YİRMİ BEŞİNCİ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Arifin Daha Aşağı Mertebede Bulunana
Bilmediğini Havale Etme Menzilinin Bilinmesi; Arifin
böyle davranmasının nedeni kendisine bir şey öğretme gücüne sahip olmadığını
bildirmektir. Onun Bâri Teâlâ'yı neşelenme ve ferahlamaktan tenzihi
hakkındadır
Hesap için teraziler konuldu Kitabı
söyleyen bildirdi onu
Hata bulunmayan bir kitap Mürekkep
yok iktisap yok
Sıfatlar veya na’tlar yok Gidiş yok
dönüş yok
İşlediği günah nedeniyle tövbe
ederse Tövbe etmiş olarak onu karşılar
Kaderlerde ondan şükür talep et Ev
içi gibi kapalı yerlerde
Bu menzil aklî tevhit menzilidir,
bununla ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur’ diye ifade edilen fiillerin
tevhidini kastetmekteyim. Bu menzil değerli bir menzildir.
Bilmelisin ki, âlem yokluğu halinde
varlığı zorunluyu müşahede eder, çünkü âlem, cevheri sabit olduğu halde sürekli
yokluktadır ve varlığını yokluğuna tercih etmek gerekir. Hakk onu yokluğu
halinde duyma ve kendisine itaat özelliğiyle nitelemiştir. Bu nedenle ‘müşahede’
fiilini âleme izafe etmek olmayacak bir iş değildir ve yine bu nedenle mümkünlerden
herhangi birisi var olduktan sonra da O’nu inkâr etmemiştir. Bütün âlem içinde
sadece insan, bazı varlıkları Hakka ortak koşmuştur. Hakka ortak koşan bu
insanlar doğa perdesinin baskın geldiği kimselerdir. Bunun nedeni ise asıl
itibarıyla insanın gördüğü bir rabbin sözünü dinlemek, O’na itaat etmek ve
ibadet etmek alışkanlığında olmasıdır. Hâlbuki doğa perdesi bu ibadet edilen
mabudu insana görünmez Hakk getirmiştir. Bu durumda doğanın hakim olduğu
insan, gördüğü ve müşahede ettiği varlıklardan bir kısmını ilah edinir. Bunlar
ya göksel âlemden -yıldızlar gibiya da aşağı âlemden -unsurlar gibiveya
onlardan türeyen şeylerden ibarettir. Böylece insaiı (asıl itibarıyla) itiyadı
olduğu üzere görerek ve nefsinin dinginleşmesiyle ona ibadet eder ve ilah
edinilen o şeyin Hakkı gördüğünü ve kendisinden Hakka daha yakın olduğunu
zannederek kendisini de Allah Teâlâ’ya yaklaştırsın diye ona hizmet ve ibadet
eder. Nitekim Allah Teâlâ puta tapan insanların şöyle dediğini bildirir: ‘Biz
onlara ibadet etmiyoruz-’1 Yani ilah edinilen
putlara tapmıyoruz. ‘Sadece bizi Allah Teâlâ’ya daha çok
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.’2 Müşrikler tapma
gerekçesini ‘zülfa’ kelimesiyle pekiştirdiler. Onların bu inançları teorik
araştırmaya ve içtihada dayanırken sonra indirilmiş-ilahi şeriatların
sahiplerini görürler.
Şeriatları getiren peygamberler,
insanlara secdeyi, yüzleri yere koymayı, rükûyu, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak
gayesiyle belli bir yöne yönelmeyi, ‘Allah Teâlâ’nın eli’ olduğunu söyledikleri
bir taşı öpmeyi şart koşmuşlardır. Bunların yanında yaratılmış bazı işaret,
alamet ve şiarları Allah Teâlâ’ya izafe etmiş, onlara hürmet etmemizi emretmiş,
bu saygı ve hürmeti, yani söz konusu alamet ve şiarlara saygı göstermeyi
kalplerin takva duygusuna sahip olduğunun işareti saymış, bizden böyle bir
tazim ve hürmet ortaya çıktığında mutluluğumuzu ona bağlamışlardır. İndirilmiş
şeriatlarda gördükleri bu husus putperestlerin kendiliklerinden kabul edip
ortaya koydukları ilahlara ve şeriadara olan itimatlarını artırmış, yaratıkları
içinde ‘Allah Teâlâ adına’ konulmuş şiarlar ile yaratıkların kendileri için
koydukları şiarları ayırt etmemişlerdir. Bizim sözümüz, akılla hareket eden
ilk önderlere yöneliktir. Söz konusu önderler bu varlıkları ‘Allah Teâlâ’ya
daha çok yaklaşmak üzere’ mabud olarak ortaya koyan ilk akılcılardır. Sonra
ilahi şeriatlarda içtihat eden müçtehidin -ister hata etsin ister doğruya
ulaşsıngenel anlamda sevap alacağını duymuş, bununla aklanmışlardır. Müçtehit Allah
Teâlâ’nın ihsan ettiği istidat ölçüşünce -kendi zannıncaiçtihada ve araştırmaya
tüm gayretini harcadıktan sonra (ister hata etsin ister isabet) kesinlikle
sevap kazanır. Bu aldanmanın neticesinde (müçtehidin durumuna kıyaslayarak)
gerçekte burhan olmayan delilleri araştırdıkları konu hakkmda burhan
zannetmişlerdir. Binaenaleyh onlar, gerçekte, kendi inançlarına ve zanlarına
bağlı bir burhandan hareket ederek taptıkları şeyleri ilah edinmişlerdir. ‘Allah
Teâlâ ile birlikte başka bir ilaha dua eden ve burhanı olmayan kimse’3 ayetinde bu husus belirtilir. Yani
kendi zannınca demektir. Ayet, kendi düşüncesine göre burhana sahip olanın
cezalandırılmayacağını gösterir. Böyle bir insan burhanı araştırırken yanılsa
bile, kaşıdı hata etmemiş, gerçekte bulunduğu durumda doğruya ulaşmayı
amaçlamıştır.
Bütün bunların dayanağı ve aslı,
görünmeyen (bir ilaha) ibadet etmemektir. Çünkü insan asıl itibarıyla böyle bir
alışkanlık edinmemiştir. Bu nedenle Cebrail (a.s.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e ve sahabesine kendiliğinde gerçeği öğretmek üzere bedevi kılığında
gelmiştir. Gittikten sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahabesine
‘Bu adamın kim olduğunu biliyor muşunuz?’ diye sormuş. Başka bir rivayette ise
şöyle demiş: ‘Onu geri döndürün.’ Aramışlar, fakat bulamayınca Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘O, Cebrail’di, insanlara
dinlerini öğretmek üzere gelmişti.’ Cebrail’in sorduğu sorulardan birisi
‘ihsan nedir?’ şeklindeydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu soruya
cevap olarak şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi ibadet etmendir.’
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem biliyordu ki, görmeden ibadet
etmek, nefse ağır gelir. Sonra sözünü tamamlayarak şöyle demiş: ‘Sen Allah Teâlâ’yı
görmesen bile, O seni görmektedir.’ Yani Allah Teâlâ’nın seni gördüğünü
aklında tutmalısın! Bu, perde ardından müşahede ve görmenin başka bir türüdür:
Bilirsin ki ibadet ettiğin varlık O’nu görmediğin yönden seni görüyor ve
duyuyor!
Şeriatın bu hususlarda bize getirdiği
bilgiler, puta tapanların aldanmasına yol açan ve (bir yorumla) dayandıkları
ifadelerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onunla
pek çok kimseyi sapıtır, pek çok kimseye hidayet eder.’4 Başka bir ayette ‘Dilediğini
saptırır, dilediğine hidayet eder’s buyurur.
Bu iki insan grubu, araştırmasında doğrudan nasiplenenler ile yanlışa
düşenlerdir.
Bütün bunların içeriğinden şu sonuç
çıkmıştır: İbadet ancak görünen bir şeye veya görünür gibi olana yönelir,
görünmeyene yönelmesi mümkün değildir. Bu da Allah Teâlâ’nın gizli rahmeti ve
lütfunun bir neticesidir. Zikrettiğimiz grupların dışında kalanlar
taklitçilerdir ve bu nedenle onlar bedbaht olur. Bununla birlikte Allah Teâlâ
-kendilerine yönelik rahmetindenonlar için de şeriatında bir dayanak
belirlemiştir, onlar da buna dayanırlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyorsanız,
zikir ehline sorun.’6 Zikir ehli
Kuran ehli demektir, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz
zikri indirdik.’7 Kastedilen
Kuran’dır. Bunlar içtihat yapanlardır ve bir kısmı hata ederken bir kısmı
isabet eder. Taklitçi gerçekte içtihat ehli olduğu halde içtihadında yanılan
birisine fetva sorar ve verilen fetvaya göre amel ederse, sevap kazanır. Çünkü
ona sormak emredilmiş, o da sormuştur. Taklitçiler ve itikad hakkında yanılan
akılcılar, Allah Teâlâ’dan başkalarının ilah edinilmesi hakkındaki fetvalarında
istidatları ölçüsünde teorik araştırmaya hakkını vermiş olmakla (bir dayanağa)
istinat etmişlerdir. Araştırmayı hakkıyla yapmazlarsa, Allah Teâlâ insanı
yapamayacağı bir işle yükümlü tutmaz; yapabileceği ise kendisinde yaratılmış
istidada bağlıdır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti
hem önderleri hem uyanları kuşatmıştır: Âlemde sadece birleyen vardır. Başka
bir ifadeyle sadece Bir’e dayananlar vardır.
Bu vesileyle şirkin ne olduğunu ve
müşrikin niteliklerini açıklamış oldum. Allah Teâlâ onları bir yönden mazur
sayarak şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmeyin. O bütün günahlara mağfiret eder.’8 Bu durum, bir günaha kalkışan
kişinin onun günah olduğuna manması halinde geçerlidir. Hal böyleyken, günah
işleme kastı olmaksızın kendisindeki bir kuşku nedeniyle bir şeyi Hakka
‘yakınlık’ vesilesi edinenin durumu nasıl olabilir? Böyle biri mağfirete daha Hakk
sahibidir. ‘Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz’9 ayetinde belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’nın
kendisine ortak koşanları katiyede cezalandırmasına gelirsek, hal karinesi
bunun açık olduğunu gösterirken dil yönünden meseleye yaklaşırsak bu husus
vaki görünmektedir. Çünkü Allah Teâlâ şirk koşanlar hakkında şirki örtmemiş,
aksine onlar şirki açıktan yapmışlardır. Öyleyse ayet, varlıkta gerçekleşen
şirkin zuhuru ve Allah Teâlâ’nın onun dışındaki şeyleri -diledikleri
adınagizlemesiyle ilgili bir durumu bildirir. Çünkü cenneti niteleyen bir
hadiste yer aldığı gibi orada kimsenin görmediği ve kimsenin aklına gelmeyen
bazı nimetler vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Cennette hiçbir gözün görmediği veya hiçbir kulağın duymadığı veya hiçbir
beşerin kalbine gelmeyen şeyler vardır.’ Fakat hal karinesi müşriklerin
katiyetle cezalandırılacağını gösterir.
Allah Teâlâ cezalandırdıktan sonra
onların durumunu zikretmemiştir. Cezalandırma din gününde -ki ceza demektirhad
cezasının uygulanması demektir. Böylelikle müşrikler, bir kısmı ilahlarıyla
birlikte olmak üzere, ateşe girerler. İlahların da onlarla birlikte ateşe
girmesinin nedeni, ilahların Allah Teâlâ karşısında kendilerine fayda
vermeyeceğini kesin olarak görmelerini sağlamaktır, çünkü onlar, ilahları kendi
düşünceleriyle ilah edinmişler; yoksa ilahi bir yasayla ilah edinmemişlerdir.
Dostum! Allah Teâlâ’nın adaletine ve
ihsanına bak! Her durumda hamd Allah Teâlâ’yadır. Bu hamd, sahih bir hadiste
geçtiği üzere, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yaptığı hamddir.
Müşrik olsun veya olmasın herkes bu hamdi yapar. Çünkü müşrik, daha önce belirttiğimiz
gibi, azamet ve büyüklüğü Allah Teâlâ’ya tahsis etmiş, ilahları perde ve siper
edinmişti. Başka bir ifadeyle müşrikler ilahlara sadece Allah Teâlâ uğruna
ibadet etmişlerdi. Allah Teâlâ hakkında yanılmış olsalar bile, yanılma sadece mutlak
birlikle ilgilidir. Öyleyse onlar da Allah Teâlâ’ya hamd eden kimselerdir.
Çünkü onlar azametini birleyerek ve kendisini bu perdelere tercih etmekle Allah
Teâlâ’yı överler. Akimı Allah Teâlâ’nın bol ve geniş rahmetine ver! Allah Teâlâ
o rahmeti bütün yaratıklarına yaymıştır. Böyle yaparsan Allah Teâlâ’nın
izniyle doğruya ulaşırsın.
İlahi şeriatları kabul eden
insanların veya başkalarının Allah Teâlâ hakkındaki inançlarındaki görüş
ayrılıklarına gelirsek, Allah Teâlâ hatalarından dolayı o insanları
cezalandıracak olsaydı, hakkında inanç sahibi olan herkesi cezalandırması
gerekirdi. Çünkü herkes rabbini kendi bakışıyla ve teorik düşüncesiyle
sınırlamış ve daraltmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya yakışık olan mudaklık ve
sınırsızlıktır. ‘Her şeyin melekûtu O’nun elindedir.’10 Öyleyse Allah Teâlâ sınırlar, fakat
kendisi sınırlanmaz. Yine de Allah Teâlâ herkesi bağışlamıştır. Kim hakikati
bulmak ve ona hakkını vermek istiyorsa, Allah Teâlâ ona genişliğini ve
kuşatıcılığını öğretir. Böyle bir insan öğrenir ki Allah Teâlâ, hakkında inanç
besleyen herkesin inancındadır ve her inançta müşahede edilendir. Allah Teâlâ
herhangi bir inanç sahibinin inancında bulunmazlık etmez. Çünkü herkes kendi
inancını O’na bağlamıştır. ‘O her şeyi görendir/her şey ile
görünendir:11 Bu bilginin
sahibi Hakkı sürekli ve her surette görerek (herhangi bir surette) O’nu inkâr
etmez. Hâlbuki Hakkı sınırlayan insan (bazı suretlerde) O’nu inkâr edebilir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ, kendisini tenzih veya teşbih ederek sınırlayan
din önderlerini de bağışlamıştır.
Allah Teâlâ’nın müşrikler lehinde
Peygamberine karşı şahidiğine bakınız! Allah Teâlâ, ‘Onlara kendilerini kimin
yarattığını sorarsan, ‘Allah Teâlâ’ diyeceklerdir’ buyurur. Bu garip bir
uyarıdır. Onlara ‘Rahman’a secde edin’12 denildiğinde, onun varlığını
görmemişler ve O’nu ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirilen olarak görmüşler, O’nun
Rahman denilenin aynı olduğunu anlamamışlardı. Müşrikler Rahman’ı da Allah
Teâlâ’ya ortak zannetmiş, buna tepki göstererek inkâr etmişler, fakat daha önce
ifade ettiğimiz gibi ilah edinenler hakkında bu durumu inkâr etmemişlerdi.
Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındailah saydıkları şeylerin adlarını biliyor, bu
adlarıyla birlikte gerçekte ilahlıkta O’nun benzeri olmadığını biliyorlardı.
Onlara göre Allah Teâlâ biricik büyük ve azametli olandı. Kendisini
görmeksizin Rahman’a secdeye çağrıldıklarında şöyle demişlerdi: ‘Rahman
da nedir? Bize emrettiği şeye secde mi edeceğiz. Bu onların kaçmalarını artırdı:13 Çünkü onlar gaybte bir ilah
bulunduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘İster
Allah Teâlâ’ya dua edin ister Rahman’a dua edin, hangisine dua ederseniz en
güzel isimler O’tıundur:14 Bu ayet
üzerine müşrikler büsbütün şaşırmışlardı, çünkü onlar, her birisinin güzel
isimleri olsa bile Rahman denilenin Allah Teâlâ denilen olduğunu zannetmiyorlardı.
Çünkü Allah Teâlâ basiret gözlerini köreltip perdelerini kalınlaştırdığında,
haklarında indirilen şeyle neyi kastettiğini bizzat Allah Teâlâ’dan
öğrenmemişlerdi. Allah Teâlâ bir isimlendirilen talep eden bir isim kendilerine
getirdiğinde bu durumu onlar adına bir dayanak ve mazeret yapmıştır. Allah
Teâlâ ehli ve seçkinleri söz konusu isimlendirilene ait alameti tanımış, fakat
müşrikler onu tanımamıştı.
Allah Teâlâ ve Rab ve Rahman ve melik
Hepsinin hakikati zatta ortak
Hakikat bir, hüküm ortak
Cisinı, ruhlar ve felek ortaya çıktı bunun için
Hepsi Yaratanımızla aramızda araç Bu
nedenle idrak edilirler
Rahman’ın bütün nebileri bunu
getirdi Melik’in gönderdiği kitapla birlikte
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı
bilmenin iki yolu vardır: Birincisi şeriatın gelmesinden önce aklın tek başına
Hakkı idrak ettiği yöntemdir. Bu yöntemde bilgi O’nun ilahlığındaki birliği,
ortağının olmadığı ve varlığı zorunlu bir ilahın sahip olması zorunlu
niteliklerle sınırlıdır. Bu bilgi Allah Teâlâ’nın zatını bilmeye varmaz.
Aklıyla Allah Teâlâ’nın zatını bilmeye kalkışan insan, hiç kuşkusuz, aciz
düşülecek bir şeyi bilmeye kalkışmış, edepsizlik yapmış, kendisini büyük bir
tehlikeye atmıştır. Bu yöntem Hz. Halil İbrahim’in hakkında ‘Yazık
size! Allah Teâlâ’yı bırakıp neye ibadet etmektesiniz, aklınız yok mu?’15
ayetinde kullandığı yöntemdir. İbrahim peygamber kavminin dikkatini şuna
çekmiştir: İlahlığında yegâne olması itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek, aklın
idrak edebileceği hususlardan birisidir. Başka bir ifadeyle Hz. İbrahim
kavmini sadece akılla incelenebilecek bir şeyi araştırmaya yönlendirmişti. Bu
araştırma sayesinde insan gerçeği olduğu hal üzere teorik düşüncesiyle öğrenir.
Allah Teâlâ’yı bilmedeki diğer yöntem
-sabit olmasından sonra ortaya çıkanşeriat yöntemidir. Şeriat önce aklın
getirdiği bilgiyi getirir. Bu bilgi Yaratanın birliğini ispat ve O’nun zorunlu
nitelikleri hakkındadır. Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili diğer bilgi zatında
bulunduğu halde O’nu bilmektir. Akıl kendi deliliyle şeriatı getiren
peygamberin Rabbinden Allah Teâlâ ile ilgili aktardığı haberlerde doğru sözlü
olduğunu ispatladıktan sonra Allah Teâlâ’yı tavsif eder. Bununla birlikte ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’16 O’na misal
verilemez, aksine misalleri veren O’dur. Çünkü O bilir, biz bilmeyiz.
Böylelikle peygamber Allah Teâlâ’ya bir takım özellikleri izafe eder: Bunlar
aklın kendi deliliyle O’na nispet edemeyeceği fakat masum olduğu aklî delil
tarafından kabul edilen birisi tarafından getirildiğinde reddetmesinin mümkün
olmadığı özelliklerdir. Bu durum aklı iki yöntem arasında hayrete düşürür: Her
iki yöntem de doğrudur ve herhangi birisinin kınanması mümkün değildir.
Akılcıların bir kısmı tenzih yolunu seçerek (akılla çelişen hükümleri ihtiva
eden ayetleri) tevil eder. Bu tevili ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’17 ayeti
destekler ve temellendirir. Bu bağlamda başka bir ayet ‘Allah
Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler’18 ayetidir. Akılcıların bir kısmı
böyle ayetlerin bilgisini onları getirene veya Allah Teâlâ’ya havale etmişken
dilci-akılcıların bir kısmı teşbihe yönelmiştir. Allah Teâlâ her grubu mazur
saymış, kendisi hakkında kullarından tek ilah olduğunu, ilahlığında ortağı
olmadığını, dilde sahip oldukları anlamlara göre güzel isimlerin O’na ait
olduğunu bilmelerini istemiş, kurtuluşu ve muduluğu ise ilahi kitaplarda veya
peygamberlerinin dilinde gelen ifadelerin sınırında durmaya bağlamıştır:
Hakk açıklarsa
kendini
Kitaplarında
kendisiyle, inanmalısın
Yok bir günah bize
O’nu bilmek bu, inan!
Çünkü aklın nasibi
O’nu bilmekten
Sayıların varlığını
reddetmek
O kendi işinde
biricik demeli akıl
Allah Teâlâ doğmamış olan .
Ve de doğurmamış
Aklıyla O’nu arayan
yetinmeli bu bilgiyle
Dostum! Bu durumun delili akılcıların
ve nazariyatçıların Allah Teâlâ hakkındaki görüş ayrılıklarıyla peygamber,
nebi, veli gibi Allah Teâlâ’dan haber getirenlerin getirdikleri bilgilerde
görüş birliğinde olmalarıdır. Akıllı bir mümin cDoğurulmadı’19
ayetinin anlamını kavrayıp aklın fikir gücüyle öncüller oluşturmakla ulaştığı
neticenin aklın doğurduğu ve meydana getirdiği bir şey olduğunu anlamalıdır.
Hâlbuki Allah Teâlâ doğumu reddetmiştir. Öyleyse iman nerededir? Doğrulan
kendisinden başkası değildir. Akıl mutlak birliği (ahadiyet) kendisine nispet
ettiğinde ise durum farklıdır. Başka bir ifadeyle mutlak birliğin Bir için
anlamıyla kendisine mutlak birliğin nispet edildiği kimsedeki anlamı aynı değildir.
Bu durumda akıl (nispet ettiği) mutlak birliğin babası olduğu gibi aynı zamanda
Bir’e dayanması aklın ürünüdür. Her durumda, O’nun hakikati üzerinde babalık
hakkı yoktur (varlığı akıldan doğmamıştır) . Allah Teâlâ’nın hüviyet ve
hakikatine gelirsek, aklın bu hususta bir etkisi ve babalık hakkı yoktur. Allah
Teâlâ bu ihtimali ‘Doğrulmamıştır’20
ayetiyle ortadan kaldırmıştır. Buradan öğrenilir ki, akıl sahibi herkesin Allah
Teâlâ’nın zatı hakkında bir sözü vardır. Herkes akimın doğurduğuna ibadet
eder. İnsan iman sahibiyse, bu durum imanında bir eksikliğe yol açarken mümin
değilse -bilhassa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönderilmesi ve
tebliğinin bütün bölgelere ulaşmasından sonraimansızlık ona yeter! Allah
Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, onlar iman üzere ibadet eder ve hallerinde Allah
Teâlâ karşısında sadık davranırlar. Allah Teâlâ onların kalp gözlerini açarak,
sırlarında kendilerine tecelli eder, onlar da müşahede ederek Hakkı tanırlar.
Onlar Allah Teâlâ hakkmdaki bu bilgi ve marifetlerinde içlerinden olan bir
şahit nedeniyle beyyine ve basirete sahiptirler. Söz konusu şahit kendilerine
gönderilmiş Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberlerini
ümmetlerine karşı ve onların lehinde şahider yapmıştır.
Mümin kendisine tecelli ettiğinde
rabbinden gelen açık bir delile sahip olunca, O’ndan bir şahit bu delili takip
eder ki o şahit peygamberdir. Allah Teâlâ peygamberi o mümin için kendisini
göreceği bir ayna halinde yerleştirir. Ardından peygamber kendisine şöyle der:
‘Allah Teâlâ katından sana getirdiğim budur.’ Peygamber bunu kendisine
gösterdiğinde, artık suretleri değişmiş olsa bile, Hakkı (herhangi bir tecelli
suretinde) inkâr etmez. Bu Hakk sahip bir mümin Hakkı O’nun kitabında veya
peygamberinin diliyle kendisini nitelediği veya peygamberinin O’nu nitelediği
şekilde ifade eder. AkıUı-mümin Allah Teâlâ’nın kitabından ve Peygamberin
sözünden dolayı böyle nitelemelere iman ederken peygambere uyan müminlerden
aynı ifade geldiğinde onu inkâr eder ve reddeder. Mümin olmayanlara gelirsek,
onlar nebileri haksız yere öldürdükleri gibi insanların arasından adaleti
tavsiye edenleri öldürürler. Adaleti tavsiye eden bu insanlar peygamberlerin
basirede davet ettiği gibi basiretle Allah Teâlâ’ya davet eden varislerdir. Allah
Teâlâ kendisinden şöyle haber verir: ‘Ben
ve bana tabi olanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmekteyiz:11 Burada
basiretin anlamı söylediğimizdir. Yani peygamberlerin keşfi gibi bir keşifle Allah
Teâlâ’ya davet etmek demektir. Böyle bir akıllı mümin Peygamberden duyduğunda
iman ettiği şeyleri nasıl olur da peygambere uyan kardeşi getirdiğinde inkâr
eder? Burada peygamberden aktarmak yoluyla bu bilgiyi getirenden söz
etmiyorum. Biz ilahi keşif sahibi bir müminin keşfinin peygamberlerin getirdiği
bilgiye herhangi bir şekilde aykırı olduğunu görmedik. Böyle bir şey
bulamazsın.
Kendisini bilmede akıllılar ile peygamberler
ve veliler arasındaki farkı ve bu konuda ilahi kitapların getirdiği bilgilerin
neler olduğunu öğrendin. Mümin yolunun verdiği bilgiyle hareket ederken akıllı
delilinin verisiyle hareket eder.
Aklın hükmü nerede
O’nun hükmü nerede
Münezzehtir O Yüce Zat -
Heyhat! Başkası
bilemez O’nu
Ancak O’nunla
bilinir O, kimseyle hemcins değil
Akil eksik fikriyle
mabudunu
Kendi sınırına
hapseder
‘Benim oğlum bu,
ben yaptım’ der
Hâlbuki
kutsiyetindedir O
Söz haldir, la havle çektiklerinde derler: .
Allah Teâlâ kendi
nefsinde münezzeh
Beni yaratan benim
yarattığım! Dikkat et!
Aslında ve en üst ferinde .
Şeriatın getirdiği ve vahiyle
bildirilen mabuda ibadet etmen, O’nu tasdike götüren delilinin gereğini inkâr
etmemen gerekir! İşin doğrusu rabbi hakkındaki görüşünü ve benzerlerinin
görüşünü O’na havale etmendir. Bunun nedeni onun doğruluğunun ve müminin
peygambere uyduğunun sabit olmasıdır. İşi insafla düşündüğünde ve peygamberlerin
Allah Teâlâ hakkındaki sözlerini anladığında, bu marifetten bir esintinin
peygambere uyan müminlerin kalplerine verilmiş olabileceğini imkân dahilinde
görürsün. Bu marifet onları konuşurken peygambere uymaya sevkeder. Hakikat her
nerede söylenirse söylensin, asılda onu kabul etmişsen -tam bir uymanın gereği
olarakferde de kabul edip inkâr ve nankörlükten sakınmalısın, inkâr en büyük
mahrumiyet sebebidir. İnkâr edersen haklarında, ‘Batıla
iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler, hüsrana uğrayanlardır’22
denilenlerden olursun. Şeriatta nitelenen Rabbine ibadet et ki, sana yakın
gelsin! Yakîn gelince perde kalkar, göz keskinleşir. Artık (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in) gördüğünü görür, duyduğunu duyarsm.
Böylece tasdik edici ve uyan bir nefs
sahibi olman itibarıyla -teşriî nebilik olmaksızıngerçek veraset yoluyla onun
derecesine katılırsın.
Bu konu fiillerin genişliği nedeniyle
hakkında genişçe konuşulabilecek bir konudur. Çünkü fiil tevhidi onların
genişlemesiyle genişleyen bir konudur. Çünkü fiillerin nispetleri sonsuzdur.
Hatta onlar fiil failden ortaya çıktığı sürece sürekli artar. Bunlardan dolayı
‘Rabbim benim bilgimi artır’23 ayetinde
belirtildiği üzere artmak istenilir. Çünkü Hakkın her fiilde özel bir
tecellisi vardır ki, ancak o fiilin varlığına ait olabilir. Bu nedenle her
fiil kendisine özgü tecelliyle diğer fiillerden ayrılır.
Hakka dair söyledim söylediğimi Onu
engelleme ve peşinden de gitme
Çünkü o bana gelen Hakk Kendi
katından; Alim ve Velidir
Nasıl reddederim ki? O benim için
Keşifle desteklenmiş, nasıl reddederim?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’2* Ayette Allah
Teâlâ var sayılan mislin (kendisine) benzemesini olumsuzlamak üzere nitelik
bildiren edat getirmiştir (fee-mislihî). Bu benzerlik, belli bir hal kendisine
bitişinceye kadar genel bir olumsuzlamadır. Çünkü düşünme gücüyle hareket
edenin yapması gereken, hal karinelerinin verisini görene kadar beklemektir.
Bu ayet, akli delilden hareket edenin ayetidir. Fakat misillik hakkındaki
olumsuzlama ve ispat Arapçaya göre gelmiştir. Dildeki benzerlik akılcıların
kullana geldikleri ve terimleştirdikleri benzerlikten farklıdır. Bu nedenle
akılcı insan Hakkın (bu ayette) akli benzerliği kastettiğini görmek üzere delil
getirmelidir. Dili bilen insanın bu konuda araması gereken bir delil yoktur,
çünkü Kuran-ı Kerim onun diliyle ve terimlerine göre inmiştir. Böyle bir delil
kıyasla idrak edilemeyeceği gibi teorik araştırmayla da bulunamaz. Çünkü neyi
kastettiğini öğrenmek, konuşanın kastma dönen bir durumdur ve kendisi
içindekini ifade etmedikten sonra konuşanın içinde neyin bulunduğunu öğrenmek
mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Her
peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik.’25 Arap akli
benzerliği bilmese bile duyduğunda onu inkâr etmez. Allah Teâlâ’yı nitelemek
üzere gelen ve misil lafzından ve niteleme harfi olan ke harfinden
soyut her lafız, teşbih lafızlarından da soyuttur ve ortak lafızlara katılır.
Bilmelisin ki, niteleme edatı olan ke harfi ile
misil lafzı arasında bir fark yoktur. Bununla birlikte bu harfin bir takım
yerleri vardır ki bunların arasında sıfat anlamı taşıyan yerler de bulunur.
Dilde sıfat yerinde bulunduğunda -ki bu Zeyd Amr gibidir demendir-, Arap sadece
ifadeyi kasteder. Böyle bir ifade kullanıp ikisinin insanlıkta benzerliğini
-ki insan olmada benzerlik akli benzerliktirkastetmek imkânsızdır. Böyle bir
benzetmeyle kastedilen cömertlik, cesaret, fasihlik veya bilgi veya güzellik
gibi duyana bir fayda vermek üzere içinde bulunulan durum delilinin gösterdiği
bir halde Zeyd’in Amr’a benzemesidir. Allah Teâlâ ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’26 buyurur.
Bu benzerliğin neyle ilgili olduğunu söylemesi veya sözün söylendiği
meclisteki hal karinesinin bunu göstermesi gerekir. Bilhassa olumsuzlamanın
ardından ‘O duyan ve görendir’ denilerek olumlamıştır (ispat). Bu ikisi, yani
duyma ve görme yaratılmışta bulunan iki gerçek niteliktir. Öyleyse burada
neyin olumsuzlandığı iyi araştırılırsa, nitelik anlamı taşıyan ke mi yoksa
dilde belirlenmiş niteliklere göre bir nitelik mi olumsuzlanmıştır? Nitelik
ke’si ise ayette Allah Teâlâ misline benzerliği olumsuzlamış olmalıdır. Bu durumda
‘O'nun misli’ ifadesindeki ‘O'nun’ zamirini kullanmakla bir mislinin
olabileceğini olumlamış ve ispatlamıştır. Burada O, Hakka döner. Bilindiği
üzere, misil benzeri olduğu şeyin aynı değildir; aynı olsaydı, ne akla ne dine
göre onun misli olamazdı. Öyleyse mislin varlığı, hiç kuşkusuz, ‘başka’, yani
gayrin varlığını ispadamak demektir. Benzerlik genel ise, hiç kuşkusuz, aklî
benzerliktir ve dil de bu benzerliği inkâr etmez; genel olursa, bu durumda
-mecaz olmaksızıngerçek anlamıyla genel olduğu hususa aittir. Misal olarak
bilgisinin veya cömertliğinin genişliği nedeniyle Zeyd’in deryaya
benzetilmesini verebiliriz. Alimlerin bir kısmı ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’27 ayetindeki
fce-mislihi’deki ke harfini
zait saymıştır. Böyle olsa bile, yine de bir anlam için gelmiştir ve zait
olmaz. Çünkü ke harfinin
kendisi için geldiği anlam dinleyenin zihninde ancak bu harf sayesinde ortaya
çıkar ve meydana gelir. Öyleyse onun zait olması olumsuzlanmıştır. Çünkü Allah
Teâlâ hiçbir şeyi abes veya boş yere yaratmadı. O halde anlamın dışında zaitlik
abestir. Araplar için bir anlam olmaksızın başka bir nedenle zait harf kullanmak
imkânsızdır. Bu harf kullanıldığında, bir anlam için getirilmiştir ve
getirildiği anlama aittir. Çünkü konuşan kişi, nahivcinin söylediğine göre, bir
kelimeyi pekiştirmek üzere zait olarak getirebilir. Zait harf kalkarsa,
pekiştirme de kalkar. Öyleyse ke harfi
ayette zait değildir. Çünkü (zait saydığımızda) pekiştirilen söz onsuz olamaz
ve onun yerini almaz. Allah Teâlâ bir şeyi pekiştirdiğinde, misli
olumsuzlamıştır. Öyleyse bu harf pekiştirme için getirilmemiştir. Bu durumda
tekit misli kendi zannınca takdir olarak kabul edenin mukabilindemislin
olumsuzlanması hakkmda olabilir. Kısaca burada doğru görüş, ke harfinin
-hal karinelerinden de hareketlenitelik anlamında olmasıdır. Bu yorumla ayet,
O’nun adına bir misil farz olunsaydı o mislin benzeri olmazdı demektir. Böyle
iken O’nun (herhangi bir şeye) benzememesi daha yerindedir. Böyle bir yorum,
dilde, benzerliğin olumsuzlanması hususunda daha mübalağalı bir anlatımdır.
cHal
karineleri’ sözümüzle ilgili şöyle deriz: Hakk, insan-ı kâmili sadece kendisini
niteliği niteliklerle nitelemiş, âlemden herhangi bir şeyin ona
benzemeyeceğini ifade etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah
Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı’ hadisi bunu destekler. Bu, nefs için
kendisiyle ünsiyetin gerçekleşeceği bir rivayettir. Öyleyse âlemde herhangi
bir anlama ait olmayan zait bir şey yoktur, çünkü âlemde abes veya batıl bir
şey yoktur: Alemdeki her şey bir anlam nedeniyle amaçlanmıştır.
Şöyle sorabilirsin: Fiildeki
benzerlik nasıl açıklanacaktır? Şöyle deriz: Bunu iki şekilde açıklayabiliriz:
Birincisi görünür bir araçla fiilin yapılmasıdır. Makamın fiiller tevhidi
olursa; aracı da O’na ait sayarız ve Allah Teâlâ görünürde bize izafe edilen
şeyleri bizim vasıtamızla yapan olur. Bu durumda Allah Teâlâ karşısında biz,
marangoz için testere, terzi için iğne mesabesinde oluruz. Bu yorum, O’nu
kendimize benzer kabul ettiğimizde böyledir. Nefsimizi O’nun misli ve benzeri
sayarsak, bu kez diğer cevabı söylemiş oluruz. Bu ise irade ve kasıtla fiil
yapmaktır. Bu durumda irade ve kasıt batınî araçtır, çünkü o bir nispettir. Allah
Teâlâ iradeyle fiilini icra eder. İnsan etkin bir himmet sahibi olup
himmetiyle fiilini icra ettiğinde, O’nun misli olur. Bu, türün içindeki bütün
insanlarda bulunmaz. Öyleyse biz O’nunla (failiz) ve O’ndan dolayı (failiz). Allah
Teâlâ bizim failimiz, bizim aracılığımızla fail olan ve bizde fail olandır.
Amellerde tevhit bir aracın
bulunmasını gerektirir ki, bu kaçınılmazdır. Bilen ve öğreten Allah Teâlâ’dır.
O dilediği kullarını bilgisine ulaştırmıştır.
Bu menzildeki ilimlere gelirsek;
kıyametin kopmasına ne kadar zaman kaldığı bu menzilden öğrenilir. Diğer
mertebeler olmadan, sadece rububiyet (rablık) ve rahmet mertebesinden
alimlerin kalplerine inen bilgilerin arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bu
bilgi sahibinde bulunması gereken nitelikler bu menzilden öğrenilir. Bu
bilginin kendisiyle yükselmeyen kimsede bulunması doğru mudur, değil midir?
Açıklanamayacak sırlar bu menzilden öğrenilir. Ret ve kabul bu menzilden
öğrenilir. Rüyalar ile sahih rüyalar arasındaki farklar bu menzilden
öğrenilir. Rüyalar daha genel iken sahih rüyalar özeldir. Bazen rüyada insan
kendisiyle konuşur veya şeytan kendisiyle oynar veya onu üzer. Onun kendisini
görende veya gördüğünde bir etkisi olmasaydı, Şâri bu korkuyu gidermek için bir
çare söylemezdi. Bu çare Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Korkutucu
bir rüya gören insan soluna üç kere tükürmeli ve gördüğü rüyanın şerrinden Allah
Teâlâ’ya sığınmalıdır’ hadisidir. Böyle yaparsa, rüya ona zarar vermez.
Bunun yanı sıra üzerinde yattığı
tarafı değiştirip öteki yanı üzerinde yatmalıdır. Çünkü rüya sahibinin hal
değiştirmesiyle hal değiştirir. Nitekim yağmur duası yapan insan dua esnasında
elbiseni ters çevirerek dua ederken buna mukabil Allah Teâlâ kuraklık halini
yağmur ve bereketle değiştirir, kuraklığın şerrini Allah Teâlâ’ya sığınandan
uzaklaştırır. Hâlbuki kulun davranışının Allah Teâlâ’ya bir etkisi olmaz,
çünkü Allah Teâlâ tesire konu olacak bir yer ve mahal değildir. Bir rivayette
‘etki’ zikredilmiş olsa bile, bu etki özel bir tarzda olabilir. Şeriatta kulun
bir fiil yapıp Hakkı razı edeceği ve bir fiil yaptığında rabbini kızdıracağı
yer almıştır.
Aklî delilin hangi şekilde
kullanılacağı ve hangi surette kullanılamayacağı bu menzilden öğrenilir.
Kendilerini bilmenin onları ‘malum/bilinen’ haline getirdiği eşyanın
hakikatleri bu menzilden öğrenilir. Dünya ve ahirette konulmuş ve süreleri
sona erecek ilahi hadler bu menzilden öğrenilir. Üretilmiş bilgiyle üretilmemiş
bilginin ilişkisi bu menzilden öğrenilir; üretilmiş bilgi aklın, fikrin,
tedbirin ve reviyyenin ürünüdür. Varlık ve yokluğun çatışması bu menzilden
öğrenilir. Bu ikisi hangi mertebede ve hangi yerde bir araya gelirler? Onların
arasındaki yegâne çatışma alanı mümkünlerdir: Tercih eden galipken tercih
edilen mağluptur. İlahi tevhit ve otuz altı yeri bu menzilden öğrenilir.
İlletli olan ile olmayan şeyler bu menzilden öğrenilir. Güçlüklere karşı kalkan
yapılan sebepler ve diğer sebepler bu menzilden öğrenilir; belanın
defedilmesini ve uzaklaştırılmasını sağlayan sebepten başka bir şey yoktur.
Fasıl ve vasıl bu menzilden öğrenilir. Onların bu kitapta özel bölümleri
vardır. Âlemdeki olguların ve varlıkların kedisinden veya kendisiyle otaya
çıktığı asıl ve ilke bu menzilden öğrenilir. Âlemin kim olduğu, suretini kimin
koruduğu, kimin suretinin korunmadığı bu menzilden öğrenilir. Hareketin ulvi
âleme nispeti bu menzilden öğrenilir. Bu hareketle maksat nedir?
Bir halden başka bir Hakk intikal ve
bunun aslı bu menzilden öğrenilir. Sadece insanın yaratılışının hikmeti bu
menzilden öğrenilir, ‘insan’ derken hayvan insanı kastetmekteyim. İşlerde
sabidik bu menzilden öğrenilir. Bunun nedeni ve neticesi nedir? Acizlik ve
eksiklik, bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinin ehli kimdir? Koruyan ve korunan
olmaları itibarıyla, korumak nedir ve koruyan ile korunan kimdir? Fazlalık ve
eksiklik bu menzilden öğrenilir. Dünya Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı
andan itibaren sürekli eksilmekteyken ahiret dünyada eksilme başladığı andan
itibaren sürekli artmaktadır. Ahiret her an bir artış içindeyken dünya her an
eksilmededir. Bir şeyin varlığını istediği kimseden o şeyin varlığının meydana
gelmediğini bilenin durumu bu menzilden öğrenilir. Misal olarak kalkamayacak
birisinden ayağa kalkmasını talep etmeyi verebiliriz. Güç yetiremeyeceğini
bildiği halde insan niçin böyle bir şeyi talep eder?
Hakkın kuluna kulun kendisiye akılla
ve veya varlıkla nitelenmeyeceği bir hali ihsan etmesi, bu menzilden
öğrenilir. Böyle kullara misal olarak Ebu Yezid vb. veliler ile Hz. İsa ve Hz.
Yahya gibi nebileri verebiliriz. Delillerin ortaya konulması bu menzilden
öğrenilir. Aklın tek başına idrak edebileceği hususlar ile tek başına idrak
edemeyeceği hususlar bu menzilden öğrenilir. Habise göre habisin temizliği bu
menzilden öğrenilir. Her müçtehide isabetin nispeti bu menzilden öğrenilir.
Müçtehide hatanın nispet edilmesinin anlamı nedir? Bu hata gerçekte bilgi ve Allah
Teâlâ’nın hükmüdür. Fıtrat, reviyye ve talim yoluyla öğrenilen ameli sanadar
bu menzilden öğrenilir. Bu üç şey üç haldir ve bunlar hayvanda fıtraten
bulunurken aklı ve reviyye gücü zayıflarda talim yoluyla meydana gelir. Aklı
güçlü ve fikri ve teorik düşüncesi sahih kimselerde tedbir, reviyye ve düşünme
vasıtasıyla gerçekleşir. Neyden sakınıldığı, kimin sakındığı ve takva sahibi
olduğu, neyle sakınıldığı ve takva sahiplerinin sınıfları bu menzilden
öğrenilir. Bela ve ibtila, yani sınanma arasındaki fark bu menzilden öğrenilir.
Salih arkadaş bu menzilden öğrenilir. Acaba onda salah ve iyilik yaratılmış
mıdır, yoksa aslı nedeniyle mi bulunur? İttifakla uygun ve muvafık ceza bu
menzilden öğrenilir. Pişmanlık halleri ve vaktinin ne zaman belli olacağı bu
menzilden öğrenilir. Cevher baki kalsa bile, suretlerdeki tebdil ve başkalaşma
bu menzilden öğrenilir. Acaba halin değişmesiyle isim değişir mi? Kelam
kendiliğinde bir olsa bile, ilahi kitapların tertibi bu menzilden öğrenilir.
Sonra gelene kendisinden sonra gelene göre önde olmak hali nasıl nispet edilir?
İbadetin verdiği ilimler bu menzilden öğrenilir. Yaratılmışa rahmetin genelliği
bu menzilden öğrenilir. Bu, ilimlerin en üstünü ve gizlisidir. Yaratıklar
arasında eşidiğin mümkün olduğu ve olmadığı hususlar bu menzilden öğrenilir.
Tenzih bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların Hakk karşısında ve Hakkın
yaratıkların karşısındaki mertebesi bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İki Sırrın
Menzilinin ve İlahi Gayretin Bilinmesi; O iki sırrı bilen,
dünyada ve ahirette rahata erer.
Biri başkasının
yerini alırsa hükümlerle Vekili olmuştur onun
Onu vekil atamadan yerini alsa bile Onda
bir kuşku yok ve tereddüt yok
Haddi aştığında beddua ederse
Hakkındaki duası müstecabtır
Duadaki doğruluğu ve ihlası
nedeniyle
Dilerse isabet eder ve (dileyince)
isabet etmez
Bu menzil, rahatlığı müjdeleyen ilahi
müjde menzilidir. Bu müjdeyi kıyamete kadar ve kıyamette müjdelenen salih
kullara Allah Teâlâ’nın inayeti gerektirmiştir. Çünkü kulları hakkında her şey Allah
Teâlâ katında bilfiildir, O’nun katında bilkuvve halinde bir şey yoktur. Allah
Teâlâ’nın onun hakkındaki fiillerini ve hallerini bildirmek üzere ilahi
haberler kendisine gelmiştir. Bu sayede insan, aklıyla yokluğu halinde
Rabbinden görmüş olduğunu hatırlar. Yokluk halinde insan sübut halindeydi ve bu
sübut onun hakkındaki ilahi tasarrufu kabul etmesini zorunlu kılmış, Rabbinin
‘ol’ emrine uymuştu. Çünkü emir duymak özelliğiyle nitelenen tarafından yerine
getirilebilir. Öyleyse ilahi söz sürekli olduğu gibi sabitlik halindeki duymak
da süreklidir. Zaman içinde olan, dış varlıktaki duymadır. Bu duyma sübut
halindeki duymanın feri ve neticesidir. Böylelikle hal duymanın kendisine
intikal etmişken duyma intikal etmemiştir, çünkü ayan(-ı sabite) bir halden
başka bir Hakk geçmez; sadece haller kendilerine hükümler giydirir ve onlar bu
hükümleri giyer. Bilgisiz insan ayn’ın intikal ettiğini zanneder. Öyleyse
haller ilahi isimleri talep eder, yoksa a’yan(-ı sabite) taleple nitelenmiş
değildir. Böylelikle kendilerine intikal ettikleri hallerin hükümlerine göre
a’yan için isimler ve lakaplar ortaya çıkar. Haller olmasaydı a’yan
ayrışmayacaktı. Çünkü bir ayn (cevher, hakikat) vardır ve o zatıyla varlığı
zorunlu olandan ayrılmıştır. Bununla birlikte sabidiğinin zorunluluğunda
O’nunla ortaktır. Allah Teâlâ hem varlığı hem sabitliği zorunlu olan iken bu
ayn(-ı sabite)’nin sadece sabitliği vacip ve zorunludur. Bu ayn karşısmda
haller, Hakkın ilahi isimleri gibidir. Bir hakikati ilahi isimler çoğaltmaz ve
fazlalaştırmaz. Aynı şekilde bu ayn’ın halleri de kendisini çoğaltmaz ve
artırmaz. Bununla birlikte isim ve hallerde çokluk ve sayı aklî olarak vardır.
Bu benzerlik nedeniyle söz konusu ayn’ın ‘suret üzerinde olduğunu’ söylemek
mümkün olabilmiştir. Başka bir ifadeyle o, ilahi emrin kendiliğinde bulunduğu
haldedir. Bu durumda bu ayn için kendisine gelen hallerden birisi olan varlık
vasıtasıyla kemal hali gerçekleşmiştir. Onun kemaldeki eksikliği, Allah Teâlâ
ile arasına ayrım koymak üzere, varlığın zorunluluğu hükmünü ondan
olumsuzlamaktan ibarettir. (Hakk ile ayn arasındaki) bu ayrım ortadan
kalkmayacağı gibi kendisine ortak olması da mümkün değildir.
Bu bağlamda başka bir ayrım daha
vardır, şöyle ki: Hakk hallerde başkalaşır, yoksa haller O’nun üzerinde
başkalaşmaz. Çünkü herhangi bir halin Allah Teâlâ üzerinde hükmünün olması
mümkün değildir; haller üzerinde hüküm sahibi Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle Allah
Teâlâ hallerde başkalaşır ve haller O’nun üzerinde başkalaşmaz. ‘O her
gün bir iştedir.’28 Haller
O’nun üzerinde başkalaşmış olsaydı, O’nun için bir takım hükümler
gerektirirlerdi. Alemin ayn’ı üzerinde de haller başkalaşır ve bu sayede onda
hallerin hükümleri ortaya çıkar. Bununla birlikte hallerin âlemin ayn’ını
(hakikat ve cevherini) başkalaştırması, Allah Teâlâ’nın eliyle gerçekleşir.
Halckın hallerde başkalaşmasına ve
halden Hakk girmesine gelirsek, bu durum (Hakka nispet edilen) inme,
beraberlik, istiva, gülmek, sevinmek, razı olmak, gazaplanmak gibi hallerden
bilinir. Hakk kendisini hangi hallerle nitelemişse, o halde hüküm vermek üzere
bulunur. Bizimle Hakk arasındaki fark budur ve farkların en açığı ve bellisi
de bu farktır. Öyleyse hallerde ortaklık gerçekleştiği gibi isimlerde de gerçekleşmiştir.
Çünkü isimler gerçekte hallerin isimleridir. Onların ismi oldukları şey
(müsemma) ise ayn’dır. Bir
nispet nedeniyle sahip olduğu isimler başka bir nispede sahip olduklarından
farklıdır, isimlendirilen ise birdir. Hakk duyandır, görendir, alimdir ve
kadirdir; sen de duyansın, görensin, alimsin, kadirsin. Duymanın, görmenin ve
kudretin bize ve O’na ait halleri, göreli ve nispi olarak değişir. Çünkü Hakk, Hakk;
biz, biziz! Biz araçlara sahip olduğumuz gibi aynı zamanda O’nun araçlarıyız. Allah
Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu’ der. Ayette ‘Onu komşu
edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’29 ve ‘Sen atmadın,
attığında, Allah Teâlâ attı’30 buyrulur. Burada Hakkın aleti ve
aracı, peygamberiydi. Öyleyse varlıklarını izhar etmek maksadıyla Hakkın hallerde
başkalaşması, varlıklarını izhar etmek üzere bir sayısının sayı basamaklarında
yer değiştirmesine benzer.
Bilmelisin ki, bu menzil garip bir
sırdan dolayı, ‘iki sır menzili’ diye isimlendirilmiştir. O sır, bir .şeyin
makul ve mahsusta, duyu ve akılda kendini ikileştirmesidir. Duyulur âlemde bir
şeyin kendisini iki yapmasına misal olarak, Hz. Âdem’i verebiliriz. Âdem sol
kaburgasından Havva’nın yaratılması yoluyla (infıtah) çift olmuş, daha önce
bir iken Havva sayesinde iki olmuştur. Havva kendisine ‘bir’ denilmesini
sağlayan nefsinden başkası değildi. Aklî âlemdekine gelirsek, ilahlık Allah
Teâlâ’nın zatından başka değilken ilahlığın anlamı O’nun zat olmasından
başkadır. Böylelikle ilahlık O’ndan başkası değilken Hakkın zatını (akılda) iki
yapmıştır. Öyleyse duyu âleminde Âdem’den ve kendisini iki yapan Havva’dan pek
çok erkek ve kadın ebeveynin suretinde meydana geldiği gibi Hakkın zatı ile
O’nun ilah olmasından bu iki aklî şeyin suretinde âlem ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle âlem çoğalmak, başka bir ifadeyle parçalarının birbirini doğurması için
etkin-edilgen suretinde ve tarzında ortaya çıkmıştır. Çünkü ilahlık zata ait
bir hükümdür ve âlemi yaratmak şeklinde hüküm vermiştir. İlahlık âlemin yaratılması
hükmünü vermekle müessir olunca, âlem kendisini var edenden etkin ve edilgen
olarak ortaya çıktı. Nitekim duyu âlemimde de böyle gerçekleşmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ, Âdem ve Havva’dan göğü veya arzı veya dağı veya kendi türünden olmayan
bir şeyi yaratmamış, onlara benzer ve hemcinsleri olan şeyi yaratmıştır.
Varlığın olmasına bağlı olduğu şey ,
Lafzının anlamını yücelttiği bir zat
Ben onu isterim ve yaklaşmak isterim
kendisine Onu isteyen herkesi de isterim
Leyla, Lübna, Rebab ve Zeyneb Kendileri
için yaşayanların çağdaşları
ölürsem, onların varlıkları ölür bizimle
Bizim varlığımız onların hem aynı hem değil
Hayret bize ve onlara! Bizim varlığımız tek
İkisi yokken kim onları iki yaptı?
Asıl tek olup kendinden başkası onu
iki yapmayınca, çokluk ondan ortaya çıktı. Aynı şekilde âlemdeki her şeyde bir
ayeti bulunmuştur ve bu ayet O’nun bir olduğunu gösterir. Bütün âlem cisim ve
ruhtur ve bu ikisiyle varlık bilfiil ayakta durur. Hakk için âlem ruh için
beden gibidir: Ruh bedenden hareketle bilinebilir. Çünkü kendisine bakıp suretini
gördüğümüzde -sureti baki olsa bilecisimden ve onun suretinden gözlemlediğimiz
hükümler kaybolurdu. Bunlar duyulur şeyleri ve anlamları algılamaktır. (Beden
bunları kendiliğinden algılamayacağı için) Görünen cismin ardında kendisine
algı imkânı ve özelliği kazandıran başka bir anlamın bulunduğunu anladık ve o
anlamı cismin ruhu diye isimlendirdik. Aynı şekilde bizi hareket ettiren ve
durağanlaştıran bir şeyin var olduğunu anladık. O bizde dilediği şekilde hüküm
vermekteydi.
Bunun üzerine nefislerimize baktık.
Nefislerimizi tanıdığımızda, bir ayakkabının diğer bir ayakkabıya benzer olması
gibi, Rabbimizi tanıdık. Bu nedenle vahiy şöyle bildirmiştir: ‘Kendini bilen
Rabbini bilir.’ İndirilmiş ilahi haberde de şöyle denilir: ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde
göstereceğiz, ta ki onun Hakk olduğunu öğrenecekler.’31 Alem Allah Teâlâ’dan işin kendinde
olduğu durumda zuhur etmiştir ve âlemin aslında ve ilkesinde kesinlikle bir
kötülük yoktur. Âlem Mutlak İyi’nin (Hayr-ı Mahz) elindedir ki, o da tam varlık
demektir. Şu var ki mümküne yokluğun bir bakışı olduğu için kendisine belli bir
ölçüde kötülük nispet edilir. Çünkü zatı gereği mümkün varlığın zorunluluğu
hükmüne sahip değildir. Mümküne kötülük iliştiğinde, buradan ilişir, fakat
kötülük onda süreklilik kazanmaz ve sabit olmaz. Çünkü mümkün Mutlak İyi ve
Varlık’ın kabzasındadır.
Allah Teâlâ’yı bilmede vaz’î
marifetin tamlığının bir yönü de cismin ruhta makul ve malum bir takım
eserlerinin bulunmasıdır. Bu eserler kendisine verilmiş olan zevk ilimlerinden
ve ancak sayesinde öğrenebileceği ilimlerin bulunmasından kaynaklanır. Ruhun da
cisimde mahsusduyulur etkileri vardır ki, bunları her canlı kendinden müşahede
eder. Aynı şekilde Hakk karşısında âlemin görünende etkileri vardır. Bunlar
âlemin kendilerinde halden Hakk girdiği hallerdir. Halden Hakk girmek Allah
Teâlâ’nın ed-Dehr isminden kaynaklanır. Allah Teâlâ kendisini yükümlü tutması
itibarıyla âlemin bir takım eserleri olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ onları
bize bildirmemiş olsaydı, onları bilemeyecektik. Şöyle ki: Peygamberin bize
öğrettiği ibadederde kendisine uyduğumuzda, Allah Teâlâ bizi sever. Biz
peygamberi memnun ettiğimizde, Allah Teâlâ bizden razı olur.
Kendisine karşı geldiğimizde ve
emrine bağlanmak yerine O’na asi olduğumuzda, Allah Teâlâ’yı kızdıracağımızı
ve O’nu öfkelendireceğimizi bize bildirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ bize
gazap eder. Dua ettiğimizde, bize icabet eder. Öyleyse dua O’nun eseriyken
icabet bizim eserimizdir. Bütün bunlar, her şeyin işin kendinde bulunduğu
duruma göre zuhur ettiğini öğrenmemizi sağlamak amacı taşır. Olandan başka bir
tarzda olması mümkün değildir; aksi halde nereden olacaktır ki? Sadece O var ve
her şeye kuvve halinde bulunanı verir. Bu nedenle Hakk bizim için zatını
yaratılmışların nitelikleriyle nitelemiştir. Bu nitelikler gerçekte bizde
ortaya çıkan O’nun nitelikleridir, sonra kendisine dönmüşlerdir. Hakk bizi
celalinin ve şanının Hakk ettiği niteliklerle nitelemiştir. Bunlar gerçekte
O’nun nitelikleridir. Allah Teâlâ kendinde bulunduğu durumun suretinde bizi
yaratmamış olsaydı, hakkı olan bir niteliği kabul etmemiz sahih ve mümkün olmaz
veya Hakk bizim hakkımız olan bir nitelikle kendisini niteleyemezdi.
Gerçekte bunların hepsi O’nun için
haktır, çünkü O bizim feri olduğumuz asildir. İsimler o ağacın dallarıdır;
kastettiğim varlık ağacıdır. Biz ise meyveyiz, hatta O meyvenin kendisidir.
Bizim mislimiz bu ağacın varlığından başkası değildir.
Allah Teâlâ hakkındaki bilginin
tamlığının bir yönü de peygamberinin diliyle bize bildirdiği tecelli
mekânlarında suretten surete girmesini bilmemizdir. Hakkın bu durumu zahirde ve
batında halden Hakk girmemizin ilkesidir. Bütün bunlar, Hakk’tadır. Aynı
zamanda Hakk, zaman tertibinin hükmünün gereğine göre, âlemin işlerinde ve
şe’nlerindedir. Öyleyse âlemin yarınki şe’ni ve işi sadece yarın olabilirken
bugünün şe’ni de bugün olabilir; dünün şe’ni ancak dün olabilirdi. Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’ya nazaran böyleyken şe’nin kendisine bakarsak, Hakk
dilerse oluştuğu vakitten başka bir vakitte meydana gelebilir. Allah Teâlâ’nın
meşiyetinde bir cebir veya irade söz konusu değildir. Allah Teâlâ böyle bir
şeyden münezzehtir. Hatta O’nun meşiyetinin bir ilgisi vardır, o kadar! ‘Sizin
için boşalacağız (sıra size de gelecek)’*2 ayeti bu anlamdadır. Yani siz ve
bizden başkası demek olan âlem kastedilmektedir.
Allah Teâlâ bizi ‘sakaleyn’ (iki
ağır) diye isimlendirdi. Bunun nedeni bizdeki sıklet ve ağırlıktır ki söz
konusu ağırlık varlıkta daha sonra gelmemizin ta kendisidir. Biz varlıkta geciktik,
zira ağırın özelliği gecikmekken hafifin âdeti ve özelliği hızlı olmaktır. Biz
ve cinler ‘sakaleyn’, yani ağır olanlardanız. Bunun yanı sıra bize baskın olan
rüknün ve unsurun özelliği nedeniyle cinlerden daha ağırız ki, bu unsur
topraktır. Bu nedenle insan âlemdeki son varlık olmuştur. Çünkü özet ve mücmel,
bir tafsilden meydana gelebilir; aksi halde özet olamazdı. Alem, Hakkın
muhtasarıyken insan âlemin muhtasarıdır. Hakk ise özün özüdür. Burada özet ve
öz derken insan-ı kâmili kastetmekteyim. Hayvan insan ise âlemin özetidir.
Yaratılış sebebine uygun olarak onun adına bir terazi ortaya koymak üzere Hakk
onun için de ‘fariğ kalacaktır.’ Çünkü ‘Sizin
için fariğ kalacağız, ey insanlar ve cinler’33 ayeti, bir tehdit ifadesidir.
İnsan-ı kâmile böyle bir hitap yönelmez. Şu var ki burada ‘sizin için’, yani
insan ve cinlere rahmetin ulaşmasının işarederi de vardır. Bu işaret ‘sizin
için’ zamirinin başına gelen açış ‘lam’ıdır (îekum). Bununla birlikte Hakkın
açışı (feth-i ilahi) üzüntü veren şeylerle gerçekleşebileceği gibi sevindiren
şeylerle de gerçekleşebilir. Fakat Allattın rahmeti gazabını geçmiştir. Burada
gelecek zaman bildiren kip getirilmiştir. Gelecek zamanın son derecesi ise
âlemin kendisine varacağı rahmettir. Söz konusu rahmetin ardından -ilahi
hadler ve yükümlülük ortadan kalktığı içinartık gazap olmaz.
‘Sizin için’ ifadesinde ikinci şahıs
zamiri gelince, ilahi keremin ve ihsanın her zaman mutluların tarafını ve
rahmet yönünü -onun zıddınayeğlediğini bildiğimiz için, bedbahdarın üzüntü ve
acı duydukları şey ‘azap’ diye isimlendirildi. Çünkü mudular, Hakkın
mertebesini tercih ederek ve üstün sayarak, şirk koşmuş olan bedbahtların
acılarından haz alırlar. Başka bir ifadeyle onların acı veren sebeplerde de
nimederi vardır. Hakk da -onlar kendisini tercih ettikleri içinkendilerini
tercih ederek bu acıyı ve elemi ‘azap’ diye isimlendirmiş, bu nedenle açış
‘lam’ı getirmiş, belli bir grup oldukları belli olsun diye ikinci şahıs zamirini
kullanmıştır. Çünkü âlemden üçüncü şahıs zamiri yoksun olmaz. Öyleyse bu
zamirin de bir ehli olmalıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
için akan cennetler vardır.’34 Burada Allah Teâlâ üçüncü şahıs zamirini
kullanmış, onlar da muhataplardan gaip olmuşlardır. Lam ile başlamak, hal
karinesinin bildirdiği üzere, rahmeti açmak demektir. Bu edatın Hakkın
kendilerine göre kullarına davrandığı bir takım mertebeleri vardır. Misal
olarak ‘Onlar bizim katımızda seçilmiş hayırlılardandır’35 ayetini verebiliriz. ‘Allah
Teâlâ müminleri bulundukları hal üzere bırakmaz’,36 ‘Allah
Teâlâ imanınızı zayi etmeyecektir’,37 ‘Göklerde ve yerde olan her şeyi
size amade kıldı’,38
‘Yerde olanları sizin için yarattı’,39 ‘Göklerde, yerde ve ikisinin
arasında bulunanlar ve toprağın altındakiler O’na aittir’40 ayetlerini de bu bağlamda misal
verebiliriz. Onlar hem bize hem O’na aittir. Bununla birlikte bizim edepli
olmamız lazımdır. Edepli davrandıkları ve şımarmadıkları için, hükümdarın
arkadaşları onunla oturabilmişlerdir. Çünkü müşahede ve yayılma, bir araya
gelmez! Bazıları şöyle demiştir: ‘Sedirin üstünde otur, fakat yayılmaktan
sakın!’
Bir emirle ibadet ettim ki bana uymaz
Niteliğimin suretinde olduğu kimseye ibadet
etmiyorum
Çünkü O söyledi bunu ben söylemedim Halimin
sureti O’nun halinden başka değil
Çünkü aşağı ve daha aşağı mertebedeki
birine makamının gereği olmayan değerli nitelikler izafe edildiğinde, kendisini
rahatsız edeceği için, bunu nahoş karşılar. Asıl bir insan layık olmadığı bir
özellikle nitelendiğinde, bundan hoşlanmaz.
VASIL
Nebi ve Veli Arasındaki Fark
Arkadaşlarımızın bir kısmı ve bazı
insanlar şunu ileri sürmüştür: Veli ve nebi arasındaki
fark (nebiye) meleğin gelmesidir. Çünkü veli ilham alırken kendisine melek
inmez. Bununla birlikte bazı durumlarda veli ilham alır, çünkü o velilikle
nebiliği kendinde birleştirmiştir. Bize göre böyle bir söz, büyük bir hata ve
bu görüşü benimseyenlerin zevk sahibi olmadıklarının bir delilidir. Nebi ile
veli arasındaki fark meleğin inip inmemesinde değil, meleğin indirdiği şeyde
bulunur. Meleğin nebi ve resule indirdiği şey, peygambere tabi olan ve ona
uyan veliye indirdiğinden başkadır. Melek ‘ittiba’ nedeniyle tabi veliye inmiş
olabileceği gibi aynı zamanda nebinin getirmiş olduğu ve bu velinin hakkıyla
kendisini öğrenmemiş olduğu bir meseleyi açıklamak amacıyla inmiş de olabilir.
Böyle bir şey (nebinin yaşadığı zamanda olabileceği gibi) zaman bakımından,
yani haberin varlık zamanından sonra da olabilir. Melek bazen veliye nebinin
getirdiği bilginin doğruluğunu veya peygamber adına uydurulmuş' veya sahih
olduğu zannedilmiş veya gerçekte sahih iken ravinin zayıflığı nedeniyle terk
edilmiş hadisin sahihliğini bildirmek üzere gelebilir. Bazen melek, veliye
mutlu ve başarıya erenlerden olduğunu bildirmek üzere Allah Teâlâ katından
müjdelerle ve ‘eman’ vermek üzere gelebilir. Bütün bunlar dünya hayatında
gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar
adına dünya hayatında müjdeler vardır.’41 Allah Teâlâ’nın rabliğini kabul eden
doğru yoldakiler hakkında da meleklerin kendilerine geleceğini bildirmiştir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbimiz Allah Teâlâ’dır deyip sonra
doğru olanlara melekler iner ve korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle
müjdelenin derler. Biz sizin dünya hayatındaki dostunuzduk.’42
Allah Teâlâ velilerinden bir kısmı
adına ise tenzilde zevk ve inzal olabilir. Bu görüşe aykırı görüş
benimseyenler, sadece seyr ü sülükleriyle bütün yolları ve makamları
kuşattıklarına içten inananlardır. Onlara göre hakkında zevlderinin olmadığı
hiçbir makam geride kalmamıştır. Böyle insanlar meleğin kendilerine indiğini
görürler ve bu inmenin peygambere özgü ve mahsus durumlardan olduğunu
zannederler. O insanların zevkleri sahihken hükümleri batıl ve geçersizdir.
Onlar içlerinden ilave bir bilgi getirenlerden bu ilavenin kabul edileceğini
düşünürler. Çünkü o zevk sahibi ve adildir, cerhe tabi tutulmamış ve
kınanmamıştır. Böyle insanlar zevklerini aşmazlar. İşte hata da tam buradan
kaynaklanır. Onlardan önce yaşamış veya kendi zamanlarında yaşayan Allah Teâlâ
ehli birisinin meleğin kendisine indiğine dair ifadesi kendilerine ulaşsaydı,
onu kabul eder ve reddetmezlerdi. Vakıalarımızda geçmiş insanlar arasından
herhangi bir duruma inanmayan grup gördük. Aynı şeyi bizden duyduklarında ise
-hemcinsleri ve benzerlerine yönelik itham ortadan kalktığı içinkabul eder ve
inkâr etmezlerdi. Allah Teâlâ ehli arasından işarederi kabul edenlerden bir
grup -ki onlar uzaktan kendilerine nida edilenlerdirşöyle demiştir: “Alemdeki
her hakikatin ve nispetin ilahi bir nispetten sadır olduğunu söylemiştin. Alemin
nispetlerinden birisi muhtaçlıktır. Ebu Yezid el-Bestami -ki keşif ve vecd
ehlidirşöyle demiştir: Allah Teâlâ kendisine bir müşahedesinde ‘Bana ait
olmayan bir şeyle bana yaklaşabilirsin’ demiştir. Allah Teâlâ’ya ait olmayan
zillet ve yoksulluktur.”
(Buna cevap olarak deriz ki) Ey
yararlanmak isteyen kimse, bilmelisin ki! Allah Teâlâ rahmet, bağışlama, kerem
mağfiret sahibidir. Bunlarla ilgili bize bildirilen ilahi isimler Allah
Teâlâ’ya hakiki anlamıyla aittir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ intikam ve
şiddetle cezalandırma sahibidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ Rahimdir, Afuvv’dur,
Kerim’dir, Gafur’dur ve Muntakim’dir. Bu isimlerin eserlerinin ve sonuçlarının
Hakta bulunması veya Hakkın bu isimlerin eserlerinin mahalli olması mümkün
değildir. Öyleyse Allah Teâlâ kime karşı rahim, kime karşı affedici, kime karşı
kerim, kimden intikam alandır? Buna karşılık şöyle demek gerekir: Allah Teâlâ
yaratandır ve yaratan, yaratılmışı talep ederken yaratılmış olan da Yaratanı
talep eder. Talep edenin niteliği bellidir ve mevcut nefyedilmez. Öyleyse âlem
var olmalıdır, çünkü ilahi hakikatler kendisini talep etmektedir. Daha önce Allah
Teâlâ’nın zat olmasının anlamının ilah olmasının anlamıyla bir olmadığını
açıklamıştık. Böylelikle Hakk (ilahın akıldaki varlığıyla) ikilenmişken dışta
bir vardır. Öyleyse Allah Teâlâ mahiyeti itibarıyla âlemlerden müstağniyken
esma-i Hüsna, yani güzel isimleri halamından âlemin varlığını talep eder. Söz
konusu isimler, eserlerinin kendisinde ortaya çıkması için imkân halindeki
âlemi talep eder. Âlem mevcut olsaydı, varlığı talep edilmezdi. Öyleyse ilahi
isimler O’nun için muhtaç gibidir ve muhtaç sahibi kendisine muhtaç olan adına
çalışır. Yaratılmış olanlar Allah Teâlâ’nın daha uzak ailesiyken ilahi isimler
yakın ailesidir. Böylelikle âlem imkânı nedeniyle Allah Teâlâ’dan talep ederken
ilahi isimler tesirlerini izhar ettirmesini Allah Teâlâ’dan talep eder. Onlar
varlığı olmayan bir şeyde eserlerini izhar ettirmesini talep etmişlerdir. Bu
nedenle âlemin var olması zorunludur. Kitap hüküm vermiş ve bilgi takdir etmiştir.
İlahi irade ise kesindir. Öyleyse âlemin gerçekleşmemesi mümkün değildir.
‘Allah Teâlâ fakirdir ve biz zengin
olanlarız’43 diyen bir grup tekfir edilmiş ve kâfir
sayılmıştır. Burada çoğul kullanılmıştır. Onlar Allah Teâlâ’dan müstağni olmadıkları
gibi Hakk da onları yaratmadan veya bir ihsanı ve lütfü olarak nimederini
onlara yaymaktan geri kalmamıştır. Bunun nedeni belirlenmiş ve öne geçmiş
kitabın hükmüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’dan bir kitap öne geçmemiş olsaydı, hiç kuşkusuz, size yaptıklarınıza
karşılık azap temas ederdi.’44 Öyleyse hüküm kitaba aittir ve
kitabın (âlemle) ilişkisi zatın (ilişkisiyle) bir değildir. Kitap, hükmü
kendisinde uygulanacak olan kimsede bu hükmün uygulanacağını belirlemiştir.
Hükmün uygulanması kitap için mertebenin zorlamasıyla hüküm veren tasarruf
sahibi gibidir. Hakikatlerin kendilikleriyle verdiği şey budur ve hakikatler
değişmez. Hakikatler değişmiş olsaydı, nizam bozulur ve hiçbir şekilde bilgi
olmayacağı gibi (varlıkta) Hakk ve halk da olmazdı. Akıllı insan ‘Söylediklerini
yazacağız’45 ayetine bakmalıdır. Başka bir ayette Allah
Teâlâ ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı’46 der. ‘Zorunlu kılar’ demektedir. Allah
Teâlâ’dan başka zorunlu kılabilecek kimse yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: Zararı
kendilerine dönecek olan hususta söylediklerini zorunlu kılacağız. Ayetin
devamında şöyle der: ‘Acı azabı tadın deriz.’47 Bu, onların sözlerine karşılık bir
cezadır. Bu nedenle onların inançsızlıklarının gerçek sebebi toplamı zikretmiş
olmalarıydı, çünkü onlar zenginler değillerdi. Ayetin ruhu budur.
Allah Teâlâ’nın Ebu Yezid’e söylediği
sözden delil getirmene gelirsek, o da toplamın ta kendisidir. Allah Teâlâ tek
başına zilleti söylememiş, zillet ve yoksulluğu birlikte zikretmiştir. Toplamın
nispeti teklerin nispetiyle bir değildir. Mümkün olmasaydı ilahi isimler adına
herhangi bir eser zuhur etmezdi. İsim ise isimlendirilenin aynıdır. Özellikle
ilahi isimler böyledir. Öyleyse varlık talep eden ve talep edilenken talep
yoklukla ilgilidir. Başka bir ifadeyle talep ya bir mevcudu yok etmek veya var
olmayanı var etmekle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’48 Burada Allah Teâlâ sadece ilahlığın
birden çok kimsenin niteliği olmasını reddetmiştir. İlahi isimler veya ‘ilah’
diye isimlendirilenin mertebesi niteliği olduğu kimsenin hüküm ve tasarruf
sahibi olmasını gerektirir. İlah bu nitelik nedeniyle ve onun vasıtasıyla
tasarrufta bulunurken tasarruf ederken bile -ki bu zorunludurâlemlerden
müstağnidir. Gerçekte bu işin ne kadar garip olduğuna bakınız! Buradan Ebu
Said el-Harraz’ın ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı birleştirmesi özelliğiyle bildim’
sözünün anlamı öğrenilir. Ebu Said bunu dedikten sonra şu ayeti okumuştu: ‘O ilktir,
sondur, zahirdir ve batındır.’49
Yahudiler, Allah Teâlâ’nın cimriliği
hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın eli bağlıdır.’50 Allah Teâlâ onlara karşı şöyle der: ‘Onların
elleri bağlanmış ve söyledikleri nedeniyle lanete uğramışlardır.’51 Yani onlar ilahi cömertlik
niteliginden uzaklaşmışlardır, çünkü onların sözleri amellerindendir. Bu
nedenle onların elleri bağlanmış, Allah Teâlâ’ya nispet ettikleri cimrilik
kendilerinde gerçekleşmiştir. Onlar Allah Teâlâ’dan ancak gördükleri şeyi
müşahede etmişler, Allah Teâlâ da onlara işledikleri şeyin tadını tattırmış,
ardından onları malda yalanlamış, her şeyi kapsayan rahmeti nedeniyle keremini
kendilerine açmış, yalancı olduklarını onlara bildirmiştir. Bu ise onlara
verilebilecek en şiddetli azap ve en büyük nimettir. Çünkü Allah Teâlâ cömertliğini
ve keremini açtığında, bilgisizliklerini öğrenip onu vehmederler ve Allah
Teâlâ hakkındaki bilgisizlik halinde bulunmaları nedeniyle azap çekerler. Bu
halin ortadan kaldırılması ve bilgiye vakıf olmaları nedeniyle ise nimet
görürler. Öğrenirler ki: Allah Teâlâ’ya karşı yalana kendilerini düşüren
cehalederiymiş! Allah Teâlâ’nın her iki eli de açıktır ve dilediği gibi infak
eder.
Öyleyse hüküm meşiyete aittir. Anla!
O’nun meşiyeti zatından başka değildir. O’nun isimleri kendisi olduğu gibi
isimlerin hükümleri de O’nun hükmüdür. Alem üzerinde bulunduğu güçlere göre
zuhur etmiştir.
O’na bak bir an
Haddini de aşma
Ondaki her şey
Senin katında da var -
(Başka bir
şiir şöyledir): .
Allah Teâlâ’yı kim
takdir ederse hakkıyla
Varlık işini
kendinden izhar eder
Gözün gördüğü her iş
Bilgisinden
kendinde O’ndandır
O gördüğünün aynı
Bu nedenle varlığın
bitimi yok
‘Allah Teâlâ’ dediğinde, bu isim
bütün ilahi isimlerin hakikatlerinin toplamıdır. Bu ismin ale’l-ıtlak, yani
kayıtsız olarak genel kullanılması mümkün değildir ve hallerin onu sınırlaması
gerekir. Lafızlar sınırlarsa, hallere tabi olarak sınırlamıştırlar. Ona ne
izafe edilirse edilsin, izafenin hangi ismi Hakk ettiğine bakmalısın! Allah
Teâlâ’dan o hususta talep edilen şey söz konusu izafenin mahsus olduğu isim ve
kendisini talep edip onu aşmadığı ilahi hakikattir. Kimin hali böyleyse, Allah Teâlâ’yı
(bilmeye) hakkını vermiş ve O’nun kadrini genel itibarıyla takdir etmiş
demektir. Çünkü insan O’nun kadrini tafsili olarak takdir edemez. Çünkü Allah
Teâlâ hakkındaki bilgide artış dünya ve ahirette bitmez, bu konuda iş nihayetsizdir.
Bakınız! Allah Teâlâ Hz. Musa’yı
peygamberlik göreviyle Firavun’a gönderdiğinde kendisine söylediği hususlardan
birisi şuydu: Firavun ona cÖnceki
nesillerin dunumu nedir?52 dediğinde ‘Onların
bilgisi bir kitaptadır, Rabbim unutmaz ve zayi etmez’53 demişti. Yani Allah Teâlâ kendisine
zorunlu kıldığı şeyi unutmaz. Onları levh-i mahfuz, yani korunmuş levhaya
yazmasının nedeni sadece bildirmeyle öğrenme imkânı olanların Allah Teâlâ’nın
kendisine zorunlu kıldığı şeyleri öğrenmesini sağlamaktır. Yoksa onları uzun
gelecek zaman dilimlerinde gerçekleşecek hadiseleri hatırlamak üzere
yazmamıştır. Çünkü (der, Hz. Musa) ‘sana kendisine ibadete davet etmek üzere
elçisi olarak geldiğim rabbim, dalalete düşmez ve unutmaz.’ Allah Teâlâ
kendinden söz ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah
Teâlâ da onları.’5* Onlar Allah Teâlâ’yı genel anlamıyla
unutmuş değillerdi. Dolayısıyla Allah Teâlâ da onları genel anlamıyla unutmuş
değil, sadece kendisini unuttukları hususta onları unutmuştu. Söz konusu hususta
onlar Allah Teâlâ’yı bilmiş olsalardı, Rahim’in merhameti hususta kendilerine
ulaşacaktı. Onlar kendisini unutunca, Rahim de kendilerini unutmuştur. Çünkü
onları bu esnada başka bir ilahi isim üsdenmişti. Söz konusu isim, onların bu
ismin davet ettiği ameli yaptıkları isimdir. O ismin kendindeki terazisinin
itidali sona erince, unutma da ortadan kalkar. Çünkü dünya hayatmda ölüm
vaktinde perdenin açılmasıyla onun kalkması zorunludur. Dolayısıyla her yükümlü
bilgi ve kesin bir müşahededen kaynaklanarak mümin olarak ölür. Allah Teâlâ
hakkındaki bu bilgi ve özellikle imanda herhangi bir kuşku ve tereddüt
bulunmaz. Genel olan budur. Öyleyse ölümden daha şiddetli bir üzüntü yoktur.
Geride bu imanın kişiye fayda verip vermeyeceği kalmıştır.
Azabı kendilerinden kaldırır mı
dersek, Allah Teâlâ’nın rahmetini tahsis ettiklerinin dışında kaldırmaz.
Böylelerine misal olarak ‘Onlara azabımızı gördüklerindeki
imanları fayda vermedi’55 ayetinde
geçen kimseleri verebiliriz. Ardından Allah Teâlâ, -bizim de bu konuda
delilimiz ve dayanağımız olacak şekildeşöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın kullarında işleyen sünnetidir bul’56 İstisna ‘Yunus’un
kavmi müstesna, onlar iman ettiklerinde dünya hayatında hüsranı kendilerinden
kaldırdık, onları belli bir süreye kadar süre verdik’57 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’yı
yaratıkları hakkında bir şeye zorlamak söz konusu değildir. Böyle bir imanın
ahirette fayda verip vermeyeceğine gelirsek, kuşkusuz ‘Rabbin dilediğini yapandır.’
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’511 Allah Teâlâ’nın bu sözü, kendi
kitabında ve peygamberlerinin dilinde bize verilmiş bir sözdür.
Hakk getirdiği hususta kesin dedi Elçinin
kalbime getirdiği Mele-i ala’dan
Bana bir bilgi verdi ki, yarısındandır
İşlerde en uygunu ve evlasını söylemem
İş O’nda tek,
başkası değil
Bir alim sınanır, bir alim sınar '
İki delil
arasındaki farktır bu
Kalbimizde okunan Kuran değil .
Allah Teâlâ’nın
sözü her halde olsa
Üzerimde, hazreti
onu yazdırmak üzere geldiğinde
Yaratılışım garip, yenilenir durur Ondan
bana arız olan eskimez ve yenilenir
Hakim Hakkın hükmü yaratıklarında zahir
Körelten münezzeh, gösteren münezzeh
Müşahedesiyle bana nimetlerini cömertçe
sundu En tatlı gelişiyle bana tahsis etti
Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa Allah
Teâlâ ona bir ‘furkan’ yaratır. Bununla birlikte furkan da Kuran içindedir.
Kuran, suyun havuzda toplanması ve
biriktirilmesi anlamındaki karae’den gelir.
Bununla birlikte her furkan kuran değilken her kuran aynı zamanda furkandır.
Cem farkın kendisi, bak bir '
Gözünle gör,
toplanma ayrılmada
Misil mislin aynı değil, sen de ayırmalısın
O ikisini ayrım ve bir araya gelmeyle
Dilersek hakkında tefekkür edersen Evlilik
ve boşanma hükmü veririz
Hakk olmasaydı ittisal olmazdı Hakkın
topuğu benim topuğuma bitişti
Uzaklaşırken
çağırdı beni
Bilgim yok ahirette
nereye gideceğimden
Onadır cisimlerde bitkilerden dönüş Hoşlanırsak, misk olur
‘Bir grup cennette ve bir grup
ateştedir,’59 Böylelikle bir, kendisini iki yapandan ayrışmış,
her bir kendi birliği ve çokluğuyla kalmıştır. Onların bir kısmı kendi tekliği
ve çokluğuyla ünsiyet ederken bir kısmı tekliğinde vahşet halinde kalmıştır.
Ariflere göre vahşetü’l-hicab yani perdeden
kaynaklanan vahşet hali budur.
Zaman hangi nimeti kirletemez
Söylediğim hususta yaratma ve emir Allah Teâlâ’nın
Hakkın varlığı olmasaydı hayrı olmazdı
Varlığım olmasaydı varlıkta kötülük görülmezdi
Başka değilim O’ndan hakikatim gizlenirse
Fakat gizlemiştir benim varlığım O’nun perdesi
İki sureti elde eden kimse ki Varlığımdan
inci ve mercan parlar ona
Akıllı isen hükümleri sana gözükür Gözün
varsa, perde kalkmış
Dilersen haz veren bir içecek gibi içersin
İstemezsen meşrebin olur zarafet
Münezzehtir zikriyle kalbe hayat veren
münezzeh Zikir olmasaydı onu fikir dolduracaktı
ı
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
seni desteklesin, bilmelisin ki, bilginin kendi suretinde değişmeden sadece bu
menzilde sabit kaldığını gördüm. Böylelikle bilgimin değişmeyeceği hakkındaki
itminanım gerçekleşti. Emin oldum ki kuşkular o bilgiyi sarsmayacak. Bu
menzilde bu hali müşahede edene kuşku geldiğinde, onu kuşku olarak görür ve
onun suretini değiştirmesi mümkün değildir. Bu menzil sahibi olmayanda bu
durum başka türlü gerçekleşir. Çünkü o sarsılır ve sarsılma kendisini kesin
bildiğini zannettiği şeyi yeniden incelemeye götürür. Bilemez ki, ilk bilgi mi
kuşkudur, yoksa müşahede mi kuşkudur, yoksa iki durum birden mi kuşkudur? Bu
nedenle söz konusu kişi, bildiği hususlar hakkında basirete sahip olmayışı
nedeniyle, hayrete düşer. Çünkü o fikriyle kuşkuyu ‘doğurmuştur.’
İşler/gerçekler -senin inşan ve var etmenle değil dekendilikleriyle gelirlerse,
sana hakikatlerini verirler ve sen de oldukları hal üzere onları bilirsin!
Kuran’daki pek çok ayet bu menzille
ilgilidir. Bunlar hakkında konuşmaya dalsaydık söz uzardı. Şimdilik bu
ayetlerin bütünü olmasa da bir kısmını zikredelim, fakat zikredeceğim ayetleri
açıklamadan sadece selim akıl ve keskin göz sahiplerinin dikkatlerini
çekeceğim. Bunlardan birisi ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah
Teâlâ’nındır’60 ayetidir. Başka bir ayet ise ‘Mülk
ve hamd O’na ait, O her şeye kadirdir’61 ayetidir. Başka bir iyette ‘Firavun’un
karısı dedi ki, benim ve senin gözünün aydınlığı olur’62 buyurur. ‘Ölçü ve tartıda
hile yapanlara yazık olsun’,63 ‘Namaz kılanlara yazık olsun’,64 ‘O gün yalancılara yazık olsun’65 buyrulur. Her nerede bulunurlarsa
bulunsunlar ayetin hükmü onları içerir. ‘Yemin
olsun ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.’66 ‘Onlara gökleri kim yarattı diye
sorsan, Allah Teâlâ derlerdi.’67 Onların mutluluklarına işaret
etmektedir. Başka bir ayette ‘önce de sonra da iş Allah Teâlâ’ya
aittir’68 denilir.
Bu ayetle Allah Teâlâ’ya göre ve nispetle işin nasıl olduğu
öğrenilir. ‘Rableri onlardan o
gün haberdardır,’69 Burada bilgi yerine
haberdar olmayı zikretmekle yetinmiştir, senin için ‘haberdarlık (hubra)’
bilgidir. ‘Allah Teâlâ
dileseydi onların hepsini hidayette toplardı.’70 Burada bir imkânsızlığa bağlı imkânsızlık edatı
kullanmıştır. ‘Şayet insanların
küfürde birleşmiş tek bir ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman’ı inkâr
edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.’71 ‘Kıyamet gelecektir,
onda kuşku yoktur. Neredeyse onu gizledim, her nefse yaptığının karşılığı
verilsin diye.’72 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Bir kısmını bir kısmıyla sınadık ki, Allah Teâlâ şunlara mı aramızdan
ihsan etti desinler.’73 ‘Allah Teâlâ müminleri bulundukları hal üzere bırakmaz.’74 ‘Sonra kirlerini
gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Evi (Kâbe’yi) tavaf
etsinler.’75 ‘Ona iman edeceksiniz ve yardım edeceksiniz’76 ‘De ki Hakk
rabbinizden gelmiştir, dileyen iman eder dileyen inkâr eder.’77 Başka bir ayette ‘O iyiliğe karşı pek sevgi besler’78 buyurur. ‘O gün yeryüzü
haberlerini bildirir, Rabbinin vahyettiklerini.’79 ‘Yüzü üzerinde
sürünerek yürüyen mi daha doğru yoldadır.’80 Söz konusu kişi birleyenlerden iken yüz üstü doğru yoldan
ateşe düşendir. ‘Umut kesmenizin
ardından size yağmur indirendir’81 ‘Bunda basiret sahipleri için ibret vardır.’82 Yani şaşırtır. ‘Artık sizden inkâr edenlere daha önce âlemde kimseye azap
etmediğim gibi azap ederim.’83 ‘Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.’84
Bu ve benzeri ayetlerin menzillerini
düşünürsen ahd, tarif ve cins anlamı bildiren Elif-lam’ın (harf-ı tarif takısı)
gücünü ve lam-Elifin harflere katılmasının nedenini anlarsın! Harfler iki
kısımdır: Birinci kısim hece harfleridir. Bunlar asli harflerdir. Diğerleri ise
mana harfleridir. Her ikisi de yazımlarında vaz’î iken telaffuzda insanda
tabiidirler: Hepsi şendendir ve şendedir, senin dışında bir şey yoktur.
Dolayısıyla kendini kendinden başkasıyla tanıma umudu taşıma! Çünkü öyle bir
şey yok! Sen kendine ve O’na delilsin. Fakat sana delil olan yoktur.
Senin ardında umut bağladığın kimdir?
İki halde de sen biriciksin
O’nunla O’na bak, O olursun
O’nda olan her şey şendedir
Bu menzilde bulunan ilimlere
gelirsek, sebeplerin sonuçlarındaki hükümleri ve sebeplerin tafsili bu
menzilden öğrenilir. Âlemin bütünü birbirleri için sebep midir? Sebeplerin
arasında yokluk da var mıdır? Yokluk bir sebeptir, söz gelişi nispetler
yokluktur. Buna misal olarak bir takım hükümler gerektiren anlamların
ilgilerine ilişmesini verebiliriz. Akla ve şeriata göre Allah Teâlâ için sabit
hükümler bu menzilden öğrenilir. Makul muhayyerde haberlerin faydasının ne
olduğu bu menzilden öğrenilir. Bilgi veren haberler ile zan veya kati zan
veren haberlerin ilişkisi, bunların hayrete düşüren haberlerle ve onlarm da
bilgi bakımından sakat oldukları için nazari delillere zarar veren haberler
karşısındaki durumu bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların Allah Teâlâ’nın
muhtaçları olması bu menzilden öğrenilir. Bunun anlamı ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’85
ayetinin anlamıyla bir midir? Mevcut olmalarına rağmen ve var olduktan sonra
bir daha yok olmayacaklarını Allah Teâlâ’dan öğrenmelerinin ardından, bu
fakirlik neyle ilgilidir? Onlar yok olmayacaktır, sadece halleri
başkalaşacaktır; bir hal ayrılacak, bir hal gelecektir. Yok olan halin yok
olması bir hüküm verecek, gelen halin gelişi başka bir hüküm verecek! İki hükme
konu olan aynı kişidir. Misal olarak şunu verebiliriz: Bir insan ayaktadır,
sonra oturur. Oturma gelecek, kalkmak ise gidicidir. Kalkma halinin gidişi
ayakta olmamak demektir. Ayakta olmamak oturmanın hükmüdür. Oturma ona bir
takım hükümler eklemektedir ki, bunlar ayakta olmanın ortadan kalkmasıyla
anlaşılmaz. Bu hükümler söz konusu kişinin uzanıyor olmadığı, rükû eden, secde
eden, eğilen olmadığı demektir.
Bilenin bildiği şeyi sormasının
hikmeti bu menzilden öğrenilir. Gözün algıladığı bir varlığın suretlere
girmesinin bakanın bakışına dönme nedeni bu menzilden öğrenilir. Acaba o şey
kendiliğinde gözün algıladığı gibi midir, yoksa o kendiliğinde bulunduğu
suretten başkalaşmamış mıdır? Bu husus görülen varlıklara dönen bir durumdur.
Onlarm hakkında arazlarla veya cevherlerle çoğalırlar mı diye hüküm verilir.
Çünkü suretler algıda sürekli başkalaşır. Gözle bakılan her cisim bir cisimdir.
Öyleyse cisimlik genel bir hükümdür. Cisimlikte bir kısmı hızla yok olan bir
kısmı daha yavaş yok olan bir takım suretler görmekteyiz. Cisim ise cisimdir
ve değişmez! Zuhur edenle nitelenen ise cisimdir. Aynı şey ruhani suretler ve
ilahi tecelli için geçerlidir. Bu içinde büyük bir sorunun bulunduğu bir
bilgidir; bu sorundan fikir yoluyla kurtulmak son derece güçtür.
Naibin kendisini vekil atayana karşı
ileri süreceği şartlar bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte vekil
müvekkilinin kendisini vekil olarak görevlendirmesi altındadır. Acaba kendisini
vekil atayanı bilmeyişi veya onu unutması nedeniyle mi ona şart koşar? Böylece
kendisini vekil atayanın onları bilmesinden daha çok olmak üzere, kendi maslahat
ve yararlarım ona bildirir ve hatırlatır. Bu şart koşmada tehlikeli bir takım
durumlar ortaya çıkar. Bazen naip ve halife kendisini halife yapanın şart
koştuğu şeyleri sormak, kendisine muhtaç olduğunu zevk yoluyla izhar etmek
ister. Çünkü naip şart sayılan hususlarda müstakil olsaydı, kendisine şart
koşulmazdı. Naibin kendisini vekil yapana ortak olmak üzere yönelmesi ve
ortaklığın olduğu hususlarla ortaklığın olmayacağı hususlar bu menzilden
öğrenilir. Halife atayanın naibe ve vekile kendisinden talep ettiği bütün
maslahatlarında karşılık vermesi, bu menzilden öğrenilir.
Hizmedilere hakaretin onları hizmetli
yapanı küçüksemek demek olduğu bu menzilden öğrenilir. Bu, son derece önemli
bir bilgidir ve bu nedenle hükümdar ve yöneticilere ‘tan’ etmemiz bize
yasaklanmış, onların kalplerinin Allah Teâlâ’nın elinde olduğu; Allah Teâlâ’nın
-dilerseo kalpleri bize karşı daraltabileceği dilerse bize o kalplerle
yumuşaklık gösterebileceği bildirilmiştir. Allah Teâlâ bize hükümdarlara dua
etmemizi emretmiş, insanlar adına hükümdarlardan kaynaklanan maslahatın
zulümden daha çok olduğuna dikkat çekmiştir. Gerçekte Allah Teâlâ’nın
yaratıklarındaki naipleri olsalar bile, onların zülüm yapmalarının hikmeti
nedir? Hükümdarların kâfir veya mümin veya adaledi veya zalim olmaları bu durumu
değiştirmeyeceği gibi onlara ‘naip’ adını vermeyi ortadan kaldırmaz. Zulüm
yapan bir vekil zulüm yaptığı hususta mı vekillikten azledilmiş sayılır, yoksa
bütün olarak azledilmiş olur ve ardından Hakk onun adına başka bir vekillik mi
yaratır?
Nimet verenin verdiği nimederi
sayması bu menzilden öğrenilir: Böyle bir davranış başa kakma mıdır yoksa
nimedere karşı şükür istediğinde bunun değerini öğrensin diye bildirme amacı
mı taşır? Yoksa o kendilerinden meydana gelen bir durum nedeniyle cezalandırma
mıdır? Yoksa bütün bu yönlerin o şeyde bir araya gelmesi mümkün müdür? Belli
yerlerde öğretmek amacıyla yumuşaklık ve belli yerlerde katılık bu menzilden
öğrenilir. Nereden geldin, nereye gidiyorsun, gerçekte bir dönüş var mı yok
mu; bu menzilden öğrenilir. Yoksa kendisinde dönüşün söz konusu olmadığı
sürekli ve ezeli bir sülük mu vardır? Âlemdeki makul ve mahsus (akledilir ve
duyulur) dönme hangi ilahi nispetten kaynaklanır? Acaba dönme hakkında
belirttiğimiz hususa göre, Hakk dönmeyle nitelenir mi nitelenmez mi? Çünkü hakikatler
bir dönüşün olmasını imkânsız görür. Natık nefislerin akıllar, nüha
(ülü’n-nüha), hikmet (hakîm), elbab gibi lakaplarla nitelenmesinin hikmeti bu
menzilden öğrenilir. Bu nitelemeler neye racidir? Delil olduğunu bilmeyen
birisine onun bu durumunu bilen birinin delil getirmesinin hikmeti bu
menzilden öğrenilir. Acaba bu delille onun kendisi mi maksattır, yoksa başkası
mı amaçlanmıştır? Bu durumda delili aktarandır. Onun delil olduğunu bilmeyen,
bu insanın aktarımından delilin ulaştığı kimse de kendisini kabul eder ve ondan
yararlanır. Bu durum yaygın bir durumdur ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Nice bilgi taşıyan vardır ki, ne taşıdığını bilmez’ derken işaret
ettiği husus da budur. Söz konusu kişi bilgiyi taşıyıp bilene aktardığında,
fakih bu bilgiyi kabul eder ve daha önce sahip olmadığı bir bilgiyi ondan elde
eder; delili nakledenin bütün bu hususlarda bir bilgisi yoktur.
Kendisine yakın veya sebebi
olduğunda, bir şeyin bir şeyin adıyla isimlendirilmesi bu menzilden öğrenilir.
Şâri’nin sihirbazın öldürülmesini niçin emrettiği ve onu niçin ‘kâfir’ diye
isimlendirdiği bu menzilden öğrenilir. Firavun, Hz. Musa’nın doğru söylediğini
anlayıp boğulurken umutsuzluğu gördüğünde izhar ettiği imanı içinde
gizlemişti. Acaba sihirbazlar arasından iman edenler öldürülürken sihirbaz
oldukları için mi öldürülmüşlerdi? Böyleyse, Firavun işin batınında onları
şeriata göre öldürmüşken zahirde iman ettikleri için öldürmüştü. Acaba
sihirbaz öldürülünce, bu öldürme onun adına sihre karşılık kefaret ve ceza
mıdır? Bu durumda ahirette o sihir yönünden üzerinde bir sorumluluk kalmaz. Ya
da Allah Teâlâ o kişiyi herhangi bir şekilde sorguya çekmez mi? Allah Teâlâ’ya
yakın insanların birbirlerinden üstün olmasını sağlayan özellikler bu
menzilden öğrenilir. Müminin musibet ve sıkıntılarla sınanması hakkında Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bütün bu hususlarda onun adına hayır vardır’
demesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Niçin Allah Teâlâ ehli dünyada
başkalarından daha şiddede bela görmüşlerdir? Onların dışındaki müminler bir
yana, kendileri hakkında bu durum neyde sonuçlanır? Nefislerin niçin malı
sevmek, bilhassa altını sevmek özelliğinde yaratıldığı bu menzilden öğrenilir.
Acaba bunun nedeni altının madenlere ait kemal derecesini elde etmiş olması
mıdır? Böyle olursa iki kâmil arasında münasebet ve karşılıklı ilişki
gerçekleşmiş demektir. Yoksa bunun nedeni altının insanların ihtiyaçlarını
karşılama özelliğine sahip olması mıdır? Bu durumda insanlar -onun vasıtasıyla
amaçlarına ulaşmaları nedeniylealtına muhtaçtır. Hz. İsa şöyle der: ‘İnsanın
kalbi malının bulunduğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki, kalpleriniz gökte
bulunsun.’ Öyleyse kim malını saklarsa, hiç kuşkusuz, doğasının arzında kalbini
gömmüş demektir. Böyle biri ‘ilahi ruh’ demek olan babasını görmekten asla haz
duyamaz. Böyle biri annesinin oğlu olabilir. Babası olsa bile, tıpkı annesine
nispet edilen Hz. İsa gibi, babasına nispet edilemez. Hz. İsa annesine nispet
edilmişti, hâlbuki onu Meryem’e veren kendisine yakışıklı bir insan suretinde
gözüküp ona bilgi veren Cebrail’di. Bununla birlikte Hz. İsa cisimsel parçaya
nispet edilmişti. Hâlbuki o Ruh-ı emin’in hibelerinden birisi olarak ölüleri
diriltirdi.
İlahi gayret bu menzilden öğrenilir.
Şerefinin bağlı olduğu özel isimde onu kim sıkıştırır ve onunla didişir? Soru
sorduğunda veya bir şey isteyince, bu isteğe ne zaman cevap verilir? Hal ile
soru soran kimseye hal ile mi icabet edilir? Böyle olursa cevap soruya mutabık
olur. Nefsi nedeniyle yükselen kimsenin aşağı düşmesi ve kadrinin yükseğine
tırmananın düşmesi bu menzilden öğrenilir. İnkâr edilse bile, öğüt vermenin
faydası bu menzilden öğrenilir. Her durumda öğüdün yine de duyanın içinde bir
etkisi vardır ve gözükmese bile kişi onu içinden hisseder. Bir tuzak kurmak
isteyip yalan olsa bile hakikate tesadüf edenin durumu bu menzilden öğrenilir.
Kendisi için yalan olan bu durumun, akıbetin aydınlatmasıyla, gerçekte doğru
olduğu görülür. Fakat kişinin bu hususta bilgisi yoktur. Vakider bu menzilden
öğrenilir. Selim düşünceye, akla ve şeriata göre vakider karşısında nasıl
davranılır? Güzel ahlakın belirlenmesi bu menzilden öğrenilir. Bilgi
bilinmediğinde bilginin ne olduğunun bilinmeyeceği bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Rahmet Mertebesinde Makamı ve Hali Varlıklara Gizli
Kalan Kimseye Ulaşan Sırların Menzilinin Bilinmesi; Bu
Bilgi, Muhammedi Mertebeden Öğrenilir
Beşin mertebesi malum Kendini aşan sayıları korur
Allah Teâlâ zikrini rahmetle korur
Onları yerine getirir, yoktur bir dayanağı
Varlıklarımızı koruyandan başka O es-Samed,
el-Müteal İlah
Âlemdeki bütün yaratıklar muhtaç O’na Secde
ederler O’na kendisine dua ederken
O olmasaydı, dışta var olmazdık biz Yine de
O Sübhan doğurmadı
Çoklukla beraber kendi hükmünde Birlik
özelliğini yitirmedi çoklukla
Hükmünde çokluk bulunmasaydı Sayının
varlığı çıkmazdı birden
Mülkünde biricik ve yegâne Hükmü âleminde
bir dayanak
Onu varlığımıza hamlettiğimizde
Nefsimizden, O’nun fazıl ve ihsanından
Aziz oldu, başkası idrak etmedi
Yardım hükmüyle kalmak üzere müteal oldu
Münezzehtir O, Kahır ve Melik Her şeyi ve
sayı ehlini yok etmiş '
Varlıklarından başka birinin üzerinde yok
Onu tanıyan herkesin bir dayanağı var
Ezelden O’nun adına hükmümüz sahih oldu
Ebeddeki hükmü de böyle
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ tela kendini Zahir ve
Batın diye isimlendirdiği için, bu durum varlık meselesinin bize göre gizlilik
ve açıklık arasında bulunmasını gerektirmiştir. Allah Teâlâ’nın bize
gösterdiği şey açıkken gizlediği kısım batındır. Hepsi Allah Teâlâ için açık
ve görünendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’m! Ben senden kendisiyle kendini isimlendirdiğin veya başka birisine
bildirdiğin bütün isimlerin adına istiyorum.’ Bu kısım, Allah Teâlâ’nın
bildirdiği kimseler nezdinde açık olan kısım iken bilmeyenler nezdinde
gizlidir. Sonra şöyle devam etmiş: ‘Veya gaybının bilgisinde kendine
ayırdıklarınla istiyorum.’ Bu kısım Allah Teâlâ’nın dışındaki herkese gizlidir
ve dolayısıyla sadece Allah Teâlâ onları bilebilir, çünkü ‘Allah Teâlâ gizliyi
bilir.’ Gizli kendisiyle yaratıkları arasında olan şeydir. ‘En gizli olanı da
bilir.’ Bu ise sadece kendisinin bilebilecekleridir. Bu kısma misal olarak Allah
Teâlâ katındaki gaybın anahtarlarını verebiliriz. Onları sadece Allah Teâlâ
bilebilir. Allah Teâlâ gaybı -ki gizli demektirve şehadeti -ki açık
demektirbilendir. Mümkünlerden var ettikleri de açık olanlar iken (henüz)
yaratmamış oldukları gizli kalandır. Âlem dünyada ve ahirette bu iki nispetten
yoksun değildir. Binaenaleyh âlemde âlemin içinden gerçekleşen artış, gizli
kısımdan gerçekleşir ve bu artış süreklidir. Öyleyse âlem sürekli gizliden
açığa doğru çıkar. Dua edenlerin isteğinde açık olan kısmı Hakk, ez-Zahir
ismiyle duyarken gizli kalanı el-Batın ismiyle duyar. Allah Teâlâ kula istediğini
verdiğinde önce el-Batın bu isteğin karşılığını ez-Zahir ismine verirken
ez-Zahir de onu isteyene ve dua edene ulaştırır. Öyleyse ez-Zahir, el-Batın
isminin hacibi iken açık olan gizlinin hacibi ve perdesidir. Nitekim şuur da
bilginin perdesidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına
kendisinin karşısında davrandıkları gibi davranır. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ kullarına adeta (onların davranışlarına) bağlı olarak davranır. Her ne
kadar iş, başta O’ndan başlamış olsa bile, bize böyle bildirmiş ve bizim
katımızda böyle olduğu sabit olmuştur. Çünkü biz Allah Teâlâ’ya ancak O’nun
kendisine nispet ettdği şeyleri nispet ederiz, başka bir şeyi yapmamız mümkün
değildir.
' 1 Hakkın
yaratılmışa tabi olması hikmeti nedeniyle Allah Teâlâ ‘De ki Allah
Teâlâ’yı
seviyorsanız, bana uyun, Allah Teâlâ
da sizi sevsin’86
buyurur. Sahi bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz.’ Bir ayette 'Beni
zikredin ki, sizi zikredeyim’87 buyurur. Kutsi hadiste
ise Allah Teâlâ ‘Beni içinden zikredeni içimden zikrederim, bir toplulukta
zikredeni daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim’ buyurur.
Kul bir halde olunca Hakk bir benzerinde
Hepsi O’ndan, fakat
Şekli hakkında hüküm bize böyle geldi
Hakkın emrine karşı gelen, bu
davranışıyla O’ndan maksadına aykırı bir şeyi talep eder. Bu nedenle Hakkın
bağışlaması, günahı silmesi ve mağfireti bazı kulları hakkında kulun
muhalefetinin karşılığı değil, Allah Teâlâ’nın ona ihsanı ve lütfudur. Dünya
hayatında kendisi gibi bir kulu bağışlayan veya kendisine yapılan kötülüğü
affeden için Allah Teâlâ’nın böyle bir muhalefeti bağışlaması karşılık
olabilir. Bu durumda Hakk bağışlama, affetme, günahı silme ve mağfiret
niteliğinde tıpkı bir elin bir ele benzerliği gibi kulun misli olarak yerini
alır. Sahih bir haberde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ size faizi (riba) yasaklar da kendisi kullarından faiz almaz.’ Allah
Teâlâ kullarına bir şeyi yasaklarsa, kendisi ondan daha uzak durur; kullarına
iyi bir huyu emrettiğinde, kendisi o huya sahip olmada daha önceliklidir.
Bilmelisin Ki, bu menzil manevi miras
menzilidir ve şeriat menzilidir. Aynı zamanda bu menzil Allah Teâlâ’ya nispet
edilen tüm nispet ve niteliklerde hayatın şart olma menzilidir. Bu nispet, Allah
Teâlâ’nın el-Hayy diye bir isminin olmasını gerektirmiştir. Binaenaleyh bütün
ilahi isimler, o isme dayanır ve onlarm varlık şartı bu isimdir. Buna Allah
Teâlâ ismi de dahildir. ‘Allah Teâlâ’ ismi içlerinde el-Hayy’ın da bulunduğu
bütün isimler üzerinde egemen isimdir. el-Hayy ismi bütün isim nispetleri
üzerinde egemendir. Bunlara sayesinde Allah Teâlâ’nın ‘Allah Teâlâ’ diye
isimlendirildiği ulûhiyet nispeti de dahildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Alimler nebilerin varisleridir. Peygamberler altın veya
gümüş miras bırakmamış, sadece bilgiyi miras bırakırlar.’ Öyleyse bilgiden
miras alan, bol bir nasip elde etmiş demektir. Başka bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız
ve varisçimiz yoktur. Bizim bıraktıklarımız sadakadır.’ Yani miras olarak
bıraktığımız sadakadır.
Miras ölüden geri kalan mal demektir.
Öyleyse (peygamberden) geride kalan miras bilgide ve haldeki miras ile Allah
Teâlâ ehlinin keşiflerinde buldukları ve nazari düşünce sahiplerinin
düşüncelerinde elde ettikleri şeylere varis olunur. Onlar, Allah Teâlâ’nın tüm
hareket ve duruşlarını tam ve ayrıntılı bir halde bildiğini bildikleri için, Allah
Teâlâ’dan korkan alimlerdir. Allah Teâlâ ayağa kalktığında seni gördüğü kadar
secde edenler içerisindeki ve bütün hallerindeki değişmelerini de görendir.
Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önceliğin nebilere ait olduğunu
açıklamış oldu, çünkü onlar bu diyardan Allah Teâlâ’ya intikal edinceye kadar miras
bırakmazlar. Belli bir nebiye uyan insanın nebi yaşarken elde ettiği her şey,
miras değil, o nebinin verdiği nimetten ibarettir. Ölmüş bir nebiden elde
edilen ise tevarüs edilen bilgidir. Belirli bir zamandaki her bilgi varisi,
önceki nebilerin mirasını almıştır, kendisinden sonra gelene varis değildir.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önceki ümmederin
alimlerinin varisliği tikeldi. Muhammedi ümmetinin nebileri Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem nebilerin sonuncusu ve kendileri de en hayırlı
ümmet olduğu için, onların arasından varis olan kimse, hem peygambere hem
önceki nebilere varis olabilmiştir. Böyle bir imkân önceki ümmetlerin
alimlerinde olamamıştı. Bu nedenle Muhammed ümmeti ‘insanlar için çıkartılmış
en hayırlı ümmet’ olmuştur. Çünkü bu ümmet varislere sadece bu ümmetin
erişebildiği bir özellik eklemiştir.
Herhangi bir nebinin varisinin Allah
Teâlâ hakkındaki bilgisi varisi olduğu nebinin nurundan gelen bir feyizdir. Bu
bağlamda Allah Teâlâ nebilerine en tam ve yetkin şekilde bakar ve bu nedenle de
varisler bilgilerin en yetkinine sahip olmuştur. Veraset yoluyla meydana gelmeyen
herhangi bir bilgi ‘ihtisas’ bilgisi değildir. Misal olarak fetret dönemlerinde
yaşamış insanların bilgilerini verebiliriz, çünkü onların bilgileri veraset
bilgisi değildi. Onlar alim olsalar bile, herhangi bir nebinin takipçileri ve
uyanları değillerdi, çünkü onlara nebi gönderilmediği gibi kendileri de nebi
değillerdi. Bu nedenle onlara Allah Teâlâ’dan gelen nebilerin bakması söz
konusu değildir. Bu nedenle fetret ehli bilgide varislerin bilgisinin
aşağısında kalmış, fakat Allah Teâlâ’nın nebileri olduğunu bilmişlerdir.
Nebileri veya nebiliği gereği üzere
kabul etmeyip nebileri sadece nefsinin cevherini doğal arzuların kirlerinden
arındırmış, örfte bilinen güzel ahlakı ayrılmaz özellikleri haline getirmiş
kimseler sayanlar da vardır. Onlara göre nebi böyle bir Hakk gelince, ulvi
âlemdeki suretler kuvve halinde onun nefsine yansır ve o da gaybler hakkında
bilgiler söyler. Bize göre ve gerçekte nebilik kesinlikle böyle değildir.
Onların söyledikleri durum bazı şahıslarda gerçekleşmiş olabilir. Fakat âlemdeki
suretlerin kuvve halinde bir şahsın nefsinde bulunması mümkün olsa bile, bu
durum varlıkta gerçekleşen şeylerle ilgilidir ve bunlar tikel durumlarla
ilgili değildir. Çünkü feleklerin hareketlerinde, yıldızların yüzüşünde ve
göklerde bulunan ve onların eserlerinden meydana gelen bilgiler hakkında
yıldızın veya göğün veya feleğin veya meleğin bilgisi yoktur. (Nebi olan) Bu
şahıs söz konusu varlıklardan onların kendilerinden bilmediklerini öğrenir.
Herhangi bir nebi veya hakimin ölünceye kadarki her nefeste halinin ihata
ettiği her şeyi bilgice kuşattığı aktarılmamıştır. Aksine bazen bilir bazen
bilmez. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın her göğe emrini vahyettiğini ve Levh-i
mahfuz’a kıyamete kadar kendilerinden meydana gelecek şeylerle ilgili
yaratıkları hakkındaki bilgisini tevdi ettiğini biliriz.
Bununla birlikte Levha’ya ‘sende ne
var?’ veya ‘Kalem’in Allah Teâlâ’nın bilgisinden kaynaklanan şendeki payı
nedir?’ denilse, bunu bilemezdi. Çünkü Allah Teâlâ bütün bunları onun
bakışına/nazar kendisinin aşağısında bulunalar için yerleştirmiştir ve bu
bakıştan meydana gelebilecek eserleri sadece Allah Teâlâ bilebilir. Çünkü eser
nazardan değil, kabiliyetin istidadından meydana gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘Bizim emrimiz göz açıp kapatmak gibi bir iştir’88 buyurur. Tek bir gözün açıp
kapanmada ne kadar şeyi gördüğüne bakınız! İş tek olsa bile kabiliyetlerin
istidattaki farklılığı nedeniyle varlık itibarıyla farklıdır. Binaenaleyh
işleri tafsili üzere sadece Allah Teâlâ bilebilir. ‘Onlar dilediğinin dışında
O’nun bilgisini ihata edemezler.’ Şeriatça belirlenmemiş bir yolla ve şeriata,
gerektiği üzere iman etmeksizin, kalbini arındıran, halvete çekilen, nefsini
terbiye eden birinin bu hazırlık vesilesiyle elde ettiği bilgi miras bilgisi
olmadığı gibi Hakkın böyle bir insana (onun nebi olmasını gerektirecek
şekilde) nebevi bir bakışı/nazarı yoktur. Onun bilgisinin nihayeti,
aralarındaki münasebet ölçüşünce, melekî ruhlardan aldığı bilgilerden
ibarettir. Allah Teâlâ’dan aldığı bilgi ise nazarî gücünün verdiği kadardır.
Çünkü böyle birinin Allah Teâlâ’dan gelen keşfi kesinlikle yoktur. Böyle bir
keşif, nebilerin ve onlara uyanların özelliklerindendir, yoksa onları kabul
edip de içlerinden belli birisine tabi olmayan ‘tarif ehli’ veya fetret
zamanında bir nebinin sözüne uyarak amel etmeyenlerin özelliği değildir.
Maksatlı olmadan fetret devrinde bir insanın ameli nebinin ameline uyup ilham
alırsa, böyle bir ilham nebinin sözü nedeniyle amel yapan insana gelen ilhamdan
aşağıdadır. İki bilgi arasında büyük bir fark ve zevk ile müşahede edilen
öğrenilen bir ayrım vardır. Allah Teâlâ bizi ve sizi varislerden etsin!
Nebiliğe inancını izhar edip nebinin
getirdiği zahiri hükümleri sıradan insanların inandığı haliylesübjektif, indî
anlamlarda yorumlayan insan, bilgiden hiçbir şey elde edemez. Nebinin
getirdiği vahyin zahirde ve genel nezdindeki durumuyla bütünüyle gerçek
olduğuna inandığı halde söz konusu zahiri anlamların sabit olmasıyla birlikte
yine de başka bir yorumları daha olduğuna inanan ise kendi düşüncesinde
duyuyla anlamı bir araya getirmiş demektir. Öyle bir insan gerçeği olduğu üzere
müşahede eden bir varis-alimdir. Böyle bir imkân çalışmayla gerçekleşebilir.
Burada çalışmanın anlamı bu inanca sahip olmayan birinin sonradan benden veya
başkasından duyup da şöyle demesi değildir: Ben de ona inanıyorum ve kendimi
ona bağlıyorum. Söylediği doğru ise bana ne! Söylediği yanlışsa, bana bir zarar
vermez.’ Böyle bir söz kendisine fayda vermez ve ona bir kapı açmaz. Çünkü o
peygamberi kesin bir şekilde tasdik etmiş değildir. Aksine o tecrübe sahibidir!
İman nerede, kuşku ve tecrübe nerede! Böyle bir insanın basireti kör ve
bakışı/nazarı eksiktir. Çünkü delilleri sahih bir şekilde inceleyebilmiş
olsaydı, onların delalet yönlerini de öğrenmiş olur, böylelikle aradığı şey
ortaya çıkar ve kendinde bulunduğu halde hakikat ona görünürdü. Nitekim teorik
araştırmaya hakkını veren başkaları adına bu durum gerçekleşmiştir. Çünkü
teorik düşünce sahibi düşünmeye ve araştırmaya hakkını verince, gölgenin şahsın
ayrılmaz bir parçası olması gibi, iman onun ayrılmaz özelliği olur. Çünkü o
ikisi bir çifttir. Araştırmaya hakkını veren insan, delilin kendisiyle nebi ve Allah
Teâlâ katında da ‘Şâri’ denilen bu şahsın mertebesini öğrenir. Peygambere hal
olarak uymadığı halde kendisini zevk yoluyla müşahede etmek mümkün değildir.
Böyle bir şey düşünülemez.
Kuşkusuz Allah Teâlâ’ya,
peygamberine, onun getirdiklerine genel ve ayrıntılı olarak iman ettik.
Bunlar, tafsili olarak, bize ulaşan şeyler olabileceği gibi bize ulaşmamış
veya bizim nezdimizde sabit olmamış hususlar olabilir. Biz peygamberin
getirdiği her şeye gerçekte iman edenleriz. Bu imanı anne ve babamı taklit
ederek aldım. Bu hususta aklın hükmünün zorunluluk mu veya imkânsızlık mı veya
imkân mı olduğunu araştırmak aklıma bile gelmedi ve bu inancıma göre amel
ettim. Bu amelin sonucunda ise nereden ve neye iman ettiğimi anladım ve Allah
Teâlâ baş ve kalp gözümden ve hayalimden perdeyi kaldırdı. Baş gözüyle sadece
onunla görülenleri, hayal gözüyle sadece hayalle görülenleri, basiret, yani
kalp gözüyle sadece o güçle görülenleri gördüm. Böylelikle iman meselesi
tarafımdan müşahede edilir Hakk gelirken taklitle verilen mevhum ve muhayyel
hüküm mevcut Hakk geldi ve tabi olduğum kimsenin değerini anladım. O, bana
gönderilmiş peygamber, yani Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’di.
Adem’den Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar bütün nebileri müşahede
ettim.
Allah Teâlâ bana ona iman edenlerin
hepsini gösterdi. Öyle ki, kıyamete kadar onların seçkin ve sıradan
olanlarından görmediğim kimse kalmadı. Bütün cemaatin mertebelerini gördüm ve
onların değerlerini öğrendim. Ulvi âlemde bulunan şeylerden genel olarak iman
ettiğim tüm hususları gördüm, hepsini müşahede ettim. Gördüğüm ve müşahede
ettiğim şeylerin bilgisi beni imanımdan döndürmedi. Şimdi de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem söylediği için biliyor ve amel ediyorum; kendi
bilgim, görmem ve müşahedem nedeniyle amel etmiyorum. Böylece iman ve müşahede
arasındayım. Böyle bir durum, (peygambere) uymak hususunda son derece çetin
bir durumdur. Büyüklerin ayaklarının kaydığı yer burası, yani iman edilen
şeylere dair müşahedenin gerçekleştiği bu yerdir. Böyle bir insan iman ederek
değil, görerek amel eder ve ikisini bir araya getirmeyi başaramaz. Bu durumda
kemaldeki kadrinin ve mertebesinin bilgisini yitirir. Böyle bir insan keşif
sahiplerinden olsa bile, Allah Teâlâ ona kendi kadrini göstermemiş, böylece
nefsini bilmemiş, müşahede üzere amel etmiştir. Kâmil insan ise müşahede
zevkine sahip olsa bile iman ederek amel edip imandan ayrılmayan kimsedir. Müşahede
ona etki etme;z.
Bu makamı hal yoluyla tadanı
görmedim. Âlemde bu makamın adamları olduğunu bilsem bile, Allah Teâlâ bana
onları göstermemiş şahıslarını, isimlerini öğrenmemiştim. Belki onlardan
birisini görmüş olabilirim, fakat adıyla kendini bir araya getirmemişimdir.
Bunun nedeni şudur: Ben kendimi bana bir varlığı veya bir hadiseyi bildirsin
diye Hakkın mertebesine bağlamadım. Sadece razı olduğu işlerde kullanıp kendinden
uzaklaştıracak işlerde kullanmasın diye kendimi Hakkın katına kendimi bağladım.
Diledim ki, Allah Teâlâ bana herhangi bir tabinin daha üstüne sahip olmadığı
bir makamı tahsis etsin. Allah Teâlâ beni makamımda bütün âlemle ortak kılsa
bile, bundan da müteessir olmam. Çünkü ben sırf kulum! Allah Teâlâ’nın
kullarının üzerine çıkmayı arzulamam. Allah Teâlâ gönlüme tüm âlemin en yüce
mertebede bir makamda bulunmasından memnuniyet duygusu yerleştirmiştir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ bana -akla bile gelmeyenişin sonunu (hatimeti
emr, velilik işinin sonu) bana tahsis etti. Bu nedenle Allah
Teâlâ’ya şükrettim. Allah Teâlâ bana şükre hakkını verme imkânı bahşetmiş olsa
bile yine de şükrünü yerine getirmekten acizim.
Halimden zikrettiklerimi iftihar
etmek üzere zikretmedim. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bunları iki nedeniyle
zikrettim: Birincisi Allah Teâlâ’nın ‘Rabbinin
nimetini zikret’89 ayetidir.
Hangi nimet daha büyük olabilir ki? Diğer neden ise (yüksek) himmet sahibi bir
insanın bunu duymasını sağlamaktır. Böylelikle nefsini benim nefsimi
kullandığım yerde kullanmasını sağlayacak bir himmet onda oluşur. Bunun
neticesinde ise benimle beraber ve benim derecemde bulunur. Daralma ve
sıkışıklık sadece duyulur ve mahsus âlemde bulunur. Bununla birlikte bilhassa
ulûhiyet mertebesinde de darlık vardır ve bu nedenle kıskançlık sadece bu iki
makamda ortaya çıkar. Mahsus âlemdeki darlığın nedeni onun sınırlı olmasıdır.
Çünkü senin yanında bir şey bulunurken aynı şeyin başkasının yanında bulunması
mümkün değildir. Ulûhiyet mertebesine gelirsek, bu mertebede ortaklık
iddiasında bulunan, yalancıyken o mertebenin sahibi doğru sözlüdür. Bu durumda
kıskançlığın konusu, ilahlığın bulunmadığı kimsenin yalan yere ilahlık
iddiasında bulunmasıdır. Öyleyse burada kıskançlık makam hakkındadır. Bu
mertebe sadece bir kişinin olabilir, başkasının o mertebede payı yoktur.
Kıskançlık anlamındaki gayret, ‘başka’ anlamındaki gayr
kelimesinden türetilmiştir. Böylelikle sana en doğru yolu açıklamış olduk.
Bilmelisin ki, bilginin meydana
getirdiği en hoş netice, âlemin ilahi isimlerden varis olduğu bilgidir. ‘Miras
ölümle meydana geliyorsa, ilahi isimlere nasıl varis olunabilir’ diye sorarsan
şöyle deriz:
Bilmelisin ki, ben bu tür bilgiyle
şunu kastetmekteyim: Allah Teâlâ senden ve senin vasıtanla meydana gelebilecek
şeyleri kendiliğinden yaratmaya kadirdir. Nitekim daha önce açıkladığımız gibi
sen O’nun aracısın. Bir fiil senden meydana gelmişse, O’nun sebebiyle meydana
gelen şeyin de sen olmaksızın gerçekleşmesi gerekir. Senden meydana gelen şeyin
ise iki varlığının olması mümkün değildir. Çünkü var olan, iki varlığı kabul
etmez, aksine o bir varlıktır. Böylece (gerçekte) O’na ait olsa bile senden çıkan
varlık miktarı, sahibinden geri kalan ‘miras bırakılan mal’ gibidir. Çünkü
ölümle birlikte malın artık ona ait olması mümkün değildir. Nitekim var olanın
da var olduğu kimseden başka birisinden meydana gelmesi mümkün değildir.
Bu sırrı iyi incelemesin! Bu sır akim
hükümlerinde değil, zevk sahiplerindeki garip bir meseledir.
Bilmelisin ki, el-Hayy ismini ilahi
isimlerden herhangi birisinin geçmesi mümkün değildir. Bu nedenle öncelik
el-Hayy isminindir ve yine bu nedenle bu isim gerçekte el-Evvel (İlk) diye
nitelenen isimdir. Âlemde hayat sahibi her şey -ki gerçekte âlemdeki her şey
hayat sahibidirbu aslın feridir. Fer bir takım özellikleriyle asla benzemez.
Misal olarak fer ve dalın yüklendiği meyveler, farklı türleriyle havanın onu
hareket ettirmesi, yapraklandığında veya yaprakları döküldüğündeki durumları
verebiliriz. Kökler ve asıl öyle değildir. Kökler daldan ve dalla ortaya çıkan
bütün unsurlarda dala yardım eder. Çünkü dal/fer, aslın ve kökün yardımı
olmaksızın dal olarak kalamaz ve hükümlerini koruyamaz. İşte el-Hayy isminin
diğer isimlerle ilişkisi de böyledir. Öyleyse meseleyi iyice incelersen bütün
isimler O’na aittir. Böylelikle bu ismin sırrı bütün âleme yayılır ve âlem
kendisine nispet edilen Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih etmek gibi kendisine
nispet edilen fiilleriyle aslın ve kökün suretinde ortaya çıkar. Tespih ve
tenzih soyutlanma demektir. Aynı şekilde kök de dalların elbiselerinden ve
onların yaprak, meyve gibi süslerinden soyudanmıştır. Bütün bunlar ondandır, o
ise kendi zatında bunların kendisinde bulunmasından münezzehtir. Kök,
kendisinde bulunmayıp kendi niteliği olamayacak şeyleri meydana getirmiştir.
Bu bilgi mühim bir bilgidir ve ancak
keşif sahibi adına meydana gelebilir. Böyle bir bilgi keşif sahibinde meydana
geldiğinde, artık âlemi ‘canlı olan’ ve ‘canlı olmayan’ diye ikiye bölmez. Her
şey onun gözünde canlıdır. Bize göre hayat -keşif ve müşahede sahiplerine
görebütün varlıklara nitelendikleri hakikate göre izafe edilir. Hayatı sadece
donukların ve büyüyenlerin dışındakilerde görenlere göre böyle değildir. Bizim
sözümüz keşif ehlinedir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine hakikati bulunduğu
hal üzere gösterdiği kimselerdir. Bunu bilmelisin!
Bilmelisin ki el-Hayy ismi Hakkın
zati bir ismidir ve bu nedenle O’ndan ancak hayat sahibi olan meydana
gelebilir. Öyleyse bütün âlem canlı ve hayat sahibidir. Alemde canlı olmayan
bir şey veya hayattan yoksun kalan bir şey var olmak için ilahi bir dayanağa
sahip değildir. Hâlbuki zaman içinde yaratılmış her varlığın ilahi bir dayanağı
olmalıdır. Sana göre ‘cemad (cansız, gerçekte ise donuk)’, gerçekte canlıdır.
Ölüm canlı bir yöneticinin canlı bir yönetilenden ayrılmasıdır. Başka bir
ifadeyle yöneten/ruh de yönetilen/beden de canlıdır. Ayrılma var olmayıp yok
olan bir nispetten ibarettir. Bunun anlamı ruhu yönetimden azletmektir.
Canlı olmanın şartı hissetmek
değildir. Hissetmek ve duyular, bir şeyin canlı olmasına ilave durumlardır.
Canlı olmanın şartı bilmektir, bununla birlikte bazen hissederken bazen
hissetmez. Hissederse, hissetmenin şartı elem ve hazların varlığı değildir,
çünkü bilgi buna gerek bırakmaz. Bununla birlikte bilen, âdetin işleyişine
göre, algılayarak ve idrak ederek hissedebilir. Sen ve bütün akıl sahipleri
bilir ki, Allah Teâlâ her şeyi bilmektedir. Bununla birlikte Allah Teâlâ
hissetmekten ve duyulardan münezzehtir. Öyleyse bilginin elde edilmesinin pek
çok yolu vardır. Duyu duyuluru bilmeye ulaştıran bir yöntem olsa bile bazen
duyu olmadan da o şeyin bilgisine ulaşılabilir ve her iki durumda da bilinir.
Fakat bir şey duyu yolundan başka bir yolla kendisini hissedilmez, fakat
müşahede edilmiş ve bilinmiştir. Nitekim biz Rabbimizi şanına yaraştığı
şekilde gözlerimizle göreceğimizden kuşku duymayız. Bu durumda Allah Teâlâ bize
görünendir. Hâlbuki Allah Teâlâ mahsus bir şeydir demeyiz, çünkü duyu sınırlar
ve daraltır. Allah Teâlâ’yı görmemiz niteliksiz bir görmedir. Bu konuda
söylediklerimiz, gözle görmeyi kabul edenlere yöneliktir. Biz görmenin
niteliği, sınırlama ve takyidin (bulunup bulunmadığı hakkında) konuşmuyoruz.
Biz Hakkı münezzeh bildiğimiz gibi O’nu münezzeh görürüz. Elinizdeki kitabın
başka bölümlerinde Allah Teâlâ hakkmdaki bütün aklî inançların ve sözlerin
doğruluk yönlerini dile getirmiştik.
Bu konuda Allah Teâlâ’dan inen
ifadelere gelirsek, onlara iman etmek vaciptir. Gelenlerin (bir kısmı) akılla
çelişir. Mesela ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’90 ayetinde gelen vahiy akla uygudur.
Bununla birlikte vahiyle gelen bazı bilgiler teorik gücü yönünden akılla
çelişir. Bu vahiy akla kendi başına elde edemeyeceği ilave bir bilgi
kazandırır. Fakat o bilgi rivayetten geliyorsa, imanla ve müşahededen
kaynaklanmışsa zevk ile kabul edebilir. Biz Allah Teâlâ’nın kendisini
nitelediği bütün hususlar içinden aldın nazari düşünme gücüyle tek başına
öğrenemeyeceği meseleleri O’na bırakırız. Çünkü biz O’nun zatını kuşatıcı
şekilde bilemeyiz, hatta kendiliğimizden O’nu bilemeyiz. Âlemdeki varlıklar
birbiriyle ittisal ve infısal, yani bitişme ve ayrışma içinde oldukları için, Allah
Teâlâ varlıkların bu durumunu keşfi olmayanlar için şu hususta bir alamet
yapmıştır: Âlemin Allah Teâlâ ile arasında bir yandan zati bir ittisal bir
yandan ayrımı ve infisal vardır. Allah Teâlâ ise zatının hakikati, ilahlığı,
failliği yönünden bir yönden bitişik ve ayrıktır. Bu yön O’nun aynıdır, çünkü O
çoğalmaz. Bununla birlikte O’nun hüküm ve isimleri ve isimlerinin anlamları
çoğalır. Hakkın âleme ittisali bizi iki eliyle yaratmasından ibarettir: ‘İki
elimle yarattığıma secde etmekten seni alı koyan nedir?91 ‘Onlar için ellerimizin yaptığı
nimetler yarattık, onlara sahiptirler.’92 Allah Teâlâ’nın âlemden ayrılığı ve
infisali ise ilahhğın kulluktan ayrılmasıdır. ‘O’ndan
başka ilah yoktur.’93 Allah
Teâlâ ayrılmasıyla ‘Aziz’, bitişme ve ittisali ile de ‘Hakim’dir.’
Yaratma Hakkın âlemden ayrılığıyla değil,
âleme ittisali ve bitişmesi nedeniyle gerçekleşebilir. Âlem de Allah Teâlâ’nın
onu yükümlü tuttuğu ibadetleri meydana getirir ve oluşturur ve bu nedenle de
ameller kula izafe edilir. Allah Teâlâ bu konuda kendisinden yardım istemesini
kula emretmiştir Kul da bazı amellerde Hakkın aracıdır. Araçlar bir araçla yapılabilecek
işlerde sanatkârın yardımcılarıdır. Âlem tanımı ve hakikati itibarıyla Haktan
ayrıdır ve bu nedenle aynı yönden hem ayrık hem bitişiktir, çünkü onda da
çokluk meydana gelmez. Hükümleri çoğalsa bile, bu hükümler, bilinen-var
olmayan nispet ve izafederdir. Böylelikle âlem de Hakkın suretinde ortaya
çıkar. Öyleyse bir’den bir çıkmıştır ki, o da mümkünün kendisidir. Çokluk, yani
mümkünün hükümleri, çokluktan meydana gelebilir. Bunlar Hakka nispet edilen ve
‘isimler ve sıfadar’ denilen hükümlerdir. Öyleyse âleme hakikati ve kendisini
yönünden bakan, onun mutlak birliğini dile getirirken hüküm ve nispetleri
yönünden bakan, bir hakikatteki çokluğu söyler. Aynı durum Hakka bakarken geçerlidir.
Alem, öyleyse, bir-çoktur. Nitekim Hakk için de şöyle denilir: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur. O duyan ve görendir.’94 Ayet aynı ayet iken tenzih ile
teşbihin ilişkisine bakın! Bu ayet Allah Teâlâ’nın zatında bulunduğu durumu
bize bildirir. Böylelikle Allah Teâlâ ‘yoktur (leyse)’ edatıyla ayırırken ‘O’
zamiriyle olumlar. Allah Teâlâ’nın âleme ve âlemin Hakka nidası ise
infisal/ayrılık yönünden gerçekleşir. Hakk şöyle nida eder: ‘Ey insanlar.’ Biz
ise ‘Ey ‘Rabbimiz!’ diye nida ederiz ve Allah Teâlâ kendisini bizden ayırdığı
gibi biz de kendimizi O’ndan ayırırız. Böylelikle ayrıştık.
Bu makam nerede, bizi sevip de bizim
duymamız, görmemiz ve bütün güçlerimiz haline geldiğindeki ittisalimiz nerede! Allah
Teâlâ bunu bize sevenin sevilene ittisalini ve vuslatını bildirdiğinde,
bildirmiştir. Böylelikle Hakk kendisine ‘sevme’ fiilini nispet etmiştir. Bu
durumda sevilenler biziz. Sevenin hükümleri ve mertebesiyle sevilenin hükümleri
ve mertebesi arasındaki fark bellidir. Biz Hakk ile yükselirken Hakk bize
nüzul ve tenezzül eder. Varlık eşit olana kadar böyle devam eder. Varlığın
eşitlenmesi ise mümkün değildir. Öyleyse varlıkta yükselme ve inmenin bulunması
kaçınılmazdır. Sadece O ve biz varız! Bu nedenle birinin hükmü inme olunca,
ötekinin hükmü yükselme ve yücelik olmuştur. Seven herkes aşağıdayken sevilen
yüksektir. Her birimiz seven veya sevileniz. Çünkü ‘her birimizin belli bir
makamı vardır.’ Her birimiz aşağı-yukarıdır. Bunlar bir şeydeki farklı
hükümlerdir.
Ey müminler, sakının
Rabbimiz! Neyden sakınalım
0 nida etti, ben nida ettim, soru sormak üzere
Kimin gittiğini ve kimin kaldığını bilmedim
Hükmümü hükmüne böldüm Ya mutlu veya
bedbahttır
Hükmünde razı olur veya gazap eder Bedbaht
olur veya sakınırsak mutlu
Ayağındaki kilitler nerede Ayaktaki nalinler
nerede
Şunda veya bunda zuhur eder Karşılaşan
kullar karşılaşsın diye
Söylediğim var olunca Kul sakındığı şeyi
bilir
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bu menzilde bulunan ilimlerden birisi, perdelenene bitişen
perdelerin öğrenilmesidir. Aşırı yakınlık -tıpkı aşırı uzaklık gibibir
perdedir. Kendisini zikrettiğinde kulun Rabbiyle karşılıklı oturması, bu
menzilden öğrenilir. Zikredenlerin kendisini zikrederken Hakk ile oturduğunu
bilenler ve bu durumu bilmeyenler diye ikiye ayrılması, bu menzilden
öğrenilir. Onun rabbiyle oturduğunu bilmeyişinin nedeni gerçekte Rabbini
bilmemesidir ve bu nedenle O’nu temyiz edemez. Bazen de kendinde bulunan
sağırlık veya gözündeki perde nedeniyle Rabbinin onu zikrettiğini bilmez. Çünkü
gerçek zikreden Rabbinin onu ne zaman zikredeceğini bilir. Bununla birlikte
Rabbiyle oturduğunu müşahede yoluyla bilmeyebilir. Başkaları ise bunu bilir ve
kiminle oturduğunu müşahede eder. Böyle bir durumda Hakk kendisini zikreden
kuluyla oturduğu gibi kul da Hakk ile oturur. Hakk ile her iki halde de ancak
kul oturabilir. Kul, rabbiyle otursa bile, kulluğu süreklidir. Çünkü kulluk
ezelidir. Hakka yakınlığın nihayeti, Hakkın kulun duyması, görmesi haline
gelmesidir. Bu ifadede Hakk, kulun hakikatini ve varlığını olumlamış ve
ispadamıştır. Onun hakikati ise kulluğundan ibarettir.
Hakk ile yalnızken ve cemaat halinde
oturmak arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Her iki durumda da aynı mıdır,
yoksa meclisler değişir mi? Hakk ile oturanın Hakk karşısında neyi söyleyeceği
ve bunun hangi şekilde olacağı bu menzilden öğrenilir. Çünkü müşahede susmaya
aittir. Bütün müşahedeler susmaya mı aittir, yoksa susma bazı müşahedelerde mi
gerçekleşir? Tecelli edenin Allah Teâlâ olduğunu bilmek zorunludur. Her kim
olursa olsun Allah Teâlâ’ya dua edenin bedbaht olmayacağı bu menzilden
öğrenilir. Burada kimseyi istisna etmiyorum. Dua eden bedbaht olursa (gayesine
ulaşamazsa), geçici bir nedenle olabilir. Öyleyse yönelme ebedi mutluluğa
doğrudur!
Allah Teâlâ nedeniyle Allah Teâlâ’dan
başkasından korkanın Allah Teâlâ katındaki hükmünün ne olduğu bu menzilden
öğrenilir. Bu, çetin bir makamdır. Öyle bir insan Allah Teâlâ nedeniyle
korkmaktadır ve böyle bir hal sahibi Allah Teâlâ’dan başkasını görmez, nasıl
olur da Allah Teâlâ’dan korkabilir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan
korkmayın, benden korkun, mümin iseniz.’95
Başkası nedeniyle Allah Teâlâ’dan
eman talep edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi bilgi sahibi
doğru yapan birisi midir, yoksa bilgisiz ve hatalı mıdır? Haktan kendisi
nedeniyle mi korkulur, yoksa kendisinden meydana gelecek şey nedeniyle mi
korkulur? Korku Allah Teâlâ’dan meydana gelen bir şeyle ilgiliyse, bu durumda
korku O’ndan meydana gelen bir şeyle ilgilidir. Bu ise şenle var olan bir
şeydir. Adetlerin müşahede sahibi büyüklerdeki etkileri, bu menzilden
öğrenilir. Bu durum Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu bilmelerine rağmen
neden kaynaklanır? Öyleyse onlar neyi müşahede etmektedir? Acaba onlar ‘Dilediğini
yapandır’96 ayetini mi
müşahede etmektedirler. Onlar, Hakkın kendileriyle ilgili iradesini ise
bilmiyorlardır. Bu durumda ilahi iradeyi veren bu makamdaki halleri
vasıtasıyla aderier onlarda etki etmektedir.
Bütün işler Allah Teâlâ’ya nispede
eşit midir, değil midir? Eşit olmazlarsa, onları eşit olmaktan çıkartan neden
nedir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘0 yaratmayı yeniden başlatır, sonra onu yeniler, bu ona
daha kolaydır:97 Başka bir
ayette ise ‘Göklerde ve yerde en güzel misal O’na aittir.’98 Bu misal ‘Göklerin
ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür’99 ayetinde verilen misaldir.
Kastedilen başlangıçtaki yaratmadır. Yeniden yaratma ise baştakinden daha
kolayken başlangıçları göklerin ve yerin yaratılmasından daha kolaydır.
Öyleyse göklerin ve yerin yaratılması değer bakımından insanların
yaratılmasından daha yücedir, çünkü insanlar üzerinde gök ve yerin
babalık-annelik hakkı vardır. Başka bir ifadeyle insanlar o ikisinin
edilgenidir (münfail). Cisimlik burada dikkate alınacak bir şey değildir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Fakat insanların büyük kısmı bilmez.’100 Herkes duyusal olarak göklerin ve
yerin yaratılışının cisimlik yönüyle insanların yaratılışından daha büyük
olduğunu bilir. Burada sadece o ikisinden doğal cismin edilgenliği söz
konusudur ki, başka bir şey de yoktur.
Her varlığın başlangıçtaki yaratılışı
bu menzilden öğrenilir. Başlangıçtaki yaratmanın önceki bir misali yoktur.
Teklerin ilki olan ilk tek sayı bu menzilden öğrenilir. ‘Kelam’ denilenin
mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Bu, üzerinde akılcıların tartışmalarının
uzadığı bir meseledir. Allah Teâlâ Zekeriya’ya Yahya’nın var oluşuna alamet olmak
üzere ‘İnsanlarla üç gün konuşmayacaksın’101 der. Burada istisna edatı
kullanılmıştır ve istisna edilen şey söz, kelamdır. Etki ise işaret ve remizden
meydana geldiği gibi aynı zamanda konuşmada kelamın nazmından meydana
gelmiştir.
Allah Teâlâ’ya naiplik ile Hakkın
kuluna naipliği bu menzilden öğrenilir. Bunların hangisi daha tamdır? Çünkü Allah
Teâlâ bize kendisini vekil edinmemizi emretti ve bir kısmımızı yeryüzünde halifeler
yaptı, bize O’nun kelamını söylediğimizi bildirmiştir. Biz sözlerimizi
söylerken bizden sözü söyleyen O’dur. Bütün âlemi kuşatan münasebet ve onun bir
cins olduğu bu menzilden öğrenilir. Böylelikle onun altında bulunan tür ve
şahıslar arasında derecelenme meydana gelir. İmam Ebu’l-Kasım b. Kasi -ki Halü’n-Naleyn’in
yazarıdırbunu imkânsız saymış, bizim kabul ettiğimizin aksine bir görüşü ileri
sürmüştür. O kendi benimsediği görüşte haklıyken bizim dikkate aldığımız
yönden hatalıdır. Çünkü sadece doğru, daha doğru, kâmil ve daha kâmil olan
vardır. İlahi isimler arasındaki ihata ilişkisi nedeniyle derecelenme bütün
âleme yayılmıştır. Bir ismin ötekinden fazla olmasını sağlayan şey nedir? Bu
isimlere misal olarak el-Alim, el-Kadir, el-Kahir isimlerini verebiliriz.
Alemdeki tesirler bu menzilden
öğrenilir. Nefsi adına bir değer gören insanın hükmü bu menzilden öğrenilir.
Böyle biri kâmil iken kendisini gösteren delili getirdiğinde, bu delili
getirmesi başkasına şefkatten mi kaynaklanır, yoksa kendini yüceltme amacı mı
taşır? Böyle bir şey rızaya etki eder mi, etmez mi? Kim daha üstündür: Delil
getiren ve ondan uzaklaşan mı? Yoksa delil getirmeyen mi? Delil getirmek
yerine kişi insanlarla bulundukları hal üzere beraber olur. İnsan için böyle
bir hükmün olması ne zaman mümkündür, ne zaman onun için böyle bir hükmün
olması uygun değildir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biliyoruz
ki senin gönlün söyledikleri nedeniyle daraltmaktadır.'’102 Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Rabbinin
hükmünden razı ol’ dememiştir. Hakim nezdinde şahidiği kabul edilsin diye
insanın adalet için koşuşturması bu menzilden öğrenilir. Böyle bir koşuşturma
kendisi için değil, başkası adına koşuşturmak kapsamına girer. Geçici bir takım
durumlar nedeniyle adil olmazsa, hakim onun şahidiğini kabul etmez. Genellikle
de batıl hakikati örter ve bu nedenle çalışma, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Ben kıyamette insanların efendisiyim’ demesi gibi (başkası için
çalışmaktır). Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözüyle övünmeyi
amaçlamamıştır, sadece ümmetini yorgunluktan rahata kavuşturmak üzere
bildirmek istemiştir. Ümmeti, o gün yürümekle yorulmasınlar. Nitekim kıyamette
ümmetler şefaat istemek üzere peygamber peygamber dolanırlar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise ümmetini kendilerine verdiği bilgiyle
kendisiyle sınırlamış, sonunda işin onda biteceğini bildirmiştir.
İşin görülmesi sonunu bilmek
Her işin sonu döner başa
Muhammed ümmeti bu kadar bir bilgi ve
diğer bilgileriyle orada diğer ümmetlerden ayrışır. Bütün yaratıklar için
işlerin açıklanması bu menzilden öğrenilir. Karıştırmanın ortadan kalkması,
insanların ve başkalarının Hakka dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu dönme onlara
fayda verir mi, vermez mi? Sadece Allah Teâlâ’nın vasfı olabilecek şeyler bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ adına zorunlu olan niteliklerle O’nun hakkında
imkânsız olacak nitelikler bu menzilden öğrenilir. Kendisine nispet edildiği
kimsenin teşrifiyle şerefi artanın durumu bu menzilden öğrenilir. Mehdi ile
Hadi (hidayet eden) arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Genel ve özel
nebilik ile hangisinin kalkıp hangisinin devam ettiği bu menzilden öğrenilir.
Nebi olmayan velinin velayette nebi adına ‘zevk’ yoluyla gerçekleşen bir
makamı olabilir mi, olamaz mı? Bu menzilden öğrenilir.
Zahirî ve batınî nimeder bu menzilden
öğrenilir. Bütün bu nimetlerle hangi insanın nimedeneceği bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ katında yakınların alamederi ve neyle tanınacakları bu
menzilden öğrenilir. Geride olan öndekine katılır mı? Hangisinin mertebesi daha
üstündür? Bütün hususlarda ahiret hallerinin dünya hallerinin terazisiyle bir
olduğunu düşünenin bu görüşü bu menzilden öğrenilir. Amel cennetlerinin
sahibinde bulunması gereken hal, bu menzilden öğrenilir. Miras cenneti hangi
hal üzere bulunmalıdır, ihtisas cennetinin sahibi hangi hal üzere bulunmalıdır?
Emir âlemine (melekler) emrin, insan âlemine hem emrin hem yasaklamanın tahsis
edilmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden
kendisine ortak koşulmasını yasakladığı ve kendisine ortak olmadığı isimler, bu
menzilden öğrenilir. Ancak havale yoluyla öğrenilebilecek hususlar bu
menzilden öğrenilir. Ceza ve mahalli bu menzilden öğrenilir. Cennete giden
yolun niteliği ve kimin o yolda gideceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın
dünya hayatındaki ömründe kendisine rahatlık verdiği kimseye ahirette de
rahatlık verip vermeyeceği bu menzilden öğrenilir. Aynı şey ceza için
geçerlidir.
Kıyamet günü hüküm vermek ve
ayrıştırmak üzere insanlar çağrıldığında, yaratıkların hallerindeki farklılık
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katındaki en korkunç ve kendisini sadece
insanın yerine getirebileceği şeyin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Onu
böyle bir şey yapmaya cüret ettiren şey nedir? Hâlbuki Allah Teâlâ kendisini
zayıf ve her şeye muhtaç olarak yaratmıştır.
Dostun dosta düşman veya düşmanın
dost haline gelmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Zaruri, nazari ve bedihi
bilgi bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Ahir Zamanda Zuhur Edecek Mehdi'nin
Vezirlerinin Menzili; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mehdi'nin
Geleceğini Müjdelemiştir ve Mehdi Ehl-i Beyt'tendir
İmam vezire muhtaç
Varlık feleği onun üzerinde döner
Mülkün halleri doğrulmazsa Bu ikisinin
varlığıyla yok olacaktır
Hakk İlah başka! O
münezzeh •
Onun irade ettiği işte veziri yok
' Hakk İlah melekûtunda müteal Halk göremez
O’nu, muhtaçtır o
Allah Teâlâ bize yardım etsin
bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın zuhur edecek bir halifesi vardır ki yeryüzü
zulüm ve haksızlıkla dolmuşken o yeryüzünü adalede dolduracaktır. Dünyanın bir
gün ömrü bile kalmış olsaydı, Allah Teâlâ o günü uzatır ve bu gün halifenin
gelmesi için yeterli olurdu. Mehdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
soyundan ve Hz. Fatma’nın oğullarındandır. İsmi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ismine uygun, dedesi Hasan b. Ali b. Ebu Talib’tir. Rükün ve
İbrahim makamına biat eder. Yaratılışı itibarıyla Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e benzerken ahlakı bakımından ondan aşağıdadır. Çünkü hiç
kimse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlakı gibi bir ahlaka sahip
olamaz. Onun hakkında Allah Teâlâ ‘Kuşkusuz
sen büyük bir ahlaka sahipsin’103 buyurur. O açık alna sahip, kemerli
burunlu birsidir. Kufe ehli onunla Mutlu olur. Malı eşit dağıtır, halka adil
davranırken hükümler verir. Bir adam kendisine gelir ve şöyle der: ‘Ey Mehdi!
Bana ver.’ Mehdi ona önündeki maldan taşıyabileceği kadar verir. Mehdi dindeki
fetret döneminde ortaya çıkar. Allah Teâlâ, Kuran vasıtasıyla sapmamış kimseyi
onunla saptırır. Cahil, korkak ve cimriye temas eder, temas ettiği kişi
insanların en bilgilisi, cömerdi ve cesuru haline gelir ve Allah Teâlâ onu bir
gecede ıslah eder. Yardım önünde yürür!
Mehdi beş veya yedi veya dokuz yıl
yaşar. Peygamberin izini takip eder, hata yapmaz. Onun görmediği yönden
kendisini destekleyen ve doğrultan bir meleği vardır. Her şeyi taşır, hakkı
hususunda zayıfı güçlendirir, misafiri ağırlar, Hakkın vekillerine yardım
eder, söylediğini yapar, bildiğini söyler, gördüğünü bilir. Rum şehrini İshak
oğullarından yetmiş bin müslümanla birlikte tekbirlerle fetheder, büyük katliama
tanık olur. Zulmü ve ehlini ortadan kaldırır, dini ikame eder, İslam’a ruh
üfler: İslam daha önce horlanmışken onunla aziz olur, ölmüşken hayat bulur.
Cizyeyi uygular, insanları kılıçla Allah Teâlâ’ya davet eder. Direnen
öldürülür; kim onunla didişirse, başarısız kalır.
Mehdi dinden dinin kendiliğindeki
hakikatini izhar eder. Öyle ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
yaşasaydı, onun verdiği gibi hüküm verirdi. Yeryüzünden mezhepleri kaldırır ve
geride halis din kalır. Onun düşmanları içtihat ehli alimlerin taklitçileridir.
Onlar Mehdi’nin imamlarının vardığı görüşten farklı hükümler verdiklerini
görünce, kendisine düşman kesilirler. Daha sonra kılıcının otoritesinden ve
kahrından korkup sahip olduklarını arzulayarak onun hükmüne istemeden boyun
eğerler. Mehdi seçkinlerinden daha çok müslümanların geneline ferahlık verir. Allah
Teâlâ’yı arif olan hakikat ehli, müşahede, keşif ve Allah Teâlâ’nın
bildirmesiyle ona biat eder.
Mehdi’nin adamları vardır. Onlar
Mehdi’nin davetini uygulayıp kendisine yardım eden ve memleketin yüklerini
taşıyan vezirlerdir. Bu vezirler Allah Teâlâ’nın yüklediği sorumlulukta
Mehdi’ye yardım ederler. Meryemoğlu İsa, Şam’ın doğusunda Mehrudiyyin denilen
bir yerde iki meleğe yaslanmış bir halde iner. Meleklerden biri sağında diğeri
solundadır. O onun başından inci gibi su damlar, sanki hamamdan çıkmış gibi
terler. İnsanlar o esnada ikindi namazındadırlar. İmam Hz. İsa’ya makamını
verir, Hz. İsa öne geçerek insanlara Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
sünnetine göre namaz kıldırır. Haçı kırar, domuzu öldürür.
Allah Teâlâ Mehdi’yi temiz ve
temizlenmiş bir halde katına alır. Onun devrinde Şam’da bir ağacın yanında
Süfyane öldürülür. Onun ordusu Medine ve Mekke arasındaki bir yerde yere
batırılır. Öyle ki o ordudan Cüheyne kabilesinden olan bir adamdan başka kimse
geride kalmaz. Bu ordu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şehrine üç gün
yakın bir mesafeye kadar yaklaşır, sonra ayrılır. Allah Teâlâ onu çölde yok
eder. Kim bu orduya baskıyla ve mecburen katılmışsa, niyetine göre haşredilir.
Kuran hakimdir, kılıç keskindir. Bu
nedenle bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ Kuran vasıtasıyla
saptırmadığım hükümdar vasıtasıyla saptırır.’
Velilerin hatemi şahit Alemlerin imamın
gözü yitik
Ahmed’in âlinden Efendi Mehdi O ortaya
çıkarken elindeki kılıç keskin
Bir güneş ki gam ve karanlıkları siler
Bereketli ve cömert bir yağmur o
Onun zamanı gelmiştir ve vakti size
gölge olmuş! Mehdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devri olan önceki
üç dönemeden sonra gelen dördüncü devirde zuhur eder. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in devri sahabe asrıydı, sonra onu takip eden devir, sonra
takip eden ikinci devir gelir. Bu iki devrin arasında ise fetret dönemleri
bulunur ve bir takım hadiseler yaşanır. Arzular yayılır, kanlar dökülür,
ihtiraslar şehirleri tahrip eder, fesat çoğalır. Bunun neticesinde haksızlıklar
yaygınlaşır, adalet günü zulüm gününün gelmesiyle kaybolarak geceye döner.
Mehdi’nin şahideri en hayırlı şahider, eminleri en faziletli eminlerdir. Allah
Teâlâ ona bir grubu vezir yapar ki gaybının gizliliğinde onları gizler, keşif
ve müşahede yoluyla hakikatlere muttali eyler. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın
kulları hakkmdaki emrinin ne olduğunu onlara bildirir. Böylece onlarla
istişare ederek Mehdi hüküm verir. Onlar ne olduğunu bilen ariflerdir!
Mehdi’nin gerçekte kim olduğuna
gelirsek, Mehdi elinde hakikat kılıcı bulunan ve medenî siyasetin sahibidir. Allah
Teâlâ’dan mertebesinin ve menzilinin muhtaç olduğu şeylerin kadrini öğrenir.
Mehdi Allah Teâlâ tarafından desteklenmiş bir halifedir. Hayvanların dilini
anlar, adaleti insanlara ve cinV e vezirlerinin bilgisinin sırlarından
yayılır. Allah Teâlâ onları kendisine vezir yapmıştı. Allah Teâlâ ‘Müminlere
yardım üzerimizde bir haktır’104 buyurur. Onlar ‘Allah
Teâlâ’ya verdikleri söze bağlı’105 olan sahabenin ayakları üzerinde
bulunan (onların izinden giden) kimselerdir. Onlar,
Acemlerdir ve içlerinde Arap yoktur.
Fakat Arapça konuşurlar. Onların kendi cinslerinden olmayan bir koruyucuları
vardır. Hiçbir zaman Allah Teâlâ’ya asi olmamıştır. O vezirlerin en özeli ve
emirlerin faziletlisidir. Allah Teâlâ onlara düstur edinip sohbetlerinde
hakkında konuştukları bu ayette hal ve zevk yoluyla doğruluk bilgisinin
faziletini vermiştir. Onlar da doğruluğun yeryüzünde Allah Teâlâ’nın kılıcı
olduğunu öğrenirler. Doğruluk her kimde bulunur ve her kim doğrulukla
nitelenirse, Allah Teâlâ da kendisine yardım eder. Çünkü O’nun niteliği
doğruluk, adı esSadık’tır. Böylece eğrilikten salim gözlerle bakarlar ve rüşt
ve doğruluk yolunda sabit ayaklarla yürür, herhangi birisini ayırt etmeden
Hakkın müminlere yardım etmeyi kendisine zorunlu kıtlığım görürler. Fakat Hakk
neye iman edildiğini belirtmeden ifadeyi genel ve sınırsız kullanmıştır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ey iman edenler! îman edin.’106 Başka bir ayette ‘Bir
müminin başka bir mümini hata olmadan öldürmesi mümkün değildir:107 Başka bir ayette ‘Batıla
iman edenler,m diyerek onları da ‘mümin’ diye
isimlendirmiştir. Başka bir ayette şöyle der: ‘O’na şirk koşarsanız,
iman ederseniz.’109 Burada
müşrik mümin diye isimlendirilmiştir. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın desteklediği
müminlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
iman edenler! Allah Teâlâ’ya, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve
daha önce indirdiklerine iman edin.’110 Allah Teâlâ, onları kitap ehlinden
ve diğer kitapların ehlinden ayırmıştır. Resullerden başka getirdiği haberin
tamamlanmış olduğu kimse yoktur. Böylece onlara iman etmeleri emredilen
müminlerin batıla iman eden kimseler oldukları, onların kendilerini delilden
uzaklaştıran bir kuşku nedeniyle ortağa iman ettikleri anlaşılır. Çünkü batıla
iman edenler, Allah Teâlâ’yı inkâr etmiştir. Ortağa iman edenlerin kalpleri
ise Allah Teâlâ tek başına zikredildiğinde rahatsızlık duyar.
Bu ifade onlara sadece önlerindeki
saptırıcı imamlar nedeniyle gelmiştir. Onlara göre inançları, kesin delilden
kaynaklanmaktaydı -ki imamları kastetmekteyimeksiklikten kaynaklanmıyordu.
Çünkü onlar nazarî araştırmaya hakkını verdiklerine inanıyorlardı. Başka bir
ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği istidadın gereğini yerine
getirmişlerdi ve Allah Teâlâ bir insanı yapabileceği şeyle sorumlu tutar.
Onlara verdiği ise yaptıkları ve yerine getirdiklerinden başka bir şey değildi.
Böylece tabileri de imamlara iman etmiş, inançlarında sadık ve dürüst
olmuşlardı. Onlar sadece kurtuluş yoluna yönelmek istemişlerdi, yoksa
kendilerini hüsrana yöneltecek bir yola yönelmemişlerdi.
Onlar Allah Teâlâ’nın fiillerini hem
doğrudan hem araçla yaptığını gördüklerinde, O’na ortak koştukları şeyleri
varlıkta gerçekleşen bazı fiillerin ortaya çıkmasında ‘yardımcı vezir’
saymışlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ tek başına zikredilince, zikredenin gerçeğe
hakkını vermediğini zannetmişlerdi. Çünkü bazı fiillerin yaratıkların
varlığına bağlı olduğunu öğrenmişlerdi. Bu bağlamda varlıkta yaratılmış
sebeplerden ortaya çıkan ilahi fiilleri müşahede etmiş, fiillerin tevhidini
kabul etmemişlerdi, çünkü bu tevhidi müşahede etmemişlerdi. Fiillerdeki tevhidi
kabul etselerdi, âleme yerleştirilen ulvi ve süfli sebeplerdeki Allah
Teâlâ’nın hikmetini ortadan kaldırmış olurlardı. Bu durum onları kalplerinin (Allah
Teâlâ’nın tek başına zikri karşısında) rahatsızlığa ve insaftan yoksunluğa sevk
etmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ Allah Teâlâ’dan başka fail görmeyen
müminlerin tarafını tutarak onları kınamıştır. O müminlere göre, hadis
kudretin ve sebeplere bağlı şeylerin fiilde bir etkisi yoktur. Allah Teâlâ’nın
bu hitabı tahsis ettiği kimseler sadece bu müminlerdir.
Allah Teâlâ’yı inkâr edenler ise şirk
perdesiyle O’nu örtenlerdir. Onlar batıla iman etmiş kimselerdir, batıl ise
yokluktur. Onlar, yokluktan başka teşbihin ve şirkin olumsuzlanacağı bir şey
görmemişlerdi, çünkü varlık müşterek niteliktir. Öyleyse onların batıla iman
etmeleri, bir tenzih imanıyken kâfir olmaları varlığı Allah Teâlâ’ya nispet
etmeyi ‘örtmeleri’ demektir. Varlığı sadece Allah Teâlâ’ya nispet etmekten
geri durmalarının nedeni, varlıkta gördülderi ortaklıktır. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Onlar hüsrana uğrayanlardır’1U
buyurur. Çünkü onlar ticaretlerinde kazançtan yoksun kalmış ve işin kendinde
bulunduğu durumu izhar etmek hakkını yitirmişlerdir. ‘Onlar
dalaleti hidayet karşılığında satın almıştır.,nı Yani beyan
ve açıklık karşılığında hayreti ve şaşkınlığı satın almışlardır. Onlar hayreti
satın almıştır. Yani işin büyük olduğunu ve beyanın ise sınırlayıcı olduğunu
bilmişlerdir. Hâlbuki (varlık) işi sınırlanmaz. Bu nedenle onlar hayreti
beyana tercih etmişlerdir.
Selim akıl, sahih düşünce ve genel
iman sahibi olanlara gelirsek, onlar hayreti yerli yerinde ve kendi
mertebesinde tutmuşlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah
Teâlâ’m! Şendeki hayretimi artır’ der. Onlar beyanı da yerli yerinde
tutmuşlardır. O yer, hakikatin beyan vasıtasıyla öğrenileceği ve hayreti kabul
etmeyen yerdir. Onlar her Hakk sahibine hakkını vermiş, hikmeti yerli yerine
koymuşlardır. O halde hepsi mümindir.
Çünkü Allah Teâlâ onları mümin diye
isimlendirdiği gibi kâfir ve müşrik diye de isimlendirmiş, imanlarında onları
farklı mertebelere yerleştirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘îmanlarıyla
birlikte imanları artar’113 buyurur.
Kastedilen inandıkları husustaki artıştır. Nitekim Allah Teâlâ onlarm hastalık
ve kirlerini de artırır. Bu da inkâr ettikleri hususlarla ilgilidir. Onlarm bir
kısmı doğru sözlü, bir kısmı daha doğru sözlüdür. Allah Teâlâ, imanına gedik
girmiş kimseye karşı, imanına gedik girmemiş mümine yardım eder. Çünkü Allah
Teâlâ imanına gedik girdiği ölçüde onu başarısız yapacaktır. Mümin kim olursa
olsun durum böyledir. O halde imanı kâmil mümin, daima yardım edilendir. Bu
nedenle hiçbir nebi veya veli başarısız olmaz. Bakınız! Huneyn günü sahabe Allah
Teâlâ’yı birlediklerini iddia etmelerine rağmen, sayılarının çokluklarını görüp
bu çokluktan memnuniyet duymuş, bu esnada Allah Teâlâ’yı unutmuş, fakat
çoklukları kendilerine bir fayda vermemişti. Onların ilahları da Allah
Teâlâ’ya karşı kendilerine fayda vermemiştir. Bununla birlikte sahabe mümindi.
Fakat çokluğa itimat etmeleri nedeniyle imanlarına gedik girmiş, Allah
Teâlâ’nın ‘Nice az topluluk Allah Teâlâ’nın izniyle
kalabalıklara galip gelmiştir’114 ayetini unutmuşlardır.
Burada Allah Teâlâ ancak galip gelme için izin vermiş ve galibiyeti var etmiş, Allah
Teâlâ’nın izniyle azınlık kalabalığa galip gelmiştir.
Allah Teâlâ’dan başka yok bir başkası
Varlığı gören herkes görür O’nu
Doğruluğun tesirine gelirsek, bu
durum, şeriatça belirlenmiş mutluluk sebepleri karşısında bu mertebeye sahip
olmasa bile doğrulukta sabit kadem olan bazı şahıslarda görünür. Böylece onlar
himmet vasıtasıyla, yani doğrulukla fail olurlar ve (söz gelişi) ‘öldürürler.’
Ebu Yezid Bestami’ye şöyle denilmiş: ‘Bize Allah Teâlâ’nın en büyük ismini
söyle!’ O ise ‘Siz küçüğünü gösterin ki, ben büyüğünü göstereyim’ demiştir. Allah
Teâlâ’nın bütün isimleri büyüktür. Bu davranış, doğruluktan başka bir şey
değildir. Doğru olduktan sonra hangi ismi alırsan al, onun vasıtasıyla
dilediğini yapabilirsin. Ebu Yezid böyle bir isimle karıncayı diriltmişken
Zünnun el-Mısrî timsahın yuttuğu bir kadının oğlunu diriltmişti. Anlamışsan,
hiç kuşkusuz, sana mutluluk kapılarından birini açtım. Ona göre davranırsan,
her nerede bulunursan bulun, Allah Teâlâ seni mutlu eder ve hiç yanıltmaz.
Kâfirler Müslümanlara galip geldiğinde,
Allah Teâlâ karşısında rahatını
bozmazsın ve bilirsin ki imanları sarsılıp imanlarına gedik girdiği için
yenilmişlerdir. Kâfirlerin ise iman ettikleri batıla karşı veya müşriklerin
imanlarına kuşku girmemiş, inançlarında bir sarsıntı olmamıştır. Binaenaleyh
yardım, doğruluğun kardeşidir ve her yerde kendisini takip eder. Bunun aksi söz
konusu olsaydı, müslümanlar hiç bir zaman yenilmezdi. Nitekim hiçbir nebi
yenilmez. Hâlbuki görürsün Ki bazen kâfirler galip gelir ve onlara yardım
edilirken, bazen de Müslümanlar galip gelir ve Allah Teâlâ onlara yardım eder.
Her iki grupta da dürüst olan kimse yenilmez, böyle bir insan her zaman
sabittir. Öyle ki, öldürülebilir veya hezimete uğramadan geri dönebilir!
Mehdi’nin vezirleri bu kadem
üzerindedir ve Mehdi takipçilerinin nefislerinde yerleşik inanç budur. Bakınız!
Onlar tekbirlerle Rum şehrini fetheder. Birinci tekbiri getirdiklerinde
surların üçte biri düşer, ikinci tekbirle üçte ikisi, üçüncü tekbiri
getirdiklerinde hepsi düşmüş olur ve kılıç kullanmadan şehri fedıederler.
Zikrettiğimiz doğruluk budur. Onlar, yani Mehdi’nin vezirleri on kişiden daha
az bir topluluktur.
İmam Mehdi bunu bilince, buna göre
davranır ve kendi zamanının en dürüstü ve doğru insanı olur. Onun vezirleri de
hidayet rehberleridir. Kendisi ise Mehdi’dir.
Mehdi adına vezirleri vasıtasıyla
gerçekleşecek Allah Teâlâ hakkındaki bilgi bu kadardır. Muhammedi velayetin
Hatem’ine gelirsek, bu Hatem Allah Teâlâ’yı yaratıklar içinde en iyi bilendir.
Kendi zamanında veya kendinden daha sonra ondan daha çok Allah Teâlâ’yı ve
hükümlerin bağlamlarını bilen yoktur. Mehdi ile kılıç iki kardeş olduğu gibi
Hatem ve Kuran, iki kardeştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Mehdi’nin halife olarak yeryüzünde bulunacağı süreyi belirtirken beş ile
dokuz sene arasında tereddüdü ifade kullanmıştır. Bunun nedeni onun vezirleri
hakkında gerçekleşen kuşkudur. Çünkü onunla birlikte her vezirin bir senesi
vardır. Vezirler beş kişiyse, Mehdi beş, yedi ise yedi, dokuz kişi iseler
dokuz sene yaşar. Çünkü her senenin özel halleri vardır ve o seneye uygun
hususların bilgisine Mehdi’nin vezirlerinden birisi tahsis edilmiştir. Onlar
beşten az veya dokuzdan çok değillerdir. İçlerinden biri dışında hepsi Akka’da
ilahi bir sofradayken öldürülürler. Allah Teâlâ o sofrayı yırtıcı kuşlar ve
haşerat için sofra yapar. Geride kalan kişinin ‘Sura
üflenir, göklerde ve yerdeki
herkes bayılır, Allah Teâlâ’nın diledikleri müstesna'115 ayetinde belirtilen istisnadan olup olmadığını bilemiyorum.
Belki o da bu üflemeyle ölür.
Deccal’in gerçekte olmasa bile kendi
inancına göre öldüreceği Hızır’a gelirsek, Hızır gençlikle ve heyecanla dolu
bir yiğittir. Hızır âlemde böyle ortaya çıkar ve gözükür. Rivayete göre
Deccal’in kendi zannınca (Hızır diye) öldüreceği kimse, ashab-ı Kehf tendir, fakat
bize göre bu düşünce keşif yoluyla doğru değildir.
Mehdi’nin zuhuru, kıyametin yaklaşma
alametlerinden biridir. Roma’nın fethiyle -ki orası büyük Konstantiniyye ve
Akka savaşının olacağı büyük cenk alanıdırDeccal’in zuhuru altı ay içinde
gerçekleşir. Konstantiniyye’nin fethiyle Deccal’in zuhuru arasında on sekiz gün
vardır. Deccal Horasan’dan, yani fitne bölgesi olan doğu cihetinden çıkacaktır.
Onu, Türkler ve Yahudiler takip eder. Ona sadece İsfahan’dan yetmiş bin
sarıklı Yahudi’nin içlerinde bulunduğu adamlar gelir. Deccal orta yaşlı, sağ
gözü şaşı bir adamdır. Sanki gözü patlak bir üzüm gibidir. Gözlerinin arasından
kef, fe ve ra (kfr) yazılıdır. Bu harflerle kastedilenin ‘kâfir olmak’
anlamında bir fiil mi, yoksa küfr anlamında bir isim mi olduğunu bilmiyorum.
Şu var ki burada elif hazf edilmiştir. Nitekim Araplar Mushaf yazısının bazı
yerlerinde onu düşerler. Misal olarak Rahman isminde Mim ile Nun arasındaki
Elifin düşmesini verebiliriz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Mesih, Deccal’in fitnesinden ve başka fitnelerden Allah Teâlâ’ya
sığınmayı bize emretmiştir. Çünkü fitneler tıpkı bir hasır gibi peş peşe
kalplere gelir. Hangi kalp fimeyi içerse, siyah bir nokta meydana getirir.
Bütün fitnelerden Allah Teâlâ’ya sığınırız.
Bize el-Mekki Ebu Şuca b. Rüstem
el-İsfahani -ki o Mekke’deki İbrahim makamının imamıdıraktarmıştır: Raviler
şöyle demiştir: Bize Ebu’l-feth Abdülmelik b. Ebu’l-Kasım b. Ebi Sehl
el-Keruhi aktararak demiştir ki: Bize üç hadis şeyhim aktarmıştır: Onlar Kadı
Ebu Âmir Mahmud b. Kasım el-Ezdi, Ebu Nasr Abdülaziz b. Muhammed et-Tiryaki ve
Ebu Bekr Muhammed b. Ebu Hatem el-Avreci etTacir’dir. Onlar şöyle demiştir:
Bize Muhammed b. Abdülcababar elCerrahi aktarmıştır: Bize Ebu’l-Abbas Muhammed
b. Ahmed el-
Mahbubi aktarmıştır: Bize Ebu İsa
Muhammed b. İsa et-Tirmizi aktarmıştır: Bize Ali b. Hacer aktarmıştır:
-Onlardan birisinin hadisi diğerinin hadisine dahil olmuşturBize Velid b.
Muhsin ve Abdullah b. Abdurrahman b. Yezid b. Yahya b. Halid et-Tai Abdurrahman
b. Yezid b. Cabir’den, o Yahya b. Halid et-Tai’den, o Abdurrahman b.
Cübeyr’den, o babası Cübeyr b. Nefır’den, o Nüvvas b. Seman elKelabi’den
aktarmıştır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün Deccal’den söz
etmiş, uzunca konuşmuş, sonra başını kaldırmıştı. Biz zannettik ki Deccal bir
grup içindedir. Peygamberin yanından ayrıldık, sonra tekrar yanına döndük.
Bizdeki hali anladı ve şöyle dedi: ‘Size ne oldu? Biz de şöyle dedik: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın peygamberi! Dün Deccal’den konuştun eğildin, sonra başını kaldırdın. Öyle
ki biz onun Nahl taifesinden olduğunu zannettik.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle dedi: ‘Sizin adınıza Deccal’den başkasından korkmam. Deccal
çıkar ve ben sizin içinizde olursam, onun size zarar vermesini engellerim.
Deccal çıkar ve ben sizin aranızda yoksam, herkes kendini korusun. Allah Teâlâ
bütün Müslümanlar hakkında benim halifemdir. Deccal kıvırcık saçlı bir gençtir.
Gözleri çıkık, Abdul Uzza b. Kutn’e benzer. İçinizden birisi onu görürse Kehf
suresinin başını okusun.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sonra şöyle demiştir: ‘Deccal, Şam ve Irak arasında bir yerde çıkar,
sonra sağa sola gider. Ey Allah Teâlâ kulları! Sabit olun, sabit olun!’ Sahabe
şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Onun yeryüzünde kalma süresi ne
kadardır?’ Şöyle dedi: ‘Onun bir günü, kırk gün; bir günü, bir sene; bir günü,
bir ay; bir günü, bir hafta; diğer günleri ise sizin günleriniz gibidir.’ Şöyle
dediler: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Bir sene gibi olan bir günde bir
günün namazı nasıl kılınır?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu: ‘Onu ölçerek lalın.’ Sahabe sordu: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi!
Onun yeryüzündeki hızı ne kadardır?’ Şöyle dedi: ‘Rüzgârın önündeki bir yağmur
kadar hızlıdır. Bir kavim gelir onları çağırır, onu yalanlarlar ve sözünü
kendisine iade ederler. Deccal onlardan yüz çevirir ve malları da kaybolur,
ellerinde bir şey kalmaz. Sonra bir kavim daha gelir, Deccal onları davet eder,
onlar da Deccal’i tasdik eder ve ona inanırlar. Göğe yağmur yağmasını emreder
yağmur yağar, yeryüzüne bitki bitirmesini emreder, bitirir. Böylece rahata ererler.
Sonra bir harabeye gelir ve ‘hâzinelerini ortaya çıkart’ der, oradan ayrılır ve
arıların kraliçe arıyı takip etmeleri gibi onun ardından giderler. Sonra
gencecik bir adamı çağırır, onu kılıçla vurur, ikiye ayırır, sonra onu çağırır,
o da yüzünü hilaller ve güler bir şekilde geri döner.
Deccal bu halde iken Meryemoğlu İsa
Şam’ın doğusunda beyaz minareye -ki Merduteyn arasındadıriki elini iki meleğin
kanatlarının üzerine koymuş bir halde iner. Başından inci gibi damlalar
süzülmektedir. Başım kaldırınca ondan damlalar süzülür. Şöyle der: Nefesinin
kokusunu duyan herkes ölür. Onun nefesinin rüzgârı gözün ulaştığı yerde biter.
Şöyle der: İsa (a.s.) Deccal’i arar ve en sonunda Lüdd kapısında kendisine
yetişir ve onu öldürür. Şöyle demiştir: Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre
kadar böyle kalmayı sürdürür. Şöyle demiştir: Sonra Allah Teâlâ ona ‘Kullarımı
Tûr’a çıkart* diye vahyeder. ‘Çünkü ben kullarımı indirdim, onlardan birisinin
kendileriyle savaşması gerekir.’ Şöyle der: Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’u
gönderir. Bu durum ayette ‘Her yerden iner dururlar’116 diye belirtilir. Onların ilk grubu
Taberiyye gölüne gelir, onun suyunu içerler, sonra geri kalan kısmı da onlara
katılır ve şöyle derler: ‘Bu göl bir zamanlar suyla doluydu.’ Sonra
Beytü’l-makdis dağına varana kadar yürürler ve şöyle derler: ‘Yeryüzündeki
herkesi öldürdük. Gelin şimdi de göktekileri öldürelim.’ Ardından oklarını
göğe dikerler, Allah Teâlâ ise onların oklarını kan dolmuş bir halde
kendilerine döndürtür.
Hz. İsa ve arkadaşları muhasara
edilir. O kadar fakir kalırlar ki, bir öküz başı onlar için o vakitte
günümüzdeki bir insan için bin dinardan daha kıymedi olur. Bunun üzerine Hz.
İsa ve arkadaşları Allah Teâlâ’ya sığınırlar: Şöyle der: ‘Allah Teâlâ onların
boğazlarına kurtçuklar gönderir. Sanki bir insanın ölmesi gibi, ölü bir şekilde
sabahlarlar. Şöyle demiştir: Meryemoğlu İsa ve arkadaşları yeryüzünde dolaşmaya
başlarlar. Her karışı onların kanlarının, İrinlerinin ve kokularının
doldurduğunu görürler. Şöyle demiştir: Hz. İsa ve arkadaşları Allah Teâlâ’ya
yönelirler. Allah Teâlâ onlara kuşlar gönderir ve bu kuşlar onları taşıyarak
bir vadide bırakır. Müslümanlar onların oklarını, ok kılıflarını ve mızraklarını
yedi yıl yakıt olarak kullanırlar. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ onlara öyle
bir yağmur gönderir ki, her ev, çadır ve barınak ondan nasiplenir. Şöyle
demiştir: Bu yağmur yeryüzünü yıkar, onu süslenmiş bir Hakk getirir. Şöyle demiştir:
‘Sonra yeryüzüne şöyle denilir: ‘Meyvelerini çıkart ve bereketini izhar et.’ O
gün topluluk meyveler yer, ağaçların dallarıyla gölgelenirler. Allah Teâlâ
elçilerine bereket verir. Öyle ki, kalabalık bir grup insan, devenin bir
buduyla yetinirler. Bir kabile bir ineğin buduyla yetinir. Daha az bir grup
insan bir koyunun ön ayağıyla yetinirler vs. Onlar bu halde iken Allah Teâlâ
bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgâr bütün müminlerin canını alır. Diğer insanlar
ise yaban eşekleri gibi dolanıp durur bir halde kalırlar. İşte kıyamet o
insanların üzerine kopar.’ Ebu İsa şöyle demiştir: ‘Bu hadis garip-hasen-sahih
bir hadistir.’
Esas konumuz olan Mehdi’nin
vezirlerinin tanınması ve mertebelerinin açıklanmasına dönelim: Bilmelisin ki,
Mehdi’nin bu dünyada kalış süresi hakkında kuşkuluyum. Allah Teâlâ’dan bu
konunun hakikatini bana bildirmesini talep etmedim. Zaten genel anlamda
varlıktaki hadiselerden birisinin tam tespitini Allah Teâlâ’dan talep etmedim.
Allah Teâlâ bana kendi talebim olmadan kendiliğinden bildirebilir. Çünkü ben Allah
Teâlâ’dan herhangi bir hadisenin ve varlığın bilgisini öğrenmek istediğimde, o
vakit zarfında O’na dair bilgiden pek çok şeyi kaçırmaktan korkarım ve bu
nedenle işimi O’na havale ettim. Mülkünde dilediğini yapan O’dur. Allah Teâlâ
ehlinden bir grubun kevnî hadiselerin bilgisini, özellikle de vaktin imamının
kim olduğunu Allah Teâlâ’dan talep ettiklerini gördüm. Ben öyle bir davranıştan
uzak durdum ve böyle yapan insanlarla ilişkim olduğu için tabiatım beni ona
çeker diye de korktum. Ben Allah Teâlâ’dan kendisi hakkındaki bilgide beni
sabit kadem yapmasını diledim. Bu esnada halden Hakk girsem bile buna değer
vermem! O’nun beni öne aldığını veya geride bıraktığını veya halin değişmesi
nedeniyle varlığımın değiştiğini görünce, herhangi bir şeyi sabit olarak
görmem. Bu nedenle yokluk halinde üzerimde bulunduğum durum gibi, sabit bir
halim olmaz. Gördüm ki, varlık ve müşahede makamı üzerimde hüküm vermiştir. Bu
nedenle varlığımdan soyudanmak istedim ve duygumu manzum bir hikmete çevirerek
şöyle dedim:
Celal şenindir! Beni uzaklaştır varlığımdan
Müşahedeyle tahakkuk ettiğim için
Her şeyin kıblesi oluverdim
Geceledim secde
istemek üzere ,
Şaşırdım halime, çünkü kevnim dedi ki ‘Ben
efendi ve yüzü kara olanım’
Ya beni imam olarak ayrıştırdı Ya da kullar
arasında ayrıştım
Gizliliklerin elleri oynadı bizimle Gaybın
gizlilikleri varlığın hakikatinde
Bunu isteyince bana bilgisizliğimi
açıklayarak şöyle dedi: ‘Benim gibi olmaya razı mısın?’ Sonra benim için
suretlerdeki tecellisinin değişmesini gösterdi ve gözün zatı hakkında
algıladığı şeyi izhar etti. Dedim ki: ‘Sınırlanma kabul etmeyen ayn-ı sabite
üzerinde hallerin değişmesinden bana ne?’ Çünkü ben hallerin değişmesini inkâr
etmemiştim, hakikatler bunu gerektirir. Beni sadece hallerin değişmesi nedeniyle
hakikatin ve cevherin değişmesi varlığım (hakkında) sarsmıştı. Çünkü ben, her
gün bir işte ve şe’nde olmanla birlikte, âlemlerden müstağnilik hakikatinde
sabit olduğunu da bilirim. Çünkü ben bilirim ki:
Suretlerde halden Hakk girme el-Habir ve
el-Müheymin’in niteliği
Vahyini böyle indirdi Okunduğu surelerde
Onun misalini gördüm Mutavvel ve muhtasarda
‘MutavveP derken bütün âlemi
kastemişken muhtasar derken insan-ı kâmili kastettim. Çünkü bütün bunlarda
başkalaşmanın zorunlu olduğunu gördüm. Bu bağlamda âlemde gece ve gündüz yer
değiştirirken kemal bakımından âleme efendi olan insan-ı kâmilde de değişme
vardır. İnsan-ı kâmil kıyamette insanların efendisi olan Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Allah Teâlâ seni secde edenlerde ve kıyam
edenlerde değişme halinde görür. Kalem bizi ibare meydanına çekip götürmüştür.
İbare dedik, çünkü tarif bazen yazı ve kitabet tarzında olabilirken genelde ve
seçkinlerde bakışla olabilir. Ben bunu gördüm. Bazen de vurmayla olabilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem zikrettiğimizin dışında pek çok durumda bunu
görmüştür. Bütün bunlar, hitap ve tariftir. Öyleyse yolun birisi haberleri
bilmemizdir.
Kendisinden başka bir şeyin
bilgisiyle vaktimi zayi etmemek üzere söz vererek, bu hal üzere Allah Teâlâ
karşısında oturmuştum. Bir gün Allah Teâlâ ehlinden ve seçkinlerinden birisi
olan Ahmed b. Ikab’ı karşıma çıkardı. Allah Teâlâ ona henüz küçükken ehli olma
ayrıcalığı tahsis etmişti. Ben kendisine sormadan kendiliğinden bu vezirleri
zikretmiş ve bana şöyle demişti: ‘Onların sayısı dokuzdur.’ Ben de kendisine
şöyle dedim: ‘Dokuz olurlarsa, Mehdi’nin yeryüzünde kalma süresi dokuz senedir.
Çünkü onun vezirinin muhtaç olduğu şeyi biliyorum. Bir kişi olursa, o bir
kişide muhtaç oldukları her şey toplanır. Birden fazla olsalar bile dokuzdan
fazla olmazlar. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in beş veya yedi
veya dokuz şeklinde Mehdi’nin yeryüzünde kalma süresi hakkındaki kuşkusu bu
kadardı. Onun muhtaç olduğu ve vezirlerinin yerine getireceği şeyler dokuz
tanedir, onların bir onucusu yoktur. Fakat ihtiyaç duyulan bu şeyler dokuzdan
az değillerdir. Bu dokuz özellik, göz keskinliği, aktarımda ilahi hitabı
bilmek, Allah Teâlâ’dan ifadeyi ve tercümeyi bilmek, emir sahipleri için
mertebelerin belirlenmesi, gazaptaki rahmet, mülkün muhtaç olduğu maddi ve
manevi rızıklar, işlerin birbirine girmesini bilmek, insanların ihtiyacını
karşılamada aşırı gitmek ve mübalağalı hareket etmek, bilhassa Mehdi’nin
âlemde bulunduğu sürece muhtaç olduğu gaybın bilgisidir. Bu dokuz özelliğin
İmam Mehdi’nin vezirlerinde bulunması gerekir. Vezir tek kişi veya birden çok
olsa bile, durum böyledir.
Bu özellikler arasında göz
keskinliğine ve nüfuzuna gelirsek, bu özelliğe gerek duymak, Allah Teâlâ’ya
çağırmanın çağrılan hakkında basirete sahip olmakla gerçekleşmesinden
kaynaklanır. Böylece Mehdi çağırdıklarına bakar, davetine icabetin kendisi
için mümkün olacağı -ısrarla bile olsakimseleri görür ve onları çağırır.
Davetine icabet etmeyeceğini gördüğü kimseleri ise ısrar etmeksizin, sadece ona
karşı delil ortaya koymak amacıyla davet eder, çünkü Mehdi yaşadığı dönemdeki
insanların üzerinde Allah Teâlâ’nın bir delilidir. Bu özellik, kendisinde
ortaklığın gerçekleştiği nebilerin derecesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Basiret
üzere ben ve bana uyanlar Allah Teâlâ’ya davet
ederiz.’117 Allah
Teâlâ bunu peygamberden bildirir.
Öyleyse Mehdi peygambere tabidir ve
peygamber davetinde yanılmadığı gibi tabileri de yanılmaz. Çünkü tabileri onun
izini takip ederler. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mehdi’yi
nitelerken ‘İzimi takip eder ve yanılmaz’ dediği aktarılmıştır. Bu, Allah
Teâlâ’ya çağırmadaki masumiyettir ve velilerin büyük kısmı ve hatta hepsi bu
makama ulaşır.
Göz keskinliğinin bir hükmü de
sahibinin nurani ve ateş kaynaklı ruhları idrak edebilmesidir. Bu esnada
ruhların bir iradesi olmadığı gibi surete girmeleri veya zuhur etmeleri de söz
konusu olmayabilir. Misal olarak İbn Abbas ve Hz. Aişe’nin Cebrail’i
görmelerini verebiliriz. O esnada Cebrail, bu konuda bir bilgisi ya da onlara
görünme iradesi yokken, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile
konuşmaktaydı. Hz. Aişe ve İbn Abbas bu durumu peygambere bildirmiş, fakat onun
Cebrail olduğunu bilmiyorlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz.
Aişe’ye İbn Abbas’a ayrı ayrı ‘Sen onu gördün mü?’ diye sormuş, her ikisi de
‘evet5 diye cevap verince ‘İşte o Cebrail idi’ demiştir. Aynı
şekilde böyle bir göze sahip insanlar, perdelenmek ve görünmemek
istediklerinde, gayb adamlarını da idrak ederler. Binaenaleyh böyle bir hal sahibi
onları görür.
Gözün keskinliğini bir neticesi de
sahibine manaların bedenlenmesidir. Böyle bir göz sahibi manaları kendi
suretlerinde tanır ve tereddüt olmaksızın bedenlenmiş mananın hangi mana
olduğunu bilir.
VASIL
Aktarım Esnasında İlahi Hitabın Bilinmesi
Aktarım esnasında ilahi hitabın bilinmesine gelirsek, bu durum, ‘Allah
Teâlâ’nın bir kimseyle vahiy veya perde ardından veya peygamber göndermeden
konuşması mümkün değildir’118 ayetinde belirtilir. Vahye gelirsek,
vahiy konuşma tarzında kalplerine aktarılan bilgidir ve vahiyden belirli bir
konuda bilgi meydana gelir. Söz konusu bilgi konuşmanın içerdiği şeydir. Böyle
değilse, o şey vahiy veya hitap değildir. Çünkü bazı kalplerin sahipleri
belirli bir konuda insanların nezdinde zorunlu bilgi sayılan bir bilgi elde
ederler. Bu bilgi bir hitaptan kaynaklanmasa bile, sahih ve doğru bilgidir.
Biz ise vahiy diye isimlendirilen ilahi hitap hakkında konuşmaktayız. Çünkü Allah
Teâlâ vahyin bu tarzını ‘kelam’ diye adlandırdı. Kelamın bir yönünden ise o kelamın
getirdiği bilgi elde edilir ve bilgiyi bulunca kelam ayırt edilir. Allah Teâlâ
‘perde ardından’ demiştir. Bu kısım -kalbe değilkulağa aktarılan ilahi
hitaptır. Böylece aktarılan kimse onu algılar ve kendisine bu sözü duyuranın
onunla neyi kastettiğini anlar. Bazen bu aktarım tecelli suretlerinde onun
adına gerçekleşebilir ve ilahi suret ona hitap eder ki söz konusu suret, perdenin
ta kendisidir. Hitabı alan kimse, hitaptan onun gösterdiği şeyi öğrenir ve
kendisinin bir perde olduğunu, konuşanın perdenin ardından konuştuğunu anlar.
İlahi tecelli suretini idrak eden herkes, konuşanın Allah Teâlâ olduğunu
bilemez. Öyleyse bu hal sahibinin başkalarından yegâne üstünlüğü, perde olsa
bile o suretin Hakkın tecellisi olduğunu bilmesidir.
Ayetin devamında ‘Veya elçi gönderir’
der. Kastedilen bir okuyucu gibi Allah Teâlâ’nın kelamını aktardıklarında
meleğin indirdiği veya peygamberin bize getirdiği vahiydir. Allah Teâlâ okuyan
hakkında şöyle der: ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın
kelamını duysun.’119 Başka bir
ayette ise ‘Sağ tur canibinden ona nida ettik ve onu yakın kıldık’120 denilir. Başka bir ayette ‘Ateşte
olanlar ve çevresindekiler mübarek oldu’121 denilir. İnsan veya melek bir bilgi
nakleder ve onu ifade ederler ve nefislerinde onu bulurlarsa, bu ilahi bir söz
ve kelam değildir-. Bazen elçi ve suret birlikte olabilir ki bu yazımın
kendisindedir. Öyleyse kitap bir elçidir ve o konuşan üzerinde perdedir.
Böylece getirdiğini sana açıklar. Fakat bu durum, bilinen yazıldığında
gerçekleşmez, sadece kendisini yazan harflerle hitap edilmiş sözün yazılması
esnasında gerçekleşir. Böyle değilse, o söz değildir. İşin özü budur.
O halde lika peygamberler için iken,
ilka -başka bir yönden değilkelamı olması itibarıyla vasıtaların ortadan
kalkmasıyla ilahi habere aittir. Kitabet ise her nerede olursa yazılı işareder
demektir. Bunlar, bilgiden değil, kendilerini yazanın sözünden yazılmıştır.
Bütün bunlar, bu makam sahibi adına ilahi hitabın yönleridir.
Allah Teâlâ’dan aktarmanın bilgisine
gelirsek, bu da, Allah Teâlâ’nın aktarım ve vahiy esnasında konuştuğu kimseyle
ilgilidir. Bu durumda aktaran, lafzî harflerin veya var ettiği rakamlı
harflerin suretlerini meydana getirendir. Suretlerin ruhu ise Allah Teâlâ’nın
kelamıdır, başka bir şey değildir! Bir bilgiyi aktarırsa, mütercim değildir ve
bu durumda velinin şöyle demesi gerekir: ‘Kalbim bana Rabbimden dedi ki...’
Bazen mütercim hallerin dillerine tercüman olur ki bu husus bu konuyla değil,
halleri anlamaya dair başka bir hususla ilgilidir. Haller meselesi şekilci
âlimlerce bilinen bir husustur. Onlar ‘Her şey
O’nun hamdini tespih eder’122 ayetinde belirtilen tespihin hal
lisanıyla olduğunu söylerler. ‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara
arz ettik, onlar kendisini taşımaktan sakındı’123 ayetini de böyle yorumlayarak korku
ve direnmeyi -gerçek değilhal saymışlardır. Göklerden ve yerden aktarırken ‘Onlar
‘isteyerek geldik’ dediler’124 ayetindeki sözün bir hitap değil,
hal sözü olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar, yanlıştır ve ayederde
kastedilen mana değildir. Gerçek mana, keşif ehlinin kendisini idrak ettiği
şekilde, zahiri üzere anlaşılmakla ortaya çıkar. Onlar varlıklardan
aktardıklarında, onların hal dillerinden değil, kendilerine hitap ettikleri
şeyi aktarırlar. Varlıklar konuşsaydı, böyle diyeceklerdi.
Bu söz sahipleri iki kısma ayrılır:
Bir kısmı ‘bu ve benzeri sözlerin gerçek söz ve konuşma olduğunu kabul edersek,
Allah Teâlâ’nın konuşanlarda bir hayat yaratmış olması gerekir ve bu durumda
konuşmanın gerçek olması mümkün olabilir’ derler. Allah Teâlâ’nın onlarda hayat
yaratması mümkündür. Fakat bu konuda mümkün gördüğümüz şekilde bir durumun
gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyoruz. Ya da bu konuşma bir hal dili
konuşmasıdır. Bu görüşü benimseyenlere gelirsek, gerçekte böyle olmuştur. Çünkü
Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey gerçekte konuşandır. Öyleyse keşif ve vecd
ehli için, bu gerçeğe rağmen, hallerden söz etmenin anlamı yoktur. Diğer kısım
ise filozoflardır. Onlar ‘Ayette geçen konuşma bir halidir ve böyle olmalıdır,
çünkü cansızın canlanması mümkün değildir’ demişlerdir. Bu söz, eh kesif bir
perdeyle perdelenmiş sözdür. Binaenaleyh ilahi bir sözden aktarırken âlemde
ancak mütercim olan vardır!
Emrin valileri adına mertebelerin
belirlenmesine gelirsek, bu konu, her mertebenin yaratılış gayesini teşkil
eden maslahatların bilinmesiyle ilgilidir. Bu bilgi sahibi vali yapmak
istediği şahsın nefsine bakar ve onunla mertebe arasında bir terazi koyar.
Terazide mertebenin kefesi ağır basmadan, denge halini görürse o kişiyi vali
yapar. Valinin kefesi mertebeye ağır gelirse, bu durum valiye bir zarar
vermez. Mertebenin kefesi validen ağır gelirse, onu vali atamaz. Çünkü vali
üstün gelmesini sağlayacak bilgide nakıstır. Böyle bir durumda vali hiç
kuşkusuz zalim olur ve valilerin zulüm yapmasının asıl nedeni de (valilik mertebesindeki)
bu yetersizlik ve eksikliktir. Bize göre, yöneticinin bilgisinin hükmünden
vazgeçmesi mümkün değildir; şekilci âlimlere göre ise mümkündür. Bize göre de
böyle bir şey mümkün olsa bile, varlıkta böyle bir durum gerçekleşmemiştir. Bu
husus, çetin bir konudur. (Bilgisi ve bilgi amel ilişkisine atıfla) Bu nedenle
Mehdi yeryüzünü daha önce haksızlık ve zulüm ile dolmuşken adalet ve iyilikle
doldurur. Çünkü bize göre bilgi ameli gerektirir ve amel kaçınılmazdır. Böyle
olmayan bir bilgi görünüşte bilgi olsa bile bilgi değildir. .
Mertebeler üç tanedir ve bunlar
halcimin hükmünün kendilerine işlediği mertebelerdir. Bu mertebeler, kan, mal
ve ırzlardır. Her mertebenin talep ettiği meşru ilahi hüküm bilinir ve
insanlara bakılır. Her mertebenin talep ettiği meşru ilahi hüküm öğrenilir ve
insanlara bakılır: Bu mertebenin gereklerini kendinde toplayan birini görünce,
toplayanın mizacına bakar. Onu bilgiyle tasarruf ederken görürse, akıllı
olduğunu anlar ve onu vali olarak görevlendirir. Söz konusu kişinin bilgisine
karşı hüküm verip bilgisinin şehvet ve arzusunun otoritesi altında ezilmiş
olduğunu görürse, (mertebenin gerektirdiği) hükmü bilse bile onu vali atamaz.
Bir hükümdar kendisiyle oturup kalkan görüş sahibi ve doğru düşünceli birisiyle
istişare etmiş ve ona şöyle demiş: İnsanların işlerini görmeye en uygun kimse
kimdir? Adam şöyle der: ‘İnsanların işlerini yürütmek üzere akıllı birini
görevlendir. Akıllı insan kendisi için haksızlıktan uzak durur. Bilgili olursa,
bildiğine göre hüküm verir. Bir meseleyi bilmezse, hüküm vermez ve o konudaki
şerîilahi hükmün ne olduğunu bilene sorması gerektiğini aklı ona icbar eder.
Onu öğrenince, öğrendiğine göre hüküm verir. İşte aklın yararı budur.’ Dine ve
şekilci bilgiye dayananların çoğu, şehvederinin hükmü altındadır. Akıllı insan
ise öyle değildir, çünkü akıl faziletlerde ısrarlıdır. Akıl sahibini gerekli
olmayan hususta tasarruftan alıkoyar. Bu nedenle akıl, bağ anlamındaki ‘ikal’
kelimesinden türetilmiştir.
Gazaptaki rahmete gelirsek, bu durum,
meşru hadlerde ve tazir cezasında geçerlidir. Bu ikisinin dışındaki gazapta
rahmetten bir şey bulunmaz. Bu nedenle Ebu Yezid el-Bestami ‘Benim
cezalandırmam daha şiddetlidir’ demiştir. O bu sözünü hafız ‘Rabbinin
cezalandırması şiddetlidir’125 ayetini okurken söylemişti. İnsan
kendisi için öfkelendiğinde, bu öfke herhangi bir şekilde rahmet içermez. Allah
Teâlâ adına öfkelendiğinde onun öfkesi Allah Teâlâ’nın öfkesidir. Allah
Teâlâ’nın öfkesi, ilahi rahmetin kendisine katışmasından yoksun değildir. Allah
Teâlâ’nın dünyadaki gazabı (günahkârlar için) koyduğu had ve tazir cezalarında
tezahür ederken ahiretteki cezası cehenneme gireceklere vereceği cezalarla
ilgilidir. Ahiretteki gazap olsa bile, dünyada ve ahirette kendisine karışan
‘rahmet’ nedeniyle bir temizleme demektir. Çünkü rahmet varlıkta gazabı
geçtiği gibi bütün varlığı içermiş ve her şeyi kuşatmıştır. Varlığa gazap
geldiğinde, rahmet zaten vardı ve onu geçmişti. Öyleyse onun var olması da
zorunludur. Rahmet ile birlikte gazabın ilişkisi, süt ile ona karışan suyun
ilişkisi gibidir. Böyle bir durumda süt sudan ayrışamayacağı gibi gazap da
rahmetten ayrılmaz ve saflaşmaz. Bununla birlikte rahmet mahallin gerçek sahibi
olduğu için gazap üzerinde hüküm sahibidir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın gazap
edilen üzerindeki gazabı bir sürede biterken rahmeti sona ermez. Bu Mehdi
sadece Allah Teâlâ adına gazap eder. Kendi arzusu ve gayesine aykırılık
nedeniyle öfkelenen insanın aksine, Mehdi Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu
hadleri uyguladıktan sonra artık öfkesinde haddi aşmaz. Allah Teâlâ adına
öfkelenen böyle bir insanın zalim ve haksız olması mümkün değildir, böyle bir
insan ancak adil ve hikmetli olabilir. Bu makamda bulunmayı iddia eden insanın
alameti şudur: Allah Teâlâ adına öfkelenip o esnada hakim olduğunda ve Allah
Teâlâ’nın hükmünü suçluya tatbik ettiğinde, cezanın uygulanmasından sonra o
kişiye karşı içinde öfke kalmaz. Belki de cezanın uygulanmasından sonra ona doğru
kalkar, içtenlikle kendisine sarılarak şöyle der: ‘Seni temizlemiş olan Allah
Teâlâ’ya hamd olsun.’ Sonra ona sevgi ve mutluluğunu izhar eder. Belki bunun
ardından kendisine ihsanda bulunur. İşte bir insanın böyle bir makamda
olduğunun ölçütü budur: Ceza tatbik edilmiş insana karşı bütünüyle merhamet
dolar.
Ben bu hali Mağrib şehirlerinden
birisinde bir hakimde görmüştüm. Sözünü ettiğim kişi kendisine Ebu İbrahim b.
Yağmur denilen Sebte’li bir kadıydı. O bizimle birlikte şeyhimiz Ebu Eyyub el-
Ensari’nin zürriyetinden olan
Ebu’l-Hüseyin b. Saiğ’den hadis dinlerdi. Ayrıca Ebu’s-Sabr Eyyub el-Fehri,
Ebu Muhammed b. Abdullah elHicri’den Sebte’de kadılık zamanında hadis okurdu. O
hiçbir zaman sema’a binekli gelmez, insanların arasından yürüyerek gelirdi. İki
adam hasımlaşıp kendisine müracaat ettiklerinde, onların yanında durur, aralarını
bulurdu. Derin zekâ sahibi, uzunca düşünen ve çokça zikreden birisiydi. Tek
başına iki kabilenin arasını bulabilir, iki kabile onun bereketiyle barışırdı.
Kadı, Allah Teâlâ’nın hakkını
aldıktan sonra ceza tatbik edilene karşı içinde öfke bulunursa, böyle bir öfke
nefsin ve tabiatın öfkesidir. Başka bir ifadeyle cezalandırılan hakkında
içindeki bir nedenden kaynaklanan öfkedir, yoksa öyle bir öfke, Allah Teâlâ
adına olan bir öfke değildir ve bu nedenle Allah Teâlâ ona sevap vermez. Çünkü
bu öfkede insan Allah Teâlâ’nın hakkını gözetmiş değildir. Bu durum ‘Haberlerinizi
ortaya çıkartırız (iptila)’126 ayetinde geçer. Öncelikle onlarm
sınanması (iptila), yükümlü oldukları işlerledir. Amellerini yaptıklarında ise
bu kez amelleri sınanır: Acaba onlar Hakkın hitabı nedeniyle mi, yoksa başka
nedenle mi yapılmıştır? Bu durum ‘O gün sırlar ortaya çıkar’127 ayetinde belirtilir. Keşif ehline
göre, bu işin ölçüsü budur. Dolayısıyla hakim hadleri uygularken, kendini
gözetmekten ve murakabe etmeden habersiz kalmamalıdır, Böylece nefislere ait
olan bedbahtlıktan uzak kalmalıdır. Bunun için öfkeliyken hüküm vermek
yasaklanmıştır. Haddi uygulamak üzere muhakeme edilenin aleyhine hüküm vermese
bile öfke anında hüküm vermemelidir. Bu hüküm nedeniyle içinde bir rahatlama
bulursa, hakim bilir ki, hükmü Allah Teâlâ rızası için vermemiştir. Allah
Teâlâ katında böyle bir hakime ulaşacak hayır yoktur. Hakim haddin
uygulanmasından sevinirse, bunun yegâne nedeni, o kişiden ahirette cezanın
düşmesine haddin uygulanmasının yol açacak olmasıdır. Böyle bir nedenle
sevinmemişse, hakim maluldür. Meşru hükümler hususunda bana göre özellikle
zinadan daha çetini yoktur. Zani’ye had cezası uygulansa bile, cezanın ardından
kulların Hakkın nedeniyle sorgulanacağını bilirim.
Bilmelisin ki, hakim (devlet başkanı)
dışındakilere Allah Teâlâ haddi uygulama izni vermemiş ve bu nedenle
başkasında hadler aşıldığında öfkenin bulunması uygun değildir. Hadleri
uygulamak (bunun için öfkelenmek) özellikle hakimler için ve hakim olması
yönüyle Allah Teâlâ peygamberi için olabilir. Peygamber hakim değil de
tebliğci olursa, onda davetini reddeden kimseye karşı gazap bulunmaz, çünkü
kendisine böyle bir yetki verilmemiştir, insanları hidayete ulaştırmak onun
görevi değildir. Çünkü Allah Teâlâ bu konuda peygamberine ‘Setlin
görevin sadece tebliğdir5128 buyurur. O
da tebliğini yapmıştır. Allah Teâlâ işe dilediğine duyurmuş, dilediğini sağır
bırakmıştır. Onlar, yani nebiler, insanların en akıllılarıdır. Davetçiye Allah
Teâlâ’nın tebliğini duymaktan sağır bıraktığı kimse keşfolunsa, bu nedenle
halinde bir değişme olmazdı. Bir insan sağıra yüksek sesle bağırıp nidasını
duymadığını bilirse, ona karşı öfke duymaz ve onu mazur sayar. Peygamber hakim
ise, Allah Teâlâ’nın onun için belirlediği hükme göre, hüküm ortaya çıkar. Bu,
yeryüzünde vali olan herkesin muhtaç olduğu kıymetli bir bilgidir.
Mülkün muhtaç olduğu rızıklara
gelirsek, bu konudaki bilgi, onun âlemdeki sınıfları bilmesi demektir. Bu
sınıflar iki tanedir. ‘Alem’ derken imamm hükmünün işlediği kimseleri
kastetmekteyim. Bu iki kısım, suretler âlemi ile bu suretleri hareket ve
durağanlıkta yöneten nefislerdir. Bu ikisinin dışındakiler üzerinde bir hükmü
yoktur. Bunun istisnası kendi iradesiyle hükmü altına girenlerdir. Misal olarak
cinler âlemini verebiliriz. Nurani âleme gelirsek, onlar beşeri âlemin yönetiminin
dışındadır ve onlardan her biri Rabbinin kendisine belirlediği makamdadır ve
Rabbinin emriyle iner. Meleklerden birisini indirmek isteyen kimse, bu hususta
Rabbine yönelir ve Rabbi meleğe emreder ve o kişinin dileğini yerine getirmek
üzere inme izni verir. Ya da kulun dileği olmaksızın, kendiliğinden meleği ona
indirir. Meleklerin içinden seyahat edenlere gelirsek, onların ‘belli’
makamları, zikir meclislerini aramak üzere seyahat etmelerinden ibarettir.
Zikir ehlini bulunca -ki onlar Kuran okuyan Kuran ehlidironlara Kuran’ın
dışında bir şey okunmaz. Böyle bir meclis bulmayıp Allah Teâlâ’yı zikreden
-Kuran okumayan* bir cemaat bulduklarında, onların yanlarına oturur ve
birbirlerine nida ederek ‘gelin, istediğiniz buradadır’ derler. Meleklerin
sayesinde yaşadıkları ve hayatlarının kendisine bağlı olduğu rızıkları budur.
İmam bu durumu bildiği için, gece ve gündüz Allah Teâlâ’nın ayetlerini okuyan
bir cemaati görevlendirir.
Mağrip şehirlerinden biri olan
Fas’taydık. Allah Teâlâ’nın rızasına nail olmuşlara uyarak, bu yolu tutmuştuk.
Onlar da bizi dinliyor ve itaat ediyordu. Bir anda onları yitirdik ve
kendilerini yitirdiğimiz için bu halis ameli yitirdik. Bu, rızıkların en
şereflisi ve en üstünüydü. Gıdaları bilgi olan o ruhları yitirmiştik. Gördük ki
bir ilkeden dolayı bir şey ortaya koyuyoruz ve o ilke o ruhani sınıfın
gayesidir. O gaye Kuran’dır. Bunun üzerine bütün meclislerimde konuştuğum,
eserlerimde yazdıklarım Kuran mertebesinden olmuştur. Onun hâzinelerinden bana
anlayış anahtarları ve ondan destek verildi. Bu sayede Kuran’ın dışına çıkmadık.
Çünkü bize ikram edilen şey, ikram edilebilecek en üst şeydi. Onun değerini
ancak ‘tadan’ bilebileceği gibi mertebesini nefsinden ‘hal’ olarak müşahede
edip Hakkın sırrında konuştuğu kimse bilebilir. Hakkın insanla sırrında
konuşması, vasıtaları kaldırıp kuluyla konuşan bizzat kendisi olunca
gerçekleşir. Böyle bir durumda O’nun kelamına senin anlayışın eşlik eder.
Böylelikle O’nun konuşması senin anlamanın ta kendisi olur ve burada bir
gecikme söz konusu değildir. Arada bir gecikme olursa, böyle bir konuşma Hakkın
(sırrında) kuluyla konuşması değildir. Böyle bir hali tecrübe etmeyen kimse, Allah
Teâlâ’nın kullarıyla konuşması hakkında bilgiye sahip değildir. Allah Teâlâ
kuluyla peygamberin veya âlemden dileği birisinin dili gibi ‘surî perde’
vasıtasıyla konuşursa, bazen anlama bu söze eşlik ederken bazen bir gecikme
olabilir. İşte (doğrudan ve dolaylı) iki konuşma arasındaki fark budur.
Maddi rızıklara gelirsek, İmam’ın bu
konuda sadece Allah Teâlâ’nın bakiyesinde hükmü vardır. Bu bakiyenin dışındaki
şeylerden yiyen kimse, söz konusu adil İmam’ın elinden yemez. Müminler hakkında
‘Allah Teâlâ rızkı’ diye isimlendirilen şey sadece Allah Teâlâ’nın bakiyesi
demlendir ve âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın bakiyesindendir. Baki olmayan
kısma gelirsek, bu iki arasında fark vardır. Şöyle ki: Alemdeki bütün malların
ya belli bir sahibi vardır veya bir sahibi yoktur. Malın sahibi varsa, bu mal o
şahıs için Allah Teâlâ’nın bakiyesindendir. Belli bir sahibi yoksa, o mal bütün
müslümanlara aittir. Allah Teâlâ bu imamı vekil olarak görevlendirir ve imam
kişiler için bu malı korur. İşte bu mal, sahipli mala ilave olan Allah
Teâlâ’nın bakiyesindendir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bakiyesinin anlamını öğrenirsen,
bilirsin ki âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın bakiyesidir. Buna göre Zeyd’in
malı onun adına Allah Teâlâ’nın bakiyesidir, çünkü Allah Teâlâ ona kendisinin
izni olmaksızınÖmer’in malında tasarrufu yasaklamıştır. Ömer’in malı da kendisi
için Allah Teâlâ’nın bakiyesidir ve ona da -izni olmaksızınZeyd’in malında
tasarruf izni vermemiştir. Öyleyse âlemdeki her rızık Allah Teâlâ’nın
bakiyesidir. İmam bu konuda Allah Teâlâ’nın hakkında indirdiği hüküm miktarınca
hüküm verir.
O halde insanlar iki haldedir:
Birincisi zorunlu, diğeri zorunlu olmama halidir. Zorunluluk hali ihtiyaç
ölçüşünce ihtiyaç duyulanı miktarı mubah yapar ve yasağı düşürür. İhtiyacı
giderdiğinde ise yasaklama geri döner. Zorda kalan insan başka birisinin
mülkünde tasarrufta bulunursa, bir görüşe göre tazmin etmek üzere, bir görüşe
göre tazmin etmeden onu kullanır. Kullandığı malı tazmin etmek gerektiğini
söyleyene göre, imkân bulursa malı sahibine öder; imkân bulamazsa, vaktin
imamı hâzineden onun kullandığı miktarı öder. Zorda kalan insanın yararlandığı
malın sahibi yoksa veya Allah Teâlâ’dan gelen mutlak bir vekâletle Imam’a ait
maldan kullanırsa, ne tazmin etmesi gerekir ne de başka bir şekilde yükümlülüğü
olabilir. Vaktin imamının mudaka bilmesi gereken zorunlu bilgilerden biri
budur. Öyleyse herhangi bir yükümlü meşru yoldan ancak Allah Teâlâ’nın
bakiyesinde tasarrufta bulunmuştur. ‘Allah
Teâlâ’nın bakiyesi sizin için daha hayırlıdır, iman etmiş iseniz.’129 Bu, ferî bir hükümdür ve bu konuda
asıl olan, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde bulunan her şeyi bizim için yaratmış
olması, sonra bir kısmını yasaklamış, bir kısmını bırakmıştır (bakiye). Allah
Teâlâ bıraktığı kısmı ‘bakiye’ diye isimlendirmişken yasakladığı kısmı ‘haram’
diye isimlendirmiştir. Başka bir ifadeyle yasaklama söz konusuysa -çünkü asıl
olan herhangi bir şey hakkında hüküm vermeden durmaktırAllah Teâlâ yükümlüye
bir hal veya zaman veya mekân itibarıyla o hususta fiili ve tasarrufu yasaklamıştır.
Allah Teâlâ’nın çekimser kaldığımız husustaki hükmü gelince, Şâri’nin
bildirdiği hükme göre hareket ederiz. Bu meseleyi bilen kimse, azıklarda nasıl
tasarruf edebileceğini de öğrenir.
İmam’ın gerek duyduğu bilgilerden
birisi olan ‘işlerin birbirine girmesini bilmeye’ gelirsek, bu durum ‘Geceyi
gündüze gündüzü geceye sokar’130 ayetinin anlamıdır. Giren erkek
girilen dişidir. Her nerede ortaya çıkarsa çıksın, bu hüküm kendisine eşlik
eder. Bu bağlamda bilgilerde erkek olan nazari/teorik bilgiyken duyuda hayvani
ve nebati nikâhtır. Bunlardan birisi (erkek ve dişi) tek başına amaçlanmış
değildir; aksine kendisi ve neticesi için birlikte amaçlanmıştır. Birbirine
girme ve kaynaşma olmasaydı, çift ortaya çıkmazdı. Bu durum, bütün ameli ve
ilmi sanadara yayılmış genel bir durumdur.
İmam bu durumu bildiğinde, verdiği
hükümlerde kuşku bulunmaz. Mana ve mahsuslarda (duyulurlar) olmak üzere, âleme
konulan ölçü budur. Akıllı insan, her iki âlemde, hatta tasarrufta bulunduğu
her şeyde bir teraziyle tasarruf eder. İndirilmiş vahiyle hüküm veren peygamber
vb. kimseler ise, birbirine girmenin dışında kalmazlar, çünkü Allah Teâlâ
onları kendilerine aktardığı kulları hakkındaki hükmünün mahalli yaparak şöyle
buyurdu: ‘Cebrail onu indirir.’131 Başka bir ayette ‘Melekler
emrinden bir ruh ile kullarından diledikleri üzerine iner’132 buyurur. Âlemde peygamberden ortaya
çıkar her hüküm -naslar hakkındaki veya kıyasla hüküm verenlerde değilmanevi
bir nikâh ile ortaya çıkar. Öyleyse İmam, Hakk’ın indirdiği vahiyle meydana
gelen hükümle kıyas yoluyla ortaya çıkanı ayırt etmelidir. Mehdi’nin bu
konuda, yani hüküm vermek üzere kıyası öğrenmesi, ondan uzaldaşmak amacı taşır.
Mehdi meleğin Allah Teâlâ katından kendisine getirdiği ilhama göre hüküm
verebilir ve Allah Teâlâ hükmünü doğrultmak üzere meleği göndermiştir. Bu,
Muhammedi-hakiki şeriattır. Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem yaşıyor olsa ve bir hadise kendisine havale edilseydi, İmam’ın
verdiği gibi hüküm verirdi. Allah Teâlâ, İmam Mehdi’ye verdiği hükmün Muhammedi
şeriat olduğunu bildirir ve Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği naslar var iken kıyası
ona yasaklar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Mehdi’nin
özelliğinden söz ederken, ‘İzimi takip eder ve yanılmaz’ demişti. Buradan onun
-uyulan değiluyan olduğunu anladık.
Mehdi masumdur ve verdiği hükümde
masumiyetinin yegâne anlamı hata etmemesidir. Çünkü verdiği hüküm peygamberin
hükmüdür ve ona yanlışlık nispet edilemez. Çünkü peygamber ‘Arzusundan
konuşmaz, sadece vahyi söyler.’133 Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin kendisinde bulunduğu bir yerde kıyas yapmak da caiz değildir. Keşif
ehlinin nezdinde peygamber mevcuttur ve onlar hükmü peygamberden alır. Bu
nedenle sadık fakir, bir mezhebe bağlı değildir ve gördüğü peygambere uyar!
Peygamber ise inen vahye uyar. Böylece sadık ariflerin kalplerine hadiselerin
hükmünün bilgisi Allah Teâlâ’dan iner. Allah Teâlâ onlara söz konusu hükmün
peygamberin getirdiği hüküm olduğunu bildirir. Şekilci bilginlerin ise böyle
bir mertebesi yoktur, çünkü onları makam sevgisi, başkanlık duygusu Allah
Teâlâ’nın kullarının önüne geçme ve sıradan insanların onlara muhtaç olduğunu
görme arzusu kaplamıştır. Onlar kendilerini felaha çıkartamadıkları gibi
onlara uyarak da kurtuluşa çıkılmaz.
Kadılık, şahitlik, muhtesiplik, müderrislik
görevlerine talip olan zamane fakihlerinin durumu budur. Onların içinde dinin
hükümlerine riayet edenler, cübbelerinin eteklerini toplayarak insanları
çekingen bir halde çaktırmadan gözlerler, onları gören insan zikrettiklerini
zannetsin diye dillerini sürekli oynatırlar. Konuşurken anlaşılmaz kelimeler
kullanırlar ve lafı dolandırırlar ve kendilerini beğenme duygusu onlara
hakimdir. Kalpleri ise kurtların kalbi gibi (hırsla doludur). Allah Teâlâ böyle
insanlara bakmaz. Onların içinden şeytanın arkadaşı olanların değil,
dindarların hali böyledir! Allah Teâlâ’nın böyle insanlara hiçbir ihtiyacı yoktur.
Onlar insanlar için yumuşak ve nazik bir üslup takınırlar. Gerçekte onlar
açıklığın kardeşleri, gizliliğin düşmanlarıdır. Allah Teâlâ onlara döner ve
alınlarından tutarak kendilerini mutluluğa ulaştırır.
İmam Mehdi ortaya çıktığında onun
yegâne açık düşmanı fakihlerdir, çünkü Mehdi’den sonra onların başkanlığı
kalmayacağı gibi sıradan insanlardan da ayrılmazlar. Ayrıca pek azı dışında,
onların hükümler hakkında da bir bilgileri kalmaz ve İmam’ın varlığıyla
birlikte hükümlere dair görüş ayrılıkları âlemden kalkar. Kılıç Mehdi’nin elinde
olmasaydı, fakihler onun öldürülme fetvası verirlerdi. Fakat Allah Teâlâ
Mehdi’yi kılıç ve kerem özelliğiyle izhar etmiştir. Böylece fakihler ondan hem
beklenti içine girerler ve hem de korkarlar ve inanmadıkları halde hükmünü
kabul ederler; hatta kabul ettikleri hükmün zıddını içlerinde saklarlar.
Nitekim Hanefi ve Şafıiler haklarında görüş ayrılığına düştükleri hususta böyle
yaparlar. Onların Acem şehirlerinde muhalif mezhep mensuplarını öldürdükleri,
aralarındaki çatışmalarda pek çok insanın öldüğü ve Ramazan ayında savaşta
güçlü olabilmek için orucu bozdukları aktarılmıştır. Böyle kimseler söz konusu
olunca, Mehdi İmam kılıçla onları ezmeyecek olsaydı, onu dinlemez ve zahirde
bile kendisine itaat etmezlerdi. Nitekim onlar kalpleriyle Mehdi’ye itaat
etmezler; aksine mezheplerinin dışındaki bir hükümle onlar hakkında hüküm
verince Mehdi’nin bu hükümde delalet içinde olduğunu iddia ederlerdi. Onlar
içtihat ehlinin devrinin geride kaldığına inanırlar. Onlara göre âlemde
müçtehit yoktur ve Allah Teâlâ onların imamlarından sonra içtihat derecesine
ulaşacak kimse yaratmadı. Şerî hükümleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bildiğini
söyleyenler ise onlara göre hayal gücü bozulmuş bir delidir ve böyle birine
bakmazlar. Mal ve otorite sahibi olursa, zahirde malına duydukları
tamahkârlıkları nedeniyle veya otoritesinden korkarak ona boyun eğerler; içleri
ise böyle insanları inkâr eder.
İnsanların ihtiyaçlarını karşılamada
aşırı gitme ve cömert davranmaya gelirsek, bu da, bütün insanların olmasa da
bilhassa İmam’ın görevidir. Çünkü Allah Teâlâ onu halkın önüne onların
maslahatları için çalışsın diye imam olarak koymuştur. İnsanlar için
çalışmanın neticeleri değerlidir. Hz. Musa hikâyesinde imam için örnelder
vardır. Hz. Musa ailesine ateş bulmak amacıyla yürümüştü. Aile o ateşle
ısınacak, tabii olarak ateşle karşılanacak ihtiyaçlarını karşılayacaklardı. Hz.
Musa ateş aramaya giderken, başına gelecek şey hakkında bilgiye sahip değildi.
Aile için ateş aramanın neticesi Hz. Musa’ya Rabbinin kelamını izhar etmiş, Allah
Teâlâ onun ihtiyacı vesilesiyle kendisiyle konuşmuştu. Görünüşte ateşti o ve Allah
Teâlâ bu işi onun aklına getirmemişti. Bundan daha büyük ne olabilir ki? Hz.
Musa için vahiy, ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışırken
gerçekleşmiş, Allah Teâlâ ailesinin ihtiyaçlarını karşılamada bulunan fazileti
ve erdemi kendisine öğretmiş, Musa’nın da onların hakkını yerine getirmek
üzere hırsı artmıştır. Bu durum, aile için çalışmanın Allah Teâlâ katındaki
değerini gösteren bir uyaridır, çünkü onlar her durumda Allah Teâlâ’nın
kullarıdır ve bu görev onlara yüklenmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Erkekler
kadınlar üzerinde derece sahibidir.’134 Böylece kendisini öldürmek isteyen
düşmanlarından kaçması, Hz. Musa’ya hüküm ve peygamberlik rütbesi
kazandırmıştı. Hz. Musa’dan haber verirken Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizden
korkunca kaçtım, Rabbim de bana hüküm verdi ve beni nebilerden yaptı.’135 Öyleyse aile için çalışmak ve
onların ihtiyaçlarını yerine getirmek, Hz. Musa’ya Allah Teâlâ’nın kelamını
kazandırmıştı bunun hepsi, hiç kuşkusuz, çalışmak demekti. Çünkü kaçan insan
kaçarken hayvani bir özellik izhar ederek kurtulma arzusuyla düşmanlardan
kaçar. Bunun yanı sıra nefs-i natıka’nın tedbir ve mülkünü baki kılmak ister.
Hz. Musa hayvani nefsiyle kaçarken, bedeni yöneten nefs-i natıka uğruna
çalışmıştı. Bütün adil imamlar, kendi adlarına değil, başkaları uğruna çalışmak
üzere hareket ederler. Bir hükümdarı halkını ve onların muhtaç olduğu işleri
bırakıp başka bir işle meşgul görürsen, bilmelisin Ki, hükümdarlık mertebesi
bu davranışıyla o kişiyi görevden almış demektir. Böyle bir hükümdar ile
sıradan halk arasında herhangi bir fark yoktur!
Ömer b. Abdülaziz hilafet göreviyle
görevlendirildiğinde, insanların ihtiyaçlarını karşılamaktan yorulmuş bir
halde dinlenmek üzere kuşluk uykusuna yatmıştı. Bu esnada yanına giren oğlu ona
şöyle demiş: ‘Müminlerin emiri! Sen dinleniyorsun, muhtaçlar senin kapında!
Rahatlık isteyen insanların işlerini deruhte edemez.’ Bunun üzerine Ömer
ağlayarak, ‘Zürriyetimden beni ikaz ederek Hakka davet eden ve bu hususta bana
yardım eden birini çıkartan Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ demiş ve istirahatı
bırakarak insanların işlerine dönmüştür.
Hızır da böyleydi. Onun adı Belya b.
Melkan b. Faliğ b. Gabir b. Salih b. Erfahşet b. Sam b Nuh’tu. Bir ordudaydı.
Komutan, su bulamayan orduya su getirmek üzere kendisini göndermiş, Hızır ab-ı
hayata ulaşmış, ondan içmiş ve günümüze kadar yaşamıştı. Hâlbuki Hızır Allah
Teâlâ’nın o sudan içene tahsis ettiği hayatı bilmiyordu. Ben Hızır ile
İşbiliye’de karşılaşmıştım, bana şeyhlere teslimiyeti ve kendileriyle
tartışmamayı tavsiye etmişti. O gün bir şeyhle bir konuda tartışmış, şeyhin
huzurundan çıktığımda Huneyye kavsinde Hızır ile karşılaştım. Bana şöyle dedi:
‘Şeyhin dediğini kabul et.’ Ben de şeyhin huzuruna girdim. Ben konuşmaya
başlamadan bana şöyle dedi: ‘Muhammed! Benimle tartıştığın her konuda Hızır’ın
şeyhlere teslim olmanı tavsiye etmesine mi muhtaçsın?’ ‘Efendim! Bana tavsiyede
bulunan Hızır mıydı?’ diye sorunca, o da ‘Evet’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Allah
Teâlâ’ya hamd olsun. İşte bu bir faydadır. Bununla birlikte doğrusu benim size
söylediğimdir.’ Aradan bir müddet geçtikten sonra, şeyhin huzuruna girdiğimde
tartıştığımız konuda benim görüşüme döndüğünü gördüm. Bana şöyle dedi: ‘Ben
hatalıymışım, haklı şendin.’ Ben de dedim ki: ‘Şimdi Hızır’ın bana teslimiyeti
tavsiye ettiğini anladım. Çünkü bana senin doğru söylediğini söylememişti.
Fakat tartıştığımız konu sana itiraz etmemi gerektirecek bir mesele değildi.
Çünkü konu hakkında susulması haram olan meşru bir hüküm değildi.’ Allah
Teâlâ’ya şükrettim ve şeyhe hakikati gösterdiği için şeyh adına da sevindim.
İşte Allah Teâlâ’nın suyu içine ihsan ettiği hayat budur. Hızır arkadaşlarına
dönerek bu suyu onlara söylemiş, bütün insanlar kendinden içmek üzere su
pınarına koşmuş. Allah Teâlâ ise gözlerini perdelemiş, suya ulaşamamışlardı.
İşte başkası için çalışmanın Hızır’a kazandırdığı buydu. Allah Teâlâ yolunda
dost ve düşman olan, O’nun uğruna seven ve nefret edenler de bu kapsama girer.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret
gününe iman eden bir grubun Allah Teâlâ’ya ve peygamberine karşı taşkınlık edenler
babaları kardeşleri, aşiretleri ve çocukları bile olsa onları sevdiklerini
göremezsin. Onlar Allah Teâlâ’nın kalplerine iman yazdığı ve kendinden bir ruh
ile desteklediği kimselerdir.’136 Kimse onların Allah Teâlâ katındaki menzilini bilemez. Onların
bütün hareket ve durmaları, kendileri için değil, Allah Teâlâ adınadır. Onlar,
doğalarının gerektirdiği şeye karşı Allah Teâlâ’nın mertebesini üstün
tutarlar.
Bilhassa belirli bir sürede âlemde
muhtaç olduğu gaybın bilgisine gelirsek, bu da dokuzuncu meseledir. Bu dokuz
meselenin dışında İmam’m imamlığını yaparken muhtaç olabileceği bir bilgi
yoktur. Şöyle ki: Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Her
gün bir iştedir/şe’n’137 buyurur.
Ayette geçen şe’n âlemin o gün içinde bulunduğu durumdur. Bilindiği üzere, şe’n
varlıkta zuhur edince, onu gören herkesçe bilindiği de anlaşılır. Bu konuyla
ilgili olarak İmam, varlıkta gerçekleşmezden önce Hakkın bir şe’nde meydana
getireceği işleri ve iradesini Hakkın bildirmesiyle bilir ve bir şe’nin
gerçekleşmesinden önceki günde onu öğrenir. Söz konusu iş ve şe’n halkının
menfaatine ise, bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükreder ve ondan geri durur. Genel
bir belanın inmesi veya belli şahıslara inecek özel bir bela nedeniyle şe’nde
ceza bulunursa, onlar için Allah Teâlâ’ya dua eder, şefaatçi olur ve O’na
yakarır. Bunun neticesinde Allah Teâlâ rahmeti ve ihsanıyla belayı onlardan
uzaklaştırarak İmam’ın dua ve isteğine karşılık verir. Böylece Allah Teâlâ
mensuplarına ulaşmazdan önce İmam’ı o belaya muttali kılar. Sonra Allah Teâlâ,
bu şe’nler içinde şahıslardan meydana gelen hadiselere ve olaylara İmam’ı
muttali kılar ve şahısları hilyeleriyle kendisine tanıtır. Öyle ki,
kendilerini görünce, onların gördüğü kişinin aynı olduğundan kuşku duymaz.
Sonra Allah Teâlâ’nın Peygamberine hüküm vermesini emrettiği şekilde o
hadiseye dair meşru hükmü İmam’a öğretir ve o da söz konusu hükme göre hüküm
verir ve yanılmaz.
Allah Teâlâ bazı hadiseler hakkında
hükmü ona bildirmez ve onun bir keşfi de olmazsa, İmam’m yapacağı iş o meseleyi
mubah hükmüne katmaktır. İmam ilahi bir bildirme olmadığı sürece şeriatın bir
konudaki hükmünün mubahlık olduğunu bilmelidir. Çünkü İmam dinde kıyası ve
kendi görüşünü kullanmak (hatasından) korunmuştur. Peygamber olmayanın kıyas
yapması, Allah Teâlâ’nın dini üzerinde bilmediği bir hususta hüküm vermek
demektir. Çünkü kıyas illetin sürekliliği demektir. Ne bileceksin ki? Belki Allah
Teâlâ bir illetin sürekliliğini irade etmemiştir. Bunu irade etmiş olsaydı,
peygamberinin diliyle onu açıklar ve sürekliliğini emrederdi. Bu durum, şeriat
bir hüküm hakkındaki illete dair nas beyan etmesi durumunda böyledir. Hal
böyleyken, fakihin kendi başına ve kendi düşüncesiyle şeriatın belli bir nasla
zikretmediği bir illet zikretmeden çıkarttığı illet hakkmda ne düşünülebilir?
Fakih o hükmü çıkarttıktan sonra kendisini genelleştirir. Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’nın hakkmda izin vermediği şekilde,
belirli bir hususta zorlamalı hüküm vermedir. Bu durum Mehdi’yi Allah Teâlâ’nın
dini hakkında kıyası kullanmaktan engeller. Bilir ki, peygamberin maksadı
ümmetin yükümlülüğünü hafifletmektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Size verdiğim şeyle beni bırakın’ der, hükümler artar korkusuyla dinde soru
sorulmasını nahoş karşılardı. Öyleyse İmam’m nihayette yapacağı iş, hakkmda
susulmuş olan ve belli bir hükmü bilmediği konuda asla göre hüküm vermektir
(asıl olan mubahlıktır). Allah Teâlâ’nın keşif ve bildirim yoluyla kendisine öğrettiği
her hüküm, o konuda Muhammedi şeriatın hükmüdür. Allah Teâlâ onu bir vakit
mubahın mubah ve son olduğunun bilgisine ulaştırır. Allah Teâlâ halkının
maslahatının bulunduğu her şeyi -sırf kendisinden istesin diyeona öğretirken
halkına ulaşmasını dilediği her bozukluğun ve fesadı da kendisine öğretir ki,
onun kalkması için Allah Teâlâ’ya dua etsin. Çünkü bu bir cezadır. Allah Teâlâ,
‘Karada ve denizde
insanların yaptıkları nedeniyle fesat çıktı ki, yaptıklarının bir kısmını
tatsınlar, belki dönerler’138 buyurur.
Mehdi bir rahmet olduğu gibi Allah Teâlâ’nın peygamberi de rahmettir. Allah Teâlâ,
‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik’139
buyurur. Mehdi peygamberin izini takip eder ve yanılmaz. Öyleyse onun da rahmet
olması gerekir! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaralandığında şöyle dua
etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret sunuyordu. O bir
beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın geldiğini bildiği
için de Rabbine şöyle dua ederdi: ‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin,
bir insan gibi razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ Yani kendim için kızar,
razı olurum. ‘Allah Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet
ve rıza vesilesi yap.’
Bu dokuz özellik, Mehdi İmam’m
dışında, kıyamete kadar Allah Teâlâ’nın ve Peygamberin halifeleri olan din
imamlarında bir araya gelmez. Nitekim Allah Teâlâ peygamberi de Mehdi’nin
dışında varisi olup izini takip eden din imamlarından hiç birinin
yanılmayacağını söylemedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hükümlerinde
Mehdi’nin yanılmayacağına şahitlik etmişken, akli delil de peygamberin
Rabbinden aktardığı kulları hakkındaki meşru hükümlerde yanılmayacağına şahit
olmuştur.
Bu menzildeki ilimlere gelirsek,
ahadiyetteki ortaklık, bu menzilden öğrenilir. Bu durum ‘Rabbine
ibadete hiç kimseyi (ahad) ortak koşma’140 veya ‘0 Allah Teâlâ birdir (ahad)’141 ayetlerinde geçtiği üzere genel ortaklıktır.
Allah Teâlâ kendisini ahadiyet özelliğiyle nitelemiştir. Bu sure Hakkı
nitelemiş ve ibadeti herkesten ayrı olarak kendisine tahsis etmiştir. İlahi
inzal, bu menzilden öğrenilir. Yazının kelam olmasının anlamı, bu menzilden
öğrenilir; kelamın hakikati akıl sahiplerince bilinir. Bu bağlamda kelam
hakkında akılcılar arasında görüş ayrılığının bulunduğu bir husustur. Eğri söz
ile doğru sözün ilişkisi bu menzilden öğrenilir. Acaba doğru söz eğrisinden
hangi özelliğiyle ayrılır? Peygamberlerin genel ve özel olarak getirdikleri
hususlar, bu menzilden öğrenilir. Gerçekte bilgi olup olmadığını bilmeden bir
hususta konuşanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte onun
gerçekte bilgi olmadığını düşünende onun bilgi olduğu hakkında bir bilgi
yoktur. Fakat o kişi bilir ki Allah Teâlâ’dan başka konuşturan yoktur.
Doğruluk ve yalan bu menzilden öğrenilir. Doğru söyleyen ve yalan
söyleyenlerin durumu neye racidir? İnsanın bir şeyi bilmesiyle yükümlülüğü
ondan kaldıran durum bu menzilden öğrenilir. Bu durumda insan neftse bir
yükümlülük meydana getirip onu neredeyse intihan sevmeye yönelten âdetin
etkisini bilir. ‘Rahatlık ilmi’ denilen şey budur ve o özellikle cennetliklerin
bilgisidir. Allah Teâlâ dünyadaki bir insana bu konuda fetih ihsan ederse, hiç
kuşkusuz, ebedi rahadığı öne almış demektir. Bununla birlikte bu nitelikteki
bir insan, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak (emr-i bilmaruf ve
nehy-i anilmünker) fiilini mertebesince yaparken edebe riayet etmelidir.
Allah Teâlâ’nın özlere cisimler
üzerinde cisimlerin süsü olarak gösterdiği şeyler bu menzilden öğrenilir. Kime
bazı şeyler çirkin görünürse niçin çirkin görünmüştür? Gördüklerinin hepsini
güzel gören onları hangi gözle görmüş, güzel fiillerle ona karşılık vermiştir.
Bu bilgi âlemdeki en güzel ve yararlı bilgidir. Bu bilgi bazı kelamcıların
hakkında ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur, O’nun bütün fiilleri güzeldir’
dediği şeydir.
Bunlar, Allah Teâlâ’nın fiillerini Allah
Teâlâ’nın nahoş görmesinin dışında çirkin bulmayanlardır. Bir fiili çirkin
bulmak, kendilerine değil, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Allah Teâlâ’nın çirkin
bulduğu bir şeyi çirkin bulmazlarsa, Allah Teâlâ’ya karşı çıkmış olurlardı.
Allah Teâlâ’nın âleme yerleştirdiği
şaşırma amaçlı şeyler bu menzilden öğrenilir. Bunlar, âdetin aşıldığı
şeylerdir. Allah Teâlâ’dan öğrenenlere gelirsek, onlara göre adetteki her şey
taaccüp vericidir. Alışkanlık ve adet ehli ise âdetin aşıldığı şeylerde
şaşırır. Nefislerin yaratılışından yüce işlere arzu duyması bu menzilden
öğrenilir. İşlerin yüceliği neyle öğrenilir. Akılla mı, şeriada mı? Yüce işler
nelerdir? Onlar akıllıları kuşatan bir durum mudur, yoksa Zeyd’in yüce işlerden
gördüğü bir şeyi Amr aynı nitelikte görmez mi? Böyleyse, yüce işler izafidir.
Uzun olanın kısaya girmesi bu menzilden öğrenilir. Bu, büyüğün küçüğe
yerleşmesidir. Hakkın yaratıkları hakkındaki hükümleri, bu menzilden öğrenilir.
Bu hükümler ortaya çıktığında veya batın kalınca, zuhur ve batın olmakla
nitelenen hakikat hangi hakikattir. Bir insana gelip de kendisinden çıkmasının
mümkün olmadığı hayret bu menzilden öğrenilir. Bir işi olduğu durumdan farklı
görenin hali bu menzilden öğrenilir. Acaba böyle biri iki durumu bir araya
getirebilir mi, getiremez mi? Berzahların genişlik ve zayıflığı bu menzilden
öğrenilir. İtidal ve sapmanın kendisinden sapan veya mukabili olan şeydeki
etkisi bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki haller bu menzilden öğrenilir. Onların
âlemin dışında bir etkisi var mıdır, yok mudur? İnsan-ı kâmilde değerli olan
şey bu menzilden öğrenilir ki ondan üstünü yoktur. Acaba içinde bulunduğu
makamın gerektirmediği bir hali meydana getirecek kadar değerli olan bu şey
neyden kaynaklanır? Bu bilgi müşahededen veya fikirden mi meydana gelmiştir?
Müvekkilin malında tasarruf izni verilen vekil müvekkilin malında bütün
yönlerden tasarrufta bulunabilir mi, yoksa şeriatın belirlediği üzere
sınırında duracağı bir sınırı var mıdır?
. Velilerin makamlarını gizlemeyi
talep etmesinin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Nebiler ise öyle değildir.
Talimde siyaset bu menzilden öğrenilir. Öyle ki, muallim bilgiyi onun farkında
olmadığı bir yönden kendisine ulaştırır. Öğrenen kimse, kendisinde meydana
gelen bilgiyi öğretenin vermek istediğinin farkında değildir. Bu nedenle öğrenci
hocaya şöyle der: ‘Senin davranışından şunu bunu öğrendim ve sahih bir bilgi
öğrendim ki o da şudur.’ Öğrenci öğrendiği meselenin hocanın kastıyla
gerçekleşmediğini zanneder. Hâlbuki öğretme hocanın kastıyla gerçekleşmiştir.
Öğrenci ise Allah Teâlâ’nın verdiği zekâ ve ustalık nedeniyle sevinir, çünkü o
kendi zannınca, üstadının öğretme amacı taşımadığı bir şeyi onun hareketinden
ve davranışından öğrenmiştir.
Keşif ilimlerinden bir mesele bu
menzilden öğrenilir, şöyle ki: Keşif sahibi, bir kişi veya bir cemaat olsa
bile gayb adamlarından biri sohbet ederken onlarla beraberdir. Gayb adamı olan
bu kişi, onların haberlerini genele aktarır. Bu sayede insanlar, halvette toplanmış
bir cemaatin veya bir kişinin sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceğini şekilde
içinden konuşmuş olduklarını kendi nefislerinden öğrenirler. Söz konusu cemaat
veya o kişi halvetten dışarı çıkar, insanlara onların veya onun yalnız başına
konuştuğu bir meseleyi duyduklarını ve aralarında sohbetini yaptıklarını duyar.
Afrika şehirlerinden Tunus’ta Camiin
doğu tarafındaki İbn Müsenna maksuresinde birkaç beyit yazmıştım. Bu beyideri
tarihini benim bildiğim bir tarihte ikindi namazı vaktinde yazmıştım. Şiirleri
yazdığım Tunus’tan İşbiliye’ye geldim. İki şehir arasında kafileyle üç aylık
yol vardı. Bir adamla karşılaştık, adam beni tanımıyordu ve bana beyideri
okudu. Hâlbuki ben o beyideri kimseye yazdırmamıştım. ‘Bu beyider kime aittir?’
diye sordum, ‘Muhammed b. Arabi’nindir’ dedi ve adımı verdi. Ben de ‘Sen
bunları ne zaman ezberledin?’ diye sordum. Bana şiirleri yazdığım tarihi ve
aradaki mesafeye rağmen o zamanı söyledi. Ben de ‘Onları sana kim okudu da
ezberledin?’ dedim. Adam şöyle dedi: ‘Bir gece yolda bir cemaat içinde
İşbiliye’nin doğusunda oturuyordum. Garip bir adam bize geldi. Adamı
tanımıyordum, yolcuya benziyordu. Yanımıza oturdu ve bizimle sohbete başladı.
Sonra bu beyideri bize okudu. Biz de çok beğendik ve onları yazdık. Adama
‘Bunlar kime aittir?’ dedik ve o da ‘falana aittir’ diyerek, adımı vermiş. Biz
de ona, ‘Orası İbn Müsenna’nın maksuresidir, onun beldemizde olduğunu
bilmiyorduk’ dedik. Adam şöyle dedi: Tunus camiinin doğusundadır. Falan saatte
bu şiirleri yazdı ve ben de kendisinden bunları ezberledim.’ Bunları
söyledikten sonra kayboldu. Ne yaptığını ve yanımızdan ayrılıp nereye gittiğini
bilmiyoruz, bir daha da kendisini görmedik.
İşbiliye’de Adis camiindeydim, vakit
İkindi idi. Bir şahıs bana tasavvuf ehlinin büyüklerinden birisinden söz etti.
Onunla Horasan’da karşılaşmış. Bana onun fazilederini anlattı. Bir anda şahıs
karşımda duruyor ve bize yakın bir haldeyken ona bakıyordum. Yakınımdaki şahıslar
onu görmüyordu. Adam bana şöyle dedi: ‘Horasan’da karşılaştığını sana anlattığı
adam benim.’ Ben de bana hadiseyi anlatan adama şöyle dedim: ‘Horasan’da
gördüğün adamın özelliklerini hatırlıyor musun?’ Adam ‘Evet’ dedi. Ben de
gördüğüm özellik ve yaratılışındaki hilyeyle onu tavsife başladım. Adam şöyle
dedi: ‘VAllah Teâlâi! O adam tam da senin tavsif ettiğin gibiydi. Onu gördün
mü?’ Ben de şöyle dedim: ‘Şurada oturuyor, hakkında verdiğin haberleri bana
doğruluyor, ben onu sana nitelerken, kendisine bakıyordum, o da bana kendisini
tanıtmıştı.’ Aynlana kadar benimle birlikte durdu. Sonra ayrıldı ve onu
bulamadım. Bana okuduğu şiirler ise şunlardır:
İbn Müsenna maksuresi Manada geceledim
orada
Tunus’un yakınında bir yerde Arzuyla
topladıklarını sundu
Çıkardım cübbemi orada Cisim benden
ayrılmıştı
Vuslat diledim ona Meyve dererken görünce
onu
İkram etti bana hayret ettim Dolu dallarını
Dedi ki sen bir yolcusun Ey adam bunlar
sana
Arzudan eridim ve de üzüntüden Vecdimden ve
hüznümden öldüm gittim
Çocuğa Ahmed b. İdrisî denilirdi ve
şehrin tacirlerindendi. Babası, salihleri seven ve onlarla oturup kalkan iyi
bir adamdı. Allah Teâlâ onu razı olacağı işlere ulaştırmıştı! Aramızdaki bu
görüşme 590’da gerçekleşmişti. Bugün 635’teyiz.
Övülen ve kınanan cedel, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’ya dayanan bir Müslüman kesin bir keşfe dayanan bir konuda
tartışmalıdır, yoksa teorik fikir ve düşüncesinden hareketle tartışma
yapmamalıdır. Tartıştığı konuyu müşahede ediyor ise, o konuda cen
güzel üslupla’ tartışabilir. Bununla birlikte daha öncesinde tartışma yapması Allah
Teâlâ tarafından kendisine emredilmiş olmalıdır. Emre muhatap olmamışsa,
serbest hareket eder. Başkasma bu konuda bir hayır vereceğini anlarsa, ‘cedel’
yapması teşvik edilir. Dinleyicilerin kendisini işiteceğinden umutsuzsa,
susmalı ve cedelden uzaklaşmalıdır. Cedel yaparsa, Allah Teâlâ katında dinleyenlerin
helak olması için çalışmış demektir.
‘Allah Teâlâ’nın izniyle ben müminim’
ifadesinin durumu bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte bu esnada içinden
mümin olduğunu bilir. Bu, faydası büyük bir ilimdir; onu inceleyen, Allah Teâlâ
karşısında edebi de öğrenir. Bunu söyleyen, Allah Teâlâ’nın kendisini
yerleştirdiği bağlamı aşmamışsa, edepli davranmış demektir. Bu yeri aşıp bir
sınırda durmazsa, Allah Teâlâ karşısında edepsizlik yapmış olur, üstelik
herhangi bir talebine ulaşmış olamaz. Önce bilip sonra unuttuğun bir şeyi sana
hatırlatan şey, bu menzilden öğrenilir. Zamandaki artış ve fazlalaşmanın
nedeni, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ay,
bazen yirmi dokuz olur’ demiş. Bunu eşlerinden Hz. Ayşe’ye karşı yemin
ettiğinde söylemişti. Bu dini hüküm neye göre hesaplanır? ‘Ay5
denilen en aza göre mi, yoksa en çoğa göre mi?
Allah Teâlâ ehlinin sohbetini
kendilerini iman kuşatmış olsa bile Allah Teâlâ’dan gafil olanlara tercih etmek
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın celali karşısındaki davranış, bu
menzilden öğrenilir. Alemi razı etse de kızdırsa da durum böyledir. Sular bu
menzilden öğrenilir. Bu, garip bir bilgidir ve içip de sudan kananın ne zaman
gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Çünkü suyun bir kısmı kandırırken bir
kısmı kandırmaz. Bu su, Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisinden canlı yarattığı
sudur. Bütün sular böyle midir, yoksa sular arasında belli bir özelliğe sahip
olandan mı söz etmekteyiz? Allah Teâlâ’nın kendisinden (insanı) yarattığı
kokuşmuş suyun özeliği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘İnsanı
kokuşmuş bir sudan yarattı’142 buyurur. Allah Teâlâ’nın Mutlu
yaptığı kimseyle bedbaht yaptığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir.
Dünyanın kendisindeki durumu bu menzilden öğrenilir. Onun hayatı ve süsü
nedir? Baki olan, fani olan ve âlemde beka ve fenayı kabul eden şeyler bu
menzilden öğrenilir. Sonsuz olanın ihatasızlıkla nitelenmesi, bu menzilden
öğrenilir. Çünkü onun varlığa girmesi mümkün değildir. Cinlerin halleri ve
Hakkın onları katından indirdiği şeriatlarla yükümlü tutması, bu menzilden
öğrenilir. Bu durum Hakkın kendiliğinden onları yükümlü tuttuğu bir yükümlülük
müdür? Yoksa onlar bunu kendilerine zorunlu kılmış, Hakk da o şeriatla -tıpkı
nezir gibionları yükümlü mü tutmuştur? Fiil ve meful arasındaki fark, bu
menzilden öğrenilir. Fiilde yardımı kabul eden bu menzilden öğrenilir? Milel
ve nihai bu menzilden öğrenilir. Hakk ediş bu menzilden öğrenilir. Kendisini
bilmenin fayda vermediği bilgi bu menzilden öğrenilir. Garip bilgiyi nefislerin
niçin kabul ettiği ve başkasından daha çok ona niçin yöneldiği bu menzilden
öğrenilir. Yüz çevirende bilgi olarak kalmasına rağmen, bilgiden yüz çevirmenin
geçerli olduğu durum bu menzilden öğrenilir. Bazen insandaki kuşku bilgiye zarar
verir. İnsan onun bilgi olduğuna inancını yitirene kadar bilgiden yüz çevirmez.
Muhakkik alimlere göre bu husus, en gizli ilimlerdendir. Kalp gözü ile
perdeler olmasaydı kendilerini idrak edebileceği şeyler arasına giren perdeler
bu menzilden öğrenilir. Hilim nedir ve af ile arasındaki fark nedir, bu
menzilden öğrenilir, elGafur ve er-Rahim arasındaki fark bu menzilden
öğrenilir. Acaba bu isimler el-Halim ile el-Afuvv arasında berzah mıdır? Bu.
ikisinin bunda bir hükmü var mıdır, yok mudur? İşlerin Allah Teâlâ katındaki
miktarlarını aşmaması bu menzilden öğrenilir. Büyüklerin fiillerinde ‘Allah
Teâlâ dilerse’ demekten gafil kalmasının nedeni, bu menzilden öğrenilir. Bu
büyüklere misal olarak, Süleyman peygamber ve Hz. Musa vs. kimselerin durumunu
verebiliriz. Gerekeni gereken kimseye çevirmek bu menzilden öğrenilir. Bu,
ilimlerin faziletlisidir. Bunu bilmek insanı rahata kavuşturur ve itirazı
ortadan kaldırır. ‘En iyisini bilen Allah Teâlâ’dır.’
İnsanın kendinde görünce övüp
başkasında görünce kınayıp inkâr ettiği şey (ve bunun nedeni), bu menzilden
öğrenilir. Âlemler arasında durmak ve orada duranın hali bu menzilden
öğrenilir. Hakkın her şeyi bir sebepten yaratmış olduğu ve dolayısıyla
sebepleri ortadan kaldırmanın bilgisizlik demek olduğu bu menzilden öğrenilir.
Sebepleri kaldırdığını iddia eden kimse, onları yine sebepler vasıtasıyla
kaldırmış demektir. Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi veya varlığın
halinin verdiği bir şeyin kalkması mümkün değildir. Ortadan kalkması mümkün
olan alışagelmiş sebepler ile ortadan kalkması mümkün olmayan makul sebepler
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ katında kendisine ait olan
şeyi Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ihtiyat edinenin durumu bu menzilden
öğrenilir. Kuşkuları delil kabul etmek ve onların kuşku olmasından insanları
körelten sebep, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ kullarından kıyamette ihmal
edilecek olanlar ve olmayanlar, bu menzilden öğrenilir. Seçkinlerin kim olduğu
bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar