[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] KIRK DOKUZUNCU KISMI
'
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
İstihare Namazı
Bir rivayette, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesine Kur'an-ı Kerim’den sure öğrettiği gibi
istihare (duasını) da öğrettiği aktarılır. Başka bir rivayette ise ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem istihare için iki rekât namaz kılmayı emrederdi’
denilir. Dua, istihare için kılman iki rekâttan (rekâtın ardından) selam
verdikten sonra yapılır. Birinci rekâtta Fatiha suresi, ‘Rabbin
dilediğini seçer ve yaratır, onların bir seçimi yoktur’239 ayeti
ve Kafirûn suresini, ikinci rekâtta ise Fatiha ve İhlas suresini okumak
müstehaptır. Selam verdikten sonra bu konuda aktarılan dua yapılır. Yapılması
ve gerçekleşmesi istenilen her önemli işte böyle yapılır. Bundan sonra insan,
yapmak istediği şeye başlar. Allah Teâlâ katında o işte kendisi için bir hayır
varsa, Allah Teâlâ gerçekleşmesi için onun sebeplerini kolaylaştırır ve Böylelikle
işin sonu âsan olur. O işin gerçekleşmesine imkân olmaz ve kolaylıkla gerçekleşmezse,
artık kaderle ters düşülmez, insan bilir ki, Allah Teâlâ nezdinde o işte bir
hayır bulunsaydı (onu gerçekleştirecek) sebepler imkânsız olmazdı. Böylece Allah
Teâlâ’nın o işi bırakmasını istediğini anlar. Dolayısıyla ondan dolayı acı
çekmez ve o işi bıraktığı için memnun kalır.
Allah Teâlâ
ehli, her günün gece ya da gündüzünden belirleyecekleri özel bir vakitte
istihare namazını kılmalıdır; İki rekâtın ardından selam verip dua ettiklerinde
ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin emrettiği yerde ihtiyaçlarını söylemeleri
gerekir. Daha sonra bunu belirteceğiz. İstihare duasını yapan şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’m! Kendim ve başkaları için yaptığım her hareketin ya da başkasının
benim, ailem, çocuklarım ve sahip olduğum şeyler hakkında yaptığı hareketin
dinimde, dünyamda ve ahiretimde hayırlıysa onu benim için kolaylaştır, onu
yapmama güç ver ve benden hoşnut ol!’ '
‘Allah Teâlâ’m!
Başkası hakkında yaptığım bütün hareketleri veya başkasının benim, ailem,
çocuklarım ve sahip olduğum şeyler hakkında yaptığı bütün hareketlerin
şimdiden yarına (dünya ve ahiret) kadar dinim ve dünyamla ilgili olarak benim
için kötü olduğunu biliyorsan, onun sebeplerini benim için kolaylaştırma.’ Allah
Teâlâ izin verirse istihare duasında bunu zikredeceğiz, insan böyle davranıp
bir iş yaptığında ya da başkası onun hakkında bir iş yaptığında, o işte
gerçekleşmiş bir iyilik bulunur. Ben bunu bizzat tecrübe ettim. Her gün
belirlediği bir vakit içinde insan bunu yapar.
İstihare duası şöyledir:
‘Allah Teâlâ’m! Ben senin ilminden hayırlı olanı diliyorum ve senin kudretine
sığınıyorum, senin büyük ihsanından talep ediyorum. Sen kadirsin, ben değilim;
Sen bilirsin ben bilmem; Sen gaipleri (bilinmezleri) en iyi bilensin. Allah
Teâlâ’m! Bu işin -işin ne olduğunu belirterekdinimde, geçimimde ve işimin
sonunda -ya da dünya ve ahiretimdebenim için hayırlı olduğunu biliyorsan, onu
benim için takdir et ve benim (ona ulaşmamı) kolaylaştır. Sonra onu benim için
mübarek ve bereketli lal! Bu işin -işin adını söyleyerekdünyamda, geçimimde ve
işimin sonunda benim adıma kötü olduğunu biliyorsan, onu benden, beni ondan
uzaklaştır. Benim için hangisi iyiyse, onu takdir et, sonra o işten dolayı
benden razı ol.’
Arif belirli ya
da belirsiz bir ihtiyacıyla ilgili Rabbinden hayırlısını istediğinde, ‘Allah
Teâlâ’m!’ deyince onun bilgisi kalbinde canlanır. Yani (arifin duasında Allah
Teâlâ’m demesi) ‘Ey Allah Teâlâ! Yönel (aksıd)’ demektir. Burada, irade işe
dahil olmuştur. Çünkü kasıt irade demektir. Mahrece yakınlığı ve komşuluğu
nedeniyle ‘Allah Teâlâümme’ kelimesinden hemze düşmüş ve he harfiyle
yetinilmiştir. Bu durum, vuslatın büyüklüğünü gösterir. Çünkü ‘Allah Teâlâümme’
kelimesinin açıklaması ‘Ey Allah Teâlâ! İyiliğe inandık, yani ona yöneldik’
demektir.
(İstihare
duasında geçen ‘innî’, kuşkusuz ben ifadesine gelirsek) Bir şeyin enniyeti
(benliği), o şeyin hakikati demektir ve kendisini ifade eder. Duada söylenen
‘senin ilminden hayırlı, olanı istiyorum’ ifadesinin anlamı ise şudur: ‘Ey Allah
Teâlâ! Hakikatim ve zatımla senin ilminin benim için seçtiği kendisinde
hayrımın bulunduğu şeye yöneliyorum.’ Çünkü sen bana uygun iyiliği bilirsin ve
talep etmek için yöneldiğim bu şeyi ben bilemem. Sen onu var etmeye kadirsin,
ben onu var edemem. Onu yapmada ve varlığını ortaya çıkarmada benim adıma senin
bildiğin bir hayır varsa, ö şeyi benim için takdir et, yani benim için yap!
Benim hakkımda hayırlı olan onu yapmamak ve varlığını ortaya çıkarmamak ise,
onu benden uzaklaştır. Çünkü ben onu düşüncemde canlandırdım ve tahayyül ettim.
Bu nedenle onun bir çeşit varlığı meydana geldi. Bu varlık, insanm yapmak
istediği şeyi zihninde tasavvur etmesidir. Allah Teâlâ’m! Sen onu varlığının
ortaya çıkmasıyla benim üzerimde hükümran yapma! İşte ‘onu benden uzaklaştır’
ifadesinin anlamı budur.
Sonra şöyle der:
‘Beni ondan uzaklaştır!’ Yani benimle onun arasına gir ve aramıza varille ve
yolduk arasındaki perdeyi koy. Böylece onu zihnimde canlandırmayayım, ne
varlığıyla ne de hayaliyle bende bulunmasın. ‘Senin kudretinden istiyorum.’
Kudret, var etme niteliğidir ve o ilişme bakımından bilgiden daha özeldir (dar
kapsamlı). Böylece (yaratma anlamındaki) iş, bilgiyle yönlendirilirken kudretle
var edilir, kudret ile yönlendirilmez. Bu nedenle istihare eden kişi, bilgiyi
kudretten önce zikretmiştir. Çünkü insan için iyilik, yapmayı ve var olmasını
istediği şeyi terk etmede bulunabilir. Bu durumda adeta şöyle der: Meydana
getirmek istediğim şeyi meydana getirmede bana ait bir iyilik varsa da Senin
kudretine sığınıyorum. Yani, onu meydana getirme gücünü bana ver. İstihare
eden kişi, fiili kulla ilişkilendirmeyi kabul edenlerden ise -Mutezile gibibu
durumda ‘senin kudretinle’ ifadesindeki izafet, ‘kullarında yarattığin kudretin
ile’ anlamına gelir. Fiilin kulla ilişkilendirilmesini (nispet)
benimsemeyenlere göre ‘kudretinle’, (kullarda bu gücü) yaratma hükmüne değil,
nitelik olarak Allah Teâlâ ile ilişkilendirilen kudret sıfatı anlamına gelir.
‘Sen güç
yetirirsin, ben güç yetiremem.’ Bu ifade, (fiillerin kullarla ilişkisi hakkında
görüş ileri süren) her iki gruptan ortaya çıkar. Yani, Sen istediğim işte benim
iyiliğimin bulunduğunu bilirsen, onu yapma gücünü bende yaratmaya kadirsin.
Bazeri bu ifade, kudretin kuldan uzaklaştırılmasını bildirmek anlamında
kullanılabilir. Bu durumda şöyle demiş olur: Çünkü Sen onu var etmeye ve
istediğim şeyi meydana getirmeye kadirsin, ben ise, kadir değilim. Yani onu
meydana getirecek bir kudretim yoktur. Çünkü insan, (kendisinde) yaratılmış
kudretin tekvin (bir şey meydana getirme) özelliğinde olmadığını ve kendi sınırını
aşmadığını bilir.
‘Beni o fiilden
hoşnut eyle!’ Ezeli ilminde seçmiş olduğun duruma göre o fiilin meydana gelip
gelmemesiyle beni sevindir ve mutlu eyle. ‘Hakk’ımda hayırlı olanı ver!’ Sen
benim hayrımın hangi mekân, zaman ve hallerde bulunduğunu en iyi bilensin.
‘Çünkü sen gaipleri bilensin!’ Yani, bizden gizli iyilikleri Sen bilirsin, ben
bilmem., Bir şeyi bilmenin onu görmeyi içermediğini bilmelisin. Bu durum,
eşyayı görme özelliğinin onları bilme özelliğinden farklı olduğunu gösterir.
Dolayısıyla bilme özelliği (nispet), görülen ve görülmeyene ilişir. Başka bir
ifadeyle görülen her şeyden görülen kısım bilinirken bilinen her şey görülmez.
Şeriatta Allah
Teâlâ’nın gaipleri gördüğü şeklindeki bir ifade geçmemiştir. Buna karşın ‘gaipleri
bildiği’ ifadesi yer almaktadır. Bu nedenle Allah Teâlâ, kendisini görme
özelliğiyle nitelemiş ve şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’240
Burada, kendisini görmek ve bilmek özelliğiyle nitelemiştir. Dolayısıyla
özellikler arasında fark görmüş, aralarındaki fark öğrenilsin diye de onları
birbirinden ayrıştırmıştır. Allah Teâlâ için bir gaibin bulunması düşünülemez.
Bu nedenle, (ayette kast edilen) gaibin bizden uzak olan şeylerle ilgili göreli
bir durum olduğunu anladık. Bu yorumla ‘Sen gaipleri en iyi bilensin’ diyen
kişi, adeta, ‘bizden uzak olan şeyleri bilirsin’ der. Aynı durum ‘gaibi ve
şahadeti bilendir’ ifadesi için de geçerlidir. Yani, bize gizli olup bizim
görmediğimiz, Allah Teâlâ’nın ise gördüğü şeyi en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.
Bir şeyi görmek, o şeyin tanımını ve hakikatini bilmeyi gerektirmediği gibi
varlık ve yokluk olarak bir şeyi bilmek ise onun tanım ve hakikatini bilmeyi
gerektirir. Aksi halde, o şey bilinmemiş demektir. Bütün eşya yokluk
hallerinde Hakk tarafından görülür. Böyle olmasaydı, Allah Teâlâ onların bir
kısmına var olmayı tahsis etmezdi. Çünkü sabit hakikatlerin bulunmadığı mutlak
yoklukta ‘görme ayrıştırması’ gerçekleşmez. Mümkünlerin yolduğu ise böyle
değildir. Öyleyse bilginin eşyayı birbirinden ayrıştırması ve birbirine üstün
kılması, Allah Teâlâ’nın onları görmesinin ve belirlemesinin bir ifadesidir.
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ onları görür. Mümkünler yoklukla nitelenmiş
olsalar bile, kendilerini bilmesi halamından Allah Teâlâ için yok değillerdir.
Nitekim nefsinde var etmek istediği şeyin suretini belirleyen insanın bir şeyi
tasavvur etmesi de böyledir. Sonra; o sureti ortaya çıkarır ve onun varlığını
izhar eder. Bu durumda yokluk halinde varlık ile nitelenmiş olarak bulunuyorken
dış varlıkla nitelenir. Söz konusu şeyin önceki durumu bizim için zihni
varlık, Allah Teâlâ hakkında ise (mümkünlerin hakikatleri söz konusu olduğunda)
İlmî varlıktır. Bu durumda eşya gerçekte bir varlıktan başka bir varlığa
çıkmış demektir. Başka bir ifadeyle eşya, bilgi varlığından dış varlığa
geçmiştir, imkânsız olan ise, ayrışmış hakikatlerin bulunduğu mutlak yokluktur.
İşte bu,
istihare duasının içermiş olduğu bazı anlamlardır. ‘Onu benim için kolaylaştır’
ifadesinde ise, amaçlanan şeyin meydana gelmesine belirti ve delil olan
sebepler kastedilmektedir.
TOPARLAYICI
FASILLAR
Bu Bölümün Sonunu da İçeren
Namazla İlgili Toparlayıcı
Fasıllar
VASIL
. Namazı
Kılmak
Namazın kılınması (ikame etmek), varlığının en yetkin bir şekilde ortaya
çıkartılması demektir. Onun yaratılışı ise, ait öznesinin farklılığıyla
değişir. Söz gelişi Allah Teâlâ ile ilişkilendirilen namazın melek, insan ve
diğer yaratılmışlar gibi Allah Teâlâ’dan başka biriyle ilişkilendirilen
namazdan farklı bir yapısı vardır. Allah Teâlâ, onu tam olarak meydana getirir.
Bu nedenle ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’241
demiştir. Bunun nedeni, yaratmasının tamlığıdır. Çünkü ‘0 size salat eder’242
ifadesinde Allah Teâlâ’ya nispet edilen salat, kullarına merhamet etmesidir. Bu
mesele, daha sonra ele alınacaktır. :
Namazın (salat)
öznesinin melek olması da böyledir. Melek, onu tam bir yaratılışla ortaya
çıkarır ve yapar. Meleğin ortaya çıkardığı her namaz tam olarak ortaya çıkmış
demektir. Dolayısıyla meleğin namazı yaratılış ve durum bakımından tamdır.
Donuk, bitid, cin ve insanların dışında canlılara ait olan her namaz da meleğin
namazı gibidir. İnsan ve cinlerin namazı ise, ‘muhallaka’, yani tam
gerçekleşmiş ya da eksik yapılmış olabilir. Öncelilde Hakk’ın namazından söz
edip şöyle deriz.
VASIL
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ ve melekleri size salat
eder (merhamet ve bağışlanma dileği).’243 Bu genel bir ifadededir. Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ ve melekleri peygambere salat eder’244 denilir. Burada ise, özel bir salat türü kastedilmiştir.
Çünkü ‘salat ederler’ kelimesindeki çoğul zamir Hakk’ı ve melekleri gösterir.
Meleklerin . Allah Teâlâ’nın kuluna yaptığı ‘salat’a katılmaları mümkün
değildir. Çünkü onlar, kendi mertebelerini aşamaz. Hakk, bu ‘salat’ta
kendilerini birleştiren zamir nedeniyle, meleklerin salat’ına inmiş demektir.
Böylece Allah Teâlâ’nın peygambere salat getirmesi, meleklerin ‘salat
getirdiği’ mertebeden gerçekleşir.
‘O size salat getirendir’245 ayetinde ise durum farklıdır. Burada, Allah Teâlâ’nın
salatı ile meleklerin salatını ‘size’ ifadesiyle ayırdıktan sonra zikredildi.
Sonra ‘sizi çıkarmak için’ deyip ‘çıkarmak’ kelimesini tekil olarak
zikretmiştir. Allah Teâlâ ve melekleri müminlere ‘salat’ getirmede birleştiren
çoğul zamirle zikretmedi. Halbuki ‘peygambere salat ederler’ ifadesinde böyle
yapmıştı. Böylece peygamber kendisinden başka hiç kimseye verilmemiş, daha
doğrusu bize bildirildiği kadarıyla kimseye verilmemiş bir mertebeyle diğer
insanlardan üstün olmuştur. >
Allah Teâlâ
hepimizi -ki peygamber de bizden biridir‘O size salat eder’246 ifadesinde birleştirmiş ve kendisini (meleklerden)
ayırmıştır. Sonra ‘melekleri de’247 demiştir. Burada ise, melekleri içlerinde peygamberin de
bulunduğu kullara ‘salat etmek’ özelliğiyle niteledi. O halde, Allah Teâlâ’nın
ve meleklerin ‘salat’ı bütün yaratılmışları birleştirir. Allah Teâlâ ise,
peygamberin bize bildirdiğine göre, peygamberine ‘toplayıcı sâlat’ı tahsis
etmiştir. Bu °uii*tta Allah Teâlâ ve melekleri ortaktır. Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ, ve melekleri peygambere salat ederler.’248 Toplu halde (cemaatle) yapılan ‘salat’ın yalnız yapılandan
daha üstün olduğu malumdur. Çünkü iki hal birbirinden ayrıdır. Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu toplayıcı salat’a mazhar oldu. Sonra Allah Teâlâ,
bu toplayıcı salat’ın benzeriyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme salat
getirmeyi bize emretti. Bu ise, bir hadiste geçtiği gibi, Allah Teâlâ bizim
dilimiz olduğunda yapılabilir ve ancak böyle bir durumda bize emrettiği ‘salat’
gerçekleşebilir. Meleklerin bu makamdaki ‘salatları’ da böyleydi. Bu makam,
peygambere salat getirmede melekler ile Allah Teâlâ’yı bir araya getirir.
Çünkü bu salat getirişte Allah Teâlâ, meleklerin dilleridir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu mertebede insan türüne üstünlüğü sabit olmuştur.
Çünkü bu, ilahi bildirimle kesinleşmiş bir üstünlüktür. Bizim bilmediğimiz
herhangi biri ona denk olsaydı, onun üstünlüğü ‘mümkün bir üstünlük’
olabilirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü belirtilmiş
olmakla, gerçekte Allah Teâlâ kendisine böyle ‘salat’ edip bunu bize bildirmemiş
olduğunu farz etsek bile, üstünlüğü belirlenmemiş olan kimse karşısında (ki
böyle biri yoktur) ortaya çıkmıştır. Öyleyse, her durumda Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin üstünlüğü kesindir.
Allah Teâlâ ‘Ey iman edenler!’249 dedikten sonra ‘0 size
salat eder’250 demiştir. ‘Ey iman edenler’ derken ise, neye inanılacağını
söylememiştir: Varlığa mı, birliğe mi? İnanmanın konusunun daha genel olan
varlığa yorumlanması daha yerindedir. Çünkü varlık rahmet itibariyle daha geneldir.
Böylece kendilerine ‘Allah Teâlâ’yı çokça zikredin’251 demiştir. Yani, her durumda zikredin. ‘O’nu
tespih edin!’252 Yani, O’nun için namaz kılın. İbn Ömer şöyle der: Tespih
eden olsaydım, tamamlardım.’ Burada kısaltmaksızın tam olarak namaz kılmayı
kastetmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘sabah akşam’253 demiştir. Yani, sabah ve akşam namazları. Aynı şekilde, ‘Akşamladığınızda
ve sabahladığınızda Allah Teâlâ’yı tespih edin’254 der. Bu ayette, beş vakit namazı bir araya getirmiştir.
Hamd ve övgü O’na aittir. Yâni, mutlak övgü O’na aittir. ‘Göklerde
ve yerde.’255 ..
İfadenin
değerlendirilmesine gelirsek, Allah Teâlâ bunu söyleyip namaz (salat) ve zikri
emrettiğinde şöyle demiştir: ‘O, size salat edendir.’256 Böylece bize salat ettiğini bildirmiştir. Buradan iki
durum anlaşılır: Birincisi Allah Teâlâ’nın bize salat etmesidir. Buna karşılık
bizim de O’nu övgü ve hamd ederek zikretmemiz, sabah ve akşam O’nun için namaz
kılmamız gerekir. Çünkü akıl ve ruhun gıdası onda olduğu gibi bedenin gıdası
da bu vakitlerdedir. Nitekim Allah Teâlâ ‘sabah akşam onda rızıkları vardır’257 buyurur. Her yaratılmışın rızkı, kendi hakikatinin
isteğine bağlıdır. Ruhların gıdası, tespihtedir. Bu nedenle insanlara ‘O'nu
tespih et’ denilir. Yani, bu vakiderde Allah Teâlâ için namaz kıl ve her
durumda O’nu zikret. Böylece, zikir herhangi bir vakide sınırlanmamışken
tespih sınırlanmıştır. Buradan, tespihin bu vakiderle irtibadı özel bir zikir
olduğunu öğrendik. Diğer durum ise şudur: Siz Allah Teâlâ için namaz kılarken
(salat) ve O’nu zikrederken, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ da size salat eder.
Öyleyse, Allah Teâlâ için namaz kılmamız ve O’nu zikretmemiz, iki namaz
arasında bulunur. Bunların hepsi Allah Teâlâ’dandır. Allah Teâlâ, bize salat
eder ve biz de O’nun için namaz kılarız, sonra Allah Teâlâ bize yine salat
eder. Allah Teâlâ’nın bize birinci salatı nedeniyle O’nun için namaz lalarız.
İkinci salat’ından ise, O’nun için namaz kılmamız ve zikretmemizin meyvesini
devşirerek, bizim hakkımızda muduluk gerçekleşir.
Sonra şöyle der: ‘Melekleri de salat eder.,2SS Yani, melekleri de kendilerine emredildiği
şekilde size salat eder (bağışlanmanızı diler). Bu durum şu ayette geçer: ‘Rabbimiz! Her şeyi rahmetin ve bilgin ile kuşattın,
tövbe edenlere ve senin yoluna uyanlara mağfiret et, onları cehennem azabından
koru. Rabbimiz! Onları Adn cennetlerine koy. Bu cennetleri babalarından
eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlara vaat ettin. Sen aziz ve hakimsin.
Onları günahlardan koru. O gün günahlardan korunan kimselere hiç kuşkusuz merhamet
etmişsindir. işte bu, büyük bir kazanımdır.’259 ‘O gün’ derken kıyamet günü kast edilir.
Günahlardan korunanlar, kendilerinden günahın çıkmasından sakınılmış
kimselerdir. Bütün bunlar, meleklerin ifadeleridir. O halde meleklerin bize
salat etmesi, konuyu anlayan kişiye göre, cenazeye namaz kılmamıza benzer.
Sonra şöyle der:
‘Sizi çıkarmak için.’260 Burada (salat’ın) sebebi bildirilir. ‘Karanlıktan
nura.’261 Bu çıkarma, Allah Teâlâ’nın ihsanı ve iyiliği ve meleklerin
duasıyla gerçekleşir. Zikretmiş olduğumuz husus budur. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘melekleri de’ demiştir. Meleklerin duası, ‘onları
günahlardan koru’262 ifadeleridir. Çünkü günahlar karanlıklardır. Bu sayede Allah
Teâlâ, kullarından bir kısmını bilgisizlik karanlıklarından bilginin nuruna,
bir kısmını Hakk’ın emrine muhalefet etmekten emre uyma nuruna, (bir kısmını)
sapkınlık karanlıklarından hidayet nuruna, ortak koşma karanlıklarından tevhit
nuruna, perde karanlıklarından tecelli nuruna, bedbahtlık ve yorgunluk karanlıklarından
muduluk ve rahat nuruna çıkarır.
Sonra şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ müminlere karşı merhametlidir:263 Müminler, tasdik edenlerdir.'Başka bir ifadeyle, birliği
(tevhit) tasdik etmekten daha genel olan varlığını tasdik etmeleri
karşılığında onlara merhamet etmiştir. Hakk’ın varlığına (vücûd-ı İlahî)
inandıktan sonra, imanın gerektiği her şey farklı tabakalarıyla bu imana dahil
olur.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Onunla karşılaştıklarında sözleri selam olur.’264 Yani, (kul ile Allah Teâlâ arasında) karşılaşma
gerçekleştiğinde, kul karşılaşmadan sonra bir daha asla bedbaht olmayacağı
esenlikle müjdelenir. Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, dünya hayatında
kendisiyle karşılaşır ve selamla müjdelenirler. Öyle kulları vardır ki,
öldüklerinde Allah Teâlâ ile karşılaşır. Bazı kulları ise diriliş vaktinde,
bazı kulları çok sayıdaki kıyamet duraklarının birinde Allah Teâlâ ile
karşılaşır. Bazı kullar ise, cehenneme girdikten ya da cehennemde azap
gördükten sonra Allah Teâlâ ile karşılaşır. Kavuşma gerçekleştiğinde, Allah
Teâlâ kulunu ‘selam’ diyerek selamlar. Dolayısıyla insan bu kavuşmanın
ardından bir daha bedbaht olmaz. Bunun üzerine, selam kavuşmaya bağlanmış,
kavuşmadaki derecelerin (veya yerlerin) farklılığı nedeniyle özel bir vakit (ve
yer) belirlenmemiştir. Allah Teâlâ’ya kavuşacak son kişi, özel olarak Allah Teâlâ’nın
varlığına inanan kişidir. Çünkü Allah Teâlâ ayette ‘müminlere’ demiş,
sınırlamamıştır. O sınırlamadığına göre biz de sınırlayanlayız.
. ‘Onlar
için cömert bir ödül hazırlamıştır:265 Her ödül, insanın sahip olduğu inanca göre verilir. En az
ödül ve mükâfat alacak kişi, Allah Teâlâ’ya bir ‘ilah’ olarak inanan kişidir.
Buradan, imanda en büyük olan kişiye kadar ödüller farklılaşır. O halde, Allah
Teâlâ’nın salat etmesi yaratıklarına merhamet etmesi demektir. Bu nedenle, ‘müminlere
karşı merhametlidir'’266 demiştir. Başka bir ayette ise ‘Rahman,
Arş üstüne istiva etti’167 denilir. Arş, Hakk’m mülkünün kapsamı
içine giren bütün var olanlardır. ‘Benim rahmetim her şeyi kapladığı’ gibi
Arş’ı da her şeyi kaplamıştır. Cehennem ve içindekiler de eşyadandır. Rahmet
ise, var olan her şeye yayılmıştır. Öyleyse, Hakk’ın ‘salat5!
(merhamet)’ her varhğa ulaşmıştır.
Yaratılmışlar,
hayalî suretlerdir. Onları hareket ettiren Halttır, onlar adına konuşan yine
Haktır. Şu halde onlar, (iradelerinin dışında) kudret hükümlerinin üzerlerinde
aktığı çekip çevrilen şeylerdir. Onlar, sabit iken silinenler ve var olma
hallerinde de yok olanlardır. Onlar, susan-konuşanlardır, tıpkı şehiderin canlı
olması gibi, ölü-dirilerdir. Akıl gözün görmediğini görür.
Öyleyse, Hakk’ın
salat etmesi, O’nun yaratıklarına genel olarak rahmeti demektir. Dolayısıyla bu
salat,'tam'kılınmış bir namazdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeye
yaratılışını verdi:2611 Rahmet de bir şeydir. Onun yaratılması ise, (her şeyi
kapsayacak şekilde) genelleştirilmesidir. Aynı şekilde, meleklerin salat’ı da
tam yaratılışa sahiptir. Çünkü onlar, daha önce zikredildiği gibi tövbekarlara
dua ederler. Aynı zamanda ‘onları günahlardan koru'269 derler. Böylece, namazları genel olmuştur. Öyleyse, farklı
itaat ve günah türlerine göre, itaat eden ya da asi olandan meydana gelen her
durum ye iş, meleklerin salat’ına (bağışlanma talebi) girer.
VASIL
İnsan ve Cinlerin
Salat’ı (Namaz ve Dua) ,
İnsan ve cinlerin salat’ı, ‘namazı dosdoğru
kılanlar'270 ayetinde dile getirilen salat’tır. İnsanların salat (namaz
ve dua) etmesi, Hakk’a nispet edildiği gibi rahmet anlamıyla kendilerine nispet
edilmesidir. Bunun yanı sıra insanlara salat, meleklerde olduğu gibi dua ve
merhamet anlamıyla nispet edilir. Ayrıca salat, dua, tekbiri tamamlamak,
ayakta durmak, rükû etmek, secdeye gitmek ve oturmak gibi rivayetlerde yer alan
anlamlarıyla insana nispet edilmiştir. Namazın rükû ve secdesini ve namazda
belirlenen fiilleri tamamlayan kişi, cemaat olmayı ve imama uymayı gerektiren
bir topluluk içinde kılınsa bile, hiç kuşkusuz namazın yaratılışını kemale
erdirmiş demektir. Namazdan herhangi bir kısım eksik kalsa, eksik kaldığı
ölçüde sahibine aittir. Allah Teâlâ, onu eksik iken kabul etmez ve böylece
namazları birbirine ekler, insanın kılınmış yüz namazı var ve onlarda eksildik
bulunuyorsa, bu namazlar birbirleriyle tamamlanır ve Hakk’a yetkin bir şekilde
giderler. Böylece -sözgelimiyüz namaz seksen ya da elli veya on ya da bundan
daha fazla ya da azı haline gelir. İnsanların ve cinlerin namazı böyledir.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde olan her şeyin, saf saj kuşların Allah
Teâlâ’ya secde ettiklerini görmez misin?’271 Bunların ‘hepsi
salatım ve tespihini bilmiştir.’272 ‘Salatım’ kelimesindeki zamir Allah Teâlâ’ya döner. Başka
bir ifadeyle hepsi, kendi varlığıyla ve o konuda o şeye rahmet etmesiyle Allah
Teâlâ’nın ona dönük merhametini ve salatım bilir.
‘Tespihini’273 ifadesindeki zamir ise, ‘hepsi’ kelimesine döner. Bir
yarlığın, rabbini kendisiyle tespih ettiği şey, rabbinin o şeye olan
‘salatı’dır. Allah Teâlâ ‘salat5 kelimesini kendisine nispet etmiş,
fakat kendisini tespih etmek özelliğiyle nitelememiştir. Bu ayet ise, yüce ve
süfli âlemleri ve bunların arasında bulunanları kapsar.
VASIL
Bir yaratılmışın
başka bir yaratılmışa minnet duyması Allah Teâlâ’yı
kıskandırır, çünkü minnet sadece Allah Teâlâ’ya duyulmalıdır. Allah Teâlâ
yaratmış olduğu her şey üzerinde başka bir yaratılmışın bir şekilde güç sahibi
olmasına imkân vermiştir. Bir yaratık kendisinden diğerine dönük (güç) ile
başka bir yaratılmışa karşı böbürlenmek isterse, kendisine (muhtaç olan) diğer
yaratılmışın başını eğdirir. Bu durum, resul, nebi ve Allah Teâlâ’yı bilenlerin
kamilleri gibi ariflere bir zarar vermez. Çünkü onlar, işlerin hakikatlerini
bildikleri gibi Allah Teâlâ’nın âlemi bağladığı (sebebi) ve Allah Teâlâ’nın
şanına yaraşıp başkasının ortak olamadığı sadece Allah Teâlâ’ya özgü şeyleri de
bilirler. Bu bağlamda Allah Teâlâ sebepleri ortaya koymuş ve şeyleri birbirine
dayandırmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendisi
vasıtasıyla hidayete ulaştırdığını kendilerine söylediği Ensar’a şöyle
demiştir: ‘Seni kovulmuş bulduk, himaye ettik; zayıf bulduk, yardım ettik’
diyeceksiniz, deyiniz.’ Böylece onlarm kendi üzerindeki haklarını
zikretmiştir. Halbuki Allah Teâlâ, herhangi bir sebep olmaksızın^ peygamberine
yardım edebilirdi. Fakat kendi suretine göre yarattığı kimsenin fıtratının
gereğine göre, hikmetin gereğini yapmış ve peygamberine şöyle demişti: ‘Onlara
salat
getir (peygamberin salatı, şefaat) üzerine namaz kıl,
senin şefaatin onlar için bir dinginliktir.’274
İşte bu,
kendisinde illet ve hastalığın meydana çıktığı böbürlenme, güç ve minnettir.
Fakat Allah Teâlâ peygamberini bundan koruyarak onu bu hastalığın ilacı yaptığı
gibi aynı zamanda (bize emrettiği salat5!) da kendi ilacının (yani
peygamberin getirdiği salat5ın) ilacı yapmıştır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Ey iman edenler! Peygambere salat getirin.’275 Peygambere salat getirdiğimiz için ona iyilik yapmış
olmakla övünürsek, bu kez peygamberin de kendisine emredildiği gibi bize salat
getirdiğini görürüz. Akıl, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bize salat
getirmeyi başımıza kakacağını tasavvur etse, bizim de ona ‘salat etmemiz’
peygamberi böyle bir başa kakmaktan men eder. Halbuki peygamber, en büyük
efendi olsa bile Allah Teâlâ, yaratıklarının üzerinde onun bile bir minnet
sahibi olmasına imkân vermemiştir. Böyle yapmasının nedeni, içinde bulundukları
bütün hallerde ve kendisine verdikleri sözleri yerine getirirken Allah Teâlâ
karşısındaki durumlarına göre, kullarına nimet veren ve iyilik yapanın sadece
kendisi olmayı dilemesidir. Dikkatini çektiğim konuya aklını ver! Çünkü bu
konu, Allah Teâlâ’yı ve -zeki isenAllah Teâlâ’dan başkasının mertebelerini
bilmenin sırlarındandır.
VASIL
Bilmelisin ki, Allah
Teâlâ namaz kılmayı zamanlara bağlamıştır. Bunlar,
farz namazları kılmanın şart olduğu vakiderdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namazı
kılın, çünkü namaz müminlere vakitleri belirlenmiş olarak yazılmıştır.’276 Allah Teâlâ namazları yerlere de bağlamıştır ki, bu yerler
mesciderdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın yükseltilmesine izin
verdiği evlerde kılınız.’277 Kast edilen şey, kendisiyle irtibatlı evlerin yaratıkların
evlerinden farklılaşması için Allah Teâlâ’nın yükseltilmesini emrettiği
evlerdir. ‘Orada Allah Teâlâ’nın ismi zikredilir’2711 yani ezan, kamet, tilavet, zikir ve vaazla Allah Teâlâ’nın
adı zikredilir. ‘O’na tespih edilir.’279 Yani, namaz kılınır. Bunun nedeni, mesciderde namaz kılmayı
Allah Teâlâ’nın kendilerine emretmiş olmasıdır. ‘Gece ve
gündüz erkekler.’280 Burada, kadın zikredilmemiştir, çünkü Havva, Adem’in bir
parçası olduğu için erkek kadını içerir. Bu nedenle, erkekleri şereflendirmek
ve kadınların erkeklere katıldığına dikkat çekmek için sadece erkekler
zikredildi. Öyleyse, burada kadınlar erkelder olarak isimlendirildi. Çiinkü
kadınlar, kemal derecesine ulaşmaktan mahrum bırakılamaz, kadınlar da tıpkı
erkekler gibi kemale ulaşabilir. Bir hadiste Meryem ile Firavun’un eşi
Asiye’nin kemali zikredilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Onları ticaret ve alış veriş alıkoyamaz.™1 Yani, herhangi bir ticaret veya alışveriş onları meşgul
edemez. Ticaret bir şey satmak ve almak demek iken bey’ ise sadece satmak
demektir. Allah Teâlâ, onları ticaret yapmakla övmüştür. Kast edilen şey, Allah
Teâlâ’nın ticaret yapmayı emrettiği konularda herhangi bir şeyin alım veya
satımıdır. ‘Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti bildireyim mi? Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine inanır, mallarınız ve canlarınız ile O’nun yolunda
cihat edersiniz™2 Satış hakkında ise şöyle der: ‘Allah
Teâlâ müminlerin canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın
aldı.™3 Bu, üründür. Allah Teâlâ’nın ceiıneti ürün yapması, zalim
ve mazlum iki hasım hakkındaki bir hadisten bilinir. ‘Allah Teâlâ kıyamet günü
yaratıklarını barıştırır. Mazluma başını kaldırmasını emreder, o da yücelere
(illiyyîn) bakar. Orada, güzelliği insanı şaşırtan şeyler görür ve şöyle der:
‘Bu güzellik hangi peygamberin ya da hangi şehidindir? Allah Teâlâ ‘bana ürün
(semen) verenindir’ der. Kul ‘buna kim sahip olabilir ki?’ der. Allah Teâlâ ise
‘falan kardeşini affetmen karşılığında sen sahip olabilirsin’ der. Bunun
üzerine kul ‘onu affettim’ der. Allah Teâlâ ise ‘o halde, kardeşinin eliiıden
tut ve cennete gir’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadisi
söylediğinde ‘Allah Teâlâ’dan korkun ve birbirinize barışın’284 ayetini okumuştur. Çünkü Allah Teâlâ, kıyamet günü
kullarını barıştırır.
O halde, mümin
satım hakkına sahip olduğu şeylerde ticaret ve satım yapmakla Kur'an-ı
Kerim’de övülmüştür. Allah Teâlâ,, (ticaret yapmakla kulunu övdüğü ayette)
kulunun özel bir şey satın aldığını belirtmemiştir. Çünkü ticaret, karşılık ve
bedel almak demektir. Bey’ ise, sahip olunan malı satmak demektir. Şira’ ise,
sahip olmadığın şeyi satın almaktır. Kur'an-ı Kerim’de ‘şira’ yapmakla, sadece Allah
Teâlâ’nın günahlarına tanıklık ettiği kimseler nitelenmiştir. Şöyle der: ‘Onlar
hidayet karşılığında sapkınlığı, bağışlanmak karşısında azabı satın alan
(iştera) kimselerdir.’285 Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri sözün ve
yeminlerin karşılığında az bir bedel satın almışladır (iştera).’286
Kur'an-ı
Kerim’in mümini (ticaret yapmış olmakla överken) ‘satın almak’ eylemiyle
nitelemeyişinin sebebi, Allah Teâlâ’nın onu yaratıp yeri ve yurdu olan
yeryüzünde yarattığı her şeye onu sahip kılmasıdır. Allah Teâlâ ‘yeryüzündeki
her şeyi sizin için yarattım? der. Yeryüzündeki her şey insanın mülküyse, satın
alabileceği bir şey geride kalmamıştır. Allah Teâlâ insana ‘sapkınlığı’ da
yasaklamıştır, çünkü sapkınlık (dalalet), var olmayan bir niteliktir ve batılın
ta kendisidir. Batıl ise yokluktur, Allah Teâlâ bize ona uymayı emretmedi.
Çünkü yolduktan varlığa çıktık ve dolayısıyla kendisinden çıkağımız şeyi bir
daha istemeyiz. Bunun gerçek açıklaması budur. Çünkü Allah Teâlâ, bizi
kendisine ibadet edelim diye yarattı. Hidayet karşılığında sapkınlığı satın
aldığımızda, hiç kuşkusuz varlığa karşı yokluğu, kendisinden dolayı
yaratıldığımız gerçeğe (hakka) karşı batılı seçtik demektir. Bu nedenle
Kur'an-ı Kerim, mümini satın alıcı diye nitelemedi.
Allah Teâlâ’nın, kulu sahibi yaptığı şeylerin bir kısmı
kendisine mübah, bir kısmı ise ‘elinden çıkarmaması’ ve ‘satmaması’ zorunlu
şeylerdir. Bunlar, vacip ve farzlardır. Mümin, farzlar karşılığında mübahları
satar. Bu nedenle, saümı serbest hususlarda satım yapması kendisine emredildi.
Öyleyse, zeki ve akıllı mümin mübahlık hükmüyle içinde bulunduğu vakte bakar ve
şöyle der: ‘Sahip olduğum bu mülkte benim kazancım yoktur, dünya ise ticaret
yeridir. O halde benim hakkımda daha uygun olan bir vacip karşılığında bu
mübahı satmalıyım ve vaktimi boşa harcamamalıyım.’ . . .
Söz gelişi,
kardeşleriyle bir sohbet ediyor olabilir, içinden şöyle der: ‘Rabbim! Bu mübah
davranışı farz olan karşılığında satmak istiyorum.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bu
sana kalmıştır!’ Bunun üzerine kul, bulunduğu mekânın sağladığı Allah Teâlâ’yı
gösteren iyilik ve güzelliği düşünmek karşılığında sohbeti ‘satar’ ve
(dosdarıyla sohbet yerine) Allah Teâlâ’nın yaratmasının güzelliği, yetkinliği
ve iyiliği hakkında düşünün Böyle yapınca, sohbeti daha tam ve kalbine daha
uygun Hakk geldiği gibi herhangi bir mübah içinde de bulunmaz. Çünkü o mübah davranışı
bu vacip karşısında satmıştır. Böylece Hakk,. satım yönünü dikkate alırken
müminin satım karşısmda alışını dikkate almamıştır. Bu durumda mümin, (adeta
bir) mübahlık elbisesi ve vaciplik elbisesine sahiptir. Her ikisi de kendisine
ait iken, mübahlık elbisesini çıkarır, vaciplik elbisesini giyer. Elbiseyi
çıkarması ‘satış’ diye isimlendirilirken, vaciplik elbisesini giymesi ise
‘alış’ diye
isimlendirilmedi. Çünkü dünya onun mülkü, bineği ve malıdır ve insan sahip
olduğu şeyi satın almaz. Allah Teâlâ yaratıklarına sapkınlığı yasaklamışken
onlardan sapkınlığı hidayete yeğleyenler, hiç kuşkusuz, sapkınlığı ‘satın
almış’ demektir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini sahibi yaptığı
‘hidayet’ sayesinde sapkınlığa sahip değillerdi. Dolayısıyla ticarederi
kazançlı olmadığı gibi bu alışverişte doğruya da ulaşmamışlardır. Çünkü Allah
Teâlâ kullarına satın almayı emretmedi.
Ardından şöyle
der: ‘Ya da satış onları Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoymaz™" Yâni, ö mescitte müezzinin Allah Teâlâ’ya çağırdığını
duyduklarında hiçbir şey kendilerini Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoyamaz.
Müezzin, kapının teşrifatçısıdır ve onlara ‘haydin .namaza,’ yani Rabbiniz ile
konuşmaya gidiniz, der. Çünkü o evinin girişinde size tecelli etmiştir ki,
orası kıbledir. Çünkü Allah Teâlâ kulun kıblesinde bulunur. Allah Teâlâ ehli,
dünyada bilinen satış ve ticaretlerini yaparken müezzini işittiklerinde bu
zikre koşar, namazı kılar, yani en güzel şekilde imama uyarak rükû, secde ve Allah
Teâlâ’yı zikretmenin -ki o namazdaki en büyük iştirgerektirdiği şeyleri güzelce
yapmakla namazlarını tamamlarlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kuşkusuz
namaz kötülük ve çirkin davranışlardan alıkoy ar.'1239' Bunun nedeni, (başlama ve yasaklama anlamındaki) ihram
tekbiridir. Çünkü ihram tekbiri, namaz esnasında başka bir şeyle ilgilenmeyi
yasaklar ve insan da bü yasağa Uymuştur. Öyleyse, bu ‘ihram’ kişiyi taşkınlık
ve kötü ; işlerden alıkoyar. Bunları bıraktığında ise, Allah
Teâlâ’nın emrini yerine getiren kişiyle birlikte buna niyetlenmese bile namaz
esnasındâ Allah Teâlâ’nın yasakladıklarından uzak duranın ödülünü alabilir. ,
Namazın ne kadar
değerli olduğuna bakınız! Nasıl oluyor da namaz bu şaşırtıcı sonucu meydana
getirebiliyor! İnsan bir vacibi işlediğinde alacağı sevap o vacibi işleyenin
sevabıdır. Vacip olan namazla ilgilenmek ise, aynı zamanda yapılması
yasaklanmış 'kötülük ve taşkınlığa kalkışmayı da ortadan kaldırır. Bu durumda
ise, herhangi bir kötülük ve taşkınlık yapmamaya niyetlenenin sevabım da
kazanır. Çünkü insanların çoğu, en uygunu alda getirmeyi beceremedikleri için,
yapmazlar ve bu düşünceye sahip olmazlar. Böyle olmasaydı, ‘Namaz
taşkınlık ve kötülükten alıkoyar™
ifadesinin bir anlamı olmazdı.
Namaz, kulun bir
fiilidir. İnsan namaz kılarak kötülük ve taşkınlık-' tan da uzak durduğu için,
namaz sayesinde ‘kötülük ve taşkınlıktan
) ' ' ' .
uzak duranların’
sevabını da elde eder. Halbuki kendisi konuşmamıştır.
Dolayısıyla, onun iki ibadeti vardır. Birincisi namaz sevabı, İkincisi ise
kötülük ve taşkınlıktan uzak durmanın sevabıdır ki, her İlcisi de bir ibadettir.
İbadederinde zihnini Kitap ve Sünnette Şari’nin diliyle ifade edilen bu gibi
ilahi bildirimleri incelemeye ve gözetlemeye veren arkadaşlarımız pek azdır!
Sonra şöyle der:
‘Allah Teâlâ’nın zikri en büyüktür.™' Namazdaki en büyük şey, Allah Teâlâ’yı zikretmektir. Başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ’yı zikretmek, namazın en büyük fiilidir, çünkü namaz
bir takım söz ve fiiller içerir. Allah Teâlâ ise namazda yapılan zikrin namazın
hallerinin en büyüğü olduğunu söyler. Namazın her sözü zikir değildir, çünkü
onların içinde dua da bulunur. Allah Teâlâ duayla zikri ayırt ederek şöyle der:
‘Beni zikretmenin benden bir şey istemekten alıkoyduğu kişi...’ Kastedilen
duadır. Öyleyse, buradaki zikir namazın dışındaki zikir değil ki, onu namazdan
üstün sayalım! Bu zikir, namazdaki zikirdir. Bu da, namazın yer ve Hakk
bağlanmasının başka bir yönüdür.
Başkasına
iyiliği emredip de kendisini unutanlar için namaz kılmanın bir sonucu, Allah
Teâlâ’nın bu nitelikteki insanları ayıplayıp akılsız kimseler saymasıdır.
Şöyle der: ‘insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?’292 İyilik, namazın hallerinden biridir, çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Namaz iyilik ve dinginliğe dayanır.’ Allah
Teâlâ bu nitelikteki insanların namaz ve sabır vasıtasıyla yardım dilemesini
emretti. Başka bir ifadeyle, namaza karşı sabırla yardım dilenmesini emretti.
Böylece Allah Teâlâ, nefsi tutmayı (sabır) namaza öncelemiştir. Şöyle der: ‘Ailene
namazı emret ve ona karşı sabırlı davran,’293 Burada ‘ona’ zamiri dişi geldi, çünkü namaz
kastedilmiştir. .
‘Kitabı okuyorsunuz’294 ayetinin konuyla ilgisine gelirsek, orada ‘Ey iman
edenler! Niçin yapmadıklarınızı söylersiniz’295 ayetinden sonra ‘Yapmadığınızı söylemeniz Allah Teâlâ
katında büyük bir günahtır'296 ayetini okuyorsunuz. Bu, başkasına iyiliği emredip
kendisini unutanın haline benzer. ‘Düşünmez misiniz?’297 Yani, yaptığınız işin ne kadar çirkin olduğuna bakacağınız
bir aklınız yok mudur? Allah Teâlâ namazda korku ve huşuyu zikretmiş ve şöyle
demiştir: ‘Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir,29s Çünkü Allah Teâlâ karşısında huşu duymak, ilahi bir
tecelliden kaynaklanabilir. Namaz ise, bir yakarış ve karşılıklı konuşmadır.
Dolayısıyla bir insan namazda huşu sahibiyse, orada bir tecellinin bulunması
kaçınılmazdır. Namazda huşu yoksa, namaz kılınmamıştır. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, özellikle namazda olmak üzere ilahi tecelliyi
kalpteki huşunun sebebi saymıştır. İnsanların çoğuna göre tecelli ya huzurla ya
da hayali bir düşünceyle gerçekleşir. Birincisi fertler içindir, İkincisi ise
seçkinlerin genelini etkisi altına alan tarzdır. Çünkü Allah Teâlâ namaz
kılanın kıblesinde bulunur. Mele-i Ala’ya (Yüce Topluluk) katılmış büyüklerin
huşu duygusu ise, gerçek tecelliden kaynaklanır. Şu halde onlar, yeseler, içseler,
cinsel ilişkiye girseler ye ticaret yapsalar bile namazlarında süreklidirler.
Böyle bir halde olduklarında Allah Teâlâ namaz ve namaza karşı sabırla yardım
istemelerini emretmiştir. Çünkü namaz kılan kişi Rabbiyle konuşur. Kul,
sürekli Rabbiyle konuştuğunda, Allah Teâlâ’dan utanma duygusu onun ayrılmaz
özelliği haline gelir. Dolayısıyla, başkasma iyiliği emredip kendisini
unutması mümkün olamaz,/.bilakis' önce kendisinden başlar.
İyilik (birr),
ihsan ve hayır demektir. Yediği lokmaya muhtaç olmak da bu kısma girer.
Başkasının da, kendisiyle eşit ölçüde, o lokmaya muhtaç olduğunu görür. Bu
durumda yediği lokmayı başkasma verir ve kendisini unutur. Rabbi, ona önce
kendisiyle başlamayı emretmişti. Dua ederken bile olsa, Allah Teâlâ kendisinden
başlamayı emretti. Başkasına dua ederken bile, önce.kendinden başlamak daha
doğrudur. Ruhlarm gıdası itaatlerdir. Öyleyse ruhlar itaadere muhtaçtır. Onlarm
itaaderi arasında, (başkalarına) itaaderi emretmek de vardır. Allah Teâlâ’dan
utancı az olan bu gafil kişi, kendisi günah işlerken kalkıp başkasma iyiliği
emreder ve kendini unutur ve kendine iyiliği emretmez. Böyle bir insan, kendi
son derece muhtaç iken, başkasını yediren ve kendini bırakan kişiye benzer.
Halbuki başkasından önce kendisini beslemesi gerekirdi. Bunun sebebi, Allah
Teâlâ izin verirse, sana açıklayacağım husustur.
VASIL
(İyilikler Nefislerin Sadakasıdır)
Maddi veya manevi bütün iyilikler, nefislerin sadakasıdır.
Müminin bu konuda kendi arzusuyla değil, Rabbinin yasasıyla ve hükmüyle hareket
etmesi gerekir. Çünkü kul, efendisinin emri altındaki bir memurdur. Rabbinin
bir konudaki, hükmünü aştığında ise, artık sadece kendi arzusuyla hareket
edebilir. Bu durumda ise, o yüce mertebeden sıradan müminlerin katındaki daha
düşük mertebeye iner. Ariflere göre ise, böyle bir inşan günahkârdır. İnsan bir
‘sadaka’ vereceği zaman, önüne çıkacak ille muhtaç kendisi olacaktır. O,
sadakayı muhtaçlara verecekti. İlk muhtacı dikkate almazsa, bu, Allah Teâlâ
için değil, kendi arzusundan dolayı yapılmış bir davranıştır. Çünkü Allah
Teâlâ kendisine ‘önce kendin ile başla’ demişti. O halde, sadaka verilecek ilk
muhtaç, insanın kendisidir. Allah Teâlâ, ihsan ederken yakın akrabadan
başlamayı emretmiştir, İnsan ihtiyaçta eşit olan iki kişiden daha uzaktakini
yakına yeğlerse, hiç kuşkusuz, arzusuna uymuş ve Rabbinin sınırında durmamış
demektir. Bu durum, bütün iyi davranışlarda geçerlidir. Böyle davranmanın
nedeni, Allah Teâlâ’dan gafil olmaktır. Bu nedenle kula Allah Teâlâ karşısında
bilinç ve huzur kazanacağı bir fiil emredilmiştir ki, o da namazdır.
VASIL
Namazın ortaya
çıkardığı durumlardan biri de, Allah Teâlâ’nın
müminlere söylediği şu ifadeyle dile getirilir: ‘Beni zikredin
ki, ben de sizi zikredeyim, bana şükredin, nankörlük etmeyin:299 Allah Teâlâ, kullarına kendisini zikretmeyi ve O’na
şükretmeyi emrettiği gibi bu konuda da sabırla ve namazla yardım istemeyi
emretmiştir. Allah Teâlâ, namaza ve küllarını yüklediği Allah Teâlâ’yı hoşnut
edecek bütün güçlüklere karşı sabırla davrananlarla beraber olduğunu onlara
bildirdi. Çünkü sabır, sıkıntı, sevimsiz şeyler, manevi ve maddi güçlüklere
bağlı olan makamlardan biridir. Allah Teâlâ, burada sabrı zikrettiğimiz
nedenle ifade etmiştir. Ayrıca ‘bana şükredin, nankörlük etmeyin’ ifadesinde
ise, bir örtüşme vardır. Şükür, nimet ve muhabbete bağlı makamlardan biridir.
Bela şükre dahil olmadığı gibi işlerin hakikatleri hakkında bilgisi
olmayanların zannettiği gibi sabır da nimedere giremez.
Öyleyse burada
namaz ve namaza karşı sabır -ki sabır devam ve sebat etmek, nefsi ona zorlamak
demektirzikir ve şükürde edeindir Binaenaleyh bu ayetteki sabır, ‘Ailene
namazı emret ve ona karşı sabırlı oP3'" ifadesindeki sabırdır. Bu nedenle, sabır namazla birlikte
zikredildi. Buna göre, sabır zikre ve şükre etki ettiği gibi aynı şekilde
sabır namaza da erid eder. Öte yandan, kendisine karşı sabır gösterilen namaz
da, zikir ve şükre edd eder. Çünkü namaz Allah Teâlâ ile kulu arasındaki bir
münacat ve konuşmadır. Rab ile konuşulabilecek en uygun ifade, kendisine namazda
okuması emredilmiş olan Allah Teâlâ’nın kelamıdır. O da, ayağa kalkmak
-Fatiha’yı ve onunla birlikte insanın kolayına gelen sureleri okumasıdırrükû -Rabbinin
yüce ismini tespih etmek-301 gibi namazın hallerinde Kur'an-ı Kerim’i okumaktır. Bu
durumda insan, indirmiş olduğu kelamıyla Rabbini namazında zikreder.
Secdesinde ise şöyle der: ‘En yüce Rabbimi tenzih ederim.’ Çünkü ‘En Yüce
Rabbinin adını tespih et’302 ayeti indiğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘bunu secdelerinizde yapın’ demişti.
Böylece Allah
Teâlâ, kendisine şükretmemizi ve âdını zikretmemizi emretti. Namazda
ayaktayken okunan Fatiha suresi, zikri ve şükrü birleştirir. Bu surede şükür, ‘Hamd
âlemlerinin Rabbi AUah içindir’303 ayetidir. Bu, içerdiği her zikri ve
namazın diğer kısımlarına şükretmeyi zikretmektir. Allah Teâlâ’nın namaz
esnasında zikredilmesi ve kendisine şükredilme si, namazın -dışındaki zikir ve
şükürden daha büyüktür, çünkü nantaz en hayırlı ibadettir. Bu namaz, zikredenin
kendisine dönen bu üstünlüğü zikre kazandırmıştır.
. Diliyle ve
eylemiyle Allah Teâlâ’yı zikretmek ve O’na şükretmek isteyen insan -başkasıyla
değilKur'an-ı Kerim’de indirilmiş bütün zikirlerle .namaz kılmalı ve Allah Teâlâ’yı
zikretmelidir. Bu esnada, sorumluluktan kurtulmak için, Kur'atn-ı Kerim’de
bulunan zikir ve duaya, niyet etmelidir. Çünkü kendi sözüyle Allah Teâlâ’yı
zikreden kimse, hiç kuşkusuz, bu zikirde Allah Teâlâ ile ilişkilendirilen
hususta sorumluluktan çıkmış ve zikir halinde Allah Teâlâ’nın kelamının
okuyucusu olmuştur; Böylece insan, Kur'an-ı Kerim’de bulunan tespihleri,
övgüleri ve duaları söyler. Bu durumda kulun Kur'an-ı Kerim’i zikretmesiyle,
‘sizi zikrederim’ ifadesinde Allah Teâlâ’nın kulu zikretmesi arasında tam bir
örtüşme gerçekleşir. Böylece Allah Teâlâ da kendisini zikredeni zikreder. O’nun
(birini) zikretmesi ise, kendi kelamıdır. Bu durumda, iki’zikir arasında
karşılıklı ilişki oluşur. Dolayısıyla kul, Allah Teâlâ’yı kendi uydurduğu bir
zikirle zikrederse, Allah Teâlâ’nın kulunu zikretmedeki ifadesi ve kulun Allah
Teâlâ’yı zikretmesi arasındaki bu ilişki gerçekleşmez. Çünkü burada kul, Allah
Teâlâ’yı Kur'an-ı Kerim’de gelmiş ifadelerle zikretmediği gibi aynı zamanda
buna niyetlenmemiştir. Lafız olarak Kur'an-ı Kerim’deki ifadeyi tuttursa bile,
bu kendi iradesiyle gerçekleşmemiştir (dolayısıyla Allah Teâlâ’nın insanı
zikretmesiyle insanm Allah Teâlâ’yı zikretmesi arasındaki örtüşme
gerçekleşmez).
Kur'an-ı
Kerim’in zikredilmesi, namazda gerçekleşmiş ve böylece vacip zikirlere
eklenmiştir. Vacip zikirler ise Allah Teâlâ nezdinde daha üstündür. Çünkü kul
namazda Fatiha suresini okumak zorundadır. Bu nedenle, bilginler bu sureyi
namazda okumayı vacip saymıştır. Aynı şekilde, rükû ve secdede Kur'an-ı
Kerim’de indirilmiş ifadelerle tespih yapmak emredilmiştir. Bu da, daha önce
zikrettiğimiz gibi, A’la suresi hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘(bu tespihi) rükûda okuyun’ ya da ‘onu secdede okuyun’ ifadesidir. Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, bunu emretti. Rükû ve secdede tespihleri üç kez
okumak emredilmiştir. Bu sayı tespihin en azıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin emri, vaciplik ifade eder. Bu nedenle bir âlim -ki o İshak b.
İbrahim b. Raheviye’dirüç kez okumayı vacip saymıştır. Ona göre, rükû ve
secdesinde üç kere tespih getirmeyen kişinin namazı geçerli değildir.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Sabır ve namazla yardım isteyin.’304 Yani, beni zikretmek ve beni şükretmek için yardım isteyin.
Hakk, namazın kula yardımcı olduğunu bilmeseydi, ona bunu emretmezdi. Böylece Allah
Teâlâ, namazı kendi yerine koymuştur. Çünkü Allah Teâlâ kula şöyle der: ‘Ancak
senden yardım isteriz.’30* Yani, sana ibadet ederken senden yârdım isteriz. Kendisini
zikrederken ve O’na şükrederken de namazla yardım istemeyi emretmiştir. Böylece
namazı kendi yerine, başka bir ifadeyle O’nu zikretmeyi ve O’na şükretmeyi
yerine getirirken yardımcı yerine koydu.
Ey Dost! Eşyanın
en yücesinde -ki Allah Teâlâ’yı zikretmektirHakk’ın kendisi yerine koyduğu bir
halden, sıfattân, hareketten ve fiilden seni sakındırır. Namaz falan insan,
adeta Hakk’ı giyinen kimse gibidir. Hakk ise nurdur. Bu nedenle Peygamber şöyle
der: ‘Namaz nurdur.’ Böylece, Allah Teâlâ namazı kendi yerine koydu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, ‘gözümün aydınlığı namaz yapıldı’ der. Göz
aydınlığı, bir şeyi görmek nedeniyle gerçekleşen göz sevincidir. Öyleyse,
namaz falan kişi namazında Hakk’ı giyinir, O’nu görür ve O’nunla konuşur.
Böylece, namaz bu üç hali birleştirir.
Aynı durum, bu
ayetteki ‘benim için şükredin’306 ifadesi için geçerlidir. ‘Ona şükrettim’ ya da ‘Onun adına
şükrettim’ denilir. ‘Ona şükrettim’ ifadesi, O’nun şükredilenle aynı olduğunu
bildirir. ‘Onun adına şükrettim’ ifadesinde ise iki yorum vardır. Birinci
yorum, ‘Ona şükrettim’ ifadesi gibi sayılmasıdır. İkinci yorum ise bir şeyden
dolayı şükretmektir. Bir şeyden dolayı şükredildiğinde Allah Teâlâ şükredene
şöyle der: Benden dolayı sana bir nimet veren kimseye şükret! Böylece (nimeti
ulaştıran) sebebe şükretmek, Allah Teâlâ’ya şükretmenin aynı olur. Çünkü insan
sebebe Allah Teâlâ’nın emriyle şükretmiş ve nimet vereni burada Rabbinin vekili
saymıştır. Vekile itaat ise, onu halife atayana itaat demektir. ‘Peygambere
itaat eden kişi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’307 Bu nedenle Allah Teâlâ her iki durumu içermesi için,‘benim için
şükredin’3011 demiş, ‘bana şükredin’ dememiştir.
Allah Teâlâ, her
iki yoruma göre de, ‘Sabır ve namazla yardım isteyin’309 der. Nitekim şükür gereken -ki iyiliktirkonuda da yardım istemeyi
emretmiş ve şöyle demiştir: ‘İyilikte yardımlaşın.’310 Bu, nimet vererek ihsan etmektir. ‘Takvada
yardımlaşın’3", yani bunu bir siper edinin. O da, namaza uygundur. Çünkü
namaz, kötülük ve taşkınlığa karşı bir siperdir. Allah Teâlâ kendisini el-Vaki
(koruyan) diye isimlendirmiştir. Namaz da koruyucudur. Kul da, kendi namazını
giyinir. Öyleyse namaz, zikrettiğimiz şeyden korunmaktır. Koruyan ise, Allah Teâlâ’dır.
Bakan ve basiret
gözüyle gören için namazın durumunun ne kadar üstün olduğuna bak! O halde Mutlu
kişi, namaza devam eden, onu koruyan ve bu konuda ısrarh olan kişidir. Namazın
üstünlüklerinden biri de, Allah Teâlâ’nın, azabı namaz kılarken (gafil olana)
değil, namazın kendisini unutana bağlamış olmasıdır. Şöyle der: ‘Namaz
kılanlara yazıklar olsun! Onlar, namazlarından gafildirler.’3'2 Burada ‘namazlarında’ demedi. Çünkü kul namazında ya (Hakk
ile) münacat eder ya (O’nu) müşahede eder. Bazen müşahedesinde kendini
kaybettiği için münacatını unutur, bazen ise münacatında kendisini kaybettiği
için müşahedesini unutur. Allah Teâlâ’nın sözü, Allah Teâlâ’ya gerekli tenzih
ve övgü niteliklerinden söz ettiği gibi aynı zamanda var olanlarla ilgili
hükümleri, öyküleri, hikâyeleri, vaat ve tehdit gibi durumları da anlatır. Bu
nedenle, söz onları gösterdiği için, düşünce var olanlara yönelir, insana
okuduğunu düşünmek emredildi. Bazen ayet üzerine düşünme, okuduğu ayette
gördüğü varlığa da uzanabilir. Bu durumda, Allah Teâlâ tarafından zikredildiği
tarzıyla olmaksızın, o varlığın Kur'an-ı Kerim’de zikrediliyor oluşundan onun
özel varlığına geçer; Böyle bir durum namaza etki ettiğinde kuşku diye
isimlendirilir. Böyle bir durumda insan ne kadar namaz kıldığını bilemez. Bu
nedenle
Allah Teâlâ,
şeytanın burnunu sürten ve namazın eksiğini telafi edip kendileriyle üstünlük
elde edeceği unutma secdesini emretmiştir. Bu sayede namazı katmerleştiği gibi
ödülü de katmerleşir. Bu durum, nafile ve farz ibadetlerde birdir. Allah Teâlâ
namazında unutan kişiyi hilesiyle korkutmaz. Zikrettiğimiz ya da ima ettiğimiz
hususa dikkat eden kişi, Allah Teâlâ’nın kullarına olan ihsan ve rahmetini
bilir, insanlar böyle bir şeyden habersizdir. Dolayısıyla ibadederin şerefini,
şeytanın üzerlerinde herhangi bir otoritesi ve kanıtının bulunmadığı Allah
Teâlâ’nın kulları bilebilir. Allah Teâlâ, bizi ve sizi sabreden ve namaz lalan
kimselerden etsin!
VASIL
Namazın Değişmesi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme Salavat Getirmek
Salat getiren (ya da namaz kılan) ve kendisine getirilen kişiler yaratılmış ise, salatın (ve namazın)
hükmü salat getirenin hallerine göre değişir. Salat getiren Allah Teâlâ ise,
salat getirilenin hallerinin değişimiyle değişir. Birinci duruma gelirsek,
insanın üzerinde hallerin başkalaştığı ve değiştiği bir yer olduğu malumdur.
Halleri değiştiği için namazı da değişir. Namaz kılanın hallerinin değişikliği
hakkında, hastanın namazı, korkanın namazı gibi bu bölümde bazı hususları
zikretmiştik. Ayrıca, namazın farklılığının güneş tutulması namazı ve yağmur
duası namazı gibi, kendisinden dolayı namaz kılınan halin değişmesiyle
değiştiğini belirtmiştik. Namazın salat getirilenin değişmesiyle
farklılaşmasına örnek olarak, Allah Teâlâ’nın kullarına salat etmesini
verebiliriz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ ve melekleri peygamberine
salat getirir. Ey iman edenler! Siz de ona
salat getirin.’3'3 Müminler, onlara Allah Teâlâ’nın peygambere getirmelerini
emrettiği salatı bizzat peygambere sormuş, o da şöyle demişti: ‘Şöyle deyiniz.
Allah Teâlâ’m! Muhammed’e, Muhammed’iri ailesine, İbrahim ve İbrahim’in ailesine
salat (merhamet) ettiğin gibi salat et!’ Yani İbrahim ve ailesine merhamet
ettiğin gibi merhamet et. Bu ifade, kendisine salat edilenin hallerinin ve
makamlarının farklılığı nedeniyle Allah Teâlâ’nın salatının değişmesini
gösterir.
Bu hadisin zahirî
ifadesinden Hz. İbrahim’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden üstünlüğü
ortaya çıkar. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine Hz. İbrahim’e
merhamet edildiği gibi merhamet dilenmesini (salavat) istemiştir. Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ bize Kur'an-ı Kerim’de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
salavat getirmeyi emretmiş, onun ailesine ise emretmemiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ifadesi ise, kendisine salavata ailesine de
salavat getirmeyi eldemiştir. Çünkü o, ikisinin de özel varlığı bakımından,
İbrahim’e merhamet ettiği gibi Allah Teâlâ’nın kendisine merhamet etmesini
istemiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme yönelik ilahi inayet
daha tamdır: Daha önce İbrahim ya da başka herhangi bir peygambere tahsis
edilmemiş ayrıcalıklar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme tahsis
edilmiştir. Bu ise, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
olan merhametidir (salat). Öyleyse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
nasıl olur da Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’e yönelik merhametin bir benzerini Allah
Teâlâ’dan talep etmiştir? Burada kas'tedilen şeyi birazdan açıklayacağım.
Bir şahsa
salavat ya onun özel varlığı yönünden ya da başkasının ona izafe edilmesi
yönünden getirilir. Başkasının kendisine izafe edildiği yönden birine salavat
getirmek (ya da merhamet etmek), (kendisine izafe edilenle) toplam yönünden
salavat getirmek demektir. Çünkü toplamın tek başına bire ait olmayan bir
hükmü vardır. Bilmelisin ki, ‘bir adamın âli (aile)’ Arapça’da onun en yalcın
seçkinleri demektir. .Nebilerin seçkinleri ve âli ise, salihler ve Allah Teâlâ’yı
bilen müminlerdir. İbrahim’in âli (ailesi) içinde peygamber ve resullerin
bulunduğunu biliyoruz. Nebilik ve resullük mertebesi ise, görünüşte yani
dünyada bitmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra
ümmeti içinde Allah Teâlâ’nın kendisine Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’den farklı olarak şeriat vereceği bir nebi ve resul yoktur. Fakat Şari,
şeriat getirme özelliği bulunmayan nebiliğin bulunmayacağını belirtmemiş ve
böyle bir şeyin imkânını engellememiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Kur'an-ı Kerim’i ezberleyen kişi için şöyle der: ‘Nebilik onun içine
girmiştir.’ Ya da, benzer bir şey söylemiştir. İyi rüyalar hakkında ise ‘Doğru
rüya peygamberliğin bir parçasıdır’ demiş, şeriatına aykırı bir şeriata sahip
olmadıkları halde, ümmetinden bazı kimseleri o makamı elde etmekle
müjdelemiştir. Bize söylenenlerden, Hz. İsa’nın adil ve dengeli bir yargıç
olarak aramıza ineceğini öğrendik. Hz. İsa aramıza inince, haçı tarar ve domuzu
öldürür. İsa’nın Allah Teâlâ’nın peygamber ve nebisi olduğundan ise hiçbir
kuşku duymayız. Dolayısıyla, Allah Teâlâ nezdinde hiçbir kuşku olmaksızın, İsa
nebilik mertebesine sahiptir. Fakat yeryüzüne indiğinde şeriat koyma hakkına
sahip değildir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Benden sonra
nebi ya da resul yoktur’ ifadesiyle kastedilenin ‘yasa koyucu’ peygamberlik
olduğunu anladık.
Nebilik Allah
Teâlâ’nın seçilmiş kullarının ulaşabildiği en şerefli ve en yetkin mertebe
olduğuna göre, nebilikte yasa getirmenin geçici bir durum olduğunu öğrendik.
Çünkü Hz. Isa tereddütsüz bir şekilde nebi olduğu halde, şeriat getirmeden
aramıza inecektir. Öyleyse, nebilik mertebesi şeriat getirmenin kesilmesiyle
yaratılmışlarda gizlenir.
İbrahim’in
‘ailesi’nin, kendisinden sonra gelen İshale, Yakub, Yusuf ve onların neslinden
gelen nebi ve resuller olduğunu biliyoruz. Onlar, Allah Teâlâ’nın katında
nebilik mertebesine sahip olduklarını gösteren açık şeriatlar getirmişlerdi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine getirilmesini istediği salavatın
İbrahim’inki gibi olmasını isterken, ümmetini -ki onlar peygamberin ailesi
olan bilginler ve iyilerdirşeriat getirmeseler bile Allah Teâlâ nezdinde
peygamberlik mertebesine katmak istemiştir. Söz konusu kimseler şeriat
getirmeyeceklerdir. Fakat yine de Allah Teâlâ onlar adına peygamberin şeriatı
içinde bir tür ‘yasa yapma’ hakkını geride bırakmıştır (içtihat). Peygamber
şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’m! Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine merhamet
et’ deyiniz.’ Yani, bir ailesi olması yönünden ona merhamet et! ‘İbrahim’e ve
onun ailesine merhamet ettiğin gibi.’ Başka bir ifadeyle kendisini
şereflendirmek için İbrahim’in ailesine nebiüği verdiğin yönden Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ailesine de merhamet et! Böylece onların
nebilikleri de ‘yasa yapma’ özelliğiyle ortaya çıkmıştır. Halbuki sen, benden
sonra şeriat olmayacağına hükmettin. Dolayısıyla bana ve aileme, şeriat
getirmeseler bile, senin nezdinde nebilik mertebesini vererek merhamet eyle!
Ailesini mertebe
bakımından peygamberlere katması, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
kemalinin bir parçası olduğu gibi şeriatının geçersizleştirilmeyişi de onun Hz.
İbrahim’e karşı bir üstünlüğüydü. Hz. İbrahim ve ondan sonra, gelen
peygamberlerin şeriadarı ise, birbirlerini geçersizleştirmişti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine böyle salavat getirebileceğimizi, Allah
Teâlâ’nın vahyi ve ona böyle yapılan duanın kabul edileceğini göstermesiyle
öğretmiş olmalıdır. Buradan ise, bu ümmet içinde derecesi -şeriat getirmede
değilAllah Teâlâ nezdinde nebilerin derecesine eklenen kimseler bulunduğunu
kesin olarak öğrendik. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘benden sonra resul ve nebi yoktur’ ifadesiyle bu durumu açıklamış ve pekiştirmiştir.
O halde, sona erdiği söylenen şey, şeriat getiren resullük idi.
Allah Teâlâ,
nebileri kendi ümmetlerine tanık yaptığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘ailesini’ de nebilerin ümmetlerine tanık yaparak peygamberine
keremini göstermiştir. Sonra bu ümmete, yani ümmetin bilginlerine hüküırilerde
içtihat yetkisini vererek içtihatlarının vardığı hükmü onaylamıştır. Onlar bu
hükümlerle Allah Teâlâ’ya ibadet edebilecekleri gibi kendilerini taklit eden
insanlar da bunlarla Allah Teâlâ’ya ibadet edebilirler. Muhammed ümmetinin
bilginlerinin hükümlerle ilgili içtihatları, önceki peygamberlerin şeriatları
ve onları taklit edenlerin hükmü gibidir. Böyle bir ayrıcalık, indirilmiş bir
vahiyle peygamber olmaksızın herhangi bir nebinin ümmeti adma
gerçekleşmemiştir. Öyleyse Allah Teâlâ bu ümmetin bilginlerinin vahyini onların
içtihatlarına yerleştirmiştir. Nitekim Peygamberine yönelik olarak şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın sana gösterdiği şeyle insanlar arasında hüküm vermen için.’314 Müçtehit, içtihadında Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği
şeyle hüküm verir. İşte bu, yasa koymanın (veya şeriat getirmenin) kendisi
olmasa bile, onun bir esintisidir.
Binaenaleyh Âl-i
Muhammed (Muhammed’in ailesi), ümmetinin içindeki bilginlerdir. Onlar, Allah
Teâlâ nezdinde nebilik mertebesinin sahibidir. Bu mertebenin hükmü ahirette
ortaya çıkarken dünyadaki hükmü, kendileri için belirlenmiş içtihatla
sınırlıdır. Dolayısıyla onlar, din (inanç) ve hükümlerde (amel) sadece Allah
Teâlâ katından şeriat yapılmış emirlere göre içtihat ederler. Ehl-i Beyt
içinden herhangi biri bu bilgi ve içtihat düzeyine ulaşabilmişse, onlar da
Peygamberin ehli ve ailesi olmayı kendilerinde birleştirmiş kimselerdir.
Bunlara örnek olarak, Hasan, Hüseyin, Cafer ve diğerlerini verebiliriz-
• Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in âlinin sadece Ehl-i Beyt olduğunu zannetmeyiniz!
Arapça’da kelime böyle kullanılmaz. Allah Teâlâ, ‘Firavun’un
âli, giriniz’3'5 demiştir. Ayette, onun seçkin adamları kastedilmiştir.
Çünkü bu özelliğiyle ‘âl? kelimesi, sadece dünya ve ahirette büyük
kıymeti olan kişiye izafe edilebilir. Bunun için bize şöyle dememiz emredildi:
‘Allah Teâlâ’m! İbrahim’e merhamet ettiğin gibi Muhammed’e ve onun âline de
merhamet et!'5 Yani, toplamı olmaksızın onların özel varlıkları
yönünden değil, zikrettiğimiz yönden İbrahim’e merhamet ettiğin gibi
(Peygambere de merhamet et). Öyleyse söz konusu olan, (İbrahim’in ailesi içine
giren) bütün (peygamberler) yönünden merhamet edilmektir. Salavat’ta onu
zikrettik, çünkü Hz. İbrahim, zaman halamından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemden öncedir. ,, ,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet günü
insanların efendisi olduğu sabittir. Allah Teâlâ nezdinde bu özelliğe sahip bir
insana getirilecek salavatın özel varlıkları halamından İbrahim’e getirilen
salavata bağlanması nasıl mümkün olabilir? Öyleyse, meselenin tek açıklaması,
belirttiğimiz anlamda olmasıdır. t
. Bu mesele
‘vakıalarımız’ içindeki ilahi bir vakıadan (öğrenilmiştir). Allah Teâlâ’ya hamd
olsun! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle söylediği rivayet edilir:
‘Bu ümmetin bilginleri, diğer ümmederin peygamberleri gibidir.’ Başka bir
rivayette ise, ‘İsrailoğullarının peygamberleri gibidir’ denilir. Hadisin
rivayeti güvenilir değildir. Fakat okuyucuyu bu ümmetin bilginlerinin mertebe
bakımından peygamberlere katıldığına ikna etmek için hadisi zikrettik.
Başka bir
hadiste şöyle denilir: ‘Kıyamet günü nebi ve şehit olmadıkları halde bir grup
için minberler konulacaktır. Nebi ve şahitler (şehitler) onlara gıpta
edecektir.’ Burada, şahider derken resulleri kastetmiştir. Çünkü onlar,
ümmetlerin üzerinde tanık olanlardır. Dolayısıyla bu toplulukla
zikrettiklerimizi kastetmiyoruz. Nebi ve şahiderin onlara gıpta etmesi,
bulundukları rahadık ve orada üzüntü ve korku hissetmeyişlerinden kaynaklanır.
Nebiler, resuller ve nebilerin derecelerinin varisleri olan bu ümmetin salih
kulları ise, korkar ve ümmetleri hakkında endişe duyarlar. Söz konusu insanlar,
ümmeti ya da uyanı olmayan kimselerdir. Onlar, tıpkı nebilerin kendilerine
inanmaları gibi, kendilerine inananlardır. Onların ne ümmederi ne kendileri
için korkacakları uyanları ve bağlıları vardır. Bu nedenle kıyamet günü kendi
canları ve başkaları hakkmda onlardan korku kaldırılmıştır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Büyük korku onları üzmez-’316
Yani, kendileri ve diğer nebi ve bilginler hakkında bir üzüntü çekmezler.
Fakat nebi ve bilginler, kendi ümmederi ve uyanları hakkında korku duyarlar.
Böyle korkusuz ve tasasız, bir Hakk ise, kıyamet günü gıpta edilir. Cennete
girip menzillerine yerleştiklerinde ise mertebeler belli olur, menziller
ortaya çıkar, illiyyûn (yüceler) mertebesi akıl sahipleri için belli olur.
Bu mesele,
söylenmesi güç, değeri yüce bir meseledir. Daha önce bu meseleyi ele alan
kimseyi görmediğimiz gibi bu vakıamızda gerçekleşen bilgileri söyleyeni de
görmedik. Şayet olmuşsa, bize ulaşmamıştır, çünkü Allah Teâlâ’nın kullan içinde
kendisinden başkasının bilmediği ‘gizliler’ vardır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve
doğruya ulaştırır. Böylece, Hakk’ın kullarına ‘salat (merhamet)’ etmesinin,
onların hallerine göre değiştiği açıklanmış oldu. Allah Teâlâ bizi değer
bakımından kendi katında en üstün olanlardan etsin! Bizimle kulluğumuz arasına
kimse girmesin.
Bütün bu söylediklerimizi özedersek, salavat getiren kişi
şöyle demelidir: ‘Allah Teâlâ’m! Muhammed’e merhamet eyle.’ Onun âlini
(ailesini ve seçkinlerini) ümmetinden yap. ‘İbrahim’e merhamet ettiğin gibi.’
Onun âlini ise, senin katında resul ve nebiler yaptın. ‘Muhammed’in aline de,
İbrahim’in aline merhamet ettiğin gibi.’ İbrahim’in âline merhamet etmen,
onlara vahiy ve şeriat vermendir. Muhammed’in âline ise, sezgi verdin (hads).
Onların içinde ‘sezgi sahipleri vardır.’ Ayrıca onlar için içtihat hakkı verdin
ve onu dince geçerli bir hüküm olarak belirledin. Öyleyse Muhâmmed’in âli, bu
konuda peygamberlere benzemiştir. Burada değindiğimiz hususları iyice
araştırırsan, gerçeği gerçek olarak görürsün! .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar