Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ DÖRDÜNCÜ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM

Ahlâk Makamının ve Sırlarının Bilinmesi


insanda ahlâklanma ve ahlâk

İki gözdeki sürmelenme ve sürmeye benzer

Onda ecri artarsa                                                                      j                                                                                                                         

Meleklerin ve resullerin mertebesine ulaşır

Öyle biri zamana hayat veren biricik insandır Hükümleri ve devletleri düzenleyendir o

Köleler onun izzetinden çekilir Arazları ve hastalıkları tespit edendir o

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ size yasaklar da kendisi siz­den faiz almaz.’ Bu hadis, sahih bir hadistir. Böylece Allah Teâlâ, kendisini bize yasakladığı bir hükme katmıştır. Bütün ahlâk, ilahi nitelikler oldu­ğu gibi hepsi de güzeldir. Öte yandan bütün güzel ahlâk, insanın yaratı­lışında bulunur ve bu nedenle insan onlarla muhataptır. Gerçekleri bil­meyen bazı insanlar, şöyle der: ‘Güzel ahlâk insanda ahlâklanma, Allah Teâlâ’ta ise ahlâk olarak bulunur.’ Bu söz, söyleyenin gerçekleri bilmedi­ğini gösterir. Başka bir ifadeyle böyle bir söz, söyleyeninin bilgisizliğine işaret eder. Ancak kişi bunu mecazen veya Hakk’ın varlığının kulun var­lığından önce geldiğini dikkate alarak söylemiş olabilir. Çünkü Allah Teâlâ, özü gereği varlığı zorunlu olan iken, insan Rabb’i vasıtasıyla var olur, insan Allah Teâlâ’dan varlık kazandığı gibi ahlâkı da Allah Teâlâ’dan kazanmıştır. Bu sözü söyleyen kişi, bu ilkeyi dikkate alarak ‘ahlâklanmak’tan söz etmişse haklıdır. Buna karşın ‘ahlâklarıma’ derken, gerçekte Hakk’a ait olup ku­lun nitelendiği şeyleri kastetmiş de olabilir. Kul kendileriyle nitelenir­ken bu ahlâka sahip değildi ve bu nedenle onu -hulk (ahlâk) olarak de­ğil‘ahlâklanma’ şeklinde isimlendirmiştir. Ahlâk ise, insanın ille yaratı­lışında bulunan özelliklerdir. Bu sözü söyleyen insan böyle diyerek ahlâklanmaktan söz etmiş ise, onun insanın yaratılışı hakkında bilgisi olmadığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın Adem’i kendi suretinde yarat­tığı hadisi hakkında da bilgisi yoktur. Bu görüşteki bir insanı şöyle bir durum bağlar: Gerçekte kula ait sayılan bir nitelikle Hakk’ın nitelendi­ğini gördüğümüzde, bunun Allah Teâlâ’ta ‘gerçekte insana ait bir huy ile ahlâklanma’ tarzında bulunduğunu mu söyleyeceğiz? En az bir bilgiye sahip biri bile böyle bir şey söylemez!

İlahi huylar hakkında doğru olan, bunların hepsinin insanın yaratı­lışında bulunmasıdır. Bunlar, kendilerini bilenler için, ilahi mertebede ortaya çıktıkları tarzda her insanda ortaya çıkar. Çünkü bu huylardan her biri, ne Hakk yönünden ne de insan yönünden, bütün varlıklar karşı­sında uygulanabilen huylar değildir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, genel anlamda cömert olduğu gibi insan da genel anlamda cömerttir. Allah Teâlâ genel an­lamda cömert olmakla birlikte, isimleri arasında el-Mâni (engelleyen), ed-Dâr (zarar veren), el-Müzil (zelil eden) de vardır. Bu yönüyle Allah Teâlâ dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Mülkü verir ve (dilediğin­den) çeker alır. İntikam alır, cömertlik eder. Bir grup hakkında böyle sınırlarken, niteliği sınırsız olandır. Aynı şey, insan için de geçerlidir. Dolayısıyla bu huyla-r insan için -ahlâklanma tarzıyla kazanılan huylar değilaslî huylardır. İnsanda da bu huylar genel anlamda bulunsa bile, (herkese karşı) bu ahlâkı sergilemesi mümkün değildir. Nitekim ahlâ­kıyla kayıtsız anlamda nitelenmiş olan Allah Teâlâ’nın da bütün yaratıklarına karşı bu ahlâka göre davranması geçerli değildir. Bu niteliklerde ödünç almak, mecaz anlamda gerçekleşebilir. Nitekim ‘Allah Teâlâ bu niteliklere sa­hip olarak var idi, biz yok idik’ deriz. Var olduğumuzda ise, o nitelik­lerle var olduk. Yoksa, onları kazanmadığımız gibi, Allah Teâlâ’dan ödünç de

almadık. Çünkü ilahi nitelikler (ve huylar), Allah Teâlâ adına ezeli nitelikler­dir. Başka bir ifadeyle âlem yok iken Hakk onlarla nitelenmişti. Bir nite­lik, kendisiyle nitelenen birine muhtaçtır, çünkü nitelik kendi başına var olamaz. Niteliklerin ödünç olabileceğini kabul etmek, onlarm kendi ba­şına var olduğunu ve Hakk’ın onlardan yoksun kalabileceğini kabul et­mek demektir. Böyle bir düşünce ise, sonradan meydana gelenin, ka­dimin varlığı için bir yer olabileceği fikrine götürür. Bütün bunları ise, Allah Teâlâ’yı bilenlerden hiç biri kabul etmez.

Öyleyse insandan ortaya çıkan iyi ya da kötü bütün huylar, onun yaratılışında bulunur. Bunlar, mecaz ya da ödünç değil, gerçek anlamda insana aittir. Aynı şekilde Hakk’ın kendisini isimlendirdiği ve nitelediği bütün fiil nitelikleri geçerli niteliklerdir. Bu niteliklere örnek olarak ya­ratmak, diriltmek, öldürmek, engellemek, vermek, tuzak kurmak, al­datmak, alay etmek, ayırmak ve hüküm vermek gibi indirilmiş kitaplar­da yer alan ve peygamberlerin dile getirdiği fiilleri verebiliriz. Bunun yanı sıra gülmek, sevinmek, şaşırmak gibi fiiller veya ayak, el, iki el, el­ler, gözler, kulaç gibi ifadeler de bu kapsama girer. Bunlar, Allah Teâlâ’nın kendi bildirdiği sözler olduğu gibi, peygamberlerinin O’ndan aktardığı sözlerdir. Allah Teâlâ doğru sözlü olduğu gibi akla dayanan kanıdarla pey­gamberlerin doğru sözlü oldukları da kesindir. Fakat bu niteliklerin Hakk ile ilişkisi, Allah Teâlâ’nın bildiği şekilde ve zâtının kabul ettiği şanına ya­raşır şekildedir. Bunlardan hiç birini reddedemeyiz, imkânsız sayamayız ve niteliğini belirleyemeyiz ve hiç birini Allah Teâlâ ile, bizimle ilişkilendirdiğimiz gibi ilişkilendiremeyiz. Böyle bir şeyden Allah Teâlâ’ya sığınırız! Çünkü biz, onları hakkımızdaki bilgimize göre kendimizle ilişkilendiririz ve bu • durumda onları kendimizle nasıl ilişkilendireceğimizi de biliriz. Hakk’ın zâtı ise bilinemez. Dolayısıyla Hakk’ın bir şeyi kendisiyle nasıl ilişkilendirdiği bilinemez. Hakk’ın kitabında ya da Peygamber’inin dilinde ken­disi adına kabul ettiği bir şeyi reddeden kimse, Allah Teâlâ’nın nezdinden gelen kimseyi, onun getirdiğini ve Allah Teâlâ’yı inkâr etmiş demektir. Böyle nitelik­lerin bir kısmına inanıp bir kısmını reddeden ise, gerçeği inkâr etmiş demektir. Bu niteliklere inanıp da bunları O’nunla ilişkilendirirken ken­dimizle ilişkilendirmemize benzeten ya da bu konuda vehim gücüyle hareket eden (vehim teşbihin kaynağıdır), ya da aklıyla veya tasavvu­ruyla (keyfiyeti) anlamaya çalışan ya da onu mümküne çeviren kimse,

hiç kuşkusuz, kâfir olmamışsa da bilgisizdir. İşte bu, herhangi bir tercih olmaksızın doğru inançtır.

Bu bağlamda kula verilip ilahi mertebeye verilemeyecek bir takım isimler de vardır. Bununla birlikte, anlam hepsini kuşatır. Örnek olarak, cimri adını verebiliriz. Bu isim kula verilirken Hakk’a verilemez. Cimri­lik, vermemek demektir ve Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Mâni’dir. Kim cimriyse, vermemiş demektir. Gerçek budur. Bununla birlikte biz bu isim için bir yorum arayarak şöyle deriz: Her cimrilik vermemek demek iken her vermeyiş cimrilik değildir. Hakk edene hakkını vermeyen kimse, cimrilik yapmıştı. Hakk ise, Hz. Musa’nm ‘Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiştir’ sözünü onaylamıştır. O halde, sana yaratılışını veren ve seni hakkına ulaştıran kimse, cimrilik yapmamıştır. Başka bir ifadeyle yara­tıkların Hakk etmediği bir şeyi vermemek, bir cimrilik değildir. Bu ölçü­ye göre, iki vermeme arasında ayrım yaparız. Aynı şekilde, yalancı da kula özgü isimlerdendir ve Hakk’a verilemez. Hakk her yönden doğru sözlü iken kul (bir yönden) doğru sözlü (bir yönden de) yalancıdır. Aynı zamanda (bazı) kullar, her yönden doğru sözlü de olabilir. Fakat her yönden doğruluğun kulla ilişkilendirilmesi, kendimizi bildiğimiz için, bizce bilinen bir durum iken Hakk ile ilişkisini bilemeyiz. Hakk, doğruluk kendisine nasıl izafe edilebilecekse öyle doğru sözlüdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahman Arş üstüne istiva etti.’590 Bir hadiste ise ‘Rabb’imiz her gece yakın göğe iner’ buyrulur. Burada Allah Teâlâ inişini zamanla sınırlamış­tır. Zamanla sınırlamak, yer değiştirmeyle sınırlamak demektir. Bunla­rın her biri, Hakk ile ilişkileri bilinemese de hükümleri sabit olup şanına yakıştığı şekilde yorumlanacak hususlardır. Aynı şey, yaratıkların isim­lerinden biri olan ve ilahi mertebeye yakışmayan ‘cahil’ adı için de ge­çerlidir. Allah Teâlâ bilgiyle nitelenmesi yönünden ‘bilen’ iken kul da bilgiyle nitelenmesi yönünden bilendir. Buna karşı kul, bilgisini belirli şeylere yönlendirip bazı şeyleri ihmal etmesi yönünden ise bilgisizdir. Halck’ın bilgisi kayıtsız, ilgisi geneldir. Allah Teâlâ, ‘Biz ona şah damarından daha yakı­nız591 buyurur. Burada, akledilir olanın aksine, bir sınırlama getirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ nerededir?’ diye sorduğu zenci cariye göğü göstererek ‘Allah Teâlâ göktedir’ demiş, Peygamber de bu işareti karşılığında onun iman sahibi olduğuna tanıklık etmiştir. Bu ise, aldın kanıtıyla çeli­şir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ hakkında bizim bilmediklerimizi bi­liyordu.

Yine de şöyle deriz: Allah Teâlâ özü gereği bilendir ve bu doğru bir yar­gıdır. Kulun isimlenip de yaratıklarda bir eksiklik ve bayağılık şeklinde bulunan Hakk’ın isimlenmediği her ismin Hakk’a verilmesini akıl ve şe­riat reddeder ya da bu huy O’nunla ilişkilendirilir. Bununla birlikte, Allah Teâlâ akıl kanıtlarıyla çelişen bir takım durum ve özellikler bildirmiştir. Bu bağlamda, ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır’, yaratıklarına dilediğini yerleş­tirendir. Allah Teâlâ ise herhangi bir zorlamaya girmez. Allah Teâlâ hüküm veren­dir. ‘O, yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise sorumludur.’592

Kuşkusuz önemli bir hususa, büyük bir bilgiye, Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’nın kendilerine bildirdiği yaratıklarından başka kimsenin bilmediği gizli ve kapalı bir sırra dikkatini çektik. Akıl, bu bilgiyi imkânsız saysa bile, nakil onu getirmiş; bazı anlayışlar ondan uzaklaşmışken, bir kısmı onu kabul etmiştir.

Bu bölümün içerdiği alt bilgileri iyice düşündüysen, ilahi bilginin özünü öğrenir, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘Kendini bilen, Rabb’ini bilir’ deme­sinin sebebini anlarsın. Senin iyi ya da kötü her niteliğin yeri olduğunu belirttik. Sonra, övgü ve kınamanın anlamını da bildirdik. Bir yönden, sınırladık, bir yönden serbest bıraktık. Böylece, ‘bilmeyen’ bilen oldu­ğunu öğrenesin. Allah Teâlâ ise bilen ve bilinmeyen bilendir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan başka kimse, kulun, yani bütün âlemin ve insanın üzerinde bu­lunduğu durumu bilemez. Allah Teâlâ ise bilir ve ardından bâzı kullarına bu bilgiyi verir. Öyleyse içimizden bir kısmı, kendini bilirken bir kısmı kendini bilemez. Bir kısmımız kendini bildiğini tahayyül ederken bir kısmımız ise, kendisinden hareketle, Hakk’ın durumunu bir yönüyle bi­lir. Bu bilgi ölçüsünde de, Rabb’i hakkında bilgi öğrendiği söylenir. Çünkü ‘Kendini bilen, Rabb’ini bilir’. Delil ve dellilendirilen bir araya gelemeyeceği gibi sen ve O bir tanımda ve hakikatte bir araya gelemez­siniz. Çünkü O yaratan, sen yaratılmış -bir yönden sen de yaratıcı olsan da-; O sahip, sen köle -bir yönden sen de sahip olsan da-. Öyleyse ah­lâktaki ortaklık seni perdelemesin, çünkü sen yaratılmış; Allah Teâlâ sürekli Yaratan’dır.                      -

İşte bu, sana açıklamış olduğumuz ahlâk makamıdır. Bunun dışın­da sûfilerin işaret ettiği ahlâklanma konusu ise, bu sözden türetilmiştir. Onların ilahi isimlerle ahlâklanma hususundaki sözleri de böyle değer­lendirilebilir. Biz bu ifadeyi onların kullandığı şekilde kullanırız, fakat tahakkuk etmekten kaynaklanan bir saygıyla, bu ifadeyi mutlak ve kesin

bir bilgiye dayanarak kullanırız. Binaenaleyh burada söz konusu olan

şey gerçekte ahlâktır, yoksa ahlâklanmak değildir. Daha önce de bunu

açıklamıştık. Bu makamın gerektirdiği şekilde, bundan daha fazla bir

açıklama ve izah olamaz. Çünkü biz, ifadelerimizde Allah Teâlâ’nın sınırlarını

aşamayacağımız gibi Allah Teâlâ’nın kendisiyle ilişkilendirmediği bir şeyi de

zikretmeyiz. Dolayısıyla biz, O’nun kelamının ve doğru sözlü kullarına

indirdiği bilgilerin dışına çıkamayız. ‘Allah Teâlâ hakîm-alîmdir.’ Hatta O

‘alîm-hakîm’dir.’ Allah Teâlâ, âlem yok iken alîm, âlemi düzenlerken hakîmt • A

dir. Alim ve Alîm isimleri daha geneldir. Hakîm ise, bilginin özel bir ilişme tarzıdır. İşte ilahi ahlâkla ahlâklanmak tam da budur.

Sülük ehlinin bilmeye muhtaç olduğu ahlâka gelirsek -ki nihayet mümkün olmadığına göre, hepimiz sâlikizşöyle deriz: Örf ve şeriat, güzel ahlâk ve çirkin ahlâkı zikretmiştir. Bize ise, güzel ahlâkı yerine ge­tirmek, bayağı olanından kaçınmak emredildi. Şeriat, ahlâkın iki kısım olduğuna dikkat çekti: Bir kısmı, insanın yaratılışında bulunur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Eşecc Abdulkays’a şöyle der: ‘Sende Allah Teâlâ ve Resulü­nün sevdiği iki özellik vardır: Hilm (bağışlama) ve ağır başlılık.’ İmam Müslim’in rivayet ettiği başka bir rivayette ise şöyle denilir: ‘Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle sormuş: ‘Herhangi bir şey (güzel ahlâk) üzerin­de yaratıldım mı?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Ever1 deyince, adam ‘Beni o huy üzere yaratan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ diye karşılık vermiş. Ahlâkın bir kısmı ise kazanılmıştır. Kazanılmış ahlâk, ‘ahlâklanmak’ diye ifade edilir. Ahlâklanmak, ilk yaratılışında bu soylu ahlâkın bulunduğu kimseye benzemek demektir. Hiç kuşkusuz, güzel ahlâkı kullanmak güç bir iştir. Bunun nedeni, âlemde onun kullanımında karşılaşılan çelişkidir. Amaç ve iradeleri birbiriyle çatışan iki insan da senden isteklerini yerine geti­rerek onlara güzel ahlâkla davranmanı isteyebilirler. Onları bir araya ge­tirmek de mümkün değildir. Birini razı ettiğinde diğerini kızdırırsın. Herkesi razı etmek ve herkese güzel ahlâkla davranmak imkânsız oldu­ğuna göre, insanın bu konuda kendini aşarak, hükmü Allah Teâlâ’ya -ki şeriat demektirbırakması zorunludur. Böylelikle insan şeriatı bu konuda bir ölçü ve önder edinir.

Önderin Allah Teâlâ’yı razı eden ve O’nun da kendisinden razı olduğu bir şey olmalıdır. Sen de, güzel ahlâkı bilhassa Allah Teâlâ’ya karşı uygula. Çünkü Allah Teâlâ, arkadaş ve halifedir. Allah Teâlâ, karşısında güzel ahlâk uygulanması gereken varlıktır. Allah Teâlâ’nın öne aldığını sen de öne al! Çünkü bu öne al­ma, Hakk’ın o yerde ve o kula karşı güzel ahlâkı uygulaması demektir. Allah Teâlâ karşısında güzel ahlâk sahibi olman, yaratıklar karşısında güzel ahlâk sahibi olmandan daha yerinde, hatta zorunlu bir davranıştır. Böy­le bir durumda bütün yaratıklar, melekler, resuller ve müminler, Hakk’ın öncelediği ve kendisine güzel ahlâkla davranmanı emrettiği şahsa gösterdiğin ahlâkın nedeniyle seni över. Bu konuda, seni sadece -mümin değil isebelirli bir amacı olan kişi kınayabilir. Esasa riayet et­mek ise, daha yerindedir. Betimlediğim şekilde, güzel ahlâk ile ahlâklanmazsan, bu makam senin adına gerçekleşmez ve tüm yaratıklar senin ahlâkını kınar. Yalancı tanığa bakınız! Onu ilk kınayan, kendisine inanmayan ve içinden suçlayan kimse, lehinde tanıklık ettiği kişidir. Böyle bir adam Allah Teâlâ’yı, melekleri, resulleri ve müminleri de kızdırır. Güzel ahlâk, başkası karşısındaki davranışlarla ilgili olabilir. Bunun dı­şındaki ise, ‘güzel ahlâk’ diye isimlendirilmez. Bunun dışındakiler, sade­ce suret ya da özelliğin düzeltilmesi için ahlâklanılan niteliklerdir.

Ebedi mutluluğu elde etmek isteyen sâliklerde konunun esası bu­dur. Varlıklara karşı ahlâkın uygulanmasının ayrıntıları çoktur. Onları ve niteliklerini açıklamak isteseydik, bir kitap yetmezdi. Bu konuda gü­venilecek bir ilkeyi sana verdikten sonra, ona göre davranmalısın! Bu ilke, her varlığa yönelik bütün hareketlerinde şeriat hükmüne göre dav­ranmaktır. Şâri, zorunlu veya mendup olmak üzere, sana her neyi söy­lemişse, ona göre davranır ve onları ihlal etmezsin. Böyle yaparsan övü­len, güvenilir ve Allah Teâlâ nezdinde saygın ve ilahi sır sahibi haline gelirsin.

VASIL

Nükte

Himmet vasıtasıyla fiil sahibiysen, bütün varlıkları kendinden razı edebilirsin, çünkü her şeyde tasarruf sahibisindir. Bu, bilinen ve akledilen güzel bir makamdır. Fakat Allah Teâlâ’nın yaratıkları içinden kimse onu elde edememiştir. Öyleyse bu makam, Hakk’a özgüdür. Hakk ise, cehennemlikler cehennemdeki yerlerini, cennetlikler cennetteki yerlerini aldıkları zaman bu nitelikle zuhur eder. Hakk’ın onları razı etmesi ne­deniyle, herkes içinde bulunduğu yerden memnundur. Dolayısıyla hiç biri, bulunduğu yerden çıkmak istemez. Herkes yerinde neşelidir. Bu, Allah Teâlâ’nın kullarından kimsenin dikkat çektiğini görmediğimiz garip bir sırdır. Bunu bildikleri halde -ki bunda kuşku yokturbu bilgiyi gizleme­lerinin nedeni -Allah Teâlâ daha iyisini bilir yakendilerini korumak ve yara­tıklara merhamettir. Çünkü böyle bir düşünceye, işitenler hemen tepki gösterir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, burada bu konuya dikkat çekmemin nedeni, içinde bulunduğum anda merhametin bana baskın gelmesidir. Anlayan Mutlu olur; anlamayan anlamadığı için bedbaht olmasa bile mahrum kalır. Vesselam.

YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM

Gayret -ÖrtmeMakamının Bilinmesi ve Sırları

Âlemde gayret ne garip iş

Allah Teâlâ’yı gayret ile nitelemek.daha da garibi

Deriz ki, Allah Teâlâ kıskançtır (gayûr)

Şeriat böyle buyurdu, biz de kabul ettik

Kabul ettik de, fakat bu Hakk’a dair en çetin işlerdendir

Çünkü fikrimize göre kıskançlık Allah Teâlâ hakkmda imkânsız bir varsayım

Keşf de şeriat gibi konuşur Keşf sahibinin durumu perdelenmez

İş gerçektir ve çok sırlıdır Bu nedenle akıllar kaçar

Şibli bu konuda bir hüküm verdi Onun bir hükmü vardır ki çok zordur

Bildiğimiz kadarıyla o keşf ehlidir Bize göre bir misal verdi

Fikir ehli nezdinde de bir misaldir o Mezheplerinin verisine göre

Çünkü o, zillet âlemindendir Körlük hükmüne daha da yakındır

Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki! Gayret (kıskançlık), ilahi bir niteliktir. Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabeden Sâd için şöyle dediği aktarılır: ‘Sâd kıskançtır. Ben Sâd’dan, Allah Teâlâ ise benden daha kıskançtır. O’nun kıskançlığının bir yönü de, taş­kınlıkları (fevahiş) yasaklamasıdır.’ Bu hadiste -ki sahihtirEşari ve Mu­tezile arasında büyük bir görüş ayrılığı vardır, iman bu hadisi kabul eder, fakat özel edadar kullanarak bunu yapabilir. Bu edadar, sebeplilik Lam’ı (için), ya da -den (min), ya da ile (bi) gibi edatlardır. ‘Alâ’ eda­tıyla (bir şeye karşı) kıskançlık, Allah Teâlâ adına imkânsızdır. Bu ise, Şibli’nin sözünde geçen edattır. Şibli’nin bunu kullanması, ya bir sürç­meden kaynaklanır ya da ârifler gibi Allah Teâlâ’yı tanımamış olmasından önce bu ifadeyi kullandığını gösterir. Allah Teâlâ yolunda gayret, Allah Teâlâ için, Allah Teâlâ ile ve Allah Teâlâ’dan dolayı gayrettir. Allah Teâlâ’ya karşı (veya hakkında) gayret ise imkânsızdır.

Gayretin ilahi bir nitelik olması, onun (Haktan) başka varlıkların bulunmasını isteyen bir nitelik olmasıdır. Bu nedenle gayret (başkalık) diye isimlendirildi. ‘Başka’ dikkate alınmasaydı, bu fiil ‘gayret1 adıyla isimlendirilmeyeceği gibi kendisi de var olmazdı. Kadir ilah, güç yetirilen me’luhu talep eder ki, o da başkadır (ğayr). Dolayısıyla İlah’ın var olmasını istediği bir şey olmalıdır. Böylelikle Allah Teâlâ, âlemi varlığın olabi­leceği en yetkin ve kâmil şekilde yarattı. Alem de ancak öyle olabilirdi. Çünkü muktedir kemale eksiklik izafe edilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiştir ki bu, ‘kemal’ demektir. Alemde eksiklik bulunmasaydı, âlem kemale ermezdi. Alemin kemalinin bir yönü de, göre­li eksikliğin kendisinde bulunmasıdır. Bu nedenle ‘Alem en yetkin ve kâmil şekilde var oldu’ dedik. Öyle ki, bu âlemden daha kâmili müm­kün değildir. Çünkü âlem ilahi surete göre var oldu. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretine göre yarattı’ denilir. Bu suret nedeniyle insan po­tansiyel olarak kulluğunu unutma özelliğindedir ve bu nedenle insan unutma özelliğiyle nitelenmiştir. Allah Teâlâ Âdem hakkında ‘unuttu’593 bu­yurdu. Unutmak, ilahi bir niteliktir. Öyleyse Âdem ilahi suret üzerinde yaratılmış olması nedeniyle ‘unuttu.’ Binaenaleyh biz, (unuturken) üze­rinde yaratıldığımız durumdan ayrılmadık. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, onlar da Allah Teâlâ’yı unuttu.’594 Burada unutma, Allah Teâlâ’nın şanına ya­kışır tarzdadır.

Allah Teâlâ insanı ilahi güç vasıtasıyla kâmil suret ile kemale erdirdiği için, kulun Hakk’a ait nitelikte Hakk iddia edeceğini bilir. Çünkü (insanın kendisine göre yaratıldığı) ilahi suret, bu niteliği talep eder. Bu nedenle Hakk, celal niteliklerinin bir kısmında ortaklığa karşı kıskanç davranmış, diğer ilahi niteliklerden serbest bıraktıklarıyla insanı meşgul etmiştir. Allah Teâlâ, insanın bu sınırda durmayacağını ve ilahi niteliklerle nitelenerek kâmil surete hakkını vereceğini de bilir. Bilir ki Allah Teâlâ, insan kendisi için belirlenen sınırı aşarak, azamet, büyüklük ve ceberut gibi nitelilderle ni­telenmek isteyecektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Büyüklük benim örtüm, aza­met izarımdır. Birisinde benimle çatışanı yok ederim’ der. Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ her zorba ve kibirlinin kalbini mühürler’595 buyurur. Bu da gayretin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, bu niteliklerin Allah Teâlâ’dan başkası­na ait olmasına karşı kıskanç davranarak bunu engellemiştir. Öte yan­dan bu nitelikler de gerçekte başkasına ait olmayı kabullenmemiştir. Çünkü ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ her kibirli zorbanın kalbini mühürler*96 Bu mühür var iken, yaratıklardan herhangi birinin kalbine Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük ve zorbalık giremez.

Firavun vb. gibi ilahlık iddiasında bulunarak büyüklenen ve zorbalaşan bütün insanlar, şunu öğrenmiştir: ‘Bütün bu büyüklükler, âlemin görünen tarafındadır.’ Büyüklük niteliğinin kendisinde ortaya çıktığı bu kişi, Allah Teâlâ’nın kalbine mühür vurduğu kimsedir. Bu mühür, Allah Teâlâ’ya karşı büyüklüğün o kalbe girmesini engeller. Bütün insanlar, muhtaç olduk­larını, yoksulluklarını ve üzüntü, açlık, arzu, susuzluk, hastalık gibi hay­vanı bedenin dünya hayatında yoksun kalamayacağı acıların kendilerin­de bulunduğunu tecrübî olarak bilir. Aynı zamanda her insan, bazı ga­yelerin muradına ulaşmasının imkânsızlığını da bilir ve insan bundan dolayı acı çeker. Bu nitelikte bir varlığın Rabb’ine karşı kibirlenmesi imkânsızdır. İşte Allah Teâlâ’nın her kibirlinin kalbine vurduğu mühür budur. Bu mühür, sizin iddianızdan ortaya çıkar. O, el-Cebbar’dır. Yani sizi di­lediği şekilde zorlar. Bir kısmınız itaatkâr iken bir kısmınız -itaatsizliği nedeniyle yok olsa bilemuhaliftir. Bu nedenle, belli bir süre sonra bile olsaherkesin sonuçta muduluğa ulaşması umulur. Çünkü gerçekte kalplere Allah Teâlâ’ya karşı büyüklük duygusu giremez. Bunun yerine insanla­rın birbirlerine karşı büyüklenmesi kalplere girebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından daha büyüktür.’597 Gök kendi yaratılışının insanların yaratılışından daha büyük (bir iş) ol­duğunu öğrenince, insanlara karşı büyüklenmiştir. Fakat bu büyüklen­me ona bir zarar vermez. İşte ilahi gayretin anlamı budur. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın koyduğu engeli (O’na karşı büyüklenmenin imkânsızlığı) kaldı­racak kimse yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiç kimse, Allah Teâlâ ile arasındaki ilişkide Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenemez. Böyle bir şey mümkün değildir. Zâhirî ifade halamından engellenme ne ölçüde ger­çekleşmişse, kendisine düşüldüğünde kınanmaya yol açar. İnsan böyle bir büyüklüğü kendine izafe ettiğinde ve bu konuda Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylediğinde kınanır.

‘Allah Teâlâ için’, ‘Allah Teâlâ’dan’, ve ‘Allah Teâlâ ile’ gayrete gelirsek, burada gayret, insanın Hakk’ın yaratıkların aşmaması için belirlediği sınırı görmemesi demektir. Böylelikle -kendisi için değilAllah Teâlâ için, -kendinden dolayı değilAllah Teâlâ’dan dolayı gayrete kapılır. Bilir ki, yaratıklar Allah Teâlâ’nın kulla­rıdır. Kul ise, efendisinin belirlediği sınırı aşmayan kimsedir. İnsanın Allah Teâlâ’ya ‘karşı’ gayretine gelirsek, gayret (kıskançlık) bir örtüdür. Bu ör­tü, sadece kendisinde bulunsun diye kıskanılan ve gayret duyulan şeyi (başkalarından) perdeler. Allah Teâlâ’nın yolu, bütün yaratıkları Allah Teâlâ’ya çağır­mak, O’na döndürmek, O’nu yaratıklarına sevdirmek, O’nu ve üstünlü­ğünü kendilerine bildirmek esasına dayanır. Bize böyle yapmamız em­redilmiştir. Beşerilikten kaynaklanan gayret ise bütün bunlara karşı di­renir. Çünkü o, ‘kendisine karşı’ gayretin (ya da kendisini örtmenin) gerekmediği birisi hakkında gayret gösterdiğini bilemez. Bu davranış, kendisini Allah Teâlâ’ya veren ve iyi niyetli olduğu halde -fakat bunun yorda­mını bilmeyenAllah Teâlâ’ya yaraşan şeylerin cahili olan birinde ortaya çık­masaydı, Allah Teâlâ’ya karşı gayreti dile getiren bu adamın bilgisizliğini belir­tirdik. Fakat burada bu davranışın doğru olmadığına dikkat çekmekle yetiniyoruz. Böyle insanlar, ‘Allah Teâlâ için gayret’ ile ‘Allah Teâlâ’ya karşı gayreti’ karıştırmış, bunların arasındaki farkı anlamamışlardır.

Kuşeyri, Risale’sinin gayret bölümünde aktarır: ‘Bir sûfıye ‘ne za­man rahata ereceksin?’ denildiğinde, ‘O'nu zikreden kimse görmedi­ğimde’ demiş.’ Bu, gayret değildir. Kuşeyri bu hikâyeyi o bölüme al­makla hata etmiştir. Kuşeyri, Şibli’nin boş yeminlerde veya yalan ye­minlerle veya sokaklarda maişet kazanmak amacıyla Allah Teâlâ’yı saygısızca zikredenleri görünce, Allah Teâlâ’nın bu nitelikle zikredilmesi karşısında gayre­te geldiğini zannetmişti. Böyle bir durumda zikirde zikredilene gerekli saygı yerine getirilmemiştir. Şibli’nin bu ifadeyi (tasavvuf yoluna katıl­dığı) işin başında ve Rabb’ini bilmekten perdeliyken böyle bir amaçla söylemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Mârifet sahibi olduktan sonra ise, ‘O'nu zikreden görmediğimde rahata ererim’ sözünün anlamı bu olamaz. Bizce böyle bir söz, âriflerin büyüklerinde şu demektir: Zikir, müşahedeyle birlikte olamaz. Dolayısıyla zikredilenin perdeli olması ge­rekir. Gerçi ‘Allah Teâlâ zikredenle beraberdir.’ Falca t bu beraberlik, zikir perdesinin ardından gerçekleşir. Aradığı kimseden perdeli olan herkes, rahattan uzaktır. Perde kalkınca, müşahede gerçekleşir ve zikredilenin tecellisiyle zikir de kalkar. Bu nedenle Şibli ‘O'nu zikreden görmedi­ğimde rahata ererim’ demiş, müşahedesinin onu zikredenleri görmek­ten engellemesini talep etmişti. Başka bir yorumla ise Şibli, zikredenle­rin kendilerini zikirden alıkoyacak müşahede makamında olmalarını temenni etmişti. Çünkü mümin, kendisi için istediğini kardeşi için de ister. Öyleyse bu adamın sözü -âriflerden iseböyle yorumlanabilir. Başka bir zevke göre ise şöyle de yorumlanabilir: Kişi, zikredenin âlem değil, Allah Teâlâ olduğunu -çünkü Allah Teâlâ onun dili olmuşturgörmeden ra­hata kavuşamaz. Nitekim Hakk kulunun duyması, görmesi ve eli olur. Bu nedenle insan rahadar. Çünkü bu durumda Allah Teâlâ’yı O’nu nasıl zikre­deceğini bilen biri zikretmiştir. Başka bir ifadeyle burada zikreden ku­lunun diliyle bizzat Allah Teâlâ’dır. Bu esnada kul rahata ermiş ‘kendisinden başka zikredeni görmemiştir.’

Peygamber ve .velîlerin büyüklerinin gayreti ise, daha önce de söy­lediğimiz gibi, ‘Allah Teâlâ içindir.’ Bu gayret, bir saygı gayretidir. Gayret, gizlenmesi gereldi şeyi gizlemektir. Gizlemenin amacı, değerini bilme­yen nezdinde ortaya çıktığında saygı göremeyecek olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler598 buyurur. Öyleyse böyle şeyleri gizlemek, gayretin bir tezahürüdür. Hakk’ın gayretinin bir yönü de, kendi seçkin kullarını ‘sakınma’ perdesi altında gizlemesidir. Bu neden­le, onlar tanınmaz. Bu gizleme, gerçekte, yaratıklara dönük bir merha­mettir. Allah Teâlâ onların mertebelerini açarak kendisine eziyet edeceğini bildiği kimselere Hakk’a yakın kulun üstün mertebesini gösterse ve sonra da o kişiler bu kula eziyet etseydi, bu durum, ilahi mertebeye kar­şı bir saygısızlık olurdu. Böyle bir eziyeti yapan insan, Allah Teâlâ’nın yüceltti­ğini yüceltmemiş sayılır. Bu nedenle Allah Teâlâ, böyle kullarını gizlemiştir. Kendilerini bilmedikleri için insanlar onlara hürmet etmez ve eziyet ederler. Bu ise Allah Teâlâ’nın takdir ettiği bir iştir. Hakk’a yakın peygamber ve sıddîk gibi böyle bir kula eziyet eden birine sorsan ve herhangi birini belirlemeden ‘Allah Teâlâ’nın velîleri hakkında ne düşünüyorsun?’ desen, (velîlere eziyet eden) o kişide onlara karşı saygı bulursun. Söz konusu kişi Allah Teâlâ’nın velîlerinin zikrinden bereket bekler ve kendilerini bulsaydı ayaklarına kapanacağını söylerdi. ‘Eziyet ettiğin bu adam da onlardandır’ desen -ki fiilen öyledir-, bunu onaylamazdı. Bir keramet göstersen ya da bin türlü kanıt getirsen, keramet olduğuna inanmaz ve bu kanıdar ona bir bilgi de vermezdi. Dolayısıyla böyle bir insan, bildiğine değil, tanımadığına eziyet etmiştir.

Burada belirttiğimiz hususu destekleyen bir kanıt şudur: İnsan bir şahıs hakkında hüsnü zanda bulunup onun Allah Teâlâ’nın velîlerinden oldu­ğunu düşünse -gerçekte böyle olmasa bile-, ona saygı gösterir ve hür­met eder. Bütün insanların yaratılışında bu duygu vardır. O halde hiç kimse velîleri hakkında Allah Teâlâ’nın yasağını ihlale kalkışmaz. Bu da Hakk’ın gayretinin bir yansımasıdır.

Şöyle sorabilirsin: İnsanlar ‘Allah Teâlâ’ olduğunu bilmekle birlikte O’na da eziyet etmişlerdir.’ Cevaben şöyle deriz: İnsanlar yaptıklarının eziyet olduğunu bilmiyorlardı ki! Onlar, yaptıklarını -düşüncelerindeki kuş­kunun etkisiylete’vil etmiş, gerçekte ise yanılmışlardır. Başka bir ifa­deyle onlar, kuşkunun kanıt olduğunu zannetmişlerdir, halbuki o bir kanıt değildi. Bütün bunlar, Hakk’tan kullarında gerçekleşmesi takdir edilmiş bir takım durumlardır. Öyleyse Hakk’ın gayretinin bir yönü, kendisini ve kullarından seçkinleri perdelemesidir. Allah Teâlâ’nın mertebesi ve Allah Teâlâ ehli, somut olarak saptanmadığı veya yapılan davranış te’vil edil­mediği sürece, kayıtsız anlamda saygı görür. Bunu bilmelisin!

YUZ elli birinci bolum

Gayretin Terki Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Nefsinin taşkınlığından korunan’ kimse Her işte nuruna uyulan kişidir

Kulun gayreti -incelersen şayetSebeplerden kaynaklanan doğal bir arzudur

Hakk'ın gayreti ise -onu öğrenirsenBaşkayı görmekten kaynaklanır

Görünen ‘başka’ da yoktur Artık gayretten dem vurma, çünkü o

‘Başka’ kelimesinden türemiştir At bir kenara onu

Gayretin kendisi nerede? Yokluktur o Hidayet yollarına kendini ver

Bari Teala’ya söylediğini nispet et Ve şeriatın getirdiğini

Akıl tek başına kalsaydı, inanarak o yargıyı veremezdi Bir istekten sonra olsaydı söylerdi ama

Bu bir ilaçtır ve kanıttır, gerçek şeriatın onayladığıdır (Akla göre) İmkânsızı gösterse bile böyledir

Buna gerçekte inanan mümindir Te’vil eden ise haddi aştı

Çünkü te’vil bir zandır, zannın çoğu Taşkınlığa yönelten bir günahtır

Arif kulun bakışı, Hakk’ın mümkünlerin (ilahi ilimde) sabit haki­katlerinde zuhurunu düşünür. Ona göre, sabit hakikatler, Allah Teâlâ’dan var-

lık kazanmamıştır. Sabit hakikatler, Hakk kendilerinde zuhur ederken, gerçekte bulundukları durumu O’ndan kazanmışlardır. Dolayısıyla sabit hakikatler, kendisiyle nitelendiği ve hakikat yoluyla insana ya da âleme -hangisini istersen onu söyleizafe ettiğimiz bütün nitelik ve özellikleri Hakk’a vermişlerdir. Hakk’ın kendisiyle nitelendiği (ve sabit hakikatlerin O’na verdiği) niteliklerden birisi de gayrettir. Hakk bir sabit hakikat­te zuhur ederken başka bir hakikatten kaynaklanan zuhurunun hükmü nedeniyle bu gayret özelliğiyle nitelenir. Binaenaleyh hakikat tek ise, gayret olmaz, çünkü başka yoktur.

Arifin gözü, bu bakıştan, ‘Her canlının perçeminden tutandır5599 ve ‘Sizi ve amellerinizi yaratan Allah Teâlâ’dır5600 ayetine inebilir. Bu durumda gay­retin varlığı geçerli olamaz. Çünkü gayret, nispeder, başka bir ifadeyle amellerle ilgilidir. Ameller ve nispeder Allah Teâlâ’ya ait ise, kime karşı gayret olacak? Nispet ve ameller Allah Teâlâ’ya ait ise, başka kim vardır ki? Alemde ortaya çıkan malum gayret, doğal arzudur (şuh). Yüce mertebede ve yüce ruhlarda ise böyle bir arzu yoktur. Bu, sadece hayvanlarda bulu­nabilir. Kaynağı ise, mülkün darlığı ve amacın yitirilmesidir. O halde mutlak cömerdik karşısında gayret olamaz!

YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM

Velîlik Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Onu bilen ariflerde velîlik

Ortak niteliktir, fakat onda ortaklar vardır

Velîlik dağları arifler için dikilmiştir Akılların avı ve şeriatın kılıcı keskindir

Kulun velîliğin hükmüyle bir ilgisi yok Ortaklık bulunan bir şeyde nasıl hüküm verir?

Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, 0 da size yardım eder buyruldu

Onu tam anlamak mümkün değil

Allah Teâlâ bizim yardımımıza muhtaç nıı?

Resuller ve melekler onu size getirdi

Sen de onu geldiği kimseye havale ederek de ki:

‘İdraki idrakten acizlik, bir idraktir’

Velilik ilahi bir nitelik olduğu gibi kul adına -ahlâklanma tarzında değilahlâk olarak vardır. İlgisi ise, her iki uçtan da genel olarak ortaya çıkar. Fakat ilahi kattan genel olan ilgisinin farkına varılamaz. İnsanlar­dan (kevn) ortaya çıkan genel ilgisi ise, insanların çoğunca bilinir. Çün­kü velilik, velîye yardım demektir. Başka bir ifadeyle, yardımcıya yar­dım demektir. Allah Teâlâ için velîlik gerçekleşmiş, koruma ve asabiyet de gerçekleşmiştir. Bu nedenle, onun ilgisi geneldir. Bu nitelik Allah Teâlâ’ya ait olduğunda,' ilgisi geneldir. Bütün ilahi niteliklerin ilgi bakımından genel olması zorunludur (herkese yönelik olmalıdır). Böyle olmayan bir şey, ilahi nitelik değildir. Fakat velîlik niteliği gibi bazı nitelikleri Allah Teâlâ özel bir ilgiyle kendisiyle ilişkilendirir. Bu ise, özel anlamda, müminlere ve salih kullara dönüktür. Allah Teâlâ yardım edilen herkeste genel anlamda yar­dım edendir.

Velîlik diye ifade edilen bu yardım, Hakk’a ait bir niteliktir ve Allah Teâlâ kendisini onunla isimlendirmiştir. Buradaki isim, el-Velî ismidir. Bu isim, genellikle sınırlı olarak gelir. Örnek olarak ‘Allah Teâlâ iman edenlerin velîsidir*01 ayetini verebiliriz. Bu nedenle, ilah olmadığı halde kendisine ilahlık nispet edilen her şeye yayılır. Müşrikin gönlünde taptığı taş ya da güneş, yıldız ya da herhangi bir yaratılmışın ilah olduğu düşüncesi yer­leşince -Ki o özü gereği saygı gösterilen şeyin makamıdır-, ilahlığın ilişkilendirildiği o nesneye saygı göstermek zorunda kalır. Çünkü müşrik, taptığı şey hakkındaki bu nispetin doğru olduğuna inanır ve onun bir yorumu vardır. Allah Teâlâ müşrikin bir yaratılmışa onun ilah olduğunu zan­nederek saygı gösterdiğini bildiği için, ona bakmıştır, çünkü onun (ger­çekte) aradığı Hakk’tır.

Müşrik Hakk’a ait bu niteliğin gerektirdiği saygıyı yerine getirir ve birleyenden daha çok ona saygı gösterebilir. Böyle iki topluluk karşı kaşıya geldiğinde, galip gelen müşrikler olur. Çünkü ilahi yardım, onunla birliktedir. Bunun nedeni, niteliği ilişkilendirmede yanılmış olsa bile, Allah Teâlâ’ya göstermenin zorunlu olduğu saygıyı yerine getirmiş olmasıdır. Birleyen ise, gaflete düşmüş ve ihmal etmiş, bu nedenle yenilmiş, yar­dım (velilik) görmemiştir. Çünkü o, imanını müşahede etmemiş, sade­ce savaşmış olmak için savaşmıştır. Böyle bir insan Allah Teâlâ için savaşmış olamaz. Halbuki Allah Teâlâ ‘Müminlere yardım üzerimize bir görevdir602 diye buyurur.

O halde ilahlığı yanlış bir varlığa bağlasa bile, ilahlığa gösterdiği saygıda dürüst davranan ve bunu zihninde canlı tutan kim ise, ilahi yardım onunladır. Bunun nedeni, ilahlık makamı hakkındaki ilahi gay­rettir. Çünkü Allah Teâlâ ‘yenilmeyen azizdir’. Allah Teâlâ, birleyene değil, ilahlığa gereken saygıya göre iman edene ve onu yerine getirene yardım etmeyi taahhüt etmiştir. Bu ise, her bilenin farkına varamadığı veliliğin sırla­rından biridir. Buradaki açıklama ‘seçkinlerin diliyle’ yapılmıştır.

Genelin diline gelirsek, ayet, müminlere yardımla ilgilidir. Birleyen (muvahhit), imanında ihlaslı davranır ve direnç gösterirse, hiç kuşku­suz, kendi gibi inançlı insana karşı yardım görür. Bir bozulmaya maruz kalır ve imanında samimi olmaz, tereddüde düşerse, Hakk kendisini bozguna uğratır. Böyle biri, gönlünde bozguna karşı düşmana direne­ceği güç bulamaz ve yenilir. Düşman onu yenilmiş görünce, takip eder ve mümine karşı zafer elde eder. O halde, burada Allah Teâlâ düşmana yar­dım etmedi. Sadece gönlüne giren bu bozukluk nedeniyle mümini mağlup etti. Mağlup olunca da yardımcı bulamamış, yenilmiş ve zorun­lu olarak düşman kendisini takip etmiştir. Burada düşmana yardım edilmemiş, belirttiğimiz nedenle mümin yenilmiştir. Bu da konuyla il­gili genelin dilidir.

Allah Teâlâ’dan velilik (yardım), kulları olmaları yönünden bütün kullara dönüktür. Allah Teâlâ onları bu velilik ile yaratmıştır. Velilik müminlerle ilgi­li olduğu için, Allah Teâlâ onları tanık tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil mi­yim?’603 diye sormuştur. Onlar da ‘evet’ diye cevap vermiştir. Halbuki Allah Teâlâ ‘Ben bir miyim?’ diye sormadı. Bunun nedeni, onları var ettiğin­de bir kısmının kendisine ortak koşacağını, bir kısmının kendisini birle­yeceğini bilmesidir. Bununla birlikte hepsi Rabliği kabulde görüş birli­ğine varmış, müşrik ise buna şirki eklemiştir.

Allah Teâlâ’nın genel veliliğinin (yardım) bir yönü, yaratıklarını dışta var etme, varlıklarını koruma, amaçlarını uygulama, yaşamlarının ve genel yararlarının bulunduğu şeylerle onları rızıklandırma işini üsdenmesidir. Allah Teâlâ onlardan dilediklerine yasalar koyma imkânı verme işini de üst­lenmiştir. Bu yasaları Allah Teâlâ, şeriattan ibaret olan ‘indirme’ yolu olmak­sızın, onların zihinlerine yerleştirdi. Zamanın hakimleri ve görüş sahibi bilginler, âlemin yararlarına göre, o yasaları ortaya koyar. Allah Teâlâ ise -nefslerine yerleştirdiği şeyle onlardan her bir parçayı dikkate alarakin­sanlara uygun olan şeye göre yardım eder. Çünkü âlemdeki her bir par­ça -kâfir olsun mümin olsunAllah Teâlâ’yı tespih eder. Kâfirin organları da tespih eder. Bu nedenle derisi, kulağı, gözü, ayağı, eli vs. kâfirin aleyhi­ne tanıklık edecektir. Fakat âlem, bu tespihi ve bu ibadetin varlıklara yayılışını anlayamaz. Bu da, Allah Teâlâ’nın yardımının bir tezahürüdür.

Allah Teâlâ, dünyevi ve uhrevi yararları bildiren doğru şeriadarı indirerek de kullarına yardım eder. Öte yandan, birbirlerine acımalarını sağlayan merhamet duygusunu onlarda yaratarak da kullarına yardım eder. Anne ve babadaki merhamet kendilerini terbiye edişte çocuklara dönüktür. Ebeveyne iyilik yaparken ve onlara itimat ederken çocuklar da anne ve babaya karşı merhamet gösterir. Kölelerine ve sahip oldukları hayvanla­ra karşı efendilerde şefkat duygusunu yaratması da bu yardımın bir yö­nüdür. Allah Teâlâ evladarına karşı onlarda yarattığı anne sevgisiyle de hay­vanlara yardım etmiştir. Bu şefkat, annesinin bakımına muhtaç olan her hayvan türündedir. Allah Teâlâ, güçlükler kendilerine kolay gelsin diye, amaç­larıyla onlara yardım eder. Böyle bir şey ‘teshir (amade kılmak)’ diye isimlendirilir. Böylelikle şahıs, kendi zannınca, gayesine ulaşmak üzere çıkar. Gerçekte ise, ilahi velilik yönüyle, başkası uğruna çalışmak için yola çıkmıştır. Kişi ise, tıpkı tacir ve benzerleri gibi, kendi adına çalıştı­ğını zanneder.

Allah Teâlâ yolculuk yapan bir tacirin gönlüne kazanç arzusunu yerleşti­rir. O da, gönül huzuru ve heyecanıyla yola çıkar, gideceği şehrin hal­kının muhtaç olduğu malları satın alır. Şehirleri aşar, denizleri geçer, şehir ahalisinin ihtiyacı nedeniyle mekânları geçer. Bütün bunların ne­deni, Allah Teâlâ’nın kalbine yerleştirdiği yardım duygusudur (velayet). Gide­ceği şehre ulaştığında ise, kazanarak ya da zarar ederek malını satar. Böylece şehir halkı amaçlarına ulaşır, ihtiyaçlarını elde eder. Bu işte amade kılınan tacir ise, içinden amade kılınmadığmı zanneder. O, sade­ce kazanmak amacıyla yolculuk yapmıştır. Halbuki tacir, hizmet etmek niyetiyle yola çıksaydı ve kazancı ikincil sebep yapsaydı -ister kazansın ister kazanmasıniçi rahat olurdu.

Bu nedenle şöyle dedik: Allah Teâlâ’nın yardımı, herhangi bir şeyle sınırlanmaksızın geneldir. Bu nedenle Allah Teâlâ bütün varlığı ‘tespihini söyleyen ve namazını bilen’ olarak yarattı. Allah Teâlâ müminleri dost edinir ve mü­minden başkası da yoktur. Kâfirlik, indirilmiş şeriadarın gelişiyle insana ilişen bir arazdır. Şeriatlar olmasaydı, bedbahtlığı veren Allah Teâlâ’yı inkâr söz konusu olmazdı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Biz resul gönderene kadar azap etmeyiz5604 buyurdu. Şeriaüar ahiret hayatının durumunu bildirmek üze­re geldi. İnsan hayatı dünya maslahatıyla sınırlı olsaydı, meşru-aklî ya­salarla yetinilirdi. Allah Teâlâ onları maslahatı gözetmek üzere dilediği kulla­rının (kalplerine) ilham etmiştir. İşte Hakk’ın yardımı ve bu yardımın sırrı budur. Bu, genel yardım demektir, insanlara ve meleklere ait velilik de bunun bir parçasıdır. Bu kadar açıklama yeterlidir.

Allah Teâlâ onları birbirleri için dost yaptığında, müminler hakkında şöyle buyurdu: ‘Onların bir kısmı bir kısmının dostudur.’605 Kastedilen, kadın müminlerdir. Kâfirler hakkında da şöyle der: ‘Kâfir olanlar birbir­lerinin dostudur.’606 Böylelikle yardım; ve veliliği, onlarm arasında dönen bir şey yaptı. Kendisinden söz ederken de ‘Allah Teâlâ takva sahiplerinin velîsidir’"17 buyurdu. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kâfirler tağutun dostlarıdır.’608 Tağut, kelimesi (taşmak anlamındaki) tağa’dan türetilmiştir. Kendisinden söz ederken ‘Dereceleri yükseltendir609 buyurur. Onlar, da­ha önce zikrettiğimiz gibi, tağutlarda ilahlık bulunduğuna inanır ve bu nedenle onları yükseltirler. Öyleyse sadece ‘dereceleri yükseltene’ ibadet edilir. Allah Teâlâ hakîm ve alimdir.

O halde iyice düşün ve işin başını sonuna bağla ki, ‘Rabb’in O’ndan başkasına tapılmamasına hükmetti610 ayetinin sırrını öğrenesin!

Yüz dördüncü kısım sona erdi, onu ‘Beşerî Velilik’ hakkındaki yüz elli üçüncü bölüm ile yüz beşinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar