Print Friendly and PDF

KEVİS’İN TABLOSU-[HAYATI BEŞER]



Commelin’den tercüme edilmiştir
Mütercimi: Semiha Cemal,
İstanbul Kız Muallim Mektebi
Ruhiyat Muallimi
(Thebes) şehrinin Rum feylesofa olan (Kevis), milâdı Isa dan beş asır evvel yaşıyordu, kendisini (Phedon)un muhatapları arasına ithal eden sebep, Eflâtunun dostu ve şakirdi olması idi. Tablosu, o sâri içinde elimize geçen bir tek eseridir. Tatta bu tablo bazı mütebahhirler tarafından (Mark Örel)in mu­asırı olan (Cysique Cebes)e bile atfolunmuştur. Bu küçük risalenin metni içine hariçten bazı ilâvele­rin girmiş olması ihtimali de vardır. Maamafih muhaverenin tarzı cereyanı ile umumi tanzim ve tertibinden Eflâtunun Sokrat’a mensup usulünü anlamak kolaydır. Bu küçük eserin mevzuu şudur: Kevis arkadaşlarının biriyle bir mabede giriyor, orada manasını anlayamadığı bir levha önünde duruyor, bir ihtiyar geliyor ve onlara bu levhanın sırrını anlatıyor.
Mâbet nerededir?
Şüphesiz ya Atinada, yahut (Thebes) şehrinde...
Bu risaleyi evvelce tercüme ettiğim Fedon Epiktet, Apoloji ve kriton'un bir tetümmesi (tamalayıcısı) addetti­ğimden tercümesini ve bu kitaba ilâvesini fayda­dan hâli bulmadım.
Semiha Cemal

HAYATI BEŞER

YAHUT

EFLÂTUNÎ FEYLOSOF KEVİS’İN TABLOSU

(Saturne) mabedinde* geziyor ve buraya teberrü (bağış) olunan muhtelif hediyeleri gözden geçiriyorduk. Ma­bedin methalinde başlı başına garip hikâyeleri tasvir eden ve şeklinde bir hususiyet görülen bir tablo var­dı. Biz bunun ne olduğunu ve nerden çıkarıldığını hiç anlayamamıştık. Bu tablo ne bir şehri, ne de bir kampı göstermiyordu. Bu, iki hisarı ihtiva eden bir surdu. Bu iki hisardan biri büyük, diğeri daha kü­çüktü. Birinci hisarın önünde bir kapı vardı. Bu ka­pıyı bir insan kalabalığı kuşatmıştı, içinde ise bir ka­dın kalabalığı görünüyordu. Birinci hisarın önünde içeri girmekte olan kalabalığa ayakta emir verir gibi görünen bir ihtiyar vardı.
Saturn Tapınağı: 498 M.Ö. Dedicated, Saturn Tapınağı Vesta ve Jüpiter tapınakları sonra Roma'da eski kutsal bir yerdir. Arşitrav üzerine kaydedilmiş gibi, senato ve Roma halkı tarafından, dördüncü yüzyılda, yine 42 M.Ö. yeniden ve daha. Bu dönemde kendi kaydırılan volütler ile, İon sütunları kalan, tarih. Çünkü tarım ile Satürn bağlantı, Roma'nın zenginlik özgün kaynak, tapınak Devlet hazine için depo oldu, Aerarium Populi Roma (gelen aes yüksek podyum altındaki merdivenlerden altında bulunan, bronz). Ayrıca Roma hukuku yazılı edildiği bronz tablet içeriyordu. Cella bir fildişi heykel oldu ise, onun ayakları Satürn (17 Aralık) üzerinde gevşedi yünlü tahvilleri ile ayakbağı.
________________________________________
Tapınağın yeniden "sık sık yeni anıtlar kenti süslüyor ya da her yaptığı araçlara göre, eskileri restore ve süslemek için diğer ünlü erkekleri çağırdı" Augustus, teşvikiyle de, Lucius Munatius Plancus tarafından yapılmıştır (Suetonius, Hayat Augustus, XXIX.4-5) olarak.
yıl önce, o Galya Lyon kurmuştu. Bu onun diğeri (Plinius, IX.59 çözülür edemeden onu durdurma, Kleopatra, Antonius ile bahis olarak, impetuously şarap sirkesi içine onu inci küpe birini düştü ve onu içti hangi ziyafette officiated Plancus da oldu ). Firar Antony (Velleius Paterculus, "değil o zaman hem düşman oldu, ama ihanet yüzünden onunla bir hastalık olduğunu için, hakkı seçimi, ne de cumhuriyetin veya Sezar herhangi aşk oldu, herhangi inanç üzerinden" Roma Tarihi , II .83.1), Plancus, Kleopatra'nın iradesine mührünü ekli vardı adamlarından biri olarak, Sezar (Dio, L.3.2) onun nerede ortaya çıkardı.O imparator (Dio, LIV.1.2) tarafından kaldırıldı önce o da, Octavian adı "Augustus" (Suetonius, VII 2) kabul önerdi ve sansür ofisi tutmak için son iki adamlardan biri oldu.
II
Bu tablonun mevzuu hakkında tereddüt içinde epeyce hayale daldıktan sonra orada bulunan bir ihti­yar bize yaklaşarak dedi ki:
           « Siz yabancı olduğunuz için, bu boyalı resmin mevzuunu anlayamazsanız, taaccüp etmeyiniz. Bu mem­lekette bulunan birçok kimseler bile bu hususta siz­den daha âlim değildirler. Bu hediye, memleket aha­lisinden biri tarafından takdim olunmamıştır. Vâsi ilim ve malûmat sahibi olan, hakimliği, tavsiyeye şayan sözleri ve amelleriyle Fisagor ve Parmenide’in gayyur bir şakirdi olarak bu memlekete gelen, bu mabedi ve tabloyu Saturnee ithaf eden bu akıllı adam bir yabancıdır».
Ben ona sordum:
—« Bu adamı şahsan gördünüz ve tanıdınız mı?.»
—«Her nekadar o vakit daha genç idisem de, onu gördüm ve takdir ettim. Yaşı ilerlemişti, ve sözleri derin fikirlerle dolu idi. Bu tablonun mevzuu hak­kında onun çok def’alar söz söylediğini işittim..»
III
           «Jüpiter aşkına, eğer mühim bir işiniz yoksa bu levhanın muhteviyatını bize tâbir ve izah etmenizi, çok rica ederim, çünkü bu efsanenin ne olduğunu çok merak ediyoruz».
—«Yabancılar, buna muvafakat ediyorum, fakat şunu evvelâ size haber veriyim ki, bu merakınız, sizi bazı tehlikelere maruz bırakıyor», dedi.
           « Ne gibi tehlike?» dedim.
«Eğer dikkatle dinler, ve size söyleyeceğim şeyi anlarsanız hakim ve mes’ut olursunuz. Fakat söy­lediğimi dikkatsizce dinlerseniz, bilâkis akılsız ve bedbaht olur ve bütün hayatınızı mezahim ve ceha­letler içinde geçirirsiniz. Bu muamma nev’ama Sfenks’in arzettiği muammaya benzer. Bilirsiniz ya, Sfenks bil­mecesini bulan, tehlikeden kurtulur, fakat bulamayan Sfenks tarafından helâk edilirdi. İşte benim size vere­ceğim izahattan da hemen bu netice hasıl olacaktır, zira cinnet insanlar için Sfenks gibidir. Burada tasvir­ler içinde, iyi veya kötü olan ve yahut hayatta ehem­miyeti olmayan şeyler gösteriliyor. Bunu bulamayan biri zuhur ederse, o cinnetin istisâl ve tedmirine du­çar olur. Her ne kadar bu tedmir, Sfenks’in felâket­zedelerini birden bire öldürdüğü gibi değilse de, azar azar tedricî bir surette cefa ve ukubetlerle vaki olur. Eğer bilâkis bütün bunlar tamamıyla anlaşılmış ise, o vakit cinnet zayi olur, insan ondan kurtulur ve bütün hayatını asudegî ve hakikî saadet içinde geçirir. Binaenaleyh dikkatli olunuz, ve gaflette bulunmayınız.»
IV
—« Eğer bütün bunlar dediğiniz gibi ise Hercule na­mına kasem ederim ki, bizim merakımızı arttırıyorsunuz».
—« Evet söylediğim gibidir».
—« öyle ise izah ve tefsirinize başlayınız; bizi bu hususta çok dikkatli bulacaksınız, çünkü bunu dinle­mek, şüphesiz bizim için faydalı olacaktır.» O sırada ihtiyar eline bir değnek alarak ve bunu tablonun üze­rine götürerek:
—« Bu hisarı görüyor musunuz?» dedi.
         «Evet, görüyoruz».
—« Evvelâ bilmelisiniz ki, bu mahallin ismi (Ha­yat) tır, ve bu kapı önünde tehacüm eden kalabalık, hayata davet edilecek olan kimselerdir. Bunların için­de diğerlerinden daha yüksek görünen ve bir elinde bir kâğıt tutan, diğer elile de işaretler veren ihti­yarın ismi, (Akıl perisi) dir. O, hayata girecek olanlara, yapacakları şeyi emir, ve mes’ut olmak için hayatta takip edecekleri yolu gösteriyor.»
V
           « Onun gösterdiği hangi yoldur, ve oraya nasıl girilir? »
        « Kalabalığın girdiği bu kapının yanında, büyük bir ikna kuvvetini haiz ve pek mülâyim gö­rünen, elinde bir kâse tutan kadının oturmuş ol­duğu taht gibi şeyi görüyor musun ? »
           «Görüyorum, bu kadın kimdir?»
           «Buna (İğfal) namı verilir. Bütün insanları idlâl eden, yolunu şaşırtan odur.»
           «Sonra ne yapar?»
          «Hayata girenlerin hepsine kâsesi içindeki şer­betinden içirir.»
           «Bu, nasıl şerbettir?»
          «Bu şerbet hata ve cehaletten yapılmış bir şer­bettir.»
           «Ya sonra?»
           «Bu şerbeti içenler hayata yürürler.»
           «Herkes bilâistisna hata şerbetini içer mi ? »
VI
           «Herkes içer, şu kadar var ki bazısı daha ziyade, bazısı daha az içer. Kapının üstünde muhtelif çeh­relerde olmakla beraber hepsi şuh ve cazibedar olan kadınları görüyor musun?»
           «Evet, görüyorum.»
           «Bunların adı da (Zan), (Hırs) ve (Şehvet) tir. İnsanların çoğu hayata girdikleri vakit bu kadınların üzerlerine atılırlar, onları, kolları arasına alırlar ve sonra da birlikte götürürler.»
           «Nereye götürürler?»
           «Onlardan bazılarını emin bir yere götürürler. (İğfal) tarafından aldatılmış plan diğerlerini de imha ederler.»
          «Aman Allahım, bize ne garip bir şerbetten bahsediyorsunuz!»
           «İşte, söylediğimiz bu kadınlar bu kimselere, en büyük iyiliklere, asude ve mes’ut bir hayata sevkedeceklerini vâdederler; fakat bunlar İğfal kâsesinden içtikleri, hata ve cehaletle aldatıldıkları için hayat seyirlerinde iyi yolu bulamazlar, ve bunlardan evvel girenler gördüğünüz gibi rastgele şuraya buraya sevkedilirler.»
VII
   «Onları görüyorum, fakat bu köre benziyen ve bunamış gibi görünen, ayağı bir mermer kürre üzerinde olduğu halde ayakta duran kadın kimdir?»
           «Onun adı (Tâli) dir. O, sade kör ve çılgın değil, ayni zamanda sağırdır da.»
           «Öyle ise, onun ne gibi meşguliyetleri vardır?»
           «Rastgele her tarafa koşar. Bazı kimselerin, baş­kalarına verecek veya bırakacak oldukları şeyler için gönüllerini cezbeder; bir müddet sonra bunlardan da verdiğini alır. İhsanlarında istikrar etmeyerek onları gelişi güzel başkalarına verir; onun mütelevvin tabi­atını gösterir bir alâmeti de vardır.»
           «Bu alâmet nedir?»
           «Üzerinde ayakta durduğu mermer küre.»
           «Bu alâmetin hakikî manası nedir?»
           «Ettiği ihsanlarda emin ve. müstakar hiçbir şey olmadığını ve ona inanmak kendini büyük ve teh­likeli sukutlara maruz bırakmak demek olduğunu anlatıyor.»
VIII
            «Maamafih, onun etrafında bir insan kalabalığı tehalükle koşuşuyor; bunlar ne istiyorlar; ve nasıl kimselerdir?»
            «Bu adamlara, (Sersemler) denir; bunların muhakemeleri noksandır. Herbiri (Tâli) in gelişi güzel dışarıya attığını kendisi için istiyor.»
           «Nasıl oluyor da bunların yüzlerinde ve tavru hallerinde bukadar farklar görünüyor? Bazıları hasret, bazıları neş’e içinde, diğerleri de ellerini uzatmış ye’se duçar olmuş görünüyorlar.»
           «Şâd ve mütebessim olanlar bu kadından birkaç lûtfa mazhar olanlardır ki, ona (Güzel tali) namını verirler. Diğer elleri uzanmış ve ye’se kapıl­mış gibi görünenler de malik oldukları şeyler baş­kalarına verilmek üzere kendilerinden geri alınan kimselerdir, bunlar da, ona (Tâlisizlik) veya (Kötü tâli) namını verirler.
           «O, bunlardan bazılarına bukadar mesrur ol­maları için ne verebilir ve diğerlerinden de böyle meyus olmaları için ne alabilir?»
          «Onun onlara verdiği; insanların, hayır ve iyi­lik telâkki ettikleri şeylerdir.»
           «öyle ise bu hayır ve iyilikler nedir?»
           «Bunlar şüphesiz zenginlikler, şeref, asalet, aile teşkili, mesnet ve cah, krallıklar, imparatorluklar ve sair buna müşabih şeylerdir.»
—«Peki ama bunlar hakikî hayır değil midir?»
           «Bilâhara bu meseleyi gene tekrar görüşebili­riz. Şimdilik tablonun izahına devam edelim.»
           «Muvafık.»
IX
           «Bu kapının ötesinde, daha yukarda, diğer bir hisar ve bu hisarın dışında şuh kadınlar gibi süslen­miş birçok kadınları görüyor musun.»
           «Evet, tamamıyla.»
          «İşte bu kadınların adı (Sefahat), (Fısk u fücur), (Perhizsizlik), (Hırs) ve (Müdahene-Dalkavukluk) dir.»
           «Bunlar neden orada bulunuyorlar?»
           «Yolda (Tâli) tarafından bâzı lutuflara mazhar olanları gözlüyorlar.»
           «Ya sonra?»
           «Sonra, onların üstüne atılıyorlar, kolları ara­sına alıyorlar. Yaltaklanıyorlar, onlara her türlü kötü ve mezmura hallerden, zahmet ve meşakketlerden berî tatlı bir hayat vadederek kendilerile birlikte kalmaya davet ediyorlar. Eğer bunlardan biri onların vaitlerine aldanır da kendisini zevk ve safaya kaptırırsa, bu hayat peşin ona tatlı ve cazip gelir; fakat, onun sekri az zamanda dağılır ve o vakit yalancı ve sahte zevklere daldığını, afetzede ve mağdur olup kendisiyle eğlendiklerini anlar, tâliin kendisine verdiği şeyleri sarfettikten başka bu alüfetlerin esiri olduğunu, bin türlü tahkirlere, namussuzluklara maruz kaldığını, hâsılı onlara yaranmak için meselâ hırsızlık, küfür hainlik, haydutluk, hulâsa hiçbir cinayetten çekin­memek gibi bin türlü rezaletlerde 'bulunduğunu anlar.
İşte bu bedbaht, elinde bir şey kalmadığı vakit nıücazat ve ukubete terkolunur.»
           «Bu mücazat nedir?»
           «Arkada, biraz yukarda küçük bir kapı ve orada dar ve karanlık bir mahpes var, görüyor musun?»
           «Evet»
           «Bu mahpeste bir alay murdar, kerih, ve pis paçavralarla telebbüs etmiş kadınları da görüyor musun?»
           «Evet görür gibi oluyorum.»
           «İşte bunlardan biri, elinde bir kamçı tutan, (Mücazat ve terbiye) namını taşıyan kadındır. Başını dizleri üzerine koyan kadının ismi de (Gam ve hüzün) dür; Saçlarını yolan bir diğerinin ismi de, (Acı ve ıztırap) tır.»
           «Ya yanında kendinden daha zaif, kerih ve korkunç bir kadın bulunan bu çirkin, zaif ve ayni zamanda çıplak adam kimdir?»
           «Bu adama (Ahüenin) yahut (Nale ve fegan) ismi verilir. Yanındaki hemşiresi (Yeis ve ümitsizlik) tir. İşte o bedbaht adamı bu canavarlara verirler; bin türlü eza ve cefalara maruz kalarak hayalını onlarla geçirir. Sonra onu idbarın bulunduğu başka bir mes­kene atarlar, her nevi sefaletlere maruz kalarak kederli günlerinin bakiyesini o meskende geçirir, elverir ki töbe ve nedamet onun imdadına yetişsin.»
          «Eğer nedamet ve töbe imdadına yetişirse, ne olur?»
           «Onu mihnetlerinden kurtarır, ve ayni zaman­da ona hüsnü niyetle beraber, fikir veya imânı arka­daş verir ki bu, onu hakikî yola ve hakikî bilgiye, bâzan da eğri yola veya irfansızlığa sevkeder.»
          «Ya bundan sonra?»
         «O vakit, eğer onu hakikî yola, yahut hakikî bilgiye sevkeden fikrin ayakalarına kendisini bağlıyacak kadar mes’ut ise, fikir onu batıl düşüncelerinden ve hatalarından kurtarır, ve bu suretle, o kimse de haya­tının bakiyesini huzur ve saadet içinde tamamlar, fakat yanlış yolun, yahut yanlış bilginin onu tekrar dalâletlere atması imkânı da vardır.»
           «Herkül’e kasem ederim, işte bu da bir kor­kunç tehlike! fakat bu yanlış yol ve yanlış bilgi nedir?»
          «Öteki hisarı görüyor musun,?»
          «Pek iyi görüyorum.»
          «Hisarın haricinde ve methalin yakınında ayakta bir kadın var, bütün temizlik ve intizamın müşah­hası değil mi?»
           «Evet, temizlik ve ayni zamanda intizamın mü­şahhası.»
           «Avam ve teemmülsüz kimseler ona (Marifet) ve yahut (Bilgi) namını veriyorlar! Fakat bu isim ona yakışmaz, çünkü bu bir yanlış zehaptır. Maamafih ha­kikî bilgiye vasıl olmayı arzu eden en hakîm adamların bile onun yanında bir müddet eğlendiklerini görüyoruz.»
           «Peki, hakikî bilgiye sevkeden bir başka yol yok mudur?»
          «Hayır, bir tek yol vardır.»
XIII
           «Ya bu hisara giden ve gelenler kimlerdir?»
          «Bu adamlar yanlış yolun ve yanlış bilginin deli divanesi olan aşıklarıdır. Fakat bunlar hakikî yolda yaşadıklarını zan ve kıyas ediyorlar.»
           «Onların atları nedir?»
           «Bunlara şair, ilmi beyan muallimi, fenni mü­nazara erbabı, musikişinaslar, hesabcılar, hendeseciler, hey’etşinaslar, münakkitler, hissiler, meşaîler, vesaire denir.»
XIV
          «Ya her tarafa koşuştuklarını ve demin söyle­diğiniz kadınlara cazip bir surette müşabih olduklarını ve aralarında Perhizsizliğin bulunduğunu söylediğiniz bu kadınlar kim?»
           «Aynı kadınlar.»
           «Onlar da bu ikinci hisara girerler mi?»
           « Evet, fakat nadiren; ve birincidekilerden daha başka türlü.»
           «Zanlar da bunlarla beraber midir?»
           «Şüphesiz. Bu gördüğünüz adamlar iğfalin ken­dilerine verdiği şerbetin el’an bakiyelerini hisseden adamlardır. Onlar henüz cehaleti ve bununla beraber bazan da cinneti muhafaza ediyorlar. Onlar ne vakit hata­larından ve diğer noksanlarından, yanlış bilgilerinden vazgeçerler, ve kendileri için bir panzehir olan hakikî ilim yoluna girerlerse ancak o vakit hatalarını ve sair ya­nıldıkları şeyleri tashih ederler. O vakit televvüs ettikleri cehaletten, yanlış zanlardan ve sair seyyielerden kurtu­lurlar. Fakat yanlış yolda kaldıkça; oradan aldıkları fena dersler hasebile tam bir serbestîye mazhar olamaz ve hiç bir seyyieden kurtulamazlar.»
XV
           «O halde hakikî yola sevkeden yol nedir?
           « Yukarıda gayrı meskûn ve tamamıyla ıssız bir yol görüyor musun?»
           «Evet görüyorum.»
           «Bir küçük kapı ve bu kapının önünde az işlek bir patika da görüyor musun? Bu patika taşlık ve belki hemen geçilmesi güç bir yer olduğu için oraya pek az kimse giriyor.»
           «Evet tamamıyla farkediyorum.»
           «Orada sarp, dik ve yaklaşılması güç bir tepe vardır ki, geçitleri dar ve derin uçurumlarla kuşanmıştır.»
           «Görüyorum.»
           «İşte hakikî yola sevk eden yol oradadır.»
           «Anlaşıldığına nazaran bu yol çok güç ve çetin olmalıdır.»
           «Tepenin zirvesinde her tarafı sarp ve dik, pek yüksek büyük kayayı görebiliyor musun?»
           «Görüyorum.»
XVI
           «Kayanın üzerinde şu metin ve vakarlı iki kadını da görüyor musun? Onlar, sanki ellerini pek ziyade sevinç ve sürür ile uzatıyorlar.»
           «Evet ben onları görüyorum, fakat onlara ne derler?»
           «Birinin adına, Riyazat, diğerinin adına Sabır derler ki, bunlar iki hemşiredir.»
           «Ellerini böyle neş’e ile niçin uzatıyorlar?»
           «Onlara yaklaşanları korkusuz ve cesaretle mey­danı aşmaya teşvik ediyorlar, ve artık zahmet çekmek için çok zamanları kalmadığını ve onları iyi yola götüreceklerini temin ediyorlar.»
           «Kayanın yanına yaklaşanlar oraya nasıl tırma­nıyorlar? Çünkü ben bu kadınlara götüren hiç bir yol göremiyorum.»
           «O vakit bu kadınlar, bulundukları zirveden inerek onları kendilerine çekerler. Sonra bir müddet nefes almak için onları bir az istirahata bıraktıktan sonra, kendilerini hakikî yola sevkedeceklerini vadederek, onlara kuvvet ve itimat verirler, ve yolun nekadar iyi, düz ve mükemmel olduğunu, bir tehlike bulunmadığını gösterirler. Zaten bu söylediklerimi sen de görebilirsin ya!»
           «Jüpiter namına, ben de öyle hükmediyorum.»
XVII
İhtiyar sözüne devam ederek:
           «Bu korunun önünde lâtif manzaralı bir yer görüyor musun? Sanki tamamıyla ziyaya garkolmuş bir çayır, denebilir.»
           «Evet, evet görüyorum»
            «Bu çayırın ortasında diğer bir hisar, yahut diğer bir kapı da görüyor musun ?»
           «Evet, fakat bu yerin adı nedir?»
           « İşte mes’utların ikametgâhı, bütün Fazilet ve Saadetlerin meskeni oradadır.»
           «Oh! burası ne kadar lâtif görünüyor!»
XVIII
           «Kapının yakınında cazip bir güzelliği haiz olan kadını görüyor musun? Asaleti, yüzünün bütün hatlarında görünüyor. O, yaşça ilerlemiş, zinetsiz ve sade bir elbise giymiş; o, mermer bir küre üzerinde değil, fakat murabba şeklinde yontulmuş ve iyi yerleştirilmiş bir taş üzerinde duruyor. Bu kadının yanında iki genç kadın da var ki, bunlar hiç şüphesiz kızlarıdır.»
           «Evet öyle görünüyor.»
           «İşte bu kadınlardan ta ortada bulunanı Hakikî Yoldur. Yanındakilerden biri Hakikattir, öteki de, İkandır.»
           «Fakat bunlar niçin yontulmuş murabba bir ta§ üzerinde bulunuyorlar.?»
           «Bu, bir remizdir. Bu remiz, yolculara kendile­rine doğru sevkeden yolun emin ve sabit olduğunu, ve eğer onlara ihsanlarda bulunacak olursa, bu atiyeleri alanların kat’î ve daimi surette onları kazanmış olduğunu anlatmak istiyor,»
•— «Bu atiyeler ne gibi şeylerdir.?»
           «Bunlar Huzuru kalp ve İtminandır;»
           «Bunlar nereden zuhur ediyor?
           «Bunlar emniyetten zuhur ediyor ki, burada bulunan kimse, bütün ömründe elemli bir hadiseye duçar olmaz.»
Hercule aşkına, işte hakikaten arzu olunacak atiye­ler; fakat bu kadınlar niçin hisarın haricinde bulu­nuyorlar»
           «Dışarda bulunan ve aynı zamanda oraya vasıl olan kimselere ihtimam etmek ve bunları pek kudretli ve tesirli devalarıyla tedavi etmek için. Onlar, bunları kuvvetlendirdikten sonra Faziletlere sevk ederler.»
           «Bu nasıl oluyor, anlayamadım ?»
           «Şimdi anlarsın, dinle. Eğer bir adam ağır hasta ise, şüphesiz bir hekim aramıya gider. Bu hekim onu hastalığını tevlit eden ahlatı rediyeden tathir ve sıhhatini iade eder; eğer tesadüfi olarak hasta, hekimin emirlerine tâbi olmayıp reddetse, hastalığından dolayı hatasının cezasını çekmiş ve belki hastalığın şiddeti altında zebun kalarak helâk olmuş olacaktır değil mi?»
           «Bunun böyle olması aşikâr.»
           «İşte bu böyle olduğu gibi, bir kimse hakikî yolun ikametgâhına vasıl olduğu vakit, bu ona ihti­mamlarda bulunarak ilâçlarını verir, ve bu suretle o kimseyi evvelâ geldiği vakitki itiyatlarından tathir ve bütün seyyielerinden tahlis eder.»
           «Bu seyyieler ne gibi şeylerdir?
   «O kimsenin (İğfal) kâsesinden içtiği Cehalet ve Hatadır. Sonra Kibir, Hırs, Perhizsizlik, Gazep, Tama, Kin, Şehvet, hasılı birinci hisarda iken kendini telvis eden fenalıklardır.»
XX
           «O bunları tasfiye ettikten sonra bu adamı nereye gönderiyor?»
           «İlim ve sair Faziletlerin bulunduğu yerlere gönderiyor.»
           «Bu Faziletler nedir?»
           «Kapının iç tarafında bir kadın alayı görüyor musun? onların cazip güzelliğine edep ve terbiye­lerine, süslerinin tevazu ve sadeliğine de dikkat et; onların bütün şahsiyetlerinde, öteki kadınlarda olduğu gibi hiç bir gösteriş, hiç bir tekellüf ve sahtelik yok­tu.»
— «Evet, onları görüyorum, fakat isimleri nedir?»
           «Birinin adı, İlimdir; ötekiler de hemşireleridir ki : Kuvvet, Adalet, İsmet, Tevazu, Hürriyet, Riyazat ve Hilmiyettir.»
           «Aziz ihtiyar, bizde ne güzel ümitler uyandın yorsun.»
           «Evet, fakat eğer dediklerimi iyi anlar ve işit­tiklerinizi mevkii file koyarsanız..»
           «Bunu yapmaya çalışacağız.»
           «O halde selâmetiniz müemmen olacaktır.»
XXI
           «Onlar bir insanı terbiyeleri altına aldıkları vakit onu nereye sevk ederler ?»
           «Validelerine.»
           «Validelerine mi, o da kim?»
           «Saadet.»
           «Nasıl saadet?
           «Bu tepenin en yüksek noktası ve büyük hisar­ların da en yüksek mevkii olan bu yere götüren yolu görüyor musun?»
           «Evet.»
           «Bu en yüksek tepenin dehlizinde ihtişamlı güzelliği olan bir kadın, yüksek bir tahtta oturuyor. Giyinişi zarif ve kibarca, fakat debdebesiz.. Güzelli­ğini daha yükselten bir çelenk ile tetviç olunmuş.»
           «Bu tafsilâttan hiç birini kaçırmıyorum.»
           «İşte bu kadın, Saadettir.»
           «Bir kimse buraya vasıl olduğu vakit, ne yapar?»
           «Burada Saadet ve sair Faziletler, en büyük mu­harebelerde zafer kazanmış olan kimselere sakladıkları mükâfatı verirler ki, bu bir taçtır.»
           «Bu tacı ne gibi muharebelerde zafer kazanan kimselere veriyorlar?»
           «İnsanı evvelce okşıyarak kendilerine esir ve sonra da helâk eden mühlik canavarların en dehşetlisine karşı yapılan en azgın muharebelerde zafer kazananlara veriyorlar. İşte bu muharebede bu kimseler, bu cana­varların hepsini mağlup ederek kendilerinden uzağa at­mış ve nasıl evvelce onların esiri olmuşlarsa, şimdi de kendileri onları esirliğe mecbur etmiş ve efendi mev­kiine geçmişlerdir.»
           «Hangi canavarlardan bahsediyorsun? Öğren­mek için sabırsızlanıyorum.»
           «Evvelâ Cehalet ve Hatadan. Bunların canavar olduklarına inanmıyor musun?»
           «Evet, evet onlar dehşetli canavarlardır.)
           «Bundan başka Keder, Acı, Tama, Perhizsizlik ve diğer mesavi nasıl bu adamı evvelce zebun etmişse o da bunların hepsini şimdi öylece zebun ve mağlup etmiştir.»
           «Aman ne güzel muvaffakiyet, ne şanlı zafer! Fakat ona verilen tacın ne gibi hasiyeti vardır?»
           «Delikanlı, bu taç, saadetin zımânıdır. Bunu kazanan, şahane bir surette mesut olur, ümitlerini başkalarına bağlamıyıp ancak kendine bağlar, ve bütün hayırları da kendinde bulur.»
XXIV
           «Bune şanlı ve parlak zafer! Fakat tacı aldıktan sonra onlar ne yaparlar, ve nereye giderler?»
           «Faziletler onu alıp evvelce azimet ettikleri mahalle sevk ederler. Orada ikamet edenleri ve daima batmak tehlikesine maruz olup serseri bir surette şuraya, buraya dolaşan, bedbaht ve elîm bir hayat sürükliyenleri onlara gösterirler. Onlar mağlûp ol­muşlar ve düşmanları tarafından bazıları Perhizsizlik, bazıları Kendini beğeniş, bazıları da Tama, yahut Tefahur, hulâsa halâs olamıyacakları bütün seyyiat tarafından esir ve mahpus olarak kullanılmışlardır.
Kendilerini zincirliyen bağlarla bağlanmış oldukları halde bundan kurtulmaya ve buraya gelmiye muktedir değillerdir. Bütün hayatları daimî ıztıraplar içinde geçer, çünkü hakikî ve doğru zihaba sevkeden yolu bulamamışlar ve Akıl perisinin kendilerine verdiği nasihatleri unutmuşlar ve tutmamışlardır.»
           «Söylediklerin pek makul görünüyor, fakat Faziletler bu kimselerin evvelce çıktıkları mahalleri ne sebeple tekrar gene kendilerine gösteriyorlar. Bu­na aklım ermiyor.»
           «Çünkü bunlar bariz bir surette arada ne olup
bittiğini bilmediklerinden İğfalin kâsesini içmekle ken­dilerini zehirleyen Cehalet ve Hata sebebile farziyata ram olmuşlar, şerri ve hayrı biribirine karıştırarak bunları yekdiğerinden ayıramamışlardı. İşte şimdi gene ayni yerde ikamet edenlerin hayatı gibi, onlar da bu sebepten bedbaht bir hayat yaşıyorlardı. Fakat, şimdi hakikî menfaatlerini tamamıyla bildikleri için tatlı bir mevcudiyetleri var. Diğerlerinin acınacak hallerini temaşa etmekle de onların maruz kaldıkları felâketle­re ibret ve intibahla muttali oluyorlar.»
XXVI
            « Peki onları temaşa ettikten sonra bunlar ne yapacaklar ve nereye gideceklerdir?»
           «İstediklerini yapabilirler ve istedikleri yere gidebilirler. Bunlar herhalde (Gorycus) ün [(Kilikya) da ziraat perisi ile sair perileıe tahsis olunmuş bir mağaradır.] mağa­rasından daha emin bir yerde bulunacaklardır. Bundan sonra nereye gitseler mesut yaşıyacaklarına ve hiçbir felâkete maruz kalmıyacaklarına emindirler. Onlar heryerde hekimin hastalarını istikbal ettiği hahişle istikbal olunacaklardır.
           «Demin canavar tesmiye ettiğiniz bu kadınlar­dan korkmazlar mı? Onların kendilerine fenalık et­melerinden çekinmezler mi?»
           « Hayır, bundan sonra onları ne Keder, ne İztırap, ne Perhizsizlik, ne Tama, ne Fakır, ne de her­hangi bir canavar iz’aç edemiyecektir; onlar artık ken­dilerinin efendileri olmuşlar ve bundan sonra onların tecavüzlerinden masun kalmışlardır. Yılan tutan kim­seler için nasıl tehlike yoksa, onlar için de tehlike yoktur. Filhakika sokmaları herkes için mühlik olan zahifelerden yılan tutan kimselerin korkuları yok­tur. Çünkü onlar panzehire maliktirler. Ayni suretle bahsettiğim adamlar için de korkacak hiçbir şey yok* tur. Çünkü bütün fenalıkların devası, kendilerindedir.»
           «Sizin izahatınız bana pek doğru geliyor; fakat bu tepeden iner gibi görünen adamların kimler olduğunu da bana söyleyiniz. Bunlardan bazılarının başında taç var, mesrur ve şadan görünüyor; diğerle­rinin ise taçları yok ve hüzne müstağrak olmuşlar, ümitsizliğe düşmüşler. Onların başları ve kalçaları parçalanmış, kendilerini hırpalıyan kadınlar da görü­lüyor.»
           « Taçları olanlar doğru yola mesut olarak vâsıl olmuş kimselerdir, işte meserretleri bundan ileri geliyor. Taçsız gördüğün kimseler ise, bu yoldan şid­detle ret ve Sabra kadar vâsıl olmak için cesarete malik olmadıklarından kederle meşbu ve derin bir surette bedbaht olarak avdet edenlerdir. İşte bunlar gerisin geriye gene yerlerine geliyorlar ve hangi yolu takip edeceklerini bilmeyerek, şurada burada avare dolaşıyorlar.»
           «Ya onlara refakat eden kadınlar kimlerdir?»
           «Keder, Elem, Yeis, Ümitsizlikler, Rezalet, Namussuzluk ve cehaletlerdir.»
XXVIII
           «Desenize, bunlar bütün mesavi tarafından takip edilmişlerdir.»
           «Evet. Jüpiter namına, öyle ..»
« Maamafih Şehvet ve İğfalin ikametgâhı olan birinci hisara girdikleri vakit felâketlerinin sebebini asla kendi üzerlerine konduramazlar; doğru yolu ve onu arıyanları şiddet ve mübalâğa ile ret ve muaheze ederler. Onlar bu kimseleri kendilerinin yaşadıkları lâtif hayatı terkederek birçok güzelliklerden mahrum kaldıkları için, bedbaht ve sefil görürler.»

           «Ne gibi güzellikleri kastetmek istiyorlar?»
           «Sefahat, Fisku fücur ve Perhizsizlik. Çünkü onların bu dünyada en büyük zevk ve mazhariyetleri, yemek, içmek ve hayvanlar gibi yaşamaktır.»
XXIX
           «Ya bu kadar beşuş ve şatır olarak gelen şu kadınlar kimler?»
           «Bunlar Fikirlerdir. Şimdi faziletler içinde olan kimseleri doğru yola sevkettikten sonra, diğerlerini de getirmek için dönüyorlar ve getirdikleri kimselerin tamamıyla mesut olduklarını bildirmek istiyorlar.»
           «Acayip; onlar faziletlerin makamına kadar gidemiyorlar mı?»
           «Hayır, Fikir ve İrfana kadar nüfuz etmelerine müsaade edilmemiştir. Onlar yalnız insanları hakikî yola bırakırlar. Bir kere hakikî yol bunları aldı mı, ötekiler, hamulelerini boşaltan gemilerin başka hamule almak için geldikleri gibi, diğerlerini aramak üzere gerisin geriye dönerler.»
XXX
«Tavzihlerinizde hiçbir eksik yok; maamafih akıl perisinin hayata girenlere emrettiği şey hakkında bize henüz bir şey söylemediniz.»
           «O onlara cesaretle mücehhez olmalarını tavsi­ye ediyor. Siz de bu suretle cesur olunuz ki, bir şey atlamadan hepsini size bir bir anlatayım.»
           «Teşekkür ederim.»
İhtiyar ellerini tabloya doğru uzatarak:
          « Bir mermer kürre üzerine basıyor gösterilen şu kör kadını görüyor musun ? Buna, Tâli tesmiye olunduğunu daha evvel söylemiştim»
           «Görüyorum».
XXXI
   «Akıl perisi, ona itimat olunmasını ve verdiği atiyelerin payidar ve devamlı olduğuna inanılmamasını ve bu atiyeleri insanın kendininmiş gibi bilmemesini tavsiye ediyor, çünkü ekseriya yaptığı gibi bunu başka­sına ikram etmek için bizden gaspetmesine kimse mâni olamaz. İşte bunun için Akılperisi onun atiyelerine aldanılmamasını ve bize bu ihsanlarda bulunduğu vakit fevkalâde sürür gösterilmemesini; bunları bizden aldığı vakit te mahzun olunmamasını, size evvelce söylediğim gibi herşeyi tesadüfi ve keyfî olarak yaptığı, şuurî surette hareket etmediği için onun hak­kında ne muaheze ve ne medihlerde bulunulmamasını tavsiye ediyor. Akıl perisi onun yaptığını takdir ve itikatsız bankerleri taklit etmemeyi nasihat ediyor. Bu bankerler kendilerinin imiş gibi kendi avuçları içine konulan parayı tahassürle alırlar ve geri isteni­ldiği vakit bunu evelce bir emanet olarak aldıklarını ve verenin daima bunu almakta hür olduğunu hatırlamayarak, derin surette müteessir olurlar. İşte Akıl perisi servet ve eltafın bu suretle kabul edilmesini, verdiği ihsanın akibinde daha ziyadesini vermek ihti­mali de olduğunu ve biraz sonra sade verdiğini değil, fakat alanın nesi var nesi yoksa onu da beraber al­mayı kendine eğlence ittihaz ettiğini hatırlamayı da nasihat ediyor. Akıl perisi onun verdiği ihsanları kabul etmiyi ve fakat bunlardan ufaklaşıp payidar ve gaspedilemiyecek olan atiyelere nazarlarını çevirmekte gecikmemeyi nasihat ediyor.»
XXXII
           «Bu payidar olan atiyeler ne gibi şeylerdir? »
            Eğer elde edilebilirse, «Hakikî yolun atiyeleridir.»
           Bu Hakikî yol nedir? »
            «Bize faydalı olan şey hakkında tam düşünme­mizi temin eden ilimdir. Onun bize verdiği şey için bir tehlike yoktur, daima bizim malımızdır; bize hiç bir İstırap ve sıkıntı vermez. Akıl perisi hemen ona şitap etmiyi ve evvelce size söylediğim Şehvet ve Perhizsizlik tesmiye olunan bu kadınlardan uzaklaşmayı emrediyor. Kazara onlara yaklaşılmış olsa bile, yanlış yola sevkedecek olan vaitlerine asla itimat et­memelidir. Çabuk geçip tevakkuf etmeyerek istenilen şeyin hemen alınmasını ve onun nezdinde bir kaç zaman kalınıp derhal hakikî yola iltica edilmesini emrediyor. İşte Akıl perisi tarafından yapılan tav­siyeler bunlardır. Bunları nazarı itibara almayan ve yahut anlamayan kimse şerir olur ve sonu fena olur.»
XXXIII
           «Ey yabancılar ! İşte bu tablonun temsilî istia­resinin bize gösterdiği şey budur. Eğer bundan daha fazla tafsilât isterseniz, size vermiye ve bildiğimi söylemeye hazırım.»
           «Söyledikleriniz pek aşikâr. Maamafih; Akıl perisi yanlış yoldan ne alınmasını tavsiye ediyor?»
           «Faydalı olduğu görülen şeyleri.»
           «Onlar nedir ? »
           «Edebiyat ve Eflâtuna nazaran gençliğe gem olan ve onu vâhi şeylere dalmaktan meneden bâzı ilimler.»
         «Hakikî yola vasıl olmak için bu malûmatı ka­zanmak elzem midir?»
           «Asla, bunlar yalnız bu yola yaklaşmayı kolaylaş­tırır. Fakat, insanların daha faziletli olmasına yaramaz.»
           «Acayip, siz bu malûmatın hayırlı adamlar yetiştirmeye mi yarayacağı kanaatindesiniz? »
           «Her ne kadar bu malûmatın nev’ama yardım­ları olsa da, bunlar olmaksızın da insan faziletli ola­bilir. İşte size bir mukayese yapayım: Bir tercüman vasıtasıyla ecnebî lisanla yapılan bir muhavereyi tâkip edebiliriz, değil mi? Maamafih, ibarelerin manası, daha âlâ kavranabileceği için, o lisanın, kendisini bilmek elbette faydalıdır. İşte bunun gibi şu söylediğim ma­lûmatın muaveneti olmadan, tamamıyla faziletli olmak mümkündür [ Burada bir metin noksanı görülüyor.].»
XXXIV
«Ulumu fünun sahibi olanlar hayırlı adam olmak için diğerlerinden daha iyi şerait altında mı bulunuyorlar? »
           «Diğerlerinden daha iyi şerait altında nasıl bulunabilirler? Çünkü onlar da ötekiler gibi hayır ve şer hakkında yanlış fikirlere sahip, ve onlar gibi her türlü seyyielere karışmşlardır. Edebiyatta tefevvuk etmek ve bütün ilimlere malik olmakla beraber öte­kilerden daha az müfrit, fâsık, tamâkâr, haksız, alçak, ve akılsız değildirler.»
           «Doğru onlarda bu nakise ekseriyetle görülür.»
           «O halde, bu adamlar malik oldukları ilim­lerden dolayı nasıl olur da diğerlerinden daha kolay fazilet sahibi olabilirler?»
XXXV
           «Bunun mümkün olmadığını şimdi ispat ettiniz; fakat bunlar hakikî yola yaklaşıyorlarmış gibi niçin ikinci hisarda ikamet ediyorlar ?»
İhtiyar cevap vererek: — «Oturmalarının ne fay­dası var? Bir çok kimselerin ekseriya Perhizsizlik ve buna mümasil mesavi içinde olmakla beraber birinci hisardan çıkarak bu âlimleri çok geride bıraktıkları ve Hakikî Yola kadar gitmek için defaten üçüncü hi­sara girdikleri görülür. Bir daha söyliyorum bulunduk­ları yerde çok ihmal ve az itaat göstermekten başka bir şey yapmıyan bu âlimlerin diğerlerine karşı ne rüçhanları olabilir?»
           «Bu nasıl olur?»
           « İkinci hisarda olanlar bilmediklerini öğren­diklerini zannederek sâde toplıyorlar; bu batıl itikat, yahut yanlış zan onları daha ihmalci yapıyor ve Hakikî Yola hahişle atılmıya mani oluyor. Far­kında değilmisin ki, onlar, onlara vasıl olmak için birinci hisarı aşıyorlar. Demek oluyor ki, bunlar diğer­lerinden daha faziletli değildirler. Onları ikaz ve irşat etmek ve Hakikî Yolda olmadıklarını ve yanlış malû­matla aldatıldıklarını kendilerine bildirmek için neda­met imdatlarına yetişmezse, diğerlerinden şüphesiz daha faziletli olmuş olmazlar. Binaenaleyh bunlar bulundukları halde kaldıkça mes’ut olamayacaklardır. «ihtiyar sözüne devam ederek:
           «Yabancılar! bu vesayayı mevkii file koymanızı ve bunlar sizde halloluncaya kadar devamlı bir surette onlara kendinizi alıştırmanızı sizlere tavsiye ve bu hu­susta sizi teşvik ederim. Onları daima teemmül ediniz, daima nazarlarınız altında tutunuz, bundan başkalarına ehemmiyet vermiyiniz. Eğer böyle yapmazsanız, bütün bu işittikleriniz sizin için faydasız olmuş olacaktır.
           « Nasihatlarınızı tutacağız. Faket Talihin insan­lara, meselâ hayat, sıhhat, zenginlikler, zafer ve zinet şanu şeref ve sair bu cinsten verdiği şeyleri niçin ha­yırlar zümresine dahil etmediğinizi ve bunların zıddını da niçin fenalık ve şer diye telâkki etmediğinizi bize söyleyiniz. Halbuki, sizin bu hususta bize söyle­dikleriniz, bizim evvelce edindiğimiz bilgiye muhalif olmakla beraber doğru da görünmiyor.»
           « Eh! öyle ise, sana soracağım suallere doğru cevap ver.»
           « Çalışırım.»
           « Fena yaşıyan bir kimse için hayatın bir ha­yır olduğunu zannediyor musun?
           « Hayır bilâkis bu halde hayatın hakikî bir fenalık olduğunu zannediyorum.
« O halde bu adam için bir şer olan hayat, biza­tihi nasıl bir hayır olabilir.»
           « Düşünüyorum ki, hayatı fena surette kulla­nanlar için, hayat bir şer ise, onu iyi suretle istimal edenler için de bir hayırdır.»
           « Demek oluyor ki, sen bu suretle yaşamanın ayni zamanda şer ve hayır da olabildiğini anlıyorsun, değil mi?»
          «Evet.»
XXXVII
          « Böyle yekdiğerini nakzeden cümleler dermeyan etmekten sakınmıyor musun? Öyle ya, ayni şeyin iyi veya kötü o’ması nasıl mümkün olur. Çünkü bunun ayni zamanda hem faydali hem zararlı olması hem sevilmesi hem sevilmemesi lâzımgelir. Bu zıddi­yet bir araya gelebilir mi? Mamafih kötü yaşıyan bir kimse için de hayatın bir şer olduğunu nasıl kabul etmemelidir? Eğer hayat bu adam için bir şer ise, o halde hayat ta zatında bir şerdir.»
          «Doğru.»
           « Fakat yaşamak ve kötü yaşamak, bunların ikisi de ayrı ayrı şeylerdir. Sen de böyle düşünmüyor musun?
          « Şüphesiz ki ayrı ayrı şeylerdir.»
           « Demek oluyor ki kötü yaşamak bir şerdir, fakat yaşamak bir şer değildir. Zira o vakit iyi yaşıyanlar için de hayatın bir şer olduğu anlaşılmış olacaktır.»
          « Bu bana çok doğru görünüyor.»
XXXVIII
          « Madem ki hayata iyiler de kötülerde iştirak
ediyorlar, o halde hayatın kendi zatında ne hayır, ne de şer olduğuna hükmetmelidir. Cerrahide yapılan ameliyeler de bunun gibidir. Hastalara sıhhi olan yar­malar ve yakmalar, afiyette olanlara muzırdır. Onun gibi yaşamak bir fenalık değildir; fakat fena yaşamak fenadır.»
          « Doğru. »
           « Eğer bu muhakeme doğru ise, hicap içinde yaşamıyı mı, voksa şerefle ve mertçe ölmeyi mi tercih edersin?
          « Tereddütsüz olarak şerefle ölmeyi tercih ederim.»
           «O halde ekseriya yaşamaktan ise, ölmenin daha faydali olmasına nazaran, ölmenin de bir kötü­lük olmadığı anlaşılıyor.»
           « Kabul ediyorum.»
          « Sıhhat ve hastalıklarda böyledir. Öyle zaman­lar vardır ki sıhhatin devamı zararlıdır.
XXXIX
           « Aynı düşünceleri zenginlikler üzerinde de tat­bik edelim. Servetlere gark olduğu halde kederli ve bedbahtça hayat süren kimseleri her gün görmüyor musunuz?
           « Jüpiter namına onlardan bir çoklarını görü­yoruz.»
           « Kendilerinin daha mes’ut olmalarına zen­ginlikleri faide etmiyor değil mi?
          « Hayır şüphesiz, çünkü onlar kötülüklerle bu­laşmışlardır.»
           « Böyle olunca, demek oluyor ki, fazilet ve sa­adeti husule getiren zenginlik değil, fakat doğru ve Hakikî Yoldur.»
           « Bunun şüphe götürür yeri yoktur.»
   « Şu neticeye varıyoruz ki, zenginlikler insanlarm daha faziletli ve mes’ut olmalarına imdat etme­diği cihetle bir hayır değildir.»
           « Bu neticenin kabuli zarurîdir.»
           « Demek oluyor ki, zenginliklerinden iyi bir temettü çıkarmıyı bilmedikleri için bazı kimselere zen­gin olmak faydalı değildir.»
           « Bana da öyle geliyor.»
           « Buna binaen malik olunmaması ekseriya faydali olan şey nasıl olur da hakikî bir hayır diye telâk­ki edilebilir.»?
           « Evet hakikaten bu mantıksız bir şey olurdu.»
           « Hulâsa zenginliği namusluca ve iyi bir suret­te kullanmayı bilen kimse mes’ut, bilmeyenler ise acı­nacak bir adamdır.»
           « Bu netice bana tamamıyla doğru geliyor.»
XL
            « insanların duygularına intizamsızlık ve te­şevvüş veren onların bu şeyler hakkında ayrı ayrı fi­kirleri olmasıdır. Bazıları bunları bir hayır gibi telâkki edip ararlar. Bazıları ise bir şer gibi bilip onlardan kaçarlar. Bunları hayır olarak telâkki edenler bunlara malik olmakla mes’ut olacaklarını tasavvur ederler. Binaenaleyh bunlara malik olmak için her şeye razı olurlar, ahlâka, adalete mugayir olan hiç bir kötü fii­lin önünden çekinmezler; bunları, mahveden hakikî hayır hakkmdaki cehaletleridir. Bunlar, hayrın hiç bir vakit prensip olarak şerre malik olamadığını bilmiyorlar.
Çok kimselerin hicap veren cinaî ef’al ile, yani haydutluk, hiyanet, katil münafıklık, sirkat ve sair bu gibi fena ahlâklar ile nihayetsiz zenginliğe vasıl olduk­ları görülmüyor mu?»
           « Çok görülüyor.»
           «O halde şerrin, hayır prensipi olmayacağı doğru ise ki, bu itiraz kabul etmez bir hakikattir, zen­ginliğin de membaı fena âmelde bulunabileceği cihetle bundan zenginliğin de bir hayır olmadığı neticesi ta­biî olarak çıkar.»
           «Sizin muhakemeniz ret ve cerh olunamayacak surette doğrudur.»
           « Kötü âmelde bulunmakla hikmet ve doğru­luk iktisap edilemeyeceği gibi methe şayan ve faziletli ef’alde bulunmakla da fena ve ahlâksız bir adam olmak kabil değildir. Binaenaleyh, mücrim ve canile­rin de zenginlikler elde etmeleri yani büyük bir şöh­ret almaları, zaferlere nail olmaları hulâsa hayatın bütün eğlence ve letafetlerine mazhar olmaları vaki olabildiğine nazaran bütün bu şeyleride hakikî hayır­lar sırasına koymamak lâzım geldiği neticesi çıkarıl­malıdır. Bunlar kendi zatında ne iyi ve ne de kötü­dürler; asıl hakikî hayır marifet ve hikmete malik ol­mak ve asıl hakikî şer de buna mâlik olmamaktır.»
«İşte bana da kalırsa, bu oldukça doğru bir hükümdür
[Rumca metin burada bitiyor ve (kevis) le ihtiyar arasındaki muhavereye burada bitmiş nazarile bakılabilir. Maamafih (Kevis) tablo­sunun arapça tercümesi vardır ki. Bunun iki son faslı fena bir lâtince ile tercüme edilmiş olarak birçok eserler içinde bulunmaktadır. Bu fa­sıllar evvelce söylenmiş olan fikirleri ihtiva etmekle beraber, fazla kim­seler ve tabirlerle söylenilmiş olduğunu da gösterir; fakat son cümle hiç olmazsa pek tabiî gözüküyor ki buda ihtiyarın samilerinden ne su­retle müsaade aldığını bilmektir. İşte biz de lâtinceden bunu aldık.]
XLI
           «Öyle ise kötü ef’alin hakikî hayırları husule ge­tirdiğini zannetmek, hatalı ve idlâl idici bir fikir olur.»
XLII
Evvelce dediğimiz gibi, bu hayır zannolunan şeyler ne iyi ve ne de kötüdürler. Maamafih eğer bunlar fena amelden husule geliyorsa; onlardan kötülük bekleme­lidir. Fakat hepsi iyi amellerden olduğu gibi, kötü amel­lerden de husule gelir. Meselâ uyku ve uykusuzluk, gezinme veya istirahat, bunlar bambaşka şeyler olduğu gibi rastgelen bir adamın eline, yani âlime olduğu gibi cahilin de eline geçebilir şeylerdir. Alim için şahsî olan şey hayırdır. Cahile hassolan şey de şerdir. Adalet ahlâkı muntazam olan ve akılla muttasıf olan kimse­lerde bulunur. Zulüm ise, mahdut ve intizamsız akıl­larda bulunur. Bu iki zıttın ayni kimsede bulunması imkânı yoktur. Bir kimse ayni zamanda hem uyumuş hem uyanık hem âlim ve cahil olmıyacağı gibi, evvel­ce de söylediğimi zannettiğim veçhile, yekdiğerine de mütebayin evsafa da malik olmaz.»
          «Evet bu nokta anlaşılmıştır. Bizim bütün mubahasalarımızdan bu netice çıkıyor.
XLII1
           «Öyle ise bütün bunlar hakikaten İlâhî bir prensip üzerine ibtina ediyor.»
           «Söylemek istediğimiz prensip nedir?»
           «Hayat ve ölüm, sıhhat ve hastalık, zenginlik ve fakır, hasılı ayni zamanda hayır ve şer olarak telâkki ettiğin bütün bu şeyler: farksız olarak insanların heyeti umumiyesine aittir.»
           «Evet, biz bu neticeye vasıl olduk ki, bu şeyler ne büsbütün hayır, ne de büsbütün şerdir, fakat bu prensipi tasdik ve teslim etmek için azıcık güçlük çe­kiyorum.»
           «Eğer buna mutmain olmıyorsan, demek oluyor ki ne bu fikirlere nufuz etmek ve ne de bu prensip­lerden bunların bütün neticelerini çıkarmak hususunda senin alışkınlığın yoktur. Bunun için bütün hayatın müddetince bu arzettiğim hakikatları gözünün önün­den uzaklaştırmamaya ve belki onları zihnine hakketmeye ve onlara alışmıya seni teşvik ederim. Eğer sende bazı vesvese ve kuruntular uyanırsa, benimle müşavere etmek için tekrar buraya gelirsin; ben de senin bütün şüphelerini gideririm.»
Kaynak:, Kevis’in Tablosu, Mütercimi: Semiha Cemal İstanbul Kız Muallim Mektebi Ruhiyat Muallimi, Commelin’den tercüme edilmiştir, Devlet Matbaası, 1932, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar