Print Friendly and PDF

SUÇLU KİM?...


Yazan:  MERVE SAYGIN


BOLUM 1

SAHTEKÂRLAR

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image3.jpeg


“Bütün ünlü sahtekârlarda güçlerini borçlu oldukları dikkate değer bir özellik vardır. Gerçek aldatma olayında onlara egemen olan duygu kendilerine inançlarıdır; bu kadar mucizevi bir şekilde konuşan ve etrafındakilerin ilgisini çeken şey budur. ”

Friedrich NIETZSCHE

DOLANDIRICILAR

Kişi diliyle çok kolay yalan söyler. Ancak bir insanın bedeniyle yalan söylemesi herkesin rahatlıkla yapabileceği bir şey değildir. Yalan söyleyen çoğu insan bir süre sonra göz teması kurmaktan kaçınmaya başlar. Ses tonu, kullandığı mimikler ve her zamanki doğal tutumu neredeyse tamamen değişir.

Ne var ki mesleğinden ya da düşük ahlak anlayışından dolayı yalanı bir yaşam biçimine dönüştüren kişiler, yalanın neredeyse hiçbir belirtisini göstermeyebilirler. Onlar gerçek sahtekârlardır ve bir sahtekârın en büyük sermayesi yalandır. Bir insan hem yalan söyleme yetisine sahip hem de bunu hiçbir sınır gözetmeksizin kullanabilecek kadar ahlaktan yoksunsa onun gerçek bir sahtekâr ve potansiyel bir suçlu olduğu söylenebilir.

Bu kısımda işlenecek konu, malımıza ve paramıza kastı olan sahtekârlardır. Yani dolandırıcılar... Burada anlatılan tüm olaylar, tamamen gerçeklere dayanmaktadır. Muhtemelen aşina olduğunuz bu akıl almaz hadiseler, yapboz parçaları gibi bir araya getirilmiş ve böylece ortaya bu enteresan tablo çıkmıştır.

Hepimiz bir dolandırıcılık hikâyesi okumuşuzdur. Ancak tüm bunları detaylarıyla beraber tek bir karede görme fırsatımız çok olmadı. Burada örnekleriyle ve detaylarıyla birçok dolandırıcılık yöntemi ele alınacak ve dolandırıcının bütün özellikleri birer birer incelenecektir.

Şimdi bu insanların masum maskeleriyle binlerce hatta belki de yüz binlerce insanı nasıl kandırdıklarını hep birlikte görelim...

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image4.jpeg


“Gündemi kaçırdın mı kaybedersin. Mesela; ne konuda konuşuyorsan o konunun uzmanı olman lazım. ‘Paşa’ olarak mı konuşuyorsun; askeriyeyle ilgili her konuyu bilmen lazım. ‘Bakan olarak mı konuşuyorsun; meclisle ilgili, o bakanlıkla ilgili, daha önceki bakanlarla, müsteşarlarla ilgili bütün teferruatı bilmen lazım. Mesela Turizm Bakanı olarak arıyorsun, karşıdan bir soru geldi, işte ‘Efendim Veli Bey napıyor?’ kim bu Veli Bey diyemezsin. Veli Bey belki bir müsteşar... Anladın mı? Yani, o bakanlığın üst düzeyine tamamen hâkim olacaksın. Sonra adam müsteşarını sorar, tanımıyorsan, ‘Ulan bu nasıl bakan”der, piyastos olursun, anladın mı ne demek istediğimi?”

Selçuk PARSADAN

Öncelikle bir dolandırıcı, ileriyi görür ve hangi alternatiften sonra nelerin olabileceğini rahatlıkla sezer. Olmayacak olanı oldurmakta ustadır. Detaylara önem verir ve çoğu insanın içinden çıkamayacağı kendilerine has, enteresan denklemler oluşturabilir. Türkiye’de bunalediye Başkanı o zaman. Beş takım Atatürk ansiklopedisi satmak için aradım. “Sayın Paşam!” dedi, kaç takım ayırdınız bize?” dedi. “Beş takım” dedim, “Paşam!”

Vay be!

Yemin ederim sana, takımını iki bin dolardan satıyordum, Atatürk ansiklopedisinin... Diyelim ki bugünün parasıyla üç milyon liraya alıyorum, iki milyar liraya satıyorum. Böyle büyük rakamlar. Bire iki bin falan koyuyorum. “Lütfen Sayın Paşam, bizim belediyemize yirmi beş takım yaptırın!” dedi. Hemen akşam, bir atladım otobüse, Ankara’daydım; oradan doğru Rize’ye. Ertesi sabah saat onda elemana soruyorum; “Parayı aldın mı?”. “Ne demek” diyor, “Çek verdiler.” Aldık parayı yani.

"Paşam” diyor sana değil mi? Vay bee...

“Paşam” diyor, “n’olursunuz çok rica ederim, elinizde fazla varsa yirmi beş takım yollayın, Paşam! N’olur yirmi beş takım gönderin!” dedi, Allah belamı versin. Bugünün parasıyla aldığım para, en az elli milyar.

Selçuk Parsadan’ın anlatımından ne kadar da basit görünüyor değil mi? “Paşa olmak”, “Örtülü Ödeneği” çarpmak, kılıktan kılığa bürünmek. Öyle bir anlatıyor ki yaşadıklarını, sanki çocuğun elinden şekerini almak gibi bir şey... Okurken bize inanılmaz geliyor. Ancak onun için bunların hepsi sadece sıradan bir rutinden ibaret. Bir düşünün, bir yanda ekonomi profesörü başbakan, bir yanda ilkokul mezunu Selçuk Parsadan...

Kendini polis, avukat, asker, doktor vb. olarak tanıtan kişilere hemen güvenmeyin. Sorun soruşturun. Kimliğini göstermesini talep edin. Gerekirse geçmişini araştırın. Etraftan bilgi toplayın. Şüpheli şahısları hangi şartlar altında olursa olsun mutlaka polise bildirin.

“Baba işte bak, bütün bu insanlar iki şekilde para verirler: Ya umacaklar ya korkacaklar... ”

Selçuk PARSADAN


D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image6.jpeg

Sülün Osman

Dolandırıcılar, kurbanlarının savunmasını kırmak için durmadan konuşurlar. Her şeyi sanki gerçekmişçesine fazlasıyla detaylara inerek ve sürekli olarak anlatırlar. Hazırcevaptırlar. Bahaneleri her zaman hazırdır. Kendi yalanlarına neredeyse kendilerini bile inandırabilirler. Her ince noktayı düşünürler. Daima mantıklı ve uzun bir açıklamaları vardır. Her zaman içten ve samimidirler. En azından maskeleri bunu göstermektedir.

Osman Ziya Sülün, 1923’te İstanbul’da doğdu. Adını duyurduğu ilk ‘işini’ 1948 yılında Fatih’te yeni tuttuğu evin sahibini dolandırarak yaptı. Dolandırıcılığıyla dillere destan olan Osman Ziya Sülün, namıdiğer “Sülün Osman”, 1950-60’lı yıllarda İstanbul’a yeni gelmiş insanları kandırırdı. Türk tarihinin belki de en ünlü dolandırıcısı Sülün Osman, saf vatandaşlara meydan saatlerini, tramvay, üniversite bahçesi, Galata Kulesi, şehir hatları vapurlarını satmasıyla namı kulaktan kulağa yayılıyordu.

Bir bahar günü Kızkulesini yine birine pazarlayıp oradan uzaklaşan Osman, yanındaki kadim dostuna neşeyle seslenerek, “Gördüğün gibi enayi bitmez...” der.

Sülün Osman Galata Kulesi’nin önüne gelmiştir. Vatandaşın biriyle köprü satışı için sıkı bir pazarlığa girişen Sülünü tesadüfen gören polisler onu kıskıvrak yakalayıp apar topar götürürler...

Beyaz perdede de bir süre figüranlık ve kostüm kiralama işi yapan, hatta dolandırıcılığıyla Yeşilçam rejisörlerine ilham kaynağı olan Sülün Osman seneler sonra, “Samimiyetime inanın. Ben artık bu işlere tövbe ettim. Çünkü dolandırıcılıkla kazanılan para, elde avuçta ne varsa götürüyor. İşin kötüsü yaş ilerledikçe maziye baktığımda iyi niyetinin kurbanı olan insanlar için vicdan azabı çekiyorum” der.

Şair Muhammer Hacıoğlu anlatıyor:

“Sülün Osman’ın son günleriydi. Tanıdık bir yayınevi sahibi bana, Osman’ın anılarını yazıp getir yayınlayalım, dedi. Sülün Osman’a söyledim. Kabul etti. Yolda konuşa konuşa giderken hiç duymadığım bir anısını anlattı. Onu Fransa’da yapılacak bir yarışmaya çağırmışlar. Bu davetin sebebi dünyanın en ünlü dolandırıcılarının katıldığı bir gece düzenlemekmiş. Birinci gelen ödül kazanacakmış. Tercümanlık yapacak kişi gelip Sülün Osman’ı bulmuş ama Sülün gitmeyi düşünmemiş. Muhammer Hacıoğlu sormuş; “Baba garanti birinci olurdun niçin gitmedin?”

Sülün Osman, “Gitmek istedim Muhammer. Tercümana güvenemedim. Adam dolandırıcıya benziyordu” demiş.

Elbette Sülün Osman’ın kazıkladığı onlarca vatandaşa günümüz global dünyasının etkisiyle enayi gözüyle bakabiliriz. Ancak bahsettiğimiz dönemin (1950-60) çok eski yıllara ait olduğunu unutmayalım. İstanbul’u bilmeden, görmeden Anadolu’nun bağrından kopup gelen, neredeyse hiçbir şeyden haberi olmayan binlerce insanı bir düşünün. ‘Taşı toprağı altın denen bu güzel kente ilk ayak bastıklarında Sülün Osman’la karşılaştıklarını hayal edin. Televizyon yok. İletişim olanakları çok kısıtlı, dünyadan haberleri yok, bilmiyorlar İstanbul’u; gelmişler, görecekler ve şehre adımlarını atar atmaz bu adamla karşılaşıyorlar. Sonuç olarak ortaya bu trajikomik tablo çıkıyor.

“Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanlan olmasa daha az tehlikeli olurlardı. ”

L. ROCHEFOUCAULD

TERESA TAMBUNTING Zulalı Çantayla 12 Milyon $’lık Altın Çaldı!

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image7.jpeg


Çoğu kadının el çantası vardır ancak el çantasını böyle akıl almaz bir hesap için kullanmak kimsenin aklına kolay kolay gelmez. ABDde altın işleme bankası Jacmel Jewellery’de çalışan Terasa Tambunting çantasındaki gizli bölmeye her gün yaprak halinde bir tutam altın koyarak kaçırdı. Sekiz yıl boyunca on iki milyon dolar değerinde 386 kilo altını çalıştığı şirketten çaldı. Kayıpları artan Jacmel Bank, soruşturma başlattı. Çantasındaki gizli bölme ortaya çıkınca altınları çaldığını itiraf eden Tambun- ting otuz kilo altını iade etti.

Evinde de on iki kovanın içine 204 kilo altın bulundu. Çaldıkları o kadar fazlaydı ki bunları evinin bodrumunda on iki büyük kovada saklıyordu. Kleptomani hastalığı olduğunu ve çaldığı altın yapraklarını harcamayıp evde sakladığını söyleyen kadın iddiaya göre patronuna, “Ben çok hasta bir kadınım, altınları ben aldım” demiştir.

Teresa Tambunting, elli yaşında. Jacmel Kuyumculuk içinjyz'r- mi sekiz yıl çalışmış ve 199Гde yöneticiliğe terfi etmişti. Evliydi ve üç çocuğuyla birlikte Scarsdale’de yaşıyordu.

Olayın hemen ardından onu tanıyanlar için bu büyük bir şoktu. Hepsi Tambunting hakkında, “Arkadaş canlısı ve normal bir insandı” gibi ifadeler kullandı. Aile hakkında ise komşuları, “Çocukları her zaman selam veren sevecen bir aileydi” diye konuştular. Hemen hepsi aynı tepkiyi verdi: “Bunu duymak gerçekten çok şaşırtıcı.”

Teresa Tambunting, büyük hırsızlık ve şirket malını çalmak gibi suçlamalarla yüzleşti. 2001 dünya ticaret merkezi terör saldırısından sonra finans şirketi Cantor Fitzgerald’ta çalışmaya başlayan kocası Edgardo Tambunting’e karşı hiçbir suçlama yapılmadı. Ancak Teresa Tambunting suçlu bulunursa yirmi beş yıl hapis cezasına çarptırılacak.

Altın işleme bankasında kleptomani hastası. Hem de bir müşteriden de öte oranın yöneticisi! Daha da ötesi çalıştığı on iki sene boyunca kimsenin aklından bir şeyleri aşırma, çalma hastalığı olabileceği geçmiyor. On iki sene boyunca tutam tutam altın yürütüyor. Hiçbirini harcamıyor. Yaklaşık 250 kilo altın aşırıyorsunuz ve hiçbirini harcamıyorsunuz, kullanmıyorsunuz. Çünkü çalmaya bağımlı bir bünyeniz var, tedavi edilmesi gereken bir tür psikolojik sorun. En ilginciyse bu tür bir insanı ABD gibi bir yerde hem de bir altın işleme bankasında on iki sene çalıştırmak. Kimse mi bir şey anlayamadı, fark edemedi yıllar boyunca. Çalmaya bağımlı bir

insanı, koca bir bankaya sokacak kadar ileri gidebiliyoruz. Daha doğrusu tanıyamıyoruz, çözemiyoruz, dikkat edemiyoruz. Hangi banka bile bile kleptomani hastası bir elemanı işe alır ki? Nasıl olur da o, on iki sene boyunca kiloyla altın yürütmeden önce bir şeylerin farkına varamaz?_Gördüğünüz üzere insanları çözebilmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Artık insanları tanıyamıyoruz. Maskelerinin altındaki gerçeği göremeyebiliyoruz.

“Bir insanın ikinci benliği kendi kendisinin en sevdiği görüntüsünden başka bir şey değildir. ”

Frank William ABAGNALE

Değersiz Taşları “Satarak” Kazanılan 1 Milyon Tl!!!

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image8.jpeg


Bir dolandırıcının kurbanını ikna etmesi an meselesidir. Birkaç güzel söz, pahalı elbiseler, güven verici konuşmalar, olması gerektiği gibi davranma, kurbanının güvenini, sevgisini, saygısını kazanma gibi. Bunların hepsi dolandırıcının günlük yaşamının bir parçasıdır. Şüphe çekmezler. Üçkâğıtlarını açar ve ortadan kaybolurlar. Bazense oyunlarını aylarca hatta yıllarca sürdürebi- ve uygun makinelerle her ay bir milyon dolarlık elmas çıkarmayı! garanti ediyorum” dedi.

Ralston, Harpending ve sermayedarlar birkaç gün sonra Sanj Francisco’ya geri dönüp 10 milyon dolarlık özel yatırımcı şirketil kurmak için hızla harekete geçtiler. Bu davranışları heyecanlarını! saklamaları anlamına geliyordu, madenin gerçek değerini açık-l lamayı kesinlikle istemiyorlardı. Böylece aldırmıyormuş gibi gö-l ründüler. “Janin’in haklı olduğunu kim bilebilir.” dediler madeni sahiplerine. “Maden düşündüğümüz kadar zengin olmayabilir.” 1

Bu tutum yalnızca maden sahipleri Arnold ve Slack’i sinirlen-! dirmeye yaramıştı. Farklı bir taktik deneyen sermayedarlar iki ada-l ma eğer madenden pay almada ısrar ederlerse şirketi yönetecek! olan acımasız işadamları ve yatırımcılar tarafından soyulup soğanal çevrileceklerini söylediler; daha iyisi şu anda teklif edilmiş olanl 700.000 doları -o dönemde bu inanılmaz bir rakamdı- hırslarını I bir kenara bırakmalıydılar. Madenciler, bunu anlamış göründülerI ve sonunda parayı almayı kabul ettiler, karşılığında bölge üzerin-1 deki haklarını sermayedarlara devredip haritaları teslim ettiler.

Maden haberi çılgın bir yangın gibi yayıldı. Maden arayanlar! Wyoming’e dağıldılar. Bu arada Harpending ve grup yatırımcı-1 lardan topladıkları milyonları dağıtmaya, araç gereç almaya, bul alandaki en iyi adamları tutmaya, New York ve San Francisco’daki I en lüks ofisleri dayayıp döşemeye başladılar. I

Birkaç hafta sonra madeni ilk ziyaret ettiklerinde acı gerçeği! öğrendiler: Tek bir elmas ya da yakut bulunamıyordu. Her şeyi sahteydi. Mahvolmuşlardı. Dünyanın en zengin adamları yüzyı-1 lın en büyük oyununa gelmişti.

Philip Arnold ve John Slack muazzam dolandırıcılıklarını sah-1 te makineler kullanarak veya Tiffany’ye rüşvet vererek başarmadı-1 lar. Bütün uzmanlar gerçekti. Hepsi madenin varlığına ve elmas-1 ların değerine inanmıştı. Onları kandıran şey Arnold ve Slack’in I kendilerinden başka bir şey değildi. İki adam o kadar taşralı, o kadar saf görünüyorlardı ki kimse onların böylesine cüretkâr bir hileyi başarabileceğine inanmamıştı.

Arnold ve Slack elmas madeninin ‘keşfini’ duyurmadan aylar önce Avrupa’ya seyahat edip 12.000 dolar (eski altın madenciliği günlerinden tasarruf ettikleri para) değerinde gerçek elmas satın aldılar. Sonra “madene” bu taşları serpiştirdiler ve ilk uzman bunları çıkarıp San Francisco’ya götürdü. Bu taşları inceleyen Tiffany’nin kendisi dâhil bütün mücevheratçılar, bu heyecana kendilerini kaptırıp taşların değerini olduğundan fazla tahmin ettiler. Sonra Ralston adamlara güvence olarak yüz bin dolar verdi ve onlar bu parayla New York’tan döner dönmez Amsterdam’a gidip kesilmemiş mücevherler aldılar. Değerli taşları yine madene serpiştirdiler ve bu kez daha fazla mücevher bulundu.

Bununla birlikte olayın etkinliği bu tür hilelerle değil, Arnold ve Slack’in rollerini mükemmel oynamalarına dayanıyordu. Milyonerlerin ve büyük iş adamlarının arasına karışacakları New York’a giderken bir veya iki beden küçük pantolonlar ve paltolar giyerek büyük şehirde gördükleri her şeye şaşkınlıkla bakarak kaba taşralı imajını sürdürdüler. Hiç kimse bu taşra alıklarının dönemin en kurnaz, acımasız sermayedarlarını kandırabileceğine inanmamıştı. Ve Harpen- ding, Ralston hatta Rothschild bile bu oyuna geldikten sonra herkes dünyanın en başarılı işadamlarının zekâsından kuşkulanır olmuştu.

Sonuçta Harpending’in şöhreti zedelendi ve adam bir daha asla toparlanamadı; Rothschild dersini iyi aldı ve bir daha asla dolandırılmadı; Slack parasını alıp kaçtı, bir daha bulunamadı. Philip Arnold, Kentucky’deki evine gitti. Sonuçta maden haklarının satışı yasaldı; alıcılar en iyi tavsiyeleri almışlardı ve eğer madenin elmasları tükenmişse bu onların sorunuydu. Arnold, parayı çiftliğini büyütmek ve kendi bankasını kurmak için harcadı.

“Ağzında bal olan arının, kuyruğunda iğnesi vardır. ”

John LYLY

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image9.jpeg


İstisnasız bütün büyük dolandırıcıların Oscar’a aday oyunculukları vardır. Bu yeteneklerini küçük yaşlarda suç yerine sanata yönlendirselerdi çok daha başarılı olabilirlerdi belki de.

Arabayı kullanmayı ilk öğrendiğimizde bilinçli, kullanmayı öğrendikten bir süre sonra ise yarı bilinçli olarak kullanırız. Onlar da aynen böyledir. Ne yapılması gerektiğini iyi bilir, senaryoyu yazar, oynar ve işlerini bitirip sahneden uzaklaşırlar. Tek fark, alkışlar yerine arkalarında sinirli bir kalabalığı ve bir grup polisi bırakmalarıdır.

Orhan Bey, bir benzincide müdür olarak çalışan emekli bir kişidir. Bir süre sonra iş yerinde yeni bir elemana ihtiyaç duyunca otuz yıllık arkadaşı Aziz Bey’i yanına alır. İki arkadaş, hem birlikte çalışmakta hem de eski günleri neşeyle anmaktadırlar. Aynı zamanda aile dostudurlar ve çocukları da birbirleriyle arkadaştır. Aralarındaki bu ilişki ömür boyu sürecek gibi gözükmektedir. Ta ki...

Cep telefonlarının olmadığı yıllarda bir sabah, Orhan Bey’e bir telefon gelir. Benzin istasyonunu arayan kişi, Numune

Hastanesi’nden aradığını söyler. Orhan Bey’in bir akrabası trafik kazası geçirmiştir ve yoğun bakımda beklemektedir. Neye uğradığını anlayamayan Orhan Bey arabasına atlar ve doğru Numune Hastanesi’ne gider. Orhan Bey’in benzin istasyonundan çıkışından on beş dakika sonra son hızla gelen bir araba benzincinin önünde durur, içinden bir adam çıkar ve aceleyle benzin istasyonuna girer. Kasada duran Aziz Bey’e kendisini Orhan Bey’in gönderdiğini söyleyerek trafik kazası geçiren kişinin acil olarak ameliyata alınacağını, bunun için de ameliyat parasının hastaneye yatırılması gerektiğini söyler. Aziz Bey hiç tereddüt etmeden kasadaki parayı çıkarır ve adama verir. Adam gittikten yaklaşık yarım saat sonra Orhan Bey gelir ve Aziz Bey’e şöyle der:

“Azizciğim bir yanlışlık olmuş. Çok şükür hiçbir akrabam Numune Hastanesi’nde değil” der.

Bunun üzerine Aziz Bey başına gelen olayı anlatır. Orhan Bey çok şaşırır. Olay bu kadarla da bitmez. Adama ödenen paranın kimin tarafından karşılanacağı ikisi arasında sorun yaratır. Orhan Bey:

“Ben sana böyle bir parayı öde demedim” derken, Aziz Bey

ise:

“Ben bu parayı senin akraban için ödedim diyerek kendini savunur.”

Ancak tüm bu tartışmalar, otuz yıllık dostluğun sona ermesini ve Aziz Bey’in çalıştığı iş yerinden ayrılmasını önleyemez.

“İnsanlar o kadar basit kafalı ve acil ihtiyaçlarının baskısı altındadırlar ki, bir hilekâr aldatılmaya hazır bir sürü insan bulabilir. ”

Niccolo MACHIAVELLI

Avrupa’nın her yerinden kör, sakat ve umutsuzlar Borri’yi ziyarete geliyordu çünkü iyileştirme gücü olduğuna dair bir söylenti yayılmıştı ortalığa. Hizmetleri için ücret talep etmiyor, bu da onun daha da harika görünmesini sağlıyordu, hatta bazıları onun şu veya bu şehirde mucizevi bir tedavi gerçekleştirdiğini iddia ediyordu. Zenginliği sayıları gitgide artan seçkin zengin mürit grubundan geliyordu ve gerçekte filozof taşını mükemmelleştirdiği sanılıyordu.

Böylece Borri’nin gücü arttıkça arttı, ta ki ödünç aldığı yüksek miktarda para ve kendisine emanet edilen elmaslarla birlikte ortadan kaybolana dek.

1695yılındaki ölümüyle on yedinci yüzyıla giren Milanolu Fran- cesco Giuseppe Borri, özel maceracı şarlatan tipinin, saray mensubu veya 'mağrur’ dolandırıcının öncüsüydü... Amsterdam’da evrensel doktor unvanını alıp yanında geniş bir refakatçi grubu taşımış ve altı atın çektiği bir arabayla gezmişti... Hastalar akın akın gelmiş ve bazı yatalak hastalar kendilerini Paris'ten Amsterdam’a tahtırevanla taşıtmıştı. Borri, konsültasyonları için ücret almamış, yoksullara büyük paralar dağıtmış ve posta veya kambiyo senedi yoluyla para aldığından kimsenin haberi olmamıştır. Yine de böylesi bir lüks içinde yaşamaya devam ederken onda filozof taşının olduğu varsayılmıştır. Ancak birdenbire bu hayırsever kişi Amsterdamdan yok olduğunda, anlaşıldı ki, kendisine emanet edilen para ve elmasları alıp gitmişti.

Şarlatanın Gücü, Grete de FRANCESCO, 1939

Her üçkâğıtta en büyük sorun nasıl sona erdirileceğidir. Bir üçkâğıtçı için birinden para çalmak kolay olabilir; sorun parayı alıp kaçabilmektir. Kurbanlarının polise gitmesini istemezler.

Onlar için en iyisi, iş sona erdiğinde kurbanın dolandırıldığının farkına bile varmamasıdır. Amaç kurbanın, çok heyecan verici bir girişimin yanlış anlaşılan bir telefon mesajı ya da kötü talih ya da kötü zamanlama nedeniyle başarıya ulaşamadığını zannetmesidir. Hatta aynı üçkâğıda bir daha gelmeye hevesli olmalıdır! Asıl başarılı üçkâğıt onlar için; kurbanı peş peşe en az üç defa oyuna getirebildikleridir. Elinizdekini, avucunuzdakini bitirinceye kadar her seferinde daha fazlasını alırlar. Eğer üçkâğıtçı tezgâhı, kurban oyuna getirildiğini anlamadan kapatırsa başarılı olur ve kendisiyle gurur duyar.

İşte ilginç bir dolandırıcılık hikâyesi daha! Bu olay, ibret verici olmakla beraber bir dolandırıcının ne kadar ileri gidebileceğini ve neredeyse imkânsız sayılabilecek enteresan bir kurguya kurbanlarını nasıl inandırabileceğini göstermektedir.

Kurban bayramına birkaç gün kala, I.S.’nin ev telefonu çaldı.

Kazanacakları şeyleri ayrıntılarıyla anlatarak onları tatmin etmenin yeterli olacağının bilincindedirler.

“Namuslu birisini aldatmak kadar kolay bir şey yoktur ”

LA FONTAINE

SAĞLIK TAPINAĞI

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image11.jpeg


Pazarlama stratejilerini tüm pazarlama elemanlarından çok daha iyi bilirler. Olmayan bir şeyi var gibi göstermekte üstlerine yoktur. Öyle ki; kandırıldığınızı belki de hiçbir zaman anlayamayabilirsiniz. Gösteriş, şaşaa, gizem... Bunların hepsi düzmecede kullanılan başlıca etiketlerdir. Etiketi her zaman yerine göre ve olması gerektiği gibi kullanırlar. Normal bir insana gayet basit görünebilecek herhangi bir şeyi tamamıyla sil baştan yaratıp apayrı bir şeye çevirebilirler.

1780’lerin sonunda İsveçli sahte Doktor James Graham, Londra’da zenginliğin doruklarına ulaşmıştı. Graham büyük bir bilimsel teknik gösterisi yapıyordu. 1772’de Philadelphia’yı ziyaret ettiğinde, orada Benjamin Franklin’le karşılaştı ve onun elektrikle ilgili deneyleriyle ilgilenmeye başladı. Bunlar, ‘Sağlık Tapınağındaki’ aygıtlar için ilham vermiş gibiydi. Sağlık Tapmağı, iksirlerini satmak için Londra’da açtığı muhteşem bir kurumdu... Hastalarını kabul ettiği odada, hastalığın ‘felsefi incelemesini’ yapmasına yardımcı olan ‘dünyanın en büyük hava pompası’ duruyordu, ayrıca ‘dev bir metal iletken’ de vardı.

James Graham’ın evi, faydayı zevkle birleştiriyordu. Her yerde büyük bir ihtişam hâkimdi. Dış avluda bile, sanat, icatlar ve zenginlik sonuna kadar kullanılmıştı. Odaların yan duvarlarında suni aydınlatmanın sağladığı kemer biçiminde parlaklık vardı; yıldızların ışınları yayılıyordu, her renkte şeffaf camlar zekice bir seçimle ve büyük bir zevkle yerleştirilmişti. Tüm bunlar büyüleyiciydi ve hayal gücünü en yüksek noktaya çıkarıyordu. Ziyaretçilere sağlıklı yaşam için basılı kâğıtlar veriliyordu. Muhteşem Apol- lo Dairesi’nde gizemli törenlere ilahiler söyleyerek katılıyorlardı: “Selam, Hayati Hava! Manyetik Sihir, Selam!” Ve onlar manyetizmanın sihrini selamlarken camlar kararıyor ve duvardaki oyukta genç ve güzel, ‘Gülpembe Sağlık Tanrıçası’ beliriyordu... Her akşam insanlarla dolup taşan bu Sağlık Tapınağı’nı ziyaret etmek ve her hastalığa iyi gelen, ‘Muhteşem Kutsal Yatağı’ denemek bir moda hâline gelmişti. Müşterilerine göre bu yatak, görkemli bir odada duruyor ayrıca her türlü hoş koku ve güçlendirici otlar ve Uzakdoğu tütsüleri cam tüplerle getiriliyordu. Aslında Kutsal Yatak altı şeffaf sütunun üzerinde duruyordu; yatak örtüleri mor ve gök mavisi atlas ipekti. Yatağın bulunduğu bu odaya ‘Dinlenme Odası’ deniyordu. Bütün bunlara armonikanın melodileri, yumuşak bir flüt sesi ve bir orgun nağmeleri katılıyordu.

Yani, ‘SağlıkTapınağı’, dekorasyon konusunda zevkli bir adamın döşediği, sağlığa hiçbir faydası olmayan herhangi bir odadan başka bir şey değildi. İnsan sağlığına zerre kadar faydası olmayan bu yer, hiçbir hastalığı iyileştirmese bile, hastalık hastalarını iyileştirmiştir.

“O kadar enayi varsa ben ne yapayım. ”

KKTC’nin efsanevi dolandırıcısı TAVURİ

image12

Amaçlarına ulaşabilmek için olağandışı yollar bulabilirler. Akla hayale gelmeyecek planlar tasarlayabilirler. Kurguları inanılmaz boyutlara ulaşabilir. Öyle ki; “Gülsek mi ağlasak mı” misali bir tablo çıkar ortaya. Kurgulan nadidedir. Kolay kolay bir eşine daha rastlanmaz. Bu yaratıcı zekâlarıyla filmlere konu olurlar. Şayet, bu tip dolandırıcılar bu mesleği(!) seçmek yerine senarist, yönetmen, oyuncu, ressam v.s olsalardı, muhtemelen bulundukları konum itibariyle gayet yüksek bir statüde kendilerine rahatlıkla yer bulabilirlerdi.

New York’ta David J. Dalaia ve James O’Hare adlı iki uyanık, ölen arkadaşlarının 355 dolarlık maaşını alabilmek için cesedini bir ofis koltuğuna oturtup Manhattan caddelerinde sürerek bir çek bozdurma veznesine kadar getirdiler. Görgü tanıklarına göre Virgilio Cintron’ın(66) cesedi sürekli sağa, sola devrilirken iki dolandırıcı onu doğrultarak yollarına devam etti. İki uyanık arkadaş, veznenin önüne geldiklerinde koltuktaki oturur vaziyetteki cesedi kapının önünde bırakarak çeki bozdurmak için içeri girince yakayı ele verdi. Çevrede toplanan kalabalıktanşüphelenerek olay yerine gelen polis, koltuğa oturtulmuş on cesetle karşılaştı. Film senaryosu gibi olayın yaratıcıları Dalaia ve O’Hare tutuklandı.

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image13.jpeg


ABD’nin New York Eyaleti’ne bağlı Long Island Adası nda bir banka şubesi, eşine az rastlanır türden bir soyguna sahne oldu. Üzerinde ünlü Star Wars karakteri Darth Vader’ın kostümü ve maskesiyle giren soyguncuyu görenler, bir kamera şakasıyla karşı karşıya olduklarını düşündüler. Soyguncu tabancasını gösterip bunun bir şaka olmadığını veznedara haykırınca, bankada büyük panik yaşandı. Aldığı paraları çantasına dolduran soyguncu kayıplara karıştı.

“Uzun süre boyunca inandıklarımı söylemedim, söylediğim şeylere de inanmam ve eğer gerçeği söylesem bile o kadar çok yalanın arasına gizlerim ki bulmak çok zordur. ”

Niccolo MACHIAVELLİ


Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri daha... Daha önce herhangi bir şey satın alıp da parasını ödeyen kişiye güveniriz genelde. Ancak dolandırıcılık olayları incelendiğinde bunu planlarının bir parçası olarak kullanan düzmecilerin sayısı her geçen gün artmakta...

image14Tarık Bey Keşan’da kuyumculuk yapan bir esnaftır. Bir gün dükkânına bir adam gelir ve ucuz bir bilezik istediğini söyler. Tarık Bey ona fiyatı 150 TL olan bir bilezik gösterir. Adam bileziği beğenir ve Tarık Beyden onu paket yapmasını ister. Tarık Bey bileziği bir hediye paketine sarar ve adama verir. Adam parasını öder ve teşekkür ederek gider. Bir süre sonra tekrar gelen adam, iki burma bilezik istediğini söyler ancak 2000 TL parası olduğunu ve bileziklerin tutarının bu fiyatı geçmemesini söyler. Tarık Bey iki burma bileziği tartar ve sonra onları bir hediye paketine koyar. Adam cebinden 100 TL’lik banknotlardan oluşmuş bir para destesi çıkararak parayı hediye kutusunun üstüne koyar. Paralar, bir lastikle sarılmış durumda kutunun üstünde durmaktadır. Adam, Tarık Bey e bir de kolye almak istediğini söyler. Tarık Bey arkasını döner ve vitrinden birkaç kolye çıkarır. Adam kolyelere baktıktan sonra teşekkür eder, kolyeleri beğenmez. O sırada Tarık Bey’den arabasına kadar gidip gelmek için izin ister.

Şüphelenilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü toplamı 2000 TLolan 100 TL’lik banknotlardan oluşan deste, hediye kutusunun üstünde durmaktadır. Adam dışarı çıktıktan bir süre sonra Tarık Bey para destesinin altındaki hediye kutusunu açar. Ancak içinde hiçbir şey yoktur. Telaşla gazeteye sarılı banknotları açar. Banknotların sadece dış yüzünde bir 100 TL vardır. Diğerlerinin hepsi 5 TL değerindeki kâğıt paralardır. Tarık Bey 2000 TL ederindeki burma bilezikleri 150 TL gibi bir fiyata satmanın üzüntüsünü yaşarken dolandırıcı çoktan kayıplara karışmıştır.

Daha sonra polisler, Tarık Bey’e hırsızın eşkâlini sorarlar. Ancak güvenlik kamerası olmadığından sonuç alamazlar. Bu olay üzerine Tarık Bey 2000 TL daha vererek dükkânına bir güvenlik kamerası taktırır.

“Üzerine yeterince övgü serpildiği sürece, insanlara her şey yuttu- rulabilir. ”

Cimri, MOLIERE

CÜZDAN

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image15.jpeg


Çok konuştukları gibi, kurbanlarından istediklerini alana kadar onlarla iç içedirler. Yanınızdan ayrılmazlar. Sanki görünmez bir iple birbirinize bağlıymışsınız izlenimi yaratırlar. Kuyruk gibidirler. Her şey bitene kadar peşinizden bıkmadan usanmadan gelebilirler. Onun sizi sevdiğini, saygı duyduğunu düşünürsünüz. Kimi zaman bu yapışkanlıkları sizi sıksa bile, bu insanlara karşı sesinizi çıkarmazsınız. Ne de olsa sizi sayıyor, sevgisinden yapıyor, kalbini kırmaya gerek yok. Biraz yakınlık göz çıkarmaz(l).

Babam namıdiğer Oğuz Saygın, bir defasında vapurla Haydarpaşa’ya geçmiş ve trenle Erenköy’deki evimize gelmek üzere yürümeye başlamış. O sırada karşıdan bir adam gelerek, “Merhaba Hocam!” demiş ve samimi bir şekilde ona sarılmış. Babam da ona sarılmış ve öpmüş. Onu seminerlerindeki bir katılımcı zannettiğinden çok samimi davranmış. Adam babamı kemerinden tutmuş. “Hocam bu kilolar ne?” diye sormuş. Vedalaşırken yine aynı samimiyetle sarılıp ayrılmışlar. Babam insanların kendisini ne kadar çok sevdiklerini düşünürken, bilet almak için elini cebine attığında parasının olmadığını görmüş. Derhâl kafasını kaldırmış ve henüz oradan uzaklaşmamış olan adamı görmüş. Adamın üstüne yürüyünce, adam cebinden parayı çıkarıp vermiş. Babamsa bununla yetinmeyip adamın üstüne atılmış. Şans eseri adamın üstünde tabanca ya da bıçak olmadığından, babam adamı yakalamış ve oradan geçen polise teslim etmiş. O günden sonra da tanımadığı insanlar kendisine sarıldığında daha dikkatli olma kararı almış.

Cüzdan, bu gibi durumlara verilebilecek en basit ancak bir o kadar da önemli örneklerden biridir. Kalabalık ortamlarda (toplu taşıma araçları, kalabalık mekânlar, kalabalık caddeler vb.) cüzdanınızı kesinlikle arka cebinize koymayın. Ayrıca bu gibi ortamlarda hiçbir zaman tedbiri elden bırakmayın. Sizi tanıdığını söyleyen ve bu vesileyle yanınıza yaklaşan insanlar olabilir. Bunlara itimat etmeyin.

Kişi, sizden bunu gizlemek yerine bunu açık bir şekilde de yapabilir. Tam tersi bir durum söz konusudur burada. Çünkü bu gizlice yapılan açık bir eylemdir ve ıssız sokaklar tercih edilir özellikle. Kişi, sizden cüzdanınızı veya değerli eşyalarını ona vermenizi ister. Böyle bir durumda kişiye direnmek, sizin aleyhinize olabilir. Üç kuruş için canınızdan olma riskini göze almayın ve ne isteniyorsa verin. Şüphesiz ki canınız her şeyden önemlidir. Eğer istenen cüzdansa ve karşınızdaki kişinin daha sonra ne yapacağını kestiremiyorsanız cüzdanı ileri doğru fırlatabilirsiniz. Bu onun dikkatinin dağılmasını sağlayabilir ve böylece sizin kaçmanız için ortam hazırlayabilir. Ayrıca bilmekte yarar var ki vücudun en dayanıklı ve sert bölgesi dirsektir. Kendinizi savunmak durumunda kalırsanız dirseğinizi kullanabilirsiniz.

“Bir sahtekâr sizi öptüğü zaman dişlerinizi sayın. ”

İbrani atasözü

ED LOPES

İdam Mahkûmu Psikopatın Akıl Almaz Şartlı Tahliyesi

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image16.jpeg


Kimi düzenbazların kullandıkları ‘dekorlar’ çoğu insana tuhaf hatta aptalca gelir ama onlara inanmaya hazır olanların sayısı da az değildir...

Elli altı yaşındaki Ed Lopes, altı yıl boyunca idamını beklerken bir Baptist papazı numarası yapmıştır. Lopes, on beş yıl Cinayet A.Ş’de mafya tetikçisi olarak çalıştığını ve bu sürede yirmi sekiz kişiyi öldürdüğünü iddia ediyordu. Cemaatine ve Washington eyaletindeki diğer kilise gruplarına söylediğine bakılırsa Billy Graham ona doğru yolu göstermişti ve 350 cezaevi çalışanının gönderdiği dilekçeler, şartlı tahliye kurulunu onu serbest bırakmaya ikna etmişti. Daha sonra maskesi düşen Lopes, ikinci karısını boğarak öldürdüğünü, bir kadını döverek öldürdüğünü, bir kız arkadaşını da bıçaklayarak öldürdüğünü ve İllinoisde şartlı tahliye edildikten sonra kaçtığını itiraf etti. Cemaatin tepkisi ne mi oldu? Bazıları üzüldü; diğerleri 5000 Dolar gibi şaşılacak ölçüde düşük tutulan kefaleti için gereken parayı topladı ve ona destek gösterisi yaptılar. Mahkeme kefaletin düşük olduğunu sonradan anladı ve onu İllinois’ye geri dönüş duruşmasına kadar yeniden cezaevine koydu.

“Çölde yaşlı bir keşiş bir gezgine bir zamanlar tembih etmiş:

Tanrının ve Şeytanın sesleri nadiren ayırt edilebilir. ”

Loren Eiseley

YALÇIN TANFER

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image17.jpeg


Özgüvenleri yüksek, kendilerinden emindirler. Hemen her türlü hadisede yelkenleri suya indirmeyip rahatlıkla yollarına

devam edebilirler. Kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği, çoğu inşanın yakalanma olasılığı yüksek büyük üçkâğıtlardan bile, soğukkanlılıkları sayesinde neredeyse hiç zorlanmadan kurtulabilirler.

Ülkemizde dolandırıcı denildiğinde son zamanlarda akla ilk gelen isimlerden biri de Yalçın Tanfer’dir. Tanfer, bazen Orgeneral Hilmi Özkök’ün yakın adamı, bazen pamuk tüccarı, bazen de siyasetçilerin danışmanı olarak ortaya çıkıyordu. ‘Dolandırıcılık’ tan sabıkalıydı. Ancak kendisinin Genelkurmay Başkanı’nın özel istihbarat elemanı olduğuna Tuğgeneral rütbeli askerleri bile inandırdı. Askerler Tanfer’in Genelkurmay Başkanı’nın odasından asansörle inilen bir bölümde çalıştığını, kendi atamalarını bile yaptığını düşünüyordu.

Yalçın Tanfer’in “askerlerin” dünyasına girmesi Manisa Kırkağaç’ta emekli Tüğgeneral Veli Küçük’le tanışmasıyla başladı. İddialara göre Küçük onu bir dönem istihbarat elemanı olarak kullandı. Bu da Tanfer’e dolandırıcılıkta kullanacağı büyük bir kapı açtı.

1996’da Veli Küçük, Yalçın Tanfer’i, “Devlete çok yararlı bilgiler verir” diyerek Tuğgeneral İsmail Evci’yle tanıştırdı. Tanfer, Tuğgeneral Evci’yle ilişkisini sıkı tutuyordu. Evci’nin oğlunun Kıbrıs’taki Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne girebilmesi için devreye girip Evci’yi KKTC Başkanı Derviş Eroğlu olduğunu söylediği bir kişiyle telefonda görüştürdü.

Tanfer kendisini o kadar etkili göstermişti ki Evci, ona bazı astsubayların dava dosyasını verebilecek kadar güvenmişti. Tanfer’in foyası ortaya çıktıktan sonra ifade veren Evci, kendisiyle arkadaşı Veli Küçük vasıtasıyla tanıştığı için hakkında hiç araştırma yapmadığını hatta Tanfer’i Genelkurmay Başkanı’nın özel adamı sandığını anlattı. Vücudundaki yaraları gösterip Suriye’de çalıştığını söylemesiyle Evci’nin Tanfer’e duyduğu saygı ve sevgisi artmıştı.

Jçın Tanfer’in yaptığı tüm bu düzmece oyunlar aslında bu tip insanların ne kadar soğukkanlı olabileceklerinin tescilli belgesi niteliğinde. Tanfer kılıktan kılığa girmiş, askerlik dahi yapmamasına karşın sinsi zekâsıyla kendini olağanüstü sıfatlarla göstererek sayısız kurgusunu yakalanana kadar defalarca oynamış ve hiç kimse de ondan hiçbir sebeple şüphelenmemiştir. Bu çeşit bir insanın soğukkanlılığına şaşmamak mümkün olamamakla beraber Tanfer’in ibret verici hikâyesi gerçekten çok etkileyici bir örnek. Şüphesiz ki o, zeki ve sahtekâr tiplemesinin Türk Tarihindeki örneklerine adını listenin en ön sıralarından yazdırmayı bu yaptığı akıl almaz işlerle başarmıştır.

Yumuşak İkna Sanatı

Rüzgâr ve güneş hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışıyorlardı. Yoldan geçen birinin elbiselerini çıkarmasını hangisi sağlarsa onu galip ilan etmeye karar verdiler. İlk önce rüzgâr denedi. Fakat onun şiddetli esişleri adamın elbiselerine biraz daha sıkı sarınmasına neden oldu ancak ve biraz daha sert esince adam soğuktan rahatsız olarak fazladan bir atkı sardı boynuna. Sonunda rüzgâr denemekten yoruldu ve adamı güneşe teslim etti. Güneş önce yumuşak bir sıcaklıkla parladı, bu adamın paltosunu çıkarmasını sağladı. Sonra öylesine hararetle parladı ki, adam dayanamayıp soyundu. Ve en yakındaki nehre yıkanmaya gitti. İkna güçten daha etkilidir.

Ezop Masalları

Firar Nasıl Yapılır

Kılıktan kılığa, şekilden şekle bürünürler. Öyle ki; aşağıdaki olay belki normal şartlarda dolandırıcılık kategorisine giremeyecek olsa da aslında mükemmel bir sahtekârlık örneğidir. Günümüz dünyasında yapılması ise akıllara durgunluk vericidir.

Ülkenin güvenliği en yüksek hapishanelerinden birinde yaşanan ve Hollywood filmlerini aratmayan inanılmaz firar yakın zamanda Meksika’da meydana geldi. Hepsinin de üzerlerinde polis üniformaları bulunan çete üyeleri konvoy hâlinde cezaevine geldiler. Ellerinde sahte nakil belgeleriyle mahkûmları nakledeceğiz diyerek koğuşları teker teker gezdiler. Hiçbir direnişle karşılaşmadılar. Ellerinde otomatik silahlarla koğuşlardaki kendi adamlarını topladılar. Ülkenin en sıkı korunan cezaevindeki tam elli üç mahkûmu alarak kaçırdılar. Geldikleri gibi gittiler. Üstelik tüm operasyon beş dakika bile sürmedi.

Ülkenin en tehlikeli uyuşturucu çetesinin elemanlarının firaretmesi üzerine polis alarma geçti. Pek çok eve baskınlar yapıldı. Ama elli üç kişiden kimse bulunamadı.

“Şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık tüm dünyayı yaşamadığına inandırmakmış ve sonra... birden kaybolmuş. ”

The Usual Suspects filminden

VICTOR LUSTIG Eyfel Kulesi’ni Hurdacıya Satan Adam!

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image20.jpeg


1925 yılı mayıs ayında, Fransız hurda metal işindeki en başarılı beş satıcı, Posta ve Telgraf Bakanlığı’nın genel müdür yardımcısı tarafından o zaman Paris’in en lüks oteli olan Carlton Oteli’nde düzenlenen “resmî” ama “son derece gizli” bir toplantıya davet edildi. İş adamları geldiğinde en üst kattaki gösterişli odada onları genel müdürün kendisi, Mösyö Lustig karşıladı.

İş adamlarının bu toplantıya neden çağırıldıklarına dair bir fikirleri yoktu ve meraktan çatlıyorlardı. İçkilerden sonra müdür açıkladı. “Beyler, bu büyük gizlilik gerektiren acil bir konudur. Hükümet Eyfel Kulesi’ni yıkmaya karar verdi.” Satıcılar tam bir şaşkınlık içinde kısa süre önce haberlerde açıklandığı üzere kulenin tamir edilmesi gerektiğini dinlediler. Kule başlangıçta geçici bir yapı olarak inşa edilmişti (1889 Sergisi için), bakımı yıllar içinde çok artmış ve şimdi parasal krizin tam ortasında hükümetin kulenin tamiri için milyonlarca dolar harcaması gerekiyordu. Birçok Parisli Eyfel Kulesi’nin çok göze battığını düşünüyordu ve yok olduğunu görmekten memnun olacaktı. Zamanla turistler bile unutacaktı onu, fotoğraflar ve posta kartlarında yaşayacaktı. “Beyler” dedi Lustig. “Hükümete Eyfel Kulesi için bir teklif vermek üzere buraya davet edildiniz.”

İş adamlarına üzerinde kulenin tonajı gibi bilgilere ait rakamların bulunduğu hükümetin başlığını taşıyan kâğıtlar verdi. Adamlar hurdadan elde edecekleri kârı hesaplayınca gözleri yerinden fırladı. Sonra Lustig onları beklemekte olan limuzine götürdü ve Eyfel Kulesi’ne gittiler. Resmî bir rozet göstererek onlara çevreyi gezdirdi, turunu hoş anekdotlarla süsledi. Ziyaretin sonunda onlara teşekkür edip dört gün içinde tekliflerini oteldeki odasında sunmalarını istedi.

Birkaç gün sonra teklifler sunuldu ve beş tekliften birinin sahibi Mösyö P. teklifinin kabul edildiğini, satışı güvence altına almak için iki gün içinde otele gelmesini ve 250.000 franktan (bugünün 1.000.000 dolarıyla eşdeğer) daha yüksek bir çek (toplam fiyatın dörtte biri) getirmesini bildiren bir not aldı. Çeki teslim ettiğinde Eyfel Kulesi’nin sahibi olduğunu doğrulayan belgeleri alacaktı. Mösyö P. çok heyecanlanmıştı, ünlü bir nirengi noktasını satıp alıp yıkan adam olarak tarihe geçecekti. Fakat elinde çekle otele gelene kadar bütün bu işle ilgili şüpheler belirmeye başlamıştı zihninde. Neden hükümet binası yerine bir otelde buluşuyorlardı? Neden diğer yetkililerden bir haber almamıştı? Bu bir dolap, bir hile miydi? Lustig’in kulenin yıkımıyla ilgili ayrıntıları anlatmasını dinlerken tereddüt etti ve geri çekilmeyi düşündü.

Ama birdenbire müdürün ses tonunun değiştiğini fark etti.

Adam kule hakkında konuşmak yerine düşük maaşından, karısının kürk manto istediğinden, çok çalışıp takdir edilmemenin ne kadar üzücü olduğundan yakınıyordu. Bu üst düzey hükümet görevlisinin rüşvet isteği Mösyö P.’nin kafasına dank etti. Ama bunun üzerindeki etkisi öfke değil, rahatlama oldu. Artık Lustig’in gerçek olduğundan emindi çünkü Fransız bürokratlarla daha önceki karşılaşmalarında hep rüşvet istemişlerdi. Güveni tazelenen Mösyö Р., müdüre birkaç bin frank nakitle birlikte çeki verdi. Karşılık olarak etkileyici görünüşlü fatura dâhil olmak üzere ilgili belgeleri aldı. Elde edeceği kârın hayaliyle otelden çıktı.

Sonraki birkaç gün içinde hükümetten bir haber beklerken bir şeylerin yolunda olmadığının farkına vardı. Birkaç telefon görüşmesi genel müdür Lustig diye birinin ve Eyfel Kulesi’ni yıkmak gibi bir planın olmadığını gösterdi. 250.000 Frankın üzerinde parası dolandırılmıştı!

Mösyö P. polise hiç başvurmadı. Tarihin en gülünç dolandırıcılığının başına geldiğine dair tek bir sözcük ortalığa yayılırsa nasıl kötü ünleneceğini çok iyi biliyordu. Halkın gözündeki küçülmenin yanı sıra iş hayatı açısından intihar olurdu bu.

Olağanüstü dolandırıcı Kont Victor Lustig, Seine üzerindeki köprüyü, Balzac heykelini satmaya çalışsaydı kimse ona inanmazdı. Ama Eyfel kulesi çok büyüktü, dolandırıcılığın bir parçası olması olanaksızdı. Aslında o kadar olanaksızdı ki, Lustig altı ay sonra Paris’e dönüp Eyfel Kulesi’ni başka bir hurda satıcısına yeniden’ ve daha yüksek bir fiyata -bugünkü değeriyle 1.500.000 doların üzerinde bir rakama- satmayı başarmıştı!

Lustig, “Eyfel Kulesini hurdacıya satan adam” olarak tanınmasına karşın ayrıca para basma makinesi satışıyla da birçok insanı dolandırmıştır.

“Suçlunun beraat ettiği yerde yargıç hüküm giyer. ”

Anonim

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image21.jpeg


Her zaman yalnız olmayabilirler. Onları tanıyamamamızın, neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayamamamızın en temel nedenlerinden biridir belki de bu! Onlar ekip hâlinde çalışarak haftalar önceden sizi gözetlemeye başlamış ve hangi saatlerde nerede olduğunuzu, kimlerle buluştuğunuzu, kişiliğinizi, nelerden hoşlandığınızı, sosyal hayatınızı hatta en sevdiğiniz yemeği dahi öğrenmiş olabilir, dahası hangi durumlarda olumlu ve hangi şartlarda olumsuz tepkiler verdiğinizi bile araştırmalarına dâhil edebilirler. Bu yüzden karşınıza çıktıklarında kurban rolünde olduğunuza değil ihtimal vermek, onların gerçekten harikulade, muhteşem insanlar olduğunu düşünebilirsiniz.

Tüm zamanların en büyük hackerı olarak kabul edilen Kevin Mitnick ilk bilgisayar korsanlarındandır. Mitnick, FBI’ın “En çok arananlar” listesinde yer alan ilk hackerdır aynı zamanda. Fujitsu, Motorola, Nokia ve Sun Microsystems gibi şirketlerin bilgisayar ağlarına izinsiz girmiştir. Yıllarca F В Edan kaçmayı başaran Mitnick, milyonlarca doları banka hesaplarından boşaltmıştır. Birçok şirketin güvenlik zincirlerini bozarak güvenlik duvarlarını kırmıştır. Hapisteyken elektronik saate bile dokunması yasaklanmış olan Mitnick, NASA’nın uydularının yönünü bile (nedendir bilinmez) değiştirmeyi başarmıştır.

Kevin, fotografîk bir hafızaya sahipti. Gördüğü hemen her şeyi (şifreler, telefon numaraları, detaylar vs.) bir daha unutmamaca- sına hatırlayabiliyordu. Suç hayatı boyunca Kevin çoğu zaman bir ekiple birlikte çalışmıştır. Örneğin, suç kariyerindeki ilk zamanlarında telefon konferans sistemini işleten Roscoe ile tanıştı. Roscoe de en az Kevin kadar bilgiliydi. Roscoe daha sonra santral operatörü kız arkadaşı Susana da tüm bildiklerini öğretmişti. Daha sonra bu gruba Steven da dâhil oldu. O da bu konular hakkında bilgi sahibiydi. Dördü bir ekip hâline geldi ve birlikte çalışmaya başladılar. İçlerinde teknik olarak en iyi olan Kevin, grubu bir arada tutan ve liderlik yapansa Roscoe’du. Bu grup işlerine yarayabilecek hemen her türlü bilgiyi akla gelmeyecek yollarla topluyorlardı. Kişisel ve gizli bilgileri elde etme konusunda gitgide uzmanlaşıyorlardı. Sızmak istedikleri sistemdeki birini arayıp, onların bir şeylere kızmış üstleri gibi konuşup onlardan bilgi alıyorlardı. Bu işi bilime dönüştürmüşlerdi. Bir deftere çalışanların kişiliğine ait birçok bilgi giriyorlardı. Üstü kim, altında kimler çalışıyor, yardımcı olmaya çalışan birisi mi yoksa soğuk birisi mi, çaylak mı deneyimli mi hatta onların hobileri, çocuklarının adları vb. bile defterlerinde bulunuyordu. Sonunda onların her türlü zaafını bilerek bu bilgileri kurbanlarına karşı kullanıyorlardı ve onlardan istedikleri bilgileri rahatlıkla alıyorlardı. Herkesin kişiliğine, hayatına ve verebilecekleri tepkilere göre o kadar güzel plan program yapıyorlardı ki karşıdaki kişi bu önemli bilgileri gönül rahatlığıyla onlara veriyordu.

“Yanımızdaki insana güvenmek, insan doğasının bir parçasıdır, özellikle de talep sağduyulu olup olmadığımızı ölçüyorsa.

Aksi yönde düşünmemizi gerektirecek bir şey yoksa kurduğumuz herhangi bir iletişimde kandırılma olasılığımızın düşük olduğunu düşünmek, insan doğasının bir gereğidir. Riskleri tartarız sonra da çoğu zaman insanlara güvenmeyi tercih ederiz. Medeni insanların davranış biçimi budur... En azından daha önce hiç dolandırma, yönlendirme ve kandırma yoluyla büyük paralar kaptırmamış olan medeni insanlar için.

Çocukken anne-babamız bize yabancılara güvenmememizi öğretmişlerdi. Belki de bu eski nasihati bugünün dünyasında hepimiz hatırlamalıyız. ”

Kevin MITNICK

SHAUN GREENHALGH Dürüst Görünümlü “Sanatkâr”!

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image22.jpeg


Onlar sanatlarını icra etmekte ustadırlar!

İngiliz sahtekâr Shaun Greenhalgh, ‘dünya üzerindeki en değişik sanat eseri kalpazanı’ olarak bilinen, dünyanın en büyük kalpazanları listesine ilk ondan girmeyi başaran bir dolandırıcıdır. Kendisi, 1989 ve 2006 yılları arasındaki on yedi yıllık dönemde akıl almaz kalpazanlıklara imza atmıştır. Olayın satış kısmını yürüten erkek kardeşleri ve yaşlı ebeveynleriyle örgütleşerek başarılı bir şekilde sahte tarihi eserleri(çoğu kendi eseri olan) müzelere, müzayedelere ve özel alıcılara milyonlarca pounda satmıştır. Aile Scotland Yard tarafından ‘şüphesiz dünyadaki en farklı sahtekârlık grubu’ olarak tanımlanmıştır.

Shaun Greenhalgh, tüm hayatı boyunca ailesiyle Boltan Manchester’da yaşamıştır. Taklit ettiği ünlü ressam Gauguin’in resimlerini ve antik Mısır heykelciklerini Chicago Sanat Enstitüsüne ve British Museum’a orijinal diye milyonlarca dolara satmasıyla, asıl ününü kazanmıştır. Bütün eserlerini arka bahçesinde yapmıştır. En büyük eseri üç bin yıllık bir mısır prensesidir (Armana Princess). Sanat eserlerini yaparken çok çeşitli yöntemler kullanırdı. Örneğin; sayfaların eski ve orijinal görünmesi için onları çayın içine batırmak gibi...

Grubun içinde ‘Sanatkâr’ görevini üstlenen Shaun’ken bir yandan ailenin kalanı da kendi üstüne düşeni yapıyordu. Hepsinin farklı rolleri vardı. Bunu, ilginç bir aile dayanışması’ olarak tanımlamak mümkün! Shaun’un anne-babası George ve Olive, büyük ağabeyi küçük George para konusuyla ilgilenmek ve müşterilerle ilişki kurmak görevindeydiler. Baba George muhtemel alıcılarla yüz yüze buluşan öndeki kişiydi. Dürüst görünümü, yaşça olgunluğu ve tekerlekli sandalyesiyle alıcıların karşısına çıkar, onları her seferinde ikna etmeyi başarırdı. Bir keresinde, Bolton Müzesi’nin ilgisini yine Shaun’un yaptığı antik bir mısır heykelciği olan “Armana Princess” üzerine çekmek için onlara heykelciği bahçe süsü olarak kullanmayı düşündüğünü anlattı. George ve Olive olayın başkahramanlarındandı. Onlar müşterilerle konuşmakla kalmayıp aynı zamanda herkese bu eserlere nasıl sahip olduklarıyla ilgili çeşitli hikâyeler anlatıp insanları buna inandırmakla da yükümlüydüler. Onların bu inanılmaz ikna kabiliyetleri, bu eserlerin sahte oldukları anlaşıldığında bile, bir Eadred Reliquary ve L. S Lowru tablosu olan “The Meeting House’u satabilmelerini sağlamıştır.

Greenhalgh ailesi, yıllarca milyonları cebe indirdikten sonra sonunda, 2007 yılında yakalanmış ve Shaun Greenhalgh tutuklanıp 4 yıl 8 ay hapse mahkûm edilmiştir. On yedi yıl boyunca yüzlerce sahte sanat eserini milyon dolarlara satan bu ekip, yaptıklarıyla tüm dünyada şaşkınlık yaratmıştır.

“Dolandırılabilmesi bir insanın aptal olduğu anlamına gelmemelidir. ”

Büyük Oyun, David W. MAURER

GERD HEIDEMANN Hitler’in Sahte Günlüğünü Satan Adam

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image23.jpeg


25 Nisan 1983’te Almanların ünlü dergisi Stern, “Hitler’in Günlüğü Bulundu” kapağıylayayımlandığında, sadece Almanya’da değil, bütün dünyada büyük bir yankı uyandırmıştı. Alman Stern gazetesinden Gerd Heidemann adlı bir gazeteci, Hitler’in 1932- 1945 yılları arasında tuttuğu günlüklere ulaştığını söyledi. O güne kadar Hitler’e ilişkin pek çok belgeye ulaşılmış, pek çok araştırma yapılmış ve pek çok kitap yazılmış olsa da Hitler’in iç dünyasını gözler önüne serebilecek bu tür bir belgenin tarihin yorumlanı- şını değiştirebileceği açıktı. Günlüğün asıl sahibi Heidemann’ın söylediğine göre; Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya geçen ve “Fischer” kod isminden başka kimliğine ilişkin herhangi bir şey açıklanmayan bir Nazi sempatizanıydı. Batı’ya geçince Stern muhabiri Gerd Heidemann’ı aramış ve piyanonun içine gizleyerek Batı’ya kaçırdığı bu kıymetli hâzineden söz etmişti. İstediği ücret

  1. milyon Mark’tı ve Stern bu parayı ödemekte bir an bile tereddüt etmeyecekti.

Ancak günlük yayınlandıktan bir süre sonra dünyanın muhtelif köşelerindeki Hitler uzmanları seslerini yükseltecek ve bu işte bir tuhaflık olduğunu söyleyeceklerdi. Bunlardan en önemlisi ise İngiliz gizli servis belgelerinden yola çıkarak “Hitler’in Son Günleri” adlı bir kitap yayımlayan Hugh Trevor-Roper’di. Trevor- Roper, Hitler’in el yazılarını görmüştü. Bu nedenle günlüğe ilişkin değerlendirmeleri dört gözle bekleniyordu. “Evet” diyecekti Trevor-Roper, “yazı karakteri Hitler’in el yazısını andırıyor ama yine de bir tuhaflık var.”

Tuhaflık, iki yıl süren derin tartışmalardan, araştırmalardan ve soruşturmalardan sonra açıklığa kavuştu. Günlüklerin gerçek olmadığı, “Hitler’in Konuşmaları” adlı bir kitaptan geniş alıntılar içerdiği ve sözde günlüklerdeki maddi hatalar anlaşıldıktan sonra ortaya çıktı. Stern muhabiri Gerd Heidemann, bir kaligrafi uzmanı olan Konrad Kujau ile anlaşmış ve Hitler’in el yazısını taklit ettirmişti ve sonuçta günlüğü tonla paraya satmayı başarmışlardı. Foyalarının ortaya çıkmasının ardından her ikisi de sahtekârlıktan yargılandı. Kujau dört buçuk, Heidemann ise üç yıl hapse mahkûm edildi.

“Suç, insana ömrünün ilk yıllarında öğretilirse o insanın kişiliğine yerleşir kalır. ”

Anonim

GÜNEY ZOBU (RAKİ)

image24






Türk dolandırıcılık tarihinin en bilinen üçkâğıtçılarından biri olan ‘Raki’ lakaplı Güney Zobu’nun asıl hedefi yasa dışı işler çevirmeye çalışan saf vatandaşlardı! Bu nedenledir ki dolandırdığı birçok kişi, Güney Zobu’yu polise şikâyet edemiyordu. Ayrıca kurbanlarına keriz anlamına gelen ‘Kunduzi’ ismiyle hitap ederdi. Üçkâğıtlarını açtığı dönemde insanlar onu “Zenginden alıp fakire veren çağımızın Robin Hood’u” , “Suçun ilahı” ve “Dolandırıcılar kralı Raki” olarak tanımladı.

Babası Tümgeneral Şemsettin Zobu’ydu. İstanbul’un köklü ailelerinin birinden geliyordu. Bir doların dahi izinsiz cepte bulunmasının suç olduğu 1960-70’lerde kendine ilginç bir meslek edindi. Dönemin döviz karaborsacılarını ince zekâ ürünü yöntemlerle söğüşleyip “ekonomik mücahitlik” yapıyordu kendi deyimiyle.

Bazen Amerikan subayı oluyor, bazen saf Almancı, bazen de İngiliz mühendis. Kendine iş mekânı olarak üç büyük oteli seçiyordu: Park, Divan ve Hilton... Otel lobilerinde gözüne kestirdiği ve ‘bavul dolusu dövizi’ devretmeye çalışan bir karaborsacı, Raki’nir ağına düşüyor ve ‘az sonra getirmeye söz verdiği ‘bir bavul dolusu Türk parası’nı getir(e)meden sırra kadem basıyordu. Defalarca polise de düşüyordu ama her defasında ‘müşteki’ ortaya çık(a)madığı için serbest kalıyordu. Mükemmel İngilizce konuşan Güney Zobu, 6. Filo’nun İstanbul ziyareti sırasında bir iş çevirmek üzere Amerikan subayı kıyafetiyle Hilton Oteli’nde otururken dönemin başbakanı Süleyman Demirel otele gelmiş ve Güney Zobu Süleyman Demirel’le bir Amerikan subayı olarak sohbet etmişti. Tamı tamına yirmi yedi yıllık dolandırıcılık kariyeri, 1980’li yıllarda döviz ticaretinin önemini kaybetmesiyle beraber Raki’nin de dolandırıcılık kariyeri bu anlamda sona ermiş oldu. Ayrıca Boğaziçi Köprüsü’nü Sülün Osman gibi defalarca satmış olmasıyla da bilinmektedir.

Daha sonra su istasyonu işletmeye başlayan Güney Zobu yeni işiyle ilgili bir gazeteciye dert yanmıştır:

“Olmaz böyle şey kardeşim, bu kadarı olmaz. Çeşmeden suyu doldurup, bakkallara ucuza satıyorlar. Ekmeğimizle oynuyorlar. Halkın sağlığıyla oynuyorlar. Yetkililer de buna göz yumuyor. İstanbul’un boklu suyunu halka vicdansızca içiriyorlar. Ben kendi derdimden vazgeçtim. Lütfen birileri bu kötü gidişe son versin. Bu dolandırıcılara hadlerini bildirilsin!” 1

Profesyonel sahtekârlar aynı iyi bir aktör gibi kendilerini çok iyi kontrol ederler. İçten ve yürekten hisseden kişiyi oynayabilir, isteyerek gözyaşı dökebilir ve dokunaklı bir bakışı kullanabilirler ama bunları hissetmek zorunda değillerdir. Duyguyu diğerlerinin anlayacağı bir şekilde dışa vururlar.

Gerçeğin yansıtılması büyük bir aldatıcı güce sahiptir. Doğru üniforma, mükemmel aksan, uygun destekler vb. olursa sahtekârın foyası kolay kolay ortaya çıkmayabilir.

Bir kuzu asla çapulculuk etmez, bir kuzu asla aldatmaz, bir kuzu mükemmel biçimde uysaldır. Üzerinde kuzu postu olan bir tilki kolayca bir tavuk kümesine girebilir. Anlaşılacağı üzere, en iyi aldatmacalar insanların sahtekârın gerçek niyetini öğrenmesine engel olmak için sis perdesi gerektirir. “Duyguları göstermeyen bir dış görünüş”, sahtekârın niyetini rahat ve tanıdık olan şeyin altında gizleyen sis perdesidir çoğu kez.

Mal, mülk, para insanlar için elbette ki değerli ve önemlidir. Ancak para ve mal asla kendimizin veya sevdiklerimizin hayatlarından daha önemli olmamıştır ve olamaz. Kendimiz ve sevdiklerimiz hiçbir şeyle mukayese edilemez ve her şeyden önemlidir. “Cana gelen mala gelsin” deriz her zaman. Bu durumda, bir sahtekârın paramız yerine canımıza kastı olabileceği olasılığını aklımızın ucundan bile geçirmek istemeyiz. Bu, son derece rahatsız edicidir. Ancak maalesef ki bir sahtekârın istediği ve hedeflediği her zaman para olmayabilir. Hedef bazen çalmak değil, yok etmektir ve acı vermektir. Kendi canımız ya da sevdiklerimizin hayatlarının bir sahtekâr tarafından hiçbir neden olmaksızın alınabilmesi ve acımasızca öldürülme ihtimalini düşünmek bile tüyler ürperticidir. Ne var ki yıllar içinde kendini iyice göstermeye başlayan ve son zamanlarda Türkiye’de de sayıları günden güne artan, nedensiz yere, acımasızca öldüren sahtekârların varlığı ve bunların aramızda olabileceği bir gerçektir. Bu psikopatlar literatüre “seri katil” olarak geçmişlerdir ve sayıları azımsanamayacak kadar fazladır. Peki, “Bu insanlar kimdir?”, “Bir insan niçin seri katil olur?”, “Bir insanı öldürmeye iten şey nedir?” Sıradaki bölümde incelenecek olan “seri katiller”, yaptıkları sadist eylemlerle şaşırtmakla kalmayacak aynı zamanda büyük bir soğukkanlılıkla işledikleri, insanın kanını donduran korkunç cinayetlerle akla kazınacak nitelikte. Bir sahtekârın en korkunç ve en tehlikeli olanı şüphesiz ki bu kılıkta ortaya çıkar. Rastgele adam öldüren cani bir psikopat, kendi sadist benliğini saklayabilme yetisine sahipse sonuçları insanlık adına katlanılamayacak kadar trajiktir.

SERİ KATİLLER

Duygusuzca işkence yapanlar, hiç acımadan hayatları yok edenler...

Bu bölümde bahsedeceğimiz seri katiller, bu kitapta anlatılan en

DOLANDIRICILAR

Kişi diliyle çok kolay yalan söyler. Ancak bir insanın bedeniyle yalan söylemesi herkesin rahatlıkla yapabileceği bir şey değildir. Yalan söyleyen çoğu insan bir süre sonra göz teması kurmaktan kaçınmaya başlar. Ses tonu, kullandığı mimikler ve her zamanki doğal tutumu neredeyse tamamen değişir.

Ne var ki mesleğinden ya da düşük ahlak anlayışından dolayı yalanı bir yaşam biçimine dönüştüren kişiler, yalanın neredeyse hiçbir belirtisini göstermeyebilirler. Onlar gerçek sahtekârlardır ve bir sahtekârın en büyük sermayesi yalandır. Bir insan hem yalan söyleme yetisine sahip hem de bunu hiçbir sınır gözetmeksizin kullanabilecek kadar ahlaktan yoksunsa onun gerçek bir sahtekâr ve potansiyel bir suçlu olduğu söylenebilir.

Bu kısımda işlenecek konu, malımıza ve paramıza kastı olan sahtekârlardır. Yani dolandırıcılar... Burada anlatılan tüm olaylar, tamamen gerçeklere dayanmaktadır. Muhtemelen aşina olduğunuz bu akıl almaz hadiseler, yapboz parçaları gibi bir araya getirilmiş ve böylece ortaya bu enteresan tablo çıkmıştır.

Hepimiz bir dolandırıcılık hikâyesi okumuşuzdur. Ancak tüm bunları detaylarıyla beraber tek bir karede görme fırsatımız çok olmadı. Burada örnekleriyle ve detaylarıyla birçok dolandırıcılık yöntemi ele alınacak ve dolandırıcının bütün özellikleri birer birer incelenecektir.

Şimdi bu insanların masum maskeleriyle binlerce hatta belki de yüz binlerce insanı nasıl kandırdıklarını hep birlikte görelim... 

Sonraları görüşülen bir öğretmeni onun için şöyle diyecekti: “Akıllıydı ama okulu hiç sevmiyordu. Derslere hiç çalışmıyordu. İstese atom mühendisi bile olabilirdi.”

Ancak Ricardo tüm zamanını Mike’la geçirmeyi yeğledi. Henüz büyüme çağındaydı ama Mike’ın etkisiyle resmen her türlü uyuşturucunun bağımlısı olmuştu. Tecavüz, hırsızlık, insanları öldürmek ve parçalamak, uyuşturucu... Bunların hepsi onun hayatının odağı oluvermişti.

Yıllarca Vietnam’da savaşmış olan Mike sadist eylemlerini Ricardo’ya anlata anlata bitiremiyor, Ricardo gittikçe kan dökmeye ve adam öldürmeye ihtiyaç duyan biri hâline geliyordu. Her şey bunlarla da bitmemişti. Mike, bir gün karısına kızmış ve Ricardo’ya onu öldüreceğini söylemişti. Hemen ardından gerçekten de dediğini yaptı. Ricardo’yu da yanma aldı ve onun gözlerinin önünde karısını öldürdü. Ricardo’nun bu cinayeti çok yakından izlediği hatta kanın yüzüne sıçradığı söylenir.

Aynı dönemlerde Ricardo’nun annesi onu zorla İncil derslerine göndermeye çalışmıştı. Ricardo da bu derslere gitmişti. Ancak oraya İsa’yı ve Katolik inancını öğrenmek için gitmiyordu, kütüphanede araştırmalar yapıyor aksine şeytanı ve cennetten kovulan melekleri inceliyordu. Bunları kendine çok daha yakın görmeye başlamıştı. Okulla alakasını da dokuzuncu sınıfta kesmiş ve okulu bırakmıştı. O sıralar, ufak tefek hırsızlıklara da başlamıştı. Bir süre sonra ise işi iyice ilerletip evlere girmeye başladı. Hatta birkaç kere yakayı ele vermiş ancak yaşı küçük olduğu için her seferinde ufak cezalarla kurtulmayı başarmıştı. Aldığı cezalar yüzünden ya kısa süre ıslahevinde kalıyor ya da sosyal hizmetlerde gönüllü olarak çalışıyordu.

Biraz daha büyüdüğünde ise ismini Ricardo’dan daha Ameri- kanvari bir isim olan Richard’a çevirtti. On sekiz yaşma geldiğinde en ağır uyuşturucuların bağımlısı olmuş ve daha o zamandan oto hırsızlığından, gaspa, haneye tecavüze kadar birçok suç işlemişti. Aynı zamanda şeytan ve onun insanlarda uyandırdığı izlenim, onun satanist kişiliğinin oturmasında etkili oldu. On sekiz yaşını doldurduktan sonra uyuşturucu yüzünden ardı ardına üç kez polise yakalandı. O dönemde zaten uyuşturucu ve hırsızlık suçundan birçok kez tutuklanmış olan Ramirez, sonrasında Los Angeles’a taşınmaya karar verdi. Ramirez, Los Angeles’a yerleştikten kısa süre sonra ilk cinayetini işledi ve iki yıl sürecek dehşet de böylece başlamış oldu.

DR. HAROLD SHIPMAN

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image26.jpeg


Dr. Harold Shipman, saygı duyulan, başarılı bir hekimdi. Evliydi ve kendisini çok seven eşiyle mutlu bir evliliği vardı. Çocukları çok iyi yetiştirilmişti. Shipman, iyi bir aile erkeği portresi çiziyordu. Bir açıdan bakıldığında o, gerçekten de karısına ve çocuklarına sahip çıkan harika bir adamdı. Çevresindekilere göre, alanına hâkim, hastalarının sıhhati için elinden gelen her şeyi yapabilen tecrübeli bir doktordu.

Shipman’ın hastaları için yıllar boyu çok emek sarf ettiği yadsınamaz bir gerçek. Ancak yaşamaları için değil... Yirmi dört yıllık doktorluk hayatı boyunca bu şirinlik muskası, sözde güvenilir doktor, suç tarihinde en fazla sayıda cinayet işleyen seri katil olarak (215’in üzerinde ölüm, kesin sayı hâlâ tam olarak bilinememekte) kırılması çok zor bir rekor* imza atmıştır. Tarihinin en büyük seri katillerinden biridir.

Kurbanlarının çoğu sağlık durumları pek de iyi olmayan yaşlı kadınlar olsa da şüpheli ölümler arasında sağlıklı yetişkinler ve çocuklar da bulunmaktadır. Cinayetlerinin ne zaman başladığı tam olarak bilinememekle beraber, ilk işe başladığı yer olan Pon- tefract Devler Hastanesi’nde içlerinde dört yaşında bir kız çocuğu da dâhil toplamda on hastayı öldürdüğü tahmin ediliyor. Bu hastanede stajyer olarak çalışan Shipman‘ın dur durak bilmez cinayetlerine burada başladığı düşünülmektedir.

Daha sonrasında Pontefract Devlet Hastanesi’nde stajını tamamlayan Shipman tıp fakültesinden mezun oldu. Yorkshire’e yakın bir kasaba olan Todmorden kasabasında çalışmaya başladı ve burada çok geçmeden kendini gösterdi. Hastanenin en önemli doktorlarından biriydi ve fakülteden yeni mezun olduğu için tüm yeni yöntemlerden haberdardı. Diğer doktorları o yönlendiriyor ve onlara bildiklerini öğretiyordu. Herkes tarafından seviliyor ve saygı görüyordu. Tek olumsuz yanı altındaki stajyerleri hor görmesi, onlara aptal muamelesi yapması ve kendini herkesten üstün saymasıydı. Kendinden üstün biriyle karşı karşıya gelirse buna dayanamaz, bir şekilde ayağını kaydırmanın bir yolunu bulurdu. O kendine göre en iyi, en zeki ve en mükemmeldi. Kimse, hiç kimse onunla yarışamazdı.

Bu düzgün gidişat, 1975’te değişti. Shipman’ın pethidine yani morfine benzeyen bir uyuşturucu kullandığı fark edildi. Ve pra- tisyenlikten kovuldu. Son çareyi tedavi olmakta bulan Shipman bir kliniğe yattı. Ancak başı beladan kurtulmayacaktı. 1976’da reçetede sahtecilik yapmaktan yargı önüne çıkarıldı ve 600 sterlin para cezasına çarptırıldı. Ancak “İngiliz Genel Sağlık Konseyi” tarafından kovulmadı. Tüm bu sorunların ardından Shipman, Durham’da yerel sağlık merkezinde iş buldu. Birkaç ay sonra ise Manchester’da bir tıp merkezi tarafından işe kabul edildi.

Tekrar eski hâline dönmüştü: Kibirli, kendini beğenmiş, küstah ve herkesi kendinden aşağı gören ancak işinde başarılı, güvenilir, çalışkan ve tecrübeli bir doktor... Bir süre sonra yaşlı hastalara ev ziyaretlerine başlayacak ve hasta ölümlerinin sayısı birden tavan yapacaktı. 1992’ye kadar burada çalıştığı süre içerisinde Shipman’ın hastalarının çoğu garip bir biçimde ölmüştür. Ancak çoğu yaşlı insanlar olduğundan ve Shipman ölüm sebebiyle ilgili ikna edici bir üslupla hasta yakınlarını bilgilendirdiğinden bu ilginç ölümlerin hepsi göz ardı edilmiştir.

Shipman bir süre sonra hastaneden ayrılarak tıp merkezini açtı. Shipman’la ilgili ilk şüpheler de burada uyandı. Shipman’ın hastaları anormal bir hızla ölüyordu. Bundan rahatsız olan ilk kişi, bölgede çalışan ve ölüleri gömmekle görevli olan Alan Massey’di. Shipman m tıp merkezinden her gün o kadar çok ceset geliyordu ki Massey durumdan şüphelenmişti. Tek gariplik bu da değildi üstelik. Gelen tüm cesetler birbirine benziyordu. Hepsi giyinikti ve kişi en son bulunduğu yerde ölmüş gibi görünüyordu. Massey, en sonunda Dr. Shipman’ı sorgulamaya kalktıysa da doktor onu bir terslik olmadığı konusunda ikna etmeyi başardı. Massey, kendinden emin tavırlarla olayı izah eden Shipman’a güvenmiş ve rahatlamıştı.

Gerçek sonunda seksen bir yaşındaki Kathlees Grundy nin ölümüyle ortaya çıkacaktı. 24 Haziran 1998 sabahında evinde ölü bulunduğunda Dr. Harold Shipman Grundy’nin raporuna ölüm sebebinin ‘yaşlılık’ olduğunu yazdı. Kadının kızı durumdan şüphelenmiş ve işin peşine düşmüştü. Annesi vasiyetine göre tüm servetini Dr. Shipman’a bırakmıştı. Ancak annesinin tüm mal varlığını haklı olarak doktoruna bırakmasını pek de akla yatkın bulmayan kızı, bu durumdan şüphelenmişti. Polise olayı tüm detayıyla anlattı ve onları şüpheleri konusunda ikna etmeyi başardı. Dedektif Bernard Postles kızın annesinin vasiyetini gördüğü an sahte olduğunu anladı. Vasiyetin sahte olduğunun ortaya çıkmasından kısa süre sonra Kathless Grundy mezarından çıkarılacak ve vücuduna aşırı doz morfin enjekte edildiği, kadının aslında bu sebeple öldüğü anlaşılacaktı. Bu olay, Dr. Shipman’ın benzer şekilde ölen hasta yakınlarının polisle irtibata geçmesine neden oldu. Olay daha iyi incelendiğinde ise acı gerçek ortaya çıktı. Shipman, yıllarca gittiği her hastanede ve çalıştığı her kurumda -çoğunlukla hastalarına morfin vererek- en az 215 kişiyi öldürmüştü.

Shipman yani takma adıyla ‘Doktor Ölüm’, nihayet yargı önüne çıkarıldı. 31 Ocak 2000’de jüri onu suçlu buldu ve sonunda Dr. Harold Shipman ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Shipman, 13 Ocak 2004’te sabah saat altıda Wakefield hapishanesinde kendini asarak intihar etmiştir.

Shipman’ın bakımı altında olan hastalara ilişkin soruşturma hâlen daha devam etmektedir. Öldürdüğü hasta sayısının iki yüzü aşkın olduğu biliniyor. Ancak gerçek sayının kaç olduğu hâlâ anlaşılamamıştır...

Harold Frederick Shipman, 14 Haziran 1946’daNottingham’da doğdu. İşçi sınıfına mensup bir ailenin üç çocuğundan biriydi. Kendisinden yedi yaş büyük bir kız kardeşi ve dört yaş küçük bir erkek kardeşi vardı. Herkes ona Fred diyordu. Ailesi işçi sınıfına mensuptu. Orta halli, normal gelirli bir aile olmalarına karşın Fred’in annesi Vera kendini ve ailesini hep diğerlerinden üstün ve özel görürdü. Annesinin en gözde çocuğu Fred’di. Fred’i diğer çocuklarından daha fazla önemser ve onu herkesten ayrı tutardı.

Annesi ona hep “en iyi”, “en mükemmel”, “en özel” ve “herkesten farklı” olduğunu söyler ve onun herkesten daha üstün olduğunu küçük Fred’e aşılardı. Fred’e hep inanılmaz bir zekâya sahip olduğunu söylerdi. Üstünlük saplantısı nedeniyle, annesi Fred’in hangi çocuklarla oynayıp oynayamayacağına bile karar veriyordu. Diğer tüm çocukları hor görüyor, Fred’in üstünlüğünü ispatlamak istercesine ona asla sıradan kıyafetler giydirmiyor, kravat takması için ısrar ediyordu.

Fred, ilkokulda çok başarılı oldu. High Pavement Grammar okuluna kabul edildi ancak burada bir yıldız olamadı. İyi notlar almasına karşın mükemmel değildi. Yine de çok çalışıyordu ve bu yoğun temponun meyvelerini az çok topluyordu. Fred, kendini herkesten üstün görürdü ve bu düşünceye beslediği inanç onun arkadaşsız kalmasına sebep oldu. Yine de diğer -yani ondan aşağıda olan insanlar- çok da umurunda olmadı. Onun belki de dünyada tek değer verdiği ve içtenlikle sevdiği insan annesiydi. Annesiyle karşılıklı bir fincan çay içmek ve sohbet etmek için can atardı. Sonraları bu sahneyi kurbanları olan yaşlı kadınlarla defalarca tekrarlayacaktı.

Bir zaman sonra annesi akciğer kanserine yakalandı. Fred, bu acıyı ve şoku ömür boyu atlatamayacaktı. Annesi Vera çok büyük acılar çekti. Ağrısı dinsin diye annesine durmadan morfin enjek- te ediliyordu. Ancak bu Vera’nın gün geçtikçe zayıflamasına en nihayetinde de bir deri bir kemik kalmasına neden oldu. Zavallı Vera acılar içinde kıvranırken Fred, tüm bu olanları çok büyük bir çaresizlik ve şaşkınlıkla izliyordu. Bir tanecik annesi gözlerinin önünde acılar içinde kıvranarak ölüyordu. 21 Haziran 1963’te Vera hayata gözlerini yumdu. Bu olay, on yedi yaşındaki Fred’in içindeki bütün duyguları da beraberinde alıp götürmüştü. İnsan hayatının Fred için hiçbir değeri kalmadı ve diğer tüm insanlara karşı hiçbir şey hissedemez hâle geldi.

Shipman, daha sonra Leeds Üniversitesi tıp fakültesine kabul edildi. Kendi hâlinde biri olmasına karşın onu tanıyanlar Shipman’ın insanları hor ve aşağı gördüğünü söylerdi. O zamana kadar kimse onun bir sevgilisi olduğunu görmemişti. Kızları umursamadığı söylenirdi. Ancak sonunda bir kızla tanıştı.

Shipman on dokuz, sevgilisi Primrose on altı yaşındaydı. Primrose’un tüm hayatını ve arkadaşlarını kontrol eden baskıcı bir annesi vardı. Kız, Shipman’ın hayatına girmesine çok seviniyordu. Kısa zamanda ona âşık olmuştu. On yedi yaşındaki Primrose birkaç aylık hamileyken evlendiler. Daha sonra çiftin tam dört çocuğu oldu.

Shipman tıp fakültesinde çok da büyük başarılar göstermediği ve bazı ders notları gereğinden fazla düşük olduğu hâlde üstünlük kompleksi hep devam etti. Ona göre, o her şeyi yapma hakkına sahipti; çünkü o, en zeki, en iyi olandı. Bu ideolojisinden hiçbir zaman vazgeçmeyecekti. Daha sonrasında Poııtefact Devlet Hastanesi’nde işe kabul edildi ve muhtemelen cinayet kariyeri de aynı anda başlamış oldu.

Shipman diğer seri katillerden bazı yönleriyle ayrılır, işlediği cinayetlerin cinsel bir açlıktan kaynaklandığı söylenemez üstelik hiçbir şekilde şiddet, kan ve sadizm gibi belirtiler de yoktur. Tüm kurbanları huzur içinde, acısız ve doktorlarının kendilerini iyileştireceğine inanarak, ona tamamıyla güvenerek ölmüştür. Seri katiller, kurbanları üzerinde güç gösterisi yapıp kendilerini işkencelerle, tecavüzlerle ve kan gibi etkenlerle tatmin ederken Shipman’ın kurbanları kendilerine ne yapıldığını dahi anlayamadan gayet huzurlu bir biçimde hayata gözlerini kapamıştır.

Shipman’ın neden öldürdüğüyle ilgili birçok teori ileri sürülmüştür. Bazı psikiyatrlar, onun kendini diğerlerinden üstün görme saplantısı dolayısıyla kendisini tatmin etmek istediğini söylerken bazıları annesinin ölüm sahnesini tekrar yaratmak için öldürdüğünü söyler. Bu konuyla ilgili sayısız teori ortaya atılmıştır. Ancak gerçek şu ki Shipman’ın onca insanı neden öldürdüğü kendisiyle mezara giden bir sır olarak kalmıştır.

EDMUND KEMPER

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image27.jpeg


“Kendisine sorulan soru: Sokakta yürüyen güzel bir kız görsen ne düşünürsün?

Cevabı: Bir yanım ‘onunla konuşmak buluşmak isterim der Diğer yanım ise ‘Kafasını bir sopaya geçirsem nasıl görüneceğini merak ediyorum’der. ”

Ed Kemper, büyük annesi ve büyük babasıyla yaşıyordu. Bir gün büyük annesini öldürmenin nasıl bir duygu olacağını merak etti ve onu vurdu. Hemen ardından da eve henüz dönmüş olan büyük babasına usulca yaklaşarak tetiği çekti. İkisi de Kemper onları vurur vurmaz ölmüştü. Ardından annesine telefon etti ve babaannesiyle dedesini vurduğunu söyledi. Yarım saat içinde ev polislerle dolmuştu. İşlediği suç çok ciddiydi ancak henüz reşit olmadığından on altı yaşındaki Kemper hapse giremezdi ve mahkeme birkaç psikiyatrisin Kemper’la mülakatından sonra onun bir akıl hastanesine yatırılmasına karar verdi.

Akıl hastanesinde bir dizi testten geçen Kemper, yaptığının kötü bir şey oluğunu ve bundan dolayı büyük bir pişmanlık duyduğunu söylüyordu. Ancak bu tamamıyla yalandı. Aslında Kemper, yaptığının gayet doğru olduğunu düşünüyor ve hiçbir suçluluk duygusu ya da pişmanlık hissetmiyordu. Yine de doktorlar üzerinde oldukça iyi bir izlenim bıraktı ve altı yıl sonra, yirmi bir yaşında ıslah olduğu gerekçesiyle hastaneden ayrıldı. Bu zaman diliminde fiziksel olarak çok değişmişti. Boyu 2.05, kilosu ise 150’ydi. Ancak Kemper aslında psikolojik olarak hiçbir iyileşme belirtisi göstermemişti. Özünde nekrofili (ölülerle ilişkiye girme, ölü sevicilik) fantezileriyle dolu sadist bir psikopattı.

Kemper, hastaneden salıverildiğinde annesiyle sık sık görüşüyordu. Ancak annesi ve Kemper sürekli tartışıyorlar ve hiçbir şekilde anlaşamıyorlardı. Diğer zamanlarda ise Kemper genellikle polis ve şerif yardımcılarının boş zamanlarında uğrak yeri olan ‘Jury Room’ adlı bir barda takılıyordu. Samimi tavırları ve hoşsohbet olması onun kısa zamanda polisler ve diğer emniyet mensupları tarafından sevilmesini sağlamıştı. Kemper da onların sohbetlerini büyük bir keyifle dinliyordu. Herkes ona iri ve sempatik görünümünden dolayı, “Koca Ed” diyordu.

Polisler ve diğerlerinin bu iri yapılı, sempatik Ed’in gerçekte bir seri katil olduğundan haberi yoktu tabii. Hastaneden ayrıldıktan yaklaşık iki yıl sonra Kemper uzun bir aradan sonra ilk cinayetini işledi. 7 Mayıs 1972’de otostop çeken iki kızı arabasına aldı. Kızlar bir şeyden şüphelenmemiş ve arabasına binmişlerdi. Ancak kısa süre sonra Kemper 9 mm’lik tabancasını çıkararak Mary Anne ve Anito Luchasi’yi rehin aldı. Mary Anne’yi kelepçeledi ve Anito Luchasi’yi bagaja kilitledi. Tekrar Mary Ann’in yanına dönen Kemper onu boğmaya çalıştı ancak beceremeyince çileden çıkıp kızı bıçaklamaya başladı. Boğazını kestikten sonra Mary Ann’in öldüğü konusunda hiçbir tereddütü kalmayan Kemper, daha sonra aynı sadistliği Anito Luchasi’ye de yaptı. İşi bittiğinde iki kız da defalarca bıçaklanmış ve en nihayetinde ölmüştü.

İki kızın cesetlerini bagaja koyup etrafta bir süre ne yapacağını bilemez hâlde dolaştı. Sonra da cesetleri eve götürmeye karar verdi. Uzun süre onları nasıl ortadan kaldırabileceğini düşündü ve sonunda en mantıklı çözümün cesetleri parçalamak olduğuna karar verdi. İkisinin de parçalarını naylon torbalara koydu ve boş bir araziye götürüp birbirlerinden uzak yerlere gömdü. Kafalarını ise bir süre evde sakladıysa da daha sonra bir dereye attı.

Marry Ann’in kafası bir süre sonra polis tarafından bulundu ve kimliği teşhis edildi. Fakat ellerinde ipucu olmadığından polis, hiçbir şey yapamadı. O an bunun bir seri katilin işi olduğunun bilinmesine imkân yoktu.

15 Eylül 1972’de ise başka bir otostopçu kızı kaçırdı. Ona da tecavüz etti ve ardından kızı boğarak öldürdü. Cesedi üzerindeki sapıklıkları bittikten sonra onu da parçalayıp ıssız bir yere attı. Başını ise arabasının bagajına koydu. Aynı korkunç olay, hepsi de otostop yapan üç kızın daha başına gelecekti. Kemper kendisini geçindirmeye yetecek parası olmadığından annesinin yanma yerleşecek ve diğer üç kurbanını da onun evine getirip parçalayacaktı.

Annesinin Kemper’in işlediği cinayetlerden ve evine girip çıkan cesetlerden asla haberi olmadı. Kemper ve annesi sürekli tartışıyor ve hiçbir şekilde anlaşamıyorlardı. Hatta Kemper bir cinayetini annesiyle tartıştıktan hemen sonra büyük bir hışımla işlemişti.

Yetkililer tüm bu cinayetlerin ardından etrafta serbest dolaşan bir seri katilin olduğunu anlamıştı. Ancak asla yerel polis teşkilatından birçok arkadaş edinen Kemper’dan şüphelenmediler.

O dönemde Kemper annesiyle yine sık sık tartışıyor ve kavga ediyordu. Annesine daha fazla tahammül edemeyen Kemper, onu öldürmeye karar verdi. Sabaha karşı derin uykuda olan annesinin yanma girdi ve daha kadın sesini bile çıkaramadan onu çekiç ve bıçak kullanarak öldürdü. Ardından sadece annesinin öldüğünü gören polis ondan şüphelenir diye annesinin yakın arkadaşlarından biri olan Sara Hallet’i eve sürpriz bir yemek bahanesiyle davet etti. Hiçbir şeyden şüphelenmeyen kadın eve gitti. Sara eve geldiği an Kemper, onu boğarak öldürdü. Sabah olduğunda ise her şeyi olduğu gibi bırakarak evden ayrıldı.

Sara’nın arabasını aldı. On sekiz saat boyunca arabayı neredeyse hiç durmadan Colorado’ya kadar sürdü. Ancak Colorado eyaletinin Pueblo kasabasında bir anda durdu ve bir telefon kulübesine giderek polis merkezine telefon açtı. Tanıdığı polislerden birini telefona istedi ve yaptığı her şeyi bir anda itiraf etti. Ardından gözaltına alındı ve işlediği sekiz cinayeti en ufak ayrıntısına kadar anlattı. Yetkilileri cinayetleri işlediği yere götürdü ve cesetleri attığı yerleri gösterdi.

Mahkeme günü geldiğinde Kemper’ın her şeyi uzun uzadıya ve en ufak detayına kadar anlatmasından dolayı avukatının ‘delilikten başka savunma stratejisi kalmamıştı. Ancak deli olmadığı kısa sürede açıklandı. Tüm bu yaptıklarından sonra ona nasıl bir cezayı hak ettiği sorulduğunda Kemper, “İşkenceyle öldürülmek” cevabını verdi. Mahkeme ise Kemper’a ömür boyu hapis cezası verdi.

Kemper, hapishanede geçirdiği yıllar boyunca serbest bırakılmak için hiçbir başvuru yapmadı ve 1973 yılından beri hâlâ cezasını çekmekte.

Edmund Kemper, Aralık 1984’te California Burbank’ta doğdu. Birçok seri katil gibi Edmund’ın da çocukluğu mutsuz anne-baba ilişkisi içinde geçti. Annesi ve babası asla anlaşamıyordu. Evde hep kavga, tartışma ve huzursuzluk hâkimdi. Edmund dokuz yaşındayken anne ve babası ayrılmış aradan dört yıl geçtikten sonra ise boşanmışlardı. Edmund annesi ve kız kardeşleriyle birlikte yaşamaya başladı. Annesi Clarnell sert bir kadındı ve sözünün her zaman kayıtsız şartsız dinlenmesini istiyordu. Kızlarıyla bir olup Edmund’u durmadan aşağılar ve ona çok kötü davranırdı. Edmund’a durmadan onun ‘işe yaramaz’ , ‘gereksiz’ biri olduğunu söyler ve onu evin bodrumuna kilitlerdi. Edmund, hiçbir şey yapamaz, bir kenara büzüşürdü. Küçük yaşta en büyük zevki hayvanlara, özellikle de kedilere işkence yapmak olmuştu. Bunlarla vakit geçiriyor ve gittikçe tuhaflaşıyordu. Annesi birkaç kez daha evlenmiş lâkin bu Edmund’ın yaşamını daha da zorlaştırmıştı. Çocuğun boyunun uzaması ve bedeninin gelişmeye başlaması bile annesine büyük bir sorun gibi geliyordu. Annesi ona karşı hiçbir zaman anlayış göstermiyordu ve tüm bu aşağılanmalar, bu kötü yaşam artık Edmund’u canından bezdirmişti.

Bir süre sonra diğer çocuklarla iletişim kuramaz hâle geldi. Diğer çocukların onu aşağılayacaklarını, küçük düşüreceklerini düşünüyordu ve onların kendisini alaya almasından, incitmesinden, taciz etmelerinden ölesiye korkuyordu. Bu korkularını bir türlü üzerinden atamadığından neredeyse hiç arkadaşı olmuyordu. Anne-babasının boşanmasını kaldıramamıştı ve bu yüzden hâlen daha çok üzülüyor ama derdini kimseye anlatamıyordu. Onun tek eğlencesi hayvanlara eziyet etmekti. Tüm hırsını hayvanlardan çıkarıyor, onlara her türlü akıl almaz işkenceyi yapıyordu.

Edmund 1963 yazında evden kaçtı ve babasını bulmak umuduyla California’ya gitti. Buldu da. Ama babası evlenmişti ve kendine yeni bir yuva kurmuştu. Edmund’un bir süre yanında kalmasına izin verse de daha sonra çocuğun verdiği rahatsızlıktan dolayı onun büyük annesi ve büyük babasının yanında kalmasının daha doğru olacağını düşünerek Edmund’u onların yanma bıraktı.

Edmund şehir hayatını özlese ve küçük yerleri sevmese bile babaannesi ve dedesinin çiftliğinde yaşamak zorundaydı. Çevresinde ve okulunda sessiz, sakin, utangaç biri olarak biliniyordu. Hiçbir olaya karıştığı görülmemişti ve notlan da ortalamanın altında değildi. Çiftlikteki boş zamanlarının neredeyse tamamında avlanıyor ve hayvanları öldürüyordu. Öldürdüğü hayvanların çoğunun aslında avlanması yasaktı ancak Edmund, bu kuralı umursamıyordu. Sanki tüm hıncını hayvanlardan çıkarıyor gibiydi.

Bir ara iki haftalığına annesi ve kardeşlerinin yanına gitti. Bu gidiş, Edmund’a hiç iyi gelmemişti. Döndüğünde daha da tuhaf- laşmıştı ve yüzünde hep gergin bir ifade vardı. Ayrıca çok asabileşmişti de. Bu kısa ziyaretten sonra içindeki öfkeyi artık gizle- yemez hâle gelmişti ki zaten çok kısa bir zaman sonra olan oldu. Edmund eline aldığı tüfekle babaannesini ve dedesini vurdu. Daha sonra, ‘dedesini aslında vurmak istemediğini ancak babaannesinin acısına dayanmasının zor olabileceğini düşünerek’ onu vurduğu söyleyecekti.

Edmund hastaneye yatırıldığında, IQ’su ölçülmüş ve sonuç: 136 çıkmıştı. Yani Edmund gerçekten de çok zeki bir çocuktu. Oradan erkenden çıkabilmek için psikologlar hatta onların asistanlarıyla bile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Nitekim başarılı oldu da. Hiçbir Doktor Edmund’un içinde gizlediği büyük öfkenin farkına varamamıştı. Ve Edmund kısa sürede hastaneden elini kolunu sallayarak çıktı.

İçindeki öfkeyi ve şiddet arzusunu nasıl gidereceğini düşünmüştü ve hastanedeyken polis olmaya karar vermişti. Hastaneden çıktıktan sonra yaptığı ilk şey polis olmak için başvuru yapmak oldu. Lâkin boyunun gereğinden fazla uzun olması dolayısıyla polis olamayacağını öğrendi ve bu onu bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Kendisini polis gibi hissetmek için motosiklet aldı ve polislerin boş zamanlarını geçirdiği mekânlarda vakit geçirmeye başladı. Bu onun kendini polis gibi hissetmesini sağlıyordu. Daha sonrasındaysa içindeki öfke ve yoğun nefret hisleri yine kabarmaya başladı. Bu sefer kendini tutmayacak ve annesi de içlerinde olmak üzere sekiz kadını hiç acımadan öldürecekti.

AILEEN WUORNOS

D:\0 wd yedek\5 site dosyaları\aa yazılar\07-05-10 sunulan yazılar 2\17 .cilt yazılar\AppData\Local\Temp\FineReader11\media\image28.jpeg


“Onların paralarını çaldım, onları öldürdüm ve yine yapacağım. Başka birini öldüreceğimi biliyorum çünkü uzun süre insanlardan nefret ettim. "

Aileen WUORNOS

Kadın seri katil’in olup olmadığı her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da seri katilin tanımını, ‘işlediği her cinayet arasında kısa veya uzun süreli durulma dönemi olan, üç ya da daha fazla

 “Selam Necdet Bey;

Her şeyden önce çalışmalarınızda başarılar diler, yaptığınız yardımlardan dolayı size çok teşekkür ederim.

Ben doğuştan sol ayağından sakat olan bir insanım. Ancak bunun hayatımı etkilemesine hiçbir zaman izin vermemeye çalıştım. Hayatım boyunca ellerimle çalışarak aileme, çocuklarıma ve anneme baktım. Ancak bu kader dediğin olay başıma gelip de cezaevine girdikten sonra dışarıda kalan eşim, çocuklarım ve annem mağdur oldu. Özellikle üniversiteye hazırlanan kızım, ben cezaevine girdikten sonra maddi imkânsızlıktan üniversite sınavına dahi giremedi. Bu anlattıklarımdan da anlayacağınız üzere kendim için herhangi bir talebim yok. İmkânlarınız dâhilinde dışarıda kalan aileme yardım etmenizi en büyük hürmetlerimle talep ediyorum.

Hayırlı çalışmalar diliyorum...

İsmail D.

“Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarına bile getirmezler. ”

Samuel JHONSON

Gözlerimizi açalım. Ve artık kulak kesilelim yanı başımızdaki seslere. Bir çöküşü bir umuda, bir umudu ise yaşanılası bir hayata çevirmek sadece ve sadece bizim ellerimizde.

Umut insanın her şeyidir. Umutsuz bir insan elbet bir gün hata yapacaktır. Bu hata yapıldıktan sonra bunu geri alabilmek yürek ister, yürek ise yardım ister. Bu derde deva olmak için bir adım atmak bile yeterli olabilir, kimi zaman.

Önemli olan bir diğer noktaysa hata yapılmadan, umut kaybedilmeden önce bunların olmasını engellemek için çaba göste- ' rebilmektir. O ki erdemlerin en büyüğüdür.

Etrafımıza bakalım. Şimdi kulak kabartalım biraz апсакЪи sefer kendi gözümüzle bakmayalım dünyaya. Dünyayı onların gözleriyle görelim, onların duyduğu şekliyle duyalım. Yalnızca saniyeler için bile olsa onların yerine koyalım kendimizi. Mesela; gerçek bir örnekten yola çıkarak düşünelim tüm bunları: “Yedi yaşımda kimsesiz kabam, yurtlarda yaşamaya başlasam, on sekiz yaşıma geldiğimde beni sokağa atsalar ve sokaklarda yatmaya, kalmaya başlasam ne hissederdim, ne düşünürdüm ve ‘neyapardım acaba?’”ya da “Bir hata yapsam, hapse düşsem ama kendimi geliş- tirsem ve elimden gelen tüm gayreti göstersem, umudumu kaybetmesem hiç. Sonra dışarı çıksam ve itilsem, dışlamam ‘ne olurdu acaba ne yapardım?”’

Necdet Yüksel diyor ki;

“Herkesin hayatında mutlaka kendine göre doğruları vardır. Karşı taraf her ne derse desin onun doğrusu ona esas olandır. Bir iyi vardır, bir de kötü. İyiye bakarsın mutlaka kendine göre sebepleri vardır. Eğitimlidir, bilinçlidir. Belki de ailesi tarafından sevgi ve güveniyle kuşatılmıştır. Hayatta bunları görmüş ve yaşamış insanın hata yapma olasılığı bir parça daha zordur.

Diğer taraftan kötüye bakalım. Aile sevgisinden yoksun, güvensiz, eğitim ve bilinçten uzak zor hayat şartları ve sonunda kaçınılmaz olan hatalar...

İnanın bana -sizlerin de bildiği gibi- bir insan kolay yetiştirilmiyor. Kimi şanslı, kimi şanssız iki taraf var ortada. Hata yapmıştır bir şekilde ama hayatının tamamına atılmamalı bu imza.

Kötüyü sevmek zor olan, onu topluma kazandırmak ise bizle- rin elinde.”

“Birileri karanlıkta... Diğerleriyse aydınlıkta... Aydınlıkta olanları görüyoruz da... Karanlıktakiler görünmüyor!”

Bertolt BRECHT

hırsızlık eğilimleri diye görülür. Bir kez çocuğun boynuna suça eğilimli yaftası asıldı mı, ona suçlu damgası vurulur; bu çocuğun, öğretmenleriyle ilerideki işverenleri tarafından da güvenilmez diye görülme olasılığı yüksektir. Her iki durumda da davranış aslında aynıdır ancak bu davranışlara tamamen farklı anlamlar yüklenir.

Becker’ın dikkat çekmek istediği de budur. Suçlu yani sapıcı davranışta bulunanların nasıl seçilip damgalandığı ve sonra bu insanların ne hâle geldiği üzerinde durur, insanlar, birinin üzerine ‘suçlu’ damgasını yapıştırdığı an, onu durmadan takip eder ve bu etiketle onu itham etmeye devam ederler. Suçlu damgalanmış yani etiketlenip toplumun dışına itilmiş kişidir. Damgalanan kişi ise zamanla damgayı benimser, kendisini suçlu olarak görür ve sapıcı davranışlarını artırarak sürdürmeye devam eder. Böylelikle suçluluk artar.

Damgalama Teorisi, suçun tek sebebi değilse bile, önem

  1. bir etkendir. Elbette ki bazı insanların diğerlerine göre suçlu olma olasılığı daha fazladır. Örneğin; yoksul kökenli çocukların dükkân hırsızlığı yapma olasılığı, zengin çocuklarınkine göre çok daha yüksek ihtimaldir. Bu çocukları en başta çalmaya yönlendiren etken, ‘yoksulluktur’. Sonrasında damgalanmaları ise bunu tetikler.

Hükümlüler, düşük gelir sınıfından gençler ve bazı azınlık gruplarının damgalanmaya daha yatkın olduğu bir gerçektir. Bir sonraki bölümde hükümlüleri ve hapishanedeki mahkûmların durumunu inceleyecek, yine yaşanmış örneklerle ‘suçlu’ diye damgalanan insanlara, hapishanedeki hayatlara, büyük dolandırıcı ve suçluların hayat hikâyelerine değinilecektir.

KADER MAHKÛMLARI

Tanıdık bildik bir yer değil burası Taş duvarlarla taş mektebin ortası Ne sağında deniz ne solunda çimen Bir tek gökyüzü kalmış hâlimi gören

Sakın yanılıp da saate bakma Az önce baktığından on dakika fazla Şimdi en güzeli rahat bir volta Bir ucunda sevdiğin Bir ucunda kendi evin

Hasan U.

Öyle bir serzeniş, öyle bir yakınmaydı ki onunki bunu duymamak neredeyse imkânsızdı. Öyle büyük bir çırpınış, öyle bir yüktü ki onunkisi, varlığına inanmak bile güçtü. Karşılıksız, kayıtsız, şartsız bir iyilik yapmak, bir insanı gülümsetmek o kadar geçmişte, gerilerde ve soyut bir kavram olarak kalmıştı ki... Bu insanların sadece masallarda olduğunu düşünüyorduk bazen. Bir kişiyi gülümsetebil- mek, hayata bağlamak bir yana dursun, o tek başına binlercesinin yüzünü güldürmüştü. Tek namlu göğüs germişti bütün o insanlar için. Üstelik tek bir amaç gütmeden, tamamen karşılıksız...

Önce şansız bir olay geçti başından. Hayatının ufak bir bölümü yandı, kül oldu ama o buna şanssızlık demedi. Nasıl olduysa ‘şans’ demeyi tercih etti. Yıllardır aralanmayı bekleyen bir kapıyı sonuna kadar açtı. Kanayan bir yarayı yıllarca, üşenmeden, durmadan, sarmak için kendi başına koştu, koşturdu.

Necdet Yüksel, Kader Mahkûmları Derneği Başkanı. Derneği kendi başına kurdu. Ve daha trajikomik olanıysa dernek yıllardır hâlâ ve hâlâ sadece Necdet Yüksel’den oluşmakta. Bunu daha anlaşılır bir şekilde açıklayacak olursak, tüm Türkiye’de mahkûmlar

BÖLÜM 2

NEDEN?  “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir..


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar