olan kuyunun başında bir kızın,
arkası dönük olarak, su çekmek için kovasını attığını gördü.
Ayak sesini duyan kız dönüp baktı. İkisi de biribirini
tanıdılar.
Dolunay ve Ayça...
Göz göze geldiler. Ela ve İlâhî siyah gözler
birebirinden tutuşan bir garip şule ile birdenbire yandı.
Dolunay ona hayretle baktı. Ne kadar güzeldi!
Bir güneşin, gizli bir manevî güneşin aydınlığı bu gözlere
aksetmişti:
— Ayça,
sen misin? diye seslendi.
Titreyerek
— Benim, dedi.
Bu gözlerdeki akis Dolunay’ı bir anda meclup [Tutkun] edip:
— Sen mi
su çekiyorsun? diye sordu.
— Evet.
Tuğ koyunları otlağa götürdü, su işi bana kaldı.
— Ver
kovanı da ben çekiyim, dedi. Ve kuyunun başında yapraksız iki çatallı bir
zeytine geçirilmiş uzun tahtaya bağlı İpi alıp çekti. Kova dolu olarak çıktı.
Tatlı sesinde bir aşk ahengi çağlayıp:
— Ben
taşıyayım dedi. Dolu kova Dolunay’ın elinde yanyana yürüdüler. Dolunay ona bir
çok sualler sordu ki bunların hepsinin cevabında bir sarhoşluk seziliyordu.
Ayça Dolunay’ın yanında bulunmaktan, onun kovasını taşımasından titriyordu.
Zaten mümkün miydi ki, Dolunay bir cana meyletsin
de, bu meylin ateşi o kalbi teshir etmesin..
Bu, dünyada olmayan bir şeydi! Biraz sonra at üzerindeki çobanlara rasgeldiler.
Hızla koşarken, içlerinden biri gen bir kahkaha
savurarak:
— Ayça,
Dolunay yaman nişancıdır, korun!
Diye seslendi.
Bu söz Ayça'nın kalbine ateşin bir zevk verdi. Ayça
korunmuyordu. Bilâkis Dolunay’ın aşkı ona tasavvur edilemez bir cazibesi olan
ilâhı bir ateş şeklinde görünüyordu. Bütün İl [Ülke, yurt ] kadınlarının gönüllerini meşgul eden Dolunay
gülümseyerek çapkın çobana selâm verdi. Yanakları kızaran Ayça’ya, Dolunay
sevimli siyah gözlerinde, gül pembesi dudaklarında ateşe benzer bir mana ile
baktı, o bu sözü hiç işitmemiş gibi görünmeye çalışarak, uzakta pırıldayan
Fıratı göstererek:
— Bakın
ne kadar güzel!
Dedi ve Dolunay hemen Ayça’nın gözlerini yere
indiren bir ateşli bakışla:
— Ah,
sen daha güzelsin! diye cevap verdi.
Bu pek masum bir kaç dakika, Ayça için bir başka
âlemde yaşanmış sonsuz bir zevk anı oldu. Dolunay ondan Gülemre’nin ziyafetine
gitmek için söz aldı. Hem de Kovasını evine bırakırken: Bu gece seni bekleyeceğim
Ayça, sözünü ne sevimli bir güzellikle söylemiş ve uzaklaşırken, Ayça’nın,
odasından işittiği şarkıyı ne doyulmaz bir cazibe ile söylemişti:
Sen
olmasaydın,
ben
aşkı bilmezdim,
aşk
olmasaydı,
seni
bilmezdim! ..
**
Evine gitmek üzere sağa giden yolu takip eden Can,
dalgın yürüyordu. Nehrin kenarında balık tutan on onbir yaşlarında güzel yüzlü,
kumral çocuk onu görünce:
— Kendini
satan kadın! diye, tuhaf bir ahenkle kamışına eli ile vurarak ezberler gibi bu
sözü üç kere tekrarladı.
Bu aralık arkadan gelen ve ayağındaki sandalların
sesi işitilmeyen yaşlı, gümüş saçlı ihtiyar Mısırlı rahip çocuğun yanından
geçiyordu. Gülemre'nin akrabası olan küçük oğlanın söylediği bu sözü duyunca
merakla çocuğun yüzüne baktı ve sordu:
— Ne
dedin, yavrum!
— Kendini
satan kadın! diye çocuk uzaklaşan Can'ı
göstererek:
— İşte gidiyor, dedi ve kendine söz söyleyenin
zıgguratın rasat kulesinde çalışan ihtiyar rahip Nekao olduğunu tanıdı.
[Ziggurat, (Akatça ziqqurrat,
zaqa yükselmiş yere kurmak ) eski Mezopotamya vadisinde
ve İran'da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulesidir]
Nekao çocuğu okşadı ve:
— Bana söyler misin yavrum, bu kadın kimdir? dedi.
Çocuk, taze bakışlı mayi gözlerini fazla oyalamak isteyen
bu ihtiyardan biran evvel baharın tazeliğine çekmek ister gibi; yüzünde cevval
tatlı bir ışık gezerek:
— Herkes
ona böyle der, bilmiyor musun? diye istifhamla onun yüzüne baktı ve sonra:
— Emre
bunları daha güzel bilir, istersen sana anlatır! dedi ve bütün vücudunu tatlı
bir meyille nehre doğru bırakarak kamışın ucundaki yemi suya savurdu.
— Emre,
demek bunu bilir, diye hoş ve hâkim yürüyüşlü ihtiyar, arkasından, pek âlâ
tanıdığı Can’a baktı
Dolunay’ın hücresinde sık sık rasgelip de o kadar
hoşlandığı bu kadın için duyduğu isim onu büsbütün meşgul etti. Şimdiye kadar
ona böyle dendiğini işitmemişti.
Nekao Gülemre’nin evine giden yola düşüne düşüne
saptı.
Bir kaç dakika sonra, koyunları otlağa götüren
Gülemre’nin evinde rahip Nekoa, kızı küçük Emre ile karşı karşıya idiler.
Nekoa Emre’nin yeşil bahçelere, tarlalara bakan
odasında köşe penceresinin önündeki sedire oturmuştu. Emre cevval hisli elleriyle
ona hurma şarabı getirirken
— Büyük
Emre çiçek toplamağa gitti. Ekmek pişirmek işi bana kaldı, diyordu, hem yavaş
yavaş ziyafet için hazırlanıyoruz. Geleceksin değil mi Nekao! diye ihtiyar dostunun yüzüne sevinçle
bakıyordu. Nekao:
— Geleceğim
küçük dostum, fakat senden bir şey öğrenmeye geldim, dedi. Can hakkında
bildiklerim bana söyleyebilir misin? Ona kendini satmış kadın, diyorlarmış!
Birbirlerinden çok hoşlanan bu iki dost karşı
karşıya oturmuşlardı. Küçük Emre’nin küçük zeki çehresi, parlak kumral gözleri
aydınlandı. Sonra sevimli yüzünü ciddî bir gölge kapladı :
— Can
hakkında bildiklerim, dedi Can benim anlatabileceğim bir varlık değildir,
Nekao! Fakat küçükten beri o beni dünyada en çok alâkalandıran iki insandan
biridir.
Ve Nekao'nun bir sorgusuna meydan vermeden açık
sevimli çehresinde tatlı bir tebessümle serbestçe:
— Biri,
bilirsin ki Dolunay, öteki Can... dedi ve ona benzemeyi ne kadar isterdim diye
mahzun bir tavırla gülümsedi.
Sonra Nekao’nun varlığını unutmuşta kendi kendine
söyler gibi başladı;
— Bundan
bir kaç yıl Önce, yani sen gelmeden iki yıl evvel, bütün Uruk’u helecana
düşüren bir vaka ona bu ismin verilmesine sebep olmuştu;
Bir gün Can Dolunay’ın hücresinde iken söz arasında Dolunay:
— Renkli yünden dokunmuş İncili şallar var
bir tane olsa Büyük Emre’ye verirdim, demişti.
Can Dolunay’ın bu arzusunu yerine getirmek istemiş
ve bu şalların memleketin zengini Uluand’ın evinde bulunabileceğini düşünmüştü.
Fakat Uluand’ın baş işçisi bunları efendisinin hesabına ve ağır paha
karşılığında satıyordu. Canın ise böyle bir şalla değişecek hiç bir şeyi yoktu.
Dolunay’ın arzusunu muhakkak yerine getirmek istiyordu.
Sevdiğinin bir başka kadına vermek üzere istediği
şeyi temin edebilmek arzusu bu kadar saf bir şekilde bir a şıkın kalbine hâkim
olması ne kadar ender bir şeydir. Fakat, Nekao, bu gibi duygular onun
hassasiyeti kurumuş kalbinde yer tutamaz olmuştu.
Can hücrede gündelik işlerini yaparken, keçiyi
sağarken sütleri kaynatıp Dolunay’ın yoğurt ve ekmeğini hazırlarken, ateşi
yakarken, hep bunu düşünüyordu. Can hep Dolunay’ın hizmetine bakardı. Çünkü
karısı, Suna, hasta olan babasının memleketine sık sık gider aylarca kalırdı.
Can hücreden çıkınca, bir komşusundan ödünç bir şey istemeye gitti. Bu, evinde
yalnız yaşayan bir kadındı. Bir kaç keçinin sütü ile geçinirdi
Can kadına;
— Bana
ödünç ne verebilirsin, iki keçi verebilir misin? diye sordu.
Kadın;
— Zaten
dört keçim var; mümkün değil, ancak sana bir oğlak verebilirim, dedi. Can bunun
bir işe yaramayacağını bildiği halde oğlağı aldı, ve Uluand’ın evine gitti. Baş
işçisini gördü.
Fakat oğlak mukabilinde kendisine böyle bir şal
vermek kabil değildi.
Uluand’ın, sütunlarında insan başı, arslanlar
oyulmuş muazzam kapısında, başişçi ile Can bir müddet konuştular. Can,
muhayyelesi altüst olmuş bir halde kaşlarını çatarak düğündü. Aşk nihayet dehşet veren bir ibdada
bulundu. Can kendini satmayı teklif edecekti!
— Kendimi
satıyorum, kabul eder misiniz? dedi. Başişçi
Eroğlu, bu teklif karşısında şaşırdı, hayran hayran Can’ın
yüzüne baktı:
— Bir şal için mi? diye düşündü. Acıyarak:
— Sen bu işten vazgeç! diye mani olmak istedi. Bir
şal için böyle bir harekette bu hm m iyi akılda hafiflik sayıyordu. İşçiye de
ihtiyaç yoktu amma, Can’ın ricalarına tahammül edemedi.
Ve iş şöyle halledildi. Can bir sene Uluand’ın
kapısında hizmet edecek, buna mukabil şal Dolunay’a gönderilecekti.
— Ne
garip kadın! hiç böylesini görmedim, Nana beni iki saat aç bıraksın; diye tuhaf
tuhaf güldüğünü Can bana anlatmıştı.
Can, gah götüren çocuğa, Dolunay’a bir şey
söylememesi için tembih edilmesini rica etmişti. Onun bir arzusu için canını
isteseler, onu da verirdi. Can burada esir gibi çalışacak. Dolunay’ı istediği vakitler göremeyecekti. Fakat burada
gene feda edilen Can’ın ruhunda kalan kendine mahsus bir tek duygu oldu, ve
buna mukabil, Dolunay’ın bir istediği yerine gelmiş olacaktı.
Bir ateş ok, Dolunay’ı görmemek, Can’ın yanan
kalbine saplanmıştı. Bu ateşin hiç şakası yoktu... Fakat Can, bu acıya da
tahammül edecekti. Şalı götüren çocuk, Dolunay’a bir şey söylememişti. Yalnız
şalı Can’ın gönderdiğini söyleyip gitmişti. O gün Dolunay, hücresine giden
büyük Emre’ye şalı hediye etti, omuzlarına koydu. Fakat akşam oldu. Can hala
gelmedi. Dolunay merak ediyordu. Çünkü Can her akşam gelir, yemeğine ve odasına
bakar, ondan sonra evine dönerdi.
Geç vakit, Dolunay Can’ın evine gitti, sordu.
Evdekilerde bir şey bilmiyordu. O gece böylece geçti ve bunu üç gün daha takib
etti.
O vakte kadar Can’ı ve Dolunay’ı tanımayan Uluand Can’ı
bir sabah bahçesinde gördü. Nekao, Uluand’ın kim olduğunu bilir misin?
— Dolunay’ın dostu olduğunu bilirim dedi
— O
kadar mı ? Nekao:
— Bir
çok meziyetlerini bilirim diye saymak istedi. Emre;
— Onlar muhakkak ki pek çoktur. Fakat bir kahraman
olduğunu bilir misin? dedi.
— Nekao hayır dedi.
— Uluand
bir Asur
— Türk muharebesinde pek büyük işler görmüştür.
Şimdi de (Doğu) kal’asının muhafazasına Uluand memur edilmişti. Düşman hücum
edince kal’a şiddetle müdafaa edilmiş ve muhasara eden düşman püskürtülmüştü.
Uluand düşmanın takibine karar vermişti. Halk ise bunu istemiyordu. Fakat
Uluand’dan korktukları için kendisine bir şey söyleyemiyorlardı. Nihayet onun
pek çok sevdiği Aysu’yu kandırmışlar, o da gidip Uluand'a harbe devam etmemesi
için söylemeye karar vermişti. Aysu, Uluand’ın canı gibi sevdiği bu güzel kız,
onun bütün emeli, hâzinesi idi. Annesi, babası olmayan bu kızı, bir zalim
amcanın tarlasında işçilik ederken görüp güzelliğine tutulmuştu. Onu amcasından
isteyip evine aldı. Henüz düğünleri olmamıştı. Uluand bir sabah miğferini ve
zırhını giyip ordunun basma geçeceği sırada Aysu ça dırına girip ;
— Andım!. sana bir şey söyleyeceğim. diye güzel ve
küçük elini Uluand’ın geniş ve kuvvetli omuzlarına koydu.
Uluand, elâ gözlere, nazik pembe çehreye tutulmuş
bir nazarla bakıp;
— Söyle güzelim söyle., benim ruhumun
bülbülü, Uluand senin!
Diye kumral parlak saçlarını aşk ve şefkatle okşadı.
Kırıp geçtiği bir yığın düşmanın ölümünün titretemediği sert kalbi, bu küçük
çehre, bu güzel gözler zebun etmişti.. Kavga meydanında, yaman bir bahadırlıkla
fırlayıp amaca giden ok ve yay, şimdi belinde hiç bir işe yaramayan bir demir
parçası halinde sallanıyordu...
Aysu yanağım Uluand’ın yüzüne koyup, kendine
öğretilen sözleri tatlı sesi ile sakitâne söyledi.
— Uluand’ım,
harpten vaz geç., ben bunu istemiyorum! dedi.
O anda Uluand’ın çehresi birden bire karıştı ve
insana heybet ve dehşet veren bir nazarla baktı, halinden bir şey anlamayan Aysu'yun
bileklerinden tutup çekti. Sesine müthiş bir eda vererek;
— Öyle mi güzelim? dedi. Sen yalnız aşka mahsustun,
bir aşk topu, sırf benim aşkımdın, onlar seni kendi çamurları ve çirkefleri ile
karıştırmamalıdırlar. Sende ben, yalnız aşkımı kollamalıyım! dedi.
Ertesi sabah şafak vakti şehir ahalisi kal’a
duvarında Aysu'yun güzel vücudunu ölmüş olarak gördüler, yumuşak kumral
saçların seher rüzgârı ile uçuştuğunu parlak dilber gözlerin aralığında, kızıl
dudakların üzerin de müthiş bir tebessümün donup kaldığını dehşetle gördüler.
Gören kaçışıp feryat etti, gözlerini kapıyıp kaçanlar oklarına sarıldılar.
Harbe devam edildi. Düşman takip edilip püskürtüldü,
Zafer kat'i idi.
Fakat Uluand’ın sert ve metin kalbinin yegâne zaaf duyduğu
nokta, sızlıyordu. Artık Uluand bu memlekette kalmadı.
Anadolu dağlarını aşarak buraya gelip yerleşti.
Hakan, kahramanlığından dolayı ona burada toprak verdi, malı çoğaldı hayvanları
üredi; o kadar ki bir yıl içinde Uluand, memleketin en zengini olmuştu. Şimdi Fırat
kenarında gördüğün, boydan boya uzanan altın başaklı tarlalar gittikçe
genişledi. Uluand’ın buraya gelmesi bir kaç senelik bir vak’adır,
**
Can, Uluand'ın kapısına gireli üç gün olmuştu.
Ulunad bir sabah, at Üzerinde, arkasında iki esir, adeti üzere yaban merkebi
avına çıkarken hayvanlara mahsus bir su oluğunun başında fevkalâde düşünceli
bir kadın gördü. O kadar ki, atının ayak sesini bile bu kadın işitmemişti.
Belindeki kuşaktan bunun bir işçi kadın olduğu anlaşılıyordu, kendisi dizine
sürünecek kadar yakından geçtiği halde, çatılan kaşlarında bir hareket olmamış,
siyah, parlak ve zekâ gösteren gözleri daldığı noktadan ayrılmamıştı. Elindeki
boş kova, oluğun içinde sallanıyordu. Saçları dağınık, güzel solgun yüzü his ve
elem çizgileri ile dolu idi. Bunun bir aşk ihtiyarı olduğu muhakkaktı. Uluand,
aşkı bilen kalbinin gösterdiği yoldan, bu kadının eleminin büyüklüğünü derhal
anladı. Atını durdurdu ve tatlı güzel sesi ile onu ürkütmemek için hafifçe dedi
ki:
— Yorgun
musun -kadınım?
Can, eğilmiş düşünceli başını kaldırdı ve metanet
ifade eden gözlerinde sert bir aşk bakışı ile;
— Hayır,
dedi.
Bu dudaklardan (hayır) kelimesi, ciğerden gelen
kızıl bir kan pıhtısı halinde sıçradı ve Uluand;
— Bu
aşk, benimkinden yavuz! diye düşündü. Can kovayı göğsüne bastı ve Uluand’a
vahşi bir nazarla bakarak uzaklaştı.
Uluand, bir müddet arkasından baka kaldı. Yoluna
gidemiyordu. Orada durdu. Sonra işçi bağısını çağırdı bu kadın hakkında malûmat
isteyerek; hakikati öğrendi. Can’ın nereye gittiğini anlamak için işçi ile
beraber arkasından gittiler. Eroğlu, Uluand'ı ağılın kapısına götürdü,
— Buradadır!
dedi.
İçeriye baktıkları vakit, Can’ın saçları ile yeri süpürdüğünü
gördüler. Uluand ıztırapla bağırdı:
— Uluand’ın
kapısında kimseye zulüm yapılamaz, bu ne hal! diye işçisine şiddetle baktı.
Yeni tayin ettiği bu adamın merhametinden şüphe
ediyordu. Eroğlu hayretle:
— Ben
buna yalnız ağılı süpür dedim. Süpürge de verdim; başka bir şey bilmiyorum,
dedi.
Uluand
— O
halde neden saçlarınla süpürüyorsun? diye Can'a sordu. Eroğlu gizlice Uluand’ın
kulağına:
— Bunun
ahvalinde mecnunluk eseri görüyorum, diye fısıldadı.
Uluand bu halin gene bir aşk eseri olduğunu
anlamıştı. Sebebini söyletmek için Can’a tekrar sordu ise de Can gene bir şey
söylemedi. Ağıldan çıkıp gitti.
Ben sonradan Can’dan öğrendim ki, Can ağılı,
süpürürken içinden;
— Emre omuzlarına şalı koyup gezsin, sen
Dolunay’ı görmekten mahrum olarak, burada ağıl süpür. Sana bu hali nasib eden
kader ne gariptir! diye zihninden bir fikir geçince, bunu
Dolunanay’ın aşkından şikâyet sayarak ve ağlayarak süpürgeyi elinden atmış ve
yeri saçlarıyla süpürmeye başlamış..
Uluand, hayran ve müteessir hemen ogün Can’ın
serbest bırakılmasını emretmiş ve Dolunay’a özür dilemek için gitmişti. Uluand
o vakte kadar Dolunay’ı tanımıyordu. Yalnız bir kaç güzel şarkısını bağcılardan
dinlediğini Uluand bana söylemişti,
Bu şal Nekao, halâ Büyük Emrede saklı durur.
Kardeşim onu kullanmaya kıyamaz. Zaten Can’ın geleceği gün, Uluand’ın yanında
olduğunu haber aldığımız vakit, Emre şalın geri yollanması için çok ağladı:
— Baba
bu gah götür. Can orada Ölür diye çok yalvardı. Fakat Dolunay razı olmadı:
— Verilen
bir şey geri alınmaz, dedi. Dolunay’ın ve bizim bir kaç koyundan başka bir
şeyimiz olmaması böyle bir zamanda pek müşkül. Nihayet Dolunay sevgili devesini
göndermeğe karar verdi. Dolunay’la Sülünün ayrılmaları pek hazindi. Sülünün
halini görseydin! Dolunay onu okşadı, yularını babama verdi. Hisli hayvan bu
hareketten ayrılık kokusu almış gibi Dolunay’ın önüne çöktü. Hazin bir sesle
haykırdı. Ne tatlı sesi vardır Sülünün Babam onu çekip gitti. Fakat yolda dönen
Cana rast geldiği için beraber gelmişlerdi. O geliş, Dolunay’ın karşılayışı da
bir âlemdi kî...
Artık ne Nekao dinliyor, ne Emre söyleyebiliyordu, ihtiyar
rahib başını ellerinin içine almış hareketsiz duruyordu.
Bunları anlattıktan sonra, Küçük Emre, pencereye
koşup baktı:
— Nekao, ne yaptın! Hurmanın gölgesi dibine düştü.
İşlerim yüzüstü kaldı. Fırında ekmeği kavurduk, diye telaşa düştü. Nekao:
— Affet
çocuğum, hakkın var, ben de Ziggurata gidecektim. Akşama erken gelmek için
işleri yoluna koyacağım, dedi.
Küçük Emre:
— Ben de
işim bitince Can'ı almaya gideceğim, dedi.
ULUAND’IN DOLUNAY’A GELİŞİ
Uluand, Can’ın o halini gördükten sonra, bu canlı ve
kanlı aşkın sihrine kapılmış, kalbi dehşet içinde dalıp kaldı. Bir aralık
Aysu’yun genç ve taze hayali bir bahar gibi ruhuna sokuluyor, sonra bu canlı ve
taze bahar, bir karanlık kasırga içinde birdenbire sönüp gidiyor. Aysu’nun
sönen güzel gözleri kaybolan güzel sesi, kendini bin türlü güzellikle
hissettiren aşk dolu ruhu.. Bir daha görünmeyecek olan bu aşk demeti, ateşin
bir özleme halinde Uluand’ın gönlüne doluyordu.
Sonra hafızasında zafer ve Beldenin kutsal hayali
canlanıyor, kıvılcımlanıyor, kaçan düşmanın nareleri arasında Aysu’yun berrak çehresi
belirirken, garib bir hüzün, acı bir tahassürden sonra bu geniş ve metin kalb
uyuşur gibi oluyor. Uluand, deminden beri oturduğu sedirin yanında gümüş tepsi
şeklindeki çana iri tokmakla üç kere vurdu.
İki güzel esir, koşup geldiler. Uluand, şarab
istedi. Biri çabucak gidip bir tepsi ile içeri girdi ve tepsiyi sedirin
önündeki hurmadan yapılmış zarif masaya bıraktı. Uluand mavi çini testi
içindeki bu hurma şarabimi gözleri kızarıncıya kadar İçti. Sonra gene Dolunay
ve Can’ı düşünmeye başladı.
Zengin bir tüccar ve kahraman olan Dolunay’ın babası
Erkurt’un ölümü ile, sürüleri ve tarlaları kendine kalan Dolunay’ın bunları,
bütün bu serveti, bir aralık köyün fakirlerine dağıtıp mısıra seyahate
çıktığını, orada yaşlıca ve dul olan bir akrabasıyla evlenip sonra bu kadının
ölmüş olduğunu, nihayet yalnız olarak memleketine döndüğü zaman civar köylerden
bir tacirin kızıyla tekrar evlendiğini, ve kendisi için alıkoyduğu az bir
servetle çekildiği hücrede yaşadığını Uluand, köyde işitmişti.
Bir çok minnetdârları olan Dolunay, bütün köyde bir
Melik, bir yarı Tanrı gibi sevilirdi. Dolunay’ın köyde çocuklara ders de
verdiğini işitmişti.
Uluand Dolunay için daha neler, neler işitmemişti.
Güzel kaval ve balag [Sümer çalgısı] çaldığını söylerlerdi. Bir kaç güzel şarkısını
bağcılardan dinlediği bu şahsa Uluand bir kerre bile rast gelmemişti, Şimdiye
kadar nasıl olmuştu da onu görmeyi özlememişti ? Buna kendi de şaşıyordu.
Esasen Dolunay, ekseri vaktini hücresinde geçirir,
Uluand ise köye pek az giderdi. Çoğu atına binip hurma ormanlarının içinde
dolaşır, bahçelerinde güzel kızlarla şakalaşır, hüzünlü ve müşkil günlerini geçirmeğe
çalışırdı.
Bir kaç kere de Dolunay’ın pek güzel sesi
olduğunu işitmişti; hatta ona, bu güzel sesin, bir kadının ölümüne sebep
olduğunu anlatmışlardı.
Gülemre’nin bir ziyafetinde bir kadın onu dinlerken
bayılmış, bir daha ayılmamıştı. Ondan beri Dolunay’ın sesi pek işitilmediğini
de söylerlerdi.
Vaktiyle bir çobanlık vazifesiyle hizmetinde bulunan
Gülemre, gezintilerinde sık sık rast geldiği bu tabiat aşığı genç ruhlu
ihtiyar, Dolunay'ı ona çok methetmişti. Gülemre koyunlarını otlatırken,
Dolunay’ın güzelliklerini, mahdud olan insan aklının kavrayamayacağı evsafını,
Uluand’a güzlerinde yaşlarla söylemişti:
— Dolunay
dünyanın zevklerinden hiç biriyle yenilemez, o, bütün duygularına, hatta
kalbine hâkimdin O, kin bilmez, bağışlar, sevgi onun kalbinde coşkunluğu dinmeyen
bir kaynaktır. Dostluk, onun dostluğudur, insan güzelliğini onda gördüm! demiş
ve
— Uluand!
bu dünyada Dolunay,
aşkın büründüğü vücuttur. O, tanrılaşmış insandır. Bana öyle gelir ki Dolunay,
dünyadaki en güzel şeydir ve ondan üst bir güzellik akıl tasavvur edemez.
Kırda Uluand’ın atının ayağına sivri bir demir battığını
görüp yardıma gelen Gülemre ile dost oldukları günden beri, Gülemre, ona çok
şeyler söylemişti Fakat Uluand bugün Dolunay'a karşı Canı görmekle duyduğu
incizabı, bu kadar kuvvetle biç bir vakit duymamıştı. Can, Dolunay’ın .en canlı
bir eseri idi.
Dolunay'ı ziyarete karar vererek sedirden kalktı
Odasından mermer avluya çıktı. Orada bekleyen bir esire atının hazırlanması
için emir verdi. Akşam oluyordu. Avluda havuzun önünden geçerken
beyaz kuğulardan biri öttü.. Dişi kuğu tabiî bir şevkle bu ötüşün manasını
onlayarak uzun boynunu erkeğin, kanadına koymuştu. Uluand, solgun gagasına, düşük kanadına bakarak:
— Ölecek! diye düşündü ve kuğuların
öleceklerine yakın böyle öttüklerini hatırladı.
Uluand, Dolunay’ın hücresine güneş batacağına yakın
gitti. Kapı aralıktı, fakat Türklerde âdet olduğu üzere vurmadan girmedi.
Uluand’ın kuvvetli ellerinin vuruşuna, Dolunay’ın tali sesi:
— Gir!
diye cevap verdi. Ölüm saçan bu güzel ses ona pek cazib ve manalı geldi.
Ulunad, Dolunay’ı görmek için bir helecan [titreme, kalp çarpıntısı, heyecan] hissediyordu. Kapıyı yavaşça itti.
Dolunay kapıya pek yakın duruyordu, her şeyden evvel
güzel ve manalı, sonra heybetli ve sevimli güzel gözlerinde zekâ ve hayat taşan
Dolunay, Uluand’ın üzerinde birdenbire mucize kabilinden bir tesir bırakmıştı.
Sevmek kabiliyeti pek çok olan Uluand, birden bire ona kapılmıştı. Dolunay onu
tanıyarak:
—
Uluand! Can ve ben, sana minnettarız! diye karşıladı ve iki ellerini ona
yavaşça uzattı Uluand, kendinden yaşça küçük olan Dolunay’ın hâkim ve kadir
ellerini öptü bağına koydu:
— Benim
hizmetim? Can'ın aşkı ve senin büyüklüğün yanında pek küçüktür! diye başını
iğdi ve sonra odanın bir köşesinde ayakta duran ve kendisine bakan Can'ı gördü.
Yarabbi bu gözlerde ne ilâhı bir mâna, bu çehrede ne asîl bir güzellik vardı..
İşte Dolunay ve Uluand, bu günden sonra ayrılmaz iki
dost oldular. Oyle ki Uluand Dolunay için söylenen sözleri az
bile buldu ve İrakm ufuklarında onun güzel çehresine bir çok güzellerin tutkun
oldukları ruhuna hayret ve ateşle adeta taptı.
Dolunay, Uluand’ın kahraman, merd, ve sevgiye pek
istidatlı ruhunu baştan başa kaplamıştı... Sanki Dolunay'ın ziyaretine giderken
öten kuğu, eski Uluand’ın ölümünü ve yeni bir hayatın ölmez çehresini terennüm
etmişti.
**
Küçük Emre Can'ın evine akşam üstü gitti. Ayça ile
bir arkadaşı da orada idiler.
Dolunay, Can’ın ısrarına rağmen Ayça'yı ve kovaları
bırakıp içeri gitmeden dönmüştü.
Ayça, Can’a, Tuğ’u sordu. Tuğ çoktan gelmiş ve
avluyu Ayça’nın misafirleri için hazırlamıştı.
Burası evin altında küçük mermer direkli sevimli bir
avlucuktu, bahusus sıcak havalarda pek kıymetli bir yerdi. Can’ın avlusu,
kaynar hayalarda serinliği ile meşhurdu. İki tarafta döşeli sedirler ve ortada
küçük yuvarlak masaların üzerinde hazırladığı hurma
şarabı testileri duruyordu. Duvarlara dizili ful
saksıları ve güller burasını pek hoş bir hale koymuştu. Tuğun, bu tatlı ve
anasız, babasız kızın yetiştirdiği güller bu yıl pek iri ve kokulu açmıştı.
Ayça sanki misafirlerini beklemek için bir sedire
uzandı. Fakat hakikatta hiç kimseyi beklemiyordu. Dolunay’ın sesi kulaklarında,
gözleri yalnız onun güzel ve cazib gözlerini, gül rengi dudaklarını, lâtif vücudunu
görüyordu. Bir bir Dolunay’ın söylediği sözleri, harfleri, en ufak anatı [Anlar, zamanlar], hattâ nefesleri ile tekrar edip onları okşuyordu.
O, böyle her şeyi unutmuş, dalgın yatarken
birdenbire sesler ve kahkahalarla kendine geldi.. Kızlar içeri kadar girmişler,
esmer ve sevimli Tuğ, kendisine takılan kızlara büyük bir duyguyla zarif ve
derin cevaplar veriyordu.
— O!
Ayça hülyaya mı daldın? diye iyi kalpli bir kız olan Altınay takıldı. İnce
solgun renkli yüzü, sevimli küçük gözleri, çehresinin hatları içinde pek tatlı
görünüyordu. Her şeyden fazla kalbi bir saadete ve inceliğe kıymet veren Altınay’ın
arkasından, bir az dik ve mağrur olan Yıldız göründü. Az söyleyip konuşan,
daima doğru ve iyi söylediğine kani olan Yıldız duygulu görünen açık yeşil
gözleri, çehresinin yumuşak olmayan hatları ile hareketlerine kıymet ve
ehemmiyet vererek bir sedire uzandı. Altınay gibi o da Ayça'yı pek severdi.
— Ayça
hülyaya dalmaz, o hayatın kızıdır! diye süslü bir cümle fırlattı. Fakat sonra
bu hükme yeşil gözlerdeki hassasiyet galib gelerek:
— Neye
öyle duruyorsun Ayça, bir şeyin mi var? diye sapsade bir lisanla sordu.
Onları oturduğu yerde biraz dalgın karşılayan Ayça,
arkadan giren küçük Emre’yi görünce, çehresindeki pembelik artarak:
— Bir
şeyim yok! diye gülümsedi.
Küçük Emre içeri girer girmez kırmızı ve biraz ince
dudaklarında hafif ve mahzun bir tebessümle:
— Dolunay
burada mıydı? diye Ayça'ya sordu.
Çok defa hassasiyetten titreyen yanakları biraz solgun,
fakat zekâ taşan parlak kumral gözlerinde fazla bir ışık, garib bir zafer
duygusu vardı.
Ayça yalnız parlak gözlerdeki bu sahte zafer parıltısını
gördü, ona kapılarak, ince dudaklardaki hüznü sezmedi.
— Evet,
burada idi, kovamı getirdi, ona kuyu başında rast geldim! dedi.
Evvelâ küçük Emre, sonra iki kız da manalı manalı
gülerek:
— Ayça,
desene., iş anlaşıldı..
Altınay
— gördünüz mü, dediğim doğru imiş, hülya içinde
misin? dedim de Yıldız bana darıldı.. Yalan mı imiş? demek bir hâdise...
— O., bu
yeni bir hâdise değil, pek eskidir, diye küçük Emre tatlı fakat sinirli bir
kahkaha ile güldü. Yalnız Ayça bile bile zalimlik ediyordu., dedi . Bu,
(ediyordu) sözünü söylerken, Ayça’ya zaferle karışık öyle anlamak isteyen derin
ve korkak bir nazarla baktı ki, bu bakıştaki hüzün ve gölgeyi tevil etmek
örtmek lüzumunu duydu ve;
— Babam
biraz hasta da ona üzülüyorum Ben çabuk gidip Büyük Emre’ye yardım etmeliyim!
dedi. Ayça bu hareketi de pek tabiî zannedip! telâşa düştü.
— Sakimi,
Büyük Emre ondan mı gelmedi, babanın nesi var? diye sordu.
Küçük Emre kalbi hüznünü tevil ederek:
— İhtiyarlık
biraz zafiyeti var! diye yavaşça söylendikten sonra gene tebessümle:
— Ayça,
sen geçen seneden Büyük Emre’nin ısrarına alışkınsın, bizim ziyafete seni ben
getireni edimdi de o getirebilmişti. Sahi çocuklar söyleyin.. Ayça beni mi daha
çok sever, Büyük Emre’yi mi?
Yıldız
— İkinizi
de bir., diye atılırken; Altınay daha anlayışlı davranarak:
— Seni
Küçük Emre, seni! diye temin etti.
Hakikaten küçük Emre’ye daha çok meyleden Ayça, onu
hırpalamak ister gibi susuyor, bir şey söylemiyordu. Hakikatte ise, şu anda hiz
[Hislenerek
coşma] bir duygunun kalbinde yeri yoktu. Yalnız Dolunay’dan
bahsetmek istiyordu. Bunu anlamış görünen küçük Emre: — Babamın ziyafetine
gelecek misin bakalım? diye aldırışsız görünerek Ayçaya sordu ve şu anda
kalbinde derin bir acının kayışını duyuyordu. Onda görünen hassasiyeti, tabiî
bir ruh hali bilen ve aşkı şimdiye kadar hiç tanıtmayan Ayça, şimdi de kendi
aşkının ilk emmarelerine müncezib [cezb edilen]
olarak ve yüzü biraz pembeleşerek:
— Evet!
diye dalgın cevap verdi.
Bunu işiten küçük Emre, sararan yüzünü sevimli bir
kahkaha ile örterek:
— Geliyorsun
ha! hem de kendi kendine, davetsiz, ısrarsız.. aferim Ayça, yola gel!
Diye, ince elleriyle onun saçlarını okşadı...
Ayça onlara kendini Dolunay’ın yolda davet ettiğini
söylemek istemedi, sustu.
Yıldız, gene derinleşerek:
— Ayça
senin ne derece mükemmel olduğunu bilirim. Sana söylemediğimi tabiî bilirsin: içimizde
en büyük aşk düşmanı sensin!., fakat benim aşk hakkında öteden beri düşündüğüm,
onun bir hayal, bir çocukluk olmasıdır. Mükemmel bir insan hiç bir vakitte
böyle gülünç bir hale düşmez! diye, aşkı çekiştirmeye bağladı.
Fakat Altınay onu durdurmak isteyerek:
— İstediğini
düşün Yıldız! Fakat bu kadar katı ve umumî söyleyip te herkesi de düşündüğüne
İnanmaya ve kabul etmeye mecbur tutma! dedi.
Bu aralık küçük Emre işlerini bahane ederek onlardan
ayrıldı.
Emre’yi geçiren kızlar avluya döndüler.
Yıldız ve Altınay yeni elbiselerini giymişlerdi.
Altınay’ın ince ve biçimli vücuduna dar elbisesi pek yaraşmıştı. Yıldız’ın da
elbisesi dardı, fakat bu sıkı elbisenin içinde rahatsız görünüyordu, bununla
beraber boynundaki ince altın gerdanlığı saçlarının rengine pek uymuştu..
**
Ayça yattığı yerde doğrularak karşısında beliren
hayale: Bütün ömrümü bu aşk anı için feda ederim. Saçlarım bir gecede bembeyaz
olsa; belim yay gibi bükülse, gam yemem..
Bütün bu gençliği Dolunay’ın nazarındaki
bir aşk şulesine feda ederdim.. Bir gün nasıl
olsa solup gidecek bir vücudu aşk için yıpratmak, aşk yolunda ihtiyarlatmak ne
güzeldir!
Hayal, bu son cümle ile birden sönüp eriyiverdi.
Fakat bunu bir ikinci takip etmekte gecikmedi; bu da eski dostlardan birini
hatırlatıyordu:
— Aşk
yolu bütün çile yoludur, cefa yoludur, rahat ve huzur dururken kendini göz göre
göre ateşe mi atmak istiyorsun, Ayça?
— Ben
aşk yolunda cefadan ürkmem, benim terkibimde aşk ateşinden bir unsur vardır ki,
onun gıdası bu ateştir; bilâkis ben bu ateşte hayat buluyorum, karada yaşayan
mahluklar için deniz bir âfettir; fakat balık
sudan hiçbir vakit korkmaz, dedi. Ve bu da
kaybolurken bir başka hayal göründü: Bunun güzel yüzü müstehzi ve gözleri zekâ
dolu idi:
— Ayça..
Ateşle oynadığını biliyor musun?
Dolunay bir kuştur ki hiçbir dalda yuva
tutmaz. O okunu attığı vakit vurmasını bilir.. Fakat hiçbir
vakit te ele avuca girmez. Ondan sakın!
Bu söz Ayça'nın kalbine girmişti, teni sarardı ve
vücudu ince ince titriyordu. Hayal, cesaret alıp sokuldu:
— Onun
aşkı kimde karar etmiştir ki seninle bağlansın:
Bu söz dehşetliydi., ve duyduklarının en müşkülü idi.
Artık Ayça gözlerinde biriken yaşların döküldüğünü
duydu. Kilimin üzerine uzandı; kalbinde acıyan nokta büyüyordu.
Bu sırada sanki bir hayal daha, dostlarından birinin
hayalini hatırlatan bir kadın hayali ona yaklaştı hayretle haline bakarak telaş
ve merhametle:
— Ayça
Ayça., ne yapıyorsun? göz
yaşı cildi bozar, gözleri berbad eder, dedi.
Ayça, bu hayali de uzaklaştırmak istiyordu:
— Beni
rahat bırak bu göz yaşında öyle nihayetsiz bir zevk var ki cildimin tazeliğini
ve güzelliğini feda etmeye razıyım dedi.
Hayal, güneşe tutulan buzdan bir heykel gibi çabucak
eriyip gitti.
Gene bir başka hayal cüretle tekrar söze başladı:
— Hani
senin bir çok ülkülerin vardı: Harp, zafer, bir tadın kahraman olarak
ebedîleşmek. Aşk
bütün hisleri kuruttuğu gibi, vücudundaki ki kanı da sarartıp seni bir kuru
ağaca döndürecek... Hayat, ümmid, neş'e, zafer, bunlar hep bir hayal mi
oldu Ayça?
Zafer, ümmid... hayat aşkındır. Bunlar Dolunay’ın
evsafında çoktan Ölmüş kıymetlerdir. Sen, sözün varsa bana Dolunay’dan
bahseyle, dedi, O vakit hayalin yüzündeki kırmızılık arttı, gözlerindeki alev
sanki bütün yüzünü sonra da vücudunu kaplayıp dizleri üzerinde bükülüp
yanıverdi.
Bu da elinde şöhreti temsil eden kıvılcımlı bir
balta tutuyordu, gözleri kırmızı ve dili ateşlendi,
— Ben
şeref ve şöhretim, dedi. Bilir misin ki aşka
tutulanların ismi toprak olur. Onlar kalblerini maşuklarının,
ayakları altına koyarlar. Onlarda namusun, şeref ve vakarın izi kalmaz. Onlar
herkesin nazarında insanlıklarını ve benliklerini kaybederler.
Ayça gülümsedi:
— Ah! o vekar ve şeref ki onu bağışlayan aşk
değildir, o sönen bir gölgeden başka bir şey değildir. Bütün varlık aşktadır, vakar, şeref onun
ihsanıdır. Benliği kaybolmuş aşıka canan, kendi cemalini giydirir, daha ne
ister? Onun bir şeye ihtiyacı yoktur, her şeyin ona ihtiyacı vardır.
Artık bir ıztırab kalbini parçalıyordu. O anda Ayça
başını yukarı kaldırdı, karanlıkların içinde pek parlak bir ay gördü, yavaş
yavaş gözleri kamaştıran bu ayın içinde Dolunay’ın çehresi görünüyordu.
Dudakları, gözleri ve nazarları belirdi ve ona:
— Ayça,
sen hepsinden daha güzelsin! dedi.
**
GEL HEM SENİ ÇIKARAYIM!
Ayça biraz sakinlenmişti. Şimdi nazarları Dolunay’ı
ilk gördüğü çocukluk anlarına kadar uzadı. Dolunay ilk defa Candın evine
geldiği zaman Ayça üç yaşında idi. Taşlıkta merdiven ayağına oturmuştu. Karşısında
Dolunay’ı görünce ayağa kalktı:
— Seni
bekliyordum! dedi.
Dolunay gülerek ona:
— Dur
seni yukarıya çıkarıyım! dedi. Ayça ise:
— Hayır
ben seni çıkarıyım! dedi.
Ayça’yı, evlerine ilk defa gelen bir misafirin
kucağında merdivenden yukarı çıktığını gördüler. Dolaşık sarı saçları birbirine
karışmış, küçük elleri sımsıkı onun boynuna dolanmış yüzüne muhabbetle bakıyor,
Dolunay da halâ küçük Ayça'nın (dur ben seni çıkarıyım!) deyişine gülüyordu.
Can bu manzarayı görünce hayrette kaldı. Zira Ayça
öyle bir kızdı ki değil bir misafire bu tarzda muamele etmek, kimsenin, yüzüne
bakmasına bile tahammül etmez, beyaz lülelerini demet demet yolar öfkesinden
mosmor olurdu.
Fakat Dolunay’a kapıyı kim açmıştı? Çünkü kapı çalınmamıştı
ve bu çocuk ne vakit, nasıl, niçin kapıya kadar inmiş, geleceğinden haberdar
olmadığı Dolunay’a (seni bekliyorum!) demişti, ona bu kadar tehalükle [İstekle atılma.
Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma] sarılmış ve çehresini böyle derin derin
seyrediyordu. Herkese karşı o kadar vahşi olan küçük Ayçayı böyle bekleten ve
sonra bu kadar teshir eden neydi?
Bu eski fakat manidar hatıradan sonra Ayça’nın hayaline ikinci bir çocukluk
hatırası hücum etti:
Çocukluğunun bütün ruhunu teşkil eden Can, her gece,
beyaz bir battaniyeye sarılır Ayça’nın o zamanlar henüz bilmediği bir sebepten,
muztarib simasıyla onun küçük yatak odasına gelir, bağım mindere koyar Ayça’nın
uyumasını beklerdi. Halbuki Ayça uyumaz, ikide birde başını kaldırır. Can’ın
nefesini birden kesilecekmiş gibi dinler; bazen bu kadar bağlı olduğu bu
nefesin büsbütün kesilmesinden korkar, sapsarı kesilirdi. Dehşet içinde
kulağını verir, nefes aldığını duyunca müsterih olurdu.
Belki de Can’ın zaif ve narin vücudu, solgun yüzü
onu kaybetmekten böyle korkuturdu.
Can bazı geceler Ayça’ya sarılır, küçük vücudu,
kollarında sıkar, gözlerinin içine bakarak, ertesi gün için Dolunay’ı
— Gelecek mi, gelmeyecek mi? diye sorardı
Endişe ile ümid ile, Ayça’nın gözlerinin, içinden
bir haber beklerdi Onun soruşundaki hararet küçük kıza da geçer gibi olur, o
vakit düşünür; eğer gözünün önüne Dolunay’ın hayali gelirse;
— Evet
der, onu görmezse;
— Hayır
diye cevap verirdi. Her halde bu ilhamlarda isabet olurdu ki sık sık narin
hayal ona sarılır ve sorardı, daima onun huşuyla bahsettiği bu ümid, müphem
surette Ayça’nın da hayatının maksadı olmuştu.
Işte bu kırık, bu yanık kadın ruhu, Ayça’nın
aşkının. ilk mürebbisi oldu. İlk terbiyeyi bu yüksek kadın onun aşkı içinde
verdi.
**
Gülemre ve Uluand gene Dolunay’ın seyahat
meselesinden konuşuyorlardı.
Uluand giddede itiraz ediyordu Fakat Gülemre:
— O
giderse biz de beraber geliriz! diyordu.
— Böyle
deme Gülemre.. niçin bu güzel hayatı değiştirelim? Seyahati sen kolay
zannediyorsun? oturduğun yerde böyle olmayacak şeyler söyleme! Uluand’ın iyice
canı sıkılmıştı
Yoksa Gülemre de bu işe şimdiye kadar razı
olmamıştı; bugün, nasılsa böyle bir şey söyleyivermişti.
Dolunay’ın üçüncü arkadaşı olan Nekao da Uluand
kadar üzülüyordu; fakat elinden bir şey gelmediği için susuyordu.
Uç candan arkadaşın bu fikirlerine, onu seven daha
bir çok kimselerde İştirak ediyordu. Fakat şimdiye kadar Dolunay’ı kararından
döndürmek kabil olmamıştı.
Seyahate çıkacaktı...
**
[Burada alıntı yaptığımız kaynakta iki sayfa noksan.
]
**
O bağlanmış değil.. Susuz ve aç! , Ateş susamışı aşk kavrulmuşu! . Bomboş, yanmak için
yaratılmış bir vücut! . diyor...
Mahzun gözlere neş'e vermek için Dolunay bir şey
bulup söylemedi.. Solgun yanakları, gül gibi saadetten kızartan güzellikler
bulmadı..
Bu ince beyaz örtünün içinde parlaklığı artan açık
saçları, Dolunay’ın güzel elleri okşadı. Bu elde saadet ve hayat saçan taşkın
bir kuvvet vardı.. Dolunay:
— Ayça
bir daha ne vakit geleceksin? Can:
— Yarın
gelir misin Ayça? diye sordu. Dolunay hemen:
— Bir
gün de pek çok! diye cevap verdi.
Yirmi sene bir kere arayıp sormadıktan sonra, bir günü
bile uzun ve geç görmek! Ne garip! .
Bu aralık Can, yarı hayret, yarı telâş içinde:
— Seyahat
meselesi ne oldu? diye sordu.
— Ne
seyahati Can? Bir yere gitmeyeceğim, burada kalıyorum., diye Dolunay, kendini
tutan bu küçük yüzün bir aşk denizini andıran ela gözlerine dalgın, ve sehhar [büyüleyici, büyü
gibi bir kuvvetle çeken] gözlerle baktı...
**
Nihayet ziyafet gecesi yaklaştı. Köyün güzel bir
kızı olan Altınay:
— Bu
akşam Gülemre ziyafete kimleri çağırdı, biliyor musun? diye sordu.
— Dolunay
kimi isterse., diye büyük Emre masumane gülümsedi. Gülemre zaten onun
arzusundan başka bir şey yapmaz ki.. Can, Ulu and, Mısırlı rahip, sen, ben, bir
kaç çoban, karıları ve dört senedenberi ilk defa gelecek gibi olan Ayça! . Hepsi
kırk kişiyi geçmez..
— Öyle
olacak., dedi Altınay acaba Dolunay bu akşam balag çalmayacak mı?
— Çalsa
da şarkı söylemedikten sonra neye yarar?
— Amma
güzel çalar.. Sen Özel’i gördün miydi, Ayça?
O zamana kadar hiç konuşmadan onları dinleyen Ayça,
uykudan uyanır gibi;
— Evet,
yedi sene evvel bir kere görmüştüm, dedi.
— Nasıldı,
güzel miydi?
— Su
çiçeği gibi nazik, solgundu.
— Ay
gibi güzel bir kızdı. Can beni onlara götürdüğü bir gün orada görüşmüştük. Can
onu çok küçükten tanıyordu. Pek nazik bir şeydi. Daha çocuk olduğum halde pek
beğenmiştim.
— Dolunay’ı
seviyor muydu dersin?
— Hayır,
hayır.. Gülemre’nin o seneki ziyafet gecesine kadar böyle bir şey kat'iyyen
yokmuş.. Candan işittim; böyle bir şey olsa muhakkak o bilirdi. Dolunay’a ait
şeyleri en çok bilen odur.
— Demek
ki o gece sevdi! Muhakkak bu bir aşktır!
— Aşk
mıdır, nedir bilmem, o gece Dolunay’ın sesinden müteessir olarak öldüğünü
biliyorum..
—
Zavallı Özel ? dedi Büyük Emre.
Ayça ise yüzünde bir aşk rüyasının hayali ile;
— Ne hoş
ölüm! diye mırıldandı. Altınay:
— Dolunay
hakikaten güzeldir! dedi. Yıldız ise:
— Güzel,
fakat vefasız! Gururlarını feda eden kadınlara şaşarım! dedi.
Altınay’ın canı sıkılarak:
— Amma
bu kadar yüksekten konuşma. Aşk perisi pek hassastır, kendine güvenenlere
ilişmesini sever.. Doğrusu Urukta onun kadar kalp ve ruh vurmasını bilen
yoktur... Ve..
Dolunay’ın sesi hakikaten güzeldir! derken Ayça’ya
baktı.
O hiçbir şey söylemiyordu Küçük Emre'nin Dolunay’dan
bahsetmesinden zevk alırdı Fakat ne Yıldız ve ne de Altınay henüz Dolunay’ı
hissetmiş değillerdi. Onun için Ayça, konuşmadan, bu geceki ziyafette Dolunay'ı
tekrar görmek arzusuna kapılmış dalmıştı ..
Bu aralık Altınay:
— Ayça..
Eğer Dolunay Mısıra giderse, burada, Uruk’ta yanacaklar pek çok. dedi.
O, hakikaten şehrin kalbi idi. Yanacaklar hakikaten
pek çoktu. Fakat Dolunay gitmeyecekti, bunu, Dolunay’ın son kararını henüz
kimse bilmediği için Ayça gene sükûtla geçiştirdi.
Fakat ne olsa bu korkunç sözden Ayça muztarip oldu
ve birdenbire kalktı:
— Çocuklar
akşam oldu, hep beraber gidelim, dedi.
Ve beraberce Gülemre’nin ziyafetine gitmek üzere
yola çıktılar.
Altınay’ın halâ gevezeliği üzerinde idi:
— Dolunay
adamakıllı güzel konuşur, diyordu. Rahip ne kadar bilgili bir adam olduğu halde
onu tapar gibi beğenir. Hem de ne kadar sever! Mısırda ve (Kalam) da onun
gibisi yoktur, diyormuş,
— Çocuklar,
işittiniz mi, Dolunay hücresinde yalnızken bir arslan gelmiş te ona bir şey
yapmadan çekilip gitmiş.
Onda doğrusu bir fevkalâdelik var! diyordu.
ZİYAFET GECESİ
Ziyafet gecesini (Ayça’nın duyguları) faslından
dinliydim:
Binlerce kere büyümüş, ışıkları yüz binlerce kere
çoğalmış, yeşillikleri, parlaklığı gökleri, dünyayı kaplamış, o gece... ne
güzel, ne güzeldi.
Şimdi yana yana, karşımda gittikçe solgunlaşan aya
bakarak o geceyi düşünüyorum.
Ona ilk yaklaştığım gece.. Emrenin vadi bu gece
hakikat olmuştu.
Başında, omuzlarına dökülen ipek saçlarının üzerinde
konceden taç vardı. Gözlerinde bütün mukavemeti yakan tanrısal ateş vardı.
Teshir eden yüzünün bütün cazibesi gül rengi dudaklarda, yakıcı güzelliğinin
bütün esir eden ateşi iki parlak güneş gibi ziya saçan gözlerde toplanıyordu.
Şakaklara doğru çekilmiş tanrısal kaşları hafifçe çatılmıştı.
Mutlak ihtiyar dünyanın üstünde ne güneş, ne ay
böyle bir ilâhı güzel görmemişti.
Portakal ağalarının altında oturmuş, ona uzaktan
bakıyordum. Yanımda da Küçük Emre yardı. Yalnız bu gece Emre’nin neşesi yoktu..
Gülemre bu gece yabancı kimse çağırmamaya itina etmişti. Bir kaç çoban
hurmaların altında balag ve kaval çalıyordu. Bunların etrafında bir kaç bağcı
raksediyordu. Dolunay bu gece ilk defa bana bu kadar yakın ve gönlümden gelir
gibi bakıyordu.
O bakımsız bahçe, bu gece bulutların, semaların
üstüne yükselmiş, bir ahret bahçesine dönmüştü.. Kendimi Dolunay’ın vücudu ile
bu tabiattan yükselmiş lâtif âlemde ne kadar başka hissediyordum. Kuyu başında
tesadüfün verdiği tatlı zevk sarhoşluğu içinde o güzel gözlerin bana dönen
nazarları inanılmaz ateşin bu rüyaya benziyordu.
Bir aralık Emre ile oturduğumuz küçük portakal
fidanlarının arasından bu gecenin güzel kızlarından Altınay’ın Dolunay a eliyle
şarap verdiğini gördük. Kâseyi kaldırdı, ziyadar gözleri beni buldu ve
gülümseyerek içti. Fakat bu ne içişti! yüzündeki mest ve aşk dolu mânâ...
Gönülden aşk içer gibi içti, içti..
Bu gece, kendine şarap vermeyi cana minnet bilen
güzel kızlara bakmıyor, güzel gözler, beni arıyor, yakıyordu.
Dolunay.. Saadet, zevk, ümit o..
Ay, güneş bütün ışıklar, nurlar o...
Dolunay..
Hayat, Dolunay ..
Aşk, hicran, vuslat., her gey o
Dolunay dünya bana bir hayal gibi geliyor, bütün bu söyleyen
gülen âlem bir rüya gibi uzak ve mübhem [Belirsiz. Gizli] görünüyordu.
Gece yarısından sonra, bir aralık tesadüfen içeri
girdim. Emre’nin küçük odasında yalnız oturmak istiyordum.
Kapıya kadar geldim Dolunay orada yapyalnız
pencereden bakıyordu. Geri çekildim, duydu ve bana döndü;
— Ah
korkma benim, gel! dedi
Bu seste mukavemet edilmez bir zevkin daveti kalbimi
vurarak girdim.
Pencereyi kaplayan o güzel ağacın arasından görünen
yeşil ışıkları, ruhanî bir âlemde uçuşan lâtif hayaller gibi kaynaşan yeşil
parlak kalabalığı göstererek:
— Gel, beraber seyredelim, dedi
Başındaki çelengi çıkarıp saçlarına koydu. Bunu
küçük Emre ile Altınay beraber örmüşlerdi.
Yan yana pencerenin Önünde duruyorduk;
— Ayçada,
dedi, seninle bir gün (çamlık çeşme) tepelerine gitsek!
Sesinde, gözlerinde aşk dolu idi. Binlerce yıl süren
intizar ve hasret ateşleri bir anda eridi, bir anda bu gecenin sinesinde
gizlice ilk aşk kıvılcımı düşüvermişti Ne ilâhı bir andı bu!..
Demek Dolunay benimle oralara gidecekti, orada
yapyalnız ne yapacaktık. Dolunay beni aşka davet ediyordu. Bu ne inanılmaz bir
rüya idi, Allah’ım!
Sustuğumu görerek tekrar ediyordu;
— Olur
mu gidecek misin?
Bu anın ebedî olmasını ne kadar isterdim, Dünya’da
bu ânın ve bu odanın kıymeti hiç bir şeyle ölçülemez.
Fakat aşkın tecellisinde karar olmuyor.
Tam bu sırada kapıda sesler duyuldu.
Büyük Emre ve Altunay göründüler, onu arıyorlardı.
Bizi içerde yalnız görünce durdular. Fakat o çağırmayı muvafık bulmuştu. İçeri
geldiler, onlara yer gösterdi. Ben soluna oturdum. Onlar da sağma oturdular.
Onun yanına büyük Emre oturmuştu.
Urukta Dolunay’dan sonra en güzel balag çalan genç
Demir gelince büyük bir gürültü koptu. Özel’in ölümünden sonra beş senedir,
Dolunay böyle umumî yerde ne bir garkı söylemiş, ne de balag çalmıştı. Bunu
bildikleri için Dolunay’a ısrar etmeye kimse teşebbüs etmiyordu. Büyük emre ve
Altunay; Demir, balag çalanların
ortasına girince seslere bir başka ateş düştü. Kakışlara bir başka ruh geldi,
dediler.
Oh bu kaval onların dudaklarında değil, benim
kalbimin damarlarında, benim kalb kesilen vücudumun zerrelerinde çalmıyordu.
Demirin balağı değil, benim dinlediğim bu gece gönlün musikisi idi.
Gizlice, dizini benim dizlerime yaklaştırmıştı. Bir
eli dizlerimde musikinin nağmelerine uyarak okşuyordu. Ah; bu eller., aşkı ne
derin bir ateşle ifade edebiliyordu.
Dolunay... benim sevebileceğim, sevdiğim, taptığım
bir tek vücut.. onun aşkı, ah ne müthiş, ne ateşîn [ateşli] olacaktı. Bu ateşe
cihanda hiç bir kalp mukavemet edemez..
Kendimden geçmiş, onun bahçeyi işaret ederek
söylediği sözlerin hiç birini anlamıyordum.
Ben bu zevk ve mestlik içinde iken, gözlerim
birdenbire onun öteki eline ilişti. Bir kolunu Emre’nin beyaz omuzuna koymuş,
altın örgülerinden birini avucuna almıştı.
Birdenbire yeşil ışıkların rengi soldu, sesler
durdu. Dünya karardı.
Bu aralık o eğilmiş gizlice tekrar soruyordu;
— Vadetmeyecek
misin? Gidecek miyiz?
Hemen eski katılığımla silkindim.
— Hayır,
diye cevap verdim.
Ah, bu hayır da ne saadet rüyaları, ne zevkler yanıp
gitmişti. Bu an gönlümü öyle sardı ki, bütün ateş içinde kaldın, işte tıpkı
bana yaptığı gibi saçlarını okşuyor. Şimdi bana söylediklerinden ona da
söyleyecek .. Ben olmasam da olur ne olacak;
Can o sırada elinde kâse ile onun şerbetini
getiriyordu, Dolunay’a yaklaştığımı onu sevdiğimi Öteden-beri istiyen Can, beni
burada görünce kim bilir ne kadar sevinecekti. Fakat ben bırakmadım ki...
Yerimden fırladım. O;
— Nereye
? diye mani olmak istedi. Bir şey söylemeden dışarı atıldım. Başımdan çelengi
çıkarıp koncelerini kopardım.
Bahçenin bir köşesinde yalnız otururken onun
geldiğini gördüm gizlice içeri girdim. Bir az evvel onunla oturduğumuz odaya
çıktım.
Onunla konuştuğumuz o tanrısal sedirin üstünde
başımı pencerenin kenarına dayadım. Orası bütün gözyaşlarımla ıslandı. Bu
odayı, bu pencereyi ne kadar severim.
Ağladım, ağlıyordum... Oh, bu gözyaşları ne güzel,
ne tanrısal idi. Anlıyordum ki, benim bir kalbim, bir gönlüm vardı. Bunu ilk
defa yanmasından, acısından anlıyordum. Ateşle zevk bıribirine karışmıştı.
Ne olurdu, o böyle firarî, böyle kararsız olmasaydı,
diyordum.
Onun böyle günlümde karar edeceğini benim kalbimi
vatan tutacağını o zaman bilmiyordum.
Portakalların her dalında ışıklı bir çiçek, yeşil
bir fener sallanıyor, baharın en hoş gecesinde en tatlı bir rüzgâr portakal
kokuları getiriyordu.
Artık sabah yakındı. Kendi kendime kalbı bir teselli
ile;
— Emre’yi oyalamak için yaptı, mütalâasını yürütüyordum
O içeri geldi. Veda ediyordu;
— Seninle beraber olmadıktan sonra ne yapayım,
gidiyorum... diyordu...
Fakat bir insan kalabalığı onun yolunu kesti. Bunlar
ziyafetin sonsuz güzelliklerine rağmen, hep Dolunay’ın seyahati üzüntüsünden
eğlenemeyen , dostları idi.
Uluand’ın yüzünü iztırab o kadar karıştırmış öyle
hazin bir ifade vermişti ki, bu muztarib mana Dolunay’ın zeki gözlerinden
kaçmadı ve sordu:
— Nen
var Uluand?
Uluand bütün memleketin hissine tercüman olan titrek
sönük ses, kahraman Uluand’ı değil, anasına sokulan küçük bir çocuk hissini
veren hazin bir ifade ile hiç bir hazırlığımız yok., kervanın hareketine kadar
ancak yetişiriz, dedi..
Dolunay tıpkı Cana söylediği gibi tatlı ve müsterih
bir tebessümle, sadece:
— Ben
seyahatten vazgeçtim Uluand! dedi.
Bu karar, ziyafet yerini birdenbire kıyamet gününe
çevirdi.. Sevinç, çığlık, gözyaşı bütün beşeriyetin fevkindeki tezahürler
birbirine karıştı.
KÜÇÜK EMRE
Gülemre’nin ziyafetinden iiç gün sonra idi; küçük
Emre, odasında hurma dalından yapılmış küçük yatağını okşuyordu, Bu, artık
kendisine küçük gelen yatağı ne kadar çok severdi. Bütün çocukluğu, gençliğinin
en hâr [Diken.
Yıkılmış, hedmolmuş] günleri ve Dolunay’ın aşkının belirdiği geceler,
Dolunay’la gezdiği iki üç günün o mes’ut hatıraları hep bu yatakta idi. Bu
sevimli yatağı artık bırakacak ve doğup büyüdüğü bu küçük evi, bu güzel
memleketi unutmaya çalışacak, her şeyden, babadan, vatandan, aşktan uzaklara
gidecekti
Bu bir senelik aşk, henüz on dokuz yaşı kadar taze
ve çocukluk çağında idi. Fakat bu aşk ona ümid vermemiş, bilâkis çetin bir yüz
göstermişti, Dolunay’la ancak bir kaç gün gizlice kırlarda gezip konuşmuşlardı.
Dolunay onun zekâsını seviyor, güzel gözlerine meylediyordu, Fakat Dolunay’ın
kanmayan cevval ruhuna, bu bütün olmayan meyil, kâfi gelmekten pek uzaktı,.
Nereye gitse biliyordu ki o, Dolunay’ı unutamazdı.
Bütün iradesine, mücadelesine rağmen gözleri Dolunay’dan başka bir şey
görmüyordu Bu aşk onun ruhunda öyle titriyen, taşan bir kaynaktı ki, onu ölse de
böyle yakıp gidecek, dinmeyecek, bitmeyecekti Hem Emre, hayatta bir kerre
severdi... verilen kalb bir daha çevrilmez, bağlanan gönül geri dönemezdi.
Emre’nin kalbine atılan ok iyi saplanmıştı. Gene Dolunay’ın hayali öyle har,
öyle cazib bir aşk içinde karşısına çıkıverdi ki, Emre, hınçkıra [hıçkıra] hınçkıra
ağlıyor ve bu göz yaşları yanaklarının ateşinden bir anda yanıp bitiyordu,
Dolunay’ın ona; Emre! deyişi ne kadar
tatlı ve canlı idi,. O, neler bilmiyordu?! Eğer Dolunay onu isteseydi, kim bir
bu, ne har bir aşk olacaktı! Bir kerre bile eline değmeyen elleri, onu yakardı;
kim bilir bu eller eline değse Emre yanardı...
İki defa Sülün’ün üzerinde gelipte onu evden aldığı
vakit, kendini unutacak kadar heyecana düşmüştü. Kendisi de Gülemre'nin
devesinde Uluand’ın bahçelerine gitmişlerdi.
Kendi yatağının karşısında Büyük Emre kumral
örgülerini açmış, çok defa olduğu gibi, düz ve muntazam çehresinde rahat bir
uyku ile uyuyordu.
Hep böyle idiler. Biri ne kadar müsterih, sakin ise,
öteki o kadar mahzun., biri sapsade, öteki bin bir renkli dalgalı ve
hırçındı... Bununla beraber birbirlerini çok severlerdi ve ikisinin en çok
benzedikleri canlı nokta, Dolunay’ın aşkı idi.
Bu nokta küçük Emre’nin kalbinde doğduğu bir yıldan
beri, onları birbirine garib bir surette yaklaştırmıştı., fakat gene aynı gölge
aralarına girer ve onun hisli kalbini örselerdi.
Gülemre, küçük Emre’nin babası olmakla beraber o, neşesiz,
Büyük Emre İse hayatından memnun ve sakindi.
Gülemre'nin eşinin çocuğu olan Büyük Emre, üç
seneden beri Dolunay’a meclub olmuştu. Büyük Emre’yi kendi kızından ayırmadan
derin bir şefkatle seven Gülemre, bunu bildiği halde, kendi kızının kalbindeki
zafı anlamamıştı. Zeki çocuk, bunu Dolunay’dan başka kimseye duyurmuş
değildi...
Uç gece evvel, ziyafette Dolunay, Mısıra gitmekten
vazgeçtiğini söylemişti.
Bu haber bütün Uruk’un ölmüş kalbine sevinçten,
zevkten can getirirken, küçük Emre’nin üzerinde bir yıldırım tesiri gösterdi.
Dolunay’ın, Ayça’nın kovasını taşıması ile, o gece
söylenen bu söz arasında derhal şiddetli bir münasebet buldu ve karar verdi.
Zaten ötedenberi duyduğu aşk, artık bârız bir hale
gelmişti: Dolunay ve Ayça, onun muhayyilesinin şid’detle biribirine yaklaştırdığı
bu iki ruh, nihayet bir hakikat olan, parlak manzarasını göstermişti
Ah Dolunay, ah!
Ben bu dünyada yalnız seni sevebilirdim ve bilirim ki seni severek
öleceğim . Benim
yaratılışım sana tapmak içindi... Ah Dolunay, ne kadar güzelsin! dedi.
Güzel koyu gözlerinde, çıkık zarif alnında, ince
küçük çehresinde metin kalbinin çocuk aşkı bütün şiddet ve temizİiğiyle
aksetmişti...
— Senin gitmediğin Mısır benim için!. Onun
hicran ufukları benim için! . Bana orası yaraşır! diye karar verdi.
Bu küçük kızın verdiği kararı tatbik edecek kadar
metin ve iradeli bir ruhu vardı.
Yeğeninin ve büyük amcasının yanına gidecekti. Üç
gün sonra Mısıra hareket edecek olan küçük amcasıyla beraber gitmeyi düşündü.
Küçük amca attan düşüp Mısırda hastalanınca, ticaret
işlerini yüzüstü bırakan büyük kardeşinin işlerine bakıyor, bunun için Mısıra
gidip geliyordu. Küçük Emre'nin kararı kat’ı idi. Kalbden gelen bir sesle:
— Korkarım
ki aşkımın şiddeti, onun huzurunda beni yakar, eritir, ben onu evrenin
kuşatamadığı bir aşkla severim., dedi. Gözlerim biran nazarlarının cazibesine
tahammül edemeyip yanar. Onun beni bitiren Çehresine fazla bakmaktan korkarım;
her hitabında bu kalbime bir hançer saplanır ve kalbi yıkan sesinden, ölümün
ıztırabı gelir Onun gözlerinden titrerim, bütün iradem, bütün gururum
ayaklarının dibinde zelil... Bütün aklım yanmak tehlikesinde her görüşte harab
olur, onu görmemekten çok, görmeye tahammül edemem.
Gidip Dolunay’ın hücresini uzaktan görmeye karar
verdi; hafifçe rüzgâr esiyordu. Babasının kalın abasını alıp sarındı ve
karanlıkta yüzünü örterek çıktı.,
**
Can, yattığı yerde doğruldu. Dışarıda fırtına
gittikçe ziyadeleşiyordu,,
— Dolunay’ın
ocağını acaba yaktılar mı? diye düşündü.
Bu gece Uluand, orada yatacaktı, fakat belki de o,
bunu düşünememiş, ocak sönüp gitmiştir, diyerek kendi kendine yerinden kalktı,
adım atacak kuvveti yoktu. Çünkü ziyafet gecesinden beri hasta idi. Bitişik
odada yatan Ayça, kendisini görürse gitmesine mani olacaktı,,.
Başına bir şal sardı, titriyordu; Dolunay’ı
düşünerek onun gözlerinden kuvvet ve hayat istedi. Hakikaten Can’ın vücuduna
gizli bir kaynaktan aşk, kuvvet getirdi. Yavaşça odadan çıktı ve çabucak avluyu
geçerek yola çıktı.
Can’ın evi ile Dolunay’ın hücresinin arası en aşağı
yarım saatlik bir yoldu, hücre hemen kalelere yakındı. Can, biran evvel
gidebilmek için bütün kuvvetini toplayarak âdeta koşmaya çalışıyordu.. Çünkü
Dolunay’ın üşümesinden korkuyordu.
Can, esen fırtınaya karşı korunmayı bırakmıştı.
Zaten şalı uçuran rüzgâr, etlerine kadar işliyordu. Yola pek alışık olduğu için
yıldızların parıltısı önünü görmeye kâfi geliyordu.
Bir aralık Can fevkalâde dolgun bir aşk mânası
taşıyan bir ifade ile:
— Ah! dedi ve Dolunay’ın bir şarkısının güftesini
söylemeye başladı:
Ah!
aşkın nalesi,
ne cefadan, ne rızasızlıktan
ne de vefa azlığındandır;
belki bu aşkın nalesi,
aşkın iktizasıdır.
Çünkü maşuka
nale ve ah hoş gelir!
Bu anda fırtınanın uğultusu içinde bir ayak sesi
duydu. Karşısında uzun boylu narin bir gölge gördü. Şal düşmüs olduğu için yüzü
görünüyordu. Kendisini tanıyarak:
— Can!
dedi. Can O vakit sesi tanıdı.
— Küçük
Emre burada ne arıyorsun? diye sordu.
— Hiç
dolaşıyorum, dedi ve hayretle:
— Ya sen
nereye gidiyorsun Can? Seni çok hasta diye işittim de.
Can
— Dolunay’ın
ocağına bakacağım, dedi.
Bunu işiten küçük Emre titredi ve kendinden utandı:
(Ben aşkta ne kadar ham bir aşıkım. Can ise canını Dolunay için sever; hatta
kendi canını ve varlığını görmekten münezzehtir, ben ise henüz kendi varlığımı sevmekteyim.,
meğerse ne kadar noksanmışım diye düğündü ve utanarak bir kelime söyleyemedi.
Can:
— Hava
çok soğuk Emre, üşüşürsün, git yat! diye tavsiyede bulundu ve yürüyüp gitti.
Emre:
—Bu kadın aşkta ermiştir, diye söylendi ve; ben
mümkün değil onun gibi olamam. Ah Dolunay, ne olurdu sen yalnız küçük Emre’ye
ait olaydın! diye düşündü.
Can hücrenin kapısına yaklaşırken içerde sesler
işitti: Gülemre, Mısırlı rahib orada idiler. Kulağını kapıya verdi, ocağın
sesini işitmek istiyordu. Eğer ocak yanıyorsa dönüp gidecek, Dolunay da
geldiğinden haberdar olmayarak, üzülmeyecekti.. Fakat buna karar verdiği
sırada, kapı kendiliğinden açılıverdi, Gülemre göründü:
— A..
Can! dedi.
Kapıda ayak sesi duyunca merak edip bakmışlardı. Can
içeri girmeye mecbur oldu ve yanan ocağın başında oturan Dolunay, rahibe:
— İşte,
yaşayan ölü! diye gülümseyerek Can'ı gösterdi. Rahib hürmetle ayağa kalktı.
Dolunay’ın arkasından memleketini bırakıp buralara
kadar gelen, bu, çok sevimli, zeki ve bilgili adamdan Can hoşlanırdı. Uzun boyu,
vakur, halâvetlİ [Tatlılık.
Şirin olmak ] bir tavrı, Türkçeyi çok tatlı söyleyen genç, canlı
bir ifadesi vardı. Dolunay:
— Can,
nasıl oldun? Gece yarısı neden geldin? diye sordu.
— Ocağınıza
bakmak için geldim!.. Tamamıyla iyiyim.
Can, hakikaten şu anda tamamıyla iyileşmişti. Dolunay’ı
görmek ona her vakit böyle hayat verirdi. Bu saman, aşkın verdiği fevkalbeşer
kuvvettir.
Dolunay Can’a bu vakit geldiği için darıldı; fakat
Can, tamamıyla iyileştiğini kat’ı olarak temin etti. Dolunay ona, ocağın başına
oturmasını söyledi. Can müsterih bir halde oturdu. Gülemre, yarım kalan
sözlerine tekrar devam etti..
Gülemre rahibe, Dolunay’ın hayatından bir çok
parçalar söylemişti. Şimdi diyordu ki:
— Dolunay
elimde büyüdü.. Bütün memleket ahalisi onu tanırdı, yaramazlığından, babası Erkurt
onu mektebe yalnız yollayamazdı, ben götürür getirirdim.. Bana da neler etmezdi
canım,.
Bunları söylerken Dolunay’a bakıyor, ikisi de
gülümsüyorlardı.
Ne İse Erkurt ona, torunlarına yetecek bir servet
bıraktı. Dolunay bir gün bütün bu serveti kendine pek ehemmiyetsiz bir kısmı
bırakarak Uruk’un fakirlerine taksim etti. Çobanlar efendi oldu, esirlerini
azad etti ve bu küçük hücreyi ona elimle yaptım, Dolunay’da yardım etti. Kaç
günler kil tuğlalarını eliyle taşıdı
(Gülemre bunu söylerken çocuk mavi gözlerinde derin bir muhabbetle Dolunay’a
bakıyordu.) İşte bu hücreyi böyle yaptık. Fakat Dolunay burada ne âlemler
geçirdi. Bazen günlerce yemez, içmez, sabahlara kadar şarab içerdi. Vücudu
hayal gibi ince ve zaif kalmıştı. Ben hep gizli gizli onun haline ağlardım..
O vakit yazma okuma bilmezdim. Dolunay deri
parçalarına bazen bir takım yazılar yazardı, bunları bir kerre çalıp
okutmuştum. Dolunay bir gizli gönül çekiyor zannettimdi. Okudular... Hep aşk
sözleri idi... Fakat ne okuyan iyice anladı, ne de ben...
Onu tarassud [gözetleme] ediyordum,
görünürde hiç bir maşuku yoktu. Karar verdim ki onun sevdiği bu gözlerle
görünen değildir ve bildim ki Dolunay, başka Dolunay’dır.
Temiz küçük gözlerinde yaşlar belirmişti ve solgun
çehresi büsbütün sararmıştı. Gülemre ağlıyordu.. Onun yakıcı ahından yanardım..
Sesinde bir başka ateş peyda olmuştu.. Gülmesi, söylemesi hep mahbubu ile geçen
âşinalıktı.. Kavalının sesine ciğer yakan bir tesir gelmişti Dolunay’ın.. Ondan
sonra yanık sesini dinleyenler, bu ateşten Ölüp gitmeye başladı.. Ona baktıkça
gözlerimden iki sıra yaş dökerdim.
Rahib Nekao, başım iğmiş, sevimli yüzünde tatlı ve
ruhanî bir tebessüm aydınlanmıştı. Onun Dolunaya hediye ettiği halının üstünde
oturuyorlardı. Bu halı Dolunay’ın yattığı sedirin önünde yerde serili dururdu.
Rahib Nekao, bu halıyı, Mısırdan geldiği vakit Dolunay’ın hücresine getirmiş
ve;
— Otuz yıldır üzerinde ibadet ettiğim bu
halıyı senin ayaklarının altına koyuyorum! diyerek, yıllarca üzerinde, gözyaşlarıyla
ıslanmış ve bu ibadet gecelerinde yıpranmış bu halıyı kendi benliği ile beraber
Dolunay’ın ayaklarının altına bırakmıştı.
Nekao, Dolunay'ı büyük bir hayranlıkla sever ve onun
talebesi olduğunu her yerde iftiharla söylerdi. Halbuki Uruk'un şanlı hâkimi
bile rahibin bilgili bir insan olduğunu kabul eder ve onu daima ayağa kalkarak
karşılar ve ihtiram ederdi.
Dolunay, bu sözleri sakin bir halde dinledikten
sonra rahibe dönerek;
— Nekao..
Gülemre sana epeyce şeyler anlattı. Sen de Tenis
Mabedinde geçirdiğin
hayatı Gülemre’ye anlattın mı?
— O
bilir, fakat sanırım Can işitmedi, dedi. Tenis mabedinin baş rahibi, beyazlanan
küçük sakalına elini koydu. Güzel yüzünde tatlı bir tebessümle Dolunay’a
baktıktan sonra;
— Dolunay,
görmeden geçen hayatım bir gayb aleminde, hakikat dünyasının bir takım küçük
ışıklarını gözlemekle geçiyordu. Dolunay, hakikatin saf çehresidir, dedi. Ben onu görmeden evvel cehl ile Ölü idim;
beni bilgi ile o diriltti...
Tenis mabedine müracaat ettiğim vakitte otuz sekiz
yaşında idim, hakikati bilmek için usanmaz bir azmim vardı.
İki gün süren bir imtihandan sonra beni kabul
ettiklerini haber verdiler. Bir tek kız kardeşimle vedalaşarak gittim.
Rahibler, beni bir takım avlulardan geçirerek bu mabedin önüne, hakikat esrarı,
denen bir mabedin önüne getirdiler. Bu. mabedin perdesi (Izis)’in tasvirile
süslü idi.
[İsis (İzis, Aset), Osiris'in (aynı zamanda karısıdır ), Seth
ve Nephthys'in kardeşidir, Nut
ve Geb'in kızları ve çocuk Horus'un
annesidir. Bazı kaynaklara göre Anubis de İsis ile Osiris'in oğludur.]
Rahiblerden
biri bana;
— Bu,
senin gireceğin yol çok dehşetlidir, korkuludur, gel bizi dinle, henüz kapılar
kapanmamışken vaktiyle çık git, sonra mahvolmıyasın! dediler. Ben:
— Hakikati
bilmek istiyorum, dönmem, dedim. Beni bir kaç kişiye teslim ettiler. Bu
rahibler de bir hafta kadar benimle meşgul olarak kalbimi temizlemeye
çalıştılar ve bana sükutu öğrettiler. Ayni zamanda sabrımı denemek için pek
bayağı işler verdiler.
Bir hafta sonra bir rahib gelerek beni aldı, bir
takım dehlizlerden geçirdi. Bu dehlizin nihayetinde gayet dar bir delik, ve
yanında da iki sütun vardı. Bunlardan biri kırmızıdır ki, Uziris’in ruhuna
yükselir ve hayır perisine işarettir, biri de siyahtır ki baş aşağı
yuvarlanıyor vaziyetinde şer perisini temsil eder.
Gene rahib:
— Bak
Nekao. bu dar delikten geçmek lâzım
geliyor. henüz kapılar kapanmadı. İçerde ne olacağı meçhul.. burada ölüm var iyi düşün! dedi Ben kalmakta
gene ısrar ettim.
Nihayet kapılar kapandı. Elime bir kandil verdiler
ve yap yalnız kaldım. Bu delikten geçmek lâzımdı öyle dardı ki, ezilerek,
berelenerek geçebildim.
Fakat bu sefer karşıma bir gayya, bir uçurum çıktı.
Burada etraf karanlıktı, dehşete düştüm. Eyvah ne yapıyım! derken, solda bir
yarık gördüm, buradan içeri girdim; bir müddet dehşet içinde yürüdüm ve müthiş
bir ses duydum:
— Hakikati ariyan abdallar burada mahvolur! diye yedi kerre inledi.
Tekrar yürümeğe başladım, karşıma hafif aydınlık bir
yol daha çıktı. Burası bir avluya açılıyordu. Bir takım heykeller ve altında
bir harf ve bir aded [sayı] işaret edilmişti: Bunlar, hakikatin sırları idi.
Bilhassa (x) remzi yazılmış bir çerh [yara] dikkatimi
celbetti, üstümde elinde kılınç bir sfenks, çerhın altında İzis’in bir heykeli,
göğsünde altın bir çiçek vardı
Nihayet tunç bir kafes gördüm, kapağı açıldı,
içinden bir rahib çıktı ve bana;
— Tebrik ederim, birinci ölümü atlattınız, dedi, ve anlatmaya başladı: Buradaki harfi ve bir
adedini görüyor musun? Nasıl balağın bir teline dokununca aynı ahenk ve
titreyiş öteki tellere de aksediyorsa, bu da üç âleme işarettir. Hareketi üç
âleme de aynı suretle intişar eder. Bu harf evvelâ, her şey kendindin zuhur
eden lâhût âlemine işarettir ve her şey, kendinden zuhur eden bir adedine
işarettir ki, o da akıl ilmidir Üçüncüsü de, kendi fikri ve çalışması ile
merkezleri birbirinin aynı göklere yükselen insana işarettir, dedi ve bir kafes
açıp ateş dolu bir fırın gösterdi:
— Bunu
geçeceksin. Ben bunu zamanında bir gül bahçesi geçer gibi geçtimdi. Yolun açık
olsun dedi ve kapıyı kapayıp çekildi.
Etrafıma dehşet içinde baktım ve ateşin içine
atıldım ; meğerse o ateş bir serapmış. İçinde bir yol açıldı, onu takib ettim.
Karşıma zifirli, siyah, kokmuş bir su çıktı; bir müddet tereddütten sonra onun
da içine girip geçtim, İki rahib beni karşıladı, bir mağaraya getirip, burada
üstümü temizlediler, kokularla ta’tır [Güzel koku ile kokulandırma] ederek güzel bir yatağa yatırdılar ve beni tebrik
edip çekildiler. Yatakta istirahate kavuşunca dalar gibi oldum. Fakat tam bu
sırada karşıma pembe bir tüle sarılmış, sol elinde güllerle tetviç [Tac giydirme ] edilmiş bir şarap kadehi tutan, dudakları bir yemiş
gibi lâtif, müstesna bir güzel kız zuhur etti.
— Safa geldin Nekao! Bu kadar tehlikeleri
aştın. İşte sana saadet kadehi getirdim, korkma iç artık ben seninim diyerek
yatağıma oturdu ve kolunu, tahammülü güç cilvelerle boynuma sardı.
— Bu
imtihan pek müşkül olsa gerek dedi Gülemre:
— Müşkülün müşkülü.. Kız fevkalâde güzeldi,
benim yorgunluklarımı dinlendirecek kadar cazibti. Dehşetli bir mücadeleden
sonra titreyerek şarabı da kızı da reddettim. O vakit güzel kız, bir gölge gibi kaybolup gitti.
Nereden çıktığı belli olmayan iki rahib geldi,
bunlardan biri beni süzdükten ve : savaşını tebrik ederiz dedikten sonra :
— Uzıris’in
nuruna kavuşmak için ölmek lâzımdır
ölmeden onun nuruna kavuşulamaz! dedi ve beni
yerin altında mermer bir lâhde götürdüler. Korkunç mezarın içine girdim.
Iztırab ve elemden kendime sahib olamayacak surette raşeler [ Titreyiş,
ürkme] içinde idim. Fakat vücudum harab oldukça, içimdeki
nuranî seyyale kuvvet buluyordu. Bu aralık orada kendimi kaybettim. Sonra
kendime gelmeye başladım: Karşımda şuledâr [alevli, ışıltılı ] bir nokta belirdi. O nokta yavaş yavaş yaklaştı, beş köşeli bir yıldız oldu. İçinden bir güneş zuhur etti, bir beyaz ziya
hasıl olup beni içine çekti sonra o kayboldu, yerinde, bir konçe hasıl
oldu bu konçeden bir beyaz gül zuhur etti. Ke'si [Kadeh. Dolu kadeh] kırmızıydı. Ah dedim, acaba bu gül İzisin
kalbindeki altın gül gül, o aşkı ihtiva eden muhabbet nesrini [Yabani gül] midir? Bir aşk âleminde iken gül kayboldu. Vücudumu
har bir nefha kapladı, şeffaf bir bulut peyda oldu ve bir çok şekillere
girdikten sonra nihayet içinden elinde bir tomar tuttuğu halde (İzis), bir kız şeklinde, zuhur etti ve eğilerek dedi ki; ben
senin göze görünmeyen hemşirenim [Aynı sütü emen
kızkardeş. Abla, bacı] Bu tomarlar senin şimdiye kadar olan amellerindir,
beyaz kısımları da şimdiden sonra olacak
amellerindir. Şimdi beni tanıdın mı? Ne vakit çağırırsan ben gene gelirim! dedi ve gözden kayboldu.
İşte bu imtihanlardan sonra büyük rahib karşımda
göründü :
— Nekao.
Artık rahiblik mertebesini buldun. Bir kul azâd etmek için mutlak senin efendi
olman lâzımdı; âmir olman için evvelâ nefsine hâkim olmalısın. Şimdiden sonra çalışacağın
zamanlara doğru yürü! dedi ve beni oradan çıkardı. Kulağını ver, sana bir iki söz
söyleyeceğim, dedi: Hikmet
ikidir:
Biri,
bil ki vücut, mananın aynıdır. Bir tek kanun vardır ki bütün kâinatı o idare
eder; o kanun için küçük büyük yoktur.
İkincisi, insanlar fâni mahlûklardır; kendini kurtarıp
layemût olan insan ise ilâhdır.
Nekao!. hikmet
ve hakikati, herkesin aklının yettiği dereceden söyle, eğer aksini yaparsan,
bunların arasında ham ve karanlık kalblilerin akıllarının şaşmasına, yahut
delinmelerine sebeb olursun. Hakikat, içinde olsun, onu gizle, yalnız
hareketlerin söylesin. Bu halde ilim kuvvetin, iman kılıcın, sükût delinmez
kalkanın olsun ! Artık anladım ki, o benim gördüğüm gayya, nihayetine
varılmayan hakikat gayyasına karşı bir hiçmiş.. O gördüğüm ateş, benim vücudumu
kemiren ihtiras ateşine karşı bir kıvılcımdan farksızmış, o zift deresi ise,
benim vücudumda olan ve bazen beni ziftlere saran şüphe zift kuyusuna nazaran bir
şey değilmiş!
Bundan sonra manevi bilgiler ve musikî tahsil ettim
ve nihayet yirmi yıl sonra Baş rahib oldum. O vakitler, nefsi kırmak; yahut
hallerinden ibret alıp kendi temizliğime güvenmemek maksadıyla çok defa
sefihlerin toplandığı kahvelere, meyhanelere gitmek âdetimdi. Onlarla beraber
oturur, şarab içer, şarkı söylerdim ve bazen de içinde istidadı olup ta bendeki
ilahi şuleden tutuşan olurdu.. ve içlerinde benden daha meziyetlisini görüpte
utandığım da olurdu.,. Oh! bu bir andır
ki, bu, İzis’le can arasında bilinmez bir demdir, buna ne akıl erer, ne sır...
Bakarsın sefih, günahkâr görürsün, bir an gelir ki o günahkâr, Izıs’in kalbinde
açan gülün yaprakları arasında vatan tutar.
— Ne
gariptir! Gene bir gün bu niyetle Tenis’in en düşkün ahlâklı insanlarının
toplandığı bir meyhaneye gidiyordum. Böyle zamanlarda rahib kıyafetini
göstermemek için üzerime büyük bir manto giyerdim. Gene böyle mantomun içine
iyice örtünmüştüm. Yanımda da saray nazırı olan genç dostum Naom vardı. Konuşa
konuğa gidiyorduk, Pek sefih olan Naom’a nasihat ediyordum, ve ona,
— Bir az
da ruhun zevklerini tat., zevk, yalnız etin, şarabın, dudağın ve karnın
getirdiği zevkden ibaret değildir. Bir az da hissinin dudaklarını kalbinin ve
canının gözünü kullan. Allah sana parlak bir zekâ vermiş, bu aydınlığı
süprüntülükte çor çöp araştırmak için kullanmaktan bir an fariğ ol da, ruhunun
bin bir hazineli bin bir güzellikle dolu his yollarına çevir! Bir az da ruhunla meşgul ol, bir an hissinin
dudaklarına lezzet ver.. Kuruyan kalbinin dudaklarını, bir az can ve aşk
şarabından ıslat! diyordum. Naom. bana :
— Hakikaten
aklım isyan ediyor ve benim bulunduğum âlemin üstünde bir gizli hayat olduğunu
her vakit söylüyor, fakat Nekaocuğum, sizin gibi bir taştan mezarın koskoca
duvarları arasında bu hayatı göz göre körletemem... Gençlik, güzellik, servet,
bunlar bir daha bulunur şeyler değildir. Ben malikânemin köşesinde hakikati
bulmak isterim,.
Muattar [Itırlı, kokulu] mantosunu, süslü elmaslı nalınlarını zarif bir
şekilde taşlardan koruyarak yürüyor, iyi taranmış dalgalı saçlarını rüzgârdan
bozulmasın diye eliyle düzeltiyordu. Ona:
— Naomcuğum,
bırak bu nalınlardan elmaslar dökülsün de nazik ayakların biraz hakikat yolunda
incinsin, güzel yüzünün rengi biraz solsun, hazine,
viranede saklıdır. Virane de kalbdir. Nasıl olsa
bunlar, bu güzellikler sana ödünç verilmiştir. Gençlik, bir gün senin iradenin
üstünde, sana hiç danışmadan bunları alıp götürecektir. Sen, bir başka
gençliğin, ruh kaynağının lezzetinden tat.. O hiç bozulmaz ve lezzetine acılık
gelmez, diyordum.
Bu sırada saray meydanından geçiyorduk. Bir güzel
ses işittim; o kadar güzeldi ki vücuduma baygın bir hal, dizlerime kesiklik
geldi. Sanki kana kana şarab içmiş de sarhoş olmuştum. Etrafa baktım, görünürde
kimse yoktu, fakat biri şarkı söylüyordu. Acaba nedir, kimdir, diye bakınırken,
saray kulesinin duvarından yola bir genç atladı, bana:
— Rahib
efendi, atımı kaybettim, kulenin yolunu arıyorum, dedi.
Yüzünün güzelliği, beni sözü kadar hayrette bıraktı.
Fakat anladım ki bu genç, Naom’a cevab veriyor..
Naom:
— Saray
kulesinin tepesinde at aranır mı? diye sordu.
— Sen
malikânenin kuş tüyü sedirinde de hakikatin bulunacağını söylemiyor muydun?
diye gülümsedi.
Benim rahib olduğumu nereden bilmişti? Belki
yüzümdeki mâna, bu fikri ona, herhalde her şeyi iyi gören fikrine, ilham
etmişti..
Fakat bilir misiniz, Naom hakikaten kaybolan atı,
saray kulesinin tepesinde buldu ve malikânesinin kuş tüyü sedirinde hakikati
gördü...
Dolunay’la üç dost olmuştuk ve Naom, Dolunay buraya
dönerken, Mısır da istemiyerek kaldı. Can:
— Niçin
kaldı? diye sordu. Dolunay:
— Ailesi,
çocukları vardı, onların yanında kalmasını istemiştim.. Dedi. Rahib:
— Naom
kısa zamanda Dolunay’dan çok şey öğrendi. Keskin ve parlak istidadı, pek az
zamanda çok yol almasına imkân verdi ve hakikaten mükemmel bir insan oldu.
Dolunay, bilgisiyle benim gibi ona da hayat verdi.. Anladım
ki Dolunay’ı görmek ve bilmek, benim yirmi yılda bin zorluklarla kazanacağım
hikmeti, bir anda müşkülâtsız ve zahmetsiz öğretebilirmiş. Dolunay’ı
görünce mabedi bıraktım; vatanım, onun kalbinde idi. Onun için Tenis’i
bırakarak buraya geldim.
İKİNCİ KISIM
(Yürek için)
Ayça’nın duyguları:
Ziyafetten bir kaç gün sonra, Emre’nin bilmediğim
bir sebepten Mısıra gittiği gündü. Dolunay bize gelmişti.
Can’ın odasında oturuyorduk. Göğsümde mavi bir böcek
kabuğundan kendi yaptığım bir iğne vardı, Dolunay onu istedi, vermedim. Hele bu
isteyişteki hususî manayı sezince isyan ettim. O:
— Zorla
alırım! dedi... Ve Can’ın yanında gelip bileklerimden tuttu, bütün kuvvetimle
mukavemet ettim. Yumuşak cildi beyaz bilekleri çelik gibi kuvvetli ve haşindi,
göğsümden iğneyi koparıp aldı. Bütün kudretimle hücum ettim, geri almak
istedim, avucumu demir gibi sıkmıştı. Bir aralık:
— Canını
acıtacağım diye korkuyorum, yetmez mi? dedi. Şiddetle:
— Hayır!
dedim.
Biran bileklerimden tutup beni kendine çekti. Yanan
avuçlarında bileklerim sanki kavruluyordu. Vücudunun bütün yakınlığını ve
kudretini hissediyordum. Biran ateşin nefesi çehremi yaktı. Dolunay, ah!
demişti. Başım tatlı bir rüya havası içinde çok çok kokladığım bir ıtır
kokusundan baygın bir halde göğsüme düşüverdi. Bana sarıldığını ve kollarının
beni sim sıkı sardığını duydum. Gözlerimden hemen yaşlar dökülecek, dizlerim
bükülecekti. Biran kendimi kaybettim, ilâhi bir sarhoşluktan sonra kendime
geldim.
Onun gibi daldan dala gezen bir zalimin ayaklarına
göz yaşları dökmek mi, Allah saklasın! Zalim, aşk avcısı! Başımı şiddetle
göğsünden çektim, saçlarım belindeki cenbiyeye [Arapların kullandıkları bir cins eğri
kamadır ki, yan taraflarına takarlar] ilişmişti, bir
demet saçım yolundu.
Cenbiyesinden koparıp yere attım. Bu gözlerden
kaçmak istiyordum. Orada bir alay kalbin yandığı bir mahşer vardı. Benden ne
istiyordu? Bir alay kalbin yandığı bu mahşere, bu siyah gözlere batırıp
yakmak... Tekrar yüreği almak için atıldım ve nihayet onun:
— Veririm,
fakat mağlûbiyeti kabul et!
Derken, soğuk taşlara düştüğümü duydum, kendimi
kaybettim. Tekrar kendime gelirken onun ciddî ve endişeli gözlerini yüzüme pek
yakın gördüm. Kaşları çatılmıştı, yürek avucunda idi.
— Ne
çocuksun! dedi. Artık onu verse de almazdım, alsam da hükmü yoktu. Bir kelime
söylemeden kalktım, okun ucu kalbime iyice saplanmıştı.
BAHAR EĞLENCESİ
Hep kendi kendime böyle diyordum: Bu bir ; şakadan,
bir bahar eğlencesinden ibaret! Bu da Ömründen geçip gidecek! Yaprakların yeşil
taze renginde solan hayatla, zümbüllerin rengini uçuran yaz rüzgârları ile
beraber sönüp gidecek! Kuşların
kanatlarında uzak ufuklara gidecek! O, bir güzel bahar geçirmek istiyor. Yoksa
o gözlerdeki aşk rüyasının hakikat olmasına imkân var mı? Bu, güneşin yere
inmesi, yahut denizin tutuşması kadar muhal! Daldan dala gezen o kararsızdan ne
umulur? Hep böyle diye diye Tuğ’un yanına gittim. Sedirin yanında oturuyordu, yanına
oturdum.
— Tuğ,
dedim, sana bir şey söyleyeceğim.
— Ne
söyleyeceksin ?
— Bana
yaklaşta, ah! desene I
— Ah, mı
diyeyim, neden?
— Sorma,
deyiver I
— Pekâlâ.
Ah! ..
Yüzümü heyecanla dudaklarıma yaklaştırdım; nefesine
yanağımı verdim
Hayır,.. Onun ahı gibi yakmıyor. Dudakları onun gibi sıcak
ve ateşin değil!
Hayır bu ateş, bu derin yakıcı balaglar, bir bahar
sürecek bir eğlencenin ifadesi olamaz.
Hayır, hayır., beni kendine çeken o kudsî ellerde
ebediyetin ateşi seziliyor.. O bakışlar ne derin, ne guledar! Onlardaki
parlaklık, geçici bir zevkin aksi nasıl olabilir? Olamaz! O ah, bu dünyada
kimsenin dudağından duyulamaz.
**
AŞKIN VATANI
Tabiat yeni tutuşan taze bir muhabbetle yanıyor.
Kuşlar kanadında baygın bir inkıyatla açıklara doğru uçuyor. Bu mavi göğün
bağrında alevlenen aşk bana kanılmaz geliyor. Bu yanan tabiatla kalbimi
müşterek buluyorum.
Yaprak kımıldanmayan havada öyle gizli bir tazelik
var ki.. Beraberiz.
Ahı, bir ateş halinde çehremi yakıyor..
— Ayca, seni alıp ta uzaklara, uzak çöllere
götürmek istiyorum! diyor.
— Bak Ayçam, sana ne kadar yakınım, artık
sen benden uzaklaşamazsın, benimsin! diyor
Yeşil örtülü sedirin üzerinde, kalbini kalbime
koyuyor, içinde güneşler yanan, o ilahı gözlere bakıyorum. Her bakışta dünya
da, ahret de bana haram oluyor. Her bakışında, ruhum yanıyor ve dağılıp yeniden
toplanıyor :
— Bak Ayça bak diyor, onlar aşkın vatandır,
bak güzelim…
Kalbini benim kalbime koydu. Nefesimin ateşinde
bütün bir kâinat olan bakışlarının benden ayrılmayan ışığında, her zerresi
âteşîn bir kalb gibi çarpan vücudunda... yalnız aşkım vardı...
— Bırakınız
beni! diye sözümü tekrarlıyordu.
Bu alev beni öyle yakıyordu ki, tahammül edemiyordum
:
— Gidin
artık beni bırakın! diye tekrar yalvardım..
— Gidiyim
mi ? Evet Ayça, çünkü beni sen kolay buldun dedi.
Bileklerimi yakan ellerini çekti, kaşlarını hafifçe
çattı. Fakat bir anda gene yüzüne yumuşak bir mâna gelerek:
— Ayça,
dedi. Sana bir şey söyleyeceğim; Bana (ben yalnız seninim) de!. Bunu senin
dudaklarından da işitmek istiyorum.. Bak sana ne kadar yakınım!
Bir müddet söylemedim: Beni çok hırpaladın. haydi sevgilim söyle!
Derken kalbim bakışlarında eriyordu. Bütün terkibim
yanıp dağılarak:
— Ben
yalnız seninim! dedim.
Kulağını dudaklarıma verdi, bunu bana üç defa
söyletti.
— Bir
daha söyle, Ayça!
— Ben
yalnız şeninim:
— Bir
daha Ayça!
— Ben
yalnız seninim:
***
ÖZÜN BENİM
— Hayır,
hayır .. Ne su, ne sesler, ne ay, ne çiçekler... dünyada en güzel şey aşktır
güzelim, aşk
Sen nereye mi gideceksin, bana gel, sineme gel senin
aslın benim! Nereye gideceksin, ben senin için geldim, bu gülü de senin için
getirdim! diyordun
Sahir bir nazarla bana baktığın anda, ben o nazardan
yaratılmış ben başka bir ateş kesilmiştim. Sonra gözlererimi elindeki güle
çevirdin. Bu ateşîn gül, sehhar nazarlarının teşkile eriyip su kesildi. Gözlerinin
ilâhı cazib esile eriyen bu aşk gülünün yapraklarından damla damla kalbime ateş
damladı, ve bu ateş ruhumu ve bütün kâinatı kapladı, yaktı, eritti.
O vakit sen yaklaştın. Ruhumda açan bu aşk gülünün
kokusunu duymak için bana yaklaştın ve o ilâhı yüzünü benim sineme koydun, onu
koklamak için benim sineme koydun. Gözlerimden, senden başkasını görecek nur
gitmişti. Ne ay, ne güneşler, ne gökler, ne üzerinde bulunduğum dünya kalmıştı.
Artık güneşler nur saçmıyor, karanlıkları aydınlatan aylar değil.... hep senin
gözlerin, hep senin vücudundan saçılan zıya, aydınlık...
Artık ayaklarım dünyadan kesildi, ya o bilinmez
garip bir ufukta battı, gitti; ya ben bu yanan dünyadan yalnız senin
bulunduğun, senin kapladığını zamanın hâkim olduğu bir cihana gittim.
Burada güneşler senin nazarlarından doğup batıyor,
aylar senin hilâl kaşlarından doğuyor.. Burada ne ömür, ne ölüm var..
Ebedî güneşler parlayan aşkından bir kıyamet benim
arzımdaki güneşi yerinden kopardı, yıldızları, söndürdü.
Ruhumda sabah güneşi, hayalin olan sabah başladı.
Kâinatta güneşin doğup battığı kanun değişti, gecelerinde ilâhî ateşten vücudun
ve nazarların, olan bir nur belirdi. Karşımda kalbimi yakan, benim şeklimi,
varlığımı böyle perişan eden bu vücut benim aşkımın hayali, benim aşkımın ruhu
mu?
Yeşil, mukaddes sedirin üstünde yan yana oturmuştuk,
Tahlil edilemez bir aydınlık, bir ateş parıldayan bakışınla gönlümü yaka yaka;
— Sana bir şey soracağım, demiştin.
Kendi kendime; yarabbi, bu ses nereden, hangi varlık
yakıcı âlemden geliyor? Gözlerini bana kendimden daha yakın, ellerini kendi
vücudumdan daha yakın buluyorum dedim. Bana
— Dünyada
en güzel şey nedir? diye sordun,
— Ay,
su, sesler, yıldızlar, çiçekleri dedim. Sen ise gene:
— Hayır,
hayır ne su, ne sesler, ne ay, ne yıldızlar., en güzel şey aşktır güzelim! dedin.
Gözlerinden, kalbi yakan o güzel yüzünden gözlerimi
çektim ve sıçradım. Aklı yakan bir nazarla gözlerime bakıyordun. Sen de ayağa
kalktın ve bana koyu al, ateş gibi al, o anda yanan kalbim gibi ateş bir gül
uzattın. Tıpkı dudakların bu güle benziyor, ve bu anın ateşinden onun
yaprakları yanıyordu;
— Senin
için, Uluand’ın bahçesinden kopardım, dedim.
— Kokla
güzelim, diye uzattın.
Güneşten yanmış güzel elinde bu gül, zihni perişan
eden bir tılsım gibi güzeldi.
Eriyen mevcudiyetimde bir baygın koku, ateş halinde
kalbimi sardı.
İlâhî bir güneşin pençeleştirdiği beyaz göğsün,
kudsî bir heyecan veren omuzlarının cazibesi kalbe giden bir ateşle gözü alıyordu.
Bir ilâh gibi güzel yüzünün cazibesi gül rengi
dudaklarda yakıcı güzelliğinin bütün esir eden ateşi iki parlak güneş gibi nur
saçan siyah gözlerde toplanmıştı.
Bütün vücudunda bu mutlak güzellikle karışmış,
mutlak bir kudret seziliyordu.
Bütün mukavemeti yakan ellerin benim bileklerimi
tuttu. Başını göğsüme, koydun. Vücudum maddîliğini kaybediyor, bu ateş bütün
tahammülümü bitiriyordu.
Bileklerimi çektim;
— Beni
bırakın dedim.
O vakit, hiç bir mahlûkta duyulamayan ahenkli
sesinle;
— Seni niçin bırakıyım, ben senin için geldim,
bu gülü de senin için getirdim. Sen, nereye gideceksin, güzelim, benim kalbime
gel, senin özün benim!.. dedin.
İşte o anda bütün İhtiyarımı kaybetmiştim ve ve
benliğimin yıkılıp, aşkın beni teshir ediğini, bir tuh âleminde, ateş
dudakların imzalamıştı..
Karşımda gözlerimi, kalbimi yakan, benim şeklimi
varlığımı perişan eden bu vücut benim aşkımın ha hayali, benim kalbim!
Yok, yok., bakışlarının nurundan bana
hüviyet ve aşkını saçan bu vücut yaratılmış değil! Bu kalbi yakan gözler aşk
ilâhına mahsus ateşe mensup, bu tavırlar o kudsî ateştendir!
Bu dağılan varlığımda yanan ateşe yemin
ederim ki, bu yaratılmış değil, ilâhtır.
AŞK DİYARI
Ben bu sahrada sevdiklerimden, dostlarımdan,
yurdumdan, benliğimden ayrılıyorum. Uzak çöllere sanki devenin başını sürüyor,
benliğimin kafilesine veda ediyorum;
— Gidin
beni yalnız bırakın! Evvelce bana gıda olan bu hava, bu akan sular, bu âlemin
hayat veren yemişleri şimdi bana zehir olur. Kokladığım güller beni yakar,
zehirler. Gidin, beni kendi halime bırakın! Bu yol ayrılık yoludur, bu yol
ebediyet yoludur..
Siz gidin, benim devemin yularını boynuna dolayın,
onu kendi haline bırakın, Yeşil cennet gibi vahalar sizin, berrak, gümüş gibi
pınarlar sizin olsun, beni kendi halime bırakın!
Ben gidiyorum. Yolum garip ve mahzun, havası gözyaşı
ah ve enin, gelmek isteyen, benimle beraber gelsin.. Benim gittiğim diyara (Aşk diyarı)
denir. Bu âlemin suları ateş, havası ateş, vadileri,
çiçekleri ateş.. Bu güzel vahaları taptığınız mabutları, bu berrak pınarları
unutabilen benimle beraber gelsin.
Yolum garip ve mahzun, tesellisi gözyaşı,
Bâzı günler geçer bir tek dal, bir akar su görünmez,
semalarında hasret, iştiyak yıldızları parlar. Devemi sahraya kendi haline
bırakın, yularını boynuna dolayın!
Bu yol tehassür [hasret çekmek, elde edilmesi istenen ve ele
geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] ve iştiyakla başlar, yolcusunun, kurban olması ile
nihayet bulur. Bu
yol, ıstırap, ateş yoludur. Canına kıyabilen benimle beraber gelsin!..
İSHAK KUŞU
Sabah yakın, ay gökte gittikçe alçalıyor. Fakat ne
olmuş! Onda da bu gece, benim kalbimdeki ateşten var. Baygın gecenin kalbindeki
hararet tıpkı benim gönlüme benziyor. Zihnimde ve bütün ruhumda kalbim yaşıyor.
Çiçekli ağaçlar gökteki ayın ışığından değil de, sanki benim gözlerime akseden
ebedi nurdan aydınlanmış...
Gönlüm gibi, her zerrem perişan...
Mutlak bütün dünya, kâinat değişti. Benim gibi
yeniden böyle aşktan, ateşten yaratıldı.. Ben, artık ben değilim.
Oh! ne aydınlık, ve şevk dolu bir âlemdeyim! Vücutla bir alâkam yok. Cihan aşkımla
dolu.. Bütün onun ateşi aksetmiş, ilâhî bir âlem.
Ben, hayır o... Bir tek aşk ateşi halinde dünyanın
içinden başka, böyle gözün görmediği, elin tutmadığı, aklın tasavvur edemediği
bir âleme yükseldik. O,., benim aşkımın ilhamkârı, peygamberi, benim aşkımın
ilâhı... O kadar çok sevdiğim, kalbimi oyalayan aydan yere, bu toprağa indi.
Onu göklerde gözlerken yerde, kalbimde, canımda,
bütün vücudumda buldum. Şimdi o kadar sevdiğim o ay, eski beşerî dünyada
bomboş, ıssız, kimsesiz kaldı. Bu bahar açmış dallardan esen rüzgâr ateş,
karşımda görünen bu gözler ebediyetin yolu... Gökler ateş, su ateş, bastığım
toprak ateş... Beni teshir eden eller ateş... Gene uzakta bir İshak kuşu
ötüyor. Ne yanık, ne hazin sesi var.
Onun o ateş gülü getirmesinden üç gün evveldi. Bir
gece gene böyle uyuyamamıştım. Ruhumda sebebini bilmediğim bir kararsızlık
vardı. Sanki kalbi tahrik eden manevî bir yelpaze ruhanî salıntılarıyla beni
uyandırıyor, tatlı bir heyecanla mest ediyordu...
Bu garip heyecan acaba baharın ilham ettiği bir
coşkunluk mu ? diye düşündüm. Fakat hiç bir bahar, ben böyle ruhumun içinden
bir şafak doğar gibi olmamıştım. Penceremde uçan gece kuşu kanadında bana kudsî
bir ateş getiriyor, ruhum ateşten bir nehrin feyezanı [Suyun çok olup
taşması, çoşması. * Bolluk, fazlalık, feyiz] ile canlanıyor,
ufuklardan uzun uzun: İshak ishak! diyen kuşun sesi ruhuma gizli sırlar
söylüyor, gözlerimden kalbime yaşlar damlıyordu... Bu sesin her fasılasında ne
hazin bir tesir, ne derin bir elemin hazin, fakat kanılmaz şikâyeti vardı...
Bilmem bana ne olmuştu! Her gece derin bir sükûnetle
uyurken bu gece neden gözlerim kapanmıyordu. Bu ateşin benim beşerî dünyama
saçılan aşkın ilk nuru olduğunu daha bilmiyordum.
Meğer ümitsiz, nursuz, tesellisiz geceler içinde
sabah oluyormuş. Her anı asırlar süren intizar gecelerinde benim ebedî güneşim
doğuyor mu?
Bu gece rüzgârın esişinde, gece kuşunun kanadında
bir sır vardı.
Meğer bu rüzgâr bana onu aşkının haberlerini
getiriyormuş...
Tanyeri ağardı, ben hep helecanlı, sarhoştum, ne
olduğumu ben de bilmiyordum.
O gün, yeni kanatlanan bir kelebek kadar, ruhum
kararsız ve aşk ufuklarına hasretti.
Can bana o sabah bir demet uçuk renkli eflâtun,
zünbül [sümbül] getirmişti. Bunları pencereme koydum.
Bahar rüzgârı ona diyerek bana kadar geldikçe titriyordum.
Bu baygın kokuda beni mest eden bir tesir vardı...
O güne kadar hiç bir çiçeği böyle rikkatle
sevmemiştim. Elime geçen çiçeği koparıp oynamak âdetimdi.
Bugün bana ne olmuştu
Meğer onun yapraklarından kalbime esen rüzgâr, bana
aşkın müjdesini getiriyormuş. Küçük Emre bir gün bana Dolunay zünbülü sever
demişti. Bu gün o söz kalbimden doğuyordu .. Ve ilk defa çiçek sevişim böyle
oldu...
Bugün gene o geldi. O geldiğinden beri cennet olan
odama gene o geldi. Benim bileklerimi tuttu, tuttu. Bana o ateş gülü sordu.;
— Bütün yapraklarını kopardım, dedim. Bana ateşten
daha ateş nefesleriyle sordu;
— Getirdiğim
gül nerede? dedi.
— Bütün
yapraklarım kopardım, diye cevap verdim. Fakat o gül, benim gönlümü istilâ
etti. Damarları kalbime ateş usaresini [Öz su ] döktü. O gül
benim kalbimde... Fakat bunu ona söylemedim. Bana sihirden daha füsünkâr sesiyle
sordu. Bunu ona söylemedim.
Bana güzel gözlerinden, aşkın ebediyet güneşi
parlayan gözlerinden ateş ve nur saçılarak, yaklaştı. Ben bu bakışlardan bütün
kudretimi toplayarak kaçtım. Bu ellerden uzaklaşmak istedim. Bütün varlığımın
manası aksetmiş güzel gözlerinden kalbim sızlayarak, yanarak kaçtım. Bileğimi
yakan avuçlarından titreyerek alevler içinde kaçtım.
Yandım fakat bun ona söylemedim.
— Beni
bırakın, dedim,
O beni kendine çekti;
— Niçin, niçin bırakayım? Sen benimsin, dedi
Niçin bırakayım güzelim, gel sen beni tervih et[Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu
artırma. Rahatlandırma], beni aşkınla okşa. Sana zevkim, sana neş’em,
manevî rüzgârım diyeyim!
— Bırakın
beni! Bu ateş beni yakıyor, dedim Gözlerinizin zerre zerre vücudumu, ruhumu
eriten ateşi beni yakıyor. Dudaklarınızın güzelliği, harareti beni kurtuluş
imkânı olmayan ateşler içine atıyor.. Kalbimin dudağını bu har dudaklarından
gözlerimi ebediyete varan nurlu, ateşli gözlerinizden, kalbimi aşk alevi
fışkıran kalbinizden, bu yanan, sızlayan kalbimi kalbinizden, ellerimi
elinizden, bütün iradetimin, bütün iktidar ve varlığımın benden giden elini
avuçlarınızdan çekiniz. Bir ateşîn ah halinde çehremi yakan nefesinizi
yüzümden, gözlerimden çekiniz.
Benim bileklerimi tutmayın, bana öyle ezelden gelen
sedanızla hitap etmeyin.
Benden, benim gönlümden, aşkımdan doğmuş
hayalinizle, gözlerinizle beni perişan etmeyin, beni bırakın!..
Bana öyle sâhir bir bakışla bakıyor, bileklerimi
öyle kavrucu bir ateşle tutuyordu ki, benliğim damla damla eriyor, gözlerimden,
dudağımdan, bütün mesamatımdan onun bakışlarının istihale ettiği bir ateş
ruhumu sarıyordu.
Sedirin üzerinde bütün mukavemetim erirken o,
dizlerine düşen başımı çekerken ona,
— Bırakın
beni! diyordum. O kadar istiyorum ki, bu ses hep kulaklarında kalsın ve onu hiç
unutmasın!..
Halâ sedirin üzerindeyim. O kadar takatsiz, o kadar
bitabım ki, içip içip te şaraba batmış gibiyim, kayıp buruşan beyaz çiçekli yeşil
Örtü, yere düşen beyaz yelpaze olduğu gibi duruyor..
Nerede ise Tuğ gelir. Bunları düzeltecek kadar bile
takatim yok... sadık Tuğ, Canın kendi kızı gibi tuttuğu kimesiz vefakâr kız...
hem de benim süt kardeşim. Benden yalnız çok sevdiğim için küçük Emre’yi
kıskanır sitem eder.
Akşamın gittikçe koyulaşan karanlığında yanan
gözkapaklarımı açmaya çalışıyorum.
Bu oda ne derin bir mana ile güzelleşti. Bir köşede
sarı topuzlarına dayanarak benimle konuştuğu hurma dalından yapılmış yatağın,
yanında onun ve benim yüzlerimizi bir arada ateş içinde gördüğüm ayna., sonra
bütün odanın kalbini teşkil eden yeşil sedir... benim içimdeki ateşle yanan
canlı birer alem gibi hisli ve mukaddes...
Dolunay iki üç günde bir geliyor. Fakat bu günler
başka bir alemin günleri oldu. Bu aşk rüzgârı benliğimi yakıp dağıtmaya
başladığından beri, bambaşka oldu.
Dolunay bana ateş gülü getirdiği andan beri, sanki
varlığıma Dolunay’ın ruhu olan ilâhı ateş sirayet etti.
Eski varlığımın yanıp bittiğini duyuyorum. Omu bana
geldi, ben mi o oldum, bilmem.. Gözlerimde akseden ruhumun aydınlığı beni
yakıyor. O benim gönlüm mü, yoksa ben onun aşkından mı yaratıldım bilmem..
Ben bir daha doğdum, baştan onun aşkıyla düzüldüm,
biliniz..
Dolunay yalnız, yeşil sedirin üzerinde saatlerce, o
âlemde başı sonu olmayan anlarda göz göze mest kalıyoruz, Can ve Tuğ uzakta,
işlerinde..
Onu kapıdan üçümüz bekliyoruz. Dolunayla kısa süren
bir konuşmadan sonra onlar çekiliyor.
**
Bugün yine ona gönlümün bütün ateşiyle yalvardım:
— Bırakınız
beni! diye yalvardım ve istedim ki, bu
sesi o hiç unutmasın...
Ondan her başımı çekişimde iradet ve varlığımın bir
parçası daha yandı, iktidarımın bir parçası daha elimden gitti.
Mukavemet edilmez bir ateş içinde bitab [yorgun]
düşerken istedim ki, bu ses kulaklarından hiç gitmesin! ..
Oh, bu aşk günleri ne ateşin, ne sehhar!
Dolunay bazen (Sülün) ün üzerinde ve ekseriya yaya
olarak gelir. Her an artan mukaddes ateş ruhumu yakarak onu karşılarım.
Aklın iflâs ettiği bir mestlik içinde,
hayale tasavvura sığmaz bir aşk âlemi başlar.
Bu gözlerden akseden nur şarabını kalbimle içerim,
içerim. Ne o şarap tükenir, ne benim yanıklığım... Ve Dolunay benim (bırakın
beni! ) deyişimi mest olmuş gibi tekrar eder durur.
Can’ın odası ile benim odamı ayıran bölmenin
kaplamaları arasından bazen bir gölge geçer, bu bozulan bölmeyi tamir eden
işçinin gölgesidir...
Meğer âlem içinde âlem, maddî aslan hududunu geçen,
bir can âlemi varmış...
Ve meğer bu âlem bana nasib olacakmış, ne mutlu!
**
O günden beri, o ateş gülü getirdiği günden beri ne
kadar zaman geçti, bilemiyorum.
Ben zamanı mı kaybettim, bilmem...
Onunla bulunduğum, onu hissettiğim bu anlar ebediyet
gibi nihayetsiz. O aşk gülünün kanı damarlarıma geçtiği ve nazarlarımda ruhum
yandığı andan beri yerde miyim, gökte miyim, bilmiyorum.
Her halde toprakların, insanlık dünyasının üzerinde
değilim. Aşk dolu bir ruh kesildim ki, başı ucu. bulunmayan bir istiğrak ve nur
âlemindeyim.
Artık bana ondan başka hiç kimse hitab etmiyor ve bu
dünyada ben tek bir kimseye tesadüf etmiyorum. Yahut, bütün sedalar, bütün
hayaller bana onun aşkından bahsediyor, onu söylüyor, onu anlatıyor Bütün
nazarlar onun gözlerinin şulesinden akseden ziyaya batmış...
Ne garip... Artık o ufuklarda gündüzleri geceler
takip etmiyor, garib semalarda mahzun akşamlar olmuyor mu bilmem...
Ben bütün çiçeklerden onun gül nefeslerinin kokusunu
koklu yorum. Bunlar aşkın çiçekleri mi bilmem
Gözlerimi kapıyorum, onu görüyorum. Açıyorum, gene
her yüzde, her yerde, her an onu görüyorum. Gözlerimin bebeğinde, bu yanan
kalbimde mi, ruhumda mı bilmem!
Şimdiki buyan aydınlık hava içinde Emre’nin
gözlerini görür gibi oluyorum. Sanki, o parlak güzel gözleri solgun yarım aya
benimle beraber bakmak için uzaklardan, ta Mısırın hicran semalarından geçip
geliyor. Ona her şeyi söylemek istiyorum
Emre benim ruhumu kardeşi !
O seninle başbaşa hasretle baktığımız ay şimdi ıssız
bir dünyada bomboş, renksiz, nursuz kaldı, O aydan elinde kalbi yakan bir ateş
gülle o, bir ilâh şeklinde benim yanan ruhuma vücuduma, benim cihanıma doğdu.
Emre, şimdi ben onunu m, daha etrafımda ne bir ışık, ne de ondan bir işaret
yokken senin ruha yakın gözlerin, gözlerimin içinde bir görmüştü, O vakit bu
sırrı sen bana açıkça ifade etmiştin: sen onun olacaksın! demiştin.
Elbet hatırlarsın: Portakal bahçelerinde seninle yan
yana geziyorduk. Yine seninle beraber bulunduğumuz zamanlardaki o fevkalâdeliği
o anlatılmaz zevki hissediyordum: Emre, bak şu yol ne kadar güzel demiştim. Gel
şuradan gidelim, beline de kolumu sarıyım şöyle geçelim. Bak şu minelerden sana
toplayım. Senin gibi nazik, göğsüne takalım, e , mi ? ben senin bu güzel
gözlerini ne kadar severim, senin ismini soylemek bile bana kuvvet verir. Sen,
bu karanlıklar içinde benim ruhuma aydınlık verensin. Bu gözlerde bilemediğim,
çok sevdiğim bir aydınlık vardır, benim ruhuma teselli verir.
Niçin Öyle gülümsedin Emre?
Yine; ah sen bu sözleri nereden bulursun deme. Şaka
mı söylüyorum zannediyorsun! hayır,
hayır ben seninle geçen zamanlara hiç doymam; kuş gibi uçar.
Hadi gezelim Emre: hem bu akşam uzun uzun, çok çok
gezelim. Bahçenin bütün etrafım dolaşalım,
— Emre’m..
Bilir misin? Ben sana her şeyimi söylerim de, sen bana karşı hep böyle gizli,
sessiz durursun. Niçin bilmem ki, sen kalbini benden saklıyorsun. Bu kadar
beraberiz. Senin hiç bir şeyini bilmiyorum. Niçin sanki Emreciğim?
— Kalbimde
Kıç bir şey yok ki, Ayça... bom boş Ne söyleyeyim? demiştin.
— Değil,
değil Emre.. Söylemiyorsun. Beni sen sevmiyorsun. Biliyorsun, ben yalnız seni
severim. Niçin elini benden çekiyorsun?
— Zalim.
— Zalim
miyim?
— Elbet..
Dolunay’dan kaçıyorsun. Onu üzüyorsun.
— Dolunay’ı
üzmek mi? Ne münasebet.. Onun benimle ne alâkası var?.
— Pek
çok. Allah’ıma yemin ederim ki, sen onun olacaksın!
— Emre
rüya mı görüyorsun?
— Dolunay’ın
evli olduğunu bilmiyor musun?
— Olsun!
Bu ateşin rüyaya bir an bile inanmak mümkün miydi?
Güldüm sen de güldün..
İşte o gün, sen, uzaklara yalnız ismini bildiğim bir
memlekete Mısıra gitmek istediğini ve Orada amcanla beraber kalacağını
söyledin.
İsyan ettim. Sana yalnız olamayacağımı, aya sensiz bakamayacağımı,
aydınlıkların bana karanlık görüneceğini yeminle, ısrarla söyledim.
Beni dinlemedin. Narin elinle tepelerden doğan
parlak ayı gösterdin;
— Bak,
ay Dolunay’a ne kadar benziyor! dedin! [1]
[1] Mısırdan bir kervan
iki gün evvel Emre’den bir mektup getirdi. Bir yerinde diyor ki ; her taraf bana
neşesiz, hazin ve boş geliyor. Dün gece bir ziyafete gittik. Zevk alabilenler
için, eğlence pek parlak oldu. Fakat benim için karanlık, hiç birini gözüm
görmüyor. Akşam dönerken mehtap vardı. Parlak ayın içinde iki şahıs başbaşa
durmuş gözlerimi horlandırıyordu. Dolunay’ın kudsî hissine hürmetle bu gördüğüm
güzelliğine daldım. Hep size baktım. Bugüne kadar her gece saatlerce sizinle
konuşuyor ve sizi görüyorum. Eminim ki sen de beni görüyor, ruhumu tâzip
etmemek için asilikten vazgeçiyorsun.
— Emre’m,
seni buradan ayıran sebebi sonradan öğrendim,.. Senin hisli ve şiir dolu
benliğinde hâkim olan Dolunay’mış.. Bunu benden nasıl gizledin. O vakit aşk
diye bir kuvvet bilmediğim için bunu anlayamadım. Senin Dolunay’a karşı
duyduğun hissi fevkalâde bir hayranlıktan ibaret zannettim...
Emre, o ıssız, o karanlık gecelerde ne yapıyorsun,
benîm Cebrailim, benim ruhuma şifa getiren kardeşim!.. Hicran ve hasret
topraklarında sen yanıma, gel. Benim aşkım senin o ziyalı geceler gibi parlak
güzel gözlerini de sarar. Bütün cihanın aşkı birleşse benim aşkımın yangınında
bir kıvılcım gibi kalır. Ben her türlü kayıttan hariç bir aşkla yanıyorum.
Kaçma, gel! O ince, sevdiğim elini bana ver, onun aşkı yangınından sen de yan!
o alevden bütün kâinat yanıyor. Gel kardeşim, gel!..
O vakitler sen, Canla beraber, Dolunay’ın hücresi
ismini verdiğin avlusuna gider, orada saatlerce bulunurdun. Ve bu gidişleri
bana hararetle anlatırdın. Dünyada
bir tek Allah olduğunu, putların taş parçaları olduğunu Dolunay sana gizlice
söylemişti. Onların yalan olduğuna ikimiz de inanırdık. Fakat
ben seni öteye kadar tâkib etmek istemezdim. Dolunay senin için (insandan
yukarı) bir yarı ilâhtı.
Can’ı benden uzaklaştırması, kadınların ona fazla
iltifatı beni ondan zahiren uzaklaştırırdı. Korkuyor muydum? Her halde... Hem de
çok korkuyordum. Mukavemetsiz bir surette her kadını kendine bağlamaya alışmış
olması da beni hiddetlendirirdi. Fakat bir yandan da ona şiddetle meclûptum.
Sen beni yola getirmeye çalışırdın. Sence
âdeta, Dolunay bir mabuddu. Bütün servetini nasıl fakirlere dağıttığını,
senelerce sade su ve hurma ile geçindiğini bazen haftalarca, münzevi yaşadığını,
meleklerin ona yiyecek getirdiğini.,
sayar dökerdin..
İSTİĞRAK
O aşkını, bakışlarını, bütün vücudunu öyle taşkın ve
mebzul [bolca
bulunma]saçtı ki, bir tuğyan içinde gark olmuş gibiyim.
Nasıl bu kadar yaklaştı. Benim sesime benim yalnızlığıma, benim vücuduma,
benimle geçireceği anlara o kadar muhtaç ve beni kendine, aşkına çekmekten Öyle
zevk alıyor ki,. Bu ne yakıcı, ne mesteden bir hakikat.. Oh kelimeler ne âciz:,
ne fakir!..
Ben yanından bir adım uzaklaşırken sımsıkı bileğimi
tutuyor, bırakmıyor. Tutan elleri alev gibi, gül kokan nefesi ateş gibi. Bu
çekişteki hararet bir an hafiflemiyor, bu ateş hiç eksilmiyor, artıyor,
yanıyorum.
Gözlerinde bütün Ayça, yüzünün gül renginde,
kollarında ümit ve arzusunda aşkında hep Ayça, bakınca adeta bütün Ayçayı
görüyorum. Gözlerinde, dudağında, bütün vücudunda kendimi görüyorum, Ateş
sesinde, sözlerinde kendimi hissediyorum.
Oh! acaba omu Ayça’ya meftun, Ayça mı ona! Ne çabuk,
nasıl böyle o bana, yahut ben ona karıştım. Karşımda aşk dolu, fakat kendim
olarak onu ve bütün aşkımı görüyorum.
Yanımda iken ben onda gibiyim, yanımdan gidince
kalbimin, hissimin gözleriyle onu görüyorum. Bana hiç bir an, bir nefes yok ki,
yaklaşıp ta alev nefesini vücuduma saçmasın, bu görüş öyle şiddetli ki, adeta
onu cismimin gözleriyle de görüyorum. Ellerim ona dokunuyor.. Mutlak maddi
mesafeleri aşarak bana geliyor, ayrılamadığı bu aşkının yangınını, aşkının vücudunu
ziyaret ve tavaf ediyor..
Buraya ne kadar tehlikeleri göze alarak geliyor. Bir
Candan başka her keşten sakınıyor. Hele Ünal’dan çok çekiniyor. Öyle gizli ve
heyecanlı bir geliş ki..
Onu kapıda bekliyorum ve bekletmeden içeri alıyorum.
Deveye bile binmiyor. O halde yolu bu sıcaklarda
yayan geliyor. Gelince gitmek istemiyor. Vaktin çabuk geldiğini söyleyerek
gidiyor. Benimle kalarak, benim yanımda olarak gidiyor.
Onu üzmekten artık içim sızlıyor. Fakat o benim üzmemden
de zevk alıyor. Hatta dün bana;
— Biraz
hırpala beni Ayça’m, hadi ne olur, diye gözlerime, nihayeti bulunmayan
nazarlarla uzun uzun baktı..
**
Üç akşamdır bize geliyor... Her tarafım aşkın sürür
ve cuş ile kaplanmış.. Bu yakınlık beni yakıyor, hazan kalbim bu şiddete
tahammül edemeyecek, ruhum bu kadar güzelliği ve ateşi kaldıramayacak gibi
geliyor. Yarabbi, bu vücut dün gece onun yanında mıydı?
Aynada kendi vücuduma bakıyorum: Bu çehreyi, bu
gözleri, onun yüzünde uyuduğu bu saçları ne kadar seviyorum. Ben ona da âşıkım,
parlayan ziyasına eserine de hayranım! Dolunay’ın olan bu vücuda prestiş ve
ibadetle bakıyorum.
Dolunay’ın hücresinde sabah şafak sökerken (Ayçanın
semtinden geliyor!) diye okşadığı genç sesli ihtiyar bağcının şarkısı
bağladı...
Demek şafak söküyor. Oh! Ne ilâhı, ne aklın üstünde
bir sabah!
Dolunay! Kalbinin her köşesini aydınlatan, kaplayan
çehren ve onun aydınlığı içinde, Ayça’yı bulamıyorum.. Onun teni, canı, aşkı
olan kalbi, manası sensin! ..
Bu gecelerden birinde, yüzünü, o kadar heyecan veren
o harikulade ve hiçbir insan çehresinin benzeyemediği ateş saçan yüzünü, benim
yüzüme, gözlerime yaklaştırarak:
— Seni
seviyorum Ayça’m! dedi.
Fakat bu söyleyişte, bir ilâhı aşkın
beşerileştirilmiş öyle cazib bir ifadesi vardı ki, kelimelerin bütün sadeliğine
rağmen, daha hiç söylenmemiş bir bekâret ve kudret taşıyordu. Onun
dudaklarından gelmek itibarı ile bu söz müthiş bir ateşti.
Her ikimiz de, eski bir aşk rumuzunu canlandıran bu
ibtidaî sözün, bu aşkın bir ifadesi olamayacağını biliyorduk.
Ah Yarabbi, ben bu vücudu ne yapıyım, nasıl
saklayayım! diyordum.
Yaman ellerin saçlarımı okşuyor:
— Ne
yapacaksın, Dolunay’ın sevdiği! diye sev, okşa ona bak! diyordun.
Nefeslerinin gül kokusu, canımı, ruhumu dolduran,
bir ateşle yakıyor.
O da, Canın koyduğu güllerle dolu idi. Fakat ne
böyle gül kokusu, ne böyle ateş görülmüştür. Bu, (koklanan ateş) bütün dünya
çiçeklerinin kokusunu ebedî bir rüzgârla uçurup götürdü, renklerini yakan bir
ateşten soldurdu. Bu ses içimde akseden, yakan bu ses, dünyada duyulabilecek
her sedayı susturdu.. Kulaklarım artık hiç bir ses işitmez oldu..
Bir aşk parıltısı içinde son kudretiyle yanan,
parlayan ruhuma ilâhı bir ses diyor ki:
— Ayça...
senin bundan daha mes’ut anın olamaz? yaprakları yanmış sarı gül içinde titreyen
mukaddes ışığa çevirip baktığı bu çehre, aşkın ışrakında [Işıklandırmak.
Parlatmak. Güneşlik yere dahil olmak.] son damlası da
aşkın ziyasın kesilerek artık yaşamıyor, bitiyor.. Son damla canımda aşka, nur
ye ateşe vererek bitiyor.. Tekrar o ses:
— Ayça...
Benim sana olan nazarım çok başkadır. Yalnız bu yeter, Ayça’m! diyor.
Bu gecenin hatıraları bir alevin müthiş ihtirakı [yanmak; tutuşmak.] içinde birbirine karışıp, bir ruh oluyor.. Çok çok
kokladığım bir amber kokusundan sarhoş gibi canım ve tenim bu istiğrak aleminde
eriyip seçilmez oluyor ve başka aşk alemlerinin hudutları gözlerimin önünde
açılıyor, açılıyor.. Dolunay’ın dudaklarından kalbimin içine sızan sesini
tekrar işitiyorum:
— Aşkımız
hiç bir vakitte eskimez ve hayatiyetini kaybetmez güzelim.! O, güneş gibi bu
dünyayı aydınlatır. Onun zeval ve nihayeti yoktur sevgilim... O aşk, bir çok
namlar ve isimler altında devam edip gider. Her şey, dağlar taşlar, bulutlar,
havada ve topraktaki en küçük mahlûklar bizim aşkımızı zikrediyor...
Görüyor musun, güneşin şulesi gurub vakti gene
kendine dönüyor. Aşkın
tecelli ettiği vücutlar ortadan kaybolsa da aşkın, kendi kaybolmaz, o her vakit
vardır. Onun ne dini, ne milleti olamaz.. Her dinde, her millette, her an o
birdir. O öyle tam ve mükemmel bir kudrettir ki ne artar ne eksilir, ne
yükselir, ne alçalır, O, ne fakir, ne çoban, ne, hükümdar tanır; kulübede de,
sarayda da, bir hükümdarın gönlünde de hep o aşk .. O, bütün beşerî mukaddesatı
yakan en muazzam bir hükümdardır.. Onun hükmü gibi bir hüküm yoktur. Onu ne
cihanın hâzineleri, ne saraylar, ne aylar, ne güneşler satın, alamaz; bütün
bunlara o hâkimdir. Aşkın zebun ettiği bir kalbi hiç bir kudret yükseltmez.
Aşkın kudreti önünde koca denizler
küçülür, bir katre olur; onun nihayetsizliği yanında ebediyetler bir an olur.
Ve gene öyle aşk demleri vardır ki bir
anı, bir ebediyet gibi nihayetsizleşir.. Aşkta mukaddes bir zerrecik bir kâinat
olur. Onun kanunları bambaşkadır, bu tabiat kanunlarına uymaz ve onun hükmü daima bu
tabiatın üstündedir Aşk kalbe girince orada ne varsa yakar, yıkar.. Nasıl ki
bir cihangir bir memleketi zabtedince, evvela oranın ulularını mevkiden
düşürür. Aşk ta, şeref, haysiyet, gurur gibi bütün uluları tarac [Yağmalama, talan
etme ] eder...
**
Ne garib!
bir vücut, iki de olabiliyormuş. Benim bu vücuduma bir başka aşk ruhu
sarî oldu. Eski benden eser kalmadı; ruhumla beraber, vücudum da bir başka
vücut oldu. Zerrelerim, tenimdeki kan, bu aşkın rengine ve ateşine boyandı,
tenim bu aşkın şulesine battı, bu ateşle dirildi. Bende kuru bir addan başka
bir şey kalmadı. Artık ben, ben değilim.. Ben aşkım! ben bu nur içinde bu nura
batmışım, güneş olmuşum. Benim kendim aşk oldu, varlığım gitti ve canım o yârin
şulesiyle aydınlandı.. Halbuki ismim gene o isim; fakat ben, o ben değilim...
Beni vücudumun şekline bakıp öyle çağırıyorlar. Kendim de evvelce bu aşkın, bu
ateşlerin yerinde bir varlık olduğumu hissediyorum.. fakat bu eski varlığa Öyle
yabancıyım ki... O bomboş bir kılıf, topraktan, ruhsuz bir zarf! nasıl olup ta
burada, böyle ateşin bir âlemin doğduğunu kendim de bilmiyorum... Yalnız bu
ateşlerin, nurları içinde onu görüyorum, onu biliyorum, onu duyuyorum...
Ondan başka bu dünyada bir vücut yok ki... O, bütün
kâinatı, gökleri, dünyayı, zamanı dolduran, bir tek vücut yalnız o, benim sevgilim, benim taptığım! Bana
sarılmış olduğu halde; Ayçam! dedi. Ben çok kıskancım, dikkat et, senin her şeyini
kıskanırım En ufak bir ihmal her şeyi bitirir, o vakit beni kaybedersin, zulmet
içinde kalırsın Bu sözü işitince öyle hayret içinde kaldım ki...
— Senden
başka bu dünyada kimse yok. Bu dünya seninle dolu!. Yemin ederim ki senden
başka kimseyi germiyorum, hissedemiyorum. Söylediklerin gölgeler mi, hayaller
mi bilmem, ben bunların hiç birini hissedemiyorum Aşkın namına yemin ederim ki yalnız
sen varsın! Ben yokum, yahut sana karışmışım, dedim, ve:
— Bu
sözleri nasıl söyleyebiliyorsun! diye elimi saçlarıma götürdüm, çekmek istedim.
Kalbim durur gibi çarpıp sızladı, bu sözün dehşetine hâlâ inanamıyordum O, beni
sardı yüzü yüzümü örttü:
— Ayçam,
Ayçam, bunlar söz, yalnız beşerî sözlerden ibaret, hakikî bir manası yok ki.,
diye beni avuttu.
— Bak
neredeyim, sana ne yakınım, benim zevkim, benim neş’em!
Kalbim hâlâ acıyordu. Ben onsuz sevgi tasavvur
edemem ki, onu sevmeden, onu görmeden, bilmeden yaşamak ne boş, ne hazin bir
ömür. Nasıl bu hale tahammül edebiliyorlar ve nasıl gülüp eklenebiliyorlar?
Onların gülmeleri zehir, her bir nefesleri bir iztırabtır! demek istedim, fakat
söylemedim. Ağladım, ağladım. Beni dizine yatırdı. Saçlarımı okşuyordu. Bir az
mahzun bir sesle:
— Bu güzel vücut toprak olacak! dedi.
Bana bir elem geldi., vücudumun toprak olmasından
değil, böyle dizinde yatarken onun bunu düşünmesi beni müteessir etti.
— Demek vücudum toprak olacak! dedim. Senin aşkına mazhar olan vücut toprak
olabilir mi? Hem böyle bu kadar yakından, bu kadar mahrem ve ateşin bir aşk
âleminden sonra?!
Gülümsedi ve ses çıkarmadı..
Benim ruhum bir başka ruh olurken, vücudum
de başka bir vücut oldu. Bu ten, artık her zerresinde aşk yanan, her noktası
onun vücudu aşkına temas etmiş, karışmış, onun aşkından ibaret!. Benim her
zerrem; Dolunay, Dolunay! diyor. Bu mu toprak olacak?
Yoksa, mazinin garib bir cilvesi içinde silinen,
eski vücudum mü? Her halde budur. Onun bana nisbet edildiğini, beni
hatırlattığını bilirim. Dolunay’dan başka herkes beni, şimdi hayal olan o eski
vücudun ismiyle çağırır..
O eski vücudum toprak olabilirdi. Fakat
bu aşktan ibaret, o gül nefeslere karışmış, ondan yetişmiş mukaddes aşk vücudu
haşa! Buna imkân yok.. Bu ölmez, bu toprak olmaz, bu solmaz..
Maddî şeyler gözle görülür, elle tutulur. Halbuki
beni bu cihanda ne kimse görüyor, ne de ben Dolunay’dan başka kimseyi
görebiliyorum. Benim zamanla ne alâkam var ki, onun hükmü bu mukaddes vücuda
tesir edebilsin?!
Dolunay, benim üst üste gelen üzüntülerimi, dağıtmak
için bazı bazı söylediği sözü tekrar etti.
— Ne istersin Ayça’m, daha ne istersin yapıyım! Öyle
aşkın tuğyanına batmışım ki bir şey diyemiyorum. Ne isteyebilirim, hiç!
Benim isteyebileceğim her şey, daha arzu
haline bile geçmeden zuhura geliyor, benim gönlümde bile belli olmadan onun
elinden, gözlerinden zuhura geliyor. Ne istemek mümkünse düşünmeden
düşünemeden, düşünmeye vakit bulamadan karşımda etrafımda buluyorum ve bu hal,
aşkın bu ateşin tecellisi beni yakıyor,
ateşin güller gibi koklamak için birinden ötekine yaklaştıkça yanıyorum.
Değdikçe yanarak, yandıkça atılarak bunların can kokusunu kokluyorum..
Dolunay gitmek için ayağa kalktı.
— Ayçam,
dedi. Delik bir destiye şarap
dökülürse sızar ve biter. Ben bu güzellikleri delik testiye dökmüyorum, senin
gönlüne dolduruyorum. Sen bu yükün altından ancak aşkla kalkabilirsin; yalnız
aşk, hep aşkla. .
**
Uruk, Uruk!
Benim aşkımın yurdul
[Uruk, antik
bir Sümer şehri.
Kent, Fırat
Nehri'nin
bugünkü yatağının doğusunda, nehrin eskiden kurumuş bir kanalının üzerinde
bulunmaktadır. Bugünkü Irak'ta Al Mutanna ilinin
başkenti Samava'nın 30
kilometre doğusuna denk gelir. Uruk, Babil
döneminde de varlığını korumuştur. Kitab-ı
Mukaddes'te
şehrin adı Erek olarak geçer.]
Seherlerinde açan pembe güllerin, rüzgârlarında esen
sevdiğimin nefeslerinden bir eser, yıldızlarında, güneşinde yanan aşkımın
harareti ile sen ne güzel, ne İlâhîsin!
O güzel gecelerin aşkımı bilir; mehtabların, onun
bana: Sevgilim! diyen sesini gizlice işitmiştir.
Benim aşkımın memleketi, dünyanın kalbi sensin! En
hücra [büyük taş] bir taşından, en küçük zerrene kadar mukaddessin!
Senin güzelliğin sayıp dökmekle bitmez, senin methinin
sonuna erişilmez ki..
Aşkım bu çöllerin ateşin sahnesi içinde doğdu;
kalbimle bu ikilim arasında şiddetli bir kaynaşma var,. Ateşin aşk gülü bu
kızıl güneşli ufuklardan doğdu.
**
AŞK AĞACI
Onunla beraber Uluand’ın bahçesine gitmiştik, bana; Güzelim , diyordu, anlamayana hitab etmek,
kuru bir dağa söylemekten güçtür. O bile; Hey ; desen birkaç kerre tekrar eder, cevab
verir. Anlamamak gibi bir illet yoktur. Sen beni anlarsın beni bilirsin
güzelim.
Başını göğsüme koyuyor ye devamla;
— Sen
benim bu hasta, derdli kalbime ilâç, şifasın!
— Ben iftirak
[Perişan
olmak. Ayrılmak, dağılmak] ve hicran derdi
ile hastayım, benim arş ve karargâhım sensin!
Kolumdan çekerek:
— Bak buraya! diye bir ağacın önüne götürdü.
Göğün içlerine kadar uzanmış, ulu dalları vardı Kökünden dallarına kadar baştan
aşağı yemyeşildi, ömrümde bu kadar yüksek ve geniş bir ağaç görmedim. Fakat
asıl hayret edilecek şey, koyu yeşil bir sarmaşık onu büsbütün sarmış, en küçük
bir noktasını bile boş bırakmamıştı, kendi yaprağından bir tane bile
görünmüyordu.
Ne hoş ve garib bir manzara! dedim.
— Bak
Ayça’m, İşte aşk ağacı! Gördün mü
aşk onu nasıl sarmış, kendi vücudundan hiçbir eser bile bırakmamış. .
İşte aşkta, varlığı böyle yakar kavurur;
insanlıktan bir hatıra bile bırakmaz ve nihayet yerine kendi kaim olur. Aşkın
kemâli ölümdür!
Acıya benzer bir ateş, içimde derin bir noktayı
sızlatıyor, buz gibi havada, sıcak terler şakaklarımı ıslatıyor, yanıyorum, bu
şiddetli ifade beni sarhoş ediyor. Gözlerine baktım, tıpkı içmiş gibi. .
Halinde sarhoşların hali vardı. Gayri ihtiyarı etrafa baktım, kadeh ve şarab
aradım. . Halbuki deminden beri burada idik. .
— Ben,
diyor, ulûhiyet ikliminde öyle bir çarhım [çark. Devreden, dönen] ki, eteğimde binlerce ay tutarım. Güzelimin hayali
canıma munis olalı öyle bir güneşe sahip oldum ki gurub etmez ve çarhındaki
aylar ufûl [Gurub,
batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek.] bulmaz. Ben onun aşkından ikad edilmiş bir şuleyim.
Gelin cisimlerimizi bana yakın ediniz, kalblerinizi benim bu yanan
nefeslerimden tutuşturunuz! Ben o ateşim ki, ateş te benim yanışımdan şikâyetçi
ve feryad edicidir.
Ben o sarhoşluğum ki bütün badeler onun tesirinden
yanar parlar.. Sarhoşluk ta o sekirden o perişanlıktan mesttir.
Ölüm nedir bilir misin? Olüm, bu ateşin
aşk kadehine el sürmemektir.
Benim canımın nehrinde ebediyet şarabı
kaynar. Geliniz, canınızın dudaklarını benim vücuduma ya kin ediniz. Ben aşk
kıyametgâhının İsrafiliyim, benim nefesim, kalbe hayat verir. Ben güzel, yüzün
esiri değilim, belki bütün güzeller benim maşukumun bir şulesidir, ben, o şuleye
hayranım., yoksa benim dedem put kırıcıdır!
Ben gizli ve aşikâr cünunum, onun içindir
ki belki sesime bir mahrem bulayım da, ona aşk ateşiyle şuledâr olduğumu
gösteriyim ve ayrılık acısını anlatıyım.. Benim bu ateş saçan nalem onun
içindir ki, bu sadamda gizli olan hakikat ve sır, bana ademden midir, yoksa vücuttan
mıdır? Benim yanışım, gönlümde bu müşkülü hâl içindir. Benim ruhum için yüz
sene ile bir saat arasında fark yoktur, zamanın uzunluğu kısalığı birdir.
Çünkü, sene, ay ve gün feleğin dönmesine, zemindekilere göredir. Biz mana
alemine ve yarın maneviyatına varmışız, can alemine göre bir sene bir an; ve o
bir an içinde bin sene gizlidir.
Ben aşkın celâl denizine gark olup
bildiğimi bu aşk aleminde mahvederek hayran oldum. Bu feryad ve nale, işte o
tahayyürdür. Ben o hayretimden şikâyet ve şikâyeti de gene kendime yâr eder
yanıp yakılırım.. Cemal subhunun seheri tuluunde her an bir türlü sesle ve bir
türlü esrarla bülbül gibi nalan olurum. Bazen visal denizine batar, dünya ve
ahreti unuturum. Bazen hasret ve firak ateşiyle yanarım. Benim derdim, ne dilin
lisanına, ne kalbin lisanına ne de hal lisanının imâ ve işaretine gelmez..
Belki ben halimden taşan manada gizliyim...
Ben, bu âlemi araştırıp aşk ağını atarım,
belki bu ateşin kavalın nefesine mahrem bir yar bulurum ümidi ile.. Benim
mahrem ve demsazıma, [muhip, sırdaş ] benim
canımın dudakları nefes verir ve kâh nale kavala, kâh bu kamış naleye nefes
verir.
Aşk, hep sinesi yanıkları ihtiyar eder ve
der ki, aşk yolu kanlı yoldur. Sevgilinin gözlerinin bahâsı kandır., bende o
aşkın tabiatı var., ben iştiyak derdiyle yarılmış, firak hasretiyle parçalanmış
derd dolu bir sine ararım ki ona aşkın kanlı yolundan bahsedeyim, onunla hem
ser ve hemraz olayım.
ALLAH
— Putlar, ne
iyilik, ne de fenalık yapamazlar diyordu. Gömüyor musun, kurak olduğu vakit
onlara kurban kesiyorlar, hediyeler veriyorlar, halbuki gökten ne bir damla
yağmur düşüyor, ne hediyeler yerinden kımıldıyor...
Aylar, yıldızlar, güneş, taş, toprak hep İnsanın
hizmetkârıdır. Hizmetkârdan mabud olur mu?
Bana Allah’ı anlatıyor, yüzünde hiç görmediğim bir
aydınlık gözlerinde bilmediğim bir parlaklıkla söylüyor..
— Bütün
âlemi yaratan odur. Yahut bütün âlem odur! O, senin kalbini titreten aşka
benzer. Yahut aşkın kendisi odur!
Derken, Ah! .. diyor. Bu Öyle engin bir ateş
dünyasından gelen bir rüzgâr ki, yüzümü istemeyerek geri çekiyorum...
— O, o
kadar güzeldir ki, bu gözler, görmeye tahammül edemez, kalb hararetine
dayanamaz yanar. Her giden yol ona varır; her uyuyan, onun rahmeti eteğinde
uyur. Yıldızların parlak nurunda o, güneşlerde o, geceleri çölü aydınlatan,
ayda o, nihayetsiz boşluklarda o, hep o, hep o vardır... Ken’ân
dağlarının
misk gibi kokan menekşelerinde o, sana getirdiğim ateş gülünün kokusunda o
vardır, diyordu.
Onun, Allah’ını seviyorum, ona meftunum, çünkü tıpkı
ona benziyor, onun gibi güzel, onun gözlerinin ışıkları gibi nihayetsiz... onun
kokusu gibi her çiçekte, her gecenin derinliğinde... onun gibi kalbi yakıcı,
eritici... Tıpkı onun kaşlarına baktığım vakit ki gibi kalb, karşısında
yarılıyor... Onun gibi benlik yakıyor . Dolunay’ım gibi her şeyi, dünyayı da
ahreti de insana unutturuyor.. Onun gibi varlık yakıcı... Aşkın nazarları ile
öldürüp diriltmek, gözlerinin parlaklığından hayat vermek kudretini haiz... Ben
onun görülmeyen Allah’ım görüyorum. Beşerî olmayan. gözlerle, kalbimin, aşkımın
gözleri ile görüyorum, ona el sürüyorum, üzerinden beşeriyet kokusu uçmuş aşkın
elleri ile... Kelimelerden, lisandan başka bir ses, başka bir hitapla kalbin,
aşkın işittiği bir lisanla konuşuyorum; onun aylara nur saçan Allah’ı, harf ve
sesleri yakan bir ateşle bana hitab ediyor, söyleşiyoruz... Ben olmayarak, vücudum
mesafelerin ve zamanın tesirinden azade... Tenim aşkın bir hayali olarak, ona
el sürüyorum, onu aşkın gözleri ile ziyaret ediyorum. Bu dünyanın ufukları
çerçevesinden haricde, bir başka dünyada...
Ben Allaha inanıyorum, onun gözlerinde onu
görüyorum, el sürüyorum.
Onun Allah’ı beni seviyor, biliyor; onun gözleri ile..
Hem ruhumun bütün inceliklerini gören bir nüfuzla ruhumu okuyor...
— Haydi
gidelim Ayçam! diyor ve ellerini omuzlarımda gezdirerek:
— Ben
senin her şeyini severim... Bu siyah ipek şalvarını, bu püsküllü terliklerini,
bu al cepkenini, hele bu pembe güllerini.. Senin
için senindir, diye. Senin olan her şeyi severim...
CANIMIN OLÜMÜ
— Bütün
güzel şeyler benimdir Ayça., dedi. Nerede bir güzel görürsen mutlak benim
bununla bir hususiyetim vardır, hiç tereddüd etme!
Dizine oturup onu dinlerken, içim yanmıyor değildi.
Demek her güzelle laübali.. Demek nihayetsiz bir imtidadla [Uzayıp gitmek.] bu fasıl devam edip gidecek? Bu aşk nazarı ondan ona
yanıp gidecek öyle mi?
Bilirim ki o neye meylederse dünyada o olur. Hiçbir
kalb tasavvur etmem ki onun ruhunda yanan şuleye tahammül edebilsin... O şule
bir kere ziyadar olursa muhakkak yakar...
Demek, güzel çiçekler onun.. Bu güzel, çok sevdiğim
ay, siyah gökte nihayetsiz elmas kandiller gibi pırıldayan yıldızlar onun, bu
da güzel...
Vahalarda billur harelerle akan tatlı sesli
kaynaklar onun, bu da güzel.
Fakat, ya seyyal, kıvrak vücutları akar sulardan
tatlı, kaynaklardan canlı, göz bebekleri siyah gecelerdeki yıldızlardan parlak,
dudakları koyu, renkli karanfillerden al, yakıcı güzel kızlar! Onlarda mı onun!
Ben o kadar kıskancım ki, onun bir demet çiçeği bile
fazla koklamasına tahammül edemem.
Onun bir başkasına zevkle bakması, hatta en küçük
bir nazar bile bana ne kadar ıstırab verir. Fakat onun o güzel gözleri için
aşkı ve kalbi de feda etmek lâzım geliyormuş..
Sen kalbime hâkim olmak, bana aşkı öğretmek için
etrafımda o kadar döndün, dolaştın.. Bütün hislerimi, bütün emellerimi,
kalbimi, ruhumu aldın, beni bütün âleme, hem dünyaya hem ahrete karşı hissiz
bıraktın.. Şimdi
benden o kalbi, o aşkı da istiyorsun, öyle mi? Yalnız seninle oyalanmayı, yalnız sana tapmayı,
seni görmeyi, seni bilmeyi bana sen öğrettin. Şimdi o zevki, o aşkı da benden
istiyorsun öyle mi?
Ona itiraz etmedim, ne bir sual, ne bir serzeniş..
Yalnız yanaklarımı yakan ateş dalgası, kalbimden yüzüme, yüzümden kalbime
iniyordu. Ebediyet kadar uzun bir an. bu ateşi içtim.. Neyi düşünsem bir ateş
oluyor, neyi tutsam, niye baksam beni yakıyor, bir an evvel bana o kadar zevk,
veren dünya, bir başka alem oluveriyor Bu söz üzerine hiç konuşamadım.. Zaten
gitmek vakti de gelmişti, sükûnetle kuşağını verdim, yürümeğe başladık..
Ben Dolunay’a öyle bir kudretle bağlıyım ki, ona,
aşkımda her şey mubahtır. O istediği gibi kalbimi, ruhumu tasarruf eder, ben
ona cihanları, cihanda her şeyi verdim. Hiç bir hareket, hiç bir gölge aşkımın
berrak pınarına gölge vermez.. Her şey onun. Yıldızlar, kaynaklar gibi parlak
gözlü karanfil dudaklı kızlar, onlar da onun!
Gözümün önüne gelen her güzel şeyi ona teslim
ediyorum ve kendim, susuzluktan içi yanan fakat içeceği suyu bir başkasına
içiren bir insan tahammülü ile onun aşk anını hissiz bir aşkla seyrediyorum. Bu
feragat ve insilahtaki [Soyulma.
Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma] iztırablı zevk
ne ulvi imiş.
— Ayça..
diyor, Çoban Yıldızı’nı gördün değil mi ne güzel ağlıyordu.
— Onun
aşkı namına, ona iltifat etmeme izin veriyor musun?
Onun sesi vücudumu, her şeyden, onun aşkından başka
her şeyden boşaltıyor, garib bir ziya şeklinde vücuduma doluyor, bir teşbih
şeklinde ruhum bu garib besteyi tekrar ediyordu. Fakat ben bir az evvelki
hislerime rağmen hala cevap veremiyordum
Ateş kesilen yanağıma yanağını koydu:
— Ayçam
dedi. Sen benim emellerimin
koncasısın, benim zevkimsin! Her güzel benim Ayçam . . . aşk manasının
aksettiği her şey o dur!
— Ayçam,
ben seni neyle ölçerim!
Derken gözlerinde öyle derinden bir bakış, öyle
beliğ bir ifade, nihayetsiz bir mana vardı ki, bu İlâhî hakikat önünde her şey
sönüyor, siliniyor ve bitiyordu.
Fakat her şeye rağmen yaşadığım aşk hayatına göre
bir rüyaya benzeyen bu teklif, aklımın ve hissimin tahammül edemediği bir
şiddetle kalbime ıztırab veriyordu. Perişan bir halde idim. Demek o kadar
biribirine karışan, o kadar biribirinin ayni olan gözler bir an kendi ihtiyari ile
biribirinden ayrılabilecek, demek ayni bakış, ayni mana ile bir başkasının
gözlerine bakabilecek, yaşadığımız bu hususi hayatı onunla da yaşayabilecekti!
Ağlamak, yalvarmak, ayaklarına kapanmak istiyordum.
Manevî bir ölüm geçirmekte idim. Ona yalvarmak her vakit ki Ayça’sı, sevgilisi
olduğumu hatırlatmak istiyordum. Yüzümü ona göstermek için başımı kaldırdım,
gözlerine baktım. Her vakit göz yaşıma zaafla titreyen güzel gözlerini aradım..
Şimdi orada gözlerinin altın zührelerinde her türlü
düşünce ve alâkayı yakan bir nur yanıyordu. Bu aydınlık bu anda bütün kâinatı
kapladı, ama ne alem küçüldü, ne de nur büyüdü... Güneşlerden parlak, belki,
her zerresinde bin güneş, bin ay yanan bir aydınlıktı bu.. Siyah gözlerinin
parlak zührelerinde açılan bu nurdan bana, ipek dudaklarının hariri aşkı
duyulmadan, ruhun lisanıyla:
— Candan geçmeyince canan müyesser olmaz! Dedi.. Sanki kalbim yarıldı, sanki fışkıran o kandan veya
canımın dudağından çıkan:
— Aşkın kemali ölümmüş! Sözünü işittim.
Fakat bunu söyleyen ben miydim, o mu, bilmiyorum. Bu anda bir kaynayan ateş
içinde ben o, o ben olmuştuk... Ötesini bilmiyorum, bayılmışım..
…………………
Gülemre Dolunay’la kapısının etrafında dolaşıyordu..
vakit geç olduğu için kimsenin beni görmesini istemiyordum.
— İçerde
kim var? diye sordum.
— Dolunay.,
dedi, bir de güneş batarken Çoban yıldızı gelmişti, dışarı çıktığını görmedim.
Masum yüzlü Çoban yıldızı, uzaktan benim akrabam da
oluyordu,.
Kalbim burkuldu Fakat ben buraya Dolunay’ı gözlemeye gelmemiştim Bu,
gece vakti beni buraya getiren sebeb, içimde her gün bir az daha büyüyen bir
korku idi: Bu günlerde onu yalnız bırakmamak için içimde önüne geçemediğim bir
his, işte beni her an Dolunayım civarını dolaşmaya sevk ediyordu. Onun yanında
bulunmak, onu korumak, her vakit ona
siper olmak istiyorum Onu kimseye emniyet edemiyordum. Belki bu hissim bir az
da boşuna değildi, Dolunay’ın gittikçe artan dostlarım bir çok kimseler
çekememeye başlamışlar ve kendi şöhretlerinin, tehlikeye maruz olduğunu açıkça
söylemekten bile çekinmez olmuşlardı. Bilhassa Korkomutan..
Gülemre hücresine doğru giderken bana rikkatle
baktı: — Haydi yavrum vakit çok geç beraber gidelim! dedi
— Bir az
daha durmak istiyorum! dedim.
O, sevgili biricik kızının gözünün önünden
uzaklaşmasının sebebi olduğumu hissetmiş olmakla beraber bana olan sevgisi
gittikçe ziyadeleşen, bu ihtiyar, mavi gözlerinin bütün safvetile yüzüme
bakarak çekildi gitti.
Hem hücrenin önünde geziyor, hem de belki şimdi
Çoban yıldızının saçlarını okşuyordur! diye düşünüyordum.
Fakat bu acı, evvelki gibi kalbimi şiddetle
zonklatmıyordu.. Zira karanlıklardan doğan o ışık bunu yalanlıyordu.
— Ayça
sen onun aşkısın, kendine mahsus aşkısın. O ne yapsa sen mahzun olmamalısın
bahusus ki, aşkta, aşktan başka histe yoktur.
Hele bu cümle, müthiş bir şiddetle kalbime
aksetmişti...
Ağacın altında yatan Coşkun, beni görünce ahenkli
yürüyüşü ile yanıma geldi. Güzel gözlerini bana çevirdi, başını uzattı., onu
okşadım, bir müddet yanımda durdu, sonra gidip hurmanın altına çöktü.
Bütün gece orada kapısının önündeki hurmanın altında
kâh oturdum kâh gezindim...
Üzerimde ne kama ne de başka bir silah vardı fakat
bütün vücudumla ufukları dinliyordum, her zerremle onun vücudunun siperi
kesilmiştim. Bazen bir deve sesi duyuluyordu... iki defa ağacın altında yatan
Çoşkun başını havaya kaldırarak, bunlara yanık tatlı sesiyle cevab verdi.
Sonra derin sessizlik içinde yıldızların dönmesinden
ses duyulacakmış gibi ta yıldızların boşluklarına kadar yayılan bir sükut...
Çoşkun da benim gibi heyecanlı, benim gibi tetikte., ikide bir en küçük bir pıtırtıdan
bir kuru yaprak hışırtısından başını kaldırıyor, hücreye doğru bakıyor... benim
gibi aklı fikri ona kapılmış, rahatı gitmiş... Dolunay’ın vücudunu taşıyan
hörgücünü okşadım.
Şahane duruşlu güzel başını, içlerinde onun aşkı
sezilen güzel gözlerini öptüm. Yanağıma mukabele eder gibi dudağını sürdü. Bu
sessiz sevişmeden sonra tekrar çekildi.
Kim bilir saat kaç olmuştu! O benim bir saat uykusuz
kalmama tahammül edemez, vücudumun en küçük bir eleminden üzülür. Burada
olduğunu bilse! diye düşünüyordum. Sonra, onu özlüyordum. Şiddetli bir hisle
onu yanımda, bana, kalbi kalbime, yakın, gözlerini yakından görmek istiyordum.
Göz bebeklerim yanıyor, kalbim yanıyor.. Bu anda geçen dakikalar ne kadar
nihayetsiz, duyduğum ateş ise ne kadar payansızdı... Her şeyi unutarak gönlüm müthiş
bir ısrarla onu bekliyor, ben bu ıztıraptan kendimi oyalamak için Can’ın beni
merak edeceğini, kendi hücreme dönmek lâzım olduğunu düşünüyordum. Fakat onun civarında
bulunmak arzusu beni bağlıyordu. Sabah olurken, hiç kapanmamış bitab gözlerim hücrenin
kimıldayan kapısında onu gördü!
— Ayçam,
sen nereden çıktın! Ne iyi ne iyi, gel güzelim, gel., sana bak gül
getiriyordum. Tıpkı o güle benziyor... Bak dedi. Elinde koyu al ve onun rengi
gibi ateşin yapraklı bir gül vardı. Bu, pek veciz bir istikbal, bu gecenin pek
manalı bir cevabı oldu.
Donmuş ellerimden tutup beni içeri çekti. Hissiz
gözlerime baktı;
— Ne oldu, nen var? Cevap vermeden etrafıma baktım.
Gülümsedi
— Kimi arıyorsun
güzelim, Ayçayı mı? iste bak burada!
Aynada kollarının sardığı aksimi gösteriyordu:
— Bak
işte orada!
Garip bir zaafla titriyordum. Bu anda Coşkunun nazlı
başı hücrenin kapısından İçeri uzandı.. Yanık güzel gözlerinin lisan yerine
geçen aşk ifadeli bakışla baktı, baktı... Ona geceyi nasıl geçirdiğimi
anlattım.
— Beraber
geçirebileceğimiz bir geceyi böyle ziyan ettin., diye canı sıkıldı, sözlerinin
nihayetinde:
— Ayçam,
sen üzülme ben seni üzecek hiçbir şey yapmam.
Çoban yıldızı hakikaten akşam gelmiş ve kalmak ta
istemiş fakat o yollamış.
AND
Beraberce hücreden çıktık. Yorgundum, bitabdım. Dolunay
kolları ile vücudumum ağırlığını alıyordu. Gözlerimde iki yakan güneş vardı.
Bunlar canın güneşleri kalbin hayatını idame eden ateş ve nur membaı idi.
Göz bebeklerime hayran olarak bakarken bunu ona.
söyledim!
— Gözlerinde
ateş var! yalnız gülümsedi.
Bu, gözlerin âlemi, ne güzel âlemdi! Bugün
dudakların değil, ruhun lisanı ile konuşuyorduk. Ne güzel Allah’ım! Burada işte
ne yer, ne gök, ne zaman ne bir mevcut var . . . Burada yalnız aşk, askın ateş
ve terennümü var. Burada dünyaya mensup gözlerden bir hayal yok. Burada can
güneşinin ebedî ışrakında gönül bir taabbüd [İbadet etmek. Kulluk etmek] ateşi halinde yanıp sema ediyor. Ne ilâhî bir cuşiş,
nasıl ezelî bir deveran Allah’ım!
Burada, canda ikiliğe yer yok... Ben, o ruhun aşkın
ateşi içinde gark olmuşum!
Biran, onun dudaklarında bu manevî kıyametin ateşi
ta beşeriyete kadar in'ikas [yansıma, aksetme] etti. Sesini
işittim.
— Ayça!
sen benim aşkımsın, benimsin. Fakat senin lisanından da iştimek istiyorum.
Bana, aşkımın ebedî ve ezelî olduğuna yemin ediyorum, de! Her an ve her halde
seni seveceğime ahdediyorum! de...
Kendime geldim;
—Elimi tut, böyle yemin et! dedi,
Gül nefeslerine karışan bu aşk yemini, hüviyetimi
yakıyor, beni mestediyordu.
Fakat bir anda taşan aşkımın içinden aklımın
muvazeneli sesi belirdi:
— Ya o ... o, yemin etmeyecek mi?
Bu anda el ele, kalbimden geçen intizar seyalesi [akıcı şey, su gibi
sıvı olup akan] onun gözlerinden, aksetti:
— Her
şeyi bırak... hiç bir şey düşünmeden söyle, yemin et.. Bu an, fikir ve düşünce
anı değil Ayça.!
İşte o vakit gözlerinden akseden seyyale, beni aklın
yandığı bir ateş içine atıyor.
Ey akıl, senin bu ateş sahrasında işin yok, ben bu
ateşin kurbanıyım, sen var git, buraya yaklaşma yanarsın!
Gönlümün, varlığımın, ruhumun sesini bu dudaklardan
yana yana işitiyorum:
— Senin
olacağıma, seni ebediyen her halde ve her an. seveceğime and içiyorum, yemin
ediyorum! O vakit o elimi bırakmadan,
— Ben de
Allah’ımın lütfu ile senin aşkını muhafaza edeceğime söz veriyorum, yemin
ediyorum! dedi.
Gölgeler, etraf ne garibe Hepsi bir ruh âlemine
yükselmiş, dünya silinmiş, aşk olmuş, hep bir nefes, bir aşk ateşi kudsî yemini
tekrar ediyor. O, beni elimden tutup kaldırıyor;
— Ayça,
geç oldu haydi gidelim! diyor Beraber gene yürümeye başlıyoruz.. Yeni bir yol
keşfettim, seni oradan götüreceğim, burada evler daha az bizi görmezler diyor.
Ne sevimli yollar bunlar; Etrafında yeşil çimenler
temiz ve asude. Öğren de bir daha bu
yoldan gelirsin! diyor, Allah verede
bunları unutmasam! Hiç birini bulamayacağım muhakkak kendimi bilerek yürümüyorum,
ayaklarım kendi kendine hareket ediyor ve yarı yarıya denize batmış gibiyim
yürüyemez bir hale geliyorum. Oturalım! diyorum, oturuyoruz...
Karşıdan Uluand’ın çobanlarından birinin kızı geliyor,
biri tanıyor, Dolunay ona selâm veriyor, otur! diyor..
Bu kız hem güzeldir, hem de alımlıdır, elinde
babasının kavalı var... Dolunay bu kavalı kızın elinden çekip alıyor ve
dudaklarına götürüyor, çoban kızının gözlerine akseden aşka dalarak, başı bir
hurma ağacının gövdesine dayalı, bir yangın kadar ateş dolu... Kaval onun
içinin ateşinden dağlanıp, bom boş vücudundan ses veriyor. Aşkın esrarı rüzgârı
onu baştan başa yakıp o hararetle feryad ediyor.
Bu sırada telaşla bize doğru biri yaklaşıyordu; bu
Uluand’dı. Bizi o halde görünce müşkil bir vaziyette kalarak, Dolunay’ın
karşısına eriyen, birden sükûn bulan bir sesle:
— Dolunay,
dün söz vermiştin, Gülemre’nin evinde halk toplanmış seni bekliyor.. Vakit o
kadar geçti ki seni aramaya çıktım meclisi burada mı kuralım? dedi.
Uluand, onun aklı gibidir. Onun aşka kapılan ruhunu
daima beşeriyet ve akıl dairesine çeker.
Dolunay gerçi şarap içmemişti, faka bütün dünyanın
meyhanelerinde içmiş kadar sermestti. Uluand’ın sözlerini duydu fakat anlamadı.
O tekrar rica etti!
— Postları
buraya mı sereceğiz Dolunay?
Dolunay, yavaş yavaş kendine geldi. Çoban kızı orada
kaldı, üçümüz Gülemre’nın hücresine döndük. Yolda :
— Çoban kızının gözlerinde Ayça'mın aşkını
görüyordum beni ayırdınız! dedi. Başka
hiç bir şey konuşmadı.
Aşk, aşk, bütün hakikat o... ondan
başka her şey yalan! Aşk
ebedî, aşk bu gölgeler aleminin bî zeval nuru, aşk bu hayal ve zılam
[karanlıklar] dünyasının fena bulmayan ruhu! Her aldığım nefes onun varlığına,
dünyanın yokluğuna şahit! Gözlerde aradığım ifade, dudaklarda aradığım hep
aşk... fikirlerde aradığım mukaddes aydınlık o... ondan başka bir şey görmüyor,
ondan başka bir şey duymuyorum, ondan başka bir şey beklemiyorum. Artık bütün
çöl büyük bir kitap gibi bana aşkı söylüyor, onun bitmez tükenmez nihayetsiz
vasfını anlatıyor... Ruhum bu destanı dinlemekten bir an melal duymuyor, gönlüm
ona kanmıyor. Sonsuz bir heyecan, bir vecd, bir ateşle aşk, hep aşk beni
cezbediyor, beni yakıyor ve bu yangına, bu ateşe teselli gene aşk, gene ateş
oluyor... ateşten bir maşrapa bana ateş sunuyor, yandıkça, içimden şikâyet
taştıkça ona, hep ona sarılıyordum.
**
İKİ TENDE BİR RUH
Sevdiklerinin geçtikleri yerlere başlarını koyanlar,
yüzlerini sürenler bulunabilir; onların eşiğinde sabahlayanlar, taparcasına
esir olanlar, hatta uğrunda sabahlara kadar göz yaşı dökenler camım feda
edenler bulunabilir. Fakat onun aşkından, ona ait olandan başkasında hiç bir
vakit bu ittihad ve infisalsizlik [olduğu yerden ayrılma, yerini bırakıp gitme,
azledilme. ] olamaz. Onun
ruhu benim ruhum, benim ruhum onun ruhudur.
Bir akşam o gittikten sonra yeşil sedirin üstünü
düzeltirken, sağ elime, ta kemiğime kadar sızlatan bir ağrı geldi. Saksıdaki
çiçeklerin, sularını güçlükle değiştirebildim.
Mütemadiyen onu özlüyordum; ruhumda hayali şiddetle
parlıyordu. Sol elimle bileğimi sıktım. Çarpıntı ile sedirin üzerine yattım,
acıdan gözlerimi kapadım, uyumuşum.
Gözlerimi açtığım, vakit hava iyice kararmış
elimdeki acı hafiflemişti; fakat hala kalbim gayrı muntazam bir hafiflikle
çarpıyordu.
Tuğ’un sesini duydum, belki de bu sesten
uyanmıştım..
— Ne
yapıyorsunuz (gözlerime bakarak) uyudunuz mu? dedi.
— Uyumuşum.,
dedim.
— Bir
kaza atlattık.,
— Ne
oldu! diye yerimden fırladım.
— Hiç...
pek ehemmiyetsiz.. Dolunay deve ile buradan giderken, ben de vadî yolundan
geliyordum. Sülün’ün ayağı sürçtü, sağ eli pek hafif yaralandı, ama bir
çizikten ibaret...
— Ya.,
diyebildim. Ona inanmıyordum... karanlıkta Coşkun’a atladım, aradaki mesafeyi
hiç duymadım, ne elimin acısı, ne çarpıntım kalmıştı. Başımın içi karanlık bir ıstırapla
dolmuştu. Yalnız hücreye girdiğim vakti biliyorum. Elini gözümle gördüm?
hakikaten hafif bir çizik.. Fakat onun teninin bir noktacığındaki ıstırap bile
bana dünyanın en yakıcı ateşi gibi müthiş gelir...
Gözlerimi bileğine sürdüm, alnımı dizlerine koydum..
saatlerce ayrılamadık.
Bileğimin ağrıdığını söyledim.
— Çok mu
ağrıdı? diyordu.
— Kemiğime
kadar sızladı..
— Tekrar
etme, o acıyı sen duyduğun için tekrar edilmesini istemiyorum, diyordu.
Birdenbire:
— Dolunay.,
dedim. Ya ben ihtiyar olursam...
— Gene
severim...
— Saçlarım
bembeyaz olursa...
— Gene severim Ayça. Seni ben gözlerin,
saçların, tenin için sevmiyorum. Onlara muhabbetim, senin olduğu için.,. Sen
benim manamın aynası benim kendi vücudum, benliğimsin.
Bu ilâhı musiki benim ruhuma da aksetmiyor değildi,
fakat bunu sesinden dudağından ruhundan, kalbinden dinlemek istiyordum. Beni ne
gözlerim, ne tenim için değil, beni, aşkıma vücudu olduğum için sever. Sevgi..
Bu garip aşk ateşi tecellisi içinde bir anda yanan bir zerre kadar küçük ve
ehemmiyetsiz...
Başını yanağıma koydu:
— Ayçam!
Bir vücutta iki ruh kim görmüş? Bizim
tenlerimiz de biribirine muttasıl, bizim birleşmemiz tenle canın birleşmesinden
de daha yakın.. Belki ittisalsiz bir ittisal Ayçam! Aşkımın hayali, canımın,
aşkımın karargâhı Ayçam!
Hep bu sarhoşluk içindeyim, ne yaptığımı bilmiyorum.
Ne sağımı, ne solumu, ne de kendimi seçebiliyorum. Müthiş bir seylâbı aşk içine
batmışım...
— Sağın neresi? diye sorsalar:
— Can atımım olduğu taraf!
— Solun neresi? diye sorsalar:
— Cananımdan boş olmayan her yer
Diye cevap veririm.
Hiç bir damarım ayık değil, her zerrem bu ateşe
batmış. Bana: — Sen kimsin? diye sorsalar.
— Ben
oyum! derim.
NEHİRDE BİR GECE
Mehtabın içinde mutlak bir mehtab daha vardı. Ve bu
ay, o bambaşka can ayının nurundan tutulmuş gibi idi. Bütün bahar çiçekleri bu
aydınlık içinde hüviyetini kaybediyor, bahar kokusu yerine sevda gülleri, aşk
kokuları saçıyordu. Dünya içinde mutlak bir dünya daha vardı. Kalbimde bu gece,
bütün vücudumu saran, tabiatı, maddiyeti geçen bir ateş yanıyordu
Demek o, her şeyi bırakıp benimle uzaklara
gidebilecekti! Demek ona bu arzuyu verebilmiştim. Uzak, kimsesiz çöllerde
onunla başbaşa kalmak ne ateşin, ne tasavvura sığmaz bir saadetti...
Tuğ elindeki kamışı kaldırarak Öteleri gösterdi:
— Dolunay’ın
hücresinde ışık var! dedi.
Aşk mağarasının sağındaki tepecikte kokulu güllerle
sarılı güzel hücresinde hakikaten aydınlık vardı... Öteki hücrelerin hepsi
karanlıktı. Bu ışık, dünya yüzündeki bütün ziyalardan ne kadar başka! Bu ışığa
nazarlarım takıldı kaldı... Derenin kenarından yürüyorduk, su, hafif ve tatlı
bir sesle akıyordu... Hâlâ saçlarıma nefeslerinden sinmiş baygın gül kokusunu
duyuyor, ellerimi saçlarıma sürüyor, derin derin içime çekiyordum. Titreyen
şeffaf nurlar üzerinde onu görüyordum ve bu, o kadar kuvvetli bir hisdi ki,
elimi u zatsam onu tutacak gibi idim. Hâlâ bileklerimde avuçlarının hararetini
duyuyor, hâlâ bana hitab eden sesini işitiyordum:
— Seni
alıp uzaklara, uzak çöllere gitmek istiyorum! Aklım mecnun, kalbim duracak gibi...
Gönlüm coşkun bir nehrin coşkunluğu içinde diriliyor, her zerrem mest ve
müstağrak... Garib bir cünun denizine batmış gibiyim.. Sağımı solumu
göremiyorum, Dolunay, bütün dünyayı kaplamış akıl yakan bir ateş halinde
tahammül ve kararımı alıyor.
Artık gökte bulutlar peyda olmuş, ay batmıştı.. Hücrenin
ışığı bir yıldız gibi dağın arkasında görünmez oldu. Tamamıyla karanlık olan
nehir boyundan dönüyorduk. Nehrin sağına geçtik, birdenbire bir kıvılcım
nehrine gelmiş gibi nehrin durgunlaşan bu sahili, yüz binlerce yakamozun parlak
kıvılcımları ile tutuşmuş gibi idi.
Duygusunu ifade etmek isteyen Tuğ, elindeki kamışı
nehre uzattı ve hareket ettirdi.. Ateşten
bir isim iki kere bir anda nur doğar gibi parlayıp yandı: Dolunay,
Dolunay!
Diyeceksiniz ki: aşk, yüz Dolunay dokur!
Doğru, fakat benim için aşk, benim
Dolunay’ımı sevmektir.
MERAL
Bu akşam Meral ile konuşuyorduk. Beni ve Dolunay’ı
pek seven Meral’in coşkunluğu vardı. Tâ sahralardan gelen bu göçe [göçebe] kadını,
çocukluğumda beni kucağında aşk mağarasına nasıl götürdüğünü anlatıyor, düz
hatlı yüzünde, yağlanmış ve çok mihnet çekmiş olmasına rağmen menekşe
gözlerinde hâlâ taravet var... Ve bununla beraber sakat ayağı yaşlanmış
vücudunu ağırlaştırıyor...
Ona ilk defa Dolunay’ı nasıl gördüğünü sordum, Meral
ile şimdiye kadar böyle içli dışlı konuşmamıştık.
Dolunay’ı ilk defa bir gece çölde görmüştü. O vakit
Dolunay sık sık göçe çadırlarına misafir olur ona ikram ederler, kuzular
pişirirler, yatırıp uyarlardı. Halbuki herkes bu göçerlerin arasına girmeye
çekinir çünkü onlar, kervanlar ve yolcular için hayli tehlikelidir. Fakat
Dolunay’ı bilhassa gelip alırlar.. Çünkü herkes onu uğurlu sayıyor, çiftçiler
topraklarına girerse seviniyor, bağcılar bağından bir tane üzüm yerse işlerinin
bütün yıl iyi gideceğini biliyor, onun adım attığı yerde bereket, saadet yüzünü
gösteriyor, hastası olan, Dolunay karşısına çıkarsa yüzü gülüyordu...
Daha Meral Dolunay’ı görmeden bir yıl evvel bir gece
rüyasında görmüş, tıpkı böyle, olduğu gibi, siyah güzel gözleri, bu boyu, bu hali
ile... Sonra göçe reisinin çadırında Dolunay'ı görünce birdenbire üstünden
sanki dağ gibi yükler kalkmış. O geceden sonra buraya gelmek için kocasına
musallat olmuş, çünkü içinde bilemediği bir ateş tutuşmuş... Hep buraya gelmek
için kocasına yalvarır, geceleri uyumaz, onu da uyutmaz, dürter uyandırır ve
Dolunay'ı anlatırmış.
Nihayet bir gece kocasının Tanrılar için hazırladığı
ibadet köşesine gidip yatmış, çok ağlamış, Dolunay’ı çağırmış ve Dolunay ona
gelmiş güller takmış.. Bu rüyadan sonra nihayet buraya gelmişler.
Ağlıyordu... Ve aşk, bunları anlatırken onun yarım
diline ne güzel bir ifade veriyordu..
Bu aşk ne ilâhı bir ateş! Dolunay'ı Meralin dilinden
dinlerken ne taşkın bir zevk içinde idim. Ya onu görmek, yahut bunu yapamayınca
söyletip namını anmak!
Meral sözüne devam ediyor.
— Fakat
Ayça, onu civar kabilelerden, hattâ bizim aşiretten bile çekemeyenler var.
Hakan Dolunay’ı evlâdı gibi sever, ama bu kötülerin, şerrinden Allah’a
sığınırım! Rabbim onun bir kılına hata vermesin, en küçük bir üzüntüden
saklasın. Benim bin canım ona kurban!
Meral ellerini açmış dua ediyordu. Bu heyecan hiç
şüphe yok ki hiç bir faniye nasîb olmayan bir aşkın mahsulü idi.
Dolunay kadar zaten dünyada kimse sevilmemiştir.
Dolunay gibi hiç kimse sevilmeye lâyık olmamıştır. Aşkımın derecesi toprağın
nebatlarından, kuşların tüylerinden, yıldızların sayısından daha çok olsun.
Allah’ım, ey güzellik ve lûtfun Allah'ı olan
Allah'ım, bana aşk okunu çabuk sapla.. Çünkü onun yüreğim üstünde sema etmesine
tahammülüm kalmadı. Dolunay’ın güzelliği aşkına, bana aşk okunu derin sapla!..
Bu sırada, ellerinde buğday başaklar ile bir kafile,
bugün buğday bayramı olduğu İçin buğday şarkısı söyleyerek, develer üstünde
kadınlı erkekli geçtiler.. O kadar hayret ettim ki... Nasıl gülebiliyorlar, o,
meclislerinde bulunmadan, onun bir iltifatına, bir vadine nail olmadan, niçin,
nasıl eğlenip zevk alabiliyorlar! Nasıl kalpleri müsterih alabiliyor? diye
şaştım? şaştım!..
NİÇİN VE NASILSIZ AŞK!
Şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Çadırlar
sökülüyor, ağaçlar devriliyor, göklere savrulan kumların içinde on adım ilerisi
görülmüyordu. Bir iki adım ötede birdenbire topallayan, çöken bir karaltı peyda
oldu. Dikkat ettim, bir yığın, tahassür, bir yığın fevkalbeşer kudret halinde
bu karaltı, kapının önüne atıldı. Tanıdım, Meral'dı. Bugün Dolunay'ın bize
gelme günü olduğu için Meral’a bize gelirse onu görebileceğini söylemiştim.
Can koştu, Meral’ı kolundan tutarak yerden kaldırdı
içeri aldı.
Bu âfet arasında, Dolunay’ı görmek aşkı ölüme hâkim
olmuş, niçin ve nasılsız aşk, onu buraya getirmişti.
Dolunay'ı sevenlerin en dikkate değer simalarından
biri olan bu ihtiyar kadının yarım lisanı, aşkın kaynayışı ile talâkat kesilir,
bu sakat vücut garib bir kudretle yuvarlanır koşar, kuvvet ve hayat bulurdu.
Bu havada niçin geldin? diyemezdim. Elinden tuttum
yanyana oturduk. Bütün ruhu, bekleyen, seven, tapan iki göz kesilmişti ve bu
gözler benim gözlerimde, benim yüzümde Dolunay’ın bir eserini arıyor gibi idi.
Ellerini uzattı, ellerimi tuttu, titriyordu; ben de titriyordum, ellerimi
yüzüne, gözlerine sürerken hayran hayran gözlerime bakıyor, ibtidaî göçe şivesi
bu anda dünyanın en yüksek ve kadir lisanı olarak, her iktidarı geride bırakan
bir başka ilâhı ateşle:
— Onu gören gözlere kurban olayım! diyordu. Hayran hayran gözlerime bakıyor, ve benden
onu içmek ister gibi kalbi göğsünden çıkıp Dolunay’ı içine almak ister gibi
bakıyordu, ve ben bu müthiş bakışın önünde eriyor, küçülüyordum.
— Ah! ben onun otağının duvarında bir çivi
olsam, ona yakın olsam ah! derken büyüyen,
sade mana kesilen, gözlerinde parlak yaşlar birikiyordu. Ben onun aşkının
aldığı manayı ifade etmekten âcizim!
Dedim ki:
— Dünya
aşkında bir günlük hasret ruh aşkında
bir yıl gibidir, değil mi Meral?
Gözlerinde biriken parlak yağlar döküldü. Ciğerinin
yanık nefesi ateşin bir sayha halinde göğsünden fırladı:
— Ah
anam! dedi Ben onu görmeyince, başımı sağdan sola çevirinceye kadar yıl oluyor!
Çocuklarım bana:
— Ana hastasın gitme, otur, dediler. Ah, halimi
bilseler, ayağına taş bağla da Öyle git! derlerdi.
Kardeşim;
— Fırtına var Ölürsün, diye arkamdan bağırıyordu.
— Ölüm bana onun hasreti! dedim, yürüdüm. Dolunay demindenberi Can’la
konuşuyordu.
İlâhî bir haşyet içinde onun titreyen elinden tuttum
ve sürükler gibi Dolunay’a götürdüm...
AŞK MAĞARASINDA BİR DERS
Yıldızların parıltısı ile Aşk mağarasının yolunu
bulduk. Burası ne güzel, ne bambaşka bir yerdir.. Doğrudan doğruya tabiatın
hazırladığı mütevazı küçük bir hücrecik.. Dolunay sık sık buraya gider,
Gülemre, Uluand, Can, Nekao hep gelirler.
Burada zaman, öyle bir zevk İçinde geçer ki, bütün
gece, bir saniye gibi gelir.. Dolunay’ı bir başkalık içinde, güzel sesine fevkalâde
bir kudret gelmiş olarak dinleriz. Bu, içmeden sarhoş olmuş insanlar, hep bir
vücut olur, sanki başka başka meş’alelerden çıkan, fakat ziyası biribirine
karışan, biribirinden ayrılmayan nurlar gibi..
Meral koluma girmiş beni çekiyordu, çok heyecanlı
idi, fakat hiç konuşmuyorduk. Dolunay beni oradan çıktıktan sonra hücresinde
bekleyecekti.
Aşk mağarasının kapısına geldik; birçok genç kız
sesleri hep birden güzel bir beste söylüyorlardı.
Bizim, aşkımızın kadehinden içenler
Ellerinden şarap kadehin atarlar
Kadeh bizim vücudumuz
Şarap onun aşkıdır!
Bizim maşukumuzun nurundan
gökteki ay gizlenir, utanır
Acaba bu ses, meleklerin sesi miydi? Bu ne İlâhî bir
musiki, ne can âlemiydi!
İçeri girdim, bu nağmelere, ruhu her endişeden
uzaklaştıran ateş gibi kaval sesi karıştı, mutlak onun kavalı! dedim,..
Ateşinden ve kudretinden tanıdım.
Koyu yeşil bir çuha İle örtülü kapının üzerinde
tatlı pembe camlı bir fener yanıyordu, huşu’la perdeyi açtım. Yedi sekiz genç
kız, Dolunay’ın etrafında halkalanmıştı. Kenarlarda ihtiyarlar, başları yerde,
geyik postlarına oturmuş, kendinden, geçmiş, birçoğu bu semavî âlemin kudsî
heyecanından ağlıyorlardı. Meşalelerden dökülen ışık, ruhanî nurunu, bu ağlayan
bahtiyarların üzerine saçıyordu. Bir köşede Emre ile Çoban Yıldızı’nı tanıdım,
Can benden evvel gelmişti, onun yanına oturmuşlardı.
Dolunay bu ismet halkasının içinde bu gece gene ne
güzeldi! Bütün yıldızlar devri, dünyanın ve boşlukların cazibesi, bu gözlerdeki
tesirden ilham alıyor,. Bütün canlara hayat ateşini veren bu gözler... her
yanan kalbin enisi [dost,
arkadaş; alışılmış, kendisiyle ünsiyet. edilmiş olan.] Dolunay.. Her ağlıyan göze nur Dolunay, aşk Dolunay.
,
Gözlerimi hiç açmak istemiyorum, ben öyle şuledar
bir can önünde uyudum ve yüreğimi öyle büyük bir ateşle yaktım ki, eğer
gözlerimi açarsam helak olurum. O vakit meleklerin, nefesi bile beni
diriltemez. Bırakın, gözlerim bu ateşle yansın, aşkın nefesine temas etmiş gibi
yansın! Fakat ah, şule pek şuledar, can pek suzan, tahammül pek ağır! Sen
güzellerin mihrabı, ateşlerin, aşkların maşukusun! Senin için göz yaşı dökmek,
bana hiçbir zevkin eremeyeceği şahikayı gösterdi. Göğsümü
açıyorum, kollarımı bağlayarak, bütün vücudumdan, canımdan, cihandan geçerek,
sana kendimi iade ediyorum. Dünyada tutunacak bir noktam, bağlanacak hiçbir
zerrem yok...
Allah’ım, beni yak!
Senin aşkınla yanmak, sana secde etmek,
sana bir zerremi, bin kerre feda etmek vücudumu senin muhabbetinin şulesiyle
yakmak istiyorum...
Beni zevk ve sekr [Sarhoşluk] ne hale koydu?
Şimdiden mahv ve zebun oldum.
Sen, namını yıllarca tavaf eden, zikrini
kalbine yıllarca can eden ruha nihayet hitab edersin değil mi!
Senin ve benim aramızda hiç kimse yok,
hattâ ben de mevcud değilim... Sen o kadar güzel ve büyüksün ki, huzurunda
nefesim, aciz bir duman parçasının bir dağ eteğine mezelletle sürünüşüne
benzer. Seni sevip aşkının nihayetsiz zevkinden içtikçe, göklerin uzaklığı,
yıldızların sayısız çokluğu, zamanın müthiş çemberini nihan ve ademle yeksan
buluyorum.
Olduğum yerde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Dolunay
beni görmüştü; kavalını dudaklarından çekti ve kızlara işaret etti, hepsi
gülerek yanıma geldiler, beni elimden tutup içlerine aldılar, ve bir başka
semavî beste tutturdular.
Ey ümitsizlik ve teessürle ağlayan
Vaz geç ağlama,..
Sen bize gel.
Gel bak bizde ne İlâhî şaraplar var
Biz aşkın gülleriyiz
Buna can gülü derler!
Dolunay’da beraber söylüyordu... Bu ses, göklerden, aydan, hayır Allah’tan
geliyordu. Ne kudret, ne ateşti
bu, ölüleri kabirlerinden kaldıran, yaşayan kalpleri durduran bir ses...
Dolunay başlayınca, sanki kıyamet koptu; kalbler
zarfını yırtıp sıçradı ve aşk ateşi tenleri yakıp kurtuldu, terkibler
dağıldı...
Böylece ne kadar zaman geçti bilmem. Herkes baygın
bir halde olduğu yerde yığılmış kalmıştı. Kimse kimseyi tanımıyor ve hiç kimse
kendini geçemiyordu. Herkes ademin renksiz rengine batmıştı.. Dolunay,
— Züleyha’nın aşkından bahsediyorduk! dedi. Mukaddes bir güzelliğin nihayetsiz kudreti
tecellî eden elini, belindeki gümüş kemerin üstüne koymuştu.
— Ders
başlıyor; diye herkes birbirini uyandırdı. Ayıklar mestleri kaldırdı. Can ve
Gülemre ayakta baygınların yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bu aralık Çoban Yıldızı
Emre’ye Can’la, Gülemre’yi göstererek sordu :
— Bunlar
neden mest değil!
Kızarmış gözlerini, nereye baktığı bilinmeyen bir
nazarın lahutî aydınlığı kapladı;
— Kül olmuş harmanda alev mi arıyorsun! diye gülümsedi
ve sükûtla oturdu.
— Bunların her biri bir kâinat. insanlığın üstünde bir bilgi, aklı yakan bir
sır... dedim.
Dolunay söze başlamıştı. Bu gece Züleyha’nın aşkını
anlatıyordu:
— Züleyha, bu kâinatta ne varsa adını Yusuf
koymuştu. Dostlarına aşkından bahseder, Yusuf’u onların mahremiyetinde gizlerdi.
Deseydi ki, mum
şuleden yumuşak oldu, eridi. Yani, kendi kalbinin şulesi ve şevkinin, ateşi
tesiri ile Yusuf’un kendine mülayim davrandığını anlatmak isterdi.
Deseydi ki! Ay
doğdu ve yukarı çıktı... Yusuf’un gül yüzü tebessümle kendini gösterdi demek
isterdi.
Deseydi ki:
Üzerlik ne güzel yanıyor!
Yusuf’la
arasındaki münasebetin iyi olduğunu ifade etmek isterdi.
Deseydi ki: Ne hoş
ve parlak taliim var!
Bununla Yusuf’un
kendisine mültefit davrandığını anlatmak isterdi.
Deseydi ki:
Ekmekler tuzlu olmuş!
Bu da, iltifata
mazhar olmamasından kinaye idi.
Deseydi ki: Bu gün
çömlek kaynatmışlar, içindeki gıdayı güzelce pişirmişler.
Bununla Yusuf’un
kendisine nasihat vererek kötü olan birçok ahlâkından bu suretle kurtulduğunu
anlatmak isterdi.
Deseydi ki: Güneş
doğdu ve yukarı çıktı. Yusuf’un harareti ile kalbinin yandığını söylemek
isterdi.
Deseydi ki: Bugün
başımda ağrı var!
Yusuf’un kendine
iltifat etmediğini bildirmek isterdi.
Deseydi ki : Bu
baş ağrısı bana ne kadar hoş geliyor.
Bununla Yusuf’tan
gelen her amaya razı olduğunu anlatmak isterdi:
Deseydi ki : Saka
su getirdi.
Bununla, yanmakta
olan kalbine Yusuf'un güzel sözleri ve iltifatları su serptiğini söylemek isterdi.
Deseydi ki: Bülbül
güle raz [sır,
gizlilik] söyledi.
Bununla Yusuf’un
kendine raz söylediği anlaşılırdı. Hasılı, medhe ait ne söylese Yusuf’un
visalinden, acı olarak ne dese, onun ayrılık ve hicranından idi.
Aç olsa, Yusuf’un
ismini anmakla tok olurdu.
Üşüse, onu
söylemekle ısınırdı.
Derdi, sıkıntısı
olsa, neş’eye dönerdi.
Dolunay’ın bu sözleri, bana Yusuf’un meşhur aşıkı
Züleyha’nın bir gün kendisine kölesini sevdiği için kendisini tâyib [ayıplama] eden arkadaşlarını ziyafete çağırıp ta ellerine
turunç ve bıçak verdiğim ve; ben gelmeyince bunları kesmeyin! dediğini
hatırlattı.
Züleyha Yusuf'u giydirip;, kuşatıp başına elmaslı
şah tacını ve ayağına İncili nalınlarını giydirip getirdiği zaman, ziyafet
sofrasında oturan kadınlar onu görünce:
— Ay ve güneş birleşti... Bu ne kıyamet.,
haya bu insan değil melektir! diye bağrışırlar... Zevk ve hayretlerinden, turunç
diye ellerini keserler...
İşte ben bu vak’ayı hatırlarken şimdi büsbütün ilâhî
görünen Dolunay’a baktım da;
— Ah,
dedim, Yusuf seni göreydi, Mısır kadılarının ona yaptıkları gibi, o da seni
görünce hayretinden, ellerini keserdi...
Dolunay kısa bir fasıladan sonra Züleyha'nın
hikâyesine şunları ilâve etti î
— Aşkta istiğrak, âşıkın, maşukunda ölümüdür Aşk, maşukun vücudunden akseden bir
ziyadır ve bu ziya aşıkın vücudunu kaplayıp mahvetmezse, aslına döner gider.
Aşk kolay ele geçer bir devlet ve maşuk
benlik sevgisiyle bulunur bir nimet değildir, onun yüzünün bahası candır,
candır.
Aşkta his te yoktur; ne vuslatın
zevklerinden bir neşe, ne ayrılık acılarından bir gam!
Can ve Uluand, Dolunay böyle derken olgun bir
gülümseme ile başlarını salladılar. Tuğ ve Meral mahzundular. Meral zannedersem
bir şey anlamadı ama, Dolunay söylediği için, sesinin ahengisıden müteessir
olarak içini çekti. Dolunay müselsel bir ahenkle söylüyordu?
— Aşk yolunda ne kanlar dökülmüş ve şevk
çomağile ne başlar top gibi yuvarlanmıştır ki hesabını maşuktan başkası bilmez.
Aşk yolunda baş terk etmeyen, aşkın hakikatinden, ne haber alır?
Akıl sahiplerinin fasılları babında aşk
bulunmaz., O,
cevab ve sualle anlatılmaz. Aşk ve aşıklık sırrını gene aşk söyler; onun
lezzetini aşık, aşıkın kıymetini de maşuk bilir! Aşk öyle bir ateştir ki neyi
bulsa yakar ye kendi rengine çeker.
Akıl, düğünce çocuğunu aşk mektebine
götürdü, heyhat ki biçare bir harf bile anlayamadı, Nihayet hayret yolunu
kaybederek kitab ve çantasını elinden attı.
Dolunay’ın istediği aşk, herkesin bildiğinden ne
kadar başka.,
Mumlar erirken Dolunay bu sözlere ateşin bir cümle
daha ilâve etti:
— Bu
söylediklerim de aşk
yolunun ihtidasıdır. Nihayeti nasıl olmak lâzım geliyor düşününüz? Aşk öyle bir
denizdir ki, oraya batanların ne feryadı, ne de zevk nidası işitilmez..
Gece iyice ilerlemişti. Herkes birer birer çekildi.
Ben, kimse tarafından görülmeden Dolunay’ın hücresine gidebilmek için en sona
kaldım. Can da bana yardım etti.
DOLANAY’IN HÜCRESİNDE
Bir sade yatak. Baş ucunda bir kandil ve bir testi
su, bir kaç tomar papirüs...
Ve bütün bu sadeliğe en büyük ihtişamı, en doyulmaz
güzelliği, zenginliği veren Dolunay’ın kendi.. Onun bulunduğu yer, dünyanın en
lâtif, en fevkalâde, en cazibeli yeridir. O nerede bulunursa, orada bir
fevkalâdelik hasıl olur. Dolunay güzelliği hiç bir şeyden almaz, giydiği,
oturduğu, durduğu her şey, ruhu., hayatı ondan alır. Onun, baktığı her şey
güzelleşir, onun diktiği, söylediği her şey yükselir, büyür.
— Beni
mi bekliyorsun? diye içeri girdim.
— Başka kimi, beklerim? Bu dünyada bir tanecik Ayçam
var. Onu bekliyorum! diye karşıladı. Sonra:
— Sana Can'la
haber yollamıştım, kısa yoldan gelip yorulmaman için, dedi.
Dolunay böyle her gün nihayetsiz güzel
sözler, söyler ve alâka ile aklın alamayacağı sualler sorar. Halbuki, cevapların
cevabı, kendidir.
Gelirken kimsenin görüp görmediğini sorup iyice
anladıktan sonra beni döşeğinin üzerine oturttu, kendi de yanıma oturdu.
-Keşki her gece seninle burada yalnız kalabilseydik!
derken, ben:
— Ah,
keşki her kayıd yansa da yalnız seninle olsam ve her gece sabaha kadar sesini
işitsem, sana tapsam! diye düşündüm.
Fakat Dolunay yanaklarımı kızartan arzuyu
gözlerimden görerek:
— Bizim
buluşmamızdaki güzellik Öyle tam ve pürüzsüz ki.. Bunun, üzerine bir aşk âlemi olmaz; bizim başka hayatı
istemeye ihtiyacımız yok.. Fakat insan hissine kapılıp ta söylüyor, dedi ve:
— Ayçam,
ne istersin yapıyım? Olmamış bir arzun varsa bana söyle güzelim? Ne istersin
veriyim? diye sordu.
— Arzularım
daha arzu haline bile geçmeden vücud buluyor, ne diyeyim Dolunay’ım dedim. O,
ellerimin ikisini birden bir avucuna aldı, öteki elini saçlarıma koydu.
Hangi arzu! Bütün aşk denizi beni geçip taşıyor ne
bir ses, ne ondan başka bir nefes.. Ona gark olmuş bir haldeyim.
— Ayça, bilirsin ki güzelim beni ten değil,
aşk oyala., dedi
Ben aşka susamışım. Dudağımı kadehe ancak o aşk için
uzatırım. Ben bu dünyada ondan başka birşey aramadım, dudaklardan onu içtim.
Ben başka bir şey yapmadım ki güzelim.. Bütün hayatımda ondan barka şeyle
oyalanmadım.
Durdu, neş’elendi, gözlerimin içine bakarak:
— İşte
sen., şimdi aşkı senden kokluyorum ve ne güzel, ne tatlı., hayır, bunlar da hep
birer kelime ve o, aşk, hepsinin üstünde!..
Gözleri gene içmiş gibi pembe... halinde sarhoşların
mestliği var.. Bana çok sevdiğim bir şarkıyı söylemeye başladı. Gene nağmeler
yanık bir tehassürle uzuyor., bu başka ve fevkalâde ses, o tahammül
edilemeyen kudretle söylüyor, hiç bir
sese benzemeyen , benzemek İhtimali olmayan bir ahenkle..
Bir aralık:
— Haydi
Dolunay bana şu bütün geçenlerin isimlerini söyle, haydi hepsini sayalım kaç
tane kadar? yüz vardır değil mi, dedim.
- Hangilerini
söylüyorsun, tamamıyla benim olanları mı?
— Evet.
— İn
Öyle İse..
— Doksan..
- İn
canım.
— Peki
öyle ise adedden vaz geçelim. Zaten ha bir olmuş, ha bin. İsimleri söyle,.
Sonrada süratle hatırında kalan vak’aları.,
İşte bu aşk resmi geçidi, her levhasında bir cazibe
ve kudretli taşkın bir aşkın şahidi olarak teressüme başladı ve bunlar
anlatılırken ellerim ısınmak için avuçlarında idi. Hava serin olduğu için mi
neden ellerimin soğuk olduğu anlaşılmadı.
Ta minicik çocukken başlayan ilk aşk., bu oldukça
sükûnetle dinlendi sayılır.
Masum ve ne olduğu bilinmeyen bir hisle sevilen
güzel kız., şimdi toprak olan bu çocukla Fırat kenarında oynayışlar,. Sonra
ayrılma... ve kızın ölümü...
Sonra gene uzaklara dalıyoruz: Birinden ötekine
geçen bir seyyale..
Bir başka ufukta gene bir aşk doğuyor... bu, çapkın
ve şen., gizli buluşmalar, en umulmaz fırsatlardan istifadeler ve çapkınca bir
alay cesaret. Annesi ile bir odada yatan kızın koynuna girişler.. Nihayet bir
başkası ile evlendirilen küçük kızın ölümü..
Dolunay’ın aşkları daima böyle neticelenir.. Kak
tenin ölümü, kâh canın ve benliğin ölümü!
Sonra şu Hakanın kız kardeşinin kızı hakim ve
müteazzım [büyüklük
taslıyan, mütekebbir] Ünal.. Zahirî
şeref ve mevkiine rağmen gittikçe Dolunay’ı daha şiddetle takib etmesi..
- Ünal'ı
aşka sen mi davet ettin, yoksa... dedim.
— Hayır,
diye kaşlarını çatarak sözümü kesti. Katiyen! hem bilirsin ki ben ondan hoşlanmam.
O beni istedi, takib etti, ben de aşkından ve zekâsında zevk aldım. Şimdi de
bütün maksadı, Suna’nın burada olmayışından istifade ederek benimle evlenmek.
Seninle olan münasebetimizi hissedecek diye korkuyorum.
Yaman kadındır. Beni şiddetle sevdiği için
kıskançlığından çekinirim.
— O seni
seveli ne kadar oldu!
— Hemen
bir sene.
— Pek az.
— Bu
kadın, Hakanın üzerinde de öyle müessir olur ki, adeta onu parmağında çevirir.
Açık elâ gözleri tatlı bir zekâ ve aşk parıltısı
içinde bakan Ünal, benim üzerimde büyük bir tesir yapıyor. Onu fevkalâde bir
kadın olarak buluyorum., ince zarif beli üzerinde hareket eden narin beyaz
vücudu, bu ince belin ahengine pek uyan muntazam kalçalarından, küçük ince
ayaklara kadar hâkim ve keskin bir güzelliğin zarif görünüşünü hiç bir göz
inkâr edemez. İnce parmaklı zarif uzun eller de konuşurken, susarken ayrı birer
ahenkle insanı cezbediyor. Ağır ve hâkim söyleyişi, dudaklarının kıpkızıl
rengi, hele açık gözlerin o daima parıltılı ve canlı bakışı., her şeyi güzel.,.
Beni ve duygularımı kavrayışı, ben sözü söylemeden
bir anda hissedip tefsir edişi velhasıl her şeyi hoşuma gidiyor ve, Dolunayla
konuşurken, bu güzel ve nefis kadının hayali bana hüzün veriyor.
Dolunay seven bu kadında, Dolunay’ın sevmediği acaba
nedir?
Bu güzellik ve aşkla o, neden Dolunay’ın
sevgilisi olmamış!
Bir kerre bu kadında aşk, bir ihtiras
halinde.
Bu sevgide bir çıplaklık var.
Bir kerre masum değil. Onda her şeyi bilen, bir az
da aklı ile halletmek isteyen bir hâl var. Hasılı sanki bu aşkı tutan ılık,
munis bir kadın kalbi değil, çıplak ve bir az da kadına o kadar yakışmayan
mü’tecaviz bir aşk.. Fazla olarak bu kadının mizacında gaddarlığa karşı tabiî
bir meyil de var..
Dolunay’ın ondan ne kadar çekindiğini geçenlerde
olan bir vak’a bana daha iyi öğretmişti: Bir gün Dolunay geç geldi. Onu kapı
önünde karşılamıştım, biraz yorgun görünüyordu.
— Tıpkı
yolda Ünal’a benzer birini gördüm, birden bite ürktüm Ayça... Yolumu
değiştirdim, taşların arkasından dolaşıp geldim, demişti.
Ünal'dan bahsetmek Dolunay’ı da, beni de sıkmıştı.
Bir müddet o da, ben de konuşmadık, bu sırada kapı Çalındı. Dolunay benden
evvel kalkarak baktı.
— Nekao.
beni görmeye gelmiş olacak! dedi. Can onu içeriye aldı. Acele etmeye lüzum
yoktu zaten biz farkında olmadan sabah ta olmuştu.
Hem deminki bahsin ağırlığından kurtulmak, hem de Dolunay’ın
ağzından hiç dinlemediğim bir başka aşk hikâyesi vardı ki onu öğrenmek
istiyordum.
— Dolunay
dedim; bana şu İspanyol rakkasesini anlatır mısın?
— Kısacık
bir macera... bu da ötekiler gibi., dedi. Ben ısrar ettim ye:
— Bu
gece bu hikâyeyi de öğrenmek istiyorum, dedim
— Öyle
ise Nekao anlatsın, çünkü onunla Mısırda tanıştıktan sonra bu kadına tesadüf
ettim. Bu macera Nekao'ya pek tesir etmişti, iyi anlatacağını zannederim;
ikimiz de dinleriz, dedi.
Nekao’nun yanına önce Dolunay gitti. O, bir şey
danışmak için böyle şafak vakti gelmişti.
Onlar konuşmalarını bitirdikten sonra odaya girdim.
Can da Dolunay’ın yoğurdunu getirdi
Dolunay;
— Nekao,
şu Mısırda tesadüf ettiğimiz güzel rakkaseyi bize anlatsana.. dedi..
Nekao'nun yüzünü birden, merhamet ve hüzün dolu bir
mana kapladı.
— Karmel’i
mi ? dedi. Bu kadının hâli o zaman bana pek dokunmuştu. Mısırda kibar
kahvelerinden birinde Dolunayla bu kadın bir kaç kerre görüştü. Bir gün gene
aynı yere gitmiştik. Onun konuşurken çukurlaşan tatlı esmer yanaklarına,
omuzundaki al İspanyol şalının aksi vurmuştu. Hatta siyah iri gözlerinin
parlaklığı içinde bile bu ateş rengin titreyişi seziliyordu.
Belinin ahenkli inceliği üzerinde cazib çizgilerle
dolgunlaşan göğsüne koyu al bir gül iliştirmişti. Uzun. kirpiklerinin
süzülüşünde, gözlerinin bakışında fazla bir derinlik, al dudaklarında koyulaşan
bir ateş vardı. Gözlerini kırpmadan Dolunay’ın gözlerinin içine bakıyordu Kendini
sevenlere delice para döktürmekten çekinmeyen Karmel, sadece:
— Bir
portakal şerbeti getirt, masraf etmeni istemem, dedi, sonra:
— Ben
seni ne kadar sevdim! Senin için dünyada her fedakârlığı yaparım, senin için
canımın bile bir kıymeti yok... Başkaları benim sinirlerimi, tenimi doyurmak
istediler, sen ise kalbimdeki o boş noktayı doldurdun Fark, burada... Sen benim
hislerimi, kalbimi doyurdun. Genç, ihtiyar, orta, bir çok erkek tanıdım, bir
çok memleket gördüm. Fakat senin kadar derin, senin kadar cazib ve sehhar bir
insana rast gelmedim. Senin kadar bir kadın ruhunun ihtiyaçlarını ve kalbine
hitab etmesini bilen bir insan görmedim. Sen bir aşk hazinesisin! Dolunay, sana
bir teklifim var! derken, uzun parmaklı esmer elleri bir az titriyor, deminden
beri aralarında olan mevcudiyetimi hiçe sayan bu pervasız güzel kadın, şimdi
yardım, dilenir gibi yüzüme bakarak:
— Benimle
evlenir misin Dolunay? diye ona büsbütün sokuluyordu.
Dolunay bu teklif karşısında duraladı hafifçe
sarardı.
Keşke Karmel, fakat ailemin gösterdiği yola gitmek
mecburiyetindeyim. Bana kendi milletimden bir kız verecekler! dedi.
İspanyol güzelinin yanakları sapsarı oldu, birden
bire dudağının kenarında beliren iki derin çizgi genç, güzel yüzünü bir anda
ihtiyarlatıverdi.
— Yalan
söylüyorsun! diye çıplak bileğini masaya vurdu.
— O
kadar mertsin ki, yalan, gözlerinden okunuyor. Seni bilirim, bu sözleri sırf
aşka hürmetinden söylüyorsun. Benim kalbimi yaraladın, bu yaram ölünceye kadar kapanmayacak
ve seni hiç unutmayacağım. Aşkı bana sen öğrettin! Taliim hem hoş, hem pek
acıymış. Tali im pek parlakmış, çünkü seni gördüm; pek acıymış, çünkü ilk defa
sevdim ve ilk defa sevilmedim.
Hayatta bahtiyar günler pek kısa sürdü. Kalbimde sen
olarak, onların kollarında raks edeceğim, Fakat ölünceye kadar sen kalbimdesin,
kalbim senin! Bana gurbette olduğumu unutturdun, senin gözlerinde vatanımın
çiçeklerini, göklerini, bütün güzelliklerini ve hislerini gördüm. Artık burada duramam, ispanyaya dönerim!
Karmel yanımızdan kalktı, gene her vakit ki gibi
saçlarını silkti, bir az arkaya yatarak ellerini kalçalarına koydu, uzun
kirpiklerini süzerek, ilk defa beyaz dişleri, kısılmış dudakları arasında
görünmeden raksetmek için masaların ortasında durdu. Her taraftan sesler
işitildi
— Yaşa
Karmel!
— Hayatın
neş’esi Karmel!
— Saadet
Karmel!
Sarhoşlar:
— Onun şerefine, şerefine! diye bağrıştılar.
Karmel raksa başladı. Bütün vücudu ile bir aşk
musikisi gibi taşıyor, kıvrılıyor, ateş rengi şalının aksi, söyledikçe
çukurlaşan yanaklarına vuruyor aşkına acı bir ifade ile bakan gözlerinin içinde
kıvılcımlar, orada beliren göz yaşını söndüren bir ateşe benziyordu. Bütün
kalbi ile söylüyor, dönüyor, dönüyordu. Sesinde tamam bir âlemin ruhu yakan
hakikiliği vardı.
Biranda yüzündeki ifade değişti. Yanakları
şakaklarına doğru, çekilir gibi oldu, gözleri koyulaştı. Dolunay'ın buraya ilk
geldiği gün söylediği şarkıyı söylemeye başladı.
Şimdi artık o deminki Karmel değildi. Yüzündeki acı
elem ifadesi silinmiş, gözleri yarı kapanmış, aşkın tatlı rüyasına dalmış gibi
kendinden geçmişti...
Karmel güzeldi, onu tatmin edecek kadar cazibeli
idi. Gözlerinde ruha kudsî heyecan veren ilâhı mananın aydınlığı vardı. Aşkı da
.saf ve derindi, fakat Dolunay Karmel'e bağlanıp kalamazdı.
Dolunay müteessir olmuştu, titriyordu. Gitmek için
kalktı ve masanın önünde Karmel'e selâm verdi. Karmel durdu, raksı bıraktı,
elleri ince kalçalalarından bir az kayar gibi oldu. Dolunaya baktı. Sanki bütün
Ömrünü bu bir nazar içine sıkıştırmak ister gibi bütün ruhile baktı. Son defa
selâmlaştılar.
Dolunay hızla yürüdü, kapıdan çıktı.
Yolda bir zaman konuşmadı, sonra kendi kendine
söyler gibi:
— Çocuk.,
dedi. Senin yakınlığın, aşkın ve
güzelliğin, bana zevk verir, ben senden müstağni değilim. Çünkü ben aşka,
güzelliğe aşıkım; fakat bu aşk beni her mahlûktan, her güzelden, her aşk
aksetmiş güzel gözden kendine çeker. Bundan kurtuluş yok. Ben aşk mübtelâstyım.
Ben aşk şarabının mestiyim. Ustüme kadeh kadeh
şarab dokseler gene:
— Ah
şarab! derim.
Ben âşıkım ve vefakârım, fakat aşka, onun
sinesinde tecelliye.. Yoksa senin senliğine, maddiyetîne, gözlerine,
yanaklarına değil!.. Çünkü o aşkın şulesi kendini senden çekerse, sen, gurubun
aksinden sonra bomboş kalan bir cam parçası gibi renksiz, cazibesiz kalırsın
ben sende o güneşin örneğine aşıkım!
Onun için ben başka aşıklara benzemem, ben
ruhun, aşkın aşığıyım! diyordu.
Nekao bu hazin neticeyi de anlattıktan sonra fazla
durmadı, Dolunay’ın elini öperek çıkıp gitti.
Dolunay’ın bu kadını beğendiğini evvelce de işitim
iştim..
— Bana
onun yüzünü sen de anlatabilir misin? Dolunay diye sordum; ve kolaylaştırmak
için:
— Meselâ
gözleri ne renkti? dedim.
— Bilmem
güzelim!
— Siyah
mı, sarı mı ?
— Bilmiyorum.
— Peki
ya saçları ?
— Bilmiyorum
ki...
— Yüzünün
rengi, boyu?
— Bilmiyorum
Ayçam!
Bilmiyor. Ne gözlerini, ne saçını, ne tenini
bilmiyor. Onun bu hislerini bilirim. Güzellik
onun için bir küldür. Onun ne rengi, ne şekli vardır.
O, her şeyde en güzel anı yaşatan bir
kudretle yalnız bir şey hatırlar: Mana!
Vücudun, hatıraların en manidar güzelliği onun,
hayalinde rengin bir ihtişam ve sıcak bir ateşle yaşar, hayatiyetini bir an
kaybetmez, onun muazzam aşkından ateş içerek, can alarak canlılığından
kaybetmeden, solup yıpranmadan ebediyen yaşar. Fakat bunun yanında bütün öteki
renkler, gölgeler, hareketler, bütün hayat kudreti emilip alınan bir çiçek
yaprakları gibi solar, yıpranır ezilir ve söner. Bir gözün rengi, bir demet
saç, bir tenin teması, onun bir aşk mahşeri olan kalbinde kaybolur. Fakat, bir
aşk ânı yaşatan bakış, bir aşk sayhası hiç bir vakit unutulmaz,
Bu anda gözlerimi iyice kapadım:
— Dolunay,
benim gözlerim ne renk ? dedim.
Safiyet ve ciddiyetle: Bilmem Ayça... O kadar sevdiğim seninkileri de.. Sen benim
için dünyanın en. güzelisin, fakat bu güzellik senin manandan gelir.
Velhasıl gözlerinin rengi, saçı, teni unutulmuş bar
hayal gibi uzaklara dalmış bir sevgili daha geçti. Bir başka güzel, gene kısa
bir an içinde fakat bütün kudreti aşkıyla uçup gitti. Bunu bir başkası takib
etti ve böyle ruhtan ruha, tenden tene tutuşan bu aşk resmigeçidi bilmeden beni
yakmış ve içimden sarmıştı.
— Söylesene
güzelim! derken, diyecek bir şey bulamıyordum. Ah bütün söyleyecek sözler senin
yanında bitiyor, sorulacak sualler, halledilecek müşküller seni görmekle
halloluyor. Ben ne diyeyim, ne söyleyeyim.. Halbuki daha söyleyecek nelerim
vardı... Güneş doğunca sönük kandilin ışığına lüzum kalır mı?
Avuçlarında gittikçe soğuyan ellerimi sarstı, zaten
anlatmaya başladığından beri hafifçe çektiğim için avucunda sıkıştırdığı
ellerimi kuvvetle çektim.
— Ne
oldu sana Ayça? diye sordu.
— Hiç!
dedim.
Ve gene her zamanki gibi, benim mânamı her an
müşkülâtsız okuyan Dolunay:
Ayçam, sevgilim . Sen hiç kimseye, ama hiç kimseye benzemezsin.
Sen benim aşkım, benim kendimsin... ötesi var mı?
Bu sözlerden sonra Dolunay:
— Ne
diye bana bunlardan bahsettirdin? Konuşulacak ne çok şeylerimiz vardı. Yarın
Öğle vakti beni kapıda bekle! diye bu bahsi kapadı. Zaman ne kadar çabuk
geçmişti. Ah onunla buluştuğumuz zamanlar hep böyle kısalır; günler, geceler
bir an olur. Zaman kaydı kalkar.
Suna'nın bugünlerde gelip babasını bırakamadığı için
tekrar gideceğini söyledi. Dolunay’ın hücresinde bu kadar kalışım, zaten bütün
hayatımız gibi bir mucize idi,
Giderken odasındaki eşyayı, kandili, sediri okşadım
— Okşa
güzelim... Ayçam’ın elleri süründü, diye ben de onları okşayım! dedi.
Sonra etrafına baktı, olgun ve kâinatın üstünde bir
aşk nazarile hafif içini çekti; yarı ciddî yarı şaka :
— Fırat
kenarındaki sarayım da bundan muhteşem değildi, dedi; ve sonra...
— Ayçam
ben bu dünyada hiçbir ¡¿eyle mukayved değilim, aşktan başka beni birşey
oyalamaz! dedi.
Aşk mağarasının karşısındaki üç küçük tepe içerinde
sıralanan hücrelerden görülmek korkusu ile telâşla dışarı çıkıyordum.
Tanı bu sırada sarmaşıklı kapının önünde çıplak,
yalnız önünde bir kara deri parçasi ile örtülmüş zayıf, siyah kıvırcık saçlı
bir adam görerek irkildim. Dolunay gülümseyerek :
— Erdem
geçiyor. Bakalım gene neler söyleyecek! dedi.
Erdem’sin Dolunaya fena sözler söylediğini, hatta
halk arasında onun aleyhinde fitneler çıkarmaya çalıştığını işitmiştim.
Müstehzi kahve rengi çukur gözlerini yüzüme dikerek:
— Hay gidi kör tesadüf.. Kimini bu hâle
koyar da, kendine lanet yağdırır, kimine kırk yılda bir devlet verir, onun da
aklını başından alır! At var meydan yok, meydan var at yok!
Diye terbiyesizce söylendi. Kapının önünde oturdu
sivri burnuna doğru açılan geniş ince dudakları garib bir tebessümle yayılıyor,
hiddet ve nefret dolu yüzüme, büyük bir cür’etle bakıyordu.
Dolunay’ın Fırat kenarında bıraktığı saltanata taş
atmak istediği belli idi. Ona hakaret etmek için atılacağım sırada, arkamda
duran Dolunay beni çekerek Önüme geçti.
— Hoş ol
arkadaş! dedi, ve benim hiddetime rağmen mülayemetle :
— Bir
şeye mi ihtiyacın var? diye sordu.
O gene gülümseyerek küstahça:
— Bir
değil, bin... diye cevap verdi
— Olabileceklerini
söyle de, belki bir çare bulabiliriz.
Evvelâ bir kâse yoğurt., diye söylendi.
Dolunay gitti ve akşam için Can’ın kendisine yaptığı
yoğurdu getirdi. Geceleri yoğurttan başka bir şey yemediği için fena halde
canım sıkıldı, fakat yüzüme bakmadı bile... Seve seve kâseyi ve kaşığı verdi.
Bu münasebetsiz mahlûk oraya çöküp yoğurdu bir anda
hiç minnetsiz bitirdi. İçimden :
— Zehir
yeseydi! dedim. Çünkü Dolunay’ın gıdasını yiyiyordu.
Kendisine taneden bir adama Dolunay’ın nasıl bu
kadar lütuf kâr ve merhametli davranabildiğine hayret ediyordum. Zaten Dolunay
daima böyledir. Kendine düşman görünenlere bile merhamet ve hatta sevgi duyar.
Erdem kâseyi pis pis yaladıktan sonra:
— Şeytan
bana Fırat kenarında bir saray, sana da akıl versin! dedi, kalktı.
Dolunay gene gülümseyerek:
— Bana Allah’ım istediğimi veriyor , sana da
merhamet elsin! dedi :
Sonra bana dönerek ve Dolunay’ı göstererek:
— Bunu ben dünyanın en akıllı, en mükemmel adamı
bilirdim. Kalde’de ona tapardım. Kalktı buraya geldi. Ben de bir sebeb umarak
ona uyup geldim. Baktım Dolunaya bir hal
oklu, yemez, içmez, uyumaz,... O canım şaraba el sürmeden içmiş gibi sarhoş...
konuşmaz, söylemez... Tası tarağı topladım, bana da halinden bulaşmasın, diye kaçtım... Onu yakan bir ateş
var ama görünmüyor... diye söylendi.
Dolunay
— Mademki beni o âlemde akıllı bilirdin, bu âlemde
de neden gene öyle görmüyorsun? dedi.
O sadece:
— Onu.. dedi arkasını getiremedi. Dolunay onun
omuzunu okşadı ve:
— O ateş
seni yakmamış ki bilesin... Sen, ben ol ki benim halimi anlayabilesin: dedi.
Erdem çok değişen derin bir nazarla Dolunay'ın
yüzüne baktı.. Bu nazarı tahlil edemiyorum istihfaf değil. Fakat hayret mi,
hatta incizab mı, muhabbet mi, yoksa merhamet dilenmek mi bilmem...
**
Bu sabah Gülemre bize geldi. Can evde yoktu. Fakat
o, hemen kapının yanındaki keçi postuna oturdu, beni de yanına çağırarak;
— Gel
çocuğum gel! diye sanki kalbindeki sabit bir sızıyı açmak, göstermek istiyordu.
— Ayça.,
dedi, kabilenin en güzide genci Ceyhan’ın genç karısının gözleri kör oldu.
Beyninde başlayan bir hastalık, görme nurunu söndürdü. Dünyada en çok sevdiği
güzel ve genç kocasını göremiyor, fazla olarak kıskanç... Artık kocasının
yanında merhametine muhtaç olarak siyah bir cehennem içinde yaşamaya mahkûm...
Bir başkası kalbinden hasta. Gündüzleri kaynar bir
katran fıçısının içinde boğuşur gibi her nefeste göğsünü paralıyor; geceleri
ise yaralı çakallar gibi uluyarak sabahlıyor.
Hay Mevlâm... Bu ne cehennemdir! İnkâr ateşi ise her
ateşten daha müthiştir. Bunlar İşte, cehennemin dünyadaki şekilleridir çocuğum!
İlâhî! gazabından merhametine, azabından lütfuna
sığınırım! Bizden hata ve nisyan, senden lütuf ve ihsan!.. Şanına af ve
merhamet yaraşır Allah’ım!
Bir nefesi rahatla alıp vermek ne büyük nimettir.
Kalbi ve bedeni azab içinde bulunanlara bu nefesin kıymetini sormalı... Yalnız
o bir tek nefesin şükrünü edadan bile Allah’a karşı aciziz. Hey Allah’ım... Lütfun
bizi deryalar gibi başımızdan aşarak her taraftan sarmış olduğu halde
görmüyoruz! gözlerimizi gaflet perdelemiş.
Beyaz sakalına iki damla göz yaşı düştü ve :
....... Yavrum, haberin var mı, Erdem yattığı sandığın
içinde birden bire ölmüş! Fenalaşdığını anlayınca oradan geçen bir bağcıya:
— Git Dolunay’a, söyle, ben hastayım, o beni arar...
söyle de beni hatırından çıkarmasın! demiş.
Ben Doiunay’ın yanında iken bu haberi getirdiler. O,
bu adamı gene af ve merhametle andı.
Belki Erdem hakikaten tövbekâr olmuş, yakasını
kurtarmıştır; fakat bu dünyada öyle insanlar vardır ki, nice Erdemlere taş
çıkartır.
Ey
İnsan insan!
Sana
acıyorum. Bir az gözlerini mira, güzelliğe aç. insan, bilmediği şeyin
münkiridir. Görde bak, o vakit inkâr edebilir misin. O vakit insanlığın
mânasını anlarsın. Bu hayatta senin üstünde bir kudret vardır, o kudret
nicelerinin başını taşa vurmuştur.
Onu
aldatamazsın Bu kibrinle, fırtınaya kafa
tutan sünepe sivri sineğe benziyorsun.
Bin
bir düzen, bin bir desisenle, o vahi teşkilâtınla sana teslim edilen vicdanını
çürüttün, zehirledin. Kendi halindeki insanları da birbirine düşürdün,
ruhlarını bozdun. Sen ne yapsan o, muhakkak fenadır. Çünkü için bozuk, için
fena... İyi görünse bile mutlak altında bir fenalık, iğrenç bir menfaat vardır.
Sen kendini berbat ettin
Ağacı
içinden yiyen kurt nasıl mahvederse, seni de hıyanet ve desiselerin böylece
bitirdi. Şeytan bile senin yanından ürküp kaçar!
Bazen
bir hatip kesilirsin, vicdandan bahsedersin. Onu neye istinat ettiriyorsun?
O,
macun gibi yoğurdukça değişen fikirlerine mi ?
Bu
hallerinle herkesin gözünü boyadım zannediyorsun, halbuki kendi gözünü boyuyorsun.
Etrafını mavi görmekle, herkesi de kendin gibi görüyor zannediyorsun. Sen,
kendini biliyor, zannettirmek isteyen bir kara cahilsin Hem de öyle bir koyu cehle düşmüşsün ki,
dünyayı çirkef görüyorsun. Biraz şu gözlerdeki, şu yüzdeki çirkefi sil,
anlarsın ki, dünya aldatmaktan ibaret değildir.
Zavallı,
aldanan sensin!
Gülemre birden sustu; rengi büsbütün sararmış,
heyecandan titreyen elim dizinin üstüne düşmüştü. Bu sırada Can içeri girdi.
Esasen Gülemre’nin ebedî çocuk safvetini muhafaza eden sözlerindeki ciddî
doğruluk ve hazin hakikat gözlerimden yaş getirecek kadar müessirdi. Fazla
duramadım, Uluand’ın bahçesine doğru yürüyerek düşündüm.
Eskiden beri aşiret şairleri, bazı manzumeler,
destanlar medhiyeler yazıp güneş mabedinin duvarlarını doldururlar.
Fakat ben anladım ki, asıl
şiir, bu sanatlı sözler değil, insana kalemi kırdırıp parçalatan kudretmiş ve
o, dünya yaratıldığından beri hiçbir vakit ifade edilememiş...
San’atın ibda [Yaratma, yoktan var
etme.] ettiği aşk nedir?
Kuru bir kalıptan ibaret değil midir?
Büyük eserlerde, hikâyelerde, hep mevzuun bir şekli
vardır. Halbuki ben, aşkı tasvir etmek isterim... Şekil, manaya tabi olsun
isterim!. Belki benim kelimelerimde bir ergonon ahengi, san’atımda fevkalâde
bir kudret yoktur, fakat bence şekil aşkındır; san’atı, aşk tecellî
ettirmelidir
Ben isterim ki aşk tebcil edilsin, takdis
edilsin ve dilim döndüğü kadar onu methedeyim. Ben o şairlerden olsam bunu söylemek
isterdim.
İsterim ki. hiçbir şekle tabi olmayayım..
çünkü, aşkın da şekli yoktur, vatanı, milleti, dini yoktur. Aşk bir dindir ki, bütün
dinler ona yol açmak ister. Bu aşkı bilene değil, tadana ne mutlu! Bu aşka varana, ne mutlu!
Şiir, onun güzel gözlerinin tavsifidir!
Güneş mabedi nedir ?
Taş ve topraktan örülmüş kuru bir kerpiç
değil mi? ve onu insan elleri yoğurup bina etmemiş mi?
Geliniz, ey yolunu şaşırmış insanlar,
geliniz!
Benim sevdiğimin dört unsurdan hariç,
fena ve zevale tabi olmayan gözlerine tapınız. O bakışlar yaratılmamıştır. O
vücutta coşan mana şarabı beşerî değildir, zaaf ve halelden münezzehtir.
Sun’i sekir veren şarab kâsesini atınız.
Mabud
güneş kim oluyor?
Benim sevdiğimin önünde binlerce güneş
yere kapanır.
O insan güzelinin, ay ve güneş
pervanesidir!
Ona cezbolup kanatları yanmış olarak fezada
dönüp dururlar. O, kendinin aşk ile yananlara der ki; Bu canda kaynayan aşkın
tesiri ile öyle sermestim ki, ben mi aşkım, aşk mı ben seçmez oldum; canla
cismin imtizacından ten mi ruhtur, ruh mu ten bilmez oldum!
BAHAR
Bahar.. İşte
yanan, tutuşan bahar! Benim aşkımın ateşi ile yer yer yanan bahar tekrar geldi.
Ateşler içinde olan nazarımı nereye döndürsem,
orasını alevler İçinde görüyorum ve bu alevler üzerinde onun ziyadar, ilâhı
çehresi parlıyor, Rast geldiğim bir simada onu, çimende, rüzgârda onu, fecirde,
ayda, onu görüyorum .. Bulutlar arasında yanan yıldızlara başımı kaldırsam,
orada, onun nazarlarındaki gönül yakıcı âksi titreşip yandığını duyuyorum.
Bu dilber vücutta ezelî bir bahar, nihayetsiz bir
fecir tazeliği var. Onun aşkının semalarında açan, ağaçlar ebedîdir, onun
saçlarım döküp ihtiyar olmasına imkân yoktur. Ben de bütün solan, eskiyen letafetini
kaybeden mahlûklar gibi, ben de bir gün ihtiyar mı olacaktım? Onunla
yaşadığımız her an, onun temas ettiği bu vücut öyle ebedî şeyler ki Buna
inanamıyorum ... Onunla geçen her an gibi Ayça da ihtiyar olmaz,
Ayça’nın çehresi!. onda gençlikten başka, taravetten
fazla bir kudret, bambaşka bir mana var. Bu tesir, bu hususiyet, bu, her türlü
beşerî ifadeden daha cazib, daha aydınlık... Onun bana değen aşk nazarlarından,
onun gül nefeslerinden ibaret! Ben bu çehreye de aşıkım... Onun aşkı titreyen
gözlere, onun gül nefesleri değmiş olan bu fevkalâde saçlara, onun aşkından
doğmuş bu mucizevî çehreye de âşıkım!
Bu mu?
Bu nasıl zeval bulur? Aşkın ufuklarından gelen bu
nuranî aşk hayali, gene araya, o görülmeyen ilâhı ufuklara aynen böyle dönüp
gider.
Gene gül çehren aşkımın semasında doğuyor. Adeta onu
vazıh, ateşin dudaklarla teressüm [Resmedilme, resimlenme] ve tecessüm etmiş görüyorum, hayran kokluyorum. Bu
nurlu bedir ayına tapıyorum. Bu, benim aşkımın resmi, aşkımın tasviri!
Gül rengi, çaplı, müstesna dudaklar ve benim ebedî âşınam,
ibadetgâhım olan o harikulade kaşlar.,
muhabbeti ile canımı vermek istediğim, taptığım, İfade edilmez gözler...
Bu çehre, benim bütün her zerremle kulluk ettiğim,
aşık olduğum çehre... Ah bu asumanî bedir, bu münevver vücut, nasıl gönüle raks
ve sema arzusu vermesin!
İşte onu yüzüme yakın, dudakları aşkın daveti ile
renklenmiş, yanağımı yanağına temas edecek kadar yakından görüyorum. Karşısında
yarıp çıkarmak istediğim ateşten yanan yüreğimle üzerine titrediğim, taptığım
güzel çehre! İşte lâtif dudaklar hep o ateş tesirile telâffuz ediyor: Ayça!
Benim için bu hayatta bütün yıldızlar söndü. Artık
bütün bu âlemi bir akşam bulutu örttü. Onun üzerinde parlayan yalnız senin ay
vücudun var.
Ah benim yalnız bir emelim var : Sen!
Senden de bir istediğim var! Gene sen! ..
Geceler ve günler geçiyor, senin aydınlığın, senin
bahar yüzünle münevver ve muattar, kolayca hissedilmeden uçup geçiyor...
Ben bu gecelerde, bu kuş kanadı gibi uçan günlerde,
sana tapan ruhumun, sana baktıkça, sana hayran oldukça bu saf aşk ufuklarında
uçan ruhumun aşk neşveleri ile mestim...
Bana:
— Ben sendeyim,
seni kendime kattım, dedin.
Tenimin ve ruhumun dünyası ve uhrası [ahiret]
güzelim! Kalbimin, gözlerimin ziyası güzelim! Ben bugün doğmuş gibiyim ve bütün
günler bir tek günden ibaret! O aşk gününün sabahı senin tebessümün, gurubu,
gene senin mahrem, tatlı ateşin aguşun! Sabahı sen, bedir ve hilâli sen, baharı
sensin!
Fakat bilmem ki ben senin aşkına kanamıyorum. Seni
uzaktan benzim solarak seyredip yanmaya kanamıyorum. Muhabbetinin nihayetsiz
zevkleri içinde bana bir hüzün geliyor. Gözlerimde, hava açıkken serpilen hafif
rahmete benzer yaşlar birikiyor...
Senin bu güzel saf çehrene, eşsiz tavırlarına, bu
ateşin letafetine karşı her geyi çok sönük, geçkin, ihtiyar buluyorum. Baharda
açılan zünbülü, çemenlikte kaynayan cevval suyu, konceden açılan gülü solgun
buluyorum.
Ancak seni temaşaya sen lâyıksın. Senin temaşana
layık olan da gene sensin!
Sen aşkın medhisin, aşk ta senin medhindir!
Demiştin ki:
— Ah
sana verdiğim aşk konçesinin kadrini
bilirsin değil mi?
Düşündüm.., Söyleyecek söz bulamadım.
Sen ki her zerremi vücudunun ezelî harareti ile
yaktın, güzelliğin rahmeti ile yıkadın... Seni gördüm? güneş parlaklığını
kaybetti. Yıldızlar, mavi hülyalı gecelerin derinliğinde nazarı okşayan
semavîlerin enisi olan yıldızlar sarardı.
Bütün dünya boş bir feza... onun bir başına güneşi,
gözlerime, gönlüme hayat veren biricik güneşi, sensin!
Benim bütün ümidimin teveccühgâhı, kalbimin aşkıyla
çarptığı mihrabı, mabudum, aşkım, ilâhım, ruhum sensin!...
Uzun, pek uzun geceler içinde ziyadan mahrum, cansız
bir peyk ne kadar yeis ve hüzünle yuvarlanır, O hasret geceleri, vuslat
geceleri gibi çabuk geçmez pek uzundur.
Sen, ibadetgâhım olan bu vücudun içinden doğdun.
önün şartı sensin. Onun sen yalnız bir şeyi değilsin ki... Sen onun daimi
kameri, hiç batmayan güneşisin!
Taş olsa sana tahammül edemez; taş olsa senin
karşında erir. Gönlüm ki senin aşkına karşı şiddetli zaafla yaratılmıştır.
Gönlüm ki, senin aşkın için baştan, aşağı kavrulup, sana meftun ve esir olmak
için yaratılmıştır; onun ibtiİâ ve zaafına nihayet mi olur? O senden başka hiç
hiç bir şey bilmez...
Söyle ey nihayetsiz bahar, söyle... sana yanan,
senin güzelliğinin teşvikile ve davetinle kendinden geçmiş, yavaş yavaş
sinesini açan bu içinden tutuşmuş konçeye nasıl ihtimam edeyim? O konçe ki
senden içer, sende aram eder, sende rahat ve sükûn bulur...
Sen her gün yeni bir hararet, yeni bir feyizle beni
kuşattın. Üzerime saçtığın aşk rahmeti beni gark etti. Onu hiç esirgemedin, o
kadar bol verdin ki, şiddeti benim boynumu büktü. Açık kırlarda yağmurlara gark
olmuş bir dal gibi boynum büküldü,
Üzerimde beni güneşten saklayan bulut, damarlarımda
can, renk, şevk oldun. Hasret günlerinin hazin, muhrik gurubu hayalimden
silindi. Beni doğrudan doğruya sinenden doğan kaynağın başına götürdün. Ben, bir yudum! dedikçe sen deniz gibi
verdin. Beni istilâ eden bu tuğyan içinde kurağın şiddetli
harareti hayalimden silindi, kışlar bütün bahar oldu.
Şafak sökmeden baş ucumda çaldığın aşk kavalının
ateş söndürücü nağmeleri ile uyandırıldım. O kadar emekle baktığın bu vücuttan,
aşk yıldızının nurlu aydınlığını görmek hakkım değil midir?
Ey aşk yıldızı, bu akşam da yüksel! seni ufuklarda gözleyen
güzel vücut için yüksel,. Aşk gecelerinin mehtabını seyr için, onunla aşk
oynamak için gecenin karanlık gömleğini yırt, çabuk yüksel!
— Bana,
aşk argonunu çal, söyle! dedin. Sırf senin için baktığım, sana kurban etmek
için çobanlığını ettiğim bu vücuttan, ben senden başka ne bekleyebilirim ?
Senin kokunla haşrolan vücudum, bu kadar beklemeye
nasıl tahammül etsin? Sabah yıldızını bekleyen ve bir türlü bitmek bilmeyen
intizar geceleri mi gelsin istiyorsun ?
Nağmeleri aşk sabahına iştiyak çeken aşk ergonunun
sadâsını mı işitmek istiyorsun ? Fakat bende o sadaya tahammül var mı?
Sırf su içinde yetişen, onunla beslenip büyüyen bir
su çiçeğinin sudan mahrumiyeti, diğerlerinin susuzluğuna benzer mi?
Beni ilk vurduğun zaman, bir orman kuşu vahşeti ile
yuvarlandığım yerden bütün kudretimi toplayarak kalktım. Harimimden vurulduğum
yeri kanadımla o kadar gizlemeye çalıştım, uçtum tekrar ağaçlıklara, geldiğim
vahşi ormanın derinliklerine doğru tekrar dalar gibi yaptım.
Senin, yayından bu derece emin olduğunu
bilmiyordum,.. Daha hiç bir şey bilmiyordum. Yalnız senin bir alev, bir ateş
olduğunu biliyordum. Sen koştun, ben uçtum. Gücüm yettiği kadar ormanın garib
vahşeti içine daldım. Fakat eğer beni bırakıp gideceğini bilseydim, o an düşer
can verirdim!
Senin çehrendeki, alnındaki terler çoktan kurumuştu.
Türkü söyleye söyleye telaşsız beni takib ediyordun.
Dere boyu rezene
Gönül verdim güzele
Vallahi razı olmam
Sevdiğimle gezene!
Dere boyu düz olur
Gül açılır yaz olur,
Ben yarime gül demem
Gülün ömrü az olur
Uçayım! diyordum, kanatlarımda dermanın kesildiğini
görüpte, meftun olduğum yüzünü başka bir semte çevirmesin!
Bütün gayretim tükenip bitab ayaklarının ucuna düşünceye
kadar senden içimi gizlemeye çalıştım. Beni teshir için terennüm eden o lâtif
sadayı, etrafımda birden kesilmiş görmekten endişe ediyorum.
Ey yalnız aşktan duyan, aşktan koklayan. sevgilimi
ey benim gecelerimin mehtabı, benim aşkı cazibesi ile tavaf ettiğim güzel!
Bana hararetinden ver, bana nazarlarınla hayat ver!
O zamanlar, benim susuz vücuduma can getirir.
Ah, bu güzel yüzün bahası olan iştiyak ta sendendir.
Bende ne varsa al.
Yalnız kalbime, ah oraya dokunma!
Çünkü orada sen varsın!
**
Geçen baharı, ilk aşkın müjdesini anarak odamda suyun içinde bir kaç zünbül soğanı
yetiştirmiştim. Zünbüller açtı. Bu bahar, ilk açan zünbülü benim elimden
koklasın, diye bir küçük demet yaprak Can’la ona gönderdim Gelirken zünbülleri de beraber getirmiş.
Demeti benim göğsüme koydu ve yüzünü sürerek orada kokladı, kokladı...
Ah, neler bilmez o... Bu kâinatta hiç kimsenin
bilmediklerini ve bilemeyeceklerini bilir...
O gidince
dağılan zünbülleri sedirden topladım. Bunlar pek solgun bir haldeydi.
Bütün yaprakları ateş nefesi soldurmuş, rengini
uçurmuştu. Bu, kalbimin üstünde koklanmış ve onun ateş nefesi ile yarı erimiş
çiçekleri bir iplikle sardım, sakladım.
Bugün Dolunay gelirken Blen’in mektubunu da getirdi
Blen, sahrada oturan bir göçe reisidir.
Kırk yaşlarında kadar, solgun yüzlü, narin ve sükütîdir. Bakınca yüzünden aşk
okunur. Dolunay’ı ilk gördüğün den beri şiddetle meclub olmuştur. Dolunay’ın
muhabbeti onu toprak etmiş olacak ki, Dolunay, Blen’in ismini Toprak
koymuştur .
Arasıra Dolunay’ı gormeye gelir. O kadar çekingen ve
sessiz durur ki, yolladığı o ateşin mektublara karşı bu sükût inşam hayrete düşürür.
Mektublarını Can isminde yedi yaşında lâtif bir göçe
çocuğu ile yollar. Ona küçük Can deriz.
Küçük Cam’ın sesini duyunca koşarız. Ta uzaktan:
— Dolunay,
Dolunay ! diye seslenmek âdetidir. Deve yavrusunun üzerine binmiş olarak yolun
üzerinde görünce koşup karşılarız. Tozu dumana katarak koşar...
Doluay’da onu bekler ve uzaktan gelirken yola çıkıp karşılar,
elinden mektubu alır ve her sefer bu talihli mahlûku kucaklar.
Fakat asıl bu mektubların sahibini görünce,
gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemeyen ve her an eriyen bir mumu
hatırlatan bu vücuda, yakıcı bir bakışla bakar, itaplarla ve onun, gönlünü
yakmakla iktifa eder,
Toprak Dolunay’a bir kelime sitem bile edemez, hatta
yüzüne bakmaya ve bir şikâyete bile cesareti yoktur. Can mektupları bırakıp
döndüğü zaman, her seferinde Dolunay’ın sarıldığını bildiği bu vücudu, onu
gören, konuşan Can’ı, mukaddes bir armağan gibi koklar, sever ve bununla
oyalanmaya çalığın:.,. Küçük Can, bu genç ve taze çocuk, pervasızca Dolunayla
kon uğur, ona darılır, sitem eder, elindeki mektupları vermemek için nazeder..
Sonra onu Dolunay okşar, sever. Sanki bu çocuk, Toprağın gönlüdür, fakat o
mektubların sahibi, yanar durur da Dolunay’ı günlerce göremez.
Can gidince Dolunay mektubu alır ve bana gelir
bunları bensiz okumaz. Bunlar Toprağın vücudunu aşıp gelen ilâhı âlemin
haberleridir. Bunlar Toprağın kendiliğiyle yazdığı şeyler değil, onu vasıta
düzen ilâhı aşkın nefesleridir. Dolunay’ın güzelliği, onun vücudunu vatan tutup
aksetmiş de bu mektubları düzmüştür.
Bugünkü mektub şöyle başlıyordu:
Aşk
neşterinin başını, ruh damarına vurdular bir damla kan damladı ve ismi gönül
oldu. O halde gönül, ruh damarına vurulmuş aşk neşterinden damlayan bir damla
kandır.
Fakat vuran kimi Hem de ne tahlil edilmez
bir damla kan ki, yarasının ateşini duyanlar, gönül derdi denilen ve şifa
bulmayan bir hastalığa uğruyorlar.
Gönülün mahiyeti bir damla ruh kanı
mıdır?
O nasıl bir katradır ki içinde âlemler müşahede olunur. Hududu, ufku,
müphem bir nihayetsizlikte kaybolarak akıl ve fikir hayran kalıyor. Demek
âşıkların gözlerinden akan hicran yaşının kanlı olması, gönlün mahiyetinden
ileri geliyormuş . …………………
…………………….
Gene bir başkasında Dolunay’a şöyle der:
— Toprak! Beni göreceğin, gelmedi mi? Sualini
sordun.
Bunun kat’î cevabını benden daha iyi bildiğin halde
bu suale neden lüzum gördün?
Gönlümü üzmek için mi?
Âh! O anda gönlümde bir buhran ve celâl tecelli edip
te:
— Hayır, diye cevap verebilseydim! Ve sen aşkınım bu
aşkının cesaretine hayran olsaydın!
Fakat nerede o cesaret?
Hem de ne faydası vardı?
iştiyak ateşinden yanan, titreyen gönlümün hal dili,
zahir lisanımın bu nefyini nefyedecekti. Yalnız gönül aşkın gururuna kapılarak:
— Sevdiğim
beni hayaliyle ikna etmek istiyor, diye isyan eyliyorsa da, aşk tuzağının bu
kırılmaz zincirileri ile bağlı bulunduğunu anlayarak hemen günahından tövbe ve
rücu ediyor……………………
………………..
Bir başka mektubunda da şu satırlar
vardır:
Gıdası vuslat olan bu âlemde gönül hicrandan, ayrılıktan fetyad
eder. Bu yeni girdiğim âlem, başka bir âlemdir. şafakları, fecirleri,
mehtabları başka başka manzaralara maliktir. Kanunları, nizamları da başkadır.
Buna, aşk âlemi derler.
Gönül bu iştiyak ateşiyle yandığı halde Toprak! beni göreceğin gelmedi mi? itabım duyduğu zamanda, sevdiğine dönerek:
— Senin de beni göreceğin gelmedi mi? Mukabelesinde
bulunamıyor. Zira, maşuk gönlü aydınlatan nur, gönül ise, ciğer yakıcı ateşle
dolu... Bu bir şah, öteki bir aşk dilencisi!...................
Bir gün Toprak Dolunay’ı gömüye gelmişti... Giderken
Dolunay ona:
— Pekaz
olmadı mı Toprak? demişti.
Bir gün sonra küçük Can’ın Topraktan
getirdiği mektub da şunlar vardı:
Pek az değil
mi? Dedin.
Az olan,
nedir?
Hicran mı, insaf mı?
Vuslat vaktinde bu lisanın âh dan
başka sadası kalmadı. Şimdi ise gurbet Serendib’İne düşen gönlün içindeki
akisleri, inleyen bir başka âlemin hasret vaveylası tesirini göstererek
dinledikçe iştiyaka takat kalmıyor.
Yoksa aşk derdinin ilâcı hasret ve hicran mıdır?
Fakat, ey gönlün davacısı, bu ilâç bazen tahammül
edilmez bir ateşle gönül yakıyor. Ne olur biraz da acılığı teskin için, onu,
vuslatın can veren suyu ile karıştırıp ta sunsan olmaz mı?
Gönlü neden üzmek İstedin? O zaten âha giriftar
oldu. Bir ahım bin âh takip ediyor. Allah seni güzel yaratmış, gönlü de sana aşık
etmiş, gönlün bunda ne günahı var? Hicran pek uzadı, gönül gene yakıcı bir
hicran çölüne mi düştü?
Yüzünün nuru
görünmedi. Bu emel fecri ne kadar uzun sürüyor Allah’ım!
MAHFE
Burası bir mukaddes nur kaynağı... Burası kalbin yandığı
ilâhı ateşle dolup taşan beşerîlerden ve dünyadan uzak bir aşk kıblesi... Ne
güzel, ne masum, ne ilâhı!
— Ayça,
buraya ne İsim koyalım, ne diyelim. . Mahfe diyelim mi, ister misin?
Dediği vakit seve seve bu ismi kabul ettim.
Mahfe..
Issız kum denizlerinde gezen güzel develerin üstündeki hücrecik... Nasıl
istemem? Kervan ve çöl... Benim gönlümün aşkını temsil eden bir âlemin en
yakıcı parçası değil mi?
Ah o güzel develeri Onların boyunlarını çölün
ıssızlıklarına uzatışı ne güzel, ne füsunkârdır.,. O payansız ufuklarda uzanan
hararetten yanmış hurmaları, mavi duru semalari ile çöl ne güzel, ne ilahidir!
Mahfe., bembeyaz temiz duvarlarında Yakup
peygamberin bir tasviri... bir köşesinde üzerinde yanyana oturduğumuz ve aşk
yeminini yenilediğimiz mukaddes sedir... Bir köşede üstünde onun bir yelpazesi
duran küçük ocak ve kenarında bizim, zamanlardan uzakta dizdize oturduğumuz iki
post ve içinde, bazen harab olan, aşkın sarsıntıları ile perişan olan çehremi,
ve bazen da hayalimin yanında ona karışan güzel hayalini gördüğüm ayna...
Bu, o kadar gönülle aşina gelen küçük odacıkta ne
ifade edilmez manevî bir aşk kudreti, ilâhı bir hayat var Yarabbi!
Burada ben kendimden geçer, varlığım aşkın nuruna
yanarak onun ifadesine karışırım. Burada dizdize, gözler, biribirinde görünen
kendi aşkının hayaline meftun ve dalgın, eller biribirine bağlanmış, anlardan
uzak, ebediyetlerden geçeriz.
Burada yapyalnız, aşk, nur, ateş, yemin ve secdeden
başka bir şey yok.. Gözlerim gözlerindeki, iki güneşciğe hayran.,., bu nazarlarda
parlayan aşkıma kapılmış mest olurum.
Bütün bu ifadeden ayrılamayan, tatlı ince bir ses,
Çoban kızının sesi, aşağıda bir çarkının yanık nağmelerini cazip bir
hususiyetle, ihtizazla terennüm eder durur:
Bazen bütün gün ancak birkaç kelime konuşarak, bu
aşk cevelânlarından süzülüp gelmiş ateşîn bir ifade halinde birkaç hitapla akşamı
buluruz. Ben titreyerek, yanarak, ateş ve hayretim artarak kalbim onda, o
kalbimde giderim. Fakat bu gidiş Öyle İzafî bir şey ki... Belki ben manzaralara
nazaran bir yeden Öteye gidiyorum. Bu yanmış varlığımda bir ateş yakan nur
halinde nazarlarının şûlesi benden bir an gitmez. Ben ne bir yerden bir yere
gider, ne gelirim. Ayaklarım yerde değil, mekansız bir âlemde gezer, ki oraya akıl
giremez, zan ve fikir yaklaşamaz.
MAHFENİN TARİHİ
İlk defa mahfeye beni Can getirdi. Dolunay etrafın
dikkatini celbetmemek için eve gelmekleri çekindiğinden, bu yamacın arkasındaki
çoban evinin bir odacığında arasıra buluşmaya karar vermiştik.
Evin sahibi ihtiyar, Dolunay’la alâkası olmayan iyi
bir çobandır. Dolunay’ı ve beni seviyor. Bir de genç çapkın bir kızı var. Boş
vakitlerinde yukarda halı dokur ve iş görürken tatlı ses ile şarkı söyler.
Evin aşağı kabileden birine ait oluğu ve Dolunay’ın
burada o kadar tanınmayışı, iyi bir tesadüf oldu. Merdivenleri eski kildendir,
fakat ne kadar güzeldir Dünya yüzünde hiçbir merdiven bunun kadar güzel ve
kıymetli olabilir mi? Onlara hep yüzümü gözümü sürmek istiyorum.
Odanın penceresinde çiçeksiz saksılar durur, fakat
dünyada bu saksılardaki güzellik hiçbir çiçekte bile yoktur...
Ben mahfeyi anlatmaktan âcizim. Dünya lisanlarının
hiçbirinde, onu ifade edecek kuvvette bir kelime bulunmaz. İşte o güzel
mahfede, geçende aşk andını yeniledik.
Ey aşkın ilâhı!
Sen kaynağını aç!
Zira sen suyu kesersen kelimeler kısılır ve ölü
kalır. Onlara sen kendi feyzinden ateş ve hayat ver ki, bu ruhta geçen âlemin,
ne yakan bir kudret olduğunu anlatabileyim..,
Aşkınla ölü ve seninle diri olan bu kalbin aşkını
söyleyebileyim!
Senin teshirinde olarak, kelimelerin zarfını yırtmanı,
Bu sineden taşan ateş ummanını dökmeni, diliyorum,
Yoksa kimin ne haddine? Mahdut ve muayyen olan sözler, o bakâ kitabının bir
harfini ifadeye kadir olamaz! Dudak ne kadar teşne olsa koca denizin suyunu
içebilir mi?
YÜZÜK
Bana bir yüzük getirdi Bunun rengi bana sorularak
tayin edildi. Can:
— Beyazmı,
yoksa al mı olsun! dediği vakit, hemen:
— Al,
koyu al olsun! demiştim. Gülün rengi, aşkının rengi gibi...
Yüzük geldi. Çok koyu bir yakut, etrafında da küçük
parçacıklar var. Çok acele bir zamanda, Dolunay’ın hücresinde başkalarının
içeriye girebileceği bir sırada kapı arkasında parmağıma takdı.
Artık aşk gülünün alını anarak parmağımdaki yakutu
öpüyordum
Her an değişen, koyulaşıp bir az pembeleşen garib
bir rengi var. Aşkım gibi garib ve akla uymayan bir yakut..
Güneşin alçaldığı vakitler, mahzun kalbimle beraber,
tıpkı getirdiği gül gibi koyu bir kor halini alıyor. Sonra sabahları şafak
rengi, öğle vakti yeni tutuşan, açık ateş rengi, onu beklerken ateş saçan
kalbim gibi...
İstiyorum ki beni bu mukaddes yüzükle
beraber gömsünler..,...
MAHFENİN YOLLARINDA
Ekseri akşamlar mahfeden dönerken Mabedin avlusundan
geçiyoruz. O Önde, ben arkada, bazen ben önde buraya kadar gelip kapıda
buluşuyoruz.
Dış kapıdan girince taşlık geniş bir avlu... Sonra
merdivenle çıkılınca, sokağa açılan bir demir kapı daha var. Bunu bazen yaramaz
çocukların gürültüsünden bıkarak kapatıyorlar. O vakit mabedin kandilcisi, o
bulunmazsa karısı gelip bize kapıyı açıyor, geçiyoruz ve yolu mümkün olduğu
kadar uzatarak arka yollardan gül bahçelerinden, bağ yollarından dolaşıyoruz.
Yolda bir avuç dan için gül ve amber satan çıplak
çocuklar görüyoruz. Onlara cebimde boncuk götürüyorum ve odamızı süslemek için
gül alıyorum.
Oh, benim gıdam, Dolunay’ın aşkı... Ben bu
tabiattan, bu dünyanın su ve gıdalarından yiyip içmiyorum. Beni, onun aşkının
zevk ve neş'esi, hayalinin tesiri aşkı besliyor. Onunla buluştuğum günleri,
birbirine bağlayarak yaşıyorum. Onu görüyorum, onun sesini duyuyorum ve bütün vücudumda
yalnız onu yaşıyorum.
MABEDİN KAPISI
Geçen akşam mabedin avlusundan geçerken iç kapıyı
kapalı bulduk. Orada yün eğiren sevimli yüzlü şişman kadıncağız yana yakıla
çocuklardan şikâyet etti.
— Duvarları
kirletiyorlar, çamurla resim yapıyorlar, hurmaların tepesine tırmanıp külâh
yapmak için yaprakları yoluyorlar; diye yanıp yakılıyordu.
Bu kadının garib bir hali vardır. Dolunay’a
fevkalâde hürmet eder. Her akşam biz gelirken Han geçiyormuş gibi oturduğu
yerden hürmetle kalkar, ellerini kavuşturur başını eğer. Dolunay!
— Nasılsın
kadınım? diye sorar.
— Sayenizde
iyiyiz, yün büküyoruz! diye her akşam tebessümle aynı cevabı verir. Bu,
(sayenizde) tabirini kullanması pek hoşuma gider.
Kadıncağız gene koşup kapıyı açtı. Fakat bu kapının
büsbütün kapanması endişesiyle:
— Dolunay,
bu kapının kapanmasını istemiyorum., ben buradan geçmek isterim ! dedim.
Dolunay, bütün arzularını yapmaya alıştırdığı
Ayçasına:
—Peki güzelim kapanmasın! diye cevap verdi. Bir
akşam geçerken kapı gene kapalı idi ve yün eviren kadın da meydanda yoktu Canım
sıkılarak ittim, açılmadı, ikimiz de durduk. Bakınırken, kapı büyük bir gürültü
ile ve süratle iki tarafa açıldı. Demir kanatları duvara çarptı. Kim açtı, diye
etrafa bakındım. Ne önünde ne arkasında kimseler yoktu; ağır sürgü iki tarafa
sallanıyordu.
Anladım ki bu kapı arzuları daha arzu haline
gelmeden zuhur bulan, Dolunay’ın zevki, neşesi, sevgilisi Ayça için açılmıştı.
ZEYTİNLİK ÇEŞMESİ
Bugün onunla Zeytinlik çeşmesine gittik. Sabahleyin
erkenden kalkarak hazırlandım. O, nehrin karşı tarafında beni öğle vakti bekleyecekti.
Fakat çıkacağım sırada Yıldız beni görmeye geldi. Ona bir his vermemek için
bırakıp çıkamadım. Yıldız ancak öğleden sonra gitti. Geç kalmıştım. Hemen
hazırlandım, koşa koşa nehrin üstündeki köprüyü geçtim
Dolunay orada, hiç yorgunluk göstermeden gülümseyerek
beni bekliyordu. Biraz ötede kamış araba hazırdı.. Bindik, adar yürüyünce:
— Niçin
geç kaldın.? diye sordu. Anlattım. Hiç yorulmamış görünmesi beni pek mütessir
etmişti.
— Kendime,
Kimi bekliyorsun? diye sordum, sonra gene kendim cevap verdim:
Sevgilimi! dedim, diye bekleyişini anlatıyordu. Onu bu kadar
beklettiğim için ne kadar üzüldüm.
Benim nazlı Dolunay’ım öyle zahmetlere
alışık değil ki...
Kamış arabanın içinde ilk aşk gecesini
hatırlıyordum. O gece gitmek için beni davet ettiği Zeytinlik çeşme tepesi,
şimdi yukarlarda idi. Açık yeşil zeytinlerin arasında gittikçe bize
yaklaşıyordu Fakat düşündüm de, o ilk
gece nerede, bu hal nerede? O vakit ancak uzaklardan aşkın bir şeraresini
görmüştüm. Şimdi ise o şerarenin içinde, o şeraresini gördüğüm yangının
içindeyim. Ona;
— Bak
Dolunay, şu etraftaki eflâtun çiçekler ne güzel! dedim.
— Ah sen
daha güzelsin sevgilim! Diye cevab verdi.
— Şu
sürüyü gördün mü, bak ne hoş! Dedim.
— Ah sen
hepsinden güzelsin! Dedi.
Yanan ruhuma hayat veren sesi ile bana böyle
diyordu. O güzel gözler, bütün çiçekleri, bütün renkleri, ayı, güneşi, kâinatı
bende görmek isteyen bir aşkla ruhuma in’itaf [İki kat olma, bükülme, katlanma. *
Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme ] ediyor,
ısrarla bakan, hüviyetimi eriten bu nazarlar, bütün tahammülümü bitiriyor,
bütün vücudumun şeklinden çıkıp onun bu nur saçan vücuduna karışmak için yanıyordum.
Elleri ile yüzümü tutup kendi gözlerine çevirerek
sordu:
— Evvelce
benden niçin o kadar kaçtın Ayçam,, Ben sana sanki ne yaptım?
— Bana
mı? Bilmediğin bir şey yaptın, dedim.
Gülerek;
— Bilmediğin
bir şey! Fakat aşk göründüğü gibi korkunç değilmiş ve aşk avcısı vefakârmış,
değil mi? diyordu.
Cevabımı beklemeden o taşkın hassasiyeti, bütün bir
aşk kesilerek söylüyor:
— Aşk tıpkı uzaktan bir ateşe benzer. Fakat
içine girilince bir bahar âlemi? bir gül bağçesi gibi ko kulu ve lâtif... Ayçam
gördün ya aşksız hayat ölüm, hayat ise aşkmış değil mi? Bak güzelim bütün bu
gökler, bu güneş, bu toprak, bu dünyada her zerre, ama her zerre bu aşkın
ateşinden karasız, o güneşin nurları aydınlığına batmıştır Senin ruhundaki aşk,
ölmüş vücutları dirilten kuvvet, mihneti insana zevk eden sırdır!
Başka, ondan başka her şey gölge ve
hayaldir ; yerde, toprakta sürünme can çekişmedir.
Zeytinleri geçince yüksek bir setin üstünden akan
çeşme göründü. Araba yavaşça durdu. Oradaki toprak tastan su içtik Dolunay evvelâ bana içirdi, sonra da kendi iki
yudum içti. Ne garib... bu yol sanki benim kaç defa geçtiğim yol değilmiş gibi
bana başka bir âlemin yolu oluverdi., omunla beraber olduğun için... Ve o çeşme bir
anda ilana bir aşk çeşmesi haline girdi. onunla beraber suyundan içtiğim için..
Şimdi o akan sular ebedileşti., o bastığım topraklar
artık mukaddes bir kıt’anın toprakları oldu.... O çeşme bir başka cihanda,
benim gönlümün âleminde ne feyizdar, ne mübarek bir cuşişle kaynıyor, şifa ve
hayat saçıyor..
Dönüşte beni garkı söyleye söyleye getirdi. O ses,
dünyada aşkın sesi, ruh ve can âleminin ilâhı musikisidir.
Şunu
söylüyordum
Şarabın sarhoşluğu bir baş ağrısı
bırakmakla geçer gider. Ama aşkın
sarhoşluğu, visalin, aşkın yâdıdır, zevkidir ve o, kıyamet geçer de gene baki
kalır.
Dudaklarım kulağıma yaklaştırıp öyle söylüyordu. Ve
ben, bu ses canıma ve bütün tenime sirayet ettikçe bir ruh, aşk kesiliyordum.
Ve kalbimde yanık bir şerhaya benzer bir ateşin sinsim duyuyordum. Hem yakan,
hem şifa veren İlâhî ses!
İBADET
Mahfede bana:
— Ayçam sonbaharın serinliğinden korkarım, kendini
koru, çıkarken yakanı iyice ört! diyordu.
Dışarıda yerlere baktım, sahiden yapraklar dökülmüş
sonbahar gelmiş,. fakat ancak sarı
yapraklarla gelen bir isimden ibaret...
Gönlümde açan ateş gülünün al rengine karşı ebedî
aşk bülbüllerinin nağmesi, siyah gecelerde bile gözlerime şule saçan sevda
mehtabları var...
Aşkın bu ateşîn ufuklarında bir ebedî bahar açtı..
Artık mevsimlerin, gün ve gecelerin kaydından kurtulduk...
Yeni bir tarla alan ev sahibi ve kızı, bize bugün
tatlı ve şarap getirdiler. Ben tatlı yedim, Dolunay şarap içti. Onlar gidip te
yalnız kalınca bana daha yaklaştı, ellerimi tuttu. Gözlerinde gene güneşler,
sesinde o anlatılmaz ilâhı tesir vardı;
— Ayça, bu vücudun hiçbir noktası, hiçbir zerresi
yok ki onda Dolunay bulunmasın! dedi,.
Gene bir İlâhî sarhoşluk ruhumu kapladı. Gözlerimden
yaşlar aktığını duydum. Dolunay, derin bir şefkatle ve kendi eliyle bunları
sildi .
Akşam mahfe dönüşü, Ziggorata yaklaşırken elimi
tuttu:
— Ayça,
haydi mabede gidelim.
— Orada
ne yapalım?
— Ruhlarımızda görünen Allaha tapalım! dedL
İçeri girdik. Hademe bir köşeye dayanmış duruyordu Rahip kürsüde yüksek sesle ve makamla dua
kitabından bir parça okuyordu. Küçük bir çocuk ta ince sesi ile bazı parçaları
beraber söylüyordu. Bütün mumlar yanmış, dışarı avluya kadar her taraf aydınlanmıştı.
Fakat içeride kimse yoktu. Dolunay, hademeye:
-— Hiç kimse yok mu? dedi. Hademe, kızgın kızgın:
— Hayır, hiç kimse gelmiyor, diye cevab verdi.
Rahibin dünyadan haberi yoktu. Bir müddet kapıda
durduk, usulca gözlerime bakarak:
— Ayça, sen benim aşk konçemsin, sen benim
bir müddet için kaybetmiş te buImuşumsun! Sen benim aşkımsın! dedi.
Mumların aksi içinde ellerimi bağladım, o da
bağladı.
Ben, onun gözlerinde aşkımın hayaline ve o benim
çehremde yanan aşkının aksine hayran böyle bir müddet istiğrak içinde kaldık.
— Ayça,
sen benim nemsin! dedi.
Ve cevabı gene kendi verdi:
— Dolunay’la
hesabı, kesilmeyecek ve ona karşı aşkı ezelî olan Ayça! dedi.
— Haydi
çıkalım, diyerek, gözlerimde aşkının şulesi,
canımda hayalinin ziya ve nuru... Çıktık. .
BİR HATIRA
Şimdi hatırıma ne geldi?
Bir sonbahardı. Cenub kabilelerini yenmiştik. Ben de
o gün vadiye dökülen coşkun halka karışmıştım...,
İşte o günün akşamı, eve döndüğüm vakit Dolunay’ı
orada buldum, Can’ı görmeye gelmişti. Nereden geldiğimi, ne yaptığımı sordu:
— Çok
kalabalıktı, geçecek yol yoktu, o kadar pişman oldum ki.. Hep beni itiyorlardı,
hava da soğuk, üşüdüm! diye anlattım,.
— Ah
canım, sana yazık! dedi, keşke bana gelseydin, evde yapyalnızdım Gelseydin seni odamda kürkümün içinde sarar
ısıtırdım!
içinde neş'eler ve hülyalar titreyen gözlerimi
göstermemek için önüme baktım.
Odada onu yapyalnız görmek, hele kürkünün içinde
onun kadir varlığım duya duya geçirilecek bir an, benim bütün varlığımı yakan
bir hayal olmuştu Günlerce bu hayalin
titreyişi içinde bütün benliğim sarhoş olarak bunu düğündüm. Onun kürkünün
yumuşaklığı içinde, onun hararetiyle bu kadar yakından temas etmek, Bu ne inanılmaz, rüyaya benzer bir zevkti!
Aradan günler ve onun ateş gül ile gelmesi ile başlayan aylar geçti.
Dün gece gene buluşmuştuk ve o zamandan beri.. hâlâ,
yanan hüviyetimde bir izi kalan bu hatıranın ateşiyle bu serin gecede onun
kürkünün yumuşak tüyleri içine ellerimi soktum. O, başımı hayalimden, ateşin
bir temasla göğsüne çekti,. Bu kürkün ilâhı, maddî olmaktan uzak, anlatılmaz
tatlı ateşi içine sokulup kayboldum.
O saadeti, o rüya olan saadeti, ateşin ve İlâhî,
hakikatin, de verasında bir âlem içinde tadıyordum.. Zaten artık her arzum,
beni yakan bir tufan içinde varlığımı yıkarcasına, beni istilâ ediyor. Bir yudum dedikçe deryalar dökülüyor!..
**
Bu günlerde Ünal, Dolunay’ın etrafında fazlaca,
dolaşıyor Beş gün ne mukaddes odada., ne bizde, nede mahfede buluşmadık.
Yalnız ben akşam vakitleri yarı karanlıkta aşk
mağarasının o kadar sevdiğim yolunda dolaştım. Bazı akşamlar daha çok
yaklaştım. Bazen Dolunay’ın hücresinde yanan ışığı, sarmaşıklı kapının
aralarından gözlemeye çalıştım. Yalnız bir kere sesinden o kadar çok
hoşlandığım çanın ipini çektim.
Dolunayla Suna’mın yanında iki kerre buluştuk, biri
gündüz, biri de gece.,. Ama bu iki buluşma da pek az sürdü. Dolunay’ın
hücresinde Suna ile beraber geçen bir saatlik bir görüşme,..
Suna ne kadar saf.,. Bu safiyetle bir azda zekâsı
olaydı, İnsan bu eksikliği her vakit duyuyor. Dolunayla aralarında karlı
dağlar, yahut ateşten nehirler olmakla beraber, gene ona bir hürmet duyuyorum.
Çünkü Dolunay’a bakıyor, onun istirahatini temin ediyor. Ona maddeten de olsa
hayatta en yakın kadın... Tabiî Ayçamdan sonra...
Hattâ bu beş gün içinde bir akşam bana geldiği vakit
duyduğum teessürü hiç unutmam. Bize gelmişti. Onu heyecan ve memnuniyetle Can’ın
odasına almıştım. Yanına oturdum, ellerini tuttum. Bugün Dolunay’la en yakın ve
ona en taze temas etmiş bu ellerdi.,. Onlara en mukaddes ve sevgili şey, diye
bakıyordum. Suna’ya hiç bu kadar sokulmamış, bu kadar yaklaşmamıştım. Dolunay
bana onunla amber çiçeği yollamıştı. Bir abla gibi, fakat pek sokulamayan bir
abla gibi beni sevmeye çalışan Suna, bunları, safiyetle verdi... Birkaç dakika
çocuk ifadesiyle bir alay olmayacak şeyden bahsettikten sonra, ayni safiyetle
Dolunay’ın yalnız olduğunu söyleyerek gitti...
**
ÖLÜMDEN SONRA HAYAT
Diyorlar ki, ben hasta imişim. Halbuki ben, ruhumda
hiç ıstırap duymuyorum. Vücudum ateş içinde imiş. Bilmem neden bu ateşi
hissetmiyorum. Bana ilâç yapmak için getirilen en tecrübeli ihtiyar hekimin
merakına gülüyorum. Benim ölmemden korkuyorlar., Ölüm, bir vehim... Ben ona inanamıyorum ki., .
Dolunay bana ateş gülü getirdiğinden beri, o, bir hayal oldu.. Saçlarımın sapsap
yatağımın örtülerinde kalışını bağımın âdeta açık kaldığını, ellerimin sapsarı
olduğunu ve çok inceldiğini hissediyorum. Ayağa kalkmak isterken, düştüğümü,
titrediğimi görüyorum.
Bazen beni yoklamaya gelen dostlarımın gözlerinde
yaş, ferah görünmek isteyen mütebessim yüzlerinde ara sıra bir hüzün seziyorum,
onlara gülüyorum. Neden korkuyorlar? Ben hiçbir hisle, bir alâka ile bağlı
değilim...
Yalnız bu vücut mukaddes... Bu ince elleri o tuttu.
Bu damarlardan maddi kan gitti, yalnız aşkın kudreti onu yaşatıyor. Bu saçlar,
vücudu saran, ruhtan gelen aşk alevlerine tahammül edemeyip yandı. Bu solan
çehre, bu vücut, baştan ayağa mukaddes. Ona temas etti, onun aşkı ile ruh, can
kesildi...
Ölüm, bu vücuttan ne uzak! Bu vücut ebedi oldu,
ebedîlerin ufkuna karıştı. Merhamet etmeyiniz, onu takdis ediniz . . . Bu
sapsarı yanmış vücudu yaşatan yalnız aşk... O nasıl söner de toprak olur?.
Cisimle aşk öyle imtizaç etti ki, o mu vücut vücut
mu aşk belli değil...
Oh, ne ebedî ziyalar ne İlâhî kanılmaz kokular
içindeyim!.. Aşk nasıl fena bulur? Ben solmayan şafaklar yüzünde Dolunayım
çehresi parlayan mehtablar görüyorum. Gülden kokulu, yıldızdan parlak, bahardan
taze, nurdan aydınlık aşk melekleri etrafımda... Bana, içinde Dolunay’ın
sözleri, bakışları ateşlenen güller koklatıyorlar. Onun kokusuna benzeyen
amberler, aşkından kokulanmış zünbüllerle yatağımı örtüyor, beni oyalıyorlar...
Konuşmak, söylemek için kuvvetim yok,.. Dolunay’ın aşkının zemzemelerini [nağme hoş ses ] dinlemekten bir zerrrem kendinde değil...
Bu sabah aynayı elime alıp baktım; gözlerimin ta
içine baktım. Ne kadar da değişmişim... Yemin ederim bu gözlerin içinde Dolunay
var: Bütün bu solmuş çehrede yalnız aşkın rengi, onun verdiği kudret yaşıyor.
**
Dolunay hemen her gün geliyor Gelmediği zamanlar sorduruyor. Bugün Can :
— Dolunay
çok üzülüyor! dedi.
O, her an etrafımda. Hem vücudumda, ruhumda... Bir
an beni bırakmadığını, beni aradığını, beni gözleriyle gıdalandırdığını
hissediyorum... Zaten onu bir nefes görmesem vücudumdaki hayat bir anda solar,
biterdi ve işte bana ölüm bu olurdu!
Geldiği vakitler yatağımın içine girip oturuyor.
Can, Dolunay’ın sıhhatini düşünerek bana sokulduğunu istemiyor ama, o
dinlemiyor.
Bana hergün çiçek, kaymak, bal yolluyor... Ve,
buğday sapı kadar incecik kesilmiş, bükülmüş papirüslere yazılmış mektuplar da
yolluyor. Bu sabahkinde: Benim bir
tanem! Benim için vücuduna İyi bak.. Benim zevkim, neş’em! diyordu..
Dolunay’ın böyle dediği Ayça, dünyanın hiç
görmediği, göremeyeceği bir âna erdi...
**
Bugün gene hekim geldi. Bu, rahib Tarkom’a herkes
çok ehemmiyet verdiği halde, benim hiç ehemmiyet vermeyişim biraz ona tuhaf
göründü zannederim, kendisi ile arkadaşça konuşan ve düşüncelerinin daha
yükseğini duymuş görünen bir küçük kızın bu seziş cür’eti epey de hoşuna gitti
iyi kalbli ve zekî bir adam.. Ayça, Dolunay’ın Ayçasıdır; o neler bilir. Tarkom
kim oluyor? Dolunay, Ayçaya kimsenin bilmediği bilgiyi öğretmiş, aşılamıştır.
Öyle bir bilgi ki, bütün rahiplerin, hekimlerin, bütün Kalam’ın, dünyanın duygu
ve bilgisi onun içindedir.
O da biliyor ki Ziggorat’ın duvarlarında asılı
lâvhalarda, bu hâlin devası olabilecek bir ilâç yazılı değildir... Ne kökler,
ne kaynamış nebatlar bana hayat veremez... benim ilâcım gene kendi derdimdedir.
Uluand’ın hatırı için gelen ihtiyar Tarkom, Ziggorat’ın rasad kulesinde neler
gördüğünü, ayın bugünlerdeki vaziyetine bakılırsa bereket senesi olacağını
söylerken, hakikaten pek mühim görünüyordu.
Tarkom, Can’a bunları anlatıyor ve arasıra çıplak
başını kaldırarak bana merhamet ve şefkatle bakıyordu. Üstündeki ağır elbise
her halde pek pahalıydı; ama bence ne kadar güzel olsa bir kıymeti yok..
Dünyada en güzel elbise Dolunay’ın gül rengi abasıdır.
Bugün Suna da geldi ve Dolunay’ın tarafından bal
getirdi. Çocukça ifadesi ile şuradan buradan konuştu. Baktım da sevimli kahve
rengi gözleri, düz hatları, kumral dalgalı saçları, yuvarlak vücuduyla pek âlâ
güzelce bir kadın... Fakat nerede Dolunay, nerede o...
Bu mukayeseyi yaptıktan sonra, Dolunay’ın ona olan
muamelesini ve ona aşkın haricinde de olsa, hiç kimsenin gösteremeyeceği vefa
ve alâkayı düşündüm. İşte Dolunay’ın fevkalâdeliklerinden biri daha,.. Ne
ihtiras ne zevk, ne aşk için değil... Fakat yalnız kalbden gelen bir insan
sevgisi ile Suna’yı hakikî bir alâka ile düşünür. Sıhhatini, rahatını,
üzülmemesini mümkün olduğu kadar temin eder.
Zaten onda bu insan sevgisi, kalbinin, titreyen o
hassas şefkati nihayetsizdir. Hatta kendisine gece ile gündüz kadar muhalefet
eden insanlara da böyledir.
**
Bu üç geceyi takip eden günlerde hep hasta idim
Fakat ne garib bir hastalık.. Hiçbir yerimde acı duymadan, garib bir zaaf,..
Titriyor, yanıyorum... Fakat bu ateşten şikâyet etmiyorum. Yataktan kalkacak
kuvvetim yok.. Can’ın telâşından bende bir değişiklik olduğunu anlıyorum...
Dolunay, bu akşam geldi. Yatağımın yanına sokulmuştu
Güzel yüzünde onu daha manevileştiren
bir hüzün vardı.
— Ayçam,
dedi. Dün gece düşündüm: Eğer o giderse, yapamayacağım dedim. Allah korusun, eğer öyle bir şey olsa,
bir daha ben artık onun odasına gidemem Sonra hayır, hayır, giderim, dedim...
Giderim, fakat odaya kimseyi sokmam Hele onun
istemediklerini hiç sokmam. Saksısının içindeki, düğmesine — kopmuş düğmem —
saksılarına kuğularına bakarım, Coşkun’u alır götürürüm; sonra onunla
gezdiğimiz yerlere gider, ziyaret ederim. Onun yerine kimseyi koymam! Ben onsuz
yapamayacağım! dedim.
Ayçam gammazlık ediyorum, senin için düşündüklerimi
söylüyorum içimde bir şey tutamam ki güzelim! sakın, sakın sen hasta olma benim
sevgilim! O vücut benim,, benim için bak, benim için sev onu!
Ve eğiliyordu. Sesinde bana heyecan veren bir
titreme, gözlerinin içinde hiç görmediğim bir nem vardı.
Bu zevk ve aşk dolu, aşk gecelerinin kokusu sinmiş
odada, onun elleri yüzümde...
— Ben de
söyleyeyim... Dedim.
Bu hafta bakalım onunla kalabilecek miyim diye
düşünmüştüm. Eğer
ben gidersem o aşkını başka bir vücutta toplar.,.
Ya rabbi ölmek İstemiyorum, onun
bulunduğu dünyadan, ayrılmak istemiyorum! diye yalvardım!
Bunları söylerken ağlamamaya çalışıyordum. O, öyle
bir bakışla yüzüme baktı ki, bu nazarların içinde her şey vardı.
— Nasıl
öyle düşünebildin Ayça, Nasıl ?.. Bana zulüm ediyorsun sen! dedi. O vakit:
— İlk
sözü şaka söyledim, anlamadın mı? Yalnız, dua doğru... Şaka Dolunay... zaten
öyle düşünmeye kendim tahammül edebilir miyim? dedim.
Ama, sahiden şaka idi...
Can da bu aralık odaya girmişti,. Dolunay bana iyi
bakması için Can'a tembih etti. Zaten güzel Can’ım beni bir an bırakmıyor ki...
Bu akşam Dolunay’ın kalma gecesi değildi, erken
gitti. Bana kendi eliyle kaymak getirip bırakmıştı. Can:
— Dolunay
hiç kimseye yapmadığı şeyleri sana yapıyor! diyordu.
Ah şu Can’ın varlığından eser bırakmayan ateşte
hayranım! Ona benzemeyi ne kadar isterdim
Dolunay yüzümü Cana benzetir.
**
Can ve Tuğ yanımdalar. İnanılmaz bir şefkatle bana
bakan Can, Dolunayla buluştuğumuzdan beri ne kadar değişti, Onda ömrümde görmediğim bir şefkat ve sevgiyi
görüyorum. Bana bir çocuk gibi bakıyor, kahvaltımı eliyle yediriyor, yatağımda
üzerimi, örtüyor, saçlarımı tarıyor, geceleri beni uyanık bekliyor, gözleri hep
gözlerimin içinde...
Ah, o siyah güzel gözleri ne kadar severim ve onlara
ne kadar zalim vardın Ben bunların ne kadar hasret ve İstırabım çektim.,.
Dolunay’dan uzak olduğum zamanlar, Can da benden uzaktı. Fakat Can, mahrum
ettiği şefkati, şimdi taşa taşa verdi... Taşan, ruhu saran, dolduran bir
şefkat... Ve ben bu sevgiyi, bu ihtimamı hiç yadırgamıyorum. Sanki hep böyle,
bu sevgi ve nihayetsiz şefkat havası içinde doğmuşum gibi... Halbuki bu
muhabbet havasını ben ne kadar aramıştım...
O eski âlem silindi, yok oldu, değil mi? Mübhem,
içinde hiç bir arzu, bir meyil seçilemeyen
yekpare bir rüya, bir sis oldu, gitti...
Şimdi Dolunay’ın bulunduğu, Dolunay’ın yaşadığı ve
her şeyin, içinde gark olduğu bir can âlemi... yalnız kalb, yalnız gönül ve
yalnız tükenmek, durmak bilmeyen bir kalb atışı, bir his ve aşk âlemi...
**
Bir odada Canla beraber ikimizin yatağı... Her an
beraberiz. Tuğ bitişik odada.. Çağırmayınca gelmiyor.. Bütün işlerimi Can kendi
yapıyor ve ne garib bir haldeyim... kayıtları zaman, mesafe mekân olan bir
yerde yaşamıyorum.
Aldığım nefesleri aşk havasından çekiyor gibiyim. Ve
bu tenden ibaret olan vücut değişip, bana bir başka vücut geliyor...
Sabahleyin geçen bir vak’ayı hatırlamak için zihnimi
yoruyorum, hatırlamıyorum. Her an yeni doğmuş gibiyim..
Şimdi Can’la konuşuyorduk. Bir iki gündür iyice
olduğum için sabahları gezinti yapmıyoruz.
— Bu
sabah gezinti yapmadık, dedim.
Halbuki gezmişiz ve hatta Dolunay için çiçek bile
toplamışım. Can bunları gösterdi.
Dolunaya çiçek topladığımı hatırlıyorum Yalnız
nerede ve ne vakit. bunu bilemiyorum
Sonra da demişim ki:
— Tuğ bu gün bir yere gitse... Dolunay gelecek!
Sade Dolunay’ın geleceğini biliyorum, başka bir şey
hatırlamıyorum
Bu akşam Dolunay gelecek! .
**
Oh, iktidarım olsa da yazabilsem, anlatabilsem!
Dolunay, Dolunay’ım geldi Ve geceyi bir
odada geçirdik Üçümüz bir odada...
Ellerimi tutuşu, yüzüme bakışı ne kadar heyecanlı ve
ebedî aşkla dolu idi.
İki tekerlikti kamış araba ile bağlara kadar gittik.
— Bu
araba Dolunay’ın talebesi (Güngör'ün) arabasıdır.
— Bu
yolun ebedî olmasını ne kadar isterdim. Ellerim avucunda, eli omuzumda. Ne
kadar mes’udum. Ne saadet! tahayyülümden çok, deniz gibi, tatlı bir tufan gibi.
Anlatamıyorum, söyleyemiyorum.
Gezintiden sonra yemeği karşı karşıya bir mumun
ışığında yalnız yedik. Bana kendi eliyle balık ve şarab verdi. Bu yemekte ye
şarabtaki lezzet nedir? Bu titreyen ışık ne güzel, ne güzel!. Karşı karşıya
biribirinden tutuşan iki ışık gibi idik.
Gece yatmak vakti gelince, bu bir mes'ele oldu.
Dolunay: — Üçümüz de bir odada
yatalım, diyordu. Ve böyle de oldu.
Can ve ben yataklarımızda.. Dolunay sedirin üstünde
yatmak istedi. Dizlerinin altına minder ve post koyduk; sedir kısa geliyordu.
Üzerine benim şalımı, benim örtümü örttü. Ben de kendi yatağımda..
Fakat yarı dalgın, yarı uyanık Hep bir ateşe benzeyen uykumun arasında onu
duyarak, onun aşkıyla yanarak.
**
Dolunay bu sabah gene arabayı yollamış,. Can'la
beraber, Dolunay’la gittiğimiz bağa gittik, derenin, kenarına oturduk.
Kumların üzerinde billur
sular hâlâ onu tesbih ediyor Bu billûr
suların ne gizli, ne esrarlı anlatışı var! Anlatıyor, fısıldıyor, bu gümüş
ışıklar diyor ki: Ayça ve Dolunay, benim sinemde bir an geçirdiler O
ilâhı aşk anına şahidim Neydi o
güzellik, o tecellî!
Ayça ve Dolunay teptenha gezdiler. Dolunay aşkına
dedi ki;
Ayça, sevgilim, sen benim ruhumsun! Sular bu sözü ne kadar tekrar etti! Söyledi,
söyledi, kanmadı Ben ağladım, o söyledi!
Bugün eski dostlarımdan biri geldi, kendisini
tanıdım. Fakat bir şey bulup konuşamadım Lisanını unutan insanlar gibiyim,
Bildiklerimin hepsini unuttum , Halbuki Dolunay’ı sorsa, ben ona neler derdim!
Benim için neler hissetti bilmem, Ne derse desin,
onun zannından ben ne kadar başkayım! Ellerime baktı, yüzüme baktı, ne bozulmuş der gibi;
— Ne
zayıflamışsın! dedi.
— Ne
derse desin! Bir defa, her halde çok güzelim.., Çünkü Dolunay’ın aşkı ile
doluyum. Ona bakan gözlerimde kimsesin erişemiyeceği ilâhı bir aydınlık var.
Bütün vücudumdan ateş, aşk taşıyor.
Ey aşk! Ben diyemem sen de. Nefesimin lisanı,
kelimeler, bunu ifadeye kadir değildir, sen söyle!
Aşkın sakisi ateş, mey ateş, kadeh ateş,
tutan eller, içen ruh ateş! Bunu, hangi dil söyler, hangi kalem çizer?
**
Günden güne dizlerime derman, vücuduma kuvvet
geldiğini hissediyorum. Bu kuvvetin menbaı yalnız Dolunay’ın aşkı...
Bugün dolabımı açtım. Burada üstüste konmuş hurma
lifinden türlü güzel şekillerde Örülmüş bir alay kutu vardır. Bunların hepsi,
Dolunay’ın Can’la bana gönderdiği kutular..
Üstünde iki çocuk başı İşlenmiş kapağı açtım Burada
solgun pembe bir entarinin parçaları vardı. Bu, Dolunay’ın ilk geldiği günler
giydiğim küçük pembe güllü entarinin parçalarıdır. En güzel kutulardan birine
koymuştum. Bunu dudaklarıma, gözlerime sürdüm.
Bir başkasını alıyorum. Bunun da üzerinde, elindeki
çiçeğe konmak isteyen. arıdan korkan çocuk geleli var. Ne kadar da güzeldir!
Bir bez içinde iki dal parçası.. Dolunay'a Uluand’ın bahçesinde gezerken
koparmıştım. Dalın bir parçası kırılmış,..
Kumlar üstüne bir manzara işlenmiş bir başkasında, çiçekler..
Dolunay’ın bana gönderdiği çiçekler.. Ellerimi sürdükçe yanıyorum. Gözlerimle
bakmaya tahammül edemiyorum. Dolunay’ın elleri değmiş çiçekler... .
Ötekinde, kabarmış kırmızı ibikli bir hindi..
Mahfede değiştiğimiz kalemlerden, benimki.. Onun elinde yıpranmış, cilâsı yer
yer güzel avuçlarında erimiş kalemler...
Bir vakitler onun isteyip te benim vermediğim ve
göğsümde taşıdığım yürek..
Yığın yığın, renk renk mendiller.. Onun verdiği, her
birinde bir İlâhî anın ateşi sinmiş mendiller... Ve aralarında onun nefesi
kokan, onun aşkının ateşin gülüne benzer bir gülün yaprakları...
Bu, incecik tahtadan yapılmış küçük merdivenciği
küçük odada beraber yaptığımızı şimdiki gibi aydınlık görüyorum.
Ellerini, iki cihan olan, kalbimi yakan bu elleri
bana uzatarak merdivenin nasıl yapıldığını, aşkı öğretir gibi bin tatlı sihirle
Öğretmiş ve onu ikimizin elleri bir anda yapmıştı. Rengi, yandığım ateş gibi
al.. O da bu kavrulmuş ten gibi hırpalanmış, örselenmiş...
Yanında iç içe, sarhoş ellerin sardığı, mest bir
anın ilâhı eserinden bir kaç damla... Dolunay’ın gül kokan nefesine değmiş ve
hâla yakan, bayıltan bir hafif kokunun gönlüme ateş saçtığı mendil... Dağılan
ve her ânında perişan olan, akıl kaydının yandığı bu anlar.,. Nasıl bunları
sakladığımı bilmiyorum.
Bir ince deri parçacığı üstünde onun yazısıyla,
harfleri ateşten dağılmış bir hitab:
Benim emek mecmuam!
Bir başkasında yalnız isim, yazıla... kim bilir
hangi mektubun içinden çıkarılmış..
Onunla gezerken kopardığım âl yabani lâlecik..
Rengi, ateşi gitmeden, ince sapı nazik yaprakları tatlı bir devirle bükülüp
kalmış...
Üstünde koyu pembe güllerin arasında tatlı mor
üzümler dokunmuş bal rengi örtünün üzerinde bunları açtım., hıçkıra hıçkıra ağlayarak
ellerimi yakan bu alev ve ateş güzellikleri tutamıyorum.
Bu örtü.. Oturmaya kıyamadığım o sedirin üzerinde
iken, Dolunay benim göğsümde ona yolladığım zünbülleri koklamıştı...
Daha bir alay ucu yanmış, ucu bir aşk gecesinde
yanıp ,erimiş yarım mumlar. ve çiçek
parçaları.. O gecelerin hararetinden yanmış çiçekler.
Mini mini bir al bohçacığın içinde Dolunay’ın bir
tel parlak, yumuşak saçı...
Bunlar ne kadar çok ve ben bu ateş güzelliklerle ne
kadar zenginim... Her zerremde aşkın bin âlem değen bir canlı ve kanlı eseri...
Saçlarım kadar, onun gül nefesleri sinmiş, onun avuçlarında yanmış saçlarım
kadar çok.. , ve taşkın!
O ne verdiyse bana böyle coşkun verdi.
SEVDA CENNETİ
İncili bahçe, yollarında..
Dolunay ne vakittir hava değiştirmemi istiyordu Tuğ uzun zamandan beri Hakanın arazisinin
sınırların da gayet lâtif ve vasi bir ağaçlığın arasında münzevî bir hücrecikten
bahsederdi, Tuğ oradaki bekçinin ailesile zaten tanışıyordu.
İşte Dolunay beni oraya götürmek istiyordu.
Evvela Canla Tuğ bir az eşya alarak gittiler. Beni
de Dolunay götürecekti Gerçi artık hastalığım Dolunay’ın aşkından hayat emerek
geçip gitmişti Fakat Dolunay beni hâlâ
bir az zaîf gördüğü için bu ihtiyata lüzum görüyordu.
**
Gene eriyen maddiyedm.de güneş gibi yanan o, yanımda...
Gene vücutların temasını geçen bir ateşle yanıyordum Vücudumun ona teması, içimde ona karışmak
arzusunu büsbütün alevlendiren bir şiddetle artıyor, gözlerindeki ateşten onun
hüviyetine dalmak için titriyordum. Parlayan yanaklarında göz alan bir aşk
ziyası... Kaşlarında bütün varlığı yakan bir kudret var...
Bana eğilerek;
— Bilir
misin güzelim...
Şu kısa aşk hayatımız içinde biz seninle beş yüz yıllık aşk hayatı yaşadık.
— Beş
yüz yıl mı? dedim. Hayır, hayır... Beş yüz de, beş bin de bir aded. Aşkın bir anma karşı, yüz binlerce yılın ne
hükmü olur?
Ah bu anlar... Bu her biri bir ebediyet olan aşk
anları... Kaç kere taşan ruhum, kalbimi varıp çıkacak gibi oldu. Kaç kere bin
ölümle ölüp dirildim Bu vücudun içinde kopan aşk kıyametlerine karşı, zahirî
ölümün şiddet ve manası ne kadar sönük kalıyor!
Bizi götüren Güngör'ün arabası, alçak kum
tepelerini, seyrek hurma ağaçlarını takib eden bir yoldan sonra, iki tarafı
çiçekler ve bunların arkasında alçak, yeşilli morlu tepecikler bulunan güzel bir yoldan
geçiyordu.
Dolunay kılavuz bir deveci alıp Coşkun ve Sülünle
gelmeyi düşündüğünü fakat daha sür’atle gidebilmek için arabayı tercih ettiğini
söylüyordu. Epeyce gittikten sonra, uzakta bir kulübeciği işaret etti:
— Bak
Ayça, ta uzakta bir kulübe var. Çok eskiden kalma imiş, dedi.
Bu yolda olduğu için ve hele o gösterdiği için:
— Ne
güzel! dedim.
Çamlık çeşme yolundaki gibi, fakat elimi daha
şiddetle sıkarak:
— Ah,
sen hepsinden daha güzelsin! dedi.
Bu söz her söylenişinde beni teshir eder. Dolunay devamla
dedi ki:
— Sen benim bütün zevkimsin, benim aşk
aynamsın Ayça!
Bu hitabla altüst olan ruhum yandı. Vücudum
boşalıyor gibi oldum. Bir zaman kendimi bilemedim. Gene onun sesi ile kendime
geldim.
— Ne yapıyorsun, elini çek, benim canımı
acıtmıyasın! dedi.
Parmaklarımı bilmeden saçlarıma dolamıştım. Hafif
bir can acısı duydum.
Kendime gelirken benim canımı acıtıyorsun sözü büsbütün beni tahrik etti. Ateşine
tahammül edemediğim vücudumu arabadan atmak istedim. Kuvvetli elleri
bileklerimi yakarcasına sıktı.
Ayça... Kendine gel... O vücut benim... orada benim
manamın aksi, benim kendim var!
Ne yapıyorsun!
Araba, epey yol almıştı. Yolun kenarındaki çiçekleri
göstererek:
— Sana
şuradan çiçek toplayacağım, dedi. Arabayı durdurdu. Beraber indik. Pembelerden,
sarılardan, küçük eflâtunlardan bana bir demet topladı. Bu çiçekler dünyada
benim için inanılmayacak bir rüyanın en mes’ut parçaları idi.
— Ama
ben. hiç kimseye çiçek toplamadım. Ben sana yaptıklarımı kimseye yapmadım!
Derken, güzel gözlerinin içinde nazlı ve masum bir
aydınlıkla bana bakıyordu. Zaten toplayışı o kadar safiyane idi, öyle tatlı bir
tereddüdle koparıyordu ki, bu hareketin ilk defa yapıldığına karar vermemek
kabil değildi.
Şimdi o çiçekleri sardım, göğsümde kokladığı zümbül
gibi saklıyorum.
Araba tekrar birkaç yeşil ağacın önünde durmuştu.
Arabacı kamçısını yerine sokmuş, aşağı atlamıştı bile ...
O beni elimden tutarak indirdi. Tuğun bize tarif
ettiği İncili bahçe denilen yer demek burası idi. Yeşil tatlı kırlar ortasında
bir yolun kenarında beş on sevimli ağaç.. Hakan’ın arazisi demek burası idi...
ikimiz de tuhaf bulmakla beraber bir şey demedik..
Acaba Can’la Tuğ nerelerde idiler, bizi niçin karşılamamışlardı?
iki ağacın arasına girdik. Diz dize yere çimenlere
oturduk. Pek te yol üstü gibi bir yerdi, amma ne ise,.
Dolunay bilinmekten çekiniyordu. Arkamı yola döndüm.
Tam bu sırada bir kopek havlaması duyduk. O, bütün vahşeti ile:
— Eyvah
bekçi geliyor, yüzünü görmesin! dedi. Yüzümü dönmeden ayak sesinin yaklaştığını
duyuyordum. Çiçekleri sakladım, bir müddet böyle durduk. Arkada ne olduğunu
bilmiyordum. Çünkü hiç ses çıkmıyordu, konuşmuyorlardı.
Dolunay sıkılmış bir sesle bana;
— Akşam
yaklaşıyor, dedi.
Köpek havlamaya başladı. Gittikçe bize sokuluyordu.
En nihayet Dolunay:
Burada ne duruyorsun? der gibi, oldukça sert bir sesle:
— Şu
köpeği çeksene! dedi.
Görmüyordum amma, adam her halde köpeği çekti, fakat
Dolunay bana da:
— Haydi
kalkalım Ayça! dedi.
Arabacı da buraları iyi tanımıyordu. İlerde vadinin
ortasında yere eğilmiş toprakla uğraşan bir adam görünüyordu. Arabacı koştu,
ona sordu:
Meğerse biz (İncili bahçe) diye sokak ortasında
oturmuşuz.. Asıl (İncil bahçe) ise içerde büyük bir koru imiş. Meğer bekçinin
yanımızdan ayrılmamakta hakkı varmış.
Aman yarabbi ne masumiyet! Tekrar arabaya bindik,
yola çıktık...
SEVDA CENNETİNDE
Henüz tomurcuklanan yaprakları, tek tük bahar açan
ağaçları ile güzel (İncili bahçe), cennetten dünyaya nasılsa gelmiş bir âlem...
Billur derenin başında dem çeken bambaşka sesli
kuşlar, sanki bütün âşık vücutlarının tozundan saçılmış, binbir çiçekli temiz
topraklar... Her taraftan kaynayan akar sular üzerine eğilmiş taze fidanlar,
yolların üzerinde ayaklara nazik çiçeklerini süren: gözün inanamadığı binbir
renkli ve alçak köklü yeşillikler... Baygın kokulu ful ağaçları, birbirine
dolanmış, sarılmış açık koyu taze renkli ağaçlar, sarmaşıklar, titrekler... Her
adımda hayreti arttıran ve beni ağlatan bir güzellik...
Burası bir Sevda cenneti...
On senedir burasını yalnız beklediğini ve bizden başka
hemen bu zaman içinde hiç kimsenin burayı ziyarete gelmediğini söyleyen bekçi,
demin iki küçük çocuğunu yanımda bırakarak koruyu dolaşmaya gitti.
Tuğ burasını keşfetmekle ne büyük bir şey yaptı. Üç
gündür buradayım.
Keçilerinin sütü bile misk gibi çiçek kokan bu lâtif
yer, iki küçük kızın yanaklarındaki renge, menekşe ve deniz rengi gözlerine
bambaşka bir güzellik, kumral ve güneş rengi başlara bir başka ışık ve cazibe
karıştırmış. Onlarla ne çabuk dost olduk... Bana, şimdiye kadar hiç ehemmiyet
vermedikleri, basıp gezdikleri bu incecik minimini çiçeklere, hararetli bir
müşteri bulmaktan memnunum, çiçek topluyorlar. Kolayca memnun edilen bu yeni
arkadaşa seveseve cömertliklerini gösteriyorlar...
Dolunay, bir gece kalarak gitti. Üç gün evvel onunla
beraber gezdiğimiz yerlerden geçemiyorum. Korunun ötelerinde otları yeni biten
bir kırda oturuyorum...
Demindenberi iki kerre koyun sürüsünün içinde
kaldım. Onların, kısa taze otları yemelerinden hâsıl olan ses ve yakından
duyduğum nefesleri ne kadar tatlı geliyordu. Ürkütmemek için hiç kımıldamadım..
Çocukları da yanıma oturttum. Yavaş yavaş otları yiye yiye geçip gittiler.
Buranın sürüleri de başka, ve temiz tüyleri, ne beyaz güzel yüzleri var.
Etrafa doğru koyu bir kor halini alan filiz rengi
açık gökte ince ve beyaz ay, kıra belirsiz bir aydınlık veriyor. Kır o kadar
açık ve hoş ki, adeta insanın gözünü alıyor ve göz, bu kadar güzelliği
gördüğüne inanamıyor. Koyunlar uzaklaştıkça, sanki su üzerinde yüzen,
dalgalanan hayalî, beyaz bir âlemi andırıyor.
Bekçi çocuklarına seslendi .Mutlak yemek hazırdır,
çağırıyor.
Çiçek kokulu keçi sütünden hafif nefis bir yoğurt,
(İncili bahçe) nin tatları bile başka, kokuları saf yemişlerinden, ürkek temiz
tavuklarının yumurtasından ibaret sade bir yemek...
İşte evin önündeki meydanlıkta bekçi ateş yakmış.
Burada yanan ateş bile, bu koyulaşan neftî ağaçlarla çevrilmiş filiz rengi göğün
altında ne kadar lâtif görünüyor!
Buraya gelişimiz ne hoştu! Asıl İncili bahçeyi gördüğümüz
zaman hayret etmekle beraber gülmekten kendimizi alamamıştık. Sokak ortasında
oturuşumuz unutulacak şey değildi... Adım adım güzelliği artan, bu insan
nazarlarından bile uzak masun yer, bizi hakikaten hayrete düşürmüştü.
Derenin üzerinde açık yeşil, gözü alan çimenler, her
yerdekinden başka koyu mor menekşelerle örtülü bir yere Dolunayla yanyana
dizdize oturduk. Can ve iki küçük kız da karşımıza oturmuşlardı...
Can, etrafın fevkalâdeliğinden bahsediyordu. Dolunay
bana:
— Ayçam, bütün bu güzellikler seninle kaim.
Sensiz hiç birinin kıymeti olmaz, sönüverir!
diyordu.
Biz bunu konuşurken Dolunay bir örümceği gösterdi.
Minicik parlak renkli, bir Örümcek, bir Dolunay’ın dizine, bir benim eteğine
gidip geliyor ve ince şeffaf ağı ile bizi bağlamaya çalışıyordu... Bu ok ad ar
hoş bir şeydi ki, kalkmak vakti gelinceye kadar onunla meşgul olduk.
— Gördün
mü Ayçam... Dolunay ve Ayça'yı o da kendince biribirine bağlıyor! diyordu.
Buraya geldiğimin dördüncü günü...
Dolunay gelmedi. Burada yaşamak bana müşkül gel meye
başladı Yavaş yavaş ağaçlar bir hüzün rengine bürünüyor. Gök ıssız bir hicran
boşluğu ile yanlız., Çiçekler boynunu büktü ve onun nefesleriyle, aşk sözleriyle
büyülenmiş hava boşalıp, kuşların sesine bir şikâyet karışmaya başladı.
Bugün de gelmezse, bu cennet bana bir
hicran diyarı, kasvetli ve karanlık görünecek... Cennet te onunla kaim...
**
Akşam.
Dolunay’ım geldi. Onun geçtiği yola başını eğmiş
ağaçlar, onu bekleyen, onu söyleyen kuşlar, ona görünmek için titreyen küçük
çiçekler, kokularını kalbinden döken menekşeler... Akan coşkun dere . Bütün Sevda,
cenneti ve ben ona kavuştuk.
Elindeki asasını, renk renk görülmemiş bir
güzellikle dalgalanan, ayak basmamış kumlara saplayarak ırmağın başına, yüksek
ağaçların arasındaki kaynağa gittik. Dolunay orada pembe avucunu akar suyun
altına tutup, bana:
— İç
Ayçam! Dedi.
Ve ben, bu sevgili avuçtan billur suyu üç yudum
içtim..
Şimdi göklere, ağaçlara bakarken, herkesle konuşurken,
bu ahenge, hep o billur suyun sesi karışıyor ve her yerde onu, o hâli görüyorum
Lezzetten yanan dudaklarımda şeffaf damlaları hissediyorum....
Dünyada yalnız bu manayı görüyorum
**
Bugün Can’la dere boyunda güneş batarken
dolaşıyorduk. Bu yolda bir söğüt ağacı var...
Gurub vakti, koyu yeşil dağların arasında bu ağaç,
nar rengi bir ateş halini almıştı. Kendi renginden ağaçlığından eser kalmamış,
tirşe göğün tatlı pembeliği içinde damar damar baştan ayağa bir ateş halini,
almıştı. Can:
— Aşkın
tecellisini gösteriyor, onun sirayetinden bütün vücudu bitmiş, aşk kesilmiş. .
dedi.
**
Dolunay evin aşağı katındaki küçük odayı ne kadar
seviyor. Bütün sadeliği içinde bana ne
kadar güzel geliyor! Diyor.
Bu hafif loş odada hakikaten bir fevkalâdelik var.
Bu odada biraz oturduktan sonra, kumların arasındaki yoldan aşağıya indik.
Kaynağın başındaki ulu. ağaçların altından geçiyorduk. Dolunay bir ağacın
önünde durdu ve gövdenin kabuğu kalkmış ve düzelmiş bir ayrığına (Ayça ve
Dolunay)ı, biribirine karışmış olarak cenbiyesisin [ Ağzı
eğri bir tür Arap bıçağı ] ucu ile yazdı.
Bu mukaddes ağacın ilerisinde, bütün eflâtun ve
pembe çiçeklere dolu küçük bir tepeciğin üzerinde oturduk. Bir demet çiçek
topladım ve yüzüne çok yakışan bu mor çiçekleri yanağına yakın tuttum. Bu öyle
yakıcı bir manzara idi ki, tahammül edemeyerek çiçekleri Can’ın kucağına attım.
Kızların büyüğü, bizim için koparmak istediği bir
çiçeği yerden çekerek;
— Aman
Arnavud bebiği! Yerden çıkmıyor, diye kızıyordu..
Dolunay’ın bu teşbih, çok hoşuna gitti, kaçtır
tekrarlıyor.
Biraz sonra kız çiçekler elinde yanımıza geldi.
Dolunay’a pek teklifsiz bir samimiyetle:
— Güneşliğini
çıkarsana! Dedi.
Dolunay gülerek itaat edince:
— Şimdi
daha güzel oldun! dedi.
Dolunay’la benim aramda dolaşıyor, kâh bana kâh ona
bakarak, bizi masum bakışları ile bağlıyor, bir nevî, örümceğin yaptığını yapıyordu
..
Gidip kaynaktan Dolunay’a bir çanak su getirdim.
Çanağı elimden aldı:
— Sen de
dudağını koy! Dedi.
Ve üzerimize eğilen yeşil dalların altında, içine
bütün Sevda cennetinin aksettiği bir çanaktan su içtik ..
**
Bekçiye bir dostu iki kuğu hediye getirmiş...
Bunları çok sevdiğimi görerek bana verdi. Derede bunların gezişi bir rüyayı
andırıyor. Erkeği şahane ve yüksek, dişisi daha munis ve daha küçük... Hele
gece kırmızı gagalı uzun boyunlarını birbirine dolayarak duruşları ve
harikulade bir beyazlıkla akseden renkleri ilâhı bir manzara teşkil ediyor.
Dolunay geldiği vakit bunlar çok hoşuna gitti. Biri Dolunay!, biri Ayça'yı
temsil ediyor. Bizim odadaki küçük kuğuların asılları gibi.. İkimiz de onları
bu şiir ve ruh âleminden ayırmamaya karar verdik.
Onları burada bırakacağız ve geldiğimiz vakit
göreceğiz...
Sevda cennetinde bir dağ var. Onun küçük taze
çamları arasında durduk. Bu yamaç tamamıyla ormana bakıyor. Buradan bütün sevda
cenneti yemyeşil ağaçlarının arasında gizli güzelliğiyle teressüm ediyor.
Bu dağın, kimsenin bilmediği ayak değmemiş kumları
var... Sellerin getirdiği renk renk kumlar, yumuşak, bakir inhinalarla türlü
türlü şekiller almış. Onlara basmaya ve güzelliklerini bozmaya kıyamıyorum
Bazen de gözlerime inanamayarak ağlayacak kadar rikkat duyuyorum.
Burada, taze, tatlı, saf bir çam kokusu kalbi
yumuşatıyor. Küçük çam fidanlarının açık yeşilliği büsbütün cenneti andırıyor.
Sağda daha alçak mor, nefti, iç içe uzanan sessiz
dağlar,,. Solda sevda cennetinin lâtif ağaçları... Kulak verilirse, pek
derinden duyulan kaynağın nazlı, billûr sesi..
İşte burada taze çam fidanının önünde Dolunay bir
şarkısının iki mısraını söyledi:
O
kadar birbirine geçmiş şarabla kadeh,
Farkı
yok hangisi şarabdır hangisi kadeh
O
kadar birbirine geçmiş aşk ile ben
Farkı
yok bence hiç, ben mı aşkım aşk mı ben!
Nihatsiz surette sessiz duran dağ, bu nağmelerle
baştan başa canlandı ve her taraftan ayni nağmeler aksetti. Bu aşk dağı ona
cevap veriyordu.
Bu öyle garip bir musiki idi ki insanı sarhoş
ediyor, kalbi yakıyordu. Kendimi tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladım.
**
Artık birkaç güne kadar köye avdet edeceğiz.
Şiddetli tatlı bir yağmurdan sonra buranın manzarası büsbütün güzelleşti. İri
bembeyaz çiçekli fullerin uzandığı yoldan, kestanelerin bulunduğu yola inildikten
sonra, sağa ormanın içine girince, burası bir harika... Hiç ayak basmamış, açık
yeşil yapraklı fidanların birbirine sarıldığı koruluklardan geçerken, küçük ya
bani kuşların öteye beriye uçuşmasından, yapraklarda kalan billur damlacıklar
etrafa saçılıyor. Sık ağaçların arasında kendime yol açmaya çalışırken (İncili
bahçe)’nin damlaları ile bütün ıslanıyordum.
Hele bekçinin oğlunu alarak akşam üstü yaptığım
gezintide hemen ağlayacaktım...
Seyrek, narin kavakların ötesinde gözün alabildiğine
açık ve tatlı ziyaların aksettiği kırı ne kadar severim. Buraya yeni geldiğim
zaman beyaz koyun sürüsünün geçtiği yer... Bir ufak derecikten atlanarak buraya
geçilir. Sonra tepeye varan ince dağ yolunun üzerinde ağıllara gidilmez de,
sağa, alçak tepelerin bulunduğu tarafa gidilirse, işte burası renk renk
kumların süslediği dalgalı bir sahadır. Burası da Dolunay’ın asasını sapladığı
yerdir. Yeşil yemiş bahçeleri ve asıl ev solda kalır, işte yağmurdan sonra akan
suların sesi, burada inanılmaz bir mucize gibi fevkalâde bir musiki hâsıl
etmiştir.
Bekçinin oğlu da hoşlanmış gülüyor, önümden koşuyor,
satıhlarında gümüş, bir ayna gibi yeşil ve mavi akisler vuran gölcükleri
vaktinden evvel göstermek için atılıyordu. Böylece değneğine dayanıp sıçrayarak
uzaklara atlayarak benden uzaklaştı.
Kıvrımlarındaki suları ellerimle iterek bir kaya
parçasının üzerine oturdum.
Dolunay yarın gelip beni alacak!...
Dolunay, Dolunay’ım! Benim güzel mabudum! Bütün
vücudumda gene senin iştiyakının humması var. Evet benim gözlerimde, benim
sesimde, benim çehremin renginde, benim nefeslerimde hep, hep senin hayalin
yaşar. Ben senin için güler, senin için söyler, senin için gezer, yürürüm...
Benim gözlerim senin hayalinin akis ve ilhamıyla kâh
içinden şevkle parlar, kâh her çehrede, gökte, yaprakta, bulutta durur seni
bekler, bekler...
Senden benim olduğunu, yahut benim senin olduğumu
tekrar eden yeni bir işaret bekler. Benim hiç bir nefesim yoktur ki seni tavaf
etmeden bu dudaklardan uçup gitsin... Fakat bu kadar istiğrak ve istilâya karşı
gene ateş, gene iştiyak neden?
işte yanımdasın Güzel yüzüne bakıyorum. Haşa bu
insan değil: Ateş, aşk, cünun bu!
Ne var bu vücutta Ya Rabbî, ne var bu çehrede ki
gözlerimi ayıramam ..
Gözlerim aşk şarabı sunan dudaklarına, kâh aşk
ateşini alevliyen gözlerine, parlayan yanaklarına hayran bakıyorum,
bakıyorum...
Böyle saatler geçiyor, henüz yeni görmüş gibi,
yetmiş bin senelik intizar ve tahassürden sonra şimdi kavuşmuş gibi yana yana
seyrediyorum. Baktıkça yenileşen, tazelenen gönlümü coşturan beni taşıran
tehassür ve ibtilâ artıyor, eksilmiyor....
Ah! Sen sevgilim, sen zuhur etmeyeydin, senin bu
lâtif, bu güneşler güneşi vücudun bu can güneşi vücudun zuhur etmeyeydi, bu
cihanı derin, sessiz, ebedî bir sükût kaplardı. Bütün sükûtu hayata, lisana
getiren sensin! Senin o ifade edilmez rengin, akşamın tatlı pembeliklerinde
fecrin taze, taravetli renginde, baharın sümbülünde, yazın misk kokulu gülünde,
zührede, ilâhı kamerde söylenmek, hep anlatılmak istenmiştir.
Senin bu güzel, bu esir eden hayalinin
ibtilâsı olmasaydı, ne göklerde gece sevdalı yıldızlar yanar, ne kuşlar ömründe
öter ne eşlerine bir tek şiir söyler, nede baharda aşkına bir yuva düzerdi...
O vakit ne sıcak sevda gecelerinde iki yıldız dudak
dudağa gelir, ne kimse aşkı, sevdayı anar; ay yüzünü bulutlarla örter, nurlu çehresini
göstermek hevesini duymazdı
Denizlerde dalgalar durur, hafif rüzgârda sallanarak
raks eden nazik ince dallar durur, o senin eteğini bin çapkınlıkla tahrik eden
tatlı rüzgâr esmez, dururdu... Böyle olduğu halde, bilir misin güzelim, ben
senin hayalin huzurunda bir söz, bir tek söz söyleyemiyorum! Karşında sessiz,
mütehayyir kalıyorum.
GECELER ÂLEMİ
İlk Gece
Sevda cennetinden avdetimizden beri Dolunay artık
geceleri geliyor. Göçelere gittiği hissini vererek Suna'ya bir şey anlatmamaya
çalışıyor.
Bu ilk geceyi yazmak istiyorum. Fakat Allah’ım!
lisan ve kelimeler ne aciz ve benim ifade kudretim bu azamet karşısında ne
kadar zaif! Bu yapraklar, büyüklükte kâinat kadar geniş olsa ve ben bütün bu
yaprakları doldursam gene o geceden bir an ifade etmiş olmam. Yalnız onun bana
hitab eden sesini işitiyorum.
Ayça Ayça.. Sende
manamın aksini görüyorum. Ayça, bu vücut
ne mukaddes.. Gel gel Ayça, ben seni bekliyorum...
Karşısında gözlerimi kalbimi yakan, benim aşkımın
hayali, benim aşkımın ruhu, benim kalbimi Yok yok... Nazarlarının nurundan bana
hüviyet ve aşkını saçan bu vücut beşer değil! Bu kalbi yakan gözler aşk ilâhına
mahsus ateşe mensub..
Bu tavırlar o kudsî ateşten! Bu perişan varlığımda
yanan ateşe yemin ederim ki, bu mahlûk değil ilâhtır!
Odamda beni ayakta bekliyordu. Ellerimden tuttu,
sarıldık... Fakat ah! Bu sarılış vücudun, cismin dolanması değil.. Bu, iki ruh
kesilmiş vücut gibi tecelli eden ve bu ayrılıştan tutuşan, yanan bir tahassürün
ihtiyarsız bir taşıp atılışı.. Bu
iki vücutta aşktan başka bir şey yok... Bir ruh iki
vücuda ayrılınca aşktan başka bir şey olmayan bu can yanıyor ve taşıyor.
Gözlerimde aksini, çehremde aşkını, ruhumu görüyorum.
Gül dudaklar, o güneşler parlayan güzel gözler,
benim canımın, ruhumun aşk sakisi!
— Ayçam,
benim sen nemsin, bilir misin? Benim aşk konçemsin. Senin vücudundan ben aşkımı
koklu yorum. Benim zevkim, benim aşkım, benim dünyam!
Derken ellerimden tutuyor. Bu tutuşta bütün
gölgelerin, kâinatın iflâs ettiği ilahi ateş var.
Bütün bu kâinatın esrarlı görünen geceleri,
yıldızları güneşleri o gözlerin rengine teslim olmuş.
Ben, yemin ederim ki bir daha yaratıldım. Bu güzel
gözlerin Üluhiyet aydınlığı, bu gül nefeslerde hâlıkıyet [yaratıcılık,
yaratıcı oluş ] nefhası var. Bu güzel çehrede, oh... Hüsnü
mutlak, kalpleri tutuşturan ilahı iksir var!
Sedirin üzerine oturmuştuk. Artık ne gül nefeslerin
kokusunu duyuyor, ne güzel gözlerini görüyor, ne sehhar sesini işitiyordum. Bu
nefesler benim içimde ve bütün vücudumda... Gözler, ziya saçan ezelî aşk güneşi
gözler, benim ebediyet ve aşk kesilen vücudum da... Yemin ederim kalbinin
atışım ta içimde ve kalbimde duyuyorum. Ben bu aşk anına batmışım. Bütün
hassalar vazifelerim tatil etti. Benim gözlerim, benim kalbim, benim zerrelerim
perişan,. Bütün his ve varlıktan. mücerret bir zevk, aşk kesildim... Üzerimize
aşk ateşinden güller saçılırken bir an:
— Ayça,
diye seslendi. Kandil tutuştu!
Sedirin başında duran kandil yanıyordu. Mum, içinde
yandığı sarı gülü tutuşturmuştu .
Gülün kavrulan yapraklarını üflerken:
— Sabah
oluyor Ayçam.. Vakit yaklaşıyor! dedi. Sabah mı? Burada sabah var mı? Hayır, hayır hiç ebediyette, renksizlikler
âleminde sabah olabilir mi?
— Hayır
Dolunay. Sabah olamaz!
Güldü ve:
— Ah!
dedi.
Bu âh, ne yanık ve dünyada işitilmeyen bir âh...
Dolunay’ım seni tavaf ediyorum, ibadet ediyorum. Öyle bir çehre ki, taşa hayat
verir, ateşi yakar, mehtabı parçalar. Bu bir nazar ki yaratılmış değil!...
**
Ona bazen ateş, derim. Bu, ona hitap ettiğim isimlerin
içinde en yakışanıdır.
Bugün erken geldi. Güneşin sıcağı geçmemişti.
— Güneş
seni yakmasın erken geldin! dedim.
— Aman Ayçam, ateşi ne yakar? diye
gülümsedi. Kuğuları saran inci dizisinden, saksıdaki renk renk çiçeklere aşk
nurları saçılırken:
— Dolunay!
dedim.
— Efendim!
diye cevap verdi, dudağını kulağıma yaklaştırarak:
— Dolunay
nerede?
— Ayça'nın
içinde ve dışında,... Hem ne içinde ne dışında, Ayçanın kendisi.
— Ayça
nerede?
— Dolunay
da...
Öyle bir hâl içinde idim ki, uçuyor, hafifliyor gibi
idim. Bu o kadar hoş bir ifade idi ki.,. Parmaklarımı saçlarıma geçirip
yolmuşum. Şiddetle ellerimi çekti.
Canımı yaktın
Ayça! diye kaşlarını çattı ve elimi, sedirin yeşil sırmaları parıldayan
örtüsüne bıraktı.
Sanki bu sözlerle, yaktığı ateşi dağlıyordu,
büsbütün kararsız bir hale geldim. Hafif ışığın yüzüne vuran dalgaları, pembe
dudaklarına, cazip siyah gözlerine fevkalâde tatlı bir mana veriyordu.
Bu rüya gecelerini gözlerimle görmek yetişmiyormuş
gibi, daha çok inanmak için yanan ellerimi uzatıyor, kamaşan gözlerimin
içemediği bu manayı tamamlamak ister gibi onu tutmak istiyorum. Ona bu kadar
yakın olmak, ona sarılmak, böyle bir âlemde alınan nefesler.,. Buna nasıl
inanılır? Tutsam da tutamıyorum, baksam
da inanamıyorum. Yalnız yanıyorum, eriyorum,
**
Gül çiçek kokularla dolu odada, ruhu yakan aşk
geceleri .. Ve bunları birbirine bağlayarak, bekleyerek o gecelerin kokularla
geçen günler...
Diyebilirim ki, bu gecelerin yalnız bir tanesi,
bütün bir ömrü güzellik ve hararetiyle doldurmak için yeten bir ilâhî aşk
ziyafetidir. Bu tekerrür eden aşk rüyalarıyla Öyle sarhoşum ki... İnsanların
saadet diye aradıkları, dünyada bulamayıp ahrette farz ettikleri, cennet diye
rüyalarına giren âlem acaba bu mu?
Hayır hayır, bu mahrem güzellik bütün dünyadan ve
ahretten saklı... Onu yalnız Dolunay ve Ayça hisseder... O, ifade edilemez.
Artık mahfeye gitmiyoruz. Çünkü pek yakına Dolunay’ı
bilen bir ailenin geldiğini haber aldık. Burada evvelce birkaç göçe vardı.
Buna günlerce üzüldüm, fakat bu teessürümü, geceler
unutturdu. Bazı günler onunla mahfenin yolunda birleşiyoruz. O yol,
yapraklarına, kuşlarına, yerdeki taşlarına kadar ruh ve aşk... Mukaddes
topraklarına yüzümü sürmek istiyorum,.. İki tarafında daldan dala uçuşan ürkek
kuşlar, tatlı cıvıltılarıyla yeşilliklerin arasına gizleniyor. Onunla beraber
olmasak, bu yoldan hiç geçemezdim.
**
Ah Dolunay! Seni her saniye hissetmek, gözlerimle,
ellerimle, her an mevcudiyetini duymak istiyorum...
Sen karşımda olmayınca, kırk yıl menzilden uzak
düşmüşüm gibi bir elem ruhumu kaplıyor. Öyle gariblik ve kararsızlık
hissediyorum ki, gözyaşları beni istilâ ediyor, yahut kararsız bir halde gidip
eşyalarına gözlerimi, yüzümü sürüyorum.
Ne oldu? niçin güneşler bana artık karanlık
görünüyor? En küçük bir ses bile gönlümü müteessir ediyor?
Dün gece bana: — Benim aşk konçem güzel açılacak
ninni!...
Diye yanık bir aşk ninnisi söyledikten sonra, ertesi
gün. gelmeyeceğini hatırlatmak için:
— Yarın
gece sana kim bu sözleri söyleyecek Ayçam? demişti.
Akşamdan beri öyle mahzunum ki.. Başım dayadığı
yastığı alarak koklaya koklaya ağladım..,
Biraz evvel onu yanımda, yüzünü yüzüme yakın görerek
uyumuşum. Uyandım ki göz yaşlarım kurumuş ve mum dibine kadar eriyip oda kendi
ziyası ile kalmış... Resminin üstünden sarkan teller, bu resmi Tuğ yapmıştı —
küçük saksıdaki çiçekler, kuğuların bulunduğu tabak, bütün o renk renk
güzellikler bir hafif ziya neşrederek müphem bir şekilde gözlerimi cezbediyor,
kalbimin ateşini çoğaltıyor... Bunları görmemek için yanan gözlerimi yumuyorum.
Ah Dolunay! her an ayağının altına başımı koymak,
yüreğimi sana teslim ederek can vermek istiyorum.
Bu gecenin karanlıklarını yararak hücresine, ona
kadar giderek Dolunay’ım, sana yüzümü sürmeye ayaklarının altına, aşkının
neş'esile can vermeye geldim! demek istiyorum.
Uyan Dolunay, senin karargâhın olan gönlümün,
ufkunda bir kerre daha uyan... Gecenin karanlığı seni görmeme mani olmasın....
Senden başka hiç bir şeyle karar etmeyen gönlüm,
başka bir şeyle müteselli olmuyor. Senden uzakta geçen gecelerin ne kadar uzun,
tahammülü yakıcı, müşkül olduğunu bilmez misin?
Sabah oluyor, şu dağlar, şu gök, hep senin hasretin
acısından ağlıyor... Gün bile koyu bulutlar içinde ne müşkül doğuyor...
Dolunay’ım! sensiz geçen her an, yakıcı... Seninle
geçen anlar da böyle ama, ikisinin arasında ne kadar fark var, onu sen
bilirsin...
Onu görüyorum, sesini işitiyorum. Gene içimden hu
ateş gitmiyor, ne garib!
Şu halimle, maksadına ermiş âşıkların sükunu bende
yok... fakat yanan kalbimin aksettiği gözlerime, kâh solan, kâh iştiyakla parlayan
kudretin yaşattığı vücuduma bakıp ta biri bana ;
— Zavallı
Ayça! İstediğin nedir ? Diye sorsa, verecek cevabım yoktur. Çünkü ona karışmak,
yahut onu daha çok görmek, belki ona daha çok tapmak...
Hâsılı anlatılamayan bir arzu içinde yanan ruhumun
ne dilediğini ben de bilemiyorum. Fakat bu ateş öyle kahir, Öyle muazzam ve
şedit ki.,. Cazibesi beni bir saman çöpü kadar kolay sürüklüyor.
İşte bu ateşi bir kerre gören ona esir olur ve bu
nevi ateşten zevk duyucu olur ve kendi derdine aşık olarak, gözü cihanı görmez
olur..
Bu ferman dinlemeyen
hükümdar, sualsiz cevapsız, bin bir beşerî alâkayı bir anda eritir; bir
şahsiyeti olan her şeyi kavrar, yakar. Alev, kor, kül haline getirir ki akibet
bu külü de savururlar ...
**
Bu gün ta göğsüne sokuldum. Başım yüreğinin üzerinde
idi. Kalbinin atışı tenime yayılıyordu. Oradan başımı keşki çekmeyeydim! Böyle
zamanlarda bir daha kendime avdet etmemek için bir çare bulsam..
Bir de, bu gün beni çok üzen bir şey konuşuldu. Bir
müddet için Dolunay, gündüzleri gelebileceğini, etrafın, Suna’nın ve Ünal’ın
dikkatini celbetmemek için bu ihtiyatın muhakkak lâzım olduğunu söyledi
Hakikaten göçeler bu mevsimde deve ile bir saatlik
içeri çekildikleri için, geceleri onların davetine gittiğini söylemek garib
olacaktı
Dolunay çok üzülüyor ama gündüzleri gelebileceği
için gene müteselli oluyor.
Onun yüzüne baktım, gönlümün füsunu şiddetiyle bir
güzelliği vardı gene...
Bir an bile ayrılmayı o kadar güç sayan ben,
gözlerimde yaşlarla ona baktım. Dolunay, beni öyle görünce :
— Ayçam, ben her şeyi senin için feda
ederim, bilirsin, fakat bu, sırf aşkımız için.. zerre kadar üzülmene tahammül
edemem Sen üzülürsen beni üzmüş olursun, ona göre dikkat et! diyordu.
Bunu yapmak lâzım olduğunu bir damla akılla anlamak
kabildi. Biliyorum... zaten hayatımız aklın üstünde... Bu kadarını da akıl
almıyor ki...
Fakat bu yanına, gönlümden kendi kendine geliyor.
**
Kısa bir fasıladan sonra gene geceler âlemi başladı.
Suna Dolunayı gene, geceyi çölde göçelerin çadırında zannediyor. Bunu yalnız
Can, Meral ve Tuğ biliyor.
Bu akşam bir ihtiyat eseri olmak üzere Uluand’ı da
beraber getirmişti.
Uluand'dan doğrudan doğruya hiç bir şey saklamaz.
Fakat ne de olsa bu gece bir odada kalamayacaktık. Dolunay böyle olmasını
muvafık gördü. Evvelâ bir müddet Can'ın odasında yalnız kaldık. Yüzüme,
gözlerimin içine bakarak:
— Ayça sen beni birlik âleminden, renk ve
zuhur tarafına çeken vücutsun. Sen söyle, o aşkı terennüm eden sesini
işiteyim.. Benim güzelim, benim ruhum, benim mânam!
Diye yavaşça ellerimden tutarak, gözlerinden taşan
bir ziya, bir hararet, bir İlahî ihtiyaçla beni kendine çekiyordu.
— Seni dinlemeye,
sana ihtiyacım var.. Bana aşk ergononunu çal söyle güzelim.... diyordu.
— Ah
Dolunay, dedim, herkes
seni sevseydi, dünyadan azab, ahretten cehennem kalkardı. Allah cehennemi yaratmazdı!
Bir şey demedi, yalnız gülümseyerek saçlarımı okşadı
ve:
— Uluand’ın
yanına gidelim! dedi.
Ona gündüzden, postları üst üste koyarak yüksek bir
yer hazırlamış, etrafına da amber çiçekleri ve iki şamdan koymuştum.
Dolunay bütün gece burada oturdu, biz de etrafında..
O, bir çağlayan gibi, bir ergonon gibi söyledi söyledi... Hep aşktan bahsettik,
**
Dizine bağımı koyarım ve o, saçlarımı okşar. Pek az
sonra onun nurlu ve her anında bir ebediyetin bin bir tecellisi aydınlanan
ateşin hitaplarıyla yanmak hayaliyle, beklerim ..
Odanın tatlı hararetine karışan, gündüzden sinmiş
çiçek kokuları içine vakit vakit artan ve bütün çiçek kokularını örten, onun
gül nefeslerinin rayihasın koklar, koklar, bu dünyadan ve hayattan uzak aşk
gecelerinin aklı yakan sermestliği içinde varlığım bir âhın ateşi kesilir. Her
zerrem bu ilahi ateş içinde bin ruhanî terane ile sema ve rakseder yanarım...
Kandilin ziyası hafifleyip tekrar şulelendikçe,
gönlüm bu aşkın ateşine kanamaz. Bu aşk gecesinin güzel gölgeleri, lahutî bir
tatlılıkla etrafta titrer... şuleler, onun resminin çerçevesine koyduğum parlak
tellerden, kuğuların yüzdüğü küçük su parçasına düşer. Bir mini mini saksının
nakışları üzerinde titriyen tel parçasından, ilahı kuğuların etrafında
dolaştığı ateşin küçük kadehe uçar ve köşeliklerden, masanın üzerini bir ahenk
tufanı içinde renklendiren çiçeklere, kuğuların boyunlarını saran inci
dizisinden, hafif bir kum tabakasında gezen kervancığa kadar seyyal ve tatlı
yıldızlar uçuşur, titrer, dolaşır....
Bu geceler... kalbim kalbinin üzerinde iken,
varlıktan bir aşk tufanıyla kopan, insilah [Soyulma. Derisi yüzülme] eden vücudum, yalnız ruh kesilir.
Kalbim kalbinin üzerine gelince, asırlarca sürmüş
bir ayrılık ateşinden sonra, sanki kanmak için tenimi yakıp geçmek isteyen bir
ateş ruhumdan ona akar.
Yahud, o benim ruhumda ve ruh kesilen vücudumda
canlı bir ateş halinde yandıkça tahammül edemez, ona karışmak isterim.
Gece onu karanlıkta görmek istediğimi bildiği için
— Kandili
söndür Ayçam! deyince, yanından uzanırım. Beni bir an bile uzaklaştırmak
istemeyen sevgili elleri bileğimden
tutar, kendine çeker. Ve ben bir ucu tutuşup yanmış kandili üfleyince, birden
odanın köşelerinde titriyen tellerden ve renkli çiçeklerden hafif, tabiî bir
aydınlık akseder. Bu, odanın kendinden doğan aydınlığında onu görmek için
yaklaşırım. Onu pek yakından, gözlerimin sanki kendi ziyasile ve onun
vücudunun, gözlerinin kendinden taşan tatlı ve yakıcı aydınlığıyla görmek için
yaklaşır, ellerimle alnını tutar, gözlerine, bileklerimi sürer, gözlerimin
teması ile, her zerremle onu görmeye çalışırım.
Bu o kadar mahrem, ve bambaşka bir görüştür ki...
Sabahın yaklaşması korku sile:
— Dolunay,
derim, perdeleri sımsıkı kapasak ta burada sabah olmasa!
Güler. — Ah güzelim âh, vakit geliyor! der.
Bu odanın ateşîn ve varlığın kayıtlarını yıkıp yakan
İlâhî vecd anlarında yalnız beni çok yakan bir sesle üzülürüm: Onun yastığı
altında işleyen küçük saati...
Bütün bu aşk âleminden ayrılmayan tatlı, fakat beni
çok yakan sesi, ancak sabaha karşı duyarım ve o vakit onu alır, yastığın
uzaklarına saklar, ona hiç göstermemek ve kendim de sesini işitmemek isterim.
Dolunay fecre doğru, bu ateşin ve varlığın
kayıtlarını yakan ilâhı aşk anlarından ayrılmadan, o beti olarak gider...
Geceler, bu güzel ve ateşin geceler... Hiç bir
beşerî ruh bu ilâhı gecelerin sırrından ve kaynağından tatmamıştır ve hiçbir
insan dudağı bu gecelerin hariminde bu ateş şaraba uzanmamıştır. Bu kudsî ateş,
hiçbir topraktan yaratılmış vücuda müyesser değildir Bu geceler, beşerîlerden, dünyevîlerden
uzaklarda, uzaklarda., insaniyetin rüyalarında bile belirmeyen ebediyetlerde,
ilâhı aşk semalarında gizlenmiştir.
Bu gözlerdeki âciz nur, bu gecelerin manevî
aydınlığını göremez. Hiçbir ten bu coşkun tufana tahammül edemez.
Bu geceler, bir ilâhı sırdır, aşk diyarından kalbe
açılan ebediyet yoludur.
Ben yanıyorum, bu ateşe tahammül edemiyorum.
Saçlarım bu ateşten kavrulup dökülüyor, vücudum eriyor. Aşkın bu coşkun
tuğyanına vücut mü tahammül eder? Bu şiddete hangi benlik mukavemet edebilir?
Dolunay’ın gözlerinde güneşler, her şuâi gönül yakan
şuleler var.. Dudaklarında aşk gülüne hayat veren mukaddes ateş, sesinde aşk
mehtabından gelen ilâhı davetin teranesi...
Bu güzel gözlerden ruhuma saçılan ölüm, fakat bu
Ölümde bin hayat var!..
Vücudum gönül kesildi, her yanımdan
görünen onun hayali!
Ey cihan, ey kâinat bana tapınız, bana secde ediniz.
Bu vücut, gurub vakti bir şişeye akseden güneş gibi kendinden gitti. Bu akis
onun aşkı, onun hayali! Tavaf ediniz.. Bakınız tıpkı o, gözlerime bakın, bu onun
aşkı, onun aksidir.
**
Ah bu oda!
Bu aşk mabedi... Bu hususî, bu ateşîn hararet en
küçük eşyaya kadar sirayet etti. Burada küçük bir yaprağın bile kopmasına
tahammül edemem. Allah’ım, bu oda neler gördü! Duvarlarındaki zerreler bile
artık bu ateşi duymuş ve her zerresine can gelmiştir.
Bu akşam saçlarımı yıkamıştım, henüz kurumamıştı.
— Dur
Ayçam, ben kurutayım! dedi ve nefesiyle hohlayarak kuruttu.
Etrafa bakınarak diyor ki:
— Ah,
Ayçam burası benim sevda yuvam, burası ruhların dünyada sürtündüğü muhabbet
köşesi... Bana bakarak
— Benim güzel çiçeğim! Çiçek nedir? Benim kalbimin
aşk çiçeği!
— Ayçam,
senin bir tane sevgilin var. Benim de koca dünyada zevklerimin toplandığı bir
Ayçam var! Seni Allah’ım benim için gönderdi! Kendi ruhundan üfürdü de öyle
gönderdi. Başım onun göğsünde idi ve sarhoş bir halde :
— Ah
dedim, tekrar hayata doğmak istemem!
— Sus
Ayçam, sus, dedi, ve gene devamla. Dün baktım, mağaraya geliyordun. Benim İfademin
aksi! dedim...
— Ayça...
Senin hayatın benim. Alıp verdiğin nefes benim! Ben senin her şeyinim! Senim!
Ben senin düşündüğün ve düşüneceğin her şeyinim,. Hem de aklının eremediğı,
düşünemediğin her şeyinim?
Bu sırada aynaya baktı; benim de yüzümü göğsünden
kaldırdı. Kendi aksini göstererek :
— Bak
Ayça sen onun zevkisin çünkü emeklerinin tohumları sende mahsul verdi. O
kabiliyeti sana Allah’ım verdi.
**
— Ayça.. Ben sensiz olamam!
Bunu dudaklarını kulağıma yaklaştırarak söyledi. Bu
söz benim için neydi Yarabbi i Bu şiddete tahammül etmek için sen bana
insanlığın üstünde bir kuvvet ver! Bu kadar ulvî ve akim üstünde bir
mazhariyete nail olmak için benim nem var? Kalbim bu şiddete tahammül
edemeyecek, ruhum bu ateşi kaldıramayacak zannediyorum. Canımın vücudumdan
ayrılışını hisseder gibi oluyorum. Gül kandilin ışığı, güzel yüzüne vurmuştu.
Ona bakarken, gözlerimde biriken yaşları dudaklarıyla
sildi. Bir aralık:
— Dolunay’ı
eskiden nasıl bilirdin sen! diye sordu. Dedim ki:
— Vahşî
ve kimsenin tuzağına girmeyen Dolunay diyebilirdim...
— Öyle...
fakat onu sen kaptın. Çünkü onun manası, ruhundan bir parçasısın, diye cevab
verdi.
Odadaki sıcak aşk havası hep bunu ifade ediyor.
Kırmızı küçük kadehte, Dolunay’ın tasvirini süsleyen parlak tellerde titreşen
aşk ışıkları, onun ellerimi tutan avuçlarındaki ateş, gözlerinden ruhuma geçen,
vücudumu eriten bakışlar... hep bunu söylüyor...
Oh, rüyada mıyım, yaşıyor mıyım...
Bilemiyorum...
Bu vücut neler gördü!
Sabah yaklaşırken gene kulağıma eğilerek!
— Senin
bundan daha mes’ut anın olamaz! dedi. Sanki bir ateş okun kalbime saplanışını
duydum.
— Perdeleri
örtmek istiyorum, sabah ziyası girmesin! dedim. O gülüyor:
— Vakit
geliyor güzelim, vakit geliyor, diyor...
Ah günler., vuslat akşamlarını takib eden, hicran günleri..
Ne hummalı, ne müşkül!
Suyu, damarlarına çekip emmiş, sapından koparılmış
bir nebat hasretiyle bir müddet bu aşk gıdasını içe içe oyalanmaya
çalışıyorum...
**
Dolunay bana dün :
— Ben sensiz olamam! Dedi. Bu, ne aklın
kavrayamayacağı bir söz. Ne kalbin tahammül edemeyeceği bir mana...
Zannederim akşamdan beri, burada avludayım.
Gün battı ve ay doğdu. Etrafı pembe bir gül bahçesini
hatırlatan yeşil kubbenin üzerinde beyaz ay yükseldi, sarı bir altın halini
aldı. Ve ışığını, yeşillikleri koyulaşan hurmaların, beyaz ve boş yolların
üzerine sihirli bir ağ gibi serdi...
Bilmem bu gece aya ne olmuş?
Yanında yalnız bir tek yıldız var ve o kadar yakın
ki sanki birbirine değecek gibi.. Her gece tahtının etrafını dolduran binlerce
güzel içinde süzülen muhteşem aya ne olmuş ?
Derinlerde
bütün yıldızlar sönmüş... yalnız ikisi etrafı unutarak sevdaya dalmışlar...
**
Bu gece, başımı bileceğinin üzerine koyarak bana
ninni söyledi:
Ninni benim Ayçam ninni... ninni benim bir
tanem ninni, ninni benim aşk koncam, benim, gözbebeğim, zevkim, canım, sevdiğim
ninni! ..
Bana derin derin bakıyor: İşte benim bütün dünyam!
diyor.
Sarılmış olduğumuz halde:
— Bu bir
anlık huzur ve sükûn yok mu? Bu bir an istirahat asırlar gibidir! diyor. Ah güzelim, dünyada ve ahrette senin bütün
emelin, maksadın, hayatın benim! çünkü ben seninim, aslınım, ruhunum!
Ve
ciddileşerek, yüzünü gözlerime, kalbimin gözlerine yaklaştırarak:
— Sen bensiz ölürsün, yaşayamazsın Ayça!
Hayır, bana öyle üzülerek bakma, tahammül edemem. Şu hâle bak, ben seni nasıl
ihata etmişim. Sen benim aşk koncamsın... Bu vücudun hiçbir noktası yok ki
orada ben bulunmayım!
Odada yalnız kandil yanıyor. Loş beyazlık içinde
Dolunayım daha esmer, fakat ne kadar lâtif... Ölüm gibi, eriten, yakan ve
cezbeden tatlı bir ölüm gibi harap eden bir güzellik!
Kalbim kararını bulamadığı, ruhum sükûnunu
kaybettiği bu gece, gene aşkın dudakları ilâhı bir sır söyledi. Alevden daha
yakan, dünya ateşlerinin birinde duyulmayan o benliği yıkan eller elime
değerken;
— Sevilen,
mana Ayça... Onun için bu tehalük! [Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini
çiğneyecek gibi koşuşma] Manayı tutamıyorum, vücudu tutuyorum!., dedi.
Oh, bu aşk ninnileri benim canımla oynuyor... Bu
nuranî ateşin ışrakında, varlığımı, vücudumu kaybediyorum.
Her şeyi unuttum ve her türlü his ve kaydı
kaybettim. Kendimi bilemiyorum. Her tarafım ateş içinde yanıyor. Dolunay da bu akşam
sık sık:
— Ne var
güzelim, ne var, hasta olma, sen! Nen var! diye soruyordu...
Galiba hastayım, ne olduğumu bilemiyorum.
Hatıralarım perişan, aşkın bu şiddetli tuğyanına tahammül edemeyen ruhum, tenim, aklım bende değil... Hiç bir
şey hatırlayamıyorum...
Aşk, aşk!
O ebedi, o cihan, o benim bütün vücudum.
Dolunay, her şey!
**
Gene bu gece sabaha kadar uyuyamadım, ağladım. Ona
duyduğum iştiyak ve hasret beni yakıyor. Onu karşımda görüyorum. Fakat bu
görüş, işte bu, beni harap ediyor. Bir garip hâl ki, ne diyeceğimi ben de
bilemiyorum. Geceleri içimi kavuran bir iştiyakla uzaklara, çöllere çıkıyorum.
Orada kalbimin üzerini açarak fecre kadar geziyorum ve çoğu geceler ağlayarak
geziyorum. Gözlerimden uyku, vücudumdan yemek, içmek gibi maddî hisler bir bir
söndü gitti... Onu söyleyerek, onu zikrederek ağlıyorum.
Yıldızlar onun aşkından coşup yanıyor, dağlar çöller
bana: Dolunay, Dolunay! diyor, içtiğim hava aşk olup beni derdli ediyor. Onun
yüzünün aşkı tesirinden feryad etmek, bu vücudu yırtıp parçalamak, onun aşkının
bir teşbihi kesilmek, aşkta, sırf can olmak istiyorum.
O, kudretleri harabiye uğratan tasvir, beni kendine
böyle cezbettikçe kararım gidiyor... Aşk hançerinden sıçrayan zerrelerim
devranını şaşırmış, kanım bu aşkın şarabından sarhoş...
İlâhi,
Sen bu vücudu o kadar aşka batır ki ondan fakir,
zaif bir natıra [kaplamak,
örtmek, sarmak, boyanacak yeri] bile kalmasın.. Ben aşk hastasıyım, pervane gibi
yandıkça: Ateş, ateş! derim.
İlâhi!
Bu garip, aşktan yandıkça sen ona aşk
denizini saçmanı! Ve
aşk ateşiyle kalbin yangınını tedavi etmeni diliyorum!
Dolunay’ım, benim hüznümün sebebi sen, benim
derdimin şifası sensin. Yalnız seninle teselli, seninle sükûn bulurum. Ama
tesellin bana dert olur.
Bu akşam Tuğ karşıma geçmiş, bana bir çok şeyler
söyledi, söyledi, sualler sordu... Baktım, baktım, bir şey anlamadım. Hiç bir
cevap veremedim. O anda Dolunay’dan başka bir şey söyleyecek iktidarım yoktu...
Beni taş gibi sessiz görerek, sarardı... Gözlerinden
yaş aktığını gördüm. Niçin ağlıyor, o da benim gibi mi, benim gibi aşk derdine
tutulmuş, kalbi yanık mı?
Bütün oda amber kokuyor. Sedir, kullanılmış eşya,
bütün hava...
Dünden beri sofada bitab bir halde yatıyordum. Yavaş
yavaş kendime geliyorum, kalbimdeki yanık biraz küllenmeyince ellerim kalem tutmuyor.
Onu yanan avuçlarımda kırıp attım... O hâlde yazabilsem, tuttuğum ve dokunduğum
herşey yanar, söyleyebilsem, nefesim beni kavurur. Ah
mümkün mü, mümkün mü?
ÜÇÜNCÜ KISIM
KURBAN
Ayça'nın vücudundan biten aşk ağacı, dalını budağını
eflake saldı. Bu ağacın kökü de, onun vücudunda ve ruhunda istilâ etmedik bir
köşe, yayılmadık bir zerre bırakmadı.,.
Dolunay’ın aşkı sancağını göğsünün üstünde
dalgalandırmak, bu kanlı ve şanlı aşk zaferinin destanını terennüm etmek şerefi
de gene Ayça’ya nasib oldu.
O kadar ki, onun müstesna ve aşkın kudreti ile tam
bir letafet kesbetmiş güzel yüzüne bakan kimse, Dolunay için yaratılmış bu
harika vücutta, canlı bir aşk abidesinin bütün ihtişam ve kemalini sarahatle
okur..,
O sanki, bu dünyaya sırf aşk timsali olarak tecessüd
etmiş bir ruh; gece gündüz yorulmadan, eksilmeden akan bir kaynak, her
zerresinden aşk ifadesi taşan mucizevî ve ateşîn bir kabiliyettir.,.
Onun her hali, tavrı, aşkı söyler, aşkı ilân eder,..
Onun yüzü, aşkın beliğ tarifidir...
O, hassas bir ihtizaz aleti gibi, Dolunay’ın
varlığına her dokunuşunda bir âlemden başka bir âleme süzülür, yükselir
gider... Öyle ki bu aşk fırtınasının önünde, zevkten ve raşeden,[ Titreyiş, ürkme:] kendinde olmayan vücudu, helezonlar yaparak bu
kadir buyruğun önünde zebun, bir saman çöpü gibi ihtiyarsız ve varlıksız döner,
döner....
Gerçi Dolunay’ın muhabbetinde bütün dostları
garezsiz ve maksatsız, yalnız onun olarak, onun için birleşmişlerdir. Fakat
Dolunay’ın manasının ne akıl perdelerini yırtıcı, ve bu aşk merkezinin ne ateş
saçıcı olduğunu, ancak Ayça bütün vuzuhuyla kavrayabilmiştir. Çünkü, Ayça
Dolunay, Dolunay Ayça olmuştur.
Ayça manada, Dolunay’ın aşkı çarhının deveranı
şiddetinden kopmuş bir parçadır. Onun için felek, bu müstesna vücudu, daima cuşişte,
aşkta görmüştür.
Coşkun bir nehrin, aslı olan deryaya koşması gibi, o
da, her nefes durup dinlenmeden hep Dolunaya, hep bu mukavemetsiz cazibin aşkı
denizine koşmuş, akmış, ulaşmıştır...
**
Ayça’ya İncili bahçe'nin havası çok iyi gelmiş
oradan avdetinden beri, sarı bir gülü andıran küçük ve lâtif yüzünü, tatlı bir
pembelikle sıhhat ve taravet canlılığı büsbütün bezemişti.
Onu sevenlerin de, çekemeyenlerin de itiraf etmekte
müttefik oldukları ilahi ve muhteşem bir güzelliğin. bütün saltanatı, bu cidden
güzel ve eşsiz vücuttan, aşikâr bir feveranla taşıyordu.
Ayça, (geceler âlemi) diye andığı o ateşin humma,
varlığının son damlasını da kabzeden bu aşk tuğyanı içinde, Dolunayla meşbu,
ruhu ve bedeni ona karışmış bir halde yaşadığı günlerden birinde, Hakan'ın Dolunay’ın
şerefine bir ziyafet tertip etmekte olduğu haber verildi
Bu ziyafete Dolunay, bütün dostları ile beraber
davetli olduğu gibi, Uluand ve Ayça da ayrıca davetli idiler.
Belki de Uluand’ın şerefli ve maruf siması, Ayçanın
ise böyle umumî toplantılardan daima uzak duran tab’ı, Dolunay’ın dostları
arasında hususî çağrılmalarına sebep olmuştu.
Can, nedense Dolunay’ın bu ziyafete gitmesini istemiyor,
kabul etmemesi için ısrar ediyordu. Dolunay ise :
—Nasıl olur Can? Hakanın sırf benim için, benim
namıma hazırladığı bu ziyafeti nasıl reddederim? Bahusus şimdiye kadar her
fırsatta bana olan muhabbetini gösteren bu temiz ve dürüst adamı nasıl kırarım?
yurdun büyüğüne hürmet benim şıarımdır, diyordu.
Hakikaten Hakan Dolunay’ı çok sever ve takdir ederdi.
Fakat bu muhabbetini ziyafet tertib etmek suretiyle ilk defa izhar ediyordu.
Can’ın Dolunay’ı bu daveti redde teşvik etmesi de
büsbütün sebepsiz değildi: Putperestlerin öteden beri Dolunay’ı çekememeleri,
ayni zamanda Hakanın haris ve kurnaz korkomutanının [korgeneral], Dolunay’ın
Hakandan gördüğü sevgi ve itimadı, kendi mevkiinin rakibi tevehhüm etmesi ve
gizli bir maksadını file getirmek için iyi yüzden görünerek Hakanı bu ziyafeti
hazırlamaya teşvik etmesi ihtimalleri Can’ı endişelendiriyordu.
Bu ziyafetin, komutanın bir eseri
olduğuna Can’ın şüphesi yoktu. Fakat daima Hakanla Dolunay’ın aralarını açmak isteyen
bu adam acaba Hakanla Dolunay’ı ne demeye birleştiriyordu?
Dolunay’a taalluk eden her şeyde şiddetle hassas
olan Can, içinden çıkmadığı daha bin türlü düşüncelerle üzülüyordu...
Dolunay’a gelince, onun da bu ziyafet mes’elesine
canı sıkılmıştı. Fakat onun isteksizliği, merasimli ve kalabalık yerlerden
hoşlanmamasından İleri geliyordu. Yoksa masum zekâsı, bu gibi şeylerde ileri
gidemez, fenalık tasavvur edemezdi.
Ayça da tıpkı Dolunay gibi teklifli ve dağdağalı
meclislerden hoşlanmaz, aşktan başka aramgâhı olmayan bu güzel vücud, aşka
tahsis, aşka nezrettiği güzelliğini ve hususiyetlerini, bin ihtimamla âlemin
hasud ve mütecaviz nazarlarından, yabancı ve bigâne bakışlarından şiddetle
gizler, adeta hücum karşısında yavrusunu sinesine bastıran bir ana gibi, o da
aşkını, yüreğinin içinde örter ve saklardı, Bunun için Ayça da bu ziyafet
meselesinden hiç hoşlanmamıştı. Bahusus Dolunay’ın kısmen, Can’ın ise hiç
bilmediği bir üzüntüsü daha vardı ki, bu ziyafeti Ayça’ya büsbütün
müşkülleştiriyordu: Komutanın onu her yerde takip ve taciz eden nazarları!
Hattâ bir kerre de, süfli ve bayağı zevklerin zebunu
olan bu adam, Dolunay’a olan sonsuz aşkını bilmesine rağmen Ayça’ya haber
göndererek güzelliğinin meftunu olduğunu söyletmek cesaretini bile göstermişti.
Sonra Ayça'nın, onun küstah ve sırf servetinden ve mevkiinden aldığı kuvvetle, Dolunay’ın
aşktan başka bir kayıdla mukayyed olmayan mütevazı hayatıyla istihza eden imalı
sözlerine karşı gönderdiği cevabın ağırlığını bu zelil tabiatlı adam nasıl da
hazmetmişti... Fakat acaba hakikaten hazmetmiş, unutmuş muydu? Ayça'yı üzen, bu
adamın, hakikati bilmekle beraber ona serfüru [söz dinleme, itaat] etmeyen gaddar ve intikamcı tabiatta olmasıydı. Eğer
komutan Ayça’nın aşkına hürmet etseydi, bu hissi, hareketlerini ve bakışlarını
terbiye etmiş olması lâzım gelirdi. Halbuki komutan, hep o küstah komutandı!
Bu haris adamın artık katiyetle öğrendiği bir şey
varsa, o da, kendi arzularının nihayetsiz derecede fevkinde, ancak Dolunay’ı
layemut ne erişilmez aşkının çifti, mütemmimi olan güzel Ayça’nın bu bedelsiz
yüksek vücudun, asla kendinin olamayacağını anlamış olmasıydı. Ayça bu
mes'elede çok üzülmüş ve günlerce ağlamıştı. Her şeyde olduğu gibi bu hadisede
de Ayça’nın üzüntülerini Dolunay teskin etmiş, avutmuştu...
Şimdi bu adamla ne demeye bir sofrada birleşecekti?
Bütün bu mahzurlara rağmen, Ayça’nın kavrayıcı ve
nafiz görüşü, bu ziyafetin içtinabı mümkün olmayan bir emrivaki olduğunu
anlamıştı. Halinde, çevrilmez hükümler karşısında boyun eğenlerin itaatkâr
teslimiyeti vardı.
Esasen Dolunay bir kolayını bulsaydı, bu daveti
şimdiye kadar çoktan reddederdi...
**
Davetliler birer birer Hakanın otağına doğru
geliyorlardı. Yavaş yavaş ziyafet sofrasının etrafında toplanıldı. Herkes
neş’eliydi, Hakan Dolunay'ı sağına, meclisin en yaşlısı olduğu için Gülemre’yi
de soluna oturttu
Eski bir ananeye göre Hakanın şarabını, daima
sağında bulunan doldururdu.
Fakat Dolunay’a olan sevgisini izhar etmek için
vesile ariyan Hakan, Dolunay’ın kadehini bizzat doldurmak için şarap testisine
uzandı.
O zamana kadar neş'eli görünen Komutan, birdenbire
yerinden fırladı. Ecdadının ananasını bozmak isteyen Hakana, mevkiinin
salahiyeti bunu hatırlatmayı emrettiğinden bahs ile, Hakanın şerefini mevzubahs
ederek şiddetle itiraz ediyordu.
Herkes olduğu yerde donup kalmıştı. Kimse sesini
çıkaramıyordu.
Vaz'iyeti gene Hakan idare etti. Komutana nefret
dolu bir nazarla baktıktan sonra, tam bir sükûnet ve kayıtsızlıkla Dolunay’ın
kadehini doldurdu.
Komutanın Dolunaya vurmak istediği ilk darbe Hakanın
kuvvetli sezişi ile boşa gitmiş, Hakanın şerefini ortaya koyarak çıkarmak
istediği hadisenin, Dolunay’la Hakanın aralarındaki manevî ipi koparmaktan
ibaret olduğunu pek çoklarının anladığı gibi Hâkan da anlamış, ve komutanın, bu
hareketi, bilâkis kendinin Hakan, üzerindeki nufuzuna derin bir rahne [Gedik, yarık] açmıştı. Fakat Komutanın intikamcı mizacı, bunu
kolay kolay hazmedemezdi.
Onun dimağında çakan şimşekleri Ayça bütün sarahati ile
gördü ve, bu yıldırım acaba kimin başına düşecek, diye düşünerek titredi...
Dolunay da Komutanın sözlerindeki kasti sezmişti, fakat onun, hileli işlerle
alâkası olmayan temiz ve masum düşünceleri, kendi aleyhine olan şeylerde hile
hep böyle durgun ve lakayttı,
**
Hakanın, komutan tarafından yapılan bu küstahça
harekete ehemmiyet vermeyip itidal ve sükûnetle hareket edişi, ziyafet
sofrasına yeniden neş’e vererek herkese bir az evvelki vak’ayı unutturmuştu.
Komutan da gayzını gizlemek için herkesle beraber
gülüp söylüyordu; fakat ne de olsa neş'esi korkunç ve gayrı tabii idi. Adeta
bugün Ayça'yı unutmuş, bütün gayzını, hem meslekî hayatta, hem aşkta rakibi
tevehhüm ettiği masum Dolunay’a tevcih etmiş gibi görünüyordu...
Ayça’nın endişeli gözleri, Dolunay’ın vücudunu tavaf
ediyordu...
Ayça yemek bile yiyemiyordu.
Su istedi...
Getirilen su tasını dudaklarına götüreceği sırada
Komutanla ilk defa göz göze geldiler... Bu gözler, hiçte Ayça'yı unutmuşa
benzemiyordu. Bu gözlerde, deminden beri Ayça’yı unutmuş, gibi görünen sun’i
mana gitmiş, yerine onların hakikî ifadesi olan, o müstehzi ve korkunç bakış
gelmişti.
Su, Ayça'nın elinde kaldı. Garib bir hisle yüreği
sızladı
Bu suyu içip içmemek için bir an tereddüt etti. İşte
bu anda müphem surette hissettiği Ölüm korkusu ile, yaşamak arzusu birbirine
çarptı. Bu derunî harbin kısacık süren boğuşmasında, Dolunay'a da hizmet eden
aynı ellerin getirdiği şeyi kabul etmek, ona tevcih edilen gayza kendini hedef
ederek bunu söndürmek ona siper olmak, kurban olmak karan, bu suyu reddetmek
arzusunu şedit bir mağlubiyetle ezdi ve kalbinden sürüp çıkardı.
Ayça suyu içti...
Ziyafetin bütün teferruatı, eğlenceleri, rakısları
musikisi o kadar iyi tertip edilmiş ve düşünülmüştü ki, bu umumî neş’e Ayça’nın
kalbindeki kıyamete bir az sükûn verdi...
Fakat sabaha karşı Ayça, endişesinin bir vehim
değil, bir hakikat olduğunu anlamaya başladı. Zira bu müstesna vücutta korkunç
bir ıztırap başlamıştı...
**
Üç gün... Üç asır kadar güç yürüyen üç gün...
Ayça’nın kâh soğuyan, kâh ateş gibi yanan güzel elleri Dolunay’ın avuçları
içinde ıztıraptan kıvrandı.
Ayça, yalnız Dolunay'a tapan gözleri ile bakıyor,
onu bir an bile yanından ayırmıyordu. Anlaşılan bu ıztırap ta ona hoş geliyordu
ki, güzel dudaklarından şikâyete benzer tek kelime çıkmıyordu.
Ayça’nın hastalığının, ziyafetin meş’um bir neticesi
olduğunu sezenlerin başında Uluand vardı. Bu mert ve kahraman insan, Komutanın,
hem Dolunay’dan, hem de Ayça’dan intikam almak için tertip ettiğinde şüphe
etmediği bu menfur hadisenin verdiği teessürle kendini parçalıyor;
— Bırakın
beni.,. Gidip her şeyi Hakana anlatacağım .. Bu adamın cezasını ellerimle
vereceğim,., diye Dohınay’a bütün kalbile yalvarıyor, vak’ayı Hakana
anlatmasına müsaade etmesi için kandırmaya, uğraşıyordu,.
Fakat Dolunay, kendine dünyada en müşkül gelen bu
hâdise ve aşkı aynası olan o mübarek ve harikulade vücuda saplanan okun dehşeti
karşısında bile, bütün teessürlerine rağmen, fevkalbeşer hislerle müvazeneli ve
sakindi. Zira o, bu vak’ayı da Allah’ın bir cilvesi olarak kabul etmişti.
Çünkü, Allah’ın emri İmadan hiç bir
şeyin zuhur bulmayacağını bilirdi.
Bir işte bir fenalık yapılmışsa, Dolunay bilirdi ki: Fena kimseye, işlediği
fenalıktan büyük ceza olamaz.
Herkesten fazla muztarib olan, herkesten fazla bu
acıyı hisseden, bilen Dolunay’ın, bu akıl yakan temkin ve itidali, Uluand’la
beraber bütün dostlarının elini kolunu, mukabil harekete geçmekten bağladı,..
Dolunay’a itaat eden Uluand, boyuna hekim getirip
götürüyordu...
Dördüncü günün gecesi, Ayça’nın sancıları bir az
hafiflemiş nisbeten müsterih bir uykuya dalmıştı...
Can, üç gün üç gecedir bir yudum su bile içmeden ve
gözlerini yummadan Ayça’ya kendi elile bakan Dolunay’ı, zorla, adeta ellerinden
tutup sürükleyerek Ayça’nın odasından çıkardı, kendi odasına götürüp yatırdı...
**
Gülemre birdenbire yatağından fırladı. Onu, hissinin
eli böyle gece yarısı Ayça’nın hücresine sürüklü yordu....
Karanlık ve sessiz sokaklardan geçerek helecanla
içeriye girdi, odanın kapısına geldi..
Yarabbi! şu dünya ne vefasız, ne nankör... Bu
dakikada herkes Ayça’nın kapısında göz yaşları ile, hilkatin eşsiz Ayça'sına,
Dolunay’ın aşkı kurbanına dua edip yanıp yakılacakları yerde, yataklarında istirahatte,
gamsız, belki de endişesiz uyuyorlardı.,.
Ayça için yalnız onu bilenler değil, bütün dünya
ayaklanmalıydı...
Ayça için yıldızlar yerlerinden kopmalı...
Ayça için bütün kâinat müvazenesinı şaşırmalı...
Ayça için bütün varlık feryad etmeli...
Ayça, aklın izah edebileceği, lisana ve beyana gelir
bir varlık değildi ki, şu demde endişe ve elemden titreyen Gülemre daha fazla
düşünebilsin...
Ah... bu da ne! içerde mutad olmayan bir sessizlik
var ,
Gülemre’nın kalbi sanki yerinden kopmuş, fırlamış,.
Bu tek kalbin yerine, hep birden çarpan bin kalp girmiş...
Fecî, korkunç bir sessizlik...
Gülemre yavaşça kapıyı aralıyor... Ayça, Dolunay’ın
iştiyakile yanan, Dolunay’a tapan gözlerini sim sıkı kapamış....
**
Gülemre bir şey bilmiyor, bir şey söylemiyor...
hisleri ve uzviyeti birbirine karışmış.. Can’ın, yüzünde şimdiye kadar hiç
görmediği acı ve muztarib ifadeye, bir an bakabiliyor, sonra metanetle ayakta
duran bu aşk ve feragat heykelinin ayakları altına bir külçe gibi
yuvarlanıyor...
Güİemre:
— Ayçasız
dünya... Dünya şimdi Ayçasız! Diye sayıklayarak kendine geldi.
Can, hala, ayakta yüzü bir sonbahar yaprağı gibi sap
sarı.,. Ayça'nın ateşten bir yay gibi kavislenmiş kaşlarına, yüzündeki vazıh ve
beliğ aşk ifadesine, dudaklarını mühürleyen aşk andına bakıyordu.
Tuğ bir köşeye büzülmüş, yüzünün iki tarafından akan
yaşları kolları ile siliyordu.
Can’ın, bu metin aşk heykelinin gözlerinde de, yaş
vardı. Dolunay’dan başka hiçbir şey için ağlamayan bu gözler de şimdi yaşlıydı.
— Can.,
dedi, Gülemre, söyle.. Dolunay’ın aşkı için benden birşey gizleme!.. Söyle bu
iş nasıl oldu?
Canın gözleri hâlâ Ayça’nın güzel yüzünde... Soluk
dudakları titreyerek hareket ediyor:
— Ayça
bir az dalmıştı. Pek az sonra uyanıp Doİunay'ı aradı. Odada görmeyince garib
bir heyecanla!
— Dolunay! ben hastayım, bana şifa için aşk
ver! O benim sineme devadır, canıma safadır. Senin yolunda ıstırap çekmek
dünyada bin kahkahadan güzeldir. O ıstırapta hayat vardır. O aşkın cefa ve
eleminde bin hayat vardır.
Söyle güzelim sen söyle ben hayran olayım,
sen var ol! ben yok olayım. Varlığın, güzelliğin kudret hiçlikle belli olur...
Sen âh et, ben o âhdan yanayım,. sen gül ben ağlıyım,
sen bu tende var ol, ben kurban olayım!
Yarabbi! sen beni bu cihandan ondan evvel
al, Allah’ım! beni onsuz yaşatma, beni bırakma yarabbi! o beni istilâ ederek,
o, benim benliğimi tamamen alarak, yalnız bende o, olarak, beni evvelden al.
Ondan pek az evvel bu dünyadan gitmek İsterim. Al beni ya rabbi dedi.
Bu münacatını henüz bitirmişti ki Ayça’nın
karşısında birdenbire Dolunay belirdi.
— Ayça’m
işte geldim, üzülme ne istersin söyle yapıyım... diyince, Ayça:
— Seni isterim. Sana kanamadım, senin
ruhuna karışmak bütün bütün sende olmak istiyorum. Dolunay, aç sineni aç!
senden koptum gene aslıma, sana geliyorum dedi.
Bu sözlerden sonra mücerred ruh olan Ayça, bu dünya
âleminden gözlerini yumdu ve ruhu Dolunay’ın sinesinde tulu etti.
Can’ın büsbütün solan ve titriyen dudakları, nihayet
aşkın yakıcı ve hazin bir sırrını daha söyledi;
Gülemre, benim dünyada, Dolunay'dan sonra en çok
sevdiğim Ayça’dır, çünkü onun Ayça’sıdır. Fakat bu dakikada gözlerimde gördü
gün yaşlar Ayça için değil, belki neş'esi, zevki olan Ayça’sız kalan Dolunay
içindir...
**
Ayça’nın irtihali etrafa yayılınca, ortalıkta bir gulgüledir
koptu. Ağlamayan göz, sızlamayan kalb kalmadı. Onu tanıyan da ağladı, tanımayan
da ağladı. Aşkına hürmeten taş ağladı, toprak ağladı, yer gök ağladı... Her
tarafta ayinler yapıldı. Hakan bile Ayça’nın bu genç yaşında ufulüne [batış, gözden
kayboluş] ağladı.. Dolunay sevgilisinin mezarı başında ağlayarak
bu beyitleri söyledi
Ağla gözler, ağla dinme,
gitti gözden nazlı yar.
Etsin aşıklar firakı ile demâdem ah ü
zar.
İftihar etsin bütün aşk ehli daim iftihar
Böyle bir mır’atı aşkı az görür bu
ruzigâr.
*
Gerçi gözden o, nihan oldu fakat hiç
ölmedi.
Bu harab abad olan dünyada, dünya
görmedi.
Burada yalnız aşkı buldu, aşkı gördü o
güzel
aşka taptı, aşkı bildi başka bir yâr
görmedi.
*
Kıskanıp Ayça’m, seni aldı Dolunay’dan
Huda;
Seni pek çok sevdi ondan kattı kendi
nuruna
Her ne eylerse ulu Tanrı güzel eyler güzel
Dolunay’da Ayça'da Allah’a olsunlar feda.
*****
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar