Print Friendly and PDF

YİRMİ BEŞİNCİ SİFİR 1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

ÜÇ YÜZ ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Arifin Daha Aşağı Mertebede Bulunana Bilmediğini Havale Etme Menzilinin Bilinmesi; Arifin böyle dav­ranmasının nedeni kendisine bir şey öğretme gücüne sahip olmadığını bildirmektir. Onun Bâri Teâlâ'yı ne­şelenme ve ferahlamaktan tenzihi hakkındadır

Hesap için teraziler konuldu Kitabı söyleyen bildirdi onu

Hata bulunmayan bir kitap Mürekkep yok iktisap yok

Sıfatlar veya na’tlar yok Gidiş yok dönüş yok

İşlediği günah nedeniyle tövbe ederse Tövbe etmiş olarak onu karşılar

Kaderlerde ondan şükür talep et Ev içi gibi kapalı yerlerde

Bu menzil aklî tevhit menzilidir, bununla ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yok­tur’ diye ifade edilen fiillerin tevhidini kastetmekteyim. Bu menzil de­ğerli bir menzildir.

Bilmelisin ki, âlem yokluğu halinde varlığı zorunluyu müşahede eder, çünkü âlem, cevheri sabit olduğu halde sürekli yokluktadır ve varlığını yokluğuna tercih etmek gerekir. Hakk onu yokluğu halinde duyma ve kendisine itaat özelliğiyle nitelemiştir. Bu nedenle ‘müşahe­de’ fiilini âleme izafe etmek olmayacak bir iş değildir ve yine bu neden­le mümkünlerden herhangi birisi var olduktan sonra da O’nu inkâr etmemiştir. Bütün âlem içinde sadece insan, bazı varlıkları Hakka or­tak koşmuştur. Hakka ortak koşan bu insanlar doğa perdesinin baskın geldiği kimselerdir. Bunun nedeni ise asıl itibarıyla insanın gördüğü bir rabbin sözünü dinlemek, O’na itaat etmek ve ibadet etmek alışkan­lığında olmasıdır. Hâlbuki doğa perdesi bu ibadet edilen mabudu in­sana görünmez Hakk getirmiştir. Bu durumda doğanın hakim olduğu insan, gördüğü ve müşahede ettiği varlıklardan bir kısmını ilah edinir. Bunlar ya göksel âlemden -yıldızlar gibiya da aşağı âlemden -unsurlar gibiveya onlardan türeyen şeylerden ibarettir. Böylece insaiı (asıl iti­barıyla) itiyadı olduğu üzere görerek ve nefsinin dinginleşmesiyle ona ibadet eder ve ilah edinilen o şeyin Hakkı gördüğünü ve kendisinden Hakka daha yakın olduğunu zannederek kendisini de Allah Teâlâ’ya yaklaştır­sın diye ona hizmet ve ibadet eder. Nitekim Allah Teâlâ puta tapan insanla­rın şöyle dediğini bildirir: ‘Biz onlara ibadet etmiyoruz-’1 Yani ilah edini­len putlara tapmıyoruz. ‘Sadece bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.’2 Müşrikler tapma gerekçesini ‘zülfa’ kelimesiyle pekiştirdi­ler. Onların bu inançları teorik araştırmaya ve içtihada dayanırken son­ra indirilmiş-ilahi şeriatların sahiplerini görürler.

Şeriatları getiren peygamberler, insanlara secdeyi, yüzleri yere koymayı, rükûyu, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak gayesiyle belli bir yöne yönelmeyi, ‘Allah Teâlâ’nın eli’ olduğunu söyledikleri bir taşı öpmeyi şart koşmuşlardır. Bunların yanında yaratılmış bazı işaret, alamet ve şiarları Allah Teâlâ’ya izafe etmiş, onlara hürmet etmemizi emretmiş, bu saygı ve hürmeti, yani söz konusu alamet ve şiarlara saygı göstermeyi kalplerin takva duygu­suna sahip olduğunun işareti saymış, bizden böyle bir tazim ve hürmet ortaya çıktığında mutluluğumuzu ona bağlamışlardır. İndirilmiş şeriat­larda gördükleri bu husus putperestlerin kendiliklerinden kabul edip ortaya koydukları ilahlara ve şeriadara olan itimatlarını artırmış, yara­tıkları içinde ‘Allah Teâlâ adına’ konulmuş şiarlar ile yaratıkların kendileri için koydukları şiarları ayırt etmemişlerdir. Bizim sözümüz, akılla ha­reket eden ilk önderlere yöneliktir. Söz konusu önderler bu varlıkları ‘Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaşmak üzere’ mabud olarak ortaya koyan ilk akıl­cılardır. Sonra ilahi şeriatlarda içtihat eden müçtehidin -ister hata etsin ister doğruya ulaşsıngenel anlamda sevap alacağını duymuş, bununla aklanmışlardır. Müçtehit Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği istidat ölçüşünce -kendi zannıncaiçtihada ve araştırmaya tüm gayretini harcadıktan sonra (is­ter hata etsin ister isabet) kesinlikle sevap kazanır. Bu aldanmanın neti­cesinde (müçtehidin durumuna kıyaslayarak) gerçekte burhan olmayan delilleri araştırdıkları konu hakkmda burhan zannetmişlerdir. Binaena­leyh onlar, gerçekte, kendi inançlarına ve zanlarına bağlı bir burhandan hareket ederek taptıkları şeyleri ilah edinmişlerdir. ‘Allah Teâlâ ile birlikte baş­ka bir ilaha dua eden ve burhanı olmayan kimse3 ayetinde bu husus belir­tilir. Yani kendi zannınca demektir. Ayet, kendi düşüncesine göre bur­hana sahip olanın cezalandırılmayacağını gösterir. Böyle bir insan bur­hanı araştırırken yanılsa bile, kaşıdı hata etmemiş, gerçekte bulunduğu durumda doğruya ulaşmayı amaçlamıştır.

Bütün bunların dayanağı ve aslı, görünmeyen (bir ilaha) ibadet etmemektir. Çünkü insan asıl itibarıyla böyle bir alışkanlık edinmemiştir. Bu nedenle Cebrail (a.s.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve sahabesine kendili­ğinde gerçeği öğretmek üzere bedevi kılığında gelmiştir. Gittikten son­ra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahabesine ‘Bu adamın kim olduğunu biliyor mu­şunuz?’ diye sormuş. Başka bir rivayette ise şöyle demiş: ‘Onu geri döndürün.’ Aramışlar, fakat bulamayınca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş­tir: ‘O, Cebrail’di, insanlara dinlerini öğretmek üzere gelmişti.’ Cebra­il’in sorduğu sorulardan birisi ‘ihsan nedir?’ şeklindeydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu soruya cevap olarak şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi iba­det etmendir.’ Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem biliyordu ki, görmeden ibadet etmek, nefse ağır gelir. Sonra sözünü tamamlayarak şöyle demiş: ‘Sen Allah Teâlâ’yı görmesen bile, O seni görmektedir.’ Yani Allah Teâlâ’nın seni gördü­ğünü aklında tutmalısın! Bu, perde ardından müşahede ve görmenin başka bir türüdür: Bilirsin ki ibadet ettiğin varlık O’nu görmediğin yönden seni görüyor ve duyuyor!

Şeriatın bu hususlarda bize getirdiği bilgiler, puta tapanların al­danmasına yol açan ve (bir yorumla) dayandıkları ifadelerdir. Bu ne­denle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onunla pek çok kimseyi sapıtır, pek çok kim­seye hidayet eder.’4 Başka bir ayette ‘Dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder’s buyurur. Bu iki insan grubu, araştırmasında doğrudan nasiplenenler ile yanlışa düşenlerdir.

Bütün bunların içeriğinden şu sonuç çıkmıştır: İbadet ancak gö­rünen bir şeye veya görünür gibi olana yönelir, görünmeyene yönel­mesi mümkün değildir. Bu da Allah Teâlâ’nın gizli rahmeti ve lütfunun bir neticesidir. Zikrettiğimiz grupların dışında kalanlar taklitçilerdir ve bu nedenle onlar bedbaht olur. Bununla birlikte Allah Teâlâ -kendilerine yönelik rahmetindenonlar için de şeriatında bir dayanak belirlemiştir, onlar da buna dayanırlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyorsanız, zikir ehline so­run.’6 Zikir ehli Kuran ehli demektir, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz zikri indirdik.’7 Kastedilen Kuran’dır. Bunlar içtihat yapanlardır ve bir kısmı hata ederken bir kısmı isabet eder. Taklitçi gerçekte içtihat ehli olduğu halde içtihadında yanılan birisine fetva sorar ve verilen fetvaya göre amel ederse, sevap kazanır. Çünkü ona sormak emredilmiş, o da sormuştur. Taklitçiler ve itikad hakkında yanılan akılcılar, Allah Teâlâ’dan başkalarının ilah edinilmesi hakkındaki fetvalarında istidatları ölçüsün­de teorik araştırmaya hakkını vermiş olmakla (bir dayanağa) istinat etmişlerdir. Araştırmayı hakkıyla yapmazlarsa, Allah Teâlâ insanı yapamaya­cağı bir işle yükümlü tutmaz; yapabileceği ise kendisinde yaratılmış is­tidada bağlıdır.

Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti hem önderleri hem uyanları kuşat­mıştır: Âlemde sadece birleyen vardır. Başka bir ifadeyle sadece Bir’e dayananlar vardır.

Bu vesileyle şirkin ne olduğunu ve müşrikin niteliklerini açıklamış oldum. Allah Teâlâ onları bir yönden mazur sayarak şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin. O bütün günahlara mağfiret eder.’8 Bu du­rum, bir günaha kalkışan kişinin onun günah olduğuna manması ha­linde geçerlidir. Hal böyleyken, günah işleme kastı olmaksızın kendi­sindeki bir kuşku nedeniyle bir şeyi Hakka ‘yakınlık’ vesilesi edinenin durumu nasıl olabilir? Böyle biri mağfirete daha Hakk sahibidir. ‘Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz9 ayetinde belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’nın kendisine ortak koşanları katiyede cezalandırmasına gelirsek, hal karinesi bunun açık olduğunu gösterirken dil yönünden meseleye yak­laşırsak bu husus vaki görünmektedir. Çünkü Allah Teâlâ şirk koşanlar hak­kında şirki örtmemiş, aksine onlar şirki açıktan yapmışlardır. Öyleyse ayet, varlıkta gerçekleşen şirkin zuhuru ve Allah Teâlâ’nın onun dışındaki şey­leri -diledikleri adınagizlemesiyle ilgili bir durumu bildirir. Çünkü cenneti niteleyen bir hadiste yer aldığı gibi orada kimsenin görmediği ve kimsenin aklına gelmeyen bazı nimetler vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöy­le der: ‘Cennette hiçbir gözün görmediği veya hiçbir kulağın duyma­dığı veya hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyler vardır.’ Fakat hal kari­nesi müşriklerin katiyetle cezalandırılacağını gösterir.

Allah Teâlâ cezalandırdıktan sonra onların durumunu zikretmemiştir. Cezalandırma din gününde -ki ceza demektirhad cezasının uygulanması demektir. Böylelikle müşrikler, bir kısmı ilahlarıyla birlik­te olmak üzere, ateşe girerler. İlahların da onlarla birlikte ateşe girme­sinin nedeni, ilahların Allah Teâlâ karşısında kendilerine fayda vermeyeceğini kesin olarak görmelerini sağlamaktır, çünkü onlar, ilahları kendi dü­şünceleriyle ilah edinmişler; yoksa ilahi bir yasayla ilah edinmemişlerdir.

Dostum! Allah Teâlâ’nın adaletine ve ihsanına bak! Her durumda hamd Allah Teâlâ’yadır. Bu hamd, sahih bir hadiste geçtiği üzere, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yaptığı hamddir. Müşrik olsun veya olmasın herkes bu hamdi yapar. Çünkü müşrik, daha önce belirttiğimiz gibi, azamet ve büyüklüğü Allah Teâlâ’ya tahsis etmiş, ilahları perde ve siper edinmişti. Başka bir ifadeyle müşrikler ilahlara sadece Allah Teâlâ uğruna ibadet etmişlerdi. Allah Teâlâ hakkın­da yanılmış olsalar bile, yanılma sadece mutlak birlikle ilgilidir. Öyley­se onlar da Allah Teâlâ’ya hamd eden kimselerdir. Çünkü onlar azametini bir­leyerek ve kendisini bu perdelere tercih etmekle Allah Teâlâ’yı överler. Akimı Allah Teâlâ’nın bol ve geniş rahmetine ver! Allah Teâlâ o rahmeti bütün yaratıkları­na yaymıştır. Böyle yaparsan Allah Teâlâ’nın izniyle doğruya ulaşırsın.

İlahi şeriatları kabul eden insanların veya başkalarının Allah Teâlâ hakkındaki inançlarındaki görüş ayrılıklarına gelirsek, Allah Teâlâ hatalarından dolayı o insanları cezalandıracak olsaydı, hakkında inanç sahibi olan herkesi cezalandırması gerekirdi. Çünkü herkes rabbini kendi bakışıyla ve teorik düşüncesiyle sınırlamış ve daraltmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya yakı­şık olan mudaklık ve sınırsızlıktır. ‘Her şeyin melekûtu O’nun elindedir.’10 Öyleyse Allah Teâlâ sınırlar, fakat kendisi sınırlanmaz. Yine de Allah Teâlâ herkesi bağışlamıştır. Kim hakikati bulmak ve ona hakkını vermek istiyorsa, Allah Teâlâ ona genişliğini ve kuşatıcılığını öğretir. Böyle bir insan öğrenir ki Allah Teâlâ, hakkında inanç besleyen herkesin inancındadır ve her inançta müşahede edilendir. Allah Teâlâ herhangi bir inanç sahibinin inancında bulunmazlık etmez. Çünkü herkes kendi inancını O’na bağlamıştır. ‘O her şeyi görendir/her şey ile görünendir:11 Bu bilginin sahibi Hakkı sürekli ve her surette görerek (herhangi bir surette) O’nu inkâr etmez. Hâl­buki Hakkı sınırlayan insan (bazı suretlerde) O’nu inkâr edebilir. Bu­nunla birlikte Allah Teâlâ, kendisini tenzih veya teşbih ederek sınırlayan din önderlerini de bağışlamıştır.

Allah Teâlâ’nın müşrikler lehinde Peygamberine karşı şahidiğine bakınız! Allah Teâlâ, ‘Onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, ‘Allah Teâlâ’ diyecek­lerdir’ buyurur. Bu garip bir uyarıdır. Onlara ‘Rahman’a secde edin12 denildiğinde, onun varlığını görmemişler ve O’nu ‘Allah Teâlâ’ diye isimlen­dirilen olarak görmüşler, O’nun Rahman denilenin aynı olduğunu an­lamamışlardı. Müşrikler Rahman’ı da Allah Teâlâ’ya ortak zannetmiş, buna tepki göstererek inkâr etmişler, fakat daha önce ifade ettiğimiz gibi ilah edinenler hakkında bu durumu inkâr etmemişlerdi. Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındailah saydıkları şeylerin adlarını biliyor, bu adlarıyla birlikte gerçekte ilahlıkta O’nun benzeri olmadığını biliyorlardı. Onla­ra göre Allah Teâlâ biricik büyük ve azametli olandı. Kendisini görmeksizin Rahman’a secdeye çağrıldıklarında şöyle demişlerdi: ‘Rahman da nedir? Bize emrettiği şeye secde mi edeceğiz. Bu onların kaçmalarını artırdı:13 Çünkü onlar gaybte bir ilah bulunduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘İster Allah Teâlâ’ya dua edin ister Rahman’a dua edin, hangisine dua ederseniz en güzel isimler O’tıundur:14 Bu ayet üzerine müşrikler büsbütün şaşırmışlardı, çünkü onlar, her birisinin güzel isimleri olsa bile Rahman denilenin Allah Teâlâ denilen olduğunu zan­netmiyorlardı. Çünkü Allah Teâlâ basiret gözlerini köreltip perdelerini kalın­laştırdığında, haklarında indirilen şeyle neyi kastettiğini bizzat Allah Teâlâ’dan öğrenmemişlerdi. Allah Teâlâ bir isimlendirilen talep eden bir isim kendilerine getirdiğinde bu durumu onlar adına bir dayanak ve maze­ret yapmıştır. Allah Teâlâ ehli ve seçkinleri söz konusu isimlendirilene ait alameti tanımış, fakat müşrikler onu tanımamıştı.

Allah Teâlâ ve Rab ve Rahman ve melik

Hepsinin hakikati zatta ortak

Hakikat bir, hüküm ortak

Cisinı, ruhlar ve felek ortaya çıktı bunun için

Hepsi Yaratanımızla aramızda araç Bu nedenle idrak edilirler

Rahman’ın bütün nebileri bunu getirdi Melik’in gönderdiği kitapla birlikte

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilmenin iki yolu vardır: Birincisi şeriatın gelmesinden önce aklın tek başına Hakkı idrak ettiği yöntemdir. Bu yöntemde bilgi O’nun ilahlığındaki birliği, ortağının olmadığı ve var­lığı zorunlu bir ilahın sahip olması zorunlu niteliklerle sınırlıdır. Bu bilgi Allah Teâlâ’nın zatını bilmeye varmaz. Aklıyla Allah Teâlâ’nın zatını bilmeye kalkışan insan, hiç kuşkusuz, aciz düşülecek bir şeyi bilmeye kalkışmış, edepsizlik yapmış, kendisini büyük bir tehlikeye atmıştır. Bu yöntem Hz. Halil İbrahim’in hakkında ‘Yazık size! Allah Teâlâ’yı bırakıp neye ibadet et­mektesiniz, aklınız yok mu?’15 ayetinde kullandığı yöntemdir. İbrahim peygamber kavminin dikkatini şuna çekmiştir: İlahlığında yegâne ol­ması itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek, aklın idrak edebileceği hususlardan biri­sidir. Başka bir ifadeyle Hz. İbrahim kavmini sadece akılla incelenebi­lecek bir şeyi araştırmaya yönlendirmişti. Bu araştırma sayesinde insan gerçeği olduğu hal üzere teorik düşüncesiyle öğrenir.

Allah Teâlâ’yı bilmedeki diğer yöntem -sabit olmasından sonra ortaya çı­kanşeriat yöntemidir. Şeriat önce aklın getirdiği bilgiyi getirir. Bu bilgi Yaratanın birliğini ispat ve O’nun zorunlu nitelikleri hakkındadır. Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili diğer bilgi zatında bulunduğu halde O’nu bil­mektir. Akıl kendi deliliyle şeriatı getiren peygamberin Rabbinden Allah Teâlâ ile ilgili aktardığı haberlerde doğru sözlü olduğunu ispatladıktan sonra Allah Teâlâ’yı tavsif eder. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri bir şey yok­tur.’16 O’na misal verilemez, aksine misalleri veren O’dur. Çünkü O bi­lir, biz bilmeyiz. Böylelikle peygamber Allah Teâlâ’ya bir takım özellikleri iza­fe eder: Bunlar aklın kendi deliliyle O’na nispet edemeyeceği fakat ma­sum olduğu aklî delil tarafından kabul edilen birisi tarafından getirildi­ğinde reddetmesinin mümkün olmadığı özelliklerdir. Bu durum aklı iki yöntem arasında hayrete düşürür: Her iki yöntem de doğrudur ve herhangi birisinin kınanması mümkün değildir. Akılcıların bir kısmı tenzih yolunu seçerek (akılla çelişen hükümleri ihtiva eden ayetleri) te­vil eder. Bu tevili ‘O’nun benzeri bir şey yoktur17 ayeti destekler ve te­mellendirir. Bu bağlamda başka bir ayet ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edeme­diler18 ayetidir. Akılcıların bir kısmı böyle ayetlerin bilgisini onları ge­tirene veya Allah Teâlâ’ya havale etmişken dilci-akılcıların bir kısmı teşbihe yönelmiştir. Allah Teâlâ her grubu mazur saymış, kendisi hakkında kullarından tek ilah olduğunu, ilahlığında ortağı olmadığını, dilde sa­hip oldukları anlamlara göre güzel isimlerin O’na ait olduğunu bilme­lerini istemiş, kurtuluşu ve muduluğu ise ilahi kitaplarda veya pey­gamberlerinin dilinde gelen ifadelerin sınırında durmaya bağlamıştır:

Hakk açıklarsa kendini

Kitaplarında kendisiyle, inanmalısın

Yok bir günah bize

O’nu bilmek bu, inan!

Çünkü aklın nasibi O’nu bilmekten

Sayıların varlığını reddetmek

O kendi işinde biricik demeli akıl

Allah Teâlâ doğmamış olan                .

Ve de doğurmamış

Aklıyla O’nu arayan yetinmeli bu bilgiyle

Dostum! Bu durumun delili akılcıların ve nazariyatçıların Allah Teâlâ hakkındaki görüş ayrılıklarıyla peygamber, nebi, veli gibi Allah Teâlâ’dan ha­ber getirenlerin getirdikleri bilgilerde görüş birliğinde olmalarıdır. Akıllı bir mümin cDoğurulmadı19 ayetinin anlamını kavrayıp aklın fikir gücüyle öncüller oluşturmakla ulaştığı neticenin aklın doğurduğu ve meydana getirdiği bir şey olduğunu anlamalıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ doğu­mu reddetmiştir. Öyleyse iman nerededir? Doğrulan kendisinden baş­kası değildir. Akıl mutlak birliği (ahadiyet) kendisine nispet ettiğinde ise durum farklıdır. Başka bir ifadeyle mutlak birliğin Bir için anlamıy­la kendisine mutlak birliğin nispet edildiği kimsedeki anlamı aynı de­ğildir. Bu durumda akıl (nispet ettiği) mutlak birliğin babası olduğu gibi aynı zamanda Bir’e dayanması aklın ürünüdür. Her durumda, O’nun hakikati üzerinde babalık hakkı yoktur (varlığı akıldan doğma­mıştır) . Allah Teâlâ’nın hüviyet ve hakikatine gelirsek, aklın bu hususta bir et­kisi ve babalık hakkı yoktur. Allah Teâlâ bu ihtimali ‘Doğrulmamıştır20 aye­tiyle ortadan kaldırmıştır. Buradan öğrenilir ki, akıl sahibi herkesin Allah Teâlâ’nın zatı hakkında bir sözü vardır. Herkes akimın doğurduğuna iba­det eder. İnsan iman sahibiyse, bu durum imanında bir eksikliğe yol açarken mümin değilse -bilhassa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönderilmesi ve tebliğinin bütün bölgelere ulaşmasından sonraimansızlık ona yeter! Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, onlar iman üzere ibadet eder ve hallerin­de Allah Teâlâ karşısında sadık davranırlar. Allah Teâlâ onların kalp gözlerini aça­rak, sırlarında kendilerine tecelli eder, onlar da müşahede ederek Hakkı tanırlar. Onlar Allah Teâlâ hakkmdaki bu bilgi ve marifetlerinde içlerinden olan bir şahit nedeniyle beyyine ve basirete sahiptirler. Söz konusu şa­hit kendilerine gönderilmiş Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Çünkü Allah Teâlâ pey­gamberlerini ümmetlerine karşı ve onların lehinde şahider yapmıştır.

Mümin kendisine tecelli ettiğinde rabbinden gelen açık bir delile sahip olunca, O’ndan bir şahit bu delili takip eder ki o şahit peygam­berdir. Allah Teâlâ peygamberi o mümin için kendisini göreceği bir ayna ha­linde yerleştirir. Ardından peygamber kendisine şöyle der: ‘Allah Teâlâ ka­tından sana getirdiğim budur.’ Peygamber bunu kendisine gösterdi­ğinde, artık suretleri değişmiş olsa bile, Hakkı (herhangi bir tecelli su­retinde) inkâr etmez. Bu Hakk sahip bir mümin Hakkı O’nun kitabında veya peygamberinin diliyle kendisini nitelediği veya peygamberinin O’nu nitelediği şekilde ifade eder. AkıUı-mümin Allah Teâlâ’nın kitabından ve Peygamberin sözünden dolayı böyle nitelemelere iman ederken pey­gambere uyan müminlerden aynı ifade geldiğinde onu inkâr eder ve reddeder. Mümin olmayanlara gelirsek, onlar nebileri haksız yere öl­dürdükleri gibi insanların arasından adaleti tavsiye edenleri öldürürler. Adaleti tavsiye eden bu insanlar peygamberlerin basirede davet ettiği gibi basiretle Allah Teâlâ’ya davet eden varislerdir. Allah Teâlâ kendisinden şöyle haber verir: ‘Ben ve bana tabi olanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmekte­yiz:11 Burada basiretin anlamı söylediğimizdir. Yani peygamberlerin keşfi gibi bir keşifle Allah Teâlâ’ya davet etmek demektir. Böyle bir akıllı mümin Peygamberden duyduğunda iman ettiği şeyleri nasıl olur da peygambere uyan kardeşi getirdiğinde inkâr eder? Burada peygamber­den aktarmak yoluyla bu bilgiyi getirenden söz etmiyorum. Biz ilahi keşif sahibi bir müminin keşfinin peygamberlerin getirdiği bilgiye her­hangi bir şekilde aykırı olduğunu görmedik. Böyle bir şey bulamazsın.

Kendisini bilmede akıllılar ile peygamberler ve veliler arasındaki farkı ve bu konuda ilahi kitapların getirdiği bilgilerin neler olduğunu öğrendin. Mümin yolunun verdiği bilgiyle hareket ederken akıllı deli­linin verisiyle hareket eder.

Aklın hükmü nerede O’nun hükmü nerede

Münezzehtir O Yüce Zat                                                                 -

Heyhat! Başkası bilemez O’nu

Ancak O’nunla bilinir O, kimseyle hemcins değil

Akil eksik fikriyle mabudunu

Kendi sınırına hapseder

‘Benim oğlum bu, ben yaptım’ der

Hâlbuki kutsiyetindedir O

Söz haldir, la havle çektiklerinde derler:                                              .

Allah Teâlâ kendi nefsinde münezzeh

Beni yaratan benim yarattığım! Dikkat et!

Aslında ve en üst ferinde                                                                                 .

Şeriatın getirdiği ve vahiyle bildirilen mabuda ibadet etmen, O’nu tasdike götüren delilinin gereğini inkâr etmemen gerekir! İşin doğrusu rabbi hakkındaki görüşünü ve benzerlerinin görüşünü O’na havale et­mendir. Bunun nedeni onun doğruluğunun ve müminin peygambere uyduğunun sabit olmasıdır. İşi insafla düşündüğünde ve peygamberle­rin Allah Teâlâ hakkındaki sözlerini anladığında, bu marifetten bir esintinin peygambere uyan müminlerin kalplerine verilmiş olabileceğini imkân dahilinde görürsün. Bu marifet onları konuşurken peygambere uyma­ya sevkeder. Hakikat her nerede söylenirse söylensin, asılda onu kabul etmişsen -tam bir uymanın gereği olarakferde de kabul edip inkâr ve nankörlükten sakınmalısın, inkâr en büyük mahrumiyet sebebidir. İn­kâr edersen haklarında, ‘Batıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler, hüsrana uğrayanlardır22 denilenlerden olursun. Şeriatta nitelenen Rabbine iba­det et ki, sana yakın gelsin! Yakîn gelince perde kalkar, göz keskinleşir. Artık (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in) gördüğünü görür, duyduğunu duyarsm.

Böylece tasdik edici ve uyan bir nefs sahibi olman itibarıyla -teşriî nebilik olmaksızıngerçek veraset yoluyla onun derecesine katılırsın.

Bu konu fiillerin genişliği nedeniyle hakkında genişçe konuşulabi­lecek bir konudur. Çünkü fiil tevhidi onların genişlemesiyle genişleyen bir konudur. Çünkü fiillerin nispetleri sonsuzdur. Hatta onlar fiil fail­den ortaya çıktığı sürece sürekli artar. Bunlardan dolayı ‘Rabbim benim bilgimi artır23 ayetinde belirtildiği üzere artmak istenilir. Çünkü Hak­kın her fiilde özel bir tecellisi vardır ki, ancak o fiilin varlığına ait ola­bilir. Bu nedenle her fiil kendisine özgü tecelliyle diğer fiillerden ayrı­lır.

Hakka dair söyledim söylediğimi Onu engelleme ve peşinden de gitme

Çünkü o bana gelen Hakk Kendi katından; Alim ve Velidir

Nasıl reddederim ki? O benim için Keşifle desteklenmiş, nasıl reddederim?

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’2* Ayette Allah Teâlâ var sayılan mislin (kendisine) benzemesini olumsuzlamak üzere nitelik bildiren edat getirmiştir (fee-mislihî). Bu benzerlik, belli bir hal kendisine bitişinceye kadar genel bir olumsuzlamadır. Çünkü düşünme gücüyle hareket edenin yapması gereken, hal karinelerinin verisini gö­rene kadar beklemektir. Bu ayet, akli delilden hareket edenin ayetidir. Fakat misillik hakkındaki olumsuzlama ve ispat Arapçaya göre gelmiş­tir. Dildeki benzerlik akılcıların kullana geldikleri ve terimleştirdikleri benzerlikten farklıdır. Bu nedenle akılcı insan Hakkın (bu ayette) akli benzerliği kastettiğini görmek üzere delil getirmelidir. Dili bilen insa­nın bu konuda araması gereken bir delil yoktur, çünkü Kuran-ı Kerim onun diliyle ve terimlerine göre inmiştir. Böyle bir delil kıyasla idrak edilemeyeceği gibi teorik araştırmayla da bulunamaz. Çünkü neyi kas­tettiğini öğrenmek, konuşanın kastma dönen bir durumdur ve kendisi içindekini ifade etmedikten sonra konuşanın içinde neyin bulunduğu­nu öğrenmek mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Her pey­gamberi kendi kavminin diliyle gönderdik.’25 Arap akli benzerliği bilmese bile duyduğunda onu inkâr etmez. Allah Teâlâ’yı nitelemek üzere ge­len ve misil lafzından ve niteleme harfi olan ke harfinden soyut her la­fız, teşbih lafızlarından da soyuttur ve ortak lafızlara katılır.

Bilmelisin ki, niteleme edatı olan ke harfi ile misil lafzı arasında bir fark yoktur. Bununla birlikte bu harfin bir takım yerleri vardır ki bun­ların arasında sıfat anlamı taşıyan yerler de bulunur. Dilde sıfat yerinde bulunduğunda -ki bu Zeyd Amr gibidir demendir-, Arap sadece ifade­yi kasteder. Böyle bir ifade kullanıp ikisinin insanlıkta benzerliğini -ki insan olmada benzerlik akli benzerliktirkastetmek imkânsızdır. Böyle bir benzetmeyle kastedilen cömertlik, cesaret, fasihlik veya bilgi veya güzellik gibi duyana bir fayda vermek üzere içinde bulunulan durum delilinin gösterdiği bir halde Zeyd’in Amr’a benzemesidir. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur26 buyurur. Bu benzerliğin neyle ilgili ol­duğunu söylemesi veya sözün söylendiği meclisteki hal karinesinin bu­nu göstermesi gerekir. Bilhassa olumsuzlamanın ardından ‘O duyan ve görendir’ denilerek olumlamıştır (ispat). Bu ikisi, yani duyma ve gör­me yaratılmışta bulunan iki gerçek niteliktir. Öyleyse burada neyin olumsuzlandığı iyi araştırılırsa, nitelik anlamı taşıyan ke mi yoksa dilde belirlenmiş niteliklere göre bir nitelik mi olumsuzlanmıştır? Nitelik ke’si ise ayette Allah Teâlâ misline benzerliği olumsuzlamış olmalıdır. Bu du­rumda ‘O'nun misli’ ifadesindeki ‘O'nun’ zamirini kullanmakla bir mis­linin olabileceğini olumlamış ve ispatlamıştır. Burada O, Hakka döner. Bilindiği üzere, misil benzeri olduğu şeyin aynı değildir; aynı olsaydı, ne akla ne dine göre onun misli olamazdı. Öyleyse mislin varlığı, hiç kuşkusuz, ‘başka’, yani gayrin varlığını ispadamak demektir. Benzerlik genel ise, hiç kuşkusuz, aklî benzerliktir ve dil de bu benzerliği inkâr etmez; genel olursa, bu durumda -mecaz olmaksızıngerçek anlamıyla genel olduğu hususa aittir. Misal olarak bilgisinin veya cömertliğinin genişliği nedeniyle Zeyd’in deryaya benzetilmesini verebiliriz. Alimle­rin bir kısmı ‘O’nun benzeri bir şey yoktur27 ayetindeki fce-mislihi’deki ke harfini zait saymıştır. Böyle olsa bile, yine de bir anlam için gelmiş­tir ve zait olmaz. Çünkü ke harfinin kendisi için geldiği anlam dinleye­nin zihninde ancak bu harf sayesinde ortaya çıkar ve meydana gelir. Öyleyse onun zait olması olumsuzlanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir şeyi abes veya boş yere yaratmadı. O halde anlamın dışında zaitlik abestir. Araplar için bir anlam olmaksızın başka bir nedenle zait harf kullan­mak imkânsızdır. Bu harf kullanıldığında, bir anlam için getirilmiştir ve getirildiği anlama aittir. Çünkü konuşan kişi, nahivcinin söylediğine göre, bir kelimeyi pekiştirmek üzere zait olarak getirebilir. Zait harf kalkarsa, pekiştirme de kalkar. Öyleyse ke harfi ayette zait değildir. Çünkü (zait saydığımızda) pekiştirilen söz onsuz olamaz ve onun yeri­ni almaz. Allah Teâlâ bir şeyi pekiştirdiğinde, misli olumsuzlamıştır. Öyleyse bu harf pekiştirme için getirilmemiştir. Bu durumda tekit misli kendi zannınca takdir olarak kabul edenin mukabilindemislin olumsuzlanması hakkmda olabilir. Kısaca burada doğru görüş, ke har­finin -hal karinelerinden de hareketlenitelik anlamında olmasıdır. Bu yorumla ayet, O’nun adına bir misil farz olunsaydı o mislin benzeri olmazdı demektir. Böyle iken O’nun (herhangi bir şeye) benzememesi daha yerindedir. Böyle bir yorum, dilde, benzerliğin olumsuzlanması hususunda daha mübalağalı bir anlatımdır.

cHal karineleri’ sözümüzle ilgili şöyle deriz: Hakk, insan-ı kâmili sadece kendisini niteliği niteliklerle nitelemiş, âlemden herhangi bir şe­yin ona benzemeyeceğini ifade etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı’ hadisi bunu destekler. Bu, nefs için kendisiyle ünsiyetin gerçekleşeceği bir rivayettir. Öyleyse âlemde her­hangi bir anlama ait olmayan zait bir şey yoktur, çünkü âlemde abes veya batıl bir şey yoktur: Alemdeki her şey bir anlam nedeniyle amaç­lanmıştır.

Şöyle sorabilirsin: Fiildeki benzerlik nasıl açıklanacaktır? Şöyle de­riz: Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: Birincisi görünür bir araçla fiilin yapılmasıdır. Makamın fiiller tevhidi olursa; aracı da O’na ait sayarız ve Allah Teâlâ görünürde bize izafe edilen şeyleri bizim vasıtamızla yapan olur. Bu durumda Allah Teâlâ karşısında biz, marangoz için testere, terzi için iğne mesabesinde oluruz. Bu yorum, O’nu kendimize benzer kabul et­tiğimizde böyledir. Nefsimizi O’nun misli ve benzeri sayarsak, bu kez diğer cevabı söylemiş oluruz. Bu ise irade ve kasıtla fiil yapmaktır. Bu durumda irade ve kasıt batınî araçtır, çünkü o bir nispettir. Allah Teâlâ ira­deyle fiilini icra eder. İnsan etkin bir himmet sahibi olup himmetiyle fiilini icra ettiğinde, O’nun misli olur. Bu, türün içindeki bütün insan­larda bulunmaz. Öyleyse biz O’nunla (failiz) ve O’ndan dolayı (failiz). Allah Teâlâ bizim failimiz, bizim aracılığımızla fail olan ve bizde fail olandır.

Amellerde tevhit bir aracın bulunmasını gerektirir ki, bu kaçınılmazdır. Bilen ve öğreten Allah Teâlâ’dır. O dilediği kullarını bilgisine ulaştırmıştır.

Bu menzildeki ilimlere gelirsek; kıyametin kopmasına ne kadar zaman kaldığı bu menzilden öğrenilir. Diğer mertebeler olmadan, sa­dece rububiyet (rablık) ve rahmet mertebesinden alimlerin kalplerine inen bilgilerin arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi sahi­binde bulunması gereken nitelikler bu menzilden öğrenilir. Bu bilginin kendisiyle yükselmeyen kimsede bulunması doğru mudur, değil midir? Açıklanamayacak sırlar bu menzilden öğrenilir. Ret ve kabul bu men­zilden öğrenilir. Rüyalar ile sahih rüyalar arasındaki farklar bu menzil­den öğrenilir. Rüyalar daha genel iken sahih rüyalar özeldir. Bazen rü­yada insan kendisiyle konuşur veya şeytan kendisiyle oynar veya onu üzer. Onun kendisini görende veya gördüğünde bir etkisi olmasaydı, Şâri bu korkuyu gidermek için bir çare söylemezdi. Bu çare Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Korkutucu bir rüya gören insan soluna üç kere tükürmeli ve gördüğü rüyanın şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınmalıdır’ hadisidir. Böyle ya­parsa, rüya ona zarar vermez.

Bunun yanı sıra üzerinde yattığı tarafı değiştirip öteki yanı üze­rinde yatmalıdır. Çünkü rüya sahibinin hal değiştirmesiyle hal değişti­rir. Nitekim yağmur duası yapan insan dua esnasında elbiseni ters çevi­rerek dua ederken buna mukabil Allah Teâlâ kuraklık halini yağmur ve bere­ketle değiştirir, kuraklığın şerrini Allah Teâlâ’ya sığınandan uzaklaştırır. Hâl­buki kulun davranışının Allah Teâlâ’ya bir etkisi olmaz, çünkü Allah Teâlâ tesire konu olacak bir yer ve mahal değildir. Bir rivayette ‘etki’ zikredilmiş olsa bile, bu etki özel bir tarzda olabilir. Şeriatta kulun bir fiil yapıp Hakkı razı edeceği ve bir fiil yaptığında rabbini kızdıracağı yer almış­tır.

Aklî delilin hangi şekilde kullanılacağı ve hangi surette kullanıla­mayacağı bu menzilden öğrenilir. Kendilerini bilmenin onları ‘ma­lum/bilinen’ haline getirdiği eşyanın hakikatleri bu menzilden öğreni­lir. Dünya ve ahirette konulmuş ve süreleri sona erecek ilahi hadler bu menzilden öğrenilir. Üretilmiş bilgiyle üretilmemiş bilginin ilişkisi bu menzilden öğrenilir; üretilmiş bilgi aklın, fikrin, tedbirin ve reviyyenin ürünüdür. Varlık ve yokluğun çatışması bu menzilden öğrenilir. Bu ikisi hangi mertebede ve hangi yerde bir araya gelirler? Onların arasın­daki yegâne çatışma alanı mümkünlerdir: Tercih eden galipken tercih edilen mağluptur. İlahi tevhit ve otuz altı yeri bu menzilden öğrenilir. İlletli olan ile olmayan şeyler bu menzilden öğrenilir. Güçlüklere karşı kalkan yapılan sebepler ve diğer sebepler bu menzilden öğrenilir; bela­nın defedilmesini ve uzaklaştırılmasını sağlayan sebepten başka bir şey yoktur. Fasıl ve vasıl bu menzilden öğrenilir. Onların bu kitapta özel bölümleri vardır. Âlemdeki olguların ve varlıkların kedisinden veya kendisiyle otaya çıktığı asıl ve ilke bu menzilden öğrenilir. Âlemin kim olduğu, suretini kimin koruduğu, kimin suretinin korunmadığı bu menzilden öğrenilir. Hareketin ulvi âleme nispeti bu menzilden öğre­nilir. Bu hareketle maksat nedir?

Bir halden başka bir Hakk intikal ve bunun aslı bu menzilden öğre­nilir. Sadece insanın yaratılışının hikmeti bu menzilden öğrenilir, ‘in­san’ derken hayvan insanı kastetmekteyim. İşlerde sabidik bu menzil­den öğrenilir. Bunun nedeni ve neticesi nedir? Acizlik ve eksiklik, bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinin ehli kimdir? Koruyan ve korunan ol­maları itibarıyla, korumak nedir ve koruyan ile korunan kimdir? Fazla­lık ve eksiklik bu menzilden öğrenilir. Dünya Allah Teâlâ’nın kendisini yarat­tığı andan itibaren sürekli eksilmekteyken ahiret dünyada eksilme baş­ladığı andan itibaren sürekli artmaktadır. Ahiret her an bir artış için­deyken dünya her an eksilmededir. Bir şeyin varlığını istediği kimse­den o şeyin varlığının meydana gelmediğini bilenin durumu bu men­zilden öğrenilir. Misal olarak kalkamayacak birisinden ayağa kalkması­nı talep etmeyi verebiliriz. Güç yetiremeyeceğini bildiği halde insan ni­çin böyle bir şeyi talep eder?

Hakkın kuluna kulun kendisiye akılla ve veya varlıkla nitelenmeye­ceği bir hali ihsan etmesi, bu menzilden öğrenilir. Böyle kullara misal olarak Ebu Yezid vb. veliler ile Hz. İsa ve Hz. Yahya gibi nebileri ve­rebiliriz. Delillerin ortaya konulması bu menzilden öğrenilir. Aklın tek başına idrak edebileceği hususlar ile tek başına idrak edemeyeceği hu­suslar bu menzilden öğrenilir. Habise göre habisin temizliği bu men­zilden öğrenilir. Her müçtehide isabetin nispeti bu menzilden öğreni­lir. Müçtehide hatanın nispet edilmesinin anlamı nedir? Bu hata ger­çekte bilgi ve Allah Teâlâ’nın hükmüdür. Fıtrat, reviyye ve talim yoluyla öğ­renilen ameli sanadar bu menzilden öğrenilir. Bu üç şey üç haldir ve bunlar hayvanda fıtraten bulunurken aklı ve reviyye gücü zayıflarda ta­lim yoluyla meydana gelir. Aklı güçlü ve fikri ve teorik düşüncesi sahih kimselerde tedbir, reviyye ve düşünme vasıtasıyla gerçekleşir. Neyden sakınıldığı, kimin sakındığı ve takva sahibi olduğu, neyle sakınıldığı ve takva sahiplerinin sınıfları bu menzilden öğrenilir. Bela ve ibtila, yani sınanma arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Salih arkadaş bu men­zilden öğrenilir. Acaba onda salah ve iyilik yaratılmış mıdır, yoksa aslı nedeniyle mi bulunur? İttifakla uygun ve muvafık ceza bu menzilden öğrenilir. Pişmanlık halleri ve vaktinin ne zaman belli olacağı bu men­zilden öğrenilir. Cevher baki kalsa bile, suretlerdeki tebdil ve başka­laşma bu menzilden öğrenilir. Acaba halin değişmesiyle isim değişir mi? Kelam kendiliğinde bir olsa bile, ilahi kitapların tertibi bu menzil­den öğrenilir. Sonra gelene kendisinden sonra gelene göre önde olmak hali nasıl nispet edilir? İbadetin verdiği ilimler bu menzilden öğrenilir. Yaratılmışa rahmetin genelliği bu menzilden öğrenilir. Bu, ilimlerin en üstünü ve gizlisidir. Yaratıklar arasında eşidiğin mümkün olduğu ve olmadığı hususlar bu menzilden öğrenilir. Tenzih bu menzilden öğre­nilir. Yaratıkların Hakk karşısında ve Hakkın yaratıkların karşısındaki mertebesi bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İki Sırrın Menzilinin ve İlahi Gayretin Bilinmesi; O iki sırrı bilen, dünyada ve ahirette rahata erer.

Biri başkasının yerini alırsa hükümlerle Vekili olmuştur onun           

Onu vekil atamadan yerini alsa bile Onda bir kuşku yok ve tereddüt yok

Haddi aştığında beddua ederse

Hakkındaki duası müstecabtır

Duadaki doğruluğu ve ihlası nedeniyle

Dilerse isabet eder ve (dileyince) isabet etmez

Bu menzil, rahatlığı müjdeleyen ilahi müjde menzilidir. Bu müj­deyi kıyamete kadar ve kıyamette müjdelenen salih kullara Allah Teâlâ’nın inayeti gerektirmiştir. Çünkü kulları hakkında her şey Allah Teâlâ katında bilfiildir, O’nun katında bilkuvve halinde bir şey yoktur. Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki fiillerini ve hallerini bildirmek üzere ilahi haberler kendisi­ne gelmiştir. Bu sayede insan, aklıyla yokluğu halinde Rabbinden görmüş olduğunu hatırlar. Yokluk halinde insan sübut halindeydi ve bu sübut onun hakkındaki ilahi tasarrufu kabul etmesini zorunlu kıl­mış, Rabbinin ‘ol’ emrine uymuştu. Çünkü emir duymak özelliğiyle nitelenen tarafından yerine getirilebilir. Öyleyse ilahi söz sürekli oldu­ğu gibi sabitlik halindeki duymak da süreklidir. Zaman içinde olan, dış varlıktaki duymadır. Bu duyma sübut halindeki duymanın feri ve neti­cesidir. Böylelikle hal duymanın kendisine intikal etmişken duyma in­tikal etmemiştir, çünkü ayan(-ı sabite) bir halden başka bir Hakk geç­mez; sadece haller kendilerine hükümler giydirir ve onlar bu hükümle­ri giyer. Bilgisiz insan ayn’ın intikal ettiğini zanneder. Öyleyse haller ilahi isimleri talep eder, yoksa a’yan(-ı sabite) taleple nitelenmiş değil­dir. Böylelikle kendilerine intikal ettikleri hallerin hükümlerine göre a’yan için isimler ve lakaplar ortaya çıkar. Haller olmasaydı a’yan ayrışmayacaktı. Çünkü bir ayn (cevher, hakikat) vardır ve o zatıyla varlı­ğı zorunlu olandan ayrılmıştır. Bununla birlikte sabidiğinin zorunlulu­ğunda O’nunla ortaktır. Allah Teâlâ hem varlığı hem sabitliği zorunlu olan iken bu ayn(-ı sabite)’nin sadece sabitliği vacip ve zorunludur. Bu ayn karşısmda haller, Hakkın ilahi isimleri gibidir. Bir hakikati ilahi isimler çoğaltmaz ve fazlalaştırmaz. Aynı şekilde bu ayn’ın halleri de kendisini çoğaltmaz ve artırmaz. Bununla birlikte isim ve hallerde çok­luk ve sayı aklî olarak vardır. Bu benzerlik nedeniyle söz konusu ayn’ın ‘suret üzerinde olduğunu’ söylemek mümkün olabilmiştir. Başka bir ifadeyle o, ilahi emrin kendiliğinde bulunduğu haldedir. Bu durumda bu ayn için kendisine gelen hallerden birisi olan varlık vasıtasıyla kemal hali gerçekleşmiştir. Onun kemaldeki eksikliği, Allah Teâlâ ile arasına ayrım koymak üzere, varlığın zorunluluğu hükmünü ondan olumsuzlamaktan ibarettir. (Hakk ile ayn arasındaki) bu ayrım ortadan kalkmayacağı gibi kendisine ortak olması da mümkün değildir.

Bu bağlamda başka bir ayrım daha vardır, şöyle ki: Hakk hallerde başkalaşır, yoksa haller O’nun üzerinde başkalaşmaz. Çünkü herhangi bir halin Allah Teâlâ üzerinde hükmünün olması mümkün değildir; haller üzerinde hüküm sahibi Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle Allah Teâlâ hallerde başkalaşır ve haller O’nun üzerinde başkalaşmaz. ‘O her gün bir iştedir.’28 Haller O’nun üzerinde başkalaşmış olsaydı, O’nun için bir takım hükümler gerektirirlerdi. Alemin ayn’ı üzerinde de haller başkalaşır ve bu sayede onda hallerin hükümleri ortaya çıkar. Bununla birlikte hallerin âlemin ayn’ını (hakikat ve cevherini) başkalaştırması, Allah Teâlâ’nın eliyle gerçekle­şir.

Halckın hallerde başkalaşmasına ve halden Hakk girmesine gelirsek, bu durum (Hakka nispet edilen) inme, beraberlik, istiva, gülmek, se­vinmek, razı olmak, gazaplanmak gibi hallerden bilinir. Hakk kendisini hangi hallerle nitelemişse, o halde hüküm vermek üzere bulunur. Bi­zimle Hakk arasındaki fark budur ve farkların en açığı ve bellisi de bu farktır. Öyleyse hallerde ortaklık gerçekleştiği gibi isimlerde de gerçek­leşmiştir. Çünkü isimler gerçekte hallerin isimleridir. Onların ismi ol­dukları şey (müsemma) ise ayn’dır. Bir nispet nedeniyle sahip olduğu isimler başka bir nispede sahip olduklarından farklıdır, isimlendirilen ise birdir. Hakk duyandır, görendir, alimdir ve kadirdir; sen de duyan­sın, görensin, alimsin, kadirsin. Duymanın, görmenin ve kudretin bize ve O’na ait halleri, göreli ve nispi olarak değişir. Çünkü Hakk, Hakk; biz, biziz! Biz araçlara sahip olduğumuz gibi aynı zamanda O’nun araçlarıyız. Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu’ der. Ayette ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun29 ve ‘Sen atma­dın, attığında, Allah Teâlâ attı30 buyrulur. Burada Hakkın aleti ve aracı, pey­gamberiydi. Öyleyse varlıklarını izhar etmek maksadıyla Hakkın hal­lerde başkalaşması, varlıklarını izhar etmek üzere bir sayısının sayı ba­samaklarında yer değiştirmesine benzer.

Bilmelisin ki, bu menzil garip bir sırdan dolayı, ‘iki sır menzili’ di­ye isimlendirilmiştir. O sır, bir .şeyin makul ve mahsusta, duyu ve akıl­da kendini ikileştirmesidir. Duyulur âlemde bir şeyin kendisini iki yapmasına misal olarak, Hz. Âdem’i verebiliriz. Âdem sol kaburgasın­dan Havva’nın yaratılması yoluyla (infıtah) çift olmuş, daha önce bir iken Havva sayesinde iki olmuştur. Havva kendisine ‘bir’ denilmesini sağlayan nefsinden başkası değildi. Aklî âlemdekine gelirsek, ilahlık Allah Teâlâ’nın zatından başka değilken ilahlığın anlamı O’nun zat olmasından başkadır. Böylelikle ilahlık O’ndan başkası değilken Hakkın zatını (akılda) iki yapmıştır. Öyleyse duyu âleminde Âdem’den ve kendisini iki yapan Havva’dan pek çok erkek ve kadın ebeveynin suretinde mey­dana geldiği gibi Hakkın zatı ile O’nun ilah olmasından bu iki aklî şe­yin suretinde âlem ortaya çıkmıştır. Bu nedenle âlem çoğalmak, başka bir ifadeyle parçalarının birbirini doğurması için etkin-edilgen suretin­de ve tarzında ortaya çıkmıştır. Çünkü ilahlık zata ait bir hükümdür ve âlemi yaratmak şeklinde hüküm vermiştir. İlahlık âlemin yaratılması hükmünü vermekle müessir olunca, âlem kendisini var edenden etkin ve edilgen olarak ortaya çıktı. Nitekim duyu âlemimde de böyle gerçek­leşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, Âdem ve Havva’dan göğü veya arzı veya dağı veya kendi türünden olmayan bir şeyi yaratmamış, onlara benzer ve hemcinsleri olan şeyi yaratmıştır.

Varlığın olmasına bağlı olduğu şey                                         ,

Lafzının anlamını yücelttiği bir zat

Ben onu isterim ve yaklaşmak isterim kendisine Onu isteyen herkesi de isterim

Leyla, Lübna, Rebab ve Zeyneb Kendileri için yaşayanların çağdaşları

ölürsem, onların varlıkları ölür bizimle Bizim varlığımız onların hem aynı hem değil

Hayret bize ve onlara! Bizim varlığımız tek İkisi yokken kim onları iki yaptı?

Asıl tek olup kendinden başkası onu iki yapmayınca, çokluk ondan ortaya çıktı. Aynı şekilde âlemdeki her şeyde bir ayeti bulunmuştur ve bu ayet O’nun bir olduğunu gösterir. Bütün âlem cisim ve ruhtur ve bu ikisiyle varlık bilfiil ayakta durur. Hakk için âlem ruh için beden gi­bidir: Ruh bedenden hareketle bilinebilir. Çünkü kendisine bakıp sure­tini gördüğümüzde -sureti baki olsa bilecisimden ve onun suretinden gözlemlediğimiz hükümler kaybolurdu. Bunlar duyulur şeyleri ve an­lamları algılamaktır. (Beden bunları kendiliğinden algılamayacağı için) Görünen cismin ardında kendisine algı imkânı ve özelliği kazandıran başka bir anlamın bulunduğunu anladık ve o anlamı cismin ruhu diye isimlendirdik. Aynı şekilde bizi hareket ettiren ve durağanlaştıran bir şeyin var olduğunu anladık. O bizde dilediği şekilde hüküm vermek­teydi.

Bunun üzerine nefislerimize baktık. Nefislerimizi tanıdığımızda, bir ayakkabının diğer bir ayakkabıya benzer olması gibi, Rabbimizi ta­nıdık. Bu nedenle vahiy şöyle bildirmiştir: ‘Kendini bilen Rabbini bi­lir.’ İndirilmiş ilahi haberde de şöyle denilir: ‘Onlara ayetlerimizi ufuk­larda ve nefislerinde göstereceğiz, ta ki onun Hakk olduğunu öğrenecekler.’31 Alem Allah Teâlâ’dan işin kendinde olduğu durumda zuhur etmiştir ve âle­min aslında ve ilkesinde kesinlikle bir kötülük yoktur. Âlem Mutlak İyi’nin (Hayr-ı Mahz) elindedir ki, o da tam varlık demektir. Şu var ki mümküne yokluğun bir bakışı olduğu için kendisine belli bir ölçüde kötülük nispet edilir. Çünkü zatı gereği mümkün varlığın zorunluluğu hükmüne sahip değildir. Mümküne kötülük iliştiğinde, buradan ilişir, fakat kötülük onda süreklilik kazanmaz ve sabit olmaz. Çünkü müm­kün Mutlak İyi ve Varlık’ın kabzasındadır.

Allah Teâlâ’yı bilmede vaz’î marifetin tamlığının bir yönü de cismin ruhta makul ve malum bir takım eserlerinin bulunmasıdır. Bu eserler kendi­sine verilmiş olan zevk ilimlerinden ve ancak sayesinde öğrenebileceği ilimlerin bulunmasından kaynaklanır. Ruhun da cisimde mahsusduyulur etkileri vardır ki, bunları her canlı kendinden müşahede eder. Aynı şekilde Hakk karşısında âlemin görünende etkileri vardır. Bunlar âlemin kendilerinde halden Hakk girdiği hallerdir. Halden Hakk girmek Allah Teâlâ’nın ed-Dehr isminden kaynaklanır. Allah Teâlâ kendisini yükümlü tutması itibarıyla âlemin bir takım eserleri olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ onları bize bildirmemiş olsaydı, onları bilemeyecektik. Şöyle ki: Pey­gamberin bize öğrettiği ibadederde kendisine uyduğumuzda, Allah Teâlâ bi­zi sever. Biz peygamberi memnun ettiğimizde, Allah Teâlâ bizden razı olur.

Kendisine karşı geldiğimizde ve emrine bağlanmak yerine O’na asi ol­duğumuzda, Allah Teâlâ’yı kızdıracağımızı ve O’nu öfkelendireceğimizi bize bildirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ bize gazap eder. Dua ettiğimizde, bize icabet eder. Öyleyse dua O’nun eseriyken icabet bizim eserimizdir. Bü­tün bunlar, her şeyin işin kendinde bulunduğu duruma göre zuhur et­tiğini öğrenmemizi sağlamak amacı taşır. Olandan başka bir tarzda olması mümkün değildir; aksi halde nereden olacaktır ki? Sadece O var ve her şeye kuvve halinde bulunanı verir. Bu nedenle Hakk bizim için zatını yaratılmışların nitelikleriyle nitelemiştir. Bu nitelikler gerçekte bizde ortaya çıkan O’nun nitelikleridir, sonra kendisine dönmüşlerdir. Hakk bizi celalinin ve şanının Hakk ettiği niteliklerle nitelemiştir. Bunlar gerçekte O’nun nitelikleridir. Allah Teâlâ kendinde bulunduğu durumun su­retinde bizi yaratmamış olsaydı, hakkı olan bir niteliği kabul etmemiz sahih ve mümkün olmaz veya Hakk bizim hakkımız olan bir nitelikle kendisini niteleyemezdi.

Gerçekte bunların hepsi O’nun için haktır, çünkü O bizim feri ol­duğumuz asildir. İsimler o ağacın dallarıdır; kastettiğim varlık ağacı­dır. Biz ise meyveyiz, hatta O meyvenin kendisidir. Bizim mislimiz bu ağacın varlığından başkası değildir.

Allah Teâlâ hakkındaki bilginin tamlığının bir yönü de peygamberinin diliyle bize bildirdiği tecelli mekânlarında suretten surete girmesini bilmemizdir. Hakkın bu durumu zahirde ve batında halden Hakk gir­memizin ilkesidir. Bütün bunlar, Hakk’tadır. Aynı zamanda Hakk, za­man tertibinin hükmünün gereğine göre, âlemin işlerinde ve şe’nlerindedir. Öyleyse âlemin yarınki şe’ni ve işi sadece yarın olabilir­ken bugünün şe’ni de bugün olabilir; dünün şe’ni ancak dün olabilirdi. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’ya nazaran böyleyken şe’nin kendisine bakarsak, Hakk dilerse oluştuğu vakitten başka bir vakitte meydana gelebilir. Allah Teâlâ’nın meşiyetinde bir cebir veya irade söz konusu değildir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir. Hatta O’nun meşiyetinin bir ilgisi vardır, o kadar! ‘Sizin için boşalacağız (sıra size de gelecek)’*2 ayeti bu anlamdadır. Yani siz ve bizden başkası demek olan âlem kastedilmektedir.

Allah Teâlâ bizi ‘sakaleyn’ (iki ağır) diye isimlendirdi. Bunun nedeni bizdeki sıklet ve ağırlıktır ki söz konusu ağırlık varlıkta daha sonra gelmemizin ta kendisidir. Biz varlıkta geciktik, zira ağırın özelliği ge­cikmekken hafifin âdeti ve özelliği hızlı olmaktır. Biz ve cinler ‘sakaleyn’, yani ağır olanlardanız. Bunun yanı sıra bize baskın olan rüknün ve unsurun özelliği nedeniyle cinlerden daha ağırız ki, bu un­sur topraktır. Bu nedenle insan âlemdeki son varlık olmuştur. Çünkü özet ve mücmel, bir tafsilden meydana gelebilir; aksi halde özet ola­mazdı. Alem, Hakkın muhtasarıyken insan âlemin muhtasarıdır. Hakk ise özün özüdür. Burada özet ve öz derken insan-ı kâmili kastetmekte­yim. Hayvan insan ise âlemin özetidir. Yaratılış sebebine uygun olarak onun adına bir terazi ortaya koymak üzere Hakk onun için de ‘fariğ ka­lacaktır.’ Çünkü ‘Sizin için fariğ kalacağız, ey insanlar ve cinler33 ayeti, bir tehdit ifadesidir. İnsan-ı kâmile böyle bir hitap yönelmez. Şu var ki burada ‘sizin için’, yani insan ve cinlere rahmetin ulaşmasının işarederi de vardır. Bu işaret ‘sizin için’ zamirinin başına gelen açış ‘lam’ıdır (îekum). Bununla birlikte Hakkın açışı (feth-i ilahi) üzüntü veren şey­lerle gerçekleşebileceği gibi sevindiren şeylerle de gerçekleşebilir. Fakat Allattın rahmeti gazabını geçmiştir. Burada gelecek zaman bildiren kip getirilmiştir. Gelecek zamanın son derecesi ise âlemin kendisine vara­cağı rahmettir. Söz konusu rahmetin ardından -ilahi hadler ve yüküm­lülük ortadan kalktığı içinartık gazap olmaz.

‘Sizin için’ ifadesinde ikinci şahıs zamiri gelince, ilahi keremin ve ihsanın her zaman mutluların tarafını ve rahmet yönünü -onun zıddı­nayeğlediğini bildiğimiz için, bedbahdarın üzüntü ve acı duydukları şey ‘azap’ diye isimlendirildi. Çünkü mudular, Hakkın mertebesini ter­cih ederek ve üstün sayarak, şirk koşmuş olan bedbahtların acılarından haz alırlar. Başka bir ifadeyle onların acı veren sebeplerde de nimederi vardır. Hakk da -onlar kendisini tercih ettikleri içinkendilerini tercih ederek bu acıyı ve elemi ‘azap’ diye isimlendirmiş, bu nedenle açış ‘lam’ı getirmiş, belli bir grup oldukları belli olsun diye ikinci şahıs za­mirini kullanmıştır. Çünkü âlemden üçüncü şahıs zamiri yoksun ol­maz. Öyleyse bu zamirin de bir ehli olmalıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar için akan cennetler vardır.’34 Burada Allah Teâlâ üçüncü şahıs za­mirini kullanmış, onlar da muhataplardan gaip olmuşlardır. Lam ile başlamak, hal karinesinin bildirdiği üzere, rahmeti açmak demektir. Bu edatın Hakkın kendilerine göre kullarına davrandığı bir takım merte­beleri vardır. Misal olarak ‘Onlar bizim katımızda seçilmiş hayırlılardan­dır35 ayetini verebiliriz. ‘Allah Teâlâ müminleri bulundukları hal üzere bırak­maz’,36 ‘Allah Teâlâ imanınızı zayi etmeyecektir’,37 ‘Göklerde ve yerde olan her şeyi size amade kıldı’,38 ‘Yerde olanları sizin için yarattı’,39 ‘Göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunanlar ve toprağın altındakiler O’na aittir40 ayet­lerini de bu bağlamda misal verebiliriz. Onlar hem bize hem O’na ait­tir. Bununla birlikte bizim edepli olmamız lazımdır. Edepli davrandık­ları ve şımarmadıkları için, hükümdarın arkadaşları onunla oturabilmişlerdir. Çünkü müşahede ve yayılma, bir araya gelmez! Bazıları şöy­le demiştir: ‘Sedirin üstünde otur, fakat yayılmaktan sakın!’

Bir emirle ibadet ettim ki bana uymaz

Niteliğimin suretinde olduğu kimseye ibadet etmiyorum

Çünkü O söyledi bunu ben söylemedim Halimin sureti O’nun halinden başka değil

Çünkü aşağı ve daha aşağı mertebedeki birine makamının gereği olmayan değerli nitelikler izafe edildiğinde, kendisini rahatsız edeceği için, bunu nahoş karşılar. Asıl bir insan layık olmadığı bir özellikle ni­telendiğinde, bundan hoşlanmaz.

VASIL

Nebi ve Veli Arasındaki Fark

Arkadaşlarımızın bir kısmı ve bazı insanlar şunu ileri sürmüştür: Veli ve nebi arasındaki fark (nebiye) meleğin gelmesidir. Çünkü veli ilham alırken kendisine melek inmez. Bununla birlikte bazı durumlar­da veli ilham alır, çünkü o velilikle nebiliği kendinde birleştirmiştir. Bize göre böyle bir söz, büyük bir hata ve bu görüşü benimseyenlerin zevk sahibi olmadıklarının bir delilidir. Nebi ile veli arasındaki fark meleğin inip inmemesinde değil, meleğin indirdiği şeyde bulunur. Me­leğin nebi ve resule indirdiği şey, peygambere tabi olan ve ona uyan veliye indirdiğinden başkadır. Melek ‘ittiba’ nedeniyle tabi veliye inmiş olabileceği gibi aynı zamanda nebinin getirmiş olduğu ve bu velinin hakkıyla kendisini öğrenmemiş olduğu bir meseleyi açıklamak amacıy­la inmiş de olabilir. Böyle bir şey (nebinin yaşadığı zamanda olabilece­ği gibi) zaman bakımından, yani haberin varlık zamanından sonra da olabilir. Melek bazen veliye nebinin getirdiği bilginin doğruluğunu ve­ya peygamber adına uydurulmuş' veya sahih olduğu zannedilmiş veya gerçekte sahih iken ravinin zayıflığı nedeniyle terk edilmiş hadisin sa­hihliğini bildirmek üzere gelebilir. Bazen melek, veliye mutlu ve başa­rıya erenlerden olduğunu bildirmek üzere Allah Teâlâ katından müjdelerle ve ‘eman’ vermek üzere gelebilir. Bütün bunlar dünya hayatında gerçekle­şir, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar adına dünya hayatında müjdeler vardır.’41 Allah Teâlâ’nın rabliğini kabul eden doğru yoldakiler hak­kında da meleklerin kendilerine geleceğini bildirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbimiz Allah Teâlâ’dır deyip sonra doğru olanlara melekler iner ve korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle müjdelenin derler. Biz sizin dünya hayatındaki dostunuzduk.’42

Allah Teâlâ velilerinden bir kısmı adına ise tenzilde zevk ve inzal olabi­lir. Bu görüşe aykırı görüş benimseyenler, sadece seyr ü sülükleriyle bütün yolları ve makamları kuşattıklarına içten inananlardır. Onlara göre hakkında zevlderinin olmadığı hiçbir makam geride kalmamıştır. Böyle insanlar meleğin kendilerine indiğini görürler ve bu inmenin peygambere özgü ve mahsus durumlardan olduğunu zannederler. O insanların zevkleri sahihken hükümleri batıl ve geçersizdir. Onlar içle­rinden ilave bir bilgi getirenlerden bu ilavenin kabul edileceğini düşü­nürler. Çünkü o zevk sahibi ve adildir, cerhe tabi tutulmamış ve kınanmamıştır. Böyle insanlar zevklerini aşmazlar. İşte hata da tam bu­radan kaynaklanır. Onlardan önce yaşamış veya kendi zamanlarında yaşayan Allah Teâlâ ehli birisinin meleğin kendisine indiğine dair ifadesi kendilerine ulaşsaydı, onu kabul eder ve reddetmezlerdi. Vakıalarımız­da geçmiş insanlar arasından herhangi bir duruma inanmayan grup gördük. Aynı şeyi bizden duyduklarında ise -hemcinsleri ve benzerleri­ne yönelik itham ortadan kalktığı içinkabul eder ve inkâr etmezlerdi. Allah Teâlâ ehli arasından işarederi kabul edenlerden bir grup -ki onlar uzak­tan kendilerine nida edilenlerdirşöyle demiştir: “Alemdeki her haki­katin ve nispetin ilahi bir nispetten sadır olduğunu söylemiştin. Ale­min nispetlerinden birisi muhtaçlıktır. Ebu Yezid el-Bestami -ki keşif ve vecd ehlidirşöyle demiştir: Allah Teâlâ kendisine bir müşahedesinde ‘Bana ait olmayan bir şeyle bana yaklaşabilirsin’ demiştir. Allah Teâlâ’ya ait olmayan zillet ve yoksulluktur.”

(Buna cevap olarak deriz ki) Ey yararlanmak isteyen kimse, bilme­lisin ki! Allah Teâlâ rahmet, bağışlama, kerem mağfiret sahibidir. Bunlarla ilgili bize bildirilen ilahi isimler Allah Teâlâ’ya hakiki anlamıyla aittir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ intikam ve şiddetle cezalandırma sahibidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ Rahimdir, Afuvv’dur, Kerim’dir, Gafur’dur ve Muntakim’dir. Bu isimlerin eserlerinin ve sonuçlarının Hakta bulunması veya Hakkın bu isimlerin eserlerinin mahalli olması mümkün değildir. Öyleyse Allah Teâlâ kime karşı rahim, kime karşı affedici, kime karşı kerim, kimden inti­kam alandır? Buna karşılık şöyle demek gerekir: Allah Teâlâ yaratandır ve yaratan, yaratılmışı talep ederken yaratılmış olan da Yaratanı talep eder. Talep edenin niteliği bellidir ve mevcut nefyedilmez. Öyleyse âlem var olmalıdır, çünkü ilahi hakikatler kendisini talep etmektedir. Daha önce Allah Teâlâ’nın zat olmasının anlamının ilah olmasının anlamıyla bir olmadığını açıklamıştık. Böylelikle Hakk (ilahın akıldaki varlığıyla) ikilenmişken dışta bir vardır. Öyleyse Allah Teâlâ mahiyeti itibarıyla âlem­lerden müstağniyken esma-i Hüsna, yani güzel isimleri halamından âlemin varlığını talep eder. Söz konusu isimler, eserlerinin kendisinde ortaya çıkması için imkân halindeki âlemi talep eder. Âlem mevcut ol­saydı, varlığı talep edilmezdi. Öyleyse ilahi isimler O’nun için muhtaç gibidir ve muhtaç sahibi kendisine muhtaç olan adına çalışır. Yaratıl­mış olanlar Allah Teâlâ’nın daha uzak ailesiyken ilahi isimler yakın ailesidir. Böylelikle âlem imkânı nedeniyle Allah Teâlâ’dan talep ederken ilahi isimler tesirlerini izhar ettirmesini Allah Teâlâ’dan talep eder. Onlar varlığı olmayan bir şeyde eserlerini izhar ettirmesini talep etmişlerdir. Bu nedenle âle­min var olması zorunludur. Kitap hüküm vermiş ve bilgi takdir etmiş­tir. İlahi irade ise kesindir. Öyleyse âlemin gerçekleşmemesi mümkün değildir.

‘Allah Teâlâ fakirdir ve biz zengin olanlarız43 diyen bir grup tekfir edilmiş ve kâfir sayılmıştır. Burada çoğul kullanılmıştır. Onlar Allah Teâlâ’dan müs­tağni olmadıkları gibi Hakk da onları yaratmadan veya bir ihsanı ve lütfü olarak nimederini onlara yaymaktan geri kalmamıştır. Bunun ne­deni belirlenmiş ve öne geçmiş kitabın hükmüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan bir kitap öne geçmemiş olsaydı, hiç kuşkusuz, size yap­tıklarınıza karşılık azap temas ederdi.’44 Öyleyse hüküm kitaba aittir ve kitabın (âlemle) ilişkisi zatın (ilişkisiyle) bir değildir. Kitap, hükmü kendisinde uygulanacak olan kimsede bu hükmün uygulanacağını be­lirlemiştir. Hükmün uygulanması kitap için mertebenin zorlamasıyla hüküm veren tasarruf sahibi gibidir. Hakikatlerin kendilikleriyle verdi­ği şey budur ve hakikatler değişmez. Hakikatler değişmiş olsaydı, ni­zam bozulur ve hiçbir şekilde bilgi olmayacağı gibi (varlıkta) Hakk ve halk da olmazdı. Akıllı insan ‘Söylediklerini yazacağız45 ayetine bakma­lıdır. Başka bir ayette Allah Teâlâ ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı46 der. ‘Zorunlu kılar’ demektedir. Allah Teâlâ’dan başka zorunlu kılabilecek kimse yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: Zararı kendilerine dönecek olan hususta söylediklerini zorunlu kılacağız. Ayetin devamında şöyle der: ‘Acı azabı tadın deriz.’47 Bu, onların sözlerine karşılık bir cezadır. Bu nedenle on­ların inançsızlıklarının gerçek sebebi toplamı zikretmiş olmalarıydı, çünkü onlar zenginler değillerdi. Ayetin ruhu budur.

Allah Teâlâ’nın Ebu Yezid’e söylediği sözden delil getirmene gelirsek, o da toplamın ta kendisidir. Allah Teâlâ tek başına zilleti söylememiş, zillet ve yoksulluğu birlikte zikretmiştir. Toplamın nispeti teklerin nispetiyle bir değildir. Mümkün olmasaydı ilahi isimler adına herhangi bir eser zuhur etmezdi. İsim ise isimlendirilenin aynıdır. Özellikle ilahi isimler böyledir. Öyleyse varlık talep eden ve talep edilenken talep yoklukla il­gilidir. Başka bir ifadeyle talep ya bir mevcudu yok etmek veya var ol­mayanı var etmekle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’48 Burada Allah Teâlâ sadece ilahlığın birden çok kimsenin niteliği olmasını reddetmiştir. İlahi isimler veya ‘ilah’ diye isimlendiri­lenin mertebesi niteliği olduğu kimsenin hüküm ve tasarruf sahibi ol­masını gerektirir. İlah bu nitelik nedeniyle ve onun vasıtasıyla tasarruf­ta bulunurken tasarruf ederken bile -ki bu zorunludurâlemlerden müstağnidir. Gerçekte bu işin ne kadar garip olduğuna bakınız! Bura­dan Ebu Said el-Harraz’ın ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı birleştirmesi özelliğiyle bil­dim’ sözünün anlamı öğrenilir. Ebu Said bunu dedikten sonra şu ayeti okumuştu: ‘O ilktir, sondur, zahirdir ve batındır.’49

Yahudiler, Allah Teâlâ’nın cimriliği hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın eli bağlıdır.’50 Allah Teâlâ onlara karşı şöyle der: ‘Onların elleri bağlanmış ve söy­ledikleri nedeniyle lanete uğramışlardır.’51 Yani onlar ilahi cömertlik niteliginden uzaklaşmışlardır, çünkü onların sözleri amellerindendir. Bu nedenle onların elleri bağlanmış, Allah Teâlâ’ya nispet ettikleri cimrilik kendi­lerinde gerçekleşmiştir. Onlar Allah Teâlâ’dan ancak gördükleri şeyi müşahe­de etmişler, Allah Teâlâ da onlara işledikleri şeyin tadını tattırmış, ardından onları malda yalanlamış, her şeyi kapsayan rahmeti nedeniyle keremini kendilerine açmış, yalancı olduklarını onlara bildirmiştir. Bu ise onlara verilebilecek en şiddetli azap ve en büyük nimettir. Çünkü Allah Teâlâ cö­mertliğini ve keremini açtığında, bilgisizliklerini öğrenip onu vehme­derler ve Allah Teâlâ hakkındaki bilgisizlik halinde bulunmaları nedeniyle azap çekerler. Bu halin ortadan kaldırılması ve bilgiye vakıf olmaları nedeniyle ise nimet görürler. Öğrenirler ki: Allah Teâlâ’ya karşı yalana kendi­lerini düşüren cehalederiymiş! Allah Teâlâ’nın her iki eli de açıktır ve dilediği gibi infak eder.

Öyleyse hüküm meşiyete aittir. Anla! O’nun meşiyeti zatından başka değildir. O’nun isimleri kendisi olduğu gibi isimlerin hükümleri de O’nun hükmüdür. Alem üzerinde bulunduğu güçlere göre zuhur etmiştir.

O’na bak bir an

Haddini de aşma

Ondaki her şey

Senin katında da var                                                                            -

(Başka bir şiir şöyledir):                                                         .

Allah Teâlâ’yı kim takdir ederse hakkıyla

Varlık işini kendinden izhar eder

Gözün gördüğü her

Bilgisinden kendinde O’ndandır

O gördüğünün aynı

Bu nedenle varlığın bitimi yok

‘Allah Teâlâ’ dediğinde, bu isim bütün ilahi isimlerin hakikatlerinin top­lamıdır. Bu ismin ale’l-ıtlak, yani kayıtsız olarak genel kullanılması mümkün değildir ve hallerin onu sınırlaması gerekir. Lafızlar sınırlar­sa, hallere tabi olarak sınırlamıştırlar. Ona ne izafe edilirse edilsin, iza­fenin hangi ismi Hakk ettiğine bakmalısın! Allah Teâlâ’dan o hususta talep edi­len şey söz konusu izafenin mahsus olduğu isim ve kendisini talep edip onu aşmadığı ilahi hakikattir. Kimin hali böyleyse, Allah Teâlâ’yı (bilmeye) hakkını vermiş ve O’nun kadrini genel itibarıyla takdir etmiş demektir. Çünkü insan O’nun kadrini tafsili olarak takdir edemez. Çünkü Allah Teâlâ hakkındaki bilgide artış dünya ve ahirette bitmez, bu konuda iş niha­yetsizdir.

Bakınız! Allah Teâlâ Hz. Musa’yı peygamberlik göreviyle Firavun’a gönderdiğinde kendisine söylediği hususlardan birisi şuydu: Firavun ona cÖnceki nesillerin dunumu nedir?52 dediğinde ‘Onların bilgisi bir ki­taptadır, Rabbim unutmaz ve zayi etmez53 demişti. Yani Allah Teâlâ kendisine zorunlu kıldığı şeyi unutmaz. Onları levh-i mahfuz, yani korunmuş levhaya yazmasının nedeni sadece bildirmeyle öğrenme imkânı olanla­rın Allah Teâlâ’nın kendisine zorunlu kıldığı şeyleri öğrenmesini sağlamaktır. Yoksa onları uzun gelecek zaman dilimlerinde gerçekleşecek hadiseleri hatırlamak üzere yazmamıştır. Çünkü (der, Hz. Musa) ‘sana kendisine ibadete davet etmek üzere elçisi olarak geldiğim rabbim, dalalete düş­mez ve unutmaz.’ Allah Teâlâ kendinden söz ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah Teâlâ da onları.’5* Onlar Allah Teâlâ’yı genel anlamıyla unutmuş de­ğillerdi. Dolayısıyla Allah Teâlâ da onları genel anlamıyla unutmuş değil, sa­dece kendisini unuttukları hususta onları unutmuştu. Söz konusu hu­susta onlar Allah Teâlâ’yı bilmiş olsalardı, Rahim’in merhameti hususta kendi­lerine ulaşacaktı. Onlar kendisini unutunca, Rahim de kendilerini unutmuştur. Çünkü onları bu esnada başka bir ilahi isim üsdenmişti. Söz konusu isim, onların bu ismin davet ettiği ameli yaptıkları isimdir. O ismin kendindeki terazisinin itidali sona erince, unutma da ortadan kalkar. Çünkü dünya hayatmda ölüm vaktinde perdenin açılmasıyla onun kalkması zorunludur. Dolayısıyla her yükümlü bilgi ve kesin bir müşahededen kaynaklanarak mümin olarak ölür. Allah Teâlâ hakkındaki bu bilgi ve özellikle imanda herhangi bir kuşku ve tereddüt bulunmaz. Genel olan budur. Öyleyse ölümden daha şiddetli bir üzüntü yoktur. Geride bu imanın kişiye fayda verip vermeyeceği kalmıştır.

Azabı kendilerinden kaldırır mı dersek, Allah Teâlâ’nın rahmetini tahsis ettiklerinin dışında kaldırmaz. Böylelerine misal olarak ‘Onlara azabımızı gördüklerindeki imanları fayda vermedi55 ayetinde geçen kim­seleri verebiliriz. Ardından Allah Teâlâ, -bizim de bu konuda delilimiz ve da­yanağımız olacak şekildeşöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın kullarında işleyen sünnetidir bul’56 İstisna ‘Yunus’un kavmi müstesna, onlar iman ettiklerinde dünya hayatında hüsranı kendilerinden kaldırdık, onları belli bir süreye kadar süre verdik57 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’yı yaratıkları hakkında bir şeye zorlamak söz konusu değildir. Böyle bir imanın ahirette fayda ve­rip vermeyeceğine gelirsek, kuşkusuz ‘Rabbin dilediğini yapandır.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’511 Allah Teâlâ’nın bu sözü, kendi kitabında ve peygamberlerinin dilinde bize verilmiş bir sözdür.

Hakk getirdiği hususta kesin dedi Elçinin kalbime getirdiği Mele-i ala’dan

Bana bir bilgi verdi ki, yarısındandır İşlerde en uygunu ve evlasını söylemem

İş O’nda tek, başkası değil

Bir alim sınanır, bir alim sınar                        '

İki delil arasındaki farktır bu

Kalbimizde okunan Kuran değil                                                           .

Allah Teâlâ’nın sözü her halde olsa

Üzerimde, hazreti onu yazdırmak üzere geldiğinde

Yaratılışım garip, yenilenir durur Ondan bana arız olan eskimez ve yenilenir

Hakim Hakkın hükmü yaratıklarında zahir Körelten münezzeh, gösteren münezzeh

Müşahedesiyle bana nimetlerini cömertçe sundu En tatlı gelişiyle bana tahsis etti

Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa Allah Teâlâ ona bir ‘furkan’ yaratır. Bununla bir­likte furkan da Kuran içindedir. Kuran, suyun havuzda toplanması ve

biriktirilmesi anlamındaki karae’den gelir. Bununla birlikte her furkan kuran değilken her kuran aynı zamanda furkandır.

Cem farkın kendisi, bak bir                                    '

Gözünle gör, toplanma ayrılmada

Misil mislin aynı değil, sen de ayırmalısın O ikisini ayrım ve bir araya gelmeyle

Dilersek hakkında tefekkür edersen Evlilik ve boşanma hükmü veririz

Hakk olmasaydı ittisal olmazdı Hakkın topuğu benim topuğuma bitişti

Uzaklaşırken çağırdı beni

Bilgim yok ahirette nereye gideceğimden

Onadır cisimlerde bitkilerden dönüş  Hoşlanırsak, misk olur

‘Bir grup cennette ve bir grup ateştedir,’59 Böylelikle bir, kendisini iki yapandan ayrışmış, her bir kendi birliği ve çokluğuyla kalmıştır. Onla­rın bir kısmı kendi tekliği ve çokluğuyla ünsiyet ederken bir kısmı tek­liğinde vahşet halinde kalmıştır. Ariflere göre vahşetü’l-hicab yani per­deden kaynaklanan vahşet hali budur.

Zaman hangi nimeti kirletemez Söylediğim hususta yaratma ve emir Allah Teâlâ’nın

Hakkın varlığı olmasaydı hayrı olmazdı Varlığım olmasaydı varlıkta kötülük görülmezdi

Başka değilim O’ndan hakikatim gizlenirse Fakat gizlemiştir benim varlığım O’nun perdesi

İki sureti elde eden kimse ki Varlığımdan inci ve mercan parlar ona

Akıllı isen hükümleri sana gözükür Gözün varsa, perde kalkmış

Dilersen haz veren bir içecek gibi içersin İstemezsen meşrebin olur zarafet

Münezzehtir zikriyle kalbe hayat veren münezzeh Zikir olmasaydı onu fikir dolduracaktı

ı

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile seni desteklesin, bilmelisin ki, bilginin kendi suretinde değişmeden sadece bu menzilde sabit kaldığını gör­düm. Böylelikle bilgimin değişmeyeceği hakkındaki itminanım gerçek­leşti. Emin oldum ki kuşkular o bilgiyi sarsmayacak. Bu menzilde bu hali müşahede edene kuşku geldiğinde, onu kuşku olarak görür ve onun suretini değiştirmesi mümkün değildir. Bu menzil sahibi olma­yanda bu durum başka türlü gerçekleşir. Çünkü o sarsılır ve sarsılma kendisini kesin bildiğini zannettiği şeyi yeniden incelemeye götürür. Bilemez ki, ilk bilgi mi kuşkudur, yoksa müşahede mi kuşkudur, yoksa iki durum birden mi kuşkudur? Bu nedenle söz konusu kişi, bildiği hususlar hakkında basirete sahip olmayışı nedeniyle, hayrete düşer. Çünkü o fikriyle kuşkuyu ‘doğurmuştur.’ İşler/gerçekler -senin inşan ve var etmenle değil dekendilikleriyle gelirlerse, sana hakikatlerini ve­rirler ve sen de oldukları hal üzere onları bilirsin!

Kuran’daki pek çok ayet bu menzille ilgilidir. Bunlar hakkında konuşmaya dalsaydık söz uzardı. Şimdilik bu ayetlerin bütünü olmasa da bir kısmını zikredelim, fakat zikredeceğim ayetleri açıklamadan sa­dece selim akıl ve keskin göz sahiplerinin dikkatlerini çekeceğim. Bun­lardan birisi ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah Teâlâ’nındır60 ayetidir. Başka bir ayet ise ‘Mülk ve hamd O’na ait, O her şeye kadirdir61 ayetidir. Başka bir iyette ‘Firavun’un karısı dedi ki, benim ve senin gözünün aydınlığı olur62 buyurur. ‘Ölçü ve tartıda hile yapanlara yazık olsun’,63 ‘Namaz kılanlara yazık olsun’,64 ‘O gün yalancılara yazık olsun65 buyrulur. Her nerede bu­lunurlarsa bulunsunlar ayetin hükmü onları içerir. ‘Yemin olsun ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.’66 ‘Onlara gökleri kim yarattı diye sorsan, Allah Teâlâ derlerdi.’67 Onların mutluluklarına işaret etmektedir. Başka bir ayette ‘önce de sonra da iş Allah Teâlâ’ya aittir68 denilir.

Bu ayetle Allah Teâlâ’ya göre ve nispetle işin nasıl olduğu öğrenilir. ‘Rableri onlardan o gün haberdardır,’69 Burada bilgi yerine haberdar olmayı zik­retmekle yetinmiştir, senin için ‘haberdarlık (hubra)’ bilgidir. ‘Allah Teâlâ dileseydi onların hepsini hidayette toplardı.’70 Burada bir imkânsızlığa bağlı imkânsızlık edatı kullanmıştır. ‘Şayet insanların küfürde birleşmiş tek bir ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.’71 ‘Kıyamet ge­lecektir, onda kuşku yoktur. Neredeyse onu gizledim, her nefse yaptığının karşılığı verilsin diye.’72 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Bir kısmını bir kısmıyla sınadık ki, Allah Teâlâ şunlara mı aramızdan ihsan etti desinler.’73 ‘Allah Teâlâ müminleri bulundukları hal üzere bırakmaz.’74 ‘Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Evi (Kâbe’yi) tavaf etsinler.’75 ‘Ona iman edeceksiniz ve yardım edeceksiniz76 ‘De ki Hakk rabbinizden gelmiştir, dileyen iman eder dileyen inkâr eder.’77 Başka bir ayette ‘O iyiliğe karşı pek sevgi besler78 buyurur. ‘O gün yeryüzü haberlerini bildirir, Rabbinin vahyettiklerini.’79 ‘Yüzü üzerinde sürünerek yürüyen mi daha doğru yolda­dır.’80 Söz konusu kişi birleyenlerden iken yüz üstü doğru yoldan ateşe düşendir. ‘Umut kesmenizin ardından size yağmur indirendir81 ‘Bunda ba­siret sahipleri için ibret vardır.’82 Yani şaşırtır. ‘Artık sizden inkâr edenlere daha önce âlemde kimseye azap etmediğim gibi azap ederim.’83 ‘Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.’84

Bu ve benzeri ayetlerin menzillerini düşünürsen ahd, tarif ve cins anlamı bildiren Elif-lam’ın (harf-ı tarif takısı) gücünü ve lam-Elifin harflere katılmasının nedenini anlarsın! Harfler iki kısımdır: Birinci kısim hece harfleridir. Bunlar asli harflerdir. Diğerleri ise mana harfleri­dir. Her ikisi de yazımlarında vaz’î iken telaffuzda insanda tabiidirler: Hepsi şendendir ve şendedir, senin dışında bir şey yoktur. Dolayısıyla kendini kendinden başkasıyla tanıma umudu taşıma! Çünkü öyle bir şey yok! Sen kendine ve O’na delilsin. Fakat sana delil olan yoktur.

Senin ardında umut bağladığın kimdir?

İki halde de sen biriciksin

O’nunla O’na bak, O olursun

O’nda olan her şey şendedir

Bu menzilde bulunan ilimlere gelirsek, sebeplerin sonuçlarındaki hükümleri ve sebeplerin tafsili bu menzilden öğrenilir. Âlemin bütünü birbirleri için sebep midir? Sebeplerin arasında yokluk da var mıdır? Yokluk bir sebeptir, söz gelişi nispetler yokluktur. Buna misal olarak bir takım hükümler gerektiren anlamların ilgilerine ilişmesini verebili­riz. Akla ve şeriata göre Allah Teâlâ için sabit hükümler bu menzilden öğre­nilir. Makul muhayyerde haberlerin faydasının ne olduğu bu menzil­den öğrenilir. Bilgi veren haberler ile zan veya kati zan veren haberle­rin ilişkisi, bunların hayrete düşüren haberlerle ve onlarm da bilgi ba­kımından sakat oldukları için nazari delillere zarar veren haberler karşı­sındaki durumu bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların Allah Teâlâ’nın muhtaç­ları olması bu menzilden öğrenilir. Bunun anlamı ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız85 ayetinin anlamıyla bir midir? Mevcut olmalarına rağmen ve var olduktan sonra bir daha yok olmayacaklarını Allah Teâlâ’dan öğrenmelerinin ardından, bu fakirlik neyle ilgilidir? Onlar yok olmaya­caktır, sadece halleri başkalaşacaktır; bir hal ayrılacak, bir hal gelecek­tir. Yok olan halin yok olması bir hüküm verecek, gelen halin gelişi başka bir hüküm verecek! İki hükme konu olan aynı kişidir. Misal ola­rak şunu verebiliriz: Bir insan ayaktadır, sonra oturur. Oturma gele­cek, kalkmak ise gidicidir. Kalkma halinin gidişi ayakta olmamak de­mektir. Ayakta olmamak oturmanın hükmüdür. Oturma ona bir takım hükümler eklemektedir ki, bunlar ayakta olmanın ortadan kalkmasıyla anlaşılmaz. Bu hükümler söz konusu kişinin uzanıyor olmadığı, rükû eden, secde eden, eğilen olmadığı demektir.

Bilenin bildiği şeyi sormasının hikmeti bu menzilden öğrenilir. Gözün algıladığı bir varlığın suretlere girmesinin bakanın bakışına dönme nedeni bu menzilden öğrenilir. Acaba o şey kendiliğinde gözün algıladığı gibi midir, yoksa o kendiliğinde bulunduğu suretten başka­laşmamış mıdır? Bu husus görülen varlıklara dönen bir durumdur. Onlarm hakkında arazlarla veya cevherlerle çoğalırlar mı diye hüküm verilir. Çünkü suretler algıda sürekli başkalaşır. Gözle bakılan her cisim bir cisimdir. Öyleyse cisimlik genel bir hükümdür. Cisimlikte bir kısmı hızla yok olan bir kısmı daha yavaş yok olan bir takım suretler gör­mekteyiz. Cisim ise cisimdir ve değişmez! Zuhur edenle nitelenen ise cisimdir. Aynı şey ruhani suretler ve ilahi tecelli için geçerlidir. Bu içinde büyük bir sorunun bulunduğu bir bilgidir; bu sorundan fikir yoluyla kurtulmak son derece güçtür.

Naibin kendisini vekil atayana karşı ileri süreceği şartlar bu men­zilden öğrenilir. Bununla birlikte vekil müvekkilinin kendisini vekil olarak görevlendirmesi altındadır. Acaba kendisini vekil atayanı bilmeyişi veya onu unutması nedeniyle mi ona şart koşar? Böylece kendisini vekil atayanın onları bilmesinden daha çok olmak üzere, kendi masla­hat ve yararlarım ona bildirir ve hatırlatır. Bu şart koşmada tehlikeli bir takım durumlar ortaya çıkar. Bazen naip ve halife kendisini halife ya­panın şart koştuğu şeyleri sormak, kendisine muhtaç olduğunu zevk yoluyla izhar etmek ister. Çünkü naip şart sayılan hususlarda müstakil olsaydı, kendisine şart koşulmazdı. Naibin kendisini vekil yapana ortak olmak üzere yönelmesi ve ortaklığın olduğu hususlarla ortaklığın ol­mayacağı hususlar bu menzilden öğrenilir. Halife atayanın naibe ve vekile kendisinden talep ettiği bütün maslahatlarında karşılık vermesi, bu menzilden öğrenilir.

Hizmedilere hakaretin onları hizmetli yapanı küçüksemek demek olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu, son derece önemli bir bilgidir ve bu nedenle hükümdar ve yöneticilere ‘tan’ etmemiz bize yasaklanmış, onların kalplerinin Allah Teâlâ’nın elinde olduğu; Allah Teâlâ’nın -dilerseo kalpleri bize karşı daraltabileceği dilerse bize o kalplerle yumuşaklık gösterebi­leceği bildirilmiştir. Allah Teâlâ bize hükümdarlara dua etmemizi emretmiş, insanlar adına hükümdarlardan kaynaklanan maslahatın zulümden da­ha çok olduğuna dikkat çekmiştir. Gerçekte Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki naipleri olsalar bile, onların zülüm yapmalarının hikmeti nedir? Hü­kümdarların kâfir veya mümin veya adaledi veya zalim olmaları bu du­rumu değiştirmeyeceği gibi onlara ‘naip’ adını vermeyi ortadan kal­dırmaz. Zulüm yapan bir vekil zulüm yaptığı hususta mı vekillikten az­ledilmiş sayılır, yoksa bütün olarak azledilmiş olur ve ardından Hakk onun adına başka bir vekillik mi yaratır?

Nimet verenin verdiği nimederi sayması bu menzilden öğrenilir: Böyle bir davranış başa kakma mıdır yoksa nimedere karşı şükür iste­diğinde bunun değerini öğrensin diye bildirme amacı mı taşır? Yoksa o kendilerinden meydana gelen bir durum nedeniyle cezalandırma mı­dır? Yoksa bütün bu yönlerin o şeyde bir araya gelmesi mümkün mü­dür? Belli yerlerde öğretmek amacıyla yumuşaklık ve belli yerlerde ka­tılık bu menzilden öğrenilir. Nereden geldin, nereye gidiyorsun, ger­çekte bir dönüş var mı yok mu; bu menzilden öğrenilir. Yoksa kendi­sinde dönüşün söz konusu olmadığı sürekli ve ezeli bir sülük mu var­dır? Âlemdeki makul ve mahsus (akledilir ve duyulur) dönme hangi ilahi nispetten kaynaklanır? Acaba dönme hakkında belirttiğimiz husu­sa göre, Hakk dönmeyle nitelenir mi nitelenmez mi? Çünkü hakikatler bir dönüşün olmasını imkânsız görür. Natık nefislerin akıllar, nüha (ülü’n-nüha), hikmet (hakîm), elbab gibi lakaplarla nitelenmesinin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Bu nitelemeler neye racidir? Delil ol­duğunu bilmeyen birisine onun bu durumunu bilen birinin delil ge­tirmesinin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Acaba bu delille onun ken­disi mi maksattır, yoksa başkası mı amaçlanmıştır? Bu durumda delili aktarandır. Onun delil olduğunu bilmeyen, bu insanın aktarımından delilin ulaştığı kimse de kendisini kabul eder ve ondan yararlanır. Bu durum yaygın bir durumdur ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nice bilgi taşıyan vardır ki, ne taşıdığını bilmez’ derken işaret ettiği husus da budur. Söz konusu kişi bilgiyi taşıyıp bilene aktardığında, fakih bu bilgiyi kabul eder ve daha önce sahip olmadığı bir bilgiyi ondan elde eder; delili nakledenin bütün bu hususlarda bir bilgisi yoktur.

Kendisine yakın veya sebebi olduğunda, bir şeyin bir şeyin adıyla isimlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Şâri’nin sihirbazın öldürülme­sini niçin emrettiği ve onu niçin ‘kâfir’ diye isimlendirdiği bu menzil­den öğrenilir. Firavun, Hz. Musa’nın doğru söylediğini anlayıp boğu­lurken umutsuzluğu gördüğünde izhar ettiği imanı içinde gizlemişti. Acaba sihirbazlar arasından iman edenler öldürülürken sihirbaz olduk­ları için mi öldürülmüşlerdi? Böyleyse, Firavun işin batınında onları şeriata göre öldürmüşken zahirde iman ettikleri için öldürmüştü. Aca­ba sihirbaz öldürülünce, bu öldürme onun adına sihre karşılık kefaret ve ceza mıdır? Bu durumda ahirette o sihir yönünden üzerinde bir so­rumluluk kalmaz. Ya da Allah Teâlâ o kişiyi herhangi bir şekilde sorguya çekmez mi? Allah Teâlâ’ya yakın insanların birbirlerinden üstün olmasını sağ­layan özellikler bu menzilden öğrenilir. Müminin musibet ve sıkıntılar­la sınanması hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bütün bu hususlarda onun adına hayır vardır’ demesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Niçin Allah Teâlâ ehli dünyada başkalarından daha şiddede bela görmüşlerdir? Onla­rın dışındaki müminler bir yana, kendileri hakkında bu durum neyde sonuçlanır? Nefislerin niçin malı sevmek, bilhassa altını sevmek özelli­ğinde yaratıldığı bu menzilden öğrenilir. Acaba bunun nedeni altının madenlere ait kemal derecesini elde etmiş olması mıdır? Böyle olursa iki kâmil arasında münasebet ve karşılıklı ilişki gerçekleşmiş demektir. Yoksa bunun nedeni altının insanların ihtiyaçlarını karşılama özelliğine sahip olması mıdır? Bu durumda insanlar -onun vasıtasıyla amaçlarına ulaşmaları nedeniylealtına muhtaçtır. Hz. İsa şöyle der: ‘İnsanın kalbi malının bulunduğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki, kalpleriniz gökte bulunsun.’ Öyleyse kim malını saklarsa, hiç kuşkusuz, doğasının arzında kalbini gömmüş demektir. Böyle biri ‘ilahi ruh’ demek olan babasını görmekten asla haz duyamaz. Böyle biri annesinin oğlu olabi­lir. Babası olsa bile, tıpkı annesine nispet edilen Hz. İsa gibi, babasına nispet edilemez. Hz. İsa annesine nispet edilmişti, hâlbuki onu Mer­yem’e veren kendisine yakışıklı bir insan suretinde gözüküp ona bilgi veren Cebrail’di. Bununla birlikte Hz. İsa cisimsel parçaya nispet edil­mişti. Hâlbuki o Ruh-ı emin’in hibelerinden birisi olarak ölüleri diriltirdi.

İlahi gayret bu menzilden öğrenilir. Şerefinin bağlı olduğu özel isimde onu kim sıkıştırır ve onunla didişir? Soru sorduğunda veya bir şey isteyince, bu isteğe ne zaman cevap verilir? Hal ile soru soran kim­seye hal ile mi icabet edilir? Böyle olursa cevap soruya mutabık olur. Nefsi nedeniyle yükselen kimsenin aşağı düşmesi ve kadrinin yükseği­ne tırmananın düşmesi bu menzilden öğrenilir. İnkâr edilse bile, öğüt vermenin faydası bu menzilden öğrenilir. Her durumda öğüdün yine de duyanın içinde bir etkisi vardır ve gözükmese bile kişi onu içinden hisseder. Bir tuzak kurmak isteyip yalan olsa bile hakikate tesadüf ede­nin durumu bu menzilden öğrenilir. Kendisi için yalan olan bu duru­mun, akıbetin aydınlatmasıyla, gerçekte doğru olduğu görülür. Fakat kişinin bu hususta bilgisi yoktur. Vakider bu menzilden öğrenilir. Se­lim düşünceye, akla ve şeriata göre vakider karşısında nasıl davranılır? Güzel ahlakın belirlenmesi bu menzilden öğrenilir. Bilgi bilinmediğin­de bilginin ne olduğunun bilinmeyeceği bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Rahmet Mertebesinde Makamı ve Hali Varlıklara Gizli Kalan Kimseye Ulaşan Sırların Menzilinin Bilinmesi; Bu Bilgi, Muhammedi Mertebeden Öğrenilir

Beşin mertebesi malum Kendini aşan sayıları korur

Allah Teâlâ zikrini rahmetle korur

Onları yerine getirir, yoktur bir dayanağı

Varlıklarımızı koruyandan başka O es-Samed, el-Müteal İlah

Âlemdeki bütün yaratıklar muhtaç O’na Secde ederler O’na kendisine dua ederken

O olmasaydı, dışta var olmazdık biz Yine de O Sübhan doğurmadı

Çoklukla beraber kendi hükmünde Birlik özelliğini yitirmedi çoklukla

Hükmünde çokluk bulunmasaydı Sayının varlığı çıkmazdı birden

Mülkünde biricik ve yegâne Hükmü âleminde bir dayanak

Onu varlığımıza hamlettiğimizde Nefsimizden, O’nun fazıl ve ihsanından

Aziz oldu, başkası idrak etmedi

Yardım hükmüyle kalmak üzere müteal oldu

Münezzehtir O, Kahır ve Melik Her şeyi ve sayı ehlini yok etmiş '


Varlıklarından başka birinin üzerinde yok Onu tanıyan herkesin bir dayanağı var

Ezelden O’nun adına hükmümüz sahih oldu Ebeddeki hükmü de böyle

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ tela kendini Zahir ve Batın diye isimlendirdiği için, bu durum varlık meselesinin bize göre gizlilik ve açıklık arasında bulunmasını ge­rektirmiştir. Allah Teâlâ’nın bize gösterdiği şey açıkken gizlediği kısım batın­dır. Hepsi Allah Teâlâ için açık ve görünendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Ben senden kendisiyle kendini isimlendirdiğin ve­ya başka birisine bildirdiğin bütün isimlerin adına istiyorum.’ Bu kı­sım, Allah Teâlâ’nın bildirdiği kimseler nezdinde açık olan kısım iken bilme­yenler nezdinde gizlidir. Sonra şöyle devam etmiş: ‘Veya gaybının bil­gisinde kendine ayırdıklarınla istiyorum.’ Bu kısım Allah Teâlâ’nın dışındaki herkese gizlidir ve dolayısıyla sadece Allah Teâlâ onları bilebilir, çünkü ‘Allah Teâlâ gizliyi bilir.’ Gizli kendisiyle yaratıkları arasında olan şeydir. ‘En gizli olanı da bilir.’ Bu ise sadece kendisinin bilebilecekleridir. Bu kısma mi­sal olarak Allah Teâlâ katındaki gaybın anahtarlarını verebiliriz. Onları sade­ce Allah Teâlâ bilebilir. Allah Teâlâ gaybı -ki gizli demektirve şehadeti -ki açık demektirbilendir. Mümkünlerden var ettikleri de açık olanlar iken (henüz) yaratmamış oldukları gizli kalandır. Âlem dünyada ve ahirette bu iki nispetten yoksun değildir. Binaenaleyh âlemde âlemin içinden gerçekleşen artış, gizli kısımdan gerçekleşir ve bu artış süreklidir. Öy­leyse âlem sürekli gizliden açığa doğru çıkar. Dua edenlerin isteğinde açık olan kısmı Hakk, ez-Zahir ismiyle duyarken gizli kalanı el-Batın ismiyle duyar. Allah Teâlâ kula istediğini verdiğinde önce el-Batın bu isteğin karşılığını ez-Zahir ismine verirken ez-Zahir de onu isteyene ve dua edene ulaştırır. Öyleyse ez-Zahir, el-Batın isminin hacibi iken açık olan gizlinin hacibi ve perdesidir. Nitekim şuur da bilginin perdesidir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına kendisinin karşısında davran­dıkları gibi davranır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kullarına adeta (onların davranışlarına) bağlı olarak davranır. Her ne kadar iş, başta O’ndan başlamış olsa bile, bize böyle bildirmiş ve bizim katımızda böyle oldu­ğu sabit olmuştur. Çünkü biz Allah Teâlâ’ya ancak O’nun kendisine nispet ettdği şeyleri nispet ederiz, başka bir şeyi yapmamız mümkün değildir.

' 1 Hakkın yaratılmışa tabi olması hikmeti nedeniyle Allah Teâlâ ‘De ki Allah Teâlâ’yı

seviyorsanız, bana uyun, Allah Teâlâ da sizi sevsin86 buyurur. Sahi bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz.’ Bir ayette 'Beni zikredin ki, sizi zikredeyim87 buyurur. Kutsi hadiste ise Allah Teâlâ ‘Beni içinden zikredeni içimden zikrederim, bir toplulukta zikrede­ni daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim’ buyurur.

Kul bir halde olunca Hakk bir benzerinde

Hepsi O’ndan, fakat

Şekli hakkında hüküm bize böyle geldi

Hakkın emrine karşı gelen, bu davranışıyla O’ndan maksadına ay­kırı bir şeyi talep eder. Bu nedenle Hakkın bağışlaması, günahı silmesi ve mağfireti bazı kulları hakkında kulun muhalefetinin karşılığı değil, Allah Teâlâ’nın ona ihsanı ve lütfudur. Dünya hayatında kendisi gibi bir kulu bağışlayan veya kendisine yapılan kötülüğü affeden için Allah Teâlâ’nın böyle bir muhalefeti bağışlaması karşılık olabilir. Bu durumda Hakk bağışla­ma, affetme, günahı silme ve mağfiret niteliğinde tıpkı bir elin bir ele benzerliği gibi kulun misli olarak yerini alır. Sahih bir haberde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ size faizi (riba) yasaklar da kendisi kullarından faiz almaz.’ Allah Teâlâ kullarına bir şeyi yasaklarsa, kendisi on­dan daha uzak durur; kullarına iyi bir huyu emrettiğinde, kendisi o huya sahip olmada daha önceliklidir.

Bilmelisin Ki, bu menzil manevi miras menzilidir ve şeriat menzi­lidir. Aynı zamanda bu menzil Allah Teâlâ’ya nispet edilen tüm nispet ve nite­liklerde hayatın şart olma menzilidir. Bu nispet, Allah Teâlâ’nın el-Hayy diye bir isminin olmasını gerektirmiştir. Binaenaleyh bütün ilahi isimler, o isme dayanır ve onlarm varlık şartı bu isimdir. Buna Allah Teâlâ ismi de da­hildir. ‘Allah Teâlâ’ ismi içlerinde el-Hayy’ın da bulunduğu bütün isimler üzerinde egemen isimdir. el-Hayy ismi bütün isim nispetleri üzerinde egemendir. Bunlara sayesinde Allah Teâlâ’nın ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirildiği ulûhiyet nispeti de dahildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Alimler nebilerin varisleridir. Peygamberler altın veya gümüş miras bırakmamış, sadece bilgiyi miras bırakırlar.’ Öyleyse bilgiden miras alan, bol bir nasip elde etmiş demektir. Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Biz pey­gamberler topluluğu miras bırakmayız ve varisçimiz yoktur. Bizim bı­raktıklarımız sadakadır.’ Yani miras olarak bıraktığımız sadakadır.

Miras ölüden geri kalan mal demektir. Öyleyse (peygamberden) geride kalan miras bilgide ve haldeki miras ile Allah Teâlâ ehlinin keşiflerin­de buldukları ve nazari düşünce sahiplerinin düşüncelerinde elde ettik­leri şeylere varis olunur. Onlar, Allah Teâlâ’nın tüm hareket ve duruşlarını tam ve ayrıntılı bir halde bildiğini bildikleri için, Allah Teâlâ’dan korkan alimlerdir. Allah Teâlâ ayağa kalktığında seni gördüğü kadar secde edenler içerisindeki ve bütün hallerindeki değişmelerini de görendir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önceliğin nebilere ait olduğunu açıklamış oldu, çünkü onlar bu diyardan Allah Teâlâ’ya intikal edinceye kadar miras bırakmazlar. Belli bir nebiye uyan insanın nebi yaşarken elde ettiği her şey, miras değil, o nebinin verdiği nimetten ibarettir. Ölmüş bir nebiden elde edilen ise tevarüs edilen bilgidir. Belirli bir zamandaki her bilgi varisi, önceki nebilerin mirasını almıştır, kendisinden sonra gelene varis de­ğildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önceki ümmederin alimlerinin varisliği tikeldi. Muhammedi ümmetinin nebileri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ne­bilerin sonuncusu ve kendileri de en hayırlı ümmet olduğu için, onla­rın arasından varis olan kimse, hem peygambere hem önceki nebilere varis olabilmiştir. Böyle bir imkân önceki ümmetlerin alimlerinde olamamıştı. Bu nedenle Muhammed ümmeti ‘insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet’ olmuştur. Çünkü bu ümmet varislere sadece bu ümmetin erişebildiği bir özellik eklemiştir.

Herhangi bir nebinin varisinin Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi varisi ol­duğu nebinin nurundan gelen bir feyizdir. Bu bağlamda Allah Teâlâ nebilerine en tam ve yetkin şekilde bakar ve bu nedenle de varisler bil­gilerin en yetkinine sahip olmuştur. Veraset yoluyla meydana gelme­yen herhangi bir bilgi ‘ihtisas’ bilgisi değildir. Misal olarak fetret dö­nemlerinde yaşamış insanların bilgilerini verebiliriz, çünkü onların bil­gileri veraset bilgisi değildi. Onlar alim olsalar bile, herhangi bir nebi­nin takipçileri ve uyanları değillerdi, çünkü onlara nebi gönderilmediği gibi kendileri de nebi değillerdi. Bu nedenle onlara Allah Teâlâ’dan gelen ne­bilerin bakması söz konusu değildir. Bu nedenle fetret ehli bilgide va­rislerin bilgisinin aşağısında kalmış, fakat Allah Teâlâ’nın nebileri olduğunu bilmişlerdir.

Nebileri veya nebiliği gereği üzere kabul etmeyip nebileri sadece nefsinin cevherini doğal arzuların kirlerinden arındırmış, örfte bilinen güzel ahlakı ayrılmaz özellikleri haline getirmiş kimseler sayanlar da vardır. Onlara göre nebi böyle bir Hakk gelince, ulvi âlemdeki suretler kuvve halinde onun nefsine yansır ve o da gaybler hakkında bilgiler söyler. Bize göre ve gerçekte nebilik kesinlikle böyle değildir. Onların söyledikleri durum bazı şahıslarda gerçekleşmiş olabilir. Fakat âlemde­ki suretlerin kuvve halinde bir şahsın nefsinde bulunması mümkün olsa bile, bu durum varlıkta gerçekleşen şeylerle ilgilidir ve bunlar tikel du­rumlarla ilgili değildir. Çünkü feleklerin hareketlerinde, yıldızların yü­züşünde ve göklerde bulunan ve onların eserlerinden meydana gelen bilgiler hakkında yıldızın veya göğün veya feleğin veya meleğin bilgisi yoktur. (Nebi olan) Bu şahıs söz konusu varlıklardan onların kendile­rinden bilmediklerini öğrenir. Herhangi bir nebi veya hakimin ölünce­ye kadarki her nefeste halinin ihata ettiği her şeyi bilgice kuşattığı akta­rılmamıştır. Aksine bazen bilir bazen bilmez. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın her göğe emrini vahyettiğini ve Levh-i mahfuz’a kıyamete kadar kendi­lerinden meydana gelecek şeylerle ilgili yaratıkları hakkındaki bilgisini tevdi ettiğini biliriz.

Bununla birlikte Levha’ya ‘sende ne var?’ veya ‘Kalem’in Allah Teâlâ’nın bilgisinden kaynaklanan şendeki payı nedir?’ denilse, bunu bilemezdi. Çünkü Allah Teâlâ bütün bunları onun bakışına/nazar kendisinin aşağısında bulunalar için yerleştirmiştir ve bu bakıştan meydana gelebilecek eser­leri sadece Allah Teâlâ bilebilir. Çünkü eser nazardan değil, kabiliyetin isti­dadından meydana gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Bizim emrimiz göz açıp ka­patmak gibi bir iştir88 buyurur. Tek bir gözün açıp kapanmada ne kadar şeyi gördüğüne bakınız! İş tek olsa bile kabiliyetlerin istidattaki farklı­lığı nedeniyle varlık itibarıyla farklıdır. Binaenaleyh işleri tafsili üzere sadece Allah Teâlâ bilebilir. ‘Onlar dilediğinin dışında O’nun bilgisini ihata edemezler.’ Şeriatça belirlenmemiş bir yolla ve şeriata, gerektiği üzere iman etmeksizin, kalbini arındıran, halvete çekilen, nefsini terbiye eden birinin bu hazırlık vesilesiyle elde ettiği bilgi miras bilgisi olmadığı gi­bi Hakkın böyle bir insana (onun nebi olmasını gerektirecek şekilde) nebevi bir bakışı/nazarı yoktur. Onun bilgisinin nihayeti, aralarındaki münasebet ölçüşünce, melekî ruhlardan aldığı bilgilerden ibarettir. Allah Teâlâ’dan aldığı bilgi ise nazarî gücünün verdiği kadardır. Çünkü böyle birinin Allah Teâlâ’dan gelen keşfi kesinlikle yoktur. Böyle bir keşif, nebilerin ve onlara uyanların özelliklerindendir, yoksa onları kabul edip de içle­rinden belli birisine tabi olmayan ‘tarif ehli’ veya fetret zamanında bir nebinin sözüne uyarak amel etmeyenlerin özelliği değildir. Maksatlı olmadan fetret devrinde bir insanın ameli nebinin ameline uyup ilham alırsa, böyle bir ilham nebinin sözü nedeniyle amel yapan insana gelen ilhamdan aşağıdadır. İki bilgi arasında büyük bir fark ve zevk ile mü­şahede edilen öğrenilen bir ayrım vardır. Allah Teâlâ bizi ve sizi varislerden etsin!

Nebiliğe inancını izhar edip nebinin getirdiği zahiri hükümleri sıradan insanların inandığı haliylesübjektif, indî anlamlarda yorumla­yan insan, bilgiden hiçbir şey elde edemez. Nebinin getirdiği vahyin zahirde ve genel nezdindeki durumuyla bütünüyle gerçek olduğuna inandığı halde söz konusu zahiri anlamların sabit olmasıyla birlikte yi­ne de başka bir yorumları daha olduğuna inanan ise kendi düşüncesin­de duyuyla anlamı bir araya getirmiş demektir. Öyle bir insan gerçeği olduğu üzere müşahede eden bir varis-alimdir. Böyle bir imkân çalış­mayla gerçekleşebilir. Burada çalışmanın anlamı bu inanca sahip olma­yan birinin sonradan benden veya başkasından duyup da şöyle demesi değildir: Ben de ona inanıyorum ve kendimi ona bağlıyorum. Söyledi­ği doğru ise bana ne! Söylediği yanlışsa, bana bir zarar vermez.’ Böyle bir söz kendisine fayda vermez ve ona bir kapı açmaz. Çünkü o pey­gamberi kesin bir şekilde tasdik etmiş değildir. Aksine o tecrübe sahi­bidir! İman nerede, kuşku ve tecrübe nerede! Böyle bir insanın basireti kör ve bakışı/nazarı eksiktir. Çünkü delilleri sahih bir şekilde inceleye­bilmiş olsaydı, onların delalet yönlerini de öğrenmiş olur, böylelikle aradığı şey ortaya çıkar ve kendinde bulunduğu halde hakikat ona gö­rünürdü. Nitekim teorik araştırmaya hakkını veren başkaları adına bu durum gerçekleşmiştir. Çünkü teorik düşünce sahibi düşünmeye ve araştırmaya hakkını verince, gölgenin şahsın ayrılmaz bir parçası olma­sı gibi, iman onun ayrılmaz özelliği olur. Çünkü o ikisi bir çifttir. Araştırmaya hakkını veren insan, delilin kendisiyle nebi ve Allah Teâlâ katın­da da ‘Şâri’ denilen bu şahsın mertebesini öğrenir. Peygambere hal ola­rak uymadığı halde kendisini zevk yoluyla müşahede etmek mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülemez.

Kuşkusuz Allah Teâlâ’ya, peygamberine, onun getirdiklerine genel ve ay­rıntılı olarak iman ettik. Bunlar, tafsili olarak, bize ulaşan şeyler olabi­leceği gibi bize ulaşmamış veya bizim nezdimizde sabit olmamış hu­suslar olabilir. Biz peygamberin getirdiği her şeye gerçekte iman eden­leriz. Bu imanı anne ve babamı taklit ederek aldım. Bu hususta aklın hükmünün zorunluluk mu veya imkânsızlık mı veya imkân mı oldu­ğunu araştırmak aklıma bile gelmedi ve bu inancıma göre amel ettim. Bu amelin sonucunda ise nereden ve neye iman ettiğimi anladım ve Allah Teâlâ baş ve kalp gözümden ve hayalimden perdeyi kaldırdı. Baş gö­züyle sadece onunla görülenleri, hayal gözüyle sadece hayalle görülen­leri, basiret, yani kalp gözüyle sadece o güçle görülenleri gördüm. Böylelikle iman meselesi tarafımdan müşahede edilir Hakk gelirken tak­litle verilen mevhum ve muhayyel hüküm mevcut Hakk geldi ve tabi ol­duğum kimsenin değerini anladım. O, bana gönderilmiş peygamber, yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’di. Adem’den Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar bütün nebileri müşahede ettim.

Allah Teâlâ bana ona iman edenlerin hepsini gösterdi. Öyle ki, kıyamete kadar onların seçkin ve sıradan olanlarından görmediğim kimse kal­madı. Bütün cemaatin mertebelerini gördüm ve onların değerlerini öğ­rendim. Ulvi âlemde bulunan şeylerden genel olarak iman ettiğim tüm hususları gördüm, hepsini müşahede ettim. Gördüğüm ve müşahede ettiğim şeylerin bilgisi beni imanımdan döndürmedi. Şimdi de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem söylediği için biliyor ve amel ediyorum; kendi bilgim, görmem ve müşahedem nedeniyle amel etmiyorum. Böylece iman ve müşahede arasındayım. Böyle bir durum, (peygambere) uymak husu­sunda son derece çetin bir durumdur. Büyüklerin ayaklarının kaydığı yer burası, yani iman edilen şeylere dair müşahedenin gerçekleştiği bu yerdir. Böyle bir insan iman ederek değil, görerek amel eder ve ikisini bir araya getirmeyi başaramaz. Bu durumda kemaldeki kadrinin ve mertebesinin bilgisini yitirir. Böyle bir insan keşif sahiplerinden olsa bile, Allah Teâlâ ona kendi kadrini göstermemiş, böylece nefsini bilmemiş, müşahede üzere amel etmiştir. Kâmil insan ise müşahede zevkine sahip olsa bile iman ederek amel edip imandan ayrılmayan kimsedir. Müşa­hede ona etki etme;z.

Bu makamı hal yoluyla tadanı görmedim. Âlemde bu makamın adamları olduğunu bilsem bile, Allah Teâlâ bana onları göstermemiş şahısla­rını, isimlerini öğrenmemiştim. Belki onlardan birisini görmüş olabili­rim, fakat adıyla kendini bir araya getirmemişimdir. Bunun nedeni şu­dur: Ben kendimi bana bir varlığı veya bir hadiseyi bildirsin diye Hak­kın mertebesine bağlamadım. Sadece razı olduğu işlerde kullanıp ken­dinden uzaklaştıracak işlerde kullanmasın diye kendimi Hakkın katına kendimi bağladım. Diledim ki, Allah Teâlâ bana herhangi bir tabinin daha üstüne sahip olmadığı bir makamı tahsis etsin. Allah Teâlâ beni makamımda bütün âlemle ortak kılsa bile, bundan da müteessir olmam. Çünkü ben sırf kulum! Allah Teâlâ’nın kullarının üzerine çıkmayı arzulamam. Allah Teâlâ gön­lüme tüm âlemin en yüce mertebede bir makamda bulunmasından memnuniyet duygusu yerleştirmiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ bana -akla bile gelmeyenişin sonunu (hatimeti emr, velilik işinin sonu) bana tah­sis etti. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükrettim. Allah Teâlâ bana şükre hakkını verme imkânı bahşetmiş olsa bile yine de şükrünü yerine getirmekten acizim.

Halimden zikrettiklerimi iftihar etmek üzere zikretmedim. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bunları iki nedeniyle zikrettim: Birincisi Allah Teâlâ’nın ‘Rab­binin nimetini zikret89 ayetidir. Hangi nimet daha büyük olabilir ki? Diğer neden ise (yüksek) himmet sahibi bir insanın bunu duymasını sağlamaktır. Böylelikle nefsini benim nefsimi kullandığım yerde kul­lanmasını sağlayacak bir himmet onda oluşur. Bunun neticesinde ise benimle beraber ve benim derecemde bulunur. Daralma ve sıkışıklık sadece duyulur ve mahsus âlemde bulunur. Bununla birlikte bilhassa ulûhiyet mertebesinde de darlık vardır ve bu nedenle kıskançlık sadece bu iki makamda ortaya çıkar. Mahsus âlemdeki darlığın nedeni onun sınırlı olmasıdır. Çünkü senin yanında bir şey bulunurken aynı şeyin başkasının yanında bulunması mümkün değildir. Ulûhiyet mertebesine gelirsek, bu mertebede ortaklık iddiasında bulunan, yalancıyken o mer­tebenin sahibi doğru sözlüdür. Bu durumda kıskançlığın konusu, ilahlığın bulunmadığı kimsenin yalan yere ilahlık iddiasında bulunmasıdır. Öyleyse burada kıskançlık makam hakkındadır. Bu mertebe sadece bir kişinin olabilir, başkasının o mertebede payı yoktur. Kıskançlık anla­mındaki gayret, ‘başka’ anlamındaki gayr kelimesinden türetilmiştir. Böylelikle sana en doğru yolu açıklamış olduk.

Bilmelisin ki, bilginin meydana getirdiği en hoş netice, âlemin ila­hi isimlerden varis olduğu bilgidir. ‘Miras ölümle meydana geliyorsa, ilahi isimlere nasıl varis olunabilir’ diye sorarsan şöyle deriz:

Bilmelisin ki, ben bu tür bilgiyle şunu kastetmekteyim: Allah Teâlâ senden ve senin vasıtanla meydana gelebilecek şeyleri kendiliğinden yaratmaya kadirdir. Nitekim daha önce açıkladığımız gibi sen O’nun aracısın. Bir fiil senden meydana gelmişse, O’nun sebebiyle meydana gelen şeyin de sen olmaksızın gerçekleşmesi gerekir. Senden meydana gelen şeyin ise iki varlığının olması mümkün değildir. Çünkü var olan, iki varlığı kabul etmez, aksine o bir varlıktır. Böylece (gerçekte) O’na ait olsa bile senden çıkan varlık miktarı, sahibinden geri kalan ‘miras bırakılan mal’ gibidir. Çünkü ölümle birlikte malın artık ona ait olması mümkün değildir. Nitekim var olanın da var olduğu kimseden başka birisinden meydana gelmesi mümkün değildir.

Bu sırrı iyi incelemesin! Bu sır akim hükümlerinde değil, zevk sa­hiplerindeki garip bir meseledir.

Bilmelisin ki, el-Hayy ismini ilahi isimlerden herhangi birisinin geçmesi mümkün değildir. Bu nedenle öncelik el-Hayy isminindir ve yine bu nedenle bu isim gerçekte el-Evvel (İlk) diye nitelenen isimdir. Âlemde hayat sahibi her şey -ki gerçekte âlemdeki her şey hayat sahi­bidirbu aslın feridir. Fer bir takım özellikleriyle asla benzemez. Misal olarak fer ve dalın yüklendiği meyveler, farklı türleriyle havanın onu hareket ettirmesi, yapraklandığında veya yaprakları döküldüğündeki durumları verebiliriz. Kökler ve asıl öyle değildir. Kökler daldan ve dalla ortaya çıkan bütün unsurlarda dala yardım eder. Çünkü dal/fer, aslın ve kökün yardımı olmaksızın dal olarak kalamaz ve hükümlerini koruyamaz. İşte el-Hayy isminin diğer isimlerle ilişkisi de böyledir. Öyleyse meseleyi iyice incelersen bütün isimler O’na aittir. Böylelikle bu ismin sırrı bütün âleme yayılır ve âlem kendisine nispet edilen Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih etmek gibi kendisine nispet edilen fiilleriyle as­lın ve kökün suretinde ortaya çıkar. Tespih ve tenzih soyutlanma de­mektir. Aynı şekilde kök de dalların elbiselerinden ve onların yaprak, meyve gibi süslerinden soyudanmıştır. Bütün bunlar ondandır, o ise kendi zatında bunların kendisinde bulunmasından münezzehtir. Kök, kendisinde bulunmayıp kendi niteliği olamayacak şeyleri meydana ge­tirmiştir.

Bu bilgi mühim bir bilgidir ve ancak keşif sahibi adına meydana gelebilir. Böyle bir bilgi keşif sahibinde meydana geldiğinde, artık âlemi ‘canlı olan’ ve ‘canlı olmayan’ diye ikiye bölmez. Her şey onun gözünde canlıdır. Bize göre hayat -keşif ve müşahede sahiplerine görebütün varlıklara nitelendikleri hakikate göre izafe edilir. Hayatı sadece donukların ve büyüyenlerin dışındakilerde görenlere göre böyle değil­dir. Bizim sözümüz keşif ehlinedir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine hakikati bulunduğu hal üzere gösterdiği kimselerdir. Bunu bilmelisin!

Bilmelisin ki el-Hayy ismi Hakkın zati bir ismidir ve bu nedenle O’ndan ancak hayat sahibi olan meydana gelebilir. Öyleyse bütün âlem canlı ve hayat sahibidir. Alemde canlı olmayan bir şey veya hayattan yoksun kalan bir şey var olmak için ilahi bir dayanağa sahip değildir. Hâlbuki zaman içinde yaratılmış her varlığın ilahi bir dayanağı olmalı­dır. Sana göre ‘cemad (cansız, gerçekte ise donuk)’, gerçekte canlıdır. Ölüm canlı bir yöneticinin canlı bir yönetilenden ayrılmasıdır. Başka bir ifadeyle yöneten/ruh de yönetilen/beden de canlıdır. Ayrılma var olmayıp yok olan bir nispetten ibarettir. Bunun anlamı ruhu yönetim­den azletmektir.

Canlı olmanın şartı hissetmek değildir. Hissetmek ve duyular, bir şeyin canlı olmasına ilave durumlardır. Canlı olmanın şartı bilmektir, bununla birlikte bazen hissederken bazen hissetmez. Hissederse, his­setmenin şartı elem ve hazların varlığı değildir, çünkü bilgi buna gerek bırakmaz. Bununla birlikte bilen, âdetin işleyişine göre, algılayarak ve idrak ederek hissedebilir. Sen ve bütün akıl sahipleri bilir ki, Allah Teâlâ her şeyi bilmektedir. Bununla birlikte Allah Teâlâ hissetmekten ve duyu­lardan münezzehtir. Öyleyse bilginin elde edilmesinin pek çok yolu vardır. Duyu duyuluru bilmeye ulaştıran bir yöntem olsa bile bazen duyu olmadan da o şeyin bilgisine ulaşılabilir ve her iki durumda da bilinir. Fakat bir şey duyu yolundan başka bir yolla kendisini hissedil­mez, fakat müşahede edilmiş ve bilinmiştir. Nitekim biz Rabbimizi şa­nına yaraştığı şekilde gözlerimizle göreceğimizden kuşku duymayız. Bu durumda Allah Teâlâ bize görünendir. Hâlbuki Allah Teâlâ mahsus bir şeydir demeyiz, çünkü duyu sınırlar ve daraltır. Allah Teâlâ’yı görmemiz niteliksiz bir görmedir. Bu konuda söylediklerimiz, gözle görmeyi kabul edenle­re yöneliktir. Biz görmenin niteliği, sınırlama ve takyidin (bulunup bu­lunmadığı hakkında) konuşmuyoruz. Biz Hakkı münezzeh bildiğimiz gibi O’nu münezzeh görürüz. Elinizdeki kitabın başka bölümlerinde Allah Teâlâ hakkmdaki bütün aklî inançların ve sözlerin doğruluk yönlerini dile getirmiştik.

Bu konuda Allah Teâlâ’dan inen ifadelere gelirsek, onlara iman etmek vaciptir. Gelenlerin (bir kısmı) akılla çelişir. Mesela ‘O’nun benzeri bir şey yoktur90 ayetinde gelen vahiy akla uygudur. Bununla birlikte vahiy­le gelen bazı bilgiler teorik gücü yönünden akılla çelişir. Bu vahiy akla kendi başına elde edemeyeceği ilave bir bilgi kazandırır. Fakat o bilgi rivayetten geliyorsa, imanla ve müşahededen kaynaklanmışsa zevk ile kabul edebilir. Biz Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği bütün hususlar içinden aldın nazari düşünme gücüyle tek başına öğrenemeyeceği meseleleri O’na bırakırız. Çünkü biz O’nun zatını kuşatıcı şekilde bilemeyiz, hatta kendiliğimizden O’nu bilemeyiz. Âlemdeki varlıklar birbiriyle ittisal ve infısal, yani bitişme ve ayrışma içinde oldukları için, Allah Teâlâ varlıkların bu durumunu keşfi olmayanlar için şu hususta bir alamet yapmıştır: Âlemin Allah Teâlâ ile arasında bir yandan zati bir ittisal bir yandan ayrımı ve infisal vardır. Allah Teâlâ ise zatının hakikati, ilahlığı, failliği yönünden bir yönden bitişik ve ayrıktır. Bu yön O’nun aynıdır, çünkü O çoğal­maz. Bununla birlikte O’nun hüküm ve isimleri ve isimlerinin anlamla­rı çoğalır. Hakkın âleme ittisali bizi iki eliyle yaratmasından ibarettir: ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alı koyan nedir?91 ‘Onlar için el­lerimizin yaptığı nimetler yarattık, onlara sahiptirler.’92 Allah Teâlâ’nın âlemden ayrılığı ve infisali ise ilahhğın kulluktan ayrılmasıdır. ‘O’ndan başka ilah yoktur.’93 Allah Teâlâ ayrılmasıyla ‘Aziz’, bitişme ve ittisali ile de ‘Hakim’dir.’

Yaratma Hakkın âlemden ayrılığıyla değil, âleme ittisali ve bitiş­mesi nedeniyle gerçekleşebilir. Âlem de Allah Teâlâ’nın onu yükümlü tuttuğu ibadetleri meydana getirir ve oluşturur ve bu nedenle de ameller kula izafe edilir. Allah Teâlâ bu konuda kendisinden yardım istemesini kula em­retmiştir Kul da bazı amellerde Hakkın aracıdır. Araçlar bir araçla ya­pılabilecek işlerde sanatkârın yardımcılarıdır. Âlem tanımı ve hakikati itibarıyla Haktan ayrıdır ve bu nedenle aynı yönden hem ayrık hem bi­tişiktir, çünkü onda da çokluk meydana gelmez. Hükümleri çoğalsa bi­le, bu hükümler, bilinen-var olmayan nispet ve izafederdir. Böylelikle âlem de Hakkın suretinde ortaya çıkar. Öyleyse bir’den bir çıkmıştır ki, o da mümkünün kendisidir. Çokluk, yani mümkünün hükümleri, çok­luktan meydana gelebilir. Bunlar Hakka nispet edilen ve ‘isimler ve sıfadar’ denilen hükümlerdir. Öyleyse âleme hakikati ve kendisini yö­nünden bakan, onun mutlak birliğini dile getirirken hüküm ve nispet­leri yönünden bakan, bir hakikatteki çokluğu söyler. Aynı durum Hakka bakarken geçerlidir. Alem, öyleyse, bir-çoktur. Nitekim Hakk için de şöyle denilir: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur. O duyan ve gören­dir.’94 Ayet aynı ayet iken tenzih ile teşbihin ilişkisine bakın! Bu ayet Allah Teâlâ’nın zatında bulunduğu durumu bize bildirir. Böylelikle Allah Teâlâ ‘yoktur (leyse)’ edatıyla ayırırken ‘O’ zamiriyle olumlar. Allah Teâlâ’nın âleme ve âlemin Hakka nidası ise infisal/ayrılık yönünden gerçekleşir. Hakk şöyle nida eder: ‘Ey insanlar.’ Biz ise ‘Ey ‘Rabbimiz!’ diye nida ederiz ve Allah Teâlâ kendisini bizden ayırdığı gibi biz de kendimizi O’ndan ayırı­rız. Böylelikle ayrıştık.

Bu makam nerede, bizi sevip de bizim duymamız, görmemiz ve bütün güçlerimiz haline geldiğindeki ittisalimiz nerede! Allah Teâlâ bunu bi­ze sevenin sevilene ittisalini ve vuslatını bildirdiğinde, bildirmiştir. Böylelikle Hakk kendisine ‘sevme’ fiilini nispet etmiştir. Bu durumda sevilenler biziz. Sevenin hükümleri ve mertebesiyle sevilenin hükümle­ri ve mertebesi arasındaki fark bellidir. Biz Hakk ile yükselirken Hakk bi­ze nüzul ve tenezzül eder. Varlık eşit olana kadar böyle devam eder. Varlığın eşitlenmesi ise mümkün değildir. Öyleyse varlıkta yükselme ve inmenin bulunması kaçınılmazdır. Sadece O ve biz varız! Bu neden­le birinin hükmü inme olunca, ötekinin hükmü yükselme ve yücelik olmuştur. Seven herkes aşağıdayken sevilen yüksektir. Her birimiz se­ven veya sevileniz. Çünkü ‘her birimizin belli bir makamı vardır.’ Her birimiz aşağı-yukarıdır. Bunlar bir şeydeki farklı hükümlerdir.

Ey müminler, sakının

Rabbimiz! Neyden sakınalım

0 nida etti, ben nida ettim, soru sormak üzere

Kimin gittiğini ve kimin kaldığını bilmedim

Hükmümü hükmüne böldüm Ya mutlu veya bedbahttır

Hükmünde razı olur veya gazap eder Bedbaht olur veya sakınırsak mutlu

Ayağındaki kilitler nerede Ayaktaki nalinler nerede

Şunda veya bunda zuhur eder Karşılaşan kullar karşılaşsın diye

Söylediğim var olunca Kul sakındığı şeyi bilir

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, bu menzilde bulunan ilim­lerden birisi, perdelenene bitişen perdelerin öğrenilmesidir. Aşırı ya­kınlık -tıpkı aşırı uzaklık gibibir perdedir. Kendisini zikrettiğinde ku­lun Rabbiyle karşılıklı oturması, bu menzilden öğrenilir. Zikredenlerin kendisini zikrederken Hakk ile oturduğunu bilenler ve bu durumu bil­meyenler diye ikiye ayrılması, bu menzilden öğrenilir. Onun rabbiyle oturduğunu bilmeyişinin nedeni gerçekte Rabbini bilmemesidir ve bu nedenle O’nu temyiz edemez. Bazen de kendinde bulunan sağırlık veya gözündeki perde nedeniyle Rabbinin onu zikrettiğini bilmez. Çünkü gerçek zikreden Rabbinin onu ne zaman zikredeceğini bilir. Bununla birlikte Rabbiyle oturduğunu müşahede yoluyla bilmeyebilir. Başkaları ise bunu bilir ve kiminle oturduğunu müşahede eder. Böyle bir du­rumda Hakk kendisini zikreden kuluyla oturduğu gibi kul da Hakk ile oturur. Hakk ile her iki halde de ancak kul oturabilir. Kul, rabbiyle otursa bile, kulluğu süreklidir. Çünkü kulluk ezelidir. Hakka yakınlığın nihayeti, Hakkın kulun duyması, görmesi haline gelmesidir. Bu ifade­de Hakk, kulun hakikatini ve varlığını olumlamış ve ispadamıştır. Onun hakikati ise kulluğundan ibarettir.

Hakk ile yalnızken ve cemaat halinde oturmak arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Her iki durumda da aynı mıdır, yoksa meclisler değişir mi? Hakk ile oturanın Hakk karşısında neyi söyleyeceği ve bunun hangi şekilde olacağı bu menzilden öğrenilir. Çünkü müşahede susma­ya aittir. Bütün müşahedeler susmaya mı aittir, yoksa susma bazı mü­şahedelerde mi gerçekleşir? Tecelli edenin Allah Teâlâ olduğunu bilmek zo­runludur. Her kim olursa olsun Allah Teâlâ’ya dua edenin bedbaht olmayaca­ğı bu menzilden öğrenilir. Burada kimseyi istisna etmiyorum. Dua eden bedbaht olursa (gayesine ulaşamazsa), geçici bir nedenle olabilir. Öyleyse yönelme ebedi mutluluğa doğrudur!

Allah Teâlâ nedeniyle Allah Teâlâ’dan başkasından korkanın Allah Teâlâ katındaki hükmünün ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu, çetin bir makamdır. Öyle bir insan Allah Teâlâ nedeniyle korkmaktadır ve böyle bir hal sahibi Allah Teâlâ’dan başkasını görmez, nasıl olur da Allah Teâlâ’dan korkabilir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan korkmayın, benden korkun, mümin iseniz.’95

Başkası nedeniyle Allah Teâlâ’dan eman talep edenin durumu bu men­zilden öğrenilir. Böyle birisi bilgi sahibi doğru yapan birisi midir, yok­sa bilgisiz ve hatalı mıdır? Haktan kendisi nedeniyle mi korkulur, yok­sa kendisinden meydana gelecek şey nedeniyle mi korkulur? Korku Allah Teâlâ’dan meydana gelen bir şeyle ilgiliyse, bu durumda korku O’ndan meydana gelen bir şeyle ilgilidir. Bu ise şenle var olan bir şeydir. Adet­lerin müşahede sahibi büyüklerdeki etkileri, bu menzilden öğrenilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu bilmelerine rağmen neden kaynaklanır? Öyleyse onlar neyi müşahede etmektedir? Acaba onlar ‘Dilediğini yapandır96 ayetini mi müşahede etmektedirler. Onlar, Hak­kın kendileriyle ilgili iradesini ise bilmiyorlardır. Bu durumda ilahi ira­deyi veren bu makamdaki halleri vasıtasıyla aderier onlarda etki etmek­tedir.

Bütün işler Allah Teâlâ’ya nispede eşit midir, değil midir? Eşit olmazlar­sa, onları eşit olmaktan çıkartan neden nedir? Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘0 yaratmayı yeniden başlatır, sonra onu yeniler, bu ona daha kolay­dır:97 Başka bir ayette ise ‘Göklerde ve yerde en güzel misal O’na aittir.’98 Bu misal ‘Göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür99 ayetinde verilen misaldir. Kastedilen başlangıçtaki yaratma­dır. Yeniden yaratma ise baştakinden daha kolayken başlangıçları gök­lerin ve yerin yaratılmasından daha kolaydır. Öyleyse göklerin ve yerin yaratılması değer bakımından insanların yaratılmasından daha yücedir, çünkü insanlar üzerinde gök ve yerin babalık-annelik hakkı vardır. Başka bir ifadeyle insanlar o ikisinin edilgenidir (münfail). Cisimlik burada dikkate alınacak bir şey değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat insanların büyük kısmı bilmez.’100 Herkes duyusal olarak göklerin ve yerin yaratılışının cisimlik yönüyle insanların yaratılışından daha büyük olduğunu bilir. Burada sadece o ikisinden doğal cismin edilgen­liği söz konusudur ki, başka bir şey de yoktur.

Her varlığın başlangıçtaki yaratılışı bu menzilden öğrenilir. Baş­langıçtaki yaratmanın önceki bir misali yoktur. Teklerin ilki olan ilk tek sayı bu menzilden öğrenilir. ‘Kelam’ denilenin mahiyeti bu men­zilden öğrenilir. Bu, üzerinde akılcıların tartışmalarının uzadığı bir meseledir. Allah Teâlâ Zekeriya’ya Yahya’nın var oluşuna alamet ol­mak üzere ‘İnsanlarla üç gün konuşmayacaksın101 der. Burada istisna edatı kullanılmıştır ve istisna edilen şey söz, kelamdır. Etki ise işaret ve remizden meydana geldiği gibi aynı zamanda konuşmada kelamın nazmından meydana gelmiştir.

Allah Teâlâ’ya naiplik ile Hakkın kuluna naipliği bu menzilden öğrenilir. Bunların hangisi daha tamdır? Çünkü Allah Teâlâ bize kendisini vekil edin­memizi emretti ve bir kısmımızı yeryüzünde halifeler yaptı, bize O’nun kelamını söylediğimizi bildirmiştir. Biz sözlerimizi söylerken bizden sözü söyleyen O’dur. Bütün âlemi kuşatan münasebet ve onun bir cins olduğu bu menzilden öğrenilir. Böylelikle onun altında bulunan tür ve şahıslar arasında derecelenme meydana gelir. İmam Ebu’l-Kasım b. Kasi -ki Halü’n-Naleyn’in yazarıdırbunu imkânsız saymış, bizim kabul ettiğimizin aksine bir görüşü ileri sürmüştür. O kendi benimsediği gö­rüşte haklıyken bizim dikkate aldığımız yönden hatalıdır. Çünkü sade­ce doğru, daha doğru, kâmil ve daha kâmil olan vardır. İlahi isimler arasındaki ihata ilişkisi nedeniyle derecelenme bütün âleme yayılmıştır. Bir ismin ötekinden fazla olmasını sağlayan şey nedir? Bu isimlere mi­sal olarak el-Alim, el-Kadir, el-Kahir isimlerini verebiliriz.

Alemdeki tesirler bu menzilden öğrenilir. Nefsi adına bir değer gören insanın hükmü bu menzilden öğrenilir. Böyle biri kâmil iken kendisini gösteren delili getirdiğinde, bu delili getirmesi başkasına şef­katten mi kaynaklanır, yoksa kendini yüceltme amacı mı taşır? Böyle bir şey rızaya etki eder mi, etmez mi? Kim daha üstündür: Delil geti­ren ve ondan uzaklaşan mı? Yoksa delil getirmeyen mi? Delil getirmek yerine kişi insanlarla bulundukları hal üzere beraber olur. İnsan için böyle bir hükmün olması ne zaman mümkündür, ne zaman onun için böyle bir hükmün olması uygun değildir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biliyoruz ki senin gönlün söyledikleri nedeniyle daraltmaktadır.'’102 Hâlbu­ki Allah Teâlâ ‘Rabbinin hükmünden razı ol’ dememiştir. Hakim nezdinde şahidiği kabul edilsin diye insanın adalet için koşuşturması bu menzil­den öğrenilir. Böyle bir koşuşturma kendisi için değil, başkası adına koşuşturmak kapsamına girer. Geçici bir takım durumlar nedeniyle adil olmazsa, hakim onun şahidiğini kabul etmez. Genellikle de batıl hakikati örter ve bu nedenle çalışma, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Ben kıyamette insanların efendisiyim’ demesi gibi (başkası için çalışmaktır). Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözüyle övünmeyi amaçlamamıştır, sadece ümme­tini yorgunluktan rahata kavuşturmak üzere bildirmek istemiştir. Ümmeti, o gün yürümekle yorulmasınlar. Nitekim kıyamette ümmet­ler şefaat istemek üzere peygamber peygamber dolanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ümmetini kendilerine verdiği bilgiyle kendisiyle sınırlamış, sonunda işin onda biteceğini bildirmiştir.

İşin görülmesi sonunu bilmek

Her işin sonu döner başa

Muhammed ümmeti bu kadar bir bilgi ve diğer bilgileriyle orada diğer ümmetlerden ayrışır. Bütün yaratıklar için işlerin açıklanması bu menzilden öğrenilir. Karıştırmanın ortadan kalkması, insanların ve başkalarının Hakka dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu dönme onla­ra fayda verir mi, vermez mi? Sadece Allah Teâlâ’nın vasfı olabilecek şeyler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ adına zorunlu olan niteliklerle O’nun hak­kında imkânsız olacak nitelikler bu menzilden öğrenilir. Kendisine nispet edildiği kimsenin teşrifiyle şerefi artanın durumu bu menzilden öğrenilir. Mehdi ile Hadi (hidayet eden) arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Genel ve özel nebilik ile hangisinin kalkıp hangisinin devam ettiği bu menzilden öğrenilir. Nebi olmayan velinin velayette nebi adı­na ‘zevk’ yoluyla gerçekleşen bir makamı olabilir mi, olamaz mı? Bu menzilden öğrenilir.

Zahirî ve batınî nimeder bu menzilden öğrenilir. Bütün bu nimet­lerle hangi insanın nimedeneceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katında yakınların alamederi ve neyle tanınacakları bu menzilden öğrenilir. Ge­ride olan öndekine katılır mı? Hangisinin mertebesi daha üstündür? Bütün hususlarda ahiret hallerinin dünya hallerinin terazisiyle bir ol­duğunu düşünenin bu görüşü bu menzilden öğrenilir. Amel cennetle­rinin sahibinde bulunması gereken hal, bu menzilden öğrenilir. Miras cenneti hangi hal üzere bulunmalıdır, ihtisas cennetinin sahibi hangi hal üzere bulunmalıdır? Emir âlemine (melekler) emrin, insan âlemine hem emrin hem yasaklamanın tahsis edilmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden kendisine ortak koşulmasını yasakladığı ve kendisine ortak olmadığı isimler, bu menzilden öğrenilir. Ancak ha­vale yoluyla öğrenilebilecek hususlar bu menzilden öğrenilir. Ceza ve mahalli bu menzilden öğrenilir. Cennete giden yolun niteliği ve kimin o yolda gideceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dünya hayatındaki ömründe kendisine rahatlık verdiği kimseye ahirette de rahatlık verip vermeyeceği bu menzilden öğrenilir. Aynı şey ceza için geçerlidir.

Kıyamet günü hüküm vermek ve ayrıştırmak üzere insanlar çağ­rıldığında, yaratıkların hallerindeki farklılık bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katındaki en korkunç ve kendisini sadece insanın yerine getirebile­ceği şeyin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Onu böyle bir şey yap­maya cüret ettiren şey nedir? Hâlbuki Allah Teâlâ kendisini zayıf ve her şeye muhtaç olarak yaratmıştır.

Dostun dosta düşman veya düşmanın dost haline gelmesinin ne­deni bu menzilden öğrenilir. Zaruri, nazari ve bedihi bilgi bu menzil­den öğrenilir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Ahir Zamanda Zuhur Edecek Mehdi'nin Vezirlerinin Menzili; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mehdi'nin Geleceğini Müjde­lemiştir ve Mehdi Ehl-i Beyt'tendir

İmam vezire muhtaç

Varlık feleği onun üzerinde döner

Mülkün halleri doğrulmazsa Bu ikisinin varlığıyla yok olacaktır

Hakk İlah başka! O münezzeh                      

Onun irade ettiği işte veziri yok

' Hakk İlah melekûtunda müteal Halk göremez O’nu, muhtaçtır o

Allah Teâlâ bize yardım etsin bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın zuhur edecek bir ha­lifesi vardır ki yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolmuşken o yeryüzünü adalede dolduracaktır. Dünyanın bir gün ömrü bile kalmış olsaydı, Allah Teâlâ o günü uzatır ve bu gün halifenin gelmesi için yeterli olurdu. Mehdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in soyundan ve Hz. Fatma’nın oğullarındandır. İsmi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ismine uygun, dedesi Hasan b. Ali b. Ebu Talib’tir. Rükün ve İbrahim makamına biat eder. Yaratılışı itibarıyla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e benzerken ahlakı bakımından ondan aşağıdadır. Çünkü hiç kimse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlakı gibi bir ahlaka sahip olamaz. Onun hakkında Allah Teâlâ ‘Kuşkusuz sen büyük bir ahlaka sahipsin103 buyurur. O açık alna sahip, kemerli burunlu birsidir. Kufe ehli onunla Mutlu olur. Malı eşit dağıtır, halka adil davranırken hükümler verir. Bir adam kendisine gelir ve şöyle der: ‘Ey Mehdi! Bana ver.’ Mehdi ona önündeki maldan taşıyabileceği kadar verir. Mehdi dindeki fetret döneminde ortaya çıkar. Allah Teâlâ, Kuran vasıtasıyla sapmamış kimseyi onunla saptırır. Cahil, korkak ve cimriye temas eder, temas ettiği kişi insanların en bilgilisi, cömerdi ve cesuru haline gelir ve Allah Teâlâ onu bir gecede ıslah eder. Yardım önünde yürür!


Mehdi beş veya yedi veya dokuz yıl yaşar. Peygamberin izini takip eder, hata yapmaz. Onun görmediği yönden kendisini destekleyen ve doğrultan bir meleği vardır. Her şeyi taşır, hakkı hususunda zayıfı güç­lendirir, misafiri ağırlar, Hakkın vekillerine yardım eder, söylediğini yapar, bildiğini söyler, gördüğünü bilir. Rum şehrini İshak oğulların­dan yetmiş bin müslümanla birlikte tekbirlerle fetheder, büyük katlia­ma tanık olur. Zulmü ve ehlini ortadan kaldırır, dini ikame eder, İs­lam’a ruh üfler: İslam daha önce horlanmışken onunla aziz olur, öl­müşken hayat bulur. Cizyeyi uygular, insanları kılıçla Allah Teâlâ’ya davet eder. Direnen öldürülür; kim onunla didişirse, başarısız kalır.

Mehdi dinden dinin kendiliğindeki hakikatini izhar eder. Öyle ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaşasaydı, onun verdiği gibi hüküm verirdi. Yeryü­zünden mezhepleri kaldırır ve geride halis din kalır. Onun düşmanları içtihat ehli alimlerin taklitçileridir. Onlar Mehdi’nin imamlarının var­dığı görüşten farklı hükümler verdiklerini görünce, kendisine düşman kesilirler. Daha sonra kılıcının otoritesinden ve kahrından korkup sa­hip olduklarını arzulayarak onun hükmüne istemeden boyun eğerler. Mehdi seçkinlerinden daha çok müslümanların geneline ferahlık verir. Allah Teâlâ’yı arif olan hakikat ehli, müşahede, keşif ve Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle ona biat eder.

Mehdi’nin adamları vardır. Onlar Mehdi’nin davetini uygulayıp kendisine yardım eden ve memleketin yüklerini taşıyan vezirlerdir. Bu vezirler Allah Teâlâ’nın yüklediği sorumlulukta Mehdi’ye yardım ederler. Meryemoğlu İsa, Şam’ın doğusunda Mehrudiyyin denilen bir yerde iki meleğe yaslanmış bir halde iner. Meleklerden biri sağında diğeri so­lundadır. O onun başından inci gibi su damlar, sanki hamamdan çık­mış gibi terler. İnsanlar o esnada ikindi namazındadırlar. İmam Hz. İsa’ya makamını verir, Hz. İsa öne geçerek insanlara Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetine göre namaz kıldırır. Haçı kırar, domuzu öldürür.

Allah Teâlâ Mehdi’yi temiz ve temizlenmiş bir halde katına alır. Onun devrinde Şam’da bir ağacın yanında Süfyane öldürülür. Onun ordusu Medine ve Mekke arasındaki bir yerde yere batırılır. Öyle ki o ordudan Cüheyne kabilesinden olan bir adamdan başka kimse geride kalmaz. Bu ordu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şehrine üç gün yakın bir mesafeye kadar yaklaşır, sonra ayrılır. Allah Teâlâ onu çölde yok eder. Kim bu orduya bas­kıyla ve mecburen katılmışsa, niyetine göre haşredilir.

Kuran hakimdir, kılıç keskindir. Bu nedenle bir rivayette şöyle de­nilir: ‘Allah Teâlâ Kuran vasıtasıyla saptırmadığım hükümdar vasıtasıyla sap­tırır.’

Velilerin hatemi şahit Alemlerin imamın gözü yitik

Ahmed’in âlinden Efendi Mehdi O ortaya çıkarken elindeki kılıç keskin

Bir güneş ki gam ve karanlıkları siler Bereketli ve cömert bir yağmur o

Onun zamanı gelmiştir ve vakti size gölge olmuş! Mehdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devri olan önceki üç dönemeden sonra gelen dördüncü devirde zuhur eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devri sahabe asrıydı, sonra onu takip eden devir, sonra takip eden ikinci devir gelir. Bu iki devrin ara­sında ise fetret dönemleri bulunur ve bir takım hadiseler yaşanır. Arzu­lar yayılır, kanlar dökülür, ihtiraslar şehirleri tahrip eder, fesat çoğalır. Bunun neticesinde haksızlıklar yaygınlaşır, adalet günü zulüm günü­nün gelmesiyle kaybolarak geceye döner. Mehdi’nin şahideri en hayırlı şahider, eminleri en faziletli eminlerdir. Allah Teâlâ ona bir grubu vezir ya­par ki gaybının gizliliğinde onları gizler, keşif ve müşahede yoluyla hakikatlere muttali eyler. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın kulları hakkmdaki em­rinin ne olduğunu onlara bildirir. Böylece onlarla istişare ederek Meh­di hüküm verir. Onlar ne olduğunu bilen ariflerdir!

Mehdi’nin gerçekte kim olduğuna gelirsek, Mehdi elinde hakikat kılıcı bulunan ve medenî siyasetin sahibidir. Allah Teâlâ’dan mertebesinin ve menzilinin muhtaç olduğu şeylerin kadrini öğrenir. Mehdi Allah Teâlâ tara­fından desteklenmiş bir halifedir. Hayvanların dilini anlar, adaleti in­sanlara ve cinV e vezirlerinin bilgisinin sırlarından yayılır. Allah Teâlâ onları kendisine vezir yapmıştı. Allah Teâlâ ‘Müminlere yardım üzerimizde bir haktır104 buyurur. Onlar ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri söze bağlı105 olan sahabenin ayakları üzerinde bulunan (onların izinden giden) kimselerdir. Onlar,

Acemlerdir ve içlerinde Arap yoktur. Fakat Arapça konuşurlar. Onla­rın kendi cinslerinden olmayan bir koruyucuları vardır. Hiçbir zaman Allah Teâlâ’ya asi olmamıştır. O vezirlerin en özeli ve emirlerin faziletlisidir. Allah Teâlâ onlara düstur edinip sohbetlerinde hakkında konuştukları bu ayette hal ve zevk yoluyla doğruluk bilgisinin faziletini vermiştir. On­lar da doğruluğun yeryüzünde Allah Teâlâ’nın kılıcı olduğunu öğrenirler. Doğruluk her kimde bulunur ve her kim doğrulukla nitelenirse, Allah Teâlâ da kendisine yardım eder. Çünkü O’nun niteliği doğruluk, adı esSadık’tır. Böylece eğrilikten salim gözlerle bakarlar ve rüşt ve doğruluk yolunda sabit ayaklarla yürür, herhangi birisini ayırt etmeden Hakkın müminlere yardım etmeyi kendisine zorunlu kıtlığım görürler. Fakat Hakk neye iman edildiğini belirtmeden ifadeyi genel ve sınırsız kullan­mıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey iman edenler! îman edin.’106 Başka bir ayette ‘Bir müminin başka bir mümini hata olmadan öldürmesi mümkün değil­dir:107 Başka bir ayette ‘Batıla iman edenler,m diyerek onları da ‘mü­min’ diye isimlendirmiştir. Başka bir ayette şöyle der: ‘O’na şirk koşar­sanız, iman ederseniz.’109 Burada müşrik mümin diye isimlendirilmiştir. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın desteklediği müminlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiklerine iman edin.’110 Allah Teâlâ, onları kitap ehlinden ve diğer kitapla­rın ehlinden ayırmıştır. Resullerden başka getirdiği haberin tamam­lanmış olduğu kimse yoktur. Böylece onlara iman etmeleri emredilen müminlerin batıla iman eden kimseler oldukları, onların kendilerini delilden uzaklaştıran bir kuşku nedeniyle ortağa iman ettikleri anlaşılır. Çünkü batıla iman edenler, Allah Teâlâ’yı inkâr etmiştir. Ortağa iman edenle­rin kalpleri ise Allah Teâlâ tek başına zikredildiğinde rahatsızlık duyar.

Bu ifade onlara sadece önlerindeki saptırıcı imamlar nedeniyle gelmiştir. Onlara göre inançları, kesin delilden kaynaklanmaktaydı -ki imamları kastetmekteyimeksiklikten kaynaklanmıyordu. Çünkü onlar nazarî araştırmaya hakkını verdiklerine inanıyorlardı. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği istidadın gereğini yerine getirmişlerdi ve Allah Teâlâ bir insanı yapabileceği şeyle sorumlu tutar. Onlara verdiği ise yaptıkları ve yerine getirdiklerinden başka bir şey değildi. Böylece tabi­leri de imamlara iman etmiş, inançlarında sadık ve dürüst olmuşlardı. Onlar sadece kurtuluş yoluna yönelmek istemişlerdi, yoksa kendilerini hüsrana yöneltecek bir yola yönelmemişlerdi.

Onlar Allah Teâlâ’nın fiillerini hem doğrudan hem araçla yaptığını gör­düklerinde, O’na ortak koştukları şeyleri varlıkta gerçekleşen bazı fiille­rin ortaya çıkmasında ‘yardımcı vezir’ saymışlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ tek başına zikredilince, zikredenin gerçeğe hakkını vermediğini zan­netmişlerdi. Çünkü bazı fiillerin yaratıkların varlığına bağlı olduğunu öğrenmişlerdi. Bu bağlamda varlıkta yaratılmış sebeplerden ortaya çı­kan ilahi fiilleri müşahede etmiş, fiillerin tevhidini kabul etmemişlerdi, çünkü bu tevhidi müşahede etmemişlerdi. Fiillerdeki tevhidi kabul et­selerdi, âleme yerleştirilen ulvi ve süfli sebeplerdeki Allah Teâlâ’nın hikmetini ortadan kaldırmış olurlardı. Bu durum onları kalplerinin (Allah Teâlâ’nın tek başına zikri karşısında) rahatsızlığa ve insaftan yoksunluğa sevk etmiş­tir. Bu nedenle Allah Teâlâ Allah Teâlâ’dan başka fail görmeyen müminlerin tarafı­nı tutarak onları kınamıştır. O müminlere göre, hadis kudretin ve se­beplere bağlı şeylerin fiilde bir etkisi yoktur. Allah Teâlâ’nın bu hitabı tahsis ettiği kimseler sadece bu müminlerdir.

Allah Teâlâ’yı inkâr edenler ise şirk perdesiyle O’nu örtenlerdir. Onlar ba­tıla iman etmiş kimselerdir, batıl ise yokluktur. Onlar, yokluktan başka teşbihin ve şirkin olumsuzlanacağı bir şey görmemişlerdi, çünkü varlık müşterek niteliktir. Öyleyse onların batıla iman etmeleri, bir tenzih imanıyken kâfir olmaları varlığı Allah Teâlâ’ya nispet etmeyi ‘örtmeleri’ de­mektir. Varlığı sadece Allah Teâlâ’ya nispet etmekten geri durmalarının nede­ni, varlıkta gördülderi ortaklıktır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlar hüsrana uğ­rayanlardır1U buyurur. Çünkü onlar ticaretlerinde kazançtan yoksun kalmış ve işin kendinde bulunduğu durumu izhar etmek hakkını yitir­mişlerdir. ‘Onlar dalaleti hidayet karşılığında satın almıştır.,nı Yani be­yan ve açıklık karşılığında hayreti ve şaşkınlığı satın almışlardır. Onlar hayreti satın almıştır. Yani işin büyük olduğunu ve beyanın ise sınırla­yıcı olduğunu bilmişlerdir. Hâlbuki (varlık) işi sınırlanmaz. Bu neden­le onlar hayreti beyana tercih etmişlerdir.

Selim akıl, sahih düşünce ve genel iman sahibi olanlara gelirsek, onlar hayreti yerli yerinde ve kendi mertebesinde tutmuşlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’m! Şendeki hayretimi artır’ der. Onlar beyanı da yerli yerinde tutmuşlardır. O yer, hakikatin beyan vasıtasıyla öğrenile­ceği ve hayreti kabul etmeyen yerdir. Onlar her Hakk sahibine hakkını vermiş, hikmeti yerli yerine koymuşlardır. O halde hepsi mümindir.

Çünkü Allah Teâlâ onları mümin diye isimlendirdiği gibi kâfir ve müşrik di­ye de isimlendirmiş, imanlarında onları farklı mertebelere yerleştirmiş­tir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘îmanlarıyla birlikte imanları artar113 buyurur. Kastedilen inandıkları husustaki artıştır. Nitekim Allah Teâlâ onlarm hastalık ve kirlerini de artırır. Bu da inkâr ettikleri hususlarla ilgilidir. Onlarm bir kısmı doğru sözlü, bir kısmı daha doğru sözlüdür. Allah Teâlâ, imanına gedik girmiş kimseye karşı, imanına gedik girmemiş mümine yardım eder. Çünkü Allah Teâlâ imanına gedik girdiği ölçüde onu başarısız yapacak­tır. Mümin kim olursa olsun durum böyledir. O halde imanı kâmil mümin, daima yardım edilendir. Bu nedenle hiçbir nebi veya veli başa­rısız olmaz. Bakınız! Huneyn günü sahabe Allah Teâlâ’yı birlediklerini iddia etmelerine rağmen, sayılarının çokluklarını görüp bu çokluktan mem­nuniyet duymuş, bu esnada Allah Teâlâ’yı unutmuş, fakat çoklukları kendile­rine bir fayda vermemişti. Onların ilahları da Allah Teâlâ’ya karşı kendilerine fayda vermemiştir. Bununla birlikte sahabe mümindi. Fakat çokluğa itimat etmeleri nedeniyle imanlarına gedik girmiş, Allah Teâlâ’nın ‘Nice az top­luluk Allah Teâlâ’nın izniyle kalabalıklara galip gelmiştir114 ayetini unutmuşlar­dır. Burada Allah Teâlâ ancak galip gelme için izin vermiş ve galibiyeti var etmiş, Allah Teâlâ’nın izniyle azınlık kalabalığa galip gelmiştir.

Allah Teâlâ’dan başka yok bir başkası

Varlığı gören herkes görür O’nu

Doğruluğun tesirine gelirsek, bu durum, şeriatça belirlenmiş mut­luluk sebepleri karşısında bu mertebeye sahip olmasa bile doğrulukta sabit kadem olan bazı şahıslarda görünür. Böylece onlar himmet vası­tasıyla, yani doğrulukla fail olurlar ve (söz gelişi) ‘öldürürler.’ Ebu Yezid Bestami’ye şöyle denilmiş: ‘Bize Allah Teâlâ’nın en büyük ismini söyle!’ O ise ‘Siz küçüğünü gösterin ki, ben büyüğünü göstereyim’ demiştir. Allah Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. Bu davranış, doğruluktan başka bir şey değildir. Doğru olduktan sonra hangi ismi alırsan al, onun vasıta­sıyla dilediğini yapabilirsin. Ebu Yezid böyle bir isimle karıncayı diriltmişken Zünnun el-Mısrî timsahın yuttuğu bir kadının oğlunu diriltmişti. Anlamışsan, hiç kuşkusuz, sana mutluluk kapılarından birini açtım. Ona göre davranırsan, her nerede bulunursan bulun, Allah Teâlâ seni mutlu eder ve hiç yanıltmaz. Kâfirler Müslümanlara galip geldiğinde,

Allah Teâlâ karşısında rahatını bozmazsın ve bilirsin ki imanları sarsılıp imanlarına gedik girdiği için yenilmişlerdir. Kâfirlerin ise iman ettikleri batıla karşı veya müşriklerin imanlarına kuşku girmemiş, inançlarında bir sarsıntı olmamıştır. Binaenaleyh yardım, doğruluğun kardeşidir ve her yerde kendisini takip eder. Bunun aksi söz konusu olsaydı, müslümanlar hiç bir zaman yenilmezdi. Nitekim hiçbir nebi yenilmez. Hâlbuki görürsün Ki bazen kâfirler galip gelir ve onlara yardım edilir­ken, bazen de Müslümanlar galip gelir ve Allah Teâlâ onlara yardım eder. Her iki grupta da dürüst olan kimse yenilmez, böyle bir insan her za­man sabittir. Öyle ki, öldürülebilir veya hezimete uğramadan geri dö­nebilir!

Mehdi’nin vezirleri bu kadem üzerindedir ve Mehdi takipçilerinin nefislerinde yerleşik inanç budur. Bakınız! Onlar tekbirlerle Rum şeh­rini fetheder. Birinci tekbiri getirdiklerinde surların üçte biri düşer, ikinci tekbirle üçte ikisi, üçüncü tekbiri getirdiklerinde hepsi düşmüş olur ve kılıç kullanmadan şehri fedıederler. Zikrettiğimiz doğruluk budur. Onlar, yani Mehdi’nin vezirleri on kişiden daha az bir topluluk­tur.

İmam Mehdi bunu bilince, buna göre davranır ve kendi zamanı­nın en dürüstü ve doğru insanı olur. Onun vezirleri de hidayet rehber­leridir. Kendisi ise Mehdi’dir.

Mehdi adına vezirleri vasıtasıyla gerçekleşecek Allah Teâlâ hakkındaki bilgi bu kadardır. Muhammedi velayetin Hatem’ine gelirsek, bu Hatem Allah Teâlâ’yı yaratıklar içinde en iyi bilendir. Kendi zamanında veya kendinden daha sonra ondan daha çok Allah Teâlâ’yı ve hükümlerin bağlam­larını bilen yoktur. Mehdi ile kılıç iki kardeş olduğu gibi Hatem ve Kuran, iki kardeştir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mehdi’nin halife olarak yeryüzünde bulunacağı süreyi belirtirken beş ile dokuz sene arasında tereddüdü ifade kullan­mıştır. Bunun nedeni onun vezirleri hakkında gerçekleşen kuşkudur. Çünkü onunla birlikte her vezirin bir senesi vardır. Vezirler beş kişiy­se, Mehdi beş, yedi ise yedi, dokuz kişi iseler dokuz sene yaşar. Çünkü her senenin özel halleri vardır ve o seneye uygun hususların bilgisine Mehdi’nin vezirlerinden birisi tahsis edilmiştir. Onlar beşten az veya dokuzdan çok değillerdir. İçlerinden biri dışında hepsi Akka’da ilahi bir sofradayken öldürülürler. Allah Teâlâ o sofrayı yırtıcı kuşlar ve haşerat için sofra yapar. Geride kalan kişinin ‘Sura üflenir, göklerde ve yerdeki herkes bayılır, Allah Teâlâ’nın diledikleri müstesna'115 ayetinde belirtilen istisna­dan olup olmadığını bilemiyorum. Belki o da bu üflemeyle ölür.

Deccal’in gerçekte olmasa bile kendi inancına göre öldüreceği Hı­zır’a gelirsek, Hızır gençlikle ve heyecanla dolu bir yiğittir. Hızır âlemde böyle ortaya çıkar ve gözükür. Rivayete göre Deccal’in kendi zannınca (Hızır diye) öldüreceği kimse, ashab-ı Kehf tendir, fakat bize göre bu düşünce keşif yoluyla doğru değildir.

Mehdi’nin zuhuru, kıyametin yaklaşma alametlerinden biridir. Roma’nın fethiyle -ki orası büyük Konstantiniyye ve Akka savaşının olacağı büyük cenk alanıdırDeccal’in zuhuru altı ay içinde gerçekleşir. Konstantiniyye’nin fethiyle Deccal’in zuhuru arasında on sekiz gün vardır. Deccal Horasan’dan, yani fitne bölgesi olan doğu cihetinden çıkacaktır. Onu, Türkler ve Yahudiler takip eder. Ona sadece İsfa­han’dan yetmiş bin sarıklı Yahudi’nin içlerinde bulunduğu adamlar ge­lir. Deccal orta yaşlı, sağ gözü şaşı bir adamdır. Sanki gözü patlak bir üzüm gibidir. Gözlerinin arasından kef, fe ve ra (kfr) yazılıdır. Bu harflerle kastedilenin ‘kâfir olmak’ anlamında bir fiil mi, yoksa küfr an­lamında bir isim mi olduğunu bilmiyorum. Şu var ki burada elif hazf edilmiştir. Nitekim Araplar Mushaf yazısının bazı yerlerinde onu dü­şerler. Misal olarak Rahman isminde Mim ile Nun arasındaki Elifin düşmesini verebiliriz.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mesih, Deccal’in fitnesinden ve başka fitnelerden Allah Teâlâ’ya sığınmayı bize emretmiştir. Çünkü fitneler tıpkı bir hasır gibi peş peşe kalplere gelir. Hangi kalp fimeyi içerse, siyah bir nokta mey­dana getirir. Bütün fitnelerden Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Bize el-Mekki Ebu Şuca b. Rüstem el-İsfahani -ki o Mekke’deki İbrahim makamının imamıdıraktarmıştır: Raviler şöyle demiştir: Bi­ze Ebu’l-feth Abdülmelik b. Ebu’l-Kasım b. Ebi Sehl el-Keruhi aktara­rak demiştir ki: Bize üç hadis şeyhim aktarmıştır: Onlar Kadı Ebu Âmir Mahmud b. Kasım el-Ezdi, Ebu Nasr Abdülaziz b. Muhammed et-Tiryaki ve Ebu Bekr Muhammed b. Ebu Hatem el-Avreci etTacir’dir. Onlar şöyle demiştir: Bize Muhammed b. Abdülcababar elCerrahi aktarmıştır: Bize Ebu’l-Abbas Muhammed b. Ahmed el-

Mahbubi aktarmıştır: Bize Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi ak­tarmıştır: Bize Ali b. Hacer aktarmıştır: -Onlardan birisinin hadisi di­ğerinin hadisine dahil olmuşturBize Velid b. Muhsin ve Abdullah b. Abdurrahman b. Yezid b. Yahya b. Halid et-Tai Abdurrahman b. Yezid b. Cabir’den, o Yahya b. Halid et-Tai’den, o Abdurrahman b. Cübeyr’den, o babası Cübeyr b. Nefır’den, o Nüvvas b. Seman elKelabi’den aktarmıştır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün Deccal’den söz etmiş, uzunca konuşmuş, sonra başını kaldırmıştı. Biz zannettik ki Deccal bir grup içindedir. Peygamberin yanından ayrıldık, sonra tekrar yanına döndük. Bizdeki hali anladı ve şöyle dedi: ‘Size ne oldu? Biz de şöyle dedik: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Dün Deccal’den konuştun eğildin, sonra başını kaldırdın. Öyle ki biz onun Nahl taifesinden olduğunu zannettik.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: ‘Sizin adınıza Deccal’den başka­sından korkmam. Deccal çıkar ve ben sizin içinizde olursam, onun size zarar vermesini engellerim. Deccal çıkar ve ben sizin aranızda yoksam, herkes kendini korusun. Allah Teâlâ bütün Müslümanlar hakkında benim halifemdir. Deccal kıvırcık saçlı bir gençtir. Gözleri çıkık, Abdul Uzza b. Kutn’e benzer. İçinizden birisi onu görürse Kehf suresinin başını oku­sun.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sonra şöyle demiştir: ‘Deccal, Şam ve Irak arasın­da bir yerde çıkar, sonra sağa sola gider. Ey Allah Teâlâ kulları! Sabit olun, sabit olun!’ Sahabe şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Onun yer­yüzünde kalma süresi ne kadardır?’ Şöyle dedi: ‘Onun bir günü, kırk gün; bir günü, bir sene; bir günü, bir ay; bir günü, bir hafta; diğer günleri ise sizin günleriniz gibidir.’ Şöyle dediler: ‘Ey Allah Teâlâ’nın pey­gamberi! Bir sene gibi olan bir günde bir günün namazı nasıl kılınır?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Onu ölçerek lalın.’ Sahabe sordu: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Onun yeryüzündeki hızı ne kadardır?’ Şöyle de­di: ‘Rüzgârın önündeki bir yağmur kadar hızlıdır. Bir kavim gelir on­ları çağırır, onu yalanlarlar ve sözünü kendisine iade ederler. Deccal onlardan yüz çevirir ve malları da kaybolur, ellerinde bir şey kalmaz. Sonra bir kavim daha gelir, Deccal onları davet eder, onlar da Deccal’i tasdik eder ve ona inanırlar. Göğe yağmur yağmasını emreder yağmur yağar, yeryüzüne bitki bitirmesini emreder, bitirir. Böylece rahata erer­ler. Sonra bir harabeye gelir ve ‘hâzinelerini ortaya çıkart’ der, oradan ayrılır ve arıların kraliçe arıyı takip etmeleri gibi onun ardından gider­ler. Sonra gencecik bir adamı çağırır, onu kılıçla vurur, ikiye ayırır, sonra onu çağırır, o da yüzünü hilaller ve güler bir şekilde geri döner.

Deccal bu halde iken Meryemoğlu İsa Şam’ın doğusunda beyaz minareye -ki Merduteyn arasındadıriki elini iki meleğin kanatlarının üzerine koymuş bir halde iner. Başından inci gibi damlalar süzülmek­tedir. Başım kaldırınca ondan damlalar süzülür. Şöyle der: Nefesinin kokusunu duyan herkes ölür. Onun nefesinin rüzgârı gözün ulaştığı yerde biter. Şöyle der: İsa (a.s.) Deccal’i arar ve en sonunda Lüdd ka­pısında kendisine yetişir ve onu öldürür. Şöyle demiştir: Allah Teâlâ’nın dile­diği bir süre kadar böyle kalmayı sürdürür. Şöyle demiştir: Sonra Allah Teâlâ ona ‘Kullarımı Tûr’a çıkart* diye vahyeder. ‘Çünkü ben kullarımı indirdim, onlardan birisinin kendileriyle savaşması gerekir.’ Şöyle der: Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’u gönderir. Bu durum ayette ‘Her yerden iner dururlar116 diye belirtilir. Onların ilk grubu Taberiyye gölüne gelir, onun suyunu içerler, sonra geri kalan kısmı da onlara katılır ve şöyle derler: ‘Bu göl bir zamanlar suyla doluydu.’ Sonra Beytü’l-makdis da­ğına varana kadar yürürler ve şöyle derler: ‘Yeryüzündeki herkesi öl­dürdük. Gelin şimdi de göktekileri öldürelim.’ Ardından oklarını göğe dikerler, Allah Teâlâ ise onların oklarını kan dolmuş bir halde kendilerine döndürtür.

Hz. İsa ve arkadaşları muhasara edilir. O kadar fakir kalırlar ki, bir öküz başı onlar için o vakitte günümüzdeki bir insan için bin dinardan daha kıymedi olur. Bunun üzerine Hz. İsa ve arkadaşları Allah Teâlâ’ya sığı­nırlar: Şöyle der: ‘Allah Teâlâ onların boğazlarına kurtçuklar gönderir. Sanki bir insanın ölmesi gibi, ölü bir şekilde sabahlarlar. Şöyle demiştir: Meryemoğlu İsa ve arkadaşları yeryüzünde dolaşmaya başlarlar. Her karışı onların kanlarının, İrinlerinin ve kokularının doldurduğunu gö­rürler. Şöyle demiştir: Hz. İsa ve arkadaşları Allah Teâlâ’ya yönelirler. Allah Teâlâ onlara kuşlar gönderir ve bu kuşlar onları taşıyarak bir vadide bırakır. Müslümanlar onların oklarını, ok kılıflarını ve mızraklarını yedi yıl ya­kıt olarak kullanırlar. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ onlara öyle bir yağmur gönderir ki, her ev, çadır ve barınak ondan nasiplenir. Şöyle demiştir: Bu yağmur yeryüzünü yıkar, onu süslenmiş bir Hakk getirir. Şöyle de­miştir: ‘Sonra yeryüzüne şöyle denilir: ‘Meyvelerini çıkart ve bereketini izhar et.’ O gün topluluk meyveler yer, ağaçların dallarıyla gölgelenir­ler. Allah Teâlâ elçilerine bereket verir. Öyle ki, kalabalık bir grup insan, de­venin bir buduyla yetinirler. Bir kabile bir ineğin buduyla yetinir. Da­ha az bir grup insan bir koyunun ön ayağıyla yetinirler vs. Onlar bu halde iken Allah Teâlâ bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgâr bütün müminlerin ca­nını alır. Diğer insanlar ise yaban eşekleri gibi dolanıp durur bir halde kalırlar. İşte kıyamet o insanların üzerine kopar.’ Ebu İsa şöyle demiş­tir: ‘Bu hadis garip-hasen-sahih bir hadistir.’

Esas konumuz olan Mehdi’nin vezirlerinin tanınması ve mertebe­lerinin açıklanmasına dönelim: Bilmelisin ki, Mehdi’nin bu dünyada kalış süresi hakkında kuşkuluyum. Allah Teâlâ’dan bu konunun hakikatini bana bildirmesini talep etmedim. Zaten genel anlamda varlıktaki hadi­selerden birisinin tam tespitini Allah Teâlâ’dan talep etmedim. Allah Teâlâ bana kendi talebim olmadan kendiliğinden bildirebilir. Çünkü ben Allah Teâlâ’dan herhangi bir hadisenin ve varlığın bilgisini öğrenmek istediğimde, o vakit zarfında O’na dair bilgiden pek çok şeyi kaçırmaktan korkarım ve bu nedenle işimi O’na havale ettim. Mülkünde dilediğini yapan O’dur. Allah Teâlâ ehlinden bir grubun kevnî hadiselerin bilgisini, özellikle de vak­tin imamının kim olduğunu Allah Teâlâ’dan talep ettiklerini gördüm. Ben öyle bir davranıştan uzak durdum ve böyle yapan insanlarla ilişkim ol­duğu için tabiatım beni ona çeker diye de korktum. Ben Allah Teâlâ’dan kendisi hakkındaki bilgide beni sabit kadem yapmasını diledim. Bu es­nada halden Hakk girsem bile buna değer vermem! O’nun beni öne al­dığını veya geride bıraktığını veya halin değişmesi nedeniyle varlığımın değiştiğini görünce, herhangi bir şeyi sabit olarak görmem. Bu neden­le yokluk halinde üzerimde bulunduğum durum gibi, sabit bir halim olmaz. Gördüm ki, varlık ve müşahede makamı üzerimde hüküm ver­miştir. Bu nedenle varlığımdan soyudanmak istedim ve duygumu manzum bir hikmete çevirerek şöyle dedim:

Celal şenindir! Beni uzaklaştır varlığımdan

Müşahedeyle tahakkuk ettiğim için

Her şeyin kıblesi oluverdim

Geceledim secde istemek üzere                                              ,

Şaşırdım halime, çünkü kevnim dedi ki ‘Ben efendi ve yüzü kara olanım’

Ya beni imam olarak ayrıştırdı Ya da kullar arasında ayrıştım

Gizliliklerin elleri oynadı bizimle Gaybın gizlilikleri varlığın hakikatinde

Bunu isteyince bana bilgisizliğimi açıklayarak şöyle dedi: ‘Benim gibi olmaya razı mısın?’ Sonra benim için suretlerdeki tecellisinin de­ğişmesini gösterdi ve gözün zatı hakkında algıladığı şeyi izhar etti. Dedim ki: ‘Sınırlanma kabul etmeyen ayn-ı sabite üzerinde hallerin değişmesinden bana ne?’ Çünkü ben hallerin değişmesini inkâr etme­miştim, hakikatler bunu gerektirir. Beni sadece hallerin değişmesi ne­deniyle hakikatin ve cevherin değişmesi varlığım (hakkında) sarsmıştı. Çünkü ben, her gün bir işte ve şe’nde olmanla birlikte, âlemlerden müstağnilik hakikatinde sabit olduğunu da bilirim. Çünkü ben bilirim ki:

Suretlerde halden Hakk girme el-Habir ve el-Müheymin’in niteliği

Vahyini böyle indirdi Okunduğu surelerde

Onun misalini gördüm Mutavvel ve muhtasarda

‘MutavveP derken bütün âlemi kastemişken muhtasar derken insan-ı kâmili kastettim. Çünkü bütün bunlarda başkalaşmanın zorunlu olduğunu gördüm. Bu bağlamda âlemde gece ve gündüz yer değişti­rirken kemal bakımından âleme efendi olan insan-ı kâmilde de değişme vardır. İnsan-ı kâmil kıyamette insanların efendisi olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Allah Teâlâ seni secde edenlerde ve kıyam edenlerde değişme halin­de görür. Kalem bizi ibare meydanına çekip götürmüştür. İbare dedik, çünkü tarif bazen yazı ve kitabet tarzında olabilirken genelde ve seç­kinlerde bakışla olabilir. Ben bunu gördüm. Bazen de vurmayla olabi­lir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zikrettiğimizin dışında pek çok durumda bunu görmüştür. Bütün bunlar, hitap ve tariftir. Öyleyse yolun birisi haber­leri bilmemizdir.

Kendisinden başka bir şeyin bilgisiyle vaktimi zayi etmemek üzere söz vererek, bu hal üzere Allah Teâlâ karşısında oturmuştum. Bir gün Allah Teâlâ ehlinden ve seçkinlerinden birisi olan Ahmed b. Ikab’ı karşıma çıkardı. Allah Teâlâ ona henüz küçükken ehli olma ayrıcalığı tahsis etmişti. Ben kendisine sormadan kendiliğinden bu vezirleri zikretmiş ve bana şöyle demişti: ‘Onların sayısı dokuzdur.’ Ben de kendisine şöyle de­dim: ‘Dokuz olurlarsa, Mehdi’nin yeryüzünde kalma süresi dokuz se­nedir. Çünkü onun vezirinin muhtaç olduğu şeyi biliyorum. Bir kişi olursa, o bir kişide muhtaç oldukları her şey toplanır. Birden fazla ol­salar bile dokuzdan fazla olmazlar. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in beş veya yedi veya dokuz şeklinde Mehdi’nin yeryüzünde kalma süresi hakkındaki kuşkusu bu kadardı. Onun muhtaç olduğu ve vezirlerinin yerine getireceği şeyler dokuz tanedir, onların bir onucusu yoktur. Fakat ihti­yaç duyulan bu şeyler dokuzdan az değillerdir. Bu dokuz özellik, göz keskinliği, aktarımda ilahi hitabı bilmek, Allah Teâlâ’dan ifadeyi ve tercümeyi bilmek, emir sahipleri için mertebelerin belirlenmesi, gazaptaki rah­met, mülkün muhtaç olduğu maddi ve manevi rızıklar, işlerin birbirine girmesini bilmek, insanların ihtiyacını karşılamada aşırı gitmek ve mü­balağalı hareket etmek, bilhassa Mehdi’nin âlemde bulunduğu sürece muhtaç olduğu gaybın bilgisidir. Bu dokuz özelliğin İmam Mehdi’nin vezirlerinde bulunması gerekir. Vezir tek kişi veya birden çok olsa bile, durum böyledir.

Bu özellikler arasında göz keskinliğine ve nüfuzuna gelirsek, bu özelliğe gerek duymak, Allah Teâlâ’ya çağırmanın çağrılan hakkında basirete sahip olmakla gerçekleşmesinden kaynaklanır. Böylece Mehdi çağırdık­larına bakar, davetine icabetin kendisi için mümkün olacağı -ısrarla bi­le olsakimseleri görür ve onları çağırır. Davetine icabet etmeyeceğini gördüğü kimseleri ise ısrar etmeksizin, sadece ona karşı delil ortaya koymak amacıyla davet eder, çünkü Mehdi yaşadığı dönemdeki insan­ların üzerinde Allah Teâlâ’nın bir delilidir. Bu özellik, kendisinde ortaklığın gerçekleştiği nebilerin derecesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Basiret üzere ben ve bana uyanlar Allah Teâlâ’ya davet ederiz.’117 Allah Teâlâ bunu peygamberden bildirir.

Öyleyse Mehdi peygambere tabidir ve peygamber davetinde yanılma­dığı gibi tabileri de yanılmaz. Çünkü tabileri onun izini takip ederler. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mehdi’yi nitelerken ‘İzimi takip eder ve yanılmaz’ dediği aktarılmıştır. Bu, Allah Teâlâ’ya çağırmadaki masumiyettir ve velilerin büyük kısmı ve hatta hepsi bu makama ulaşır.

Göz keskinliğinin bir hükmü de sahibinin nurani ve ateş kaynaklı ruhları idrak edebilmesidir. Bu esnada ruhların bir iradesi olmadığı gi­bi surete girmeleri veya zuhur etmeleri de söz konusu olmayabilir. Mi­sal olarak İbn Abbas ve Hz. Aişe’nin Cebrail’i görmelerini verebiliriz. O esnada Cebrail, bu konuda bir bilgisi ya da onlara görünme iradesi yokken, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile konuşmaktaydı. Hz. Aişe ve İbn Abbas bu durumu peygambere bildirmiş, fakat onun Cebrail olduğunu bilmiyor­lardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Aişe’ye İbn Abbas’a ayrı ayrı ‘Sen onu gör­dün mü?’ diye sormuş, her ikisi de ‘evet5 diye cevap verince ‘İşte o Cebrail idi’ demiştir. Aynı şekilde böyle bir göze sahip insanlar, perde­lenmek ve görünmemek istediklerinde, gayb adamlarını da idrak eder­ler. Binaenaleyh böyle bir hal sahibi onları görür.

Gözün keskinliğini bir neticesi de sahibine manaların bedenlenmesidir. Böyle bir göz sahibi manaları kendi suretlerinde tanır ve tereddüt olmaksızın bedenlenmiş mananın hangi mana olduğunu bilir.

VASIL

Aktarım Esnasında İlahi Hitabın Bilinmesi

Aktarım esnasında ilahi hitabın bilinmesine gelirsek, bu durum, ‘Allah Teâlâ’nın bir kimseyle vahiy veya perde ardından veya peygamber gönder­meden konuşması mümkün değildir118 ayetinde belirtilir. Vahye gelirsek, vahiy konuşma tarzında kalplerine aktarılan bilgidir ve vahiyden belirli bir konuda bilgi meydana gelir. Söz konusu bilgi konuşmanın içerdiği şeydir. Böyle değilse, o şey vahiy veya hitap değildir. Çünkü bazı kalp­lerin sahipleri belirli bir konuda insanların nezdinde zorunlu bilgi sayı­lan bir bilgi elde ederler. Bu bilgi bir hitaptan kaynaklanmasa bile, sa­hih ve doğru bilgidir. Biz ise vahiy diye isimlendirilen ilahi hitap hak­kında konuşmaktayız. Çünkü Allah Teâlâ vahyin bu tarzını ‘kelam’ diye ad­landırdı. Kelamın bir yönünden ise o kelamın getirdiği bilgi elde edilir ve bilgiyi bulunca kelam ayırt edilir. Allah Teâlâ ‘perde ardından’ de­miştir. Bu kısım -kalbe değilkulağa aktarılan ilahi hitaptır. Böylece aktarılan kimse onu algılar ve kendisine bu sözü duyuranın onunla ne­yi kastettiğini anlar. Bazen bu aktarım tecelli suretlerinde onun adına gerçekleşebilir ve ilahi suret ona hitap eder ki söz konusu suret, perde­nin ta kendisidir. Hitabı alan kimse, hitaptan onun gösterdiği şeyi öğ­renir ve kendisinin bir perde olduğunu, konuşanın perdenin ardından konuştuğunu anlar. İlahi tecelli suretini idrak eden herkes, konuşanın Allah Teâlâ olduğunu bilemez. Öyleyse bu hal sahibinin başkalarından yegâ­ne üstünlüğü, perde olsa bile o suretin Hakkın tecellisi olduğunu bil­mesidir.

Ayetin devamında ‘Veya elçi gönderir’ der. Kastedilen bir okuyu­cu gibi Allah Teâlâ’nın kelamını aktardıklarında meleğin indirdiği veya pey­gamberin bize getirdiği vahiydir. Allah Teâlâ okuyan hakkında şöyle der: ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’119 Başka bir ayette ise ‘Sağ tur canibinden ona nida ettik ve onu yakın kıldık120 denilir. Başka bir ayette ‘Ateşte olanlar ve çevresindekiler mübarek oldu121 denilir. İnsan veya melek bir bilgi nakleder ve onu ifade ederler ve nefislerinde onu bulurlarsa, bu ilahi bir söz ve kelam değildir-. Bazen elçi ve suret birlik­te olabilir ki bu yazımın kendisindedir. Öyleyse kitap bir elçidir ve o konuşan üzerinde perdedir. Böylece getirdiğini sana açıklar. Fakat bu durum, bilinen yazıldığında gerçekleşmez, sadece kendisini yazan harf­lerle hitap edilmiş sözün yazılması esnasında gerçekleşir. Böyle değilse, o söz değildir. İşin özü budur.

O halde lika peygamberler için iken, ilka -başka bir yönden değilkelamı olması itibarıyla vasıtaların ortadan kalkmasıyla ilahi habere ait­tir. Kitabet ise her nerede olursa yazılı işareder demektir. Bunlar, bil­giden değil, kendilerini yazanın sözünden yazılmıştır. Bütün bunlar, bu makam sahibi adına ilahi hitabın yönleridir.

Allah Teâlâ’dan aktarmanın bilgisine gelirsek, bu da, Allah Teâlâ’nın aktarım ve vahiy esnasında konuştuğu kimseyle ilgilidir. Bu durumda aktaran, lafzî harflerin veya var ettiği rakamlı harflerin suretlerini meydana geti­rendir. Suretlerin ruhu ise Allah Teâlâ’nın kelamıdır, başka bir şey değildir! Bir bilgiyi aktarırsa, mütercim değildir ve bu durumda velinin şöyle demesi gerekir: ‘Kalbim bana Rabbimden dedi ki...’ Bazen mütercim hallerin dillerine tercüman olur ki bu husus bu konuyla değil, halleri anlamaya dair başka bir hususla ilgilidir. Haller meselesi şekilci âlimlerce bilinen bir husustur. Onlar ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder122 ayetinde belirtilen tespihin hal lisanıyla olduğunu söylerler. ‘Biz emane­ti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar kendisini taşımaktan sakındı123 ayetini de böyle yorumlayarak korku ve direnmeyi -gerçek değilhal saymışlardır. Göklerden ve yerden aktarırken ‘Onlar ‘isteyerek geldik’ dediler124 ayetindeki sözün bir hitap değil, hal sözü olduğunu söyle­mişlerdir. Bütün bunlar, yanlıştır ve ayederde kastedilen mana değil­dir. Gerçek mana, keşif ehlinin kendisini idrak ettiği şekilde, zahiri üzere anlaşılmakla ortaya çıkar. Onlar varlıklardan aktardıklarında, on­ların hal dillerinden değil, kendilerine hitap ettikleri şeyi aktarırlar. Varlıklar konuşsaydı, böyle diyeceklerdi.

Bu söz sahipleri iki kısma ayrılır: Bir kısmı ‘bu ve benzeri sözlerin gerçek söz ve konuşma olduğunu kabul edersek, Allah Teâlâ’nın konuşanlarda bir hayat yaratmış olması gerekir ve bu durumda konuşmanın gerçek olması mümkün olabilir’ derler. Allah Teâlâ’nın onlarda hayat yaratması mümkündür. Fakat bu konuda mümkün gördüğümüz şekilde bir du­rumun gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyoruz. Ya da bu konuşma bir hal dili konuşmasıdır. Bu görüşü benimseyenlere gelirsek, gerçekte böyle olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey gerçekte konuşandır. Öyleyse keşif ve vecd ehli için, bu gerçeğe rağmen, hallerden söz et­menin anlamı yoktur. Diğer kısım ise filozoflardır. Onlar ‘Ayette ge­çen konuşma bir halidir ve böyle olmalıdır, çünkü cansızın canlanması mümkün değildir’ demişlerdir. Bu söz, eh kesif bir perdeyle perdelen­miş sözdür. Binaenaleyh ilahi bir sözden aktarırken âlemde ancak mü­tercim olan vardır!

Emrin valileri adına mertebelerin belirlenmesine gelirsek, bu ko­nu, her mertebenin yaratılış gayesini teşkil eden maslahatların bilinme­siyle ilgilidir. Bu bilgi sahibi vali yapmak istediği şahsın nefsine bakar ve onunla mertebe arasında bir terazi koyar. Terazide mertebenin kefe­si ağır basmadan, denge halini görürse o kişiyi vali yapar. Valinin kefe­si mertebeye ağır gelirse, bu durum valiye bir zarar vermez. Mertebe­nin kefesi validen ağır gelirse, onu vali atamaz. Çünkü vali üstün gel­mesini sağlayacak bilgide nakıstır. Böyle bir durumda vali hiç kuşkusuz zalim olur ve valilerin zulüm yapmasının asıl nedeni de (valilik merte­besindeki) bu yetersizlik ve eksikliktir. Bize göre, yöneticinin bilgisinin hükmünden vazgeçmesi mümkün değildir; şekilci âlimlere göre ise mümkündür. Bize göre de böyle bir şey mümkün olsa bile, varlıkta böyle bir durum gerçekleşmemiştir. Bu husus, çetin bir konudur. (Bil­gisi ve bilgi amel ilişkisine atıfla) Bu nedenle Mehdi yeryüzünü daha önce haksızlık ve zulüm ile dolmuşken adalet ve iyilikle doldurur. Çünkü bize göre bilgi ameli gerektirir ve amel kaçınılmazdır. Böyle olmayan bir bilgi görünüşte bilgi olsa bile bilgi değildir.       .

Mertebeler üç tanedir ve bunlar halcimin hükmünün kendilerine işlediği mertebelerdir. Bu mertebeler, kan, mal ve ırzlardır. Her mer­tebenin talep ettiği meşru ilahi hüküm bilinir ve insanlara bakılır. Her mertebenin talep ettiği meşru ilahi hüküm öğrenilir ve insanlara bakı­lır: Bu mertebenin gereklerini kendinde toplayan birini görünce, top­layanın mizacına bakar. Onu bilgiyle tasarruf ederken görürse, akıllı olduğunu anlar ve onu vali olarak görevlendirir. Söz konusu kişinin bilgisine karşı hüküm verip bilgisinin şehvet ve arzusunun otoritesi al­tında ezilmiş olduğunu görürse, (mertebenin gerektirdiği) hükmü bil­se bile onu vali atamaz. Bir hükümdar kendisiyle oturup kalkan görüş sahibi ve doğru düşünceli birisiyle istişare etmiş ve ona şöyle demiş: İnsanların işlerini görmeye en uygun kimse kimdir? Adam şöyle der: ‘İnsanların işlerini yürütmek üzere akıllı birini görevlendir. Akıllı insan kendisi için haksızlıktan uzak durur. Bilgili olursa, bildiğine göre hü­küm verir. Bir meseleyi bilmezse, hüküm vermez ve o konudaki şerîilahi hükmün ne olduğunu bilene sorması gerektiğini aklı ona icbar eder. Onu öğrenince, öğrendiğine göre hüküm verir. İşte aklın yararı budur.’ Dine ve şekilci bilgiye dayananların çoğu, şehvederinin hükmü altındadır. Akıllı insan ise öyle değildir, çünkü akıl faziletlerde ısrarlı­dır. Akıl sahibini gerekli olmayan hususta tasarruftan alıkoyar. Bu ne­denle akıl, bağ anlamındaki ‘ikal’ kelimesinden türetilmiştir.

Gazaptaki rahmete gelirsek, bu durum, meşru hadlerde ve tazir cezasında geçerlidir. Bu ikisinin dışındaki gazapta rahmetten bir şey bulunmaz. Bu nedenle Ebu Yezid el-Bestami ‘Benim cezalandırmam daha şiddetlidir’ demiştir. O bu sözünü hafız ‘Rabbinin cezalandırması şiddetlidir125 ayetini okurken söylemişti. İnsan kendisi için öfkelendi­ğinde, bu öfke herhangi bir şekilde rahmet içermez. Allah Teâlâ adına öfke­lendiğinde onun öfkesi Allah Teâlâ’nın öfkesidir. Allah Teâlâ’nın öfkesi, ilahi rahme­tin kendisine katışmasından yoksun değildir. Allah Teâlâ’nın dünyadaki gazabı (günahkârlar için) koyduğu had ve tazir cezalarında tezahür ederken ahiretteki cezası cehenneme gireceklere vereceği cezalarla ilgilidir. Ahiretteki gazap olsa bile, dünyada ve ahirette kendisine karışan ‘rah­met’ nedeniyle bir temizleme demektir. Çünkü rahmet varlıkta gazabı geçtiği gibi bütün varlığı içermiş ve her şeyi kuşatmıştır. Varlığa gazap geldiğinde, rahmet zaten vardı ve onu geçmişti. Öyleyse onun var ol­ması da zorunludur. Rahmet ile birlikte gazabın ilişkisi, süt ile ona ka­rışan suyun ilişkisi gibidir. Böyle bir durumda süt sudan ayrışamayacağı gibi gazap da rahmetten ayrılmaz ve saflaşmaz. Bununla birlikte rahmet mahallin gerçek sahibi olduğu için gazap üzerinde hüküm sa­hibidir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın gazap edilen üzerindeki gazabı bir sürede biterken rahmeti sona ermez. Bu Mehdi sadece Allah Teâlâ adına gazap eder. Kendi arzusu ve gayesine aykırılık nedeniyle öfkelenen insanın aksine, Mehdi Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu hadleri uyguladıktan sonra artık öf­kesinde haddi aşmaz. Allah Teâlâ adına öfkelenen böyle bir insanın zalim ve haksız olması mümkün değildir, böyle bir insan ancak adil ve hikmetli olabilir. Bu makamda bulunmayı iddia eden insanın alameti şudur: Allah Teâlâ adına öfkelenip o esnada hakim olduğunda ve Allah Teâlâ’nın hükmünü suçluya tatbik ettiğinde, cezanın uygulanmasından sonra o kişiye karşı içinde öfke kalmaz. Belki de cezanın uygulanmasından sonra ona doğ­ru kalkar, içtenlikle kendisine sarılarak şöyle der: ‘Seni temizlemiş olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Sonra ona sevgi ve mutluluğunu izhar eder. Belki bunun ardından kendisine ihsanda bulunur. İşte bir insanın böyle bir makamda olduğunun ölçütü budur: Ceza tatbik edilmiş insana karşı bütünüyle merhamet dolar.

Ben bu hali Mağrib şehirlerinden birisinde bir hakimde görmüş­tüm. Sözünü ettiğim kişi kendisine Ebu İbrahim b. Yağmur denilen Sebte’li bir kadıydı. O bizimle birlikte şeyhimiz Ebu Eyyub el-

Ensari’nin zürriyetinden olan Ebu’l-Hüseyin b. Saiğ’den hadis dinler­di. Ayrıca Ebu’s-Sabr Eyyub el-Fehri, Ebu Muhammed b. Abdullah elHicri’den Sebte’de kadılık zamanında hadis okurdu. O hiçbir zaman sema’a binekli gelmez, insanların arasından yürüyerek gelirdi. İki adam hasımlaşıp kendisine müracaat ettiklerinde, onların yanında durur, ara­larını bulurdu. Derin zekâ sahibi, uzunca düşünen ve çokça zikreden birisiydi. Tek başına iki kabilenin arasını bulabilir, iki kabile onun be­reketiyle barışırdı.

Kadı, Allah Teâlâ’nın hakkını aldıktan sonra ceza tatbik edilene karşı için­de öfke bulunursa, böyle bir öfke nefsin ve tabiatın öfkesidir. Başka bir ifadeyle cezalandırılan hakkında içindeki bir nedenden kaynaklanan öf­kedir, yoksa öyle bir öfke, Allah Teâlâ adına olan bir öfke değildir ve bu ne­denle Allah Teâlâ ona sevap vermez. Çünkü bu öfkede insan Allah Teâlâ’nın hakkını gözetmiş değildir. Bu durum ‘Haberlerinizi ortaya çıkartırız (iptila)’126 ayetinde geçer. Öncelikle onlarm sınanması (iptila), yükümlü oldukları işlerledir. Amellerini yaptıklarında ise bu kez amelleri sınanır: Acaba onlar Hakkın hitabı nedeniyle mi, yoksa başka nedenle mi yapılmıştır? Bu durum ‘O gün sırlar ortaya çıkar127 ayetinde belirtilir. Keşif ehline göre, bu işin ölçüsü budur. Dolayısıyla hakim hadleri uygularken, kendini gözetmekten ve murakabe etmeden habersiz kalmamalıdır, Böylece nefislere ait olan bedbahtlıktan uzak kalmalıdır. Bunun için öfkeliyken hüküm vermek yasaklanmıştır. Haddi uygulamak üzere muhakeme edilenin aleyhine hüküm vermese bile öfke anında hüküm vermemelidir. Bu hüküm nedeniyle içinde bir rahatlama bulursa, ha­kim bilir ki, hükmü Allah Teâlâ rızası için vermemiştir. Allah Teâlâ katında böyle bir hakime ulaşacak hayır yoktur. Hakim haddin uygulanmasından se­vinirse, bunun yegâne nedeni, o kişiden ahirette cezanın düşmesine haddin uygulanmasının yol açacak olmasıdır. Böyle bir nedenle sevinmemişse, hakim maluldür. Meşru hükümler hususunda bana göre özellikle zinadan daha çetini yoktur. Zani’ye had cezası uygulansa bile, cezanın ardından kulların Hakkın nedeniyle sorgulanacağını bilirim.

Bilmelisin ki, hakim (devlet başkanı) dışındakilere Allah Teâlâ haddi uy­gulama izni vermemiş ve bu nedenle başkasında hadler aşıldığında öf­kenin bulunması uygun değildir. Hadleri uygulamak (bunun için öfke­lenmek) özellikle hakimler için ve hakim olması yönüyle Allah Teâlâ pey­gamberi için olabilir. Peygamber hakim değil de tebliğci olursa, onda davetini reddeden kimseye karşı gazap bulunmaz, çünkü kendisine böyle bir yetki verilmemiştir, insanları hidayete ulaştırmak onun göre­vi değildir. Çünkü Allah Teâlâ bu konuda peygamberine ‘Setlin görevin sadece tebliğdir5128 buyurur. O da tebliğini yapmıştır. Allah Teâlâ işe dilediği­ne duyurmuş, dilediğini sağır bırakmıştır. Onlar, yani nebiler, insanla­rın en akıllılarıdır. Davetçiye Allah Teâlâ’nın tebliğini duymaktan sağır bırak­tığı kimse keşfolunsa, bu nedenle halinde bir değişme olmazdı. Bir in­san sağıra yüksek sesle bağırıp nidasını duymadığını bilirse, ona karşı öfke duymaz ve onu mazur sayar. Peygamber hakim ise, Allah Teâlâ’nın onun için belirlediği hükme göre, hüküm ortaya çıkar. Bu, yeryüzünde vali olan herkesin muhtaç olduğu kıymetli bir bilgidir.

Mülkün muhtaç olduğu rızıklara gelirsek, bu konudaki bilgi, onun âlemdeki sınıfları bilmesi demektir. Bu sınıflar iki tanedir. ‘Alem’ der­ken imamm hükmünün işlediği kimseleri kastetmekteyim. Bu iki kı­sım, suretler âlemi ile bu suretleri hareket ve durağanlıkta yöneten ne­fislerdir. Bu ikisinin dışındakiler üzerinde bir hükmü yoktur. Bunun istisnası kendi iradesiyle hükmü altına girenlerdir. Misal olarak cinler âlemini verebiliriz. Nurani âleme gelirsek, onlar beşeri âlemin yöneti­minin dışındadır ve onlardan her biri Rabbinin kendisine belirlediği makamdadır ve Rabbinin emriyle iner. Meleklerden birisini indirmek isteyen kimse, bu hususta Rabbine yönelir ve Rabbi meleğe emreder ve o kişinin dileğini yerine getirmek üzere inme izni verir. Ya da kulun dileği olmaksızın, kendiliğinden meleği ona indirir. Meleklerin içinden seyahat edenlere gelirsek, onların ‘belli’ makamları, zikir meclislerini aramak üzere seyahat etmelerinden ibarettir. Zikir ehlini bulunca -ki onlar Kuran okuyan Kuran ehlidironlara Kuran’ın dışında bir şey okunmaz. Böyle bir meclis bulmayıp Allah Teâlâ’yı zikreden -Kuran okuma­yan* bir cemaat bulduklarında, onların yanlarına oturur ve birbirlerine nida ederek ‘gelin, istediğiniz buradadır’ derler. Meleklerin sayesinde yaşadıkları ve hayatlarının kendisine bağlı olduğu rızıkları budur. İmam bu durumu bildiği için, gece ve gündüz Allah Teâlâ’nın ayetlerini oku­yan bir cemaati görevlendirir.

Mağrip şehirlerinden biri olan Fas’taydık. Allah Teâlâ’nın rızasına nail olmuşlara uyarak, bu yolu tutmuştuk. Onlar da bizi dinliyor ve itaat ediyordu. Bir anda onları yitirdik ve kendilerini yitirdiğimiz için bu halis ameli yitirdik. Bu, rızıkların en şereflisi ve en üstünüydü. Gıdaları bilgi olan o ruhları yitirmiştik. Gördük ki bir ilkeden dolayı bir şey or­taya koyuyoruz ve o ilke o ruhani sınıfın gayesidir. O gaye Kuran’dır. Bunun üzerine bütün meclislerimde konuştuğum, eserlerimde yazdık­larım Kuran mertebesinden olmuştur. Onun hâzinelerinden bana anla­yış anahtarları ve ondan destek verildi. Bu sayede Kuran’ın dışına çık­madık. Çünkü bize ikram edilen şey, ikram edilebilecek en üst şeydi. Onun değerini ancak ‘tadan’ bilebileceği gibi mertebesini nefsinden ‘hal’ olarak müşahede edip Hakkın sırrında konuştuğu kimse bilebilir. Hakkın insanla sırrında konuşması, vasıtaları kaldırıp kuluyla konuşan bizzat kendisi olunca gerçekleşir. Böyle bir durumda O’nun kelamına senin anlayışın eşlik eder. Böylelikle O’nun konuşması senin anlamanın ta kendisi olur ve burada bir gecikme söz konusu değildir. Arada bir gecikme olursa, böyle bir konuşma Hakkın (sırrında) kuluyla konuş­ması değildir. Böyle bir hali tecrübe etmeyen kimse, Allah Teâlâ’nın kullarıyla konuşması hakkında bilgiye sahip değildir. Allah Teâlâ kuluyla peygamberin veya âlemden dileği birisinin dili gibi ‘surî perde’ vasıtasıyla konuşursa, bazen anlama bu söze eşlik ederken bazen bir gecikme olabilir. İşte (doğrudan ve dolaylı) iki konuşma arasındaki fark budur.

Maddi rızıklara gelirsek, İmam’ın bu konuda sadece Allah Teâlâ’nın baki­yesinde hükmü vardır. Bu bakiyenin dışındaki şeylerden yiyen kimse, söz konusu adil İmam’ın elinden yemez. Müminler hakkında ‘Allah Teâlâ rızkı’ diye isimlendirilen şey sadece Allah Teâlâ’nın bakiyesi demlendir ve âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın bakiyesindendir. Baki olmayan kısma gelir­sek, bu iki arasında fark vardır. Şöyle ki: Alemdeki bütün malların ya belli bir sahibi vardır veya bir sahibi yoktur. Malın sahibi varsa, bu mal o şahıs için Allah Teâlâ’nın bakiyesindendir. Belli bir sahibi yoksa, o mal bü­tün müslümanlara aittir. Allah Teâlâ bu imamı vekil olarak görevlendirir ve imam kişiler için bu malı korur. İşte bu mal, sahipli mala ilave olan Allah Teâlâ’nın bakiyesindendir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bakiyesinin anlamını öğ­renirsen, bilirsin ki âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın bakiyesidir. Buna göre Zeyd’in malı onun adına Allah Teâlâ’nın bakiyesidir, çünkü Allah Teâlâ ona kendisinin izni olmaksızınÖmer’in malında tasarrufu yasaklamıştır. Ömer’in malı da kendisi için Allah Teâlâ’nın bakiyesidir ve ona da -izni ol­maksızınZeyd’in malında tasarruf izni vermemiştir. Öyleyse âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın bakiyesidir. İmam bu konuda Allah Teâlâ’nın hakkında in­dirdiği hüküm miktarınca hüküm verir.

O halde insanlar iki haldedir: Birincisi zorunlu, diğeri zorunlu olmama halidir. Zorunluluk hali ihtiyaç ölçüşünce ihtiyaç duyulanı miktarı mubah yapar ve yasağı düşürür. İhtiyacı giderdiğinde ise ya­saklama geri döner. Zorda kalan insan başka birisinin mülkünde tasar­rufta bulunursa, bir görüşe göre tazmin etmek üzere, bir görüşe göre tazmin etmeden onu kullanır. Kullandığı malı tazmin etmek gerektiği­ni söyleyene göre, imkân bulursa malı sahibine öder; imkân bulamaz­sa, vaktin imamı hâzineden onun kullandığı miktarı öder. Zorda kalan insanın yararlandığı malın sahibi yoksa veya Allah Teâlâ’dan gelen mutlak bir vekâletle Imam’a ait maldan kullanırsa, ne tazmin etmesi gerekir ne de başka bir şekilde yükümlülüğü olabilir. Vaktin imamının mudaka bil­mesi gereken zorunlu bilgilerden biri budur. Öyleyse herhangi bir yü­kümlü meşru yoldan ancak Allah Teâlâ’nın bakiyesinde tasarrufta bulunmuş­tur. ‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi sizin için daha hayırlıdır, iman etmiş iseniz.’129 Bu, ferî bir hükümdür ve bu konuda asıl olan, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde bulu­nan her şeyi bizim için yaratmış olması, sonra bir kısmını yasaklamış, bir kısmını bırakmıştır (bakiye). Allah Teâlâ bıraktığı kısmı ‘bakiye’ diye isimlendirmişken yasakladığı kısmı ‘haram’ diye isimlendirmiştir. Baş­ka bir ifadeyle yasaklama söz konusuysa -çünkü asıl olan herhangi bir şey hakkında hüküm vermeden durmaktırAllah Teâlâ yükümlüye bir hal veya zaman veya mekân itibarıyla o hususta fiili ve tasarrufu yasakla­mıştır. Allah Teâlâ’nın çekimser kaldığımız husustaki hükmü gelince, Şâri’nin bildirdiği hükme göre hareket ederiz. Bu meseleyi bilen kimse, azık­larda nasıl tasarruf edebileceğini de öğrenir.

İmam’ın gerek duyduğu bilgilerden birisi olan ‘işlerin birbirine girmesini bilmeye’ gelirsek, bu durum ‘Geceyi gündüze gündüzü geceye sokar130 ayetinin anlamıdır. Giren erkek girilen dişidir. Her nerede or­taya çıkarsa çıksın, bu hüküm kendisine eşlik eder. Bu bağlamda bilgi­lerde erkek olan nazari/teorik bilgiyken duyuda hayvani ve nebati ni­kâhtır. Bunlardan birisi (erkek ve dişi) tek başına amaçlanmış değildir; aksine kendisi ve neticesi için birlikte amaçlanmıştır. Birbirine girme ve kaynaşma olmasaydı, çift ortaya çıkmazdı. Bu durum, bütün ameli ve ilmi sanadara yayılmış genel bir durumdur.

İmam bu durumu bildiğinde, verdiği hükümlerde kuşku bulun­maz. Mana ve mahsuslarda (duyulurlar) olmak üzere, âleme konulan ölçü budur. Akıllı insan, her iki âlemde, hatta tasarrufta bulunduğu her şeyde bir teraziyle tasarruf eder. İndirilmiş vahiyle hüküm veren peygamber vb. kimseler ise, birbirine girmenin dışında kalmazlar, çün­kü Allah Teâlâ onları kendilerine aktardığı kulları hakkındaki hükmünün mahalli yaparak şöyle buyurdu: ‘Cebrail onu indirir.’131 Başka bir ayette ‘Melekler emrinden bir ruh ile kullarından diledikleri üzerine iner132 bu­yurur. Âlemde peygamberden ortaya çıkar her hüküm -naslar hakkındaki veya kıyasla hüküm verenlerde değilmanevi bir nikâh ile ortaya çıkar. Öyleyse İmam, Hakk’ın indirdiği vahiyle meydana gelen hüküm­le kıyas yoluyla ortaya çıkanı ayırt etmelidir. Mehdi’nin bu konuda, yani hüküm vermek üzere kıyası öğrenmesi, ondan uzaldaşmak amacı taşır. Mehdi meleğin Allah Teâlâ katından kendisine getirdiği ilhama göre hüküm verebilir ve Allah Teâlâ hükmünü doğrultmak üzere meleği gönder­miştir. Bu, Muhammedi-hakiki şeriattır. Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem yaşıyor olsa ve bir hadise kendisine havale edilseydi, İmam’ın verdiği gibi hüküm verirdi. Allah Teâlâ, İmam Mehdi’ye verdiği hükmün Muhammedi şeriat olduğunu bildirir ve Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği naslar var iken kıyası ona yasaklar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mehdi’nin özelli­ğinden söz ederken, ‘İzimi takip eder ve yanılmaz’ demişti. Buradan onun -uyulan değiluyan olduğunu anladık.

Mehdi masumdur ve verdiği hükümde masumiyetinin yegâne an­lamı hata etmemesidir. Çünkü verdiği hüküm peygamberin hükmüdür ve ona yanlışlık nispet edilemez. Çünkü peygamber ‘Arzusundan ko­nuşmaz, sadece vahyi söyler.’133 Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisinde bulunduğu bir yerde kıyas yapmak da caiz değildir. Keşif ehlinin nez­dinde peygamber mevcuttur ve onlar hükmü peygamberden alır. Bu nedenle sadık fakir, bir mezhebe bağlı değildir ve gördüğü peygambe­re uyar! Peygamber ise inen vahye uyar. Böylece sadık ariflerin kalple­rine hadiselerin hükmünün bilgisi Allah Teâlâ’dan iner. Allah Teâlâ onlara söz ko­nusu hükmün peygamberin getirdiği hüküm olduğunu bildirir. Şekilci bilginlerin ise böyle bir mertebesi yoktur, çünkü onları makam sevgisi, başkanlık duygusu Allah Teâlâ’nın kullarının önüne geçme ve sıradan insanla­rın onlara muhtaç olduğunu görme arzusu kaplamıştır. Onlar kendile­rini felaha çıkartamadıkları gibi onlara uyarak da kurtuluşa çıkılmaz.

Kadılık, şahitlik, muhtesiplik, müderrislik görevlerine talip olan zama­ne fakihlerinin durumu budur. Onların içinde dinin hükümlerine ria­yet edenler, cübbelerinin eteklerini toplayarak insanları çekingen bir halde çaktırmadan gözlerler, onları gören insan zikrettiklerini zannet­sin diye dillerini sürekli oynatırlar. Konuşurken anlaşılmaz kelimeler kullanırlar ve lafı dolandırırlar ve kendilerini beğenme duygusu onlara hakimdir. Kalpleri ise kurtların kalbi gibi (hırsla doludur). Allah Teâlâ böyle insanlara bakmaz. Onların içinden şeytanın arkadaşı olanların değil, dindarların hali böyledir! Allah Teâlâ’nın böyle insanlara hiçbir ihtiyacı yok­tur. Onlar insanlar için yumuşak ve nazik bir üslup takınırlar. Gerçekte onlar açıklığın kardeşleri, gizliliğin düşmanlarıdır. Allah Teâlâ onlara döner ve alınlarından tutarak kendilerini mutluluğa ulaştırır.

İmam Mehdi ortaya çıktığında onun yegâne açık düşmanı fakihlerdir, çünkü Mehdi’den sonra onların başkanlığı kalmayacağı gibi sı­radan insanlardan da ayrılmazlar. Ayrıca pek azı dışında, onların hü­kümler hakkında da bir bilgileri kalmaz ve İmam’ın varlığıyla birlikte hükümlere dair görüş ayrılıkları âlemden kalkar. Kılıç Mehdi’nin elin­de olmasaydı, fakihler onun öldürülme fetvası verirlerdi. Fakat Allah Teâlâ Mehdi’yi kılıç ve kerem özelliğiyle izhar etmiştir. Böylece fakihler on­dan hem beklenti içine girerler ve hem de korkarlar ve inanmadıkları halde hükmünü kabul ederler; hatta kabul ettikleri hükmün zıddını iç­lerinde saklarlar. Nitekim Hanefi ve Şafıiler haklarında görüş ayrılığına düştükleri hususta böyle yaparlar. Onların Acem şehirlerinde muhalif mezhep mensuplarını öldürdükleri, aralarındaki çatışmalarda pek çok insanın öldüğü ve Ramazan ayında savaşta güçlü olabilmek için orucu bozdukları aktarılmıştır. Böyle kimseler söz konusu olunca, Mehdi İmam kılıçla onları ezmeyecek olsaydı, onu dinlemez ve zahirde bile kendisine itaat etmezlerdi. Nitekim onlar kalpleriyle Mehdi’ye itaat etmezler; aksine mezheplerinin dışındaki bir hükümle onlar hakkında hüküm verince Mehdi’nin bu hükümde delalet içinde olduğunu iddia ederlerdi. Onlar içtihat ehlinin devrinin geride kaldığına inanırlar. On­lara göre âlemde müçtehit yoktur ve Allah Teâlâ onların imamlarından sonra içtihat derecesine ulaşacak kimse yaratmadı. Şerî hükümleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bildiğini söyleyenler ise onlara göre hayal gücü bozulmuş bir delidir ve böyle birine bakmazlar. Mal ve otorite sahibi olursa, za­hirde malına duydukları tamahkârlıkları nedeniyle veya otoritesinden korkarak ona boyun eğerler; içleri ise böyle insanları inkâr eder.

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamada aşırı gitme ve cömert davran­maya gelirsek, bu da, bütün insanların olmasa da bilhassa İmam’ın gö­revidir. Çünkü Allah Teâlâ onu halkın önüne onların maslahatları için çalış­sın diye imam olarak koymuştur. İnsanlar için çalışmanın neticeleri değerlidir. Hz. Musa hikâyesinde imam için örnelder vardır. Hz. Musa ailesine ateş bulmak amacıyla yürümüştü. Aile o ateşle ısınacak, tabii olarak ateşle karşılanacak ihtiyaçlarını karşılayacaklardı. Hz. Musa ateş aramaya giderken, başına gelecek şey hakkında bilgiye sahip değildi. Aile için ateş aramanın neticesi Hz. Musa’ya Rabbinin kelamını izhar etmiş, Allah Teâlâ onun ihtiyacı vesilesiyle kendisiyle konuşmuştu. Görünüş­te ateşti o ve Allah Teâlâ bu işi onun aklına getirmemişti. Bundan daha bü­yük ne olabilir ki? Hz. Musa için vahiy, ailesinin ihtiyaçlarını karşıla­mak üzere çalışırken gerçekleşmiş, Allah Teâlâ ailesinin ihtiyaçlarını karşıla­mada bulunan fazileti ve erdemi kendisine öğretmiş, Musa’nın da onla­rın hakkını yerine getirmek üzere hırsı artmıştır. Bu durum, aile için çalışmanın Allah Teâlâ katındaki değerini gösteren bir uyaridır, çünkü onlar her durumda Allah Teâlâ’nın kullarıdır ve bu görev onlara yüklenmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Erkekler kadınlar üzerinde derece sahibidir.’134 Böylece kendi­sini öldürmek isteyen düşmanlarından kaçması, Hz. Musa’ya hüküm ve peygamberlik rütbesi kazandırmıştı. Hz. Musa’dan haber verirken Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizden korkunca kaçtım, Rabbim de bana hüküm verdi ve beni nebilerden yaptı.’135 Öyleyse aile için çalışmak ve onların ihtiyaçla­rını yerine getirmek, Hz. Musa’ya Allah Teâlâ’nın kelamını kazandırmıştı bu­nun hepsi, hiç kuşkusuz, çalışmak demekti. Çünkü kaçan insan kaçar­ken hayvani bir özellik izhar ederek kurtulma arzusuyla düşmanlardan kaçar. Bunun yanı sıra nefs-i natıka’nın tedbir ve mülkünü baki kılmak ister. Hz. Musa hayvani nefsiyle kaçarken, bedeni yöneten nefs-i natıka uğruna çalışmıştı. Bütün adil imamlar, kendi adlarına değil, başkaları uğruna çalışmak üzere hareket ederler. Bir hükümdarı halkını ve onla­rın muhtaç olduğu işleri bırakıp başka bir işle meşgul görürsen, bilme­lisin Ki, hükümdarlık mertebesi bu davranışıyla o kişiyi görevden almış demektir. Böyle bir hükümdar ile sıradan halk arasında herhangi bir fark yoktur!

Ömer b. Abdülaziz hilafet göreviyle görevlendirildiğinde, insanla­rın ihtiyaçlarını karşılamaktan yorulmuş bir halde dinlenmek üzere kuşluk uykusuna yatmıştı. Bu esnada yanına giren oğlu ona şöyle de­miş: ‘Müminlerin emiri! Sen dinleniyorsun, muhtaçlar senin kapında! Rahatlık isteyen insanların işlerini deruhte edemez.’ Bunun üzerine Ömer ağlayarak, ‘Zürriyetimden beni ikaz ederek Hakka davet eden ve bu hususta bana yardım eden birini çıkartan Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ demiş ve istirahatı bırakarak insanların işlerine dönmüştür.

Hızır da böyleydi. Onun adı Belya b. Melkan b. Faliğ b. Gabir b. Salih b. Erfahşet b. Sam b Nuh’tu. Bir ordudaydı. Komutan, su bula­mayan orduya su getirmek üzere kendisini göndermiş, Hızır ab-ı haya­ta ulaşmış, ondan içmiş ve günümüze kadar yaşamıştı. Hâlbuki Hızır Allah Teâlâ’nın o sudan içene tahsis ettiği hayatı bilmiyordu. Ben Hızır ile İşbiliye’de karşılaşmıştım, bana şeyhlere teslimiyeti ve kendileriyle tartışmamayı tavsiye etmişti. O gün bir şeyhle bir konuda tartışmış, şey­hin huzurundan çıktığımda Huneyye kavsinde Hızır ile karşılaştım. Bana şöyle dedi: ‘Şeyhin dediğini kabul et.’ Ben de şeyhin huzuruna girdim. Ben konuşmaya başlamadan bana şöyle dedi: ‘Muhammed! Benimle tartıştığın her konuda Hızır’ın şeyhlere teslim olmanı tavsiye etmesine mi muhtaçsın?’ ‘Efendim! Bana tavsiyede bulunan Hızır mıydı?’ diye sorunca, o da ‘Evet’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun. İşte bu bir faydadır. Bununla birlikte doğrusu benim size söylediğimdir.’ Aradan bir müddet geçtikten sonra, şeyhin huzuruna girdiğimde tartıştığımız konuda benim görüşüme döndüğünü gör­düm. Bana şöyle dedi: ‘Ben hatalıymışım, haklı şendin.’ Ben de dedim ki: ‘Şimdi Hızır’ın bana teslimiyeti tavsiye ettiğini anladım. Çünkü ba­na senin doğru söylediğini söylememişti. Fakat tartıştığımız konu sana itiraz etmemi gerektirecek bir mesele değildi. Çünkü konu hakkında susulması haram olan meşru bir hüküm değildi.’ Allah Teâlâ’ya şükrettim ve şeyhe hakikati gösterdiği için şeyh adına da sevindim. İşte Allah Teâlâ’nın su­yu içine ihsan ettiği hayat budur. Hızır arkadaşlarına dönerek bu suyu onlara söylemiş, bütün insanlar kendinden içmek üzere su pınarına koşmuş. Allah Teâlâ ise gözlerini perdelemiş, suya ulaşamamışlardı. İşte baş­kası için çalışmanın Hızır’a kazandırdığı buydu. Allah Teâlâ yolunda dost ve düşman olan, O’nun uğruna seven ve nefret edenler de bu kapsama gi­rer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir grubun Allah Teâlâ’ya ve peygamberine karşı taşkınlık edenler babaları kardeşleri, aşiretleri ve çocukları bile olsa onları sevdiklerini göremezsin. Onlar Allah Teâlâ’nın kalple­rine iman yazdığı ve kendinden bir ruh ile desteklediği kimselerdir.’136 Kimse onların Allah Teâlâ katındaki menzilini bilemez. Onların bütün hare­ket ve durmaları, kendileri için değil, Allah Teâlâ adınadır. Onlar, doğaları­nın gerektirdiği şeye karşı Allah Teâlâ’nın mertebesini üstün tutarlar.

Bilhassa belirli bir sürede âlemde muhtaç olduğu gaybın bilgisine gelirsek, bu da dokuzuncu meseledir. Bu dokuz meselenin dışında İmam’m imamlığını yaparken muhtaç olabileceği bir bilgi yoktur. Şöy­le ki: Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Her gün bir iştedir/şe’n137 buyurur. Ayette geçen şe’n âlemin o gün içinde bulunduğu durumdur. Bilindiği üzere, şe’n varlıkta zuhur edince, onu gören herkesçe bilindi­ği de anlaşılır. Bu konuyla ilgili olarak İmam, varlıkta gerçekleşmezden önce Hakkın bir şe’nde meydana getireceği işleri ve iradesini Hakkın bildirmesiyle bilir ve bir şe’nin gerçekleşmesinden önceki günde onu öğrenir. Söz konusu iş ve şe’n halkının menfaatine ise, bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükreder ve ondan geri durur. Genel bir belanın inmesi veya belli şahıslara inecek özel bir bela nedeniyle şe’nde ceza bulunursa, onlar için Allah Teâlâ’ya dua eder, şefaatçi olur ve O’na yakarır. Bunun neticesinde Allah Teâlâ rahmeti ve ihsanıyla belayı onlardan uzaklaştırarak İmam’ın dua ve isteğine karşılık verir. Böylece Allah Teâlâ mensuplarına ulaşmazdan önce İmam’ı o belaya muttali kılar. Sonra Allah Teâlâ, bu şe’nler içinde şahıslar­dan meydana gelen hadiselere ve olaylara İmam’ı muttali kılar ve şahıs­ları hilyeleriyle kendisine tanıtır. Öyle ki, kendilerini görünce, onların gördüğü kişinin aynı olduğundan kuşku duymaz. Sonra Allah Teâlâ’nın Pey­gamberine hüküm vermesini emrettiği şekilde o hadiseye dair meşru hükmü İmam’a öğretir ve o da söz konusu hükme göre hüküm verir ve yanılmaz.

Allah Teâlâ bazı hadiseler hakkında hükmü ona bildirmez ve onun bir keşfi de olmazsa, İmam’m yapacağı iş o meseleyi mubah hükmüne katmaktır. İmam ilahi bir bildirme olmadığı sürece şeriatın bir konu­daki hükmünün mubahlık olduğunu bilmelidir. Çünkü İmam dinde kıyası ve kendi görüşünü kullanmak (hatasından) korunmuştur. Pey­gamber olmayanın kıyas yapması, Allah Teâlâ’nın dini üzerinde bilmediği bir hususta hüküm vermek demektir. Çünkü kıyas illetin sürekliliği de­mektir. Ne bileceksin ki? Belki Allah Teâlâ bir illetin sürekliliğini irade et­memiştir. Bunu irade etmiş olsaydı, peygamberinin diliyle onu açıklar ve sürekliliğini emrederdi. Bu durum, şeriat bir hüküm hakkındaki ille­te dair nas beyan etmesi durumunda böyledir. Hal böyleyken, fakihin kendi başına ve kendi düşüncesiyle şeriatın belli bir nasla zikretmediği bir illet zikretmeden çıkarttığı illet hakkmda ne düşünülebilir? Fakih o hükmü çıkarttıktan sonra kendisini genelleştirir. Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’nın hakkmda izin vermediği şekilde, belirli bir hususta zorlamalı hüküm vermedir. Bu durum Mehdi’yi Allah Teâlâ’nın dini hakkında kıyası kullanmaktan engeller. Bilir ki, peygamberin maksadı ümmetin yü­kümlülüğünü hafifletmektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size verdiğim şeyle beni bırakın’ der, hükümler artar korkusuyla dinde soru sorulmasını nahoş karşılardı. Öyleyse İmam’m nihayette yapacağı iş, hakkmda susulmuş olan ve belli bir hükmü bilmediği konuda asla göre hüküm vermektir (asıl olan mubahlıktır). Allah Teâlâ’nın keşif ve bildirim yoluyla kendisine öğ­rettiği her hüküm, o konuda Muhammedi şeriatın hükmüdür. Allah Teâlâ onu bir vakit mubahın mubah ve son olduğunun bilgisine ulaştırır. Allah Teâlâ halkının maslahatının bulunduğu her şeyi -sırf kendisinden istesin diyeona öğretirken halkına ulaşmasını dilediği her bozukluğun ve fe­sadı da kendisine öğretir ki, onun kalkması için Allah Teâlâ’ya dua etsin. Çünkü bu bir cezadır. Allah Teâlâ, ‘Karada ve denizde insanların yaptıkları ne­deniyle fesat çıktı ki, yaptıklarının bir kısmını tatsınlar, belki dönerler’138 buyurur. Mehdi bir rahmet olduğu gibi Allah Teâlâ’nın peygamberi de rah­mettir. Allah Teâlâ, ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik139 buyurur. Mehdi peygamberin izini takip eder ve yanılmaz. Öyleyse onun da rahmet olması gerekir! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaralandığında şöyle dua et­mekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi: ‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğu­mu bilirsin, bir insan gibi razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ Yani kendim için kızar, razı olurum. ‘Allah Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bed­duamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’

Bu dokuz özellik, Mehdi İmam’m dışında, kıyamete kadar Allah Teâlâ’nın ve Peygamberin halifeleri olan din imamlarında bir araya gelmez. Ni­tekim Allah Teâlâ peygamberi de Mehdi’nin dışında varisi olup izini takip eden din imamlarından hiç birinin yanılmayacağını söylemedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hükümlerinde Mehdi’nin yanılmayacağına şahitlik etmiş­ken, akli delil de peygamberin Rabbinden aktardığı kulları hakkındaki meşru hükümlerde yanılmayacağına şahit olmuştur.

Bu menzildeki ilimlere gelirsek, ahadiyetteki ortaklık, bu menzil­den öğrenilir. Bu durum ‘Rabbine ibadete hiç kimseyi (ahad) ortak koş­ma140 veya ‘0 Allah Teâlâ birdir (ahad)’141 ayetlerinde geçtiği üzere genel or­taklıktır. Allah Teâlâ kendisini ahadiyet özelliğiyle nitelemiştir. Bu sure Hak­kı nitelemiş ve ibadeti herkesten ayrı olarak kendisine tahsis etmiştir. İlahi inzal, bu menzilden öğrenilir. Yazının kelam olmasının anlamı, bu menzilden öğrenilir; kelamın hakikati akıl sahiplerince bilinir. Bu bağlamda kelam hakkında akılcılar arasında görüş ayrılığının bulundu­ğu bir husustur. Eğri söz ile doğru sözün ilişkisi bu menzilden öğreni­lir. Acaba doğru söz eğrisinden hangi özelliğiyle ayrılır? Peygamberle­rin genel ve özel olarak getirdikleri hususlar, bu menzilden öğrenilir. Gerçekte bilgi olup olmadığını bilmeden bir hususta konuşanın duru­mu bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte onun gerçekte bilgi ol­madığını düşünende onun bilgi olduğu hakkında bir bilgi yoktur. Fa­kat o kişi bilir ki Allah Teâlâ’dan başka konuşturan yoktur. Doğruluk ve ya­lan bu menzilden öğrenilir. Doğru söyleyen ve yalan söyleyenlerin du­rumu neye racidir? İnsanın bir şeyi bilmesiyle yükümlülüğü ondan kaldıran durum bu menzilden öğrenilir. Bu durumda insan neftse bir yükümlülük meydana getirip onu neredeyse intihan sevmeye yönelten âdetin etkisini bilir. ‘Rahatlık ilmi’ denilen şey budur ve o özellikle cennetliklerin bilgisidir. Allah Teâlâ dünyadaki bir insana bu konuda fetih ihsan ederse, hiç kuşkusuz, ebedi rahadığı öne almış demektir. Bunun­la birlikte bu nitelikteki bir insan, iyiliği emretmek ve kötülükten sa­kındırmak (emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker) fiilini mertebesince yaparken edebe riayet etmelidir.

Allah Teâlâ’nın özlere cisimler üzerinde cisimlerin süsü olarak gösterdiği şeyler bu menzilden öğrenilir. Kime bazı şeyler çirkin görünürse niçin çirkin görünmüştür? Gördüklerinin hepsini güzel gören onları hangi gözle görmüş, güzel fiillerle ona karşılık vermiştir. Bu bilgi âlemdeki en güzel ve yararlı bilgidir. Bu bilgi bazı kelamcıların hakkında ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur, O’nun bütün fiilleri güzeldir’ dediği şeydir.

Bunlar, Allah Teâlâ’nın fiillerini Allah Teâlâ’nın nahoş görmesinin dışında çirkin bulmayanlardır. Bir fiili çirkin bulmak, kendilerine değil, Allah Teâlâ’ya kal­mıştır. Allah Teâlâ’nın çirkin bulduğu bir şeyi çirkin bulmazlarsa, Allah Teâlâ’ya karşı çıkmış olurlardı.

Allah Teâlâ’nın âleme yerleştirdiği şaşırma amaçlı şeyler bu menzilden öğ­renilir. Bunlar, âdetin aşıldığı şeylerdir. Allah Teâlâ’dan öğrenenlere gelirsek, onlara göre adetteki her şey taaccüp vericidir. Alışkanlık ve adet ehli ise âdetin aşıldığı şeylerde şaşırır. Nefislerin yaratılışından yüce işlere arzu duyması bu menzilden öğrenilir. İşlerin yüceliği neyle öğrenilir. Akılla mı, şeriada mı? Yüce işler nelerdir? Onlar akıllıları kuşatan bir durum mudur, yoksa Zeyd’in yüce işlerden gördüğü bir şeyi Amr aynı nitelikte görmez mi? Böyleyse, yüce işler izafidir. Uzun olanın kısaya girmesi bu menzilden öğrenilir. Bu, büyüğün küçüğe yerleşmesidir. Hakkın yaratıkları hakkındaki hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Bu hükümler ortaya çıktığında veya batın kalınca, zuhur ve batın olmakla nitelenen hakikat hangi hakikattir. Bir insana gelip de kendisinden çıkmasının mümkün olmadığı hayret bu menzilden öğrenilir. Bir işi olduğu durumdan farklı görenin hali bu menzilden öğrenilir. Acaba böyle biri iki durumu bir araya getirebilir mi, getiremez mi? Berzahla­rın genişlik ve zayıflığı bu menzilden öğrenilir. İtidal ve sapmanın kendisinden sapan veya mukabili olan şeydeki etkisi bu menzilden öğ­renilir. Âlemdeki haller bu menzilden öğrenilir. Onların âlemin dışında bir etkisi var mıdır, yok mudur? İnsan-ı kâmilde değerli olan şey bu menzilden öğrenilir ki ondan üstünü yoktur. Acaba içinde bulunduğu makamın gerektirmediği bir hali meydana getirecek kadar değerli olan bu şey neyden kaynaklanır? Bu bilgi müşahededen veya fikirden mi meydana gelmiştir? Müvekkilin malında tasarruf izni verilen vekil mü­vekkilin malında bütün yönlerden tasarrufta bulunabilir mi, yoksa şeri­atın belirlediği üzere sınırında duracağı bir sınırı var mıdır?

. Velilerin makamlarını gizlemeyi talep etmesinin hikmeti bu men­zilden öğrenilir. Nebiler ise öyle değildir. Talimde siyaset bu menzil­den öğrenilir. Öyle ki, muallim bilgiyi onun farkında olmadığı bir yönden kendisine ulaştırır. Öğrenen kimse, kendisinde meydana gelen bilgiyi öğretenin vermek istediğinin farkında değildir. Bu nedenle öğ­renci hocaya şöyle der: ‘Senin davranışından şunu bunu öğrendim ve sahih bir bilgi öğrendim ki o da şudur.’ Öğrenci öğrendiği meselenin hocanın kastıyla gerçekleşmediğini zanneder. Hâlbuki öğretme hoca­nın kastıyla gerçekleşmiştir. Öğrenci ise Allah Teâlâ’nın verdiği zekâ ve ustalık nedeniyle sevinir, çünkü o kendi zannınca, üstadının öğretme amacı taşımadığı bir şeyi onun hareketinden ve davranışından öğrenmiştir.

Keşif ilimlerinden bir mesele bu menzilden öğrenilir, şöyle ki: Ke­şif sahibi, bir kişi veya bir cemaat olsa bile gayb adamlarından biri sohbet ederken onlarla beraberdir. Gayb adamı olan bu kişi, onların haberlerini genele aktarır. Bu sayede insanlar, halvette toplanmış bir cemaatin veya bir kişinin sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceğini şekilde içinden konuşmuş olduklarını kendi nefislerinden öğrenirler. Söz konusu ce­maat veya o kişi halvetten dışarı çıkar, insanlara onların veya onun yal­nız başına konuştuğu bir meseleyi duyduklarını ve aralarında sohbetini yaptıklarını duyar.

Afrika şehirlerinden Tunus’ta Camiin doğu tarafındaki İbn Müsenna maksuresinde birkaç beyit yazmıştım. Bu beyideri tarihini benim bildiğim bir tarihte ikindi namazı vaktinde yazmıştım. Şiirleri yazdığım Tunus’tan İşbiliye’ye geldim. İki şehir arasında kafileyle üç aylık yol vardı. Bir adamla karşılaştık, adam beni tanımıyordu ve bana beyideri okudu. Hâlbuki ben o beyideri kimseye yazdırmamıştım. ‘Bu beyider kime aittir?’ diye sordum, ‘Muhammed b. Arabi’nindir’ dedi ve adımı verdi. Ben de ‘Sen bunları ne zaman ezberledin?’ diye sor­dum. Bana şiirleri yazdığım tarihi ve aradaki mesafeye rağmen o za­manı söyledi. Ben de ‘Onları sana kim okudu da ezberledin?’ dedim. Adam şöyle dedi: ‘Bir gece yolda bir cemaat içinde İşbiliye’nin doğu­sunda oturuyordum. Garip bir adam bize geldi. Adamı tanımıyordum, yolcuya benziyordu. Yanımıza oturdu ve bizimle sohbete başladı. Son­ra bu beyideri bize okudu. Biz de çok beğendik ve onları yazdık. Adama ‘Bunlar kime aittir?’ dedik ve o da ‘falana aittir’ diyerek, adımı vermiş. Biz de ona, ‘Orası İbn Müsenna’nın maksuresidir, onun bel­demizde olduğunu bilmiyorduk’ dedik. Adam şöyle dedi: Tunus camiinin doğusundadır. Falan saatte bu şiirleri yazdı ve ben de kendisinden bunları ezberledim.’ Bunları söyledikten sonra kayboldu. Ne yaptığını ve yanımızdan ayrılıp nereye gittiğini bilmiyoruz, bir daha da kendisini görmedik.

İşbiliye’de Adis camiindeydim, vakit İkindi idi. Bir şahıs bana ta­savvuf ehlinin büyüklerinden birisinden söz etti. Onunla Horasan’da karşılaşmış. Bana onun fazilederini anlattı. Bir anda şahıs karşımda du­ruyor ve bize yakın bir haldeyken ona bakıyordum. Yakınımdaki şahıs­lar onu görmüyordu. Adam bana şöyle dedi: ‘Horasan’da karşılaştığını sana anlattığı adam benim.’ Ben de bana hadiseyi anlatan adama şöyle dedim: ‘Horasan’da gördüğün adamın özelliklerini hatırlıyor musun?’ Adam ‘Evet’ dedi. Ben de gördüğüm özellik ve yaratılışındaki hilyeyle onu tavsife başladım. Adam şöyle dedi: ‘VAllah Teâlâi! O adam tam da senin tavsif ettiğin gibiydi. Onu gördün mü?’ Ben de şöyle dedim: ‘Şurada oturuyor, hakkında verdiğin haberleri bana doğruluyor, ben onu sana nitelerken, kendisine bakıyordum, o da bana kendisini tanıtmıştı.’ Aynlana kadar benimle birlikte durdu. Sonra ayrıldı ve onu bulamadım. Bana okuduğu şiirler ise şunlardır:

İbn Müsenna maksuresi Manada geceledim orada

Tunus’un yakınında bir yerde Arzuyla topladıklarını sundu

Çıkardım cübbemi orada Cisim benden ayrılmıştı

Vuslat diledim ona Meyve dererken görünce onu

İkram etti bana hayret ettim Dolu dallarını

Dedi ki sen bir yolcusun Ey adam bunlar sana

Arzudan eridim ve de üzüntüden Vecdimden ve hüznümden öldüm gittim

Çocuğa Ahmed b. İdrisî denilirdi ve şehrin tacirlerindendi. Baba­sı, salihleri seven ve onlarla oturup kalkan iyi bir adamdı. Allah Teâlâ onu razı olacağı işlere ulaştırmıştı! Aramızdaki bu görüşme 590’da gerçek­leşmişti. Bugün 635’teyiz.

Övülen ve kınanan cedel, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya dayanan bir Müslüman kesin bir keşfe dayanan bir konuda tartışmalıdır, yoksa teorik fikir ve düşüncesinden hareketle tartışma yapmamalıdır. Tartış­tığı konuyu müşahede ediyor ise, o konuda cen güzel üslupla’ tartışabi­lir. Bununla birlikte daha öncesinde tartışma yapması Allah Teâlâ tarafından kendisine emredilmiş olmalıdır. Emre muhatap olmamışsa, serbest ha­reket eder. Başkasma bu konuda bir hayır vereceğini anlarsa, ‘cedel’ yapması teşvik edilir. Dinleyicilerin kendisini işiteceğinden umutsuzsa, susmalı ve cedelden uzaklaşmalıdır. Cedel yaparsa, Allah Teâlâ katında dinle­yenlerin helak olması için çalışmış demektir.

‘Allah Teâlâ’nın izniyle ben müminim’ ifadesinin durumu bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte bu esnada içinden mümin olduğunu bilir. Bu, faydası büyük bir ilimdir; onu inceleyen, Allah Teâlâ karşısında edebi de öğrenir. Bunu söyleyen, Allah Teâlâ’nın kendisini yerleştirdiği bağlamı aşma­mışsa, edepli davranmış demektir. Bu yeri aşıp bir sınırda durmazsa, Allah Teâlâ karşısında edepsizlik yapmış olur, üstelik herhangi bir talebine ulaşmış olamaz. Önce bilip sonra unuttuğun bir şeyi sana hatırlatan şey, bu menzilden öğrenilir. Zamandaki artış ve fazlalaşmanın nedeni, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ay, bazen yirmi dokuz olur’ demiş. Bunu eşlerinden Hz. Ayşe’ye karşı yemin ettiğinde söylemişti. Bu dini hüküm neye göre hesaplanır? ‘Ay5 denilen en aza göre mi, yok­sa en çoğa göre mi?

Allah Teâlâ ehlinin sohbetini kendilerini iman kuşatmış olsa bile Allah Teâlâ’dan gafil olanlara tercih etmek bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın ce­lali karşısındaki davranış, bu menzilden öğrenilir. Alemi razı etse de kızdırsa da durum böyledir. Sular bu menzilden öğrenilir. Bu, garip bir bilgidir ve içip de sudan kananın ne zaman gerçekleşeceği bu men­zilden öğrenilir. Çünkü suyun bir kısmı kandırırken bir kısmı kandır­maz. Bu su, Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisinden canlı yarattığı sudur. Bütün sular böyle midir, yoksa sular arasında belli bir özelliğe sahip olandan mı söz etmekteyiz? Allah Teâlâ’nın kendisinden (insanı) yarattığı kokuşmuş suyun özeliği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘İnsanı kokuşmuş bir sudan yarattı142 buyurur. Allah Teâlâ’nın Mutlu yaptığı kimseyle bedbaht yaptığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Dünyanın kendisindeki du­rumu bu menzilden öğrenilir. Onun hayatı ve süsü nedir? Baki olan, fani olan ve âlemde beka ve fenayı kabul eden şeyler bu menzilden öğ­renilir. Sonsuz olanın ihatasızlıkla nitelenmesi, bu menzilden öğrenilir. Çünkü onun varlığa girmesi mümkün değildir. Cinlerin halleri ve Hakkın onları katından indirdiği şeriatlarla yükümlü tutması, bu men­zilden öğrenilir. Bu durum Hakkın kendiliğinden onları yükümlü tut­tuğu bir yükümlülük müdür? Yoksa onlar bunu kendilerine zorunlu kılmış, Hakk da o şeriatla -tıpkı nezir gibionları yükümlü mü tutmuş­tur? Fiil ve meful arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Fiilde yar­dımı kabul eden bu menzilden öğrenilir? Milel ve nihai bu menzilden öğrenilir. Hakk ediş bu menzilden öğrenilir. Kendisini bilmenin fayda vermediği bilgi bu menzilden öğrenilir. Garip bilgiyi nefislerin niçin kabul ettiği ve başkasından daha çok ona niçin yöneldiği bu menzilden öğrenilir. Yüz çevirende bilgi olarak kalmasına rağmen, bilgiden yüz çevirmenin geçerli olduğu durum bu menzilden öğrenilir. Bazen in­sandaki kuşku bilgiye zarar verir. İnsan onun bilgi olduğuna inancını yitirene kadar bilgiden yüz çevirmez. Muhakkik alimlere göre bu hu­sus, en gizli ilimlerdendir. Kalp gözü ile perdeler olmasaydı kendilerini idrak edebileceği şeyler arasına giren perdeler bu menzilden öğrenilir. Hilim nedir ve af ile arasındaki fark nedir, bu menzilden öğrenilir, elGafur ve er-Rahim arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Acaba bu isimler el-Halim ile el-Afuvv arasında berzah mıdır? Bu. ikisinin bunda bir hükmü var mıdır, yok mudur? İşlerin Allah Teâlâ katındaki miktarlarını aşmaması bu menzilden öğrenilir. Büyüklerin fiillerinde ‘Allah Teâlâ dilerse’ demekten gafil kalmasının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Bu büyük­lere misal olarak, Süleyman peygamber ve Hz. Musa vs. kimselerin du­rumunu verebiliriz. Gerekeni gereken kimseye çevirmek bu menzilden öğrenilir. Bu, ilimlerin faziletlisidir. Bunu bilmek insanı rahata kavuş­turur ve itirazı ortadan kaldırır. ‘En iyisini bilen Allah Teâlâ’dır.’

İnsanın kendinde görünce övüp başkasında görünce kınayıp inkâr ettiği şey (ve bunun nedeni), bu menzilden öğrenilir. Âlemler arasında durmak ve orada duranın hali bu menzilden öğrenilir. Hakkın her şeyi bir sebepten yaratmış olduğu ve dolayısıyla sebepleri ortadan kaldır­manın bilgisizlik demek olduğu bu menzilden öğrenilir. Sebepleri kal­dırdığını iddia eden kimse, onları yine sebepler vasıtasıyla kaldırmış demektir. Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi veya varlığın halinin verdiği bir şeyin kalkması mümkün değildir. Ortadan kalkması mümkün olan alışagelmiş sebepler ile ortadan kalkması mümkün olmayan makul se­bepler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katında kendisine ait olan şeyi Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ihtiyat edinenin durumu bu men­zilden öğrenilir. Kuşkuları delil kabul etmek ve onların kuşku olmasın­dan insanları körelten sebep, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ kullarından kıyamette ihmal edilecek olanlar ve olmayanlar, bu menzilden öğreni­lir. Seçkinlerin kim olduğu bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar